5 minute read

Yıldızlar da Gece Vardiyasında

Next Article
Müsayere

Müsayere

Alper Şahin

“Şu pervasız bulutun ettiğine bak!” dedi Zahir, “İki saat önce günlük güneşlikti hava.”

Advertisement

Nazlı, “Buluta da mızmızlandın ya…” dedi gülerek. Ardından koluna girdi, omzuna yaslandı Zahir’in. Beledi ye Sinemasından çıkacakları esnada caddenin su altında kaldığını gördüler. Kısa bir süre duraksadılarsa da, arka larındaki kalabalığa ayak uydurarak dışarı çıktılar. Karşı kaldırımda bir tentenin altına sığındılar.

Nazlı henüz Zonguldak’ın havasına alışamamıştı. Üşü yordu. Zahir yanındakinin titrediğini fark edince, “Mızmızlanmayacak gibi miymiş?” dedi ve al kesmiş olsa da aklığı ayan beyan minik ellerini ısıtmak için avucuna kıs tırdı. Kızın gözlerini kapüşonunun altından göremiyordu ama ne denli öfkeli baktığını tahmin edebiliyordu.

“Tamam, haklıymışsın.” dedi Nazlı, “Zaten film bo yunca söylenen de bendim dimi?”

“O konuda haklıydım.” dedi Zahit, “Tavrı, idealleri olan bir şairi, aklı bir karış havada, avare biriymiş gibi gös termişler.” Kızın ellerini sıkarak ve yüksek sesle konuşmasından hiddetlendiği belli oluyordu.

Nazlı fevri bir şekilde ellerini çekti. “E film Zahir…” dedi, “Haliyle senaristin prizmasından geçeni izliyoruz. Sen şairi zihninde bu şekilde kurmuşsundur, senaristse o şekilde… Ayrıca seyircinin böylesi bir karakterden hoşla nacağını düşünmüş de olabilir.”

Zahir duyduklarından sonra iyice öfkelendi. “En düstrinin el atmadığı bi’ şairler kalmıştı, o da oldu.” dedi, “Beklentiyle, temenniyle sanat icra edilmez kızım, anladın mı?”

Nazlı’nın gözleri dolmuştu. “Anladım canım.” dedi küskünce, “Ayrıca artık benimle usulca konuşmanı iste meyeceğim. Hadi gidelim.”

Kızın sesinin titremesi aklını başına getirmiş olacak tı ki, kafasını tenteye dikerek, “Ulan asabiliğe tahammül edemediğini bildiğin halde yine yapacağını yaptın!” diye söylendi Zahir. Ardından özür dilemek mahiyetinde yine elini tuttu. “Hadi bir çay ısmarlayayım.” dedi.

“Ben yurda döneyim.” dedi Nazlı, “Yarınki ders için hazırlık yapmam gerekiyor.”

“Erken daha. Sahilde bir çay içelim, bırakırım seni. Elini tentenin altından çıkardı kız. Yağmur daha çok hızlanmıştı. “Şunun dinmesini bekleyelim bari.” dedi.

“Hava iyice kararmadan sahile inelim. Hem Zongul dak’ta yağmurun dinmesi beklenmez ki.”

Her şemsiyenin altında birden çok insan yürüyordu. Cadde üzerindeki tentelerin neredeyse hepsinin altına, ıs lanmamak için sığınan insanlar birikmişti. Rögar kapakları taşmış, aşağı doğru çamurlu su akıyordu. Sürücüler telaşa kapılmıştı; kimi çabucak eve varma gayretiyle yaya lara ve diğer araçlara boş veriyor, kimi de su sızmasından korkarak aracını kaldırımın üzerine çıkarmaya çalışıyor du.

Nazlı mümkün oldukça bir balkonun, bir tentenin altında yürüyordu. Zahir ise nasıl yönlendirilirse öyle yürüyor, yağmura aldırmıyordu. Birdenbire durdu. Kız afallamışken, kulağına “844 adım.” diye fısıldadı. Baktı ki yanındaki bir şey anlamadı, “Sen ve ben…” diye devam etti, “Her gün 844 adımlık yolda, tüketmekteyiz ömrümü zü… Bu şiiri daha önce duymuş muydun?”

“İlk kez duydum.” diye yanıtladı Nazlı. Ardından ka püşonunu çıkardı, “Kim yazmış?” diye sordu. Dirseği ile burun buruna bir çift iri, kömür gözün meraklıca bakıyor olması, Zahir’i almış götürmüştü. “Hey! Kime diyorum!” “Affedersin.” dedi Zahir, “Ahmet Turgut’un şiiri. 844 adım dediği yol, tam burası işte. Gazipaşa Caddesi… Bu caddede Muzaffer Tayyip ile yürüdükleri zamanların anı sına yazmış şiiri.”

“Önce film, şimdi şiir… Benim için bu şehir daha da manidar artık.”

Yağmur aynı şiddetiyle devam ediyordu. Tıpkı yanın daki gibi Nazlı da aldırmıyor, sığınabileceği bir tente kollamadan öylece yürüyordu. Kafeye varana dek sırılsıklam olmuşlardı. Cam kenarındaki bir masaya oturdular. Gar

son ne istediklerini sormadan iki çay koşturdu.

