6 minute read
Cesur Yürek William Wallace
from Balta Dergi 11. Sayı
by baltadergi
Harun Bora Tunç
Eylül 2014’te İskoçya, Birleşik Krallık’tan ayrılmak için referanduma gittiğinde elbette yaşı yeten herkesin aklına 1999’da vizyona giren, yalnızca Türkiye’de 1 milyon izleyici sayısına ulaşan Braveheart (Cesur Yürek) adlı film ve İskoç halk kahramanı William Wallace gelmişti. Halk oylaması sonucunda %55,3 “hayır” oyu çıktığı açıklandı. 2 milyon torun, hürriyet için canından vazgeçen atalarını mezarında ters döndürmüş, son nefesiyle “Özgürlük!” diye bağıran bir efsanenin kemiklerini sızlatmıştı. 1270 senesinde veliahtlığının ilk icraatını İngiliz soylularının da desteğini kazanmak için Haçlı Seferleriyle sergilemek isteyen 1. Edward (Uzun Bacaklı), Sicilya’dan gemiye yüklediği askerleriyle Akdeniz’de fırtınaya kapılınca bunun Tanrı tarafından verilen bir mesaj olduğunu düşündü ama bu bozgun, İskoçlar karşısında alacağı yenilgiler karşısında oldukça hafif kalacaktı. 1274’te Westminster’da taç giydi; parlamentonun yetkilerini arttırdı, hukuk sistemini yeniledi. Bununla kalsaydı bugün muhakkak hakkında çok daha iyi şeyler konuşulacak ve yazılacaktı. Neticede yalnızca yarım asır önce kralın Magna Carta Libertatum’u imza ederek hâkim otoritenin yetkilerini sınırlaması, tarihin demokrasi adına gördüğü en büyük adımdı. Edward ise maymun iştahlıydı, ülke toprakları içinde huzuru ve refahı temin etmesi ona kâfi gelmiyordu. Önce Galler’in özerk statüsüne son vererek tamamen İngiltere’ye bağladı, ardından arabulucu sıfatıyla davet edildiği, kralı ve varisi aniden ebedî âleme intikal eden İskoçya’yı tahakküm altına almaya kalktı. Fransa’yla ittifak görüşmeleri yapmaya hazırlanan İskoç soyluların hepsini, yeni anlaşma
Advertisement
için davet ettiği toplantı salonunda astırdı. Efsaneye konu olan Cesur Yürek’in hikâyesi de böyle başladı. William Wallace, Kral 1. Edward’ın astığı soylulardan birinin oğluydu. İskoçların Wallace önderliğinde İngiltere’ye karşı verdiği bağımsızlık mücadelesini konu edinen Braveheart, Amerikan merkez akım sinemasının ünlü başrol oyuncularından Mel Gibson’un ikinci defa yönetmenlik koltuğuna geçtiği yapımdır. Film için yaşlı olduğunu düşünerek yapımcıların başrol teklifini başta kabul etmeyen İrlanda asıllı Gibson, genetik kodlarından olsa gerek Wallace’ın hakkını vermiş ve Cesur Yürek 1995 Oscar Ödül Töreninde En İyi Film olarak seçilmiştir. Hikâye henüz 10’lu yaşlarında küçük bir çocuğun ağabeyi ve babasının İngiliz askerleri tarafından katledilmesinin ardından amcası tarafından himaye edilmek üzere yaşadığı kasabadan ayrılmasıyla başlar. 1956 doğumlu Gibson, Wallace’ın doğduğu topraklara geri döndüğü 20’li yaşlar için oldukça meziyetlidir. Babasının mezarında ona mor renkte bir çiçeği uzatan küçük kız çocuğunu da unutmuş değildir, köydeki düğün eğlencesinde onunla dans etmeyi ihmal etmez. Düğün akşamında ise “ilk gece hakkı” adlı uygulamayla seyirci dönemin vahşeti ve iğrençliği içine biraz daha çekilmek istenir. Esasen bu uygulama tarihçiler arasında halen tartışmalıdır. İlk gece hakkı, Ortaçağ Avrupasında özerk statüyle yönetilen bölgede evlenen kadınla ilk geceyi o bölgeyi yöneten merkezi yönetiminin temsilcisi valinin geçirme hakkına denir ancak dönem araştırmacıları bunun yayılmacı imparatorlukları yermek amacıyla sonradan uydurulduğunu söyler. Wallace da gizli
gizli buluştuğu sevdiği kadın Murron’u her onurlu erkek gibi kimseyle paylaşmak niyetinde değildir ancak yeni bir bağımsızlık girişimi için kapısını çalan köylü dostlarına aile kurmak ve evini geçindirmek niyetinde olduğunu, savaş istemediğini belirtir. Elbette bunu müstakbel kayınpederini memnun etmek için yapmıştır ama halen düzene boyun eğmekle eğmemek arasındadır. Gece yarısı herkesten habersiz Murron’la evlenen Wallace, onunla gün içinde gizlice görüşmeye, aynı çatıyı paylaşmamaya razıdır ancak kasabada gezen İngiliz askerlerinin en biçimsizi karısına tecavüz etmeye kalkınca işler değişir. Olaylar savaştan uzak, kendi hâlinde bir yaşam isteyen William Wallace’ı kanın ve ölümün ortasına çekmiştir. Önce mütecaviz askeri öldürür, ardından ormanda buluşmak üzere kadınını ata bindirerek kaçırmaya çalışır fakat Murron başına aldığı sopa darbesiyle yere yıkıldığı için kaçmayı başaramaz. Yaşananlar üzerine köy ahalisine sitem eden Kont, İngiliz askerine saldırmanın, İngiliz Kralına saldırmakla aynı şey olduğunu söyler ve ahşap kütüğe bağlanan Murron’un boğazını keser. O esnada ormanın içinde karısını bekleyen William olanları az çok tahmin etmiş olsa gerek, köye geri döner. Bu sahne filmin en nefes kesen anlarından biridir. Nalları çamura ağırca basan atın üzerinde İngiliz askerlere bomboş bakan William Wallace ellerini teslim olacakmış gibi açmış, daha sonra başının arkasında birleştirmiştir. İhtimal o ki, masmavi gözleri ölen karısına denk gelince nefretle açılır ve aniden boynundan çıkardığı pusatıyla hücuma geçer. Tek başına hepsiyle baş edemeyeceği âşikardır, on
daki cesareti fark eden köylüler ellerindeki silahlarla askerlere saldırmaya başlar. İsyan başlamıştır. Kuleyi basan Wallace, Kont’u Murron’u öldürdüğü yere yaslar ve boğazını keserek intikamını alır. Hürriyet için ilk adım karısı katledilen cesur bir erkek tarafından atılmıştır. Her şey bittiğinde ahaliyi derin bir sessizlik teslim alır. Bu sessizliği bozan ise William’ı özgürlük girişimi için toplantıya çağıranlardan biridir. “Wallace’un oğlu!” diye bağırır ve herkes ona eşlik eder. O gün olanları duyan çevre kabilelerin de katılımlarıyla İskoçlar küçük çapta da olsa ordu oluşturmayı başarırlar. William’ı savaşmaya ikna eden asıl sebeplerden birisi de rüyasına giren babasının ona, “Artık özgürsün oğlum.” demesidir. Haklıdır da; keza artık onu sorunsuz yaşam isteğine bağlayan aile kurma düşüncesi ellerinin arasından kayıp gitmiştir. İskoçlar 11 Eylül 1297’de sayıca üstün İngiliz askerlerini Stirling Köprüsü Savaşında bozguna uğratırlar. Bununla birlikte küçük derebeylikleri ele geçirerek Kral’a, “İskoçların artık uğrunda ölebilecekleri bir ülkesi var, kimsenin malı değiller ve özgürler.” mesajı gönderirler. Bu arada İngiliz ordusuna zaman kazandırmak isteyen Kral Edward da boş durmaz, barış için William’a elçi gönderir. Bu elçi sarayın gelini Prenses Isabella’dır. Teklif elbette reddedilir ancak Wallace’dan etkilenen Prenses, onunla birlikte olur ve gebe kalır. Bu, elbette bir kurgudur çünkü Isabella o esnada yalnızca üç yaşında bir çocuktur. Savaş hazırlıkları devam ederken bağımsızlık ateşi öyle büyümüştür ki, İrlandalılar da İskoçlara katılarak İngiltere’ye karşı ittifak kurmayı teklif ederler. Ancak ortada büyük bir sorun vardır. William Wallace, İskoç soyluların des
teğini almadan bağımsızlığa ulaşmanın zorluğunun farkındadır. Bu soylular, emrinde askerler barındıran, ekonomik anlamda güçlü ailelerdir. Wallace’ın ordusundakilerin hepsi ise sıradan birer köylüdür. Bu köylüler savaşmayı sevmekte, özgür olmak istemektedir, cesurlardır ama profesyonellikten çok uzaklardır ve düzenli değillerdir, en önemlisi İngilizlerden daha çok açlıkla mücadele etmektedirler. Savaş neredeyse bütün köyleri yakıp yıkmıştır. Neticede savaş meydanına soyluların destek sözüyle çıkan Wallace ihanete uğrar. Falkirk Savaşında İskoç soyluların çoğu Kral Edward’ın safına geçerek İngilizlerin savaşı kazanmalarına sebep olur. Karşılığında söz sahibi oldukları toprakları genişletme sözü ve bir miktar altın almışlardır. Savaş meydanından sağ çıkan İskoç efsanesi William Wallace’ın yakalanmasına kadar geçen süre içinde ona ihanet eden soylulardan intikam aldığı bilinmektedir. En acısı da ona ihanet edenler arasında müstakbel İskoçya Kralı Robert the Bruce’un da bulunmasıdır. Bu hususta iki görüş var. İlki Bruce’un İngiltere’yle barış yapması ve savaşı daha fazla sürdürmek istememesidir, diğer görüşe göre böyle bir hadise hiç yaşanmamıştır. Braveheart filminde Kral Bruce, babasının telkinleri sayesinde ihanete ortak edilerek aklanmaya çalışılmış ama yine de seyirci ikna edilememiştir. Neticede Edinburg’da tertip edilen komployla Londra’ya teslim edilen William Wallace’ı yakalatanlar arasında o da vardır. Aynı hataya ikinci kez ya ahmaklar ya da
hainler düşer. 1304’te mahkemeye çıkarılan Wallace’a heyet “vatan haini” sıfatıyla muamele etmiş ve Kral’a bağlılığını bozduğu için af dilemesini istemişti. İki seçeneği vardı, ya af dileyerek kısa yoldan ölecek ya da af dilemeyi reddedecek işkenceyle öldürülecekti. O ise bunu umursamadan, “Kral’a hiçbir zaman bağlılık yemini etmedim.” yanıtını verdi. 23 Ağustos 1305’te biten mahkemenin ardından halkın huzuruna çıkarıldı; kalın iple bacakları ve kollarından gerildi. Atın sırtında boynundan ağaca asıldı, ölmeden yere bırakıldı. İşkenceden bitap düşen vücudu tepki göstermiyor, af dilemesini isteyen sese kulak veremiyordu. Sonunda karnı yarıldı ve bağırsakları ortaya çıkarıldı. Meydana çıkarılırken ona taş fırlatan halk bile merhamete gelmiş, “Haydi, af dile!” diye bağırıyordu ama Wallace yine af dilemedi. Son nefesiyle, “Özgürlük!” diye haykırdı. Vücudu parçalara ayrılarak İngiltere’nin dört yanında ibreti âlem olsun diye sergilendi. Ama belli ki, olmamıştı... William Wallace’ın idam edilmesinden sonra pişmanlık duyan Robert the Bruce arkasındaki ordusuyla İngilizlerin karşısına çıktı. Askerlerine dönerek, “Wallace için kanınızı döktünüz. Şimdi de benim için dökün.” diye seslendi. Robert öyle hırslıydı ki, baltasıyla en önde savaştı. Bannockburn Savaşında İngilizleri yenen İskoçya artık özgürdü. Günümüzde kılıcı Ulusal Anıt’ta sergilenen Cesur Yürek William Wallace’ın son sözü ve tek hayali gibi.