Nazlı: “Şu şehre geldim geleli ağız tadıyla çay içeme dim.” dedi, bardağa bir şeker daha attı, “Hatta kahve de içemedim. Çok acı… Kendim yapınca da acı oluyor, dı şarıda içince de.”

Yıllar önce İstanbul’dan bir arkadaşı ziyaretine gelmiş ti Zahir’in. O da çay içerken tıpkı Nazlı gibi sızlanmıştı. Şimdi o aklına gelince güldü. “Yine de ince belli bardağa o kadar şeker atılmaz.” dedi.

Üzerinde durmadı Nazlı. Karşısındakinin elini tuttu. Minicik eli, delikanlının avucunun içinde kaybolmuştu. “Az önce okuduğun şiir çok güzeldi.” dedi, “Hikâyesini bildiğim şiirlerden daha çok etkilenirim. Hem sen de çok güzel okudun.”

“Her şiirin bir hikâyesi var mıdır? Bilemem. Ama Zon guldak’ta yazılmış her şiirin bir hikâyesi olduğundan eminim. Hem bu şehirde sıradan insanlar şiirleştirilir. Çünkü bu şehirde herkesin bilinmeye değer bir hikâyesi vardır.” Biraz ciddi biraz da şımarık edayla, “Ya senin hikâyen ne yakışıklı?” diye sordu Nazlı. Karşısındaki bir çift mavi gözün buğulandığını fark etti o an.

Üniversite sınavına hazırlandığı yıllarını anımsıyordu Zahir. İstanbul’da üniversite kazanmayı, bir daha da bu şehre dönmemeyi istemişti. Kendi bir madenci çocuğuy du; ne oğlunun da kendi gibi olmasını, ne de madenci babası olmayı isterdi.

Marmara Üniversitesine kayıt olmuş ve ayrılmıştı bu akordeon sesli sahil kentinden. Gazete okuduğu bir gün, Gelik’te üç madencinin göçükte mahsur kaldığını öğren mişti. İki madenci ölmüş, diğeri kurtarılabilmişti. Babası da kazanın yaşandığı ocakta işçiydi. Ya kazaya maruz ka lanlardan biri de oyduysa? O değilse de muhakkak ki bir hısımıydı; malum, küçük kentti Zonguldak.

İlk otobüse atlamış, memleketine gitmişti. Basamak ları rengârenk boyanmış merdiveni tırmandıktan sonra, ailesinin de yaşıyor olduğu dik yamaçlı işçi mahallesine varmıştı. Evde kimseyi bulamayınca, yüreği ağzında Se

miha Teyze’nin kapısını tıklamıştı. Babasının da göçükte kaldığını, şükür ki sağ olduğunu öğrenmiş, hastaneye koş muştu.

Adamın durumu kritikti. Bir süre beynine oksijen git mediği için bilinci hâlâ kapalıydı. Diğer iki işçinin posta altında ezilerek değil, havasızlıktan öldüğünü de orada öğrenmişti. Ah, ölümün en vahimi buydu işte! Nefes ala madığı için kazmasının sapını dişlerken kulağı patlamış, gözü fırlamış madencileri duymuştu.

Bilinci açıldıktan sonra çarçabuk ayaklanmıştı adam. Veremden rahmetli olmuş babasını anımsıyor, yanında kilere onu Amelebirliği Hastanesine götürdüğü günleri anlatıyordu sık sık. Zahir’den başka kimseye, karısına dahi güvenmiyor, hatta bunu dile getirmekten de çekinmiyor du.

Nevrotik tavırlar sergilediği anlaşılınca malulen emekli edilmişti. Ne emekli aylığıyla geçinebilmeleri ne de adamın başka bir işte çalışabilmesi muhtemeldi. Hâl böyle olunca da Zahir okulu bırakmış, dönmüştü merdivenler şehrine. Babasının dedesinden, dedesinin ise babasından devraldığı vazifeyi üstlenmiş, kazmacı olarak inmişti ma dene.

“Adımın manasını bilir misin?” dedi avucundaki eli süzerken. Yanıt beklemeden, “Tuhaf bir ad, dimi? ‘Yıldız, parlak yıldız’ manasına geliyor.” diye devam etti, “Babam da benim gibi madenciydi. Gece vardiyasında çalıştığı bir günde doğmuşum. Bir keresinde, ‘Oğlum,’ demişti, ‘senin doğduğun geceye dek haftalar geçmişti yıldızları görme yeli.’ Gerçi yıldızlar da gece vardiyasında ama onlar göğün üstünde, bizimki yerin altında. Demek ki insan neyin has retini çekerse, çocuğuna onun adını veriyormuş. Benim hikâyem de bu işte; adım Zahir. Madenci çocuğuyum.” Biri şemsiye satmak için camı tıkladı. Yağmur din mişti, yine de Zahir camı açtı, bir şemsiye aldı. O esnada sahilde curcuna vardı. Kayalıklarda çingene çocukları çıplak ayakla koşuşturuyor ve bir akordeon o tarafa doğru salınıyordu.

This article is from: