2019
Ekim
Sayı:8
‘ IRKÇI AMERİKA İÇİN DİLLERE DESTAN BİR OLAY OLACAK. ’
Jean g Seber
Harun Bora Tunç - Engin Topuz - Alper Şahin - Bayram Şafak Arslan - Emel Karayol - Habibe Çalışkan - Suat Çakıroğlu - Hüsameddin Bayraklı Metin Savaş - Tamer Sağcan - Yeliz Ekşi - Erhan Vural - Hale Beyza - Tayfun Öztürk - Soner Ataibiş - Burhan Kâzım Çalık - Emre Yıldırım
İÇİNDEKİLER 4
Irkçı Amerika için Dillere Destan Bir Olay Olacak Harun Bora Tunç
8
ISSN 2651-5431 Yıl: 1 Sayı: 8 Ekim 2019
10
İmtiyaz Sahibi Denizhan Gültekin
13
Yazı İşleri Sorumlusu Harun Bora Tunç Metehan Tanyıldız
14
Editör Yeliz Ekşi Yayın Kurulu Derviş Bozkurt Fatma Dicle Karabınar Hale Beyza Soner Ataibiş Suat Çakıroğlu
Ayraç Engin Topuz
Sesin Firuzan Sesin Alper Şahin
Zehirli Ağaç William Blake – Bayram Şafak Arslan
Minerva’nın Baykuşu ve Sığdan Derine Yüzmenin Gerekliliği Emel Karayol
16 İstanbul Rasathanesi Habibe Çalışkan
17
18
20
Tanışma Suat Çakıroğlu
Türkü Hikâyesi: Kız Senin Hüsameddin Bayraklı
Varlığın Çift Kutuplu Görüntüsü Metin Savaş
Grafik Tasarım Durmuş Ali Gürtoklu
24 Hakikati Ararken II (Yalnızlık ve Özgürlük)
Kapak İllüstrasyon Osman Nuri Koşar
26 Ayyaşın Arayışı
İletişim www.baltadergi.com balta@baltadergi.com
29
Sosyal Medya www.facebook.com/baltadergi www.instagram.com/baltadergi www.twitter.com/dergi_balta
Dergiye gönderilen yazıların üzerinde dergi
Tamer Sağcan
Yeliz Ekşi
30 32 32
yayın kurulunun tasarruf hakları bulunmakla birlikte iadesi teklif edilemez. Kaynak gösterilmeden kullanılan yazılar hakkında önce top-
33
lu balta savurma seansları, fayda vermezse ardından yasal işlem uygulanır. Metin içinde kullanılan yazı ve reklamlarda her tür mesuliyet yazarın kendisine aittir ancak işin içinde hediye kitap varsa Balta Dergi söz sahibidir. Teşekkürler.
2
33
Sen de Ben Gibisin Erhan Vural
Hayatımızdaki Şeytan Tırnakları Hale Beyza
Sultankız’a Arz-ı Hâl Tayfun Öztürk
Çıkmaz Sokak Soner Ataibiş
Yenisey Irmağında Güneş Vuran Çağ Burhan Kâzım Çalık
Lalla Rookh Thomas Moore - Emre Yıldırım
34 Öneri Baltası
www.baltadergi.com Ekim 2019
Balta Dergi’den herkese selamlar; 2018 yılı Aralık ayında ekip olarak yola çıktığımız günden bu yana güzel işlere imza attık. Yalnızca internet sitemizde 37 deneme, 39 öykü, 7 sinema, 2 film ve 5 kitap incelemesi, 8 kitap alıntısı, 1 röportaj yazısına yer verdik. 2019’un Mart ayında dergi olarak karşınıza çıktık. Kapağımızda dergimizin adına ilham veren Asaf Halet Çelebi vardı. Nisan’da ilk kadın sinema sanatçımız Cahide Sonku, Mayıs’ta Jüpiter’in Yedinci Sütunu: Feyruz, Haziran’da Rahatsızlık Vermeyi Meslek Edinen Adam: Ali Şeriati, Temmuz’da Doğanın Sadık Çocuğu: Oturan Boğa, Ağustos’ta Osmanlı’nın Batı’ya Dönen Yüzü: Osman Hamdi Bey ve son olarak Eylül ayında söz yazarı ve besteci Ali Tekintüre kapağımızı süsledi. Her sayıda bir öncekinin üzerine çıkmak için uğraştık. Elbette yapabildiklerimizin yanında yapamadıklarımız da, hatalarımız da oldu ancak Balta Dergi olarak popüler kültürden beslenmedik, herkesin konuştuklarını yazmadık, en önemlisi okuyucuya çürük, basit, kokuşmuş ve niteliksiz okuma sunmadık. Edebiyata önem ve değer verdik; görünmeyeni görünür, fark edilmeyeni fark edilir kılmaya çalıştık. Tiraj, maliyet ya da maddi olarak ölçülebilecek hiçbir değer umurumuzda olmadı, bilakis bunlarla alay ettik. Geldiğimiz noktada kâğıdın pahalanmasının, döviz kurunun yükselmesinin, Brexit sürecinin ya da anayasa tartışmalarının ehemmiyeti hemen hemen yok gibidir. Bizim aşamadığımız tek engel dağıtım problemiydi. Sosyal medya hesaplarımıza atılan mesajlarla dergimize ulaşamadıklarını ileten okurlarımıza karşı hep sorumluluk hissettik. Biz hikâyemizi yarım bırakmak niyetinde değiliz. Ekip olarak herhangi bir toplantı da yapmadık, kepengi indirmeyi de hiç düşünmedik. Artık soranlara filanca kitapçıdayız ya da şuradan sipariş edebilirsiniz, diyerek kimseyi ne kilometrelerce yol yürütmek, ne de kelimelerce zahmet içerisine sokmak istiyoruz. Köşe başlarını tutan, ben sözümün eriyimdir, deyip de sözünden cayan, popüler kültüre teslim olmuşlara teslim bayrağı çekmeyeceğiz! Kuyruğumuzu dik tutacağız! Balta Dergi, edebiyat okurlarına aynı ciddiyetle hizmet sunmaya e-dergi olarak devam edecektir. Aynı tasarım ve çizimlerle bizlere “issuu” adlı uygulamadan ulaşabileceksiniz. Ekip olarak dağıtım problemini aşabileceğimize inandığımız güne değin internet üzerinden yayınlanacak, en kısa zamanda Ekim sayısıyla karşınızda olacağız. Saygı ve selamlarımızla.
www.baltadergi.com Ekim 2019
3
Irkçı Amerika İçin Dillere Destan Bir Olay Olacak Harun Bora Tunç
15. yüzyılda henüz aydınlanmadan nasibini almayan İngiltere’de [Guy Falkes’in parlamentoyu havaya uçurma girişimine bir, John Locke’un doğmasına iki asır vardı] Fransa’yı oldukça yakından ilgilendiren bir mahkeme cereyan ediyordu. Engizisyona mahkûm edilen erkek kıyafetleri içinde bir kadın kuşamı nedeniyle hemcinslerine hakaret etmekle, Kilise’nin aracılığı olmadan Tanrı ile konuştuğu için kâfirlikle ve büyücülükle suçlanıyordu. Ona nefretle bakan İngiliz soylularının doldurduğu salonun ortasında elleri ve ayakları prangaya vurulmuştu. Ayakta dikildiği halde iddianamesi okunduğunda gözlerini cesurca yargıca dikerek şöyle haykırdı, “Işık yalnız senin üzerinde parlamaz!”
4
www.baltadergi.com Ekim 2019
Mahkûmun adı Jeanne d’Arc idi, 30 Mayıs 1431’de yakılarak idam edildi. 12 yaşındayken Tanrı’nın kendisiyle konuştuğunu iddia etmiş ve beş yıl sonra yaşadığı köyden birkaç başarısız kaçma deneyiminin ardından İngiliz işgalinde olduğu için Rheims Katedralinde taç giyemeyen Fransa (devrik) Kralı VII. Charles’ın yanına giderek desteğini kazanmıştı. [12. yüzyıldan itibaren Fransız prensler, bu ibadethane içinde düzenlenen törenle taç giymişler ve KPSS puanı olmaksızın din adamlarının da onayıyla krallığa tayin olunmuşlardı, hem o zamanlar mülâkat da yoktu.] Vaadi basitti, eğer hizmetine ordu verirse katedrali düşman askerlerinden temizleyecek ve kral ilan edilmesine yardımcı olacaktı. Jeanne, bunu Tanrı tarafından kendisine verilmiş bir görev olarak kabul ediyordu. Devrik Kral’ın emrine verdiği dört bin kişilik ordu ve bir grup din adamıyla Orléans’a girdi, Anglo Saksonların sindirdiği Fransız askerlerini galeyana getirerek Tourelles Kalesini aldı. Her iki zaferle ordunun öz güvenini yerine getirmeyi başarmıştı. Jeanne d’Arc, Lyons’ta azize gibi karşılandı. Adı efsane haline gelmişti ama VII. Şarl, Rheims Katedralinde tacını giyerek yeni kral olduğunda Paris halen işgal altındaydı. Kralı yeni ordu hazırlaması için ikna etmesine rağmen İngiliz yanlısı ve merkezi otorite karşıtı düklerin ihanetine uğradı. Luksemburg’da hapsedildi. Ada hanedanının cadılığa mahkûm ettiği adı, 20. yüzyılda papalık tarafından aklanarak kutsandı ve “Orléans Bakiresi” ilan edildi. Benim gibi 90’ların büyüsüne şahitlik edenler, onu aksiyon filmlerinin vazgeçilmez oyuncusu Milla Jovovich’le birlikte anacaktır. [The Messenger:
TheStory of Joan of Arc, 1999. IMDB:6,4]Ama daha da önemlisi Jeanne d’Arc, ölümünden beş buçuk asır sonra sinema dünyasında yeni bir yıldızın doğmasına yol açmakla kalmayacak; yaşamı, idealleri ve bütün güçlüklere karşı prensiplerinden vazgeçmeyişiyle aynı yıldızın hayatına doğrudan temas edecekti. Sosyalist, kadın hakları savunucusu Nobel Edebiyat Ödüllü yazar John Bernard Shaw’ın Jeanne d’Arc adlı oyununu [çoğuna göre Shaw ödülünü bu oyun sayesinde almıştır] beyazperdeye aktarmaya karar veren Avusturya asıllı yönetmen Otto Preminger, 1957’de çekimleri tamamlanan filmin başrol oyuncusu için herkesi şaşırtarak on sekiz binden fazla genç kızın arasından Jean Seberg’i seçer. 90’ların ortasına kadar moda olarak kalan kısa ve altın sarısı saçları, [söz konusu moda için bakınız; Brigitte Nielsen, Dolores O’Riordan, Marie Fredriksson ve Sharon Stone…] her erkeğe istediğini yaptırabilecek kadar masum bakışları ve gülüşünde açılan gamzeleriyle, daha 17 yaşında Orleans Bakiresi’ne hayat veren Seberg izleyenleri büyülemeyi başarmıştı. Jean, bir yıl sonra aynı yönetmenin Merhaba Hüzün [Bonjour Tristesse] filminde yer alır ama bu defa ağır eleştirilere maruz kalır. Üstüne üstlük yönetmen Preminger ve yapım şirketi, eleştirilere yanıt vermek yerine doğrudan ona yöneltince Seberg [başlarım ulan yapacağınız işe dercesine] inzivaya çekilir. Söz konusu yıllar hakkında seneler sonra, “Benim için kamera silah gibi bir şeydi, her oyun diye bağırdıklarında vurulacağımı düşünüyordum,” diyecek ama daha öncesinde kariyerinin henüz başında tökezleyen güzel oyuncuyu Jean-Luc Godard, ana akım sinemasının tuzağından çekerek alacaktır. Amerika Birleşik Devletlerinin özellikle 2. Dünya Savaşından sonra dünya polisliğine soyunması, öncülük ettiği bireyciliğe ancak kendi çizdiği sınırlar dâhilinde müsaade etmesi, özgürlüğü ambalajlama çabası ve bunu Avrupa topraklarına kadar dayatması homurdanmaların kaynağını oluşturmaktaydı. Aslında durum, bugünden çok da farklı değildi. Kişi ona tanınan imtiyazların dışına çıktığı anda insan vasfından sıyrılıyordu; hiçbir şey yasak değildi ama sakıncalıydı. Bakabilir amma velakin göremezdiniz, görebilir fakat dokunamazdınız, hatta bazı durumlarda dokunabilir ancak elleyemezdiniz. İşte Amerikan menşeili ana akım sinemasının dünyaya sunduğu tam olarak buydu, onun sınırları dışına çıkan filmlerin salonlarda gösterilmesine bile lüzum yoktu. Popüler konuları işlemeliydiniz, dekolteli kadınları ve kaslı erkekleri oynatmalıydınız, yüksek bütçelerle çekmeliydiniz ve tabi ki, Batı bloğunu övebildiğiniz kadar övmeliydiniz. [Biscolata reklamı da kısa bir Amerikan filmidir nihayetinde.] 1960’lara kadar
saçlarımı hep kestim tutacak kadar kalmasın dedim, çünkü bir başkaldırma ancak saçlarından tutulur.
Turgut Uyar
Fransız sineması da hemen hemen böyle bir çizgiyi takip etti. Buna karşın klasik formatı yerden yere vuran eleştirmenlerse Paris sokaklarında eli kamera tutan herkesi film çekecek hâle getirdiler. Atlamalı kurguyla olay örgüsüne katkıda bulunmayan sahneleri kesip attılar, senaryolarını oyuncularıyla bile paylaşmadılar ve filmlerini kimsenin tahmin edemeyeceği son sahneleriyle bitirdiler. Fransız yeni dalga sinemasının başyapıtı Serseri Aşıklar, Jean-Luc Godard’ın elinden çıktı. Başrolünde son filmiyle aldığı yorumlar karşısında inzivaya çekilen Jean Seberg vardı. [Â Bout de Souffle, IMDB:7,9] Seberg, Serseri Aşıklar’la yeniden doğar. Filmde karşısındaki erkeği sevmekle sevmemek arasında kalan Patricia’yı canlandırmaktadır; eğer sevecekse erkeğinin bütün kusurlarını görmezden gelmeye ama sevemiyorsa onu suçları için ihbar etmeye hazır... Patricia’nın iyi ya da kötü bir insan olmakla ilgisi yoktur, o sadece aşkla ilgilenmektedir. [Aslında her kadın biraz böyledir.] Seberg, masum bakışlarıyla rol için biçilmiş kaftandır ve eleştirmenlerden tam not olarak bunu ispat eder. Filmin vizyona girdiği 1960’tan itibaren yükselişe geçen
www.baltadergi.com Ekim 2019
5
kariyerinde 1976’ya kadar her sene en az bir projede yer alır. [Tabi aradan geçen 16 senede güzelliğinden hiçbir şey kaybetmez.] İlk evliliğini de onu sinema oyunculuğuna yeniden ikna eden Serseri Aşıklar’ın senaristi ve Fransız yeni dalga sinemasının kurucularından François Truffaut’la yapar ama ilişkileri uzun sürmez. 1959’da tanıştığı Gondourt Akademisi Edebiyat Ödülünün sahibi [ödülü iki defa alan tek kişi] Romain Gary ile tanışır ve onunla evlenir. Çiftin Diego adını verdikleri bir erkek çocukları olur. 1970’te boşanmalarına rağmen daima arkadaş olarak görüşmeye devam ederler. Güzelliği ve oyunculuğuyla Amerikan sinemasının da ilgisini çeken Seberg, Avrupa ve Hollywood’da otuza yakın filmde boy gösterir ama medyanın aradığı kimliğe bürünmeyi daima reddeder; aptal sarışını oynamaktan kaçınır, magazin haberlerine konu olmak ya da olmamak umurunda bile değildir. İstediği gibi yaşamak ister, yaşantısıyla şöhrete kavuşmak yerine doğrunun yanından ayrılmamayı yeğler. Kamuoyunun görmek istediği klasik Hollywood yıldızlarından değildir. Bir röportajında kullandığı söz, tam da bu sebeple başına bela olur, “Kendinden olmayanı kendin gibi sev,” der Jean Seberg; özgürlükler ülkesinin dört yanında ezilen, hakarete uğrayan ve yerli yersiz sebeplerle hücrelere tıkılan yerlilerin sözcüsü “Kara Panterler Partisi” ile temas halindedir. 1924’ten, öldüğü 1972 senesine kadar Federal Soruşturma Bürosunun başkanlığını üstlenen ve Amerikan rüyasının ardında gizlenen karanlık el John Edgar Hoover’ın hedefi olur. [Edgar’ın FBI Başkanlığı süresi boyunca Amerika Birleşik Devletlerinde sekiz başkan değişti ama o hep yerini korudu. İtibarsızlaştırma taktikleri arasında seks kasediyle şantaj bile vardı. Günümüzde hâlâ tarihin gördüğü en büyük dosyacı ve fişlemeci olarak bilinir.] 1966’da Amerika’nın California Eyaletinde kurulan Kara Panterler Partisinin niyeti; devletin resmi olmayan yollarla ideolojisini dayattığı varoşlarda öz savunma hattı kurarak Amerikan yerlilerini vatandaş kimliğine ve beyazlarla eşit haklara kavuşturmaktı. Özgürlük
6
www.baltadergi.com Ekim 2019
ateşinin Avrupa’yı sardığı yıllarda Birleşik Devletin ulus kimliğe inandırdığı elli eyalet bu türden taşkınlıklarla her an tehlikeye girebilirdi. Hepsi bir yana Sovyet ideolojisi başlı başına tehditti. Soğuk savaş boyunca ordu, ana vatandan çok uzakta üzerine düşeni zaten yapmaya hazırdı, ülke sınırları içinde olası tehditleri ortadan kaldırmak ise FBI’ya düşüyordu. Beyaz Saray’ın Anglo Sakson, beyaz ve Protestan duruşuna aykırı her tutum öyle ya da böyle yok edilmeliydi; o tutumlardan biri de bürolar vasıtasıyla eyaletlere yayılmaya hazır Kara Panterler Partisiydi. [Partinin önde gelen isimlerinden biri de ünlü rap sanatçısı Tupac Shakur’un annesi Afeni Shakur’du. Aktivist kimliğiyle öne çıkan Afeni, oğluna İspanyol yerlilerine direnen son İnka İmparatorunun adını vermişti.] Hoover’ın yönetimindeki federal soruşturma bürosu, ülkeyi tehdit eden girişimler arasında Kara Panterler Partisini birinci sıraya koydu. Jean Seberg, artık terörle mücadele adlı filmin kötü karakteriydi. Başkan Nixon’a oyuncu hakkında rapor sunan Hoover, aynı rapor doğrultusunda medyaya linç kampanyası için talimat verir ama Seberg doğru bildiğini okumaya devam eder; kürtaj yasağına karşı hazırlanan manifestoya imza verir, röportajlarında Birleşik Devletlerin yayılmacı politikalarını iğneler ve Kara Panterler Partisine desteğini açıklar. Çok geçmeden ünlü oyuncunun hamile olduğu ve bebeğin babasının Kara Panterler Partisinin liderlerinden biri olduğu iddia edilir. FBI tarafından Amerikan gazetelerine servis edilen haber, magazin gündemine bomba gibi düşer. Yazılanlara göre çocuk zencidir ve bu durum beyazlar için utanılması gereken bir durumdur. Seberg’in çocuk beklediği doğruydu ancak çocuğunun babası hakkındaki söylentiler Hoover’ın oldukça işine yaramıştı. Önce eski eşi Romain Gary söylentileri sona erdirmek amacıyla gazetecilere çocuğun babası benim, diye açıklama yapmış ancak ünlü oyuncunun aynı dönemde Meksika’nın önde gelen yazarlarından Carlos Fuentes’le ilişkisinin bilinmesi inandırıcılığını
da, “Bakın, bebek beyaz,” diye bağırıyordu. zayıflatmıştı. [Fuentes, Diana adlı kitabında deliler gibi Seberg hastaneden çıktığında bir daha hiç konuşmatutulduğu Seberg’i anlatmaktır.] Devlet baskısı, gazedı, filmlerde eskisi kadar boy göstermedi. Ne tecilerin her yerde onu araması karşısında içine gülüşündeki gamzelerden, ne de bakışlarındaki kapanan Seberg ise arkadaşına gönderdiği mekmasumiyetinden eser kalmıştı. İlk canlandırdıtubunda, “Çocuğumu düşürmemek için dişi bir ğı karakter Jeanne d’Arc’ın hayatından feyz alan kaplan gibi mücadele ediyorum. Irkçı Amerika yüreğiyle dünyaya sırtını dönmüş, alkole ve şiiçin dillere destan bir olay olacak,” diye yazmıştı Müziği dinlemek için ire sığınmıştı. Bir kez daha evlenmek ve çocuk ama artık güçsüzdü, linç girişimi ona ağır gelmesahibi olmak istediyse de başaramadı. Sanki ye başlamıştı. Doğuma iki ay kala durumu giderek bütün gezegen tırnaklarını çıkarmış üzerine kötüleşti. Hayatı boyunca ırkçılık, toplumsal adadoğru geliyordu. 1979 Ağustos’unda otomobililetsizlik ve eşitsizliğe direnmiş ama uğradığıiftira nin bagajında battaniyeye sarılı olarak bulundu. onu içten içe tüketmişti. Bir zamanlar insanların Yanında boş bir ilaç kutusu ve oğluna yazılmış beyazperdede hayranlıkla izlediği güzeller güzeli not vardı, “Diego, sevgili oğlum. Beni affet, artık yaşaSeberg’in bebeğini taşıyacak mecali yoktu. Sezaryenle yamıyorum. Beni anla, bunu yapabileceğini biliyorum doğurduğu ve Nina adını verdiği çocuk hayata ancak ve seni sevdiğimi biliyorsun. Güçlü ol! Seni seven aniki gün tutunabildi. Haberi aldığında yorgun yatağınnen…” dan çıkarak son defa bebeğine bakmak istedi, kucağına Jean Seberg’in ölümü kayıtlara intihar olarak geçse de aldığı Nina’yla hastane çıkışına yürüdü. Haftalarca hakbebeğini kaybetmesindeki rolü göz önüne alınırsa FBI kında karalama kampanyası yürüten bütün muhabirşüphesi hep akıllarda kaldı. Eski eşi ve en yakın dostu ler yeni haber için kapıda beklemekteydiler. Jean Romain Gary ise ünlü oyuncunun ardından hayatının Seberg, kucağında tuttuğu ortasında doğan boşluğu dolduramadı. O da bir yıl ölü bebeğini havaya sonra, “Çok eğlendim, teşekkür ederim. Hoşça kalın,” kaldırarak onlara yazılı bir not bırakarak Seberg’in ardından koştu. Cegösterdi, o esnazesinde konuşan Rahip Johnson güzel oyuncuyu şu nasözlerle andı, “Jean’i bir azize ya da tanrıça gibi görmek için burada değiliz. Biz hikâyenin öbür tarafını dile getirmek için buradayız. O, benzemek istediği Jeanne d’Arc misali, adaletsizliğin karşısında duran bir savaşçıydı. Sanki ondan bir ses duymuştu, o sesten sapamadı.” Hollywood, 19. yüzyılın sonlarından bu yana varlığını sürdürüyor. Binlerce film, binlerce yıldız Los Angeles’taki bu stüdyolarla dolu sinema endüstrisinin kalbinde şöhretin basamaklarını tırmanacağı günün hayalini kuruyor. Ve herkes biliyor ki, kariyerindeki en önemli adımı Amerikan Ordusunu ziyaret edenler atacak. [Kore’de Marilyn Monroe, Irak’ta Bruce Willis] Liberal faşizmin halkın gözü önünde ölüme sürüklediği ya da bir iddiaya göre öldürdüğü Seberg gibilere o hikâyede asla yer verilmeyecek. Geçtiğimiz ay, Kristen Stewart’ın başrolünde yer aldığı ve sessiz sedasız vizyona giren, kimsenin dikkatini çekmeyen filmi gibi. [Seberg, IMDB: 6,3] www.baltadergi.com Ekim 2019
7
Ayraç Engin Topuz
M
ezarlıkta tanıştık. Portatif iskemlesine oturmuş, kitap okuyordu. Altmış yaşlarındaydı. Uzun boyluydu. Ceketiyle pantolonu tertemiz ve ütülüydü. Yüzü tıraşlı, ayakkabıları boyalıydı. Zayıflığı, kollarının ve bacaklarının olduğundan daha uzun gözükmesine neden oluyordu. Bütün dikkatini ellerinde açık duran kitaba vermişti. Neredeyse mırıldanarak, sessizce okuyor, arada bir yakın gözlüğünün üzerinden yanında oturduğu mezara bazen tebessüm ederek, bazen kederle bakıyordu. Her sayfa çevirişinde de gözlerini mezarın mermer taşına, orada yazılı isme çeviriyor, küçük bir iç çekişle okumaya devam ediyordu. Hemen yanındaki mezarın başındaydım. Duamı edip ellerimi yüzüme sürerken göz ucuyla onu gözlüyordum. Nasıl bir kitap okuduğunu anlamaya çalışıyordum. Kalın ve beyaz kapaklı bir kitaptı. Ama kitabı tutuş şeklinden adını göremiyordum. Okuduklarını duyamadığım için kitabın içindekiler hakkında da fikir yürütemiyordum. Dini bir kitap olmadığı çok belliydi. Belki bir roman, belki bir anı kitabı… Onu ilk görüşüm değildi. Bir hafta önce de gelmiş, burada, babamın mezarı başında duamı ederken onu görmüştüm. Ama nedense o zaman ilgimi çekmemişti. Mezarlıkta birçok garip insanla veya insanların birçok garip halleriyle karşılaşırsınız. Ama yaşamın değil ölümün egemen olduğu bir yerde bunlar size garip gelmez. Bu kez ilgimi çekti. Hem aynı manzarayı ikinci kez görüyordum, hem de adamın görünüşü ve davranışları çok sıra dışı gelmişti. Kim mezarlıkta kitap okur ki? Kitap her yerde okunur elbette, okunmalıdır; evde, parkta, otobüste, kafede, hastanede, her yerde okunabilir. Ama bir mezarın başında, üstelik yaşayan biri kendisini dinlermişçesine okumak tuhaf olduğu kadar merak uyandırıcıydı. Neden? Ona doğru birkaç adım attım ve “Merhaba” dedim. Yüzünü hafifçe bana döndürdü ve gülümseyerek, “Merhaba” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Ne diyeceğimi düşünmemiştim. Aramızdaki sessizliği o bozdu: “Yakınınız mı?” Soruyu algılayamadığımı anlamış olacak ki, babamın mezarını işaret etti gözleriyle. “Ha, evet,” dedim. “Babamı geçen yıl kaybettik. Onu ziyarete gelmiştim. Geçen hafta da görmüştüm sizi. Siz…” “Eşime kitap okuyorum,” dedi ve elinde tuttuğu ayracı kaldığı sayfaya koyarak kitabı kapattı. O zaman kitabın adını okuyabildim. Beyaz kapağın üzerinde büyük ve kırmızı harflerle, “YARIM KALMIŞ HİKÂYELER” yazıyordu. Kitabın ilgimi çektiğini fark etti ve kitabı tuttuğu elini bana doğru yöneltip
8
www.baltadergi.com Ekim 2019
sevecen bir sesle, “Bana katılmaz mısınız?” dedi. Bir iki adımda oturduğu iskemlenin yanına vardım. Şimdi o iskemlesinde, ben ayakta, aynı mezara bakıyorduk. Kitabın sayfalarının arasında iki ayraç olduğunu fark ettim. Biri başlarda, diğeri kitabın ortalarındaydı. İkinci ayracın olduğu sayfayı açtı ve parmağıyla sayfayı bana göstererek açıklamaya girişti. “Bakın, yeni hikâyeye başlamak üzereydim ki siz seslendiniz. Dün kendimi biraz hasta hissediyordum, az okudum. Bugün açığı kapatmalıyım. İki hikâyeyi bitirdim, bunu da okuyup ayrılmayı düşünüyordum. Tabii “bitirdim” diyorum ama kitabın adını gördünüz; aslında bitmeyen hikâyelerden oluşuyor bu kitap. Müsaadenizle okumaya başlıyorum, siz de dinleyebilirsiniz, bir mahsuru yok, hatta eşim memnun bile olur bundan. Ayakta kaldınız, ne yazık ki tek bir iskemlem var ama şöyle yanıma yere oturabilirsiniz. Toprak kuru ve yumuşaktır.” Hiçbir şey söylemeden dediğini yaptım. Yere oturup bağdaş kurdum ve onu dinlemeye başladım: “İSTASYON Tren istasyonunda aynı banka oturmuş, aynı raylara bakarak beklemeye başlamıştı. Başını sağa çevirip istasyon binasının duvarında asılı olan tepsi büyüklüğündeki saate baktı; beklediği trenin gelmesine kırk dakika olduğunu hesapladı. Çantasından her gün yanında getirdiği kitabı çıkarıp bir önceki gün kaldığı yerden okumaya başladı. Her sayfa çevirişinde başını kaldırıp raylara bakıyor, çok uzaklardaki tren sesini duyacakmış gibi kulağını boşluğa dayıyor, sonra dikkatini yeniden kitaba veriyordu. Yirmi sayfa okuduktan sonra kitabı kapattı, saate baktı. ‘On dakika kaldı’ diye geçirdi içinden. Çantasından küçük aynasını çıkarıp yüzünü inceledi. Dudağının kenarından taştığını düşündüğü ruj izlerini sildi. Saçlarını düzeltti. Aynayı çantasına koydu. Bacak bacak üstüne attı. Dirseğini dizine, elini çenesinin altına dayayıp bakışlarını raylara sabitledi. Tren tam vaktinde perona yanaşırken yanına bir adam oturdu. Oturur oturmaz bir sigara yaktı ve dumanını raylara doğru üfledi. Tren dumanlar arasında kaldı. Beyaz bir bulut kümesi oluştu. Bulutun içinden bir adam yürüdü. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Ne kadar yürürse, bankla arasındaki uzaklık o kadar artıyordu. Adam yürümeye devam etti, kadın eli çenesinde bakmaya devam etti, yanında oturan adam sigarasının dumanını raylara üflemeye devam etti. Beyaz dumanların arasında kara tren gürültü çıkararak istasyondan ayrıldı. İstasyona ağır bir
sessizlik çöktü. Duvardaki tepsi büyüklüğündeki saatin tik taklarından başka bir ses duyulmuyordu. Kadın elini çenesinden çekti, aynı anda adam sigarasını yere atıp ayağıyla söndürdü. Kadın adama döndü. “Niye beni yalnız bırakmıyorsun?” dedi. “Niye her gün peşimden geliyor, niye her gün her şeyi berbat ediyorsun? Neden beni bekleyişimle, umudumla, yalnızlığımla rahat bırakmıyorsun? Niye her seferinde her şey senin yüzünden yarım kalıyor, hiçbir şey hiçbir yere varamıyor? Niye, niçin, neden?” Adam ayağa kalktı. “Çünkü sen öyle istedin. Beni çağırdın. Biletlerimizi aldım. Haydi, tren kalkmadan binelim.” Kadına elini uzattı.” Son cümleyi okuduktan sonra bana döndü. “Burada bitiyor. Daha doğrusu burada yarım kalıyor. Bu böyle bir kitap işte… İçinde böyle onlarca hikâye var. Hiçbiri tamamlanmamış. Kimi sayfalarca sürüyor, kimi de işte böyle kısacık.” “Ama bu…” dedim, “Bu çok saçma bir hikâye!” Alınmış gibi yüzüme baktı: “Hiçbir hikâye saçma değildir evlât. Saçma olan insanın hikâyelere bakışıdır. Hiçbir hikâye saçma değildir. Hele eşimin okuduğu ya da ona okunan bir hikâye kesinlikle saçma değildir!”
adama minnet ve sevgiyle bakmış, gülümsemesini tamamlayamadan yaşamı son bulmuştu. Adam karısının elini bırakmadan diğer eliyle yatağın başucundaki kitabı aldı, içinden düşmek üzere olan ayracı düzeltti, sehpaya koydu. Sonra gözyaşları içinde kalktı.” “Gördünüz değil mi, bu da yarım kaldı. Aslında pek de bitmemiş sayılmaz.” Ayağa kalktım, sesimin saygılı olmasına özen göstererek, “Affedersiniz,” dedim. “Buyurun,” dedi merakla. “Öncelikle dün sizi incittim sanırım, özür dilerim.” “Önemli değil genç adam, her gün yeni bir başlangıçtır. O dünde kaldı.” “Size sormak istediğim bir şey var, affınıza sığınarak. Merhum eşinizi çok sevdiğiniz muhakkak. Mekânı cennet olsun. Merak ettiğim şu: Neden ona mezarı başında kitap okuyorsunuz ve neden o kitabı?” Kemikli ellerini beyaz gür saçlarının arasında gezdirdi. Yüzüne babacan bir gülümseme yerleşti. “Aslında bu sorunun yanıtını az önce dinlediğinizi sanıyorum.” Şaşırmıştım. “Nasıl yani?” dedim. Ayağa kalktı. Karşı karşıya duruyorduk. Yüzü bulutlandı. Gözlerindeki hüznü görebiliyordum. Önce derin bir iç çekti, sonra anlatmaya başladı.
Müziği Sözünü bitirir bitirmez kitabı kapattı, iskemlesini katdinlemek için layıp yanlamasına tuttu, soğuk bir sesle “İyi günler,” “Beni ve burada yaptığım şeyi tuhaf bulan ilk kişi sen diyerek yanımdan geçerek yavaş adımlarla uzaklaştı. değilsin. Sen sadece bana yaklaşıp benimle konuşmakYine hiçbir şey diyemeden öylece kaldım. Sonra bir la diğerlerinden ayrılıyorsun. Eşim on gün önce öldü. “özür dilerim,” çıktı ağzımdan ama o beni duyamayaOnunla tam kırk yıldır evliydik. Kırk yıl… Çok farklı, cak kadar uzaklaşmıştı. Kendimi sarsılmış hissediyorçok özel bir bağla bağlıydık birbirimize. Tanıştığımız dum. Tuhaf ve saçma bir oyunun ortasında sahnede andan itibaren bu böyleydi. Birbirimizi, ifade etmeye ihtiyaç konuşmadan duran bir oyuncu gibiydim. Ne konuşuyordum duymayacak kadar çok seviyorduk. Beni ondan ayıran hastane hareket ediyordum. Beni seyirciden farklı kılan tek şey lığa yakalanmadan kısa süre önce işte bu kitabı satın almıştı. sahnede olmamdı. Adamı hem rahatsız etmiştim hem de o kiKitabı almasına sebep olan da az önce ben okurken dinleditabı eşinin mezarı başında neden okuduğunu öğrenememişğiniz satırlardı. Kitapçıda kitabı incelerken rastgele o sayfayı tim. Hep aynı kitabı mı okuyordu, her gün başka bir kitapla açmıştı. Bana da okutup şöyle demişti, “Bu hikâye de yarım mı geliyordu? Ne zamana kadar okumaya devam edecekti? bırakılmış ama sonrasıyla ilgili benim bir fikrim var. Eğer En önemlisi neden böyle bir şey yapıyordu? Hiçbir şey soraadam karısını gerçekten çok seviyorsa, kadının bitiremediği mamıştım. O yüzden ertesi gün aynı saatte yeniden geldim. kitabı kaldığı yerden mezarı başında okuyup bitirmeli. Çünkü Benden önce gelmiş, aynı iskemlesinde, aynı kitabı okuyordu. ben öyle isterdim.” O gün bu kitabı aldı ve hemen okumaya Usulca yanına yaklaştım. Beni fark edince gülümsedi, eliyle başladı. Ama sonra işte bizi ayıran o hastalık… Testler, tedaoturmamı istedi, okumasına ara vermeden devam etti. Yine viler, hastaneler… Yine de kitabı okumaktan vazgeçmedi tabii yanına bağdaş kurarak oturdum ve dinledim. Tok ve anlaşılır ama hem çok az okuyor, hem de okuduğundan pek bir şey anbir sesi vardı. Kelimeleri yutmadan, tane tane okuyor, cümlamıyordu. Onu bu toprağa verdiğimden beri her gün geliyole bitimlerinde bir saniye kadar duraklayıp nefesini kontrol rum, on gündür. Onun kaldığı sayfadaki ayraç işte bakın aynı ediyordu. Bir radyo tiyatrosuna seslendiryerde duruyor. Ben de şuraya kadar gelmişim. Her gün bazen me yapar gibi dikkatli, özenli, ciddiydi. bir saat bazen yarım saat kadar okuyup gidiyorum. Yani size Okuduğu hikâyeye kulak verdim. dün dediğim gibi, saçma ya da tuhaf olan hikâyeler değil sizin onlara bakışınızdır. Biten bir yaşam da yarım kalmış bir hikâ“Son nefesini verdiğinde odada ye değil midir zaten? Hadi kalın sağlıcakla, ben ayrılıyorum.” kocasından başka kimse yoktu. Haftalardır çaresizce beklediği İskemlesini topladı, yavaş adımlarla uzaklaştı. Gözden yitinölümün geldiğini anlamış, yanınceye kadar ardından baktım. Mırıldandım: Hayat ne tuhaf… daki koltukta oturup elini tutan
www.baltadergi.com Ekim 2019
9
Sesin Firuzan Sesin Alper Şahin Mayıs ılık bir esinti ile gelmişti ve ipiltili sabahında güvercinler şakıyordu. Kent, iki mevsimdir vazifesinden kaçınan güneşi, yine de bir azizi karşılar gibi karşılamıştı. Evlerin temizlik telaşı bitmiş ve göğe aralanan pencerelerinden çiçek kokuları yayılıyordu. Tahta panjurlu evde bir değişiklik yoktu. Yıllar yılı aralanmamış beyaz perdesi, artık haki renge çalıyordu. Bu kirli perdenin ardında, Fikret adlı bir ihtiyar, yalnız başına yaşardı. Panjurun kenarından sızan iyot kokusuyla uyandı. Sahil kentinin yerlisi olmasına rağmen buna alışamamıştı. Her sabah boğazı gıcıklanır, öksürerek yataktan kalkardı. Yine öyle olmuştu. Öksürerek yataktan çıktı, banyoya geçti. Yüzünü yıkadı. Sabah oldu mu, ilk işi sakal tıraşı olmaktı. Köpüğü hazırladı, fırçayı bandırdı ve yüzünü köpükledi. Bıçağı sakalına götürmek için aynaya baktığında gözaltının hala şiş olduğunu görebildi. İşini bitirdiği gibi yatak odasına döndü. Gardırobu açtı. Gömlekler, pantolonlar ve ceketler özenle askılıklara yerleştirilmişti. Gardırobun bir ucundan diğerine siyah, lacivert ve beyaz renk hâkimdi. Soyundu. Sarkık dirsekleri ve bükük beli şimdi iyice belli oluyordu. Beyaz bir gömlek seçti, kollarını geçirdi, düğmelerini peyderpey ilikledi. Siyah kumaş pantolonu aldı. Giyindiğinde nefes nefese kalmıştı. Uzun koridorun sonuna dek yürüdü. Parmak uçlarındaki günaydın dokunuşunu yol boyunca sürterek duvarlara… Karşılık alamamaktan gücenmezdi. Hem hatırı vardı bu muhkem duvarların, hem de alışmıştı selamsız sabahlara. Mutfağa girdi. Çaydanlığa su aldı, ocağa koydu. Sandalyeye oturdu. Dizlerini topladı, belini ve boynunu dikleştirdi, bir şarkı söylemeye başladı. ‘‘Ayrılık ateşten bir ok Nazlı yardan hiç haber yok.’’
Çok tütün tüketiyordu. Haliyle genzini sıkça temizleme ihtiyacı duyuyordu. Birkaç sene evveline kadar şarkı söyledi mi, sesine gökteki martılar eşlik ederdi. Şimdi mırıldanmaktan ötesine geçemiyordu. Çaydanlıktaki su kaynamıştı. Çayı demlenmeye bıraktı. O sıra kahvaltılıkları masaya dizdi. Erzakı tükenmek üzereydi. Kalan iki yumurtayı kırdı. Tam kahvaltıyı bitirmişti ki, kapı tıklandı; ardından anahtar deliği çevrildi. Gelen Müzeyyen’den başkası olamazdı. Kızını karşılamak üzere masadan kalktı. Müzeyyen, elinde poşetlerle mutfağa girdi. -Hoş geldin kızım. Müzeyyen,“Hoş bulduk babacım,” dedi yüzünü ekşiterek. Fikret içerinin havasız olduğunu anladı. “Ben salona geçeceğim,” dedi,“Arzu edersen burayı havalandırabilirsin kızım.” Müzeyyen,“Keşke bir burayla bitecek olsa baba!” dedi. Ardından getirdiği poşetleri buzdolabına dizmeye koyuldu. Masanın üzerindeki kirli tavada daha yumurta kokusu tütüyordu. Musluğu açtı, sıcak su akana kadar parmağını altında bekletti. Tavayı aldı, diğer bulaşıklar da tezgâha diziliydi. Deterjanı tavaya dökemeden öğürmeye başladı. Koku, karnı burnundaki kadına ağır gelmişti. Hızlıca sıkı sıkı örtülmüş perdeyi açtı, pencereye dayandı ve başladı ciğerlerini şişirmeye. İşini bitirince babasının yanına geçti. Salona girmeden önce, kapı eşiğinde kendine çekidüzen vermişti. Kapının solunda ahşap konsol, onun önünde geniş yemek masası vardı. Sandalye ve koltuk kaplamaları, perde, hatta televizyonun üzerindeki dantelin işlemeleri dahi yeşil renkti. Fikret, abajurun önündeki tekli koltukta oturmuş, tütün içiyordu. Yüzü perdeye dönüktü. Müzeyyen, babasının bu hallerinden ilk zamanlar endişeleniyorduysa da alışmıştı. Şimdi bu içine kapanıklığına yalnızca gönül koyuyordu. Bir süre izledi ihtiyar adamı. Belki yüzünü döner, iki kelam eder diye bekledi. Babası ikinci tütünü sarmaya başlayınca, beyhude beklediğini anladı. Tam karşısındaki koltuğa oturdu. “Nasılsın babacım,” diye sordu. -Teşekkür ederim kızım. -Daha yeni söndürmedin mi babacım? Fikret tütününü yaktı ve yavaşça kafasını salladı. Dirseğini koltuğun koluna dikmiş, tütününü dudak hizasında tutmuştu. Seyrek aralıklarla uzun uzun çekiyor, perdeye doğru irice bir duman bırakıyordu.
10
www.baltadergi.com Ekim 2019
Müzeyyen’in kız çocuğu olacaktı. İsmine de karar vermişlerdi. Ama babasına da danışmak istedi. Torun, bu bezgin adama iyi gelir diye düşünüyordu. -Doğum yaklaştı babacım. -Öyle mi?
-Kızım! Başka bir plak koyar mısın? -Otuz sekiz… Otuz dokuz… Kırk. -Müzeyyen! Beni dinlemeyecek misin?
-Kurdum babacım. Tamamdır. Plak yeni dönmeye başladığı an Fikret hem yaşına, hem -Artık torununun kulağına ismini fısıldarsın. de bitkinliğine tezat bir çeviklikle ayağa kalktı ve plağı susturdu. Gramofonun önünde dikilmiş, burnundan -Nasip. soluyordu. Hırsını alamamıştı. Kızına çatacaktı ama kadının şaşkın bakışlarının yerini alelacele bir nemin -Ne isim vereceğimize karar veremedik. Damadın da aldığını görünce yumuşadı. Aksi olduğunu düşündü. dedi ki, “Babama danış, o bir isim münasip görür.” Ben Mahcup şekilde koltuğuna oturdu. Bir tütün yaktı. İçede karnım burnumda, koştum geldim. E, hangi isimi risi o kadar sessizdi ki, tütün kâğıdının cızırtısı duyuuygun görürsün baba?” labiliyordu. Müzeyyen, hala aynı yerde, sessizce dizlerinin üzerindeydi. Kızması, yakınması gerektiği yerde -İsim vermek siz varken bana düşmez kızım. utanıyordu. İnsanı en çok hevesinin kursağında kalması utandırırdı. -O halde biz düşündüğümüz isimleri söyleyelim. Sen de -Ben de senin çocuğun değil miyim babacım! yorum yap. Olur mu? En ücrasında sakladığı yakarışı bir fısıltıyla ayyuka çıkarmıştı. Fısıltı evin muhkem duvarlarında yükseliyor-Olur kızım. Hele bir dünyaya gelsin bebek. du. Müzeyyen, babasının zoraki cevap verdiğinin farkın-Kendini cezalandırıyorsun. Anlıyorum. Ama daydı. Daha da üzerine gitmeden bu bahsi kapatbenim kabahatim ne? Beni neden cezalandırıtı. Gramofon, yanındaki fiskos sehpanın üzerinyorsun? deydi. Üst üste dizilmiş plaklara uzandı. Dakikalar geçmişti. Müzeyyen sırtı dönük halde-Taş plak dinlemeyi özledim babacım. Beraber Müziği bir cevap beklediği sıra omzunda babasının elini dinleyelim. İster misin? dinlemek için hissetti. Gözündeki iri damlaları sildi ve yüzünü Belki de Fikret’in kayıtsız kalamayacağı tek teklif döndü. Fikret’in gözleri de tıpkı kızının gözleri buydu. Türk Sanat Müziği tutkunuydu. Gramogibiydi; kırmızı ve nemli. Onu kırdığı için üzfondan dinlemek ise eşsiz bir hazdı. “Tabi kızım,” gündü. Bir yandan da haksızlığa maruz kalmadedi. Müzeyyen, hevesle taş plakları karıştırmaya sına içerliyordu çünkü ne kendisini, ne de kızını başladı. cezalandırma niyetinde değildi. Yalnızdı ve her -Hangisini dinleyelim babacım? yalnız insan gibi mücerret bir kalabalıkla vaktini sürdürmek istiyordu sadece. “Karşıma otur kızım,” dedi. -İğneyi dokundur kızım. Dönen plağı dinleyelim. Müzeyyen, burnunu çektikten sonra koltuğa oturdu. Az Kızı, “Farklı bir şey dinleyelim babacım, hatta sana bir evvel gözünden yaşlar akıtan kendisi değilmiş gibi tesürpriz yapacağım,” dedikten sonra Müzeyyen Senar’ın bessüm etmeye çalıştı. “Unutturma kızım,” diye ekledi. “Bir Dilberdir Beni Yakan” plağını kapaktan çıkarttı. Müzeyyen, ihtiyarın bu dediğine şaşakaldı. Verdiği bir -Bunu çok beğenirdik babacım. Hatta beraber eşlik sözü mü unutmuştu? Pot kırmaktan çekindiği için bir ederdik. Bakalım hatırlayacak mısın? süre karşılık vermedi. Fakat hiçbir şey anımsayamadı. Fikret, kastedileni anlamıştı. Telaşa kapıldı. Yüzünü “Neyi?” diye sordu. perdeden çevirdi, bakışlarını kızına dikti. -Firuzan’ın sesini. -Kızım, gramofondaki plak da çok güzeldir. Onu dinMüzeyyen, bir plak ile açılan mevzunun annesinin sesileyelim. ne gelmiş olmasına mana veremese de nihayet babasıyMüzeyyen’in sırtı dönüktü. Babasının telaşından bihala sohbet edebilecek, belki de dertleşebilecek olmasınberdi. dan memnundu fakat katbekat artmış olan şaşkınlığını -Oyunbozanlık yapıyorsun babacım. Baba kız şarkı gizleyemiyordu. söylemek istiyorum. Hem belki torunun da yerinden -Maruz gör babacım. Hiçbir şey anlayamadım. eşlik eder. Fikret, oturuşunu dikleştirmiş, her an müdahaleye ha-Az evvel koyduğun plak Müzeyyen Senar’ındı değil zır bir vaziyette bekliyordu. Müzeyyen tüm bunlardan mi? habersiz, gramofona plağı koymuş, dişliyi kurmaya başlamıştı. ”Kızım!’’ dedi Fikret ikaz eder gibi. -Evet. -Kırk kez mi çevirmeliydik dişliyi babacım?
www.baltadergi.com Ekim 2019
11
-Hatırlıyorum… O plak çalar, baba kız, senin şimdi oturduğun koltukta eşlik ederdik. Hatırlıyorum. Dün gibi. Oturuşunu dikleştirdi ve mırıldadı. “Yar semtidir bize mekân…” Müzeyyen, kırgınlığını iyice unutmuştu. Ne yüzündeki tebessüme mani olabiliyor, ne de gözünden akan yaşı durdurabiliyordu. Hisleri ve mimikleri üzerindeki iradesini iyice yitirmişti. -Çok… Çok mutlu oldum babacım. Ben unuttuğunu sanmıştım. Beyhude alınganlık etmişim. Affet. Fakat anlayamadığım bir şey var. Neden bana mani oldun? Fikret bakışlarını kaçırdı. Kızı tütün tabakasını aradığını düşünerek koltuğunun yanındaki fiskosu işaret edince bir tütün daha yaktı. “Unutmamak için,” dedi, ağzındaki dumanı savurdu, “Firuzan’ın sesini unutmamak için kızım. Fotoğraf, bana Firuzan’ın yüzünü unutturmaz. Kıyafet bana annenin kokusunu unutturmaz. Ama sesini unutturmayacak tek cisim yok. Bu kulaklar, o sesin mahfuzu. Kaza geçirdiğimiz o geceyi sen hatırlamazsın. Abilerin yaşasa, onlar da hatırlayamayacaktı. Çok küçüktünüz. Annen ön koltukta… Öyle güzel okuyor ki, hüseyni makamından… Ah kızım… Bir başka kadın sesi duyarım da Firuzan’ın sesini unuturum diye aklım gidiyor.’’ Müzeyyen boynunu büktü. Oysa memnuniyetle dinlemişti anlatılanları. Ta ki ihtiyar adamın, eşinin sesini unutmamak için kulaklarını diğer kadınlara kapattığını öğrenene kadar. Babasının bu gayesini anlayışla hatta memnuniyetle karşılaması gerekirken derin bir hüzne kapılmıştı. Duydukları zihnini çalkalıyordu. Boynunu doğrulttu. Kaşlarını çattı. -Benimle konuşmaktan kaçınman da bu sebepten mi? Benim sesimi de annemin sesini unutmamak için duymak istemiyorsun öyle mi? Fikret, kafasını eğdi, gözlerini yumdu. Müzeyyen’in zihnini çalkalayan o sözler şimdi ağrı gibi saplanmıştı alnına. -Hatıraları diri tutmak isterken, kızını öldürüyorsun. Beni de hatıralarda yaşatmayı mı tercih ederdin? Fikret, duruşunu bozmadan, tereddütsüzce yanıt verdi. -Evet. Müzeyyen’in gözbebekleri büyüdü. Genzine aniden oturan yumru, konuşmasına ve yutkunmasına dahi olanak vermiyordu. Fikret devam etti. -Bazen diyorum, keşke ben ölseydim de onlar yaşasaydı. Fakat bu düşüncem o kadar kısa sürüyor ki… Belki bir lahza… Çünkü onların ardından düştüğüm şu hale bakıyorum. İnan, giden çok daha şanslı kızım. Bu yüzden en talihsiz evladım sensin. Belki benim gibi, annenin ve kardeşlerinin mücerret hatıralarına sığınmasan da ne denli güçlük çektiğini biliyorum. Hatıralar insanın kamburudur kızım. Ve ben hatıralarla öylesine hemhal oldum ki, artık var ile yok arasındayım. Senden uzakta durmak istememin bir sebebi de bu. Kamburuna yük olmamak...
12
www.baltadergi.com Ekim 2019
Müzeyyen’in yanaklarından bir sicim dökülüyor, eteğini ıslatıyordu. Kızıyor, dişlerini sıkıyordu. Karşısındaki, kamburuna yük olmak istemezken sırtına ne denli ağır bir külfet bıraktığının farkında değildi. Müzeyyen’i dul halası büyütmüş ve evlendirmişti. Sağ olsun, üzerine titremişti. Lakin ailesiz kalmak badireden fazlasıydı ve garipliğinin sıkıntısını kendi yuvasını kurmuş olmasına rağmen çekiyordu. -Doğru diyorsun baba. Yüküm ağırdı ama benim kamburumu çıkaran sen oldun. İnsan babası sağken yetim kalmış olmasına mana veremiyor. Sadece buna gerekçe araması dahi o kamburun çıkması için yeterli. Kusura bakma babacım. Sana hak veremeyeceğim. Güneşsiz, temiz havasız, sessiz ve bir başına yaşamak, hatıraları diri tutmaz. Tam aksi ise hatıraları öldürmez. Evin tüm camlarının örtük olması rağmen Fikret’in sırtı donuyordu. Umurunda değildi. İçinin sıcak ikliminde kum fırtınaları koparken… Mahcuptu ve kızının dediklerini duydukça mahcubiyeti artıyordu. Peki, neden içten içe kızının konuşmasını sürdürmesini istiyordu? -Hatıralarında kalmak isterdim! Bunu gerçekten isterdim! Keşke şu gün, şu an mümkün olsa... Madem nazarında diri kalmak için ölü olmak gerekiyor, kabul. İnan baba, ölmek, öldü zannına kapılmaktan evladır. Fikret’in dakikalardır açmadığı gözkapaklarında huzur birikiyordu. Öyle ki, mahcubiyetinden saç diplerine kadar yerin dibine batmış olsa da, kirpikleri titriyordu huzurdan. Dinlediği bu ses… Kızının sesi… Şiddetiyle, yüksekliğiyle, tınıyla… Tümüyle Firuzan’ın sesiydi. -Haklısın. O elim geceyi hatırlayamıyorum. Annemi de… Sen o geceki beni “iki yaşında bir çocuk” diye tanımlarsın, ben, “annesini sadece iki yıl görebilmiş bir çocuk” diye... Şimdi söyle baba! Hangimizin Firuzan’a daha çok ihtiyacı vardı? Senin mi, yoksa benim mi? Fikret’in dudakları titriyordu. Ya bu sesi kızından değil, gaipten duyuyorsa… Gramofon, plak, Müzeyyen… Ya hepsi bir sanrıysa… Kuşkuyla kaldırdı kirpiklerini. -Peki, ya sana? Sana da ihtiyacım vardı. Sen beni yüz üstü bıraktın baba. Gözünü açmıştı ve artık iyice emindi. Kızı karşısında kanlı canlı oturuyordu. Titrek dudaklarıyla,‘’Firuzan!’’ diye fısıldadı: ‘’Sesin… Firuzan… Sesin…’’Müzeyyen ne babasındaki hali fark etmiş, ne de fısıltısını duymuştu. Oturduğu yerden kalkmış, hararetle konuşmasını sürdürüyordu. -Torununa annesinin adını vereceğim baba. Torununun adı Müzeyyen olacak. İstediğin gibi... Ölü olduğumu kabul ediyorum. Beni de bir hatıra olarak görebilirsin artık. Beni de bu duvarların içinde yaşatabilirsin babacım. Müzeyyen’in apar topar evden ayrılışını izledi. Tek söz dahi etmeden… Müzeyyen gidiyordu, adımlarındaki tavizsiz edaya bakılırsa, bir daha dönmemecesine gidiyordu. Firuzan’ın sesini de yanında götürüyordu. Fikret bir kez daha fısıldadı. “Sesin… Firuzan… Sesin…”
ZEHİRLİ AĞAÇ
ma, ım dostu im, geçti. Kızgınd ı söyled m ı ğ ı l n ı g Kız ıma, ım hasm da arttı. d n ı g z ı K ha dim, da Söyleme u” dım “on a l u s a l ımla, ularım Ve kork ndüz gözyaşlar gü nu” Gece ve aktım “o larla. y e l m i r şle tmaca Ve gülü cık alda a m p a y Müşfik
Müziği dinlemek için
“o” büyüdü verdi. z ü d n ü elma Gece g lgun bir o a ketti, d n u Son ısını far lt ı r a p ım Ve hasm o” benimdi. i“ Anladı k “onu” almaya ç i d r i g e Bahçem ğünde kutbu; ttü i, Gece ör h ne görsem iy i. ba ın beden Bir de sa ndaydı hasmım altı Ağacın
Yazar: William Blake Çeviren: Bayram Şafak Arslan www.baltadergi.com Ekim 2019
13
Minerva’nın Baykuşu ve Sığdan Derine Yüzmenin Gerekliliği Emel Karayol
2
008 yılında, beyin nöronlarımızda ufak çaplı havai fişek patlamaları gerçekleştiren o meşhur “Benim oyum ile dağdaki çobanın oyu bir değil,” cümlesinin bu yazıya başlamama verdiği ilham için sevgili Aysun Kayacı’ya teşekkür ediyorum. Dağdaki çobanın bizdeki mütefekkir ve kalender imgesine yapılan bu “saldırı”, birçoğumuzun sinirlerini yerinden zıplatmış, bazılarımızı ise daha derin felsefi tartışmalar yapmaya yönlendirmişti. Vergisini veren bir vatandaş olarak kentin gecekondu mahallelerinde yaşayan “ayak takımı” veya dağdaki çoban ile oyunun aynı olmadığını söyleyen Aysun Kayacı, devletin yönetiminde söz sahibi olmayı “mülkiyet” temeline oturtmuş, belki de “ayak takımı” tabiriyle kişinin devlet yönetiminde söz sahibi olabilmesi için “uygun benlik bilgisi”ne haiz, kültürel olarak donanımlı bir varlık olması gerektiğini ima etmişti. Belki de hepsinden azade bir coşkunluk anında spekülatif sözcükler o güzel dudaklarından pat diye dökülüvermişti. Gerçekten neyi ima ettiğini ise hiçbir zaman çözemedik. Ben iyi niyeti elden bırakmayarak bu cümleyi felsefi derinliğe sahip bir cümle olarak kabul etmek istiyorum. Ancak Aysun Kayacı’nın “vergi vermeye” indirgediği çıtayı biraz daha yükselterek ve eksik bıraktığı yerleri doldurarak: ”Dağdaki çoban ile benim aramdaki fark ne olabilirdi ki? Oy kullanmak için sandıkların başına gittiğimizde, ülkenin kaderini tayin ederken birimizin oyunu diğerinden daha kıymetli yapan ya da çoğunluğun fikrini diğer fikirlerin üzerinde bir değere taşıyan neydi? Ya çoğunluğun çoğu dağdaki çobansa? O zaman sandıktan çıkan sonuç -ülke ile birlikte benim de kaderimi tayin edecek- sorgusuz sualsiz kabul etmem gereken bir sonuç mudur? Demokrasi neydi? Demokrasi emek… O başka bir şeydi, pardon...” Neyin insanlar için doğru, neyin yanlış olduğu, doğamızı
14
www.baltadergi.com Ekim 2019
neyin tamamladığı, onu neyin gerçekleştirdiği ya da yetkinleştirdiğini bilmek, “ortak iyi”yi kurmak için elzemdir. Sanırım ünlü mankenimizin bilincinin kıyılarına vuran dalgalar bunu anlatmak istiyordu. Dağdaki çobanın, sadece sürüdeki koyunlarını ve akşam ne yiyeceğini düşünen ilkel bir bilince sahip olduğunu düşünürsek (çünkü dağ ve çoban ile kastedilen budur), sorgulayan insanın adalet, özgürlük, yaşamını tayin edebilme hakkı, kendini tanımaya elverişli bir ortamda yaşayabilme gibi kaygılarının dağdaki çobanın dimağından geçmeyeceği açıktır. Yaşadığımız coğrafyanın ve toplumun bizi her yerden kuşattığı ve şekillendirdiği bir düzlemde benim için iyi olanın ülke için, ülke için iyi olanın benim için iyi olması (ortak iyi) gerekiyor. Basit bir mantıkla bunun için oy vermeye gidiyor, ülkenin kaderi ile birlikte kendi bireysel kaderlerimizi de tayin ediyoruz. Ancak kaçımız bizim için neyin iyi ve doğru olduğunu sorguluyoruz? Kavramlara yeterince aşina ve hâkim miyiz? Özgürlük, eşitlik, hak, mülkiyet, devlet nedir ve ne işe yarar? Doğamızı yetkinleştirecek, dünyayı daha güzel bir yere dönüştürecek, mutluluğun kapılarını aralayacak, barışı dünyaya yayacak “devlet yönetimi” gerçekten var mıdır? Çoğunluğun dağdaki çoban bilincinde olduğunu varsayacağımız ve bunların sorgulanmadığı sandıkta bizim ve çobanın yararına olan nedir? Bu konular üzerine eğilirken ve yaklaşık kırk gün önce okuduğum bir kitap hakkında yazmak isterken her gün milyon tane uyarıcının saldırısına maruz kalan ve bulanıklaşan bilincim yeniden özeleştiri yapmam gerektiğini söylüyor. Hayat karmaşasının bilincimize attığı kör düğümler, yararlı bilgiyi hafızada tutmamızı sağlayan bilinç süzgecinin ortasındaki kocaman yırtık, bizi daha girift konuları düşünmekten alıkoyuyor. Belki de hepimiz dağdaki çobanın o sade ve kaygısız yaşamına özendiğimiz ve bilmenin
önemli olan bir tarafıdır kitabın- her daim ‘‘ayık’’ olmayı aynı zamanda bir dehşet hali olduğunu fark etmemiz için gerektiriyor. onun tarafını tutuyoruz. Kant’ın insanlık için, “dümdüz Bahsi geçen filozofları direkt olarak kendi eserlerinden yontulmaya gelmez eğri odun,” tanımı sanırım bu konudaokumak her zaman daha zordur. Minerva’nın Baykuşu, ki çaresizliğimizi en güzel şekilde ifade ediyor. Tüm bunları filozofları asıl kitaplarından okumaya hazırlık açısından sorgulamak ve biraz beyin fırtınası yapmak, bilinç süzgebence çok güzel bir başlangıç. Kavram kargaşasına bocimizdeki yırtığı az da olsa teyellemek için Jeffrey Abramğulmadan, üstelik gerekli kavramları açıklayarak anlatan son’un Dipnot Yayınlarından çıkan İbrahim Yıldız tarafınkitap, siyaset felsefesine giriş bakımından ve erken dönemdan Türkçeye çevrilen kitabı, “Minerva’nın Baykuşu (Batı lerden günümüze kadar olan siyasi perspektifteki gelişmeSiyasi Düşünce Tarihi)”ni okumanızı tavsiye ediyorum. leri ve kırılmaları anlatması ile bir bütünlük oluşturuyor. Yukarıda da anlattığım gibi mesele felsefe, hatta politiMinerva’nın Baykuşu ile siyaset felsefesine giriş yapka felsefesi olunca birçoğumuzun günlük hayatın tıktan sonra, tarih sırasına göre filozofların ‘‘Devlet’’ hayhuyu ya da memleketin iç karartan siyasi günüzerine geliştirdikleri argümanları okumanız yerindemleri yüzünden bu meseleleri ne kadar yorude bir karar olacaktır. ‘‘Arayan bulur, inleyen ölür.’’ cu bulduğunun farkındayım. Farkındayım çünkü diyerek ve ‘‘arayıp bulmaya’’ inanarak neleri okumakitap alındığından beri kitaplığımın dehlizlerinde Müziği dinlemek için nız gerektiği ile ilgili çokbilmişlik yapmayacak ve usul usul yatmaktaydı. Alıp okumak, üzerine kafa sizi merak duygunuzun rüzgârına teslim edeceğim. yormak düşüncesi bile beni yoruyor ve ürkütüyorYukarıda bahsettiğim gibi gündelik hayatın hayhudu. Nihayet tatili ve uzun zamandır beyin fırtınası yu ya da ülke siyasi meselelerinin iç karartıcılığı hayapmayışımı fırsat bilerek bir hışımla ve tüm zırhlasebiyle kitabı okumaktan kaçınırsanız aslında tam rımı kuşanarak okumaya başladım. Sonuç: Pişman olarak bu sebeplerle, ‘‘hayatımızın kuşatılmışlığını’’ değilim, kafasının üstünde bir sürü düşünce balonu ve ‘‘karanlık mağaralarımızı’’ idrak edebilmek ve oluşmuş bir mutluyum! Marks’ın bahsettiği gibi, ‘‘hoşumuza gitse de, gitmese de 2018’in Mart ayında Mersin’de katıldığım ve üç ay süren bir bilince sahip olmak’’ ve dağdaki çobanın ilkel bilincinsiyaset felsefesi tartışma atölyesinin kitaplığıma bahşetden sıyrılmak adına şu sorulara yanıt bulmak için bu kitabı tiği kitaplardan biri ‘‘Minerva’nın Baykuşu’’. Ne yazık ki; okumalısınız: atölyemiz, dehşet verici sıcakların başlaması ile dağılmış, •İnsan doğası itibariyle adil, özgür ve iyi midir; öz-çıkarcı, bizler de kitabı okuma ve üzerine tartışma olanağı bulabağımlı ve kavgacı mıdır? mamıştık. Yazın epriyen ve popülerle•İyi ve doğru olan nedir? şen bünyem de kitabı okumayı başka •Ahlakın görecesi nedir, nereye kadardır? bir mevsime bırakmıştı. Geçtiğimiz •Adalet nedir? Var mıdır? Hiç olmuş muyıl felsefe atölyesinde yaptığımız feyz dur? Olacak mıdır? verici sohbetlerin zihnimde yeniden •Hak nedir? canlanması ile kitaptan aldığım keyif •Özgürlük nedir? Özgürlüğün sınırları bir kat daha arttı benim için. nelerdir? Sınırları olan bir özgürlük, özYazarın kendi deyimiyle, ‘‘siyaset kugürlük müdür? ramının rahatlıkla anlaşılmasını ve •Mülkiyet nedir? Başımıza nasıl bela olsevilmesini sağlamak’’ için yazdığı muştur? Mülkiyette eşitlik mümkün müBatı Siyasi Düşünce Tarihi’ni kapsayıdür? cı bu kitap sırasıyla Platon, Aristote•Devlet nasıl oluşmuştur? Devlete gerek les, Augustinus, Machiavelli, Hobbes, var mıdır? Locke, Rousseau, Kant, John Stuart •Devletler haklarımızı korumak için mi Mill, Hegel, Marks gibi siyasi düşünce yoksa gasp etmek için mi kurulmuştur? tarihinin geleneğini oluşturan ve bu •İdeal devlet şekli nedir? geleneğin yıkılması gerektiğini söyleSorular alabildiğine çoğaltılabilir. Tüm yen (Marks) filozofların yanında, 20. sosyal ve iktisadi hayatımızın devlet pove 21. yy. filozoflarından ve akadelitikalarıyla şekillendiği bir dünyada, nemisyenlerinden John Rawls, Sandel, rede konumlanacağımızı bilmenin ve koNozick, Walzer, Strauss, Susan Moller numlandığımız yerden uzaklaşarak kendimize bakmanın, Okin gibi isimlerin siyaset kuramlarını anlatıyor. Aslında varoluşumuzu anlamamız açısından kaçınılmaz olduğunu sadece ‘‘anlatıyor’’ demek eksik kalacaktır çünkü yazar düşünüyorum. Bunu anlamak için de sanırım sığdan deribu siyasi kuramları olabilecek en basit şekilde açıklarken ne yüzmek gerekiyor. Tüm bu toplumsal kargaşayı çözmek kavramların gediklerine ‘‘cuk’’ diye oturan sorular soruyor. ve anlamlandırmak hayatımızı şekillendiren politikalar Bu sorular, siz tam bir siyaset kuramına, ‘‘Evet ya, aslında üzerine düşünmeyi gerektiriyor. Ülkenin kaderini tayin bu mantıklı gibi,’’ derken zihninizin birden karışmasına ve ederken kendi kaderimizi de tayin ettiğimizin bilincinde her yeni satırda meselelere daha ‘‘eleştirel’’ bakmanızı sağolmak için sığdan derine doğru vira! lıyor. Bu yönüyle kitap -yazarın oluşturduğu ve bence çok www.baltadergi.com Ekim 2019
15
İstanbul Rasathanesi Habibe Çalışkan
O
smanlı devletinde klasik İslam Astronomisinin son büyük temsilcisi Takiyüddin el Râsid (Doğum 1521- Ölüm 1585) ailesiyle birlikte 1550’li yıllarda Şam’dan İstanbul’a gelmiştir. Mısır, Şam ve İstanbul’da devrin en ünlü hocalarının yanında eğitimini tamamlayan Takiyüddin Osmanlı coğrafyasında devrin padişahı II.Selim’in dikkatini kısa sürede çekmiş, 1570 senesinde Müneccimbaşılığa getirilmiştir. Dönemin Şeyhülislamı Sâdeddin Efendi ile sıkı bir dostluk bağı kurarak yeni bir rasathaneye duyulan ihtiyacı açıklar. Osmanlı coğrafyasında astronomi biliminin gelişmesinin rasathane çalışmalarıyla olabileceğini yazdığı bir raporla anlatır, Şeyhülislam’ın desteğiyle Sokullu Mehmet Paşa devrin Sultanı III. Murad’a
bu raporu sunmuştur. Raporda, İslam astronomi bilim tarihinin 15. yüzyıl itibariyle kaynak kabul ettiği eserlerden “Zic-i Uluğ Bey” (1437) ve “Zic-i İlhani Müziği dinlemek için (1273) ile yapılan hesapların doğru sonuç vermediği, gözlemlere dayalı yeni cetvellerin hazırlanması gerektiğini vurgulamıştır. 1577 yılında sultan III. Murad’ın adıyla anılacak eski astronomi tablolarının hatalarını giderecek bir Zîc hazırlanması için Rasathane’nin kurulmasına izin verilmiştir. ‘‘Kurulan rasathanenin içinde ekibiyle birlikte Takiyuddin el Râsid’i görmekteyiz. Resmin sağ üst köşesinde kütüphane raflarının önünde mavi kaftan içi yeşil gömlekli kişinin Takiyuddin olduğunu bilinmektedir, kendine en yakın olan kişi elinde usturlabı ile yardımcısıdır. Onun başındaki kavuk da hocasınınki gibi büyük resmedilmiştir. Atölye içindeki masanın üzerinde rubu tahtası, cetvel, pergel, kum saati gibi aletler, ön düzlemde ise daha büyük yer kaplayan yer küre, üç ayaklı rasat aletlerini görmekteyiz. Astronomi hesaplarının yapılmasının ardından elde edilen verileri kayda geçen kişilerin sağlı, sollu etrafındaki kişilere dönüşlerine bakarsak atölyede herkesin ortaklaşa çalıştığını tüm verileri birlikte elde ettiklerini, sultana hazırlanan eserinde ortak bir emek olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı Devleti tarihindeki ilk ve tek gözlemevi olan ve Türk bilim tarihinde büyük önem taşıyan İstanbul Rasathânesi dönemindeki ismi Darü’r-Rasadü’l-Cedid’te, Takiyüddin ve çalışma ekibinin hep birlikte yazdığı ve Sultan III.Murad’a takdim ettiği ‘Âlâtür Rasadiyye li Zici-l Şehinşahiye’ eserindeki tarife göre rasathane şimdiki Beyoğlu ya da Galata civarına kurulmuştur. Biz de bu rasathanenin en büyük çalışma salonlarından birinde Takiyüddin ve 15 kişiden oluşan çalışma ekibini görmüş olduk.
KAYNAKÇA AYDÜZ, S., (2007), Rasathane, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 34, s. 456 ADIVAR, A., (1991), Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi, İstanbul, İHSANOĞLU, E, C., AKPINAR, C., FAZLIOĞLU, Ġ., (1997), Takiyuddin Al- Rasıd, Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi, cilt 1, IRCICA, İstanbul, İNALCIK, H., RENDA, G., (2003), Osmanlı Uygarlığı 1, T.C. Kültür Bakanlığı, Ankara,
İstanbul Rasathanesi’nin içeriden görünüm, Takiyüddin el Râsid ve on beş kişiden oluşan ekibinin çalışmaları, Şehinşehnâme-i Murâd-ı Sâlis, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi F 1404 yaprak 57’a’da kayıtlı eserden.
16
www.baltadergi.com Ekim 2019
KAÇAR M.vd.(2010) 16.Yüzyıl Takiyüddin’in Gözlem Araçları. İş Bankası Yayınları. İstanbul, TOPDEMİR.H. Takiyüddin el Râsid . TDV. İslam Ansiklopedisi, İstanbul(cilt 39):456, ÜNVER, S.,(1985), İstanbul Rasathanesi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara
Tanışma Ses etmekteyim, bazı bazı gürültü. Arada yalanın kendisi, Arada dürüstlük abidesi. Yol karanlık fakat Şüphem yok sonundan. -Lafı açılmışken, siz ne işle meşguldünüz? Sabırsızım, taşmaktayım Kimseler giremez inime, Kapıları yakmaktayım. Siz koşar sanırsınız, Ben kaçmaktayım. -Bu arada, isminiz neydi?
Müziği n dinlemek içi
Saygı satın alıyorum, Ağır sözler karşılığında. Köprülerimden geçiyorum, Kirpi oldukça kazdım sanıyorum Yağmurun ıslattığı toprağı. -Aklıma gelmişken, yaşınız kaçtı sizin? Göçtüm, içine işlediğim kederli evlerden Yer edindim bağrında çaresizliğin Mahpusuna düştüm bir bir İşlemediğim tüm günahların. “Hey” sesimle ünledim oralı olmayanlara -Sahi, memleket neresiydi sizin? Anlamı yok sözlerimin. Umursar rolünüzü onaylıyorum tebessümümle. Mutsuzluğu düşünmeye vakit yok, Katlanıyorum telkinlerinize, Göğüslüyorum içten içe yazgımı. -Nasılsınız? -Haberleşelim mutlaka. (Mutlak bir yanılgının peşindeyim, Dolanmışım peşi sıra, Kefesine hürriyetin. Onu benden çalmayınız.) Tanrım, Sustuğum her an için teşekkür ederim.
Suat Çakıroğlu www.baltadergi.com Ekim 2019
17
Kız Senin Türkü Hikâyesi Hüsameddin Bayraklı
K
aracaoğlan bir garip seyyah. Diyar diyar geziyor, dağı tepeyi aşıyor, çeşmelerden kanıyor, nasibinde hangi sofraya oturmak varsa o sofradan karnını doyuruyor. Ve misafiri olduğu hikâyelerin her daim seyredeni olmaya çalışıyor. Çünkü seyretmek, buna belki temaşa etmek demeli, içinde yaşamaktan daha geniş bir açıyla olayları seyredebilmek demektir. Karacaoğlan da misafiri olduğu hikâyelerin görebildiği bütün detaylarını görüp, sonra o hikâyeden müsaade isteyip çıktıla böyle yorgundu. Ama yine de beklemekten vazgeçmemişti. ğında heybesinde bir türkü peyda oluyordu. Bu türkü misafir O gün de aynı vakitte evden çıkmış, tepeye doğru yürümüş olduğu hikâyelerin, şahit olduğu yaşamların türküsüydü işte. ve beklemeye başlamıştı. Güneş tepeye doğru yaklaştığında Ama yaşamadığını da söyleyemezdiniz, bizzat o hikâyenin ise yüzünde damla umutsuzluk belirmeden, “demek ki yarın içinde bulunuyordu. Karacaoğlan’ı Karacaoğlan yapan, biraz gelecek” diyerek eve geri dönmüştü. “Demek ki yarın gelecek” da buydu belki. sözü yıllardır her gün her öğlen vakti dilinde ezber olİşte yine vakit tamam oldu diyerek ayrıldığı bir hikâyemuştu Hilâl’in. Her seferinde “Demek ki yarın gelecek, den başka hikâyelere doğru seğirttiği günlerden birinbiraz daha dayan gönlüm,” diyerek sînesini teskin edide, güneşle beraber daha önce yolunun hiç düşmediği yordu. Biliyordu çünkü, gelecekti. bir köye düşer yolu. O sırada köyün tam merkezindeki Müziği Karacaoğlan güneş tam tepeye gelene kadar Hilâl’i seycaminin minaresine çıkan müezzin, dilini ıslatıp ezana dinlemek için retmekten alamamıştı kendini. Hilâl öylece tepede dubaşlar. Karacaoğlan sabahın tam geceden ayrıldığı bu rup, aşağıdaki yolu gözlerken sanki âlem de Hilâl’in bu vakitte köye girmekten çekinince, köyün girişindeki bekleyişine ekleniyordu. Kuşlar ara ara yanına uğrayıp hâlihazırda bulunduğu tepede yayılmış olan çınarın türküler söylüyor, rüzgâr alnında boncuk boncuk belialtında hava biraz daha ışıyana kadar beklemeye karar ren terini siliyordu. Toprak ayaklarını sabit kılmak için verir. Ezan bittikten kısa bir süre sonra tepeye bir kataş katılığında, ayakları incinmesin diye bembeyaz padının yanaştığını fark edince, kendisini korkutmamak mukların yumuşakçalığında Hilâl’e eşlik ediyordu. Ve için hemen bağlamasını da alıp bir kuytuya saklanmaya karar bir de Karacaoğlan... Nefesini yutmuş, sazına sarılmış öylece verir ve uzaktan gecenin sabaha en yakın bu zamanında bir seyrediyordu Hilâl’i. Hilâl eve dönerken de gizlendiği yerden kadının burada tek başına ne yaptığını seyreder. Karacaoğlan çıkarak Hilâl’in peşinden yürümeye başladı. Eve girdiğini göfarkında mıdır bilinmez ama çoktan bir başka hikâyenin içine rünce de köy meydanına doğru yöneldi. dâhil olmuştur artık. Meydandaki kahvede köyün ihtiyar delikanlılarına kendini Bazıları için yaşamak güzel bir hikâye yazmaktan ibarettir. Batanıttı. Anadolu’nun köylerinin sıcak iklimi burada da dezıları için ise hikâyesi en azından mutsuz son ile bitmesin diye ğişmemiş, Karacaoğlan’ı bağrına basmıştı köylüler. Seve seve uğraşmaktan başka bir şey değildir yaşamak. Hilâl en azından misafir edeceklerini, böyle yanık gönüllü, yanık sesli bir Tanrı hikâyem mutsuz bitmesin diye uğraşan insanlardandı. Her misafirini ağırlamaktan çok mutlu olacaklarını söyledikten sabah günün ilk ışıkları ile birlikte köyün girişindeki tepeye sonra muhtar caminin hemen yanı başındaki misafirhanede yürür ve beklerdi. kalabileceğini söylemişti. Bir iki saat sonra da Karacaoğlan’ı Beklemek yeryüzünün en yorucu eylemidir. Sana bakanlar, misafirhaneye götürmüşler, bugün dinlen hele yarın bol bol seni seyredenler senin sadece tenini görürler ama gönlün sîmuhabbet ederiz diyerek bir başınalığında yalnız bırakmışlarneni zorlamaktadır, bunu bilmezler, bilemezler. Bekliyorsan dı. eğer geleceğini biliyorsundur ve gönül geleceğini bildiği için O gün gece olmak bilmemişti. Gece indiğinde güneş bir türlü kendini hiç durmadan bu ana hazır tutmaya çalışır. Hilâl’in sînesi de işte aylardır ve hatta yıllardır beklemenin heyecanıykendini göstermek bilmemişti. Gecenin kör karanlığının orta
18
www.baltadergi.com Ekim 2019
bakarsın her sabah her seher çıkar yerinde misafirhaneden dışarı attı mıldamadan bekliyor, bekliyor sonra kız senin bilmiyorum ne derdin var kendini Karacaoğlan. Köyün girişinda yarın gelecekmiş deyip geri dönüın ars dertli sinem aşk oduna yak in deki tepeye doğru yürümeye başladı. sen yor.” Bu kızın derdi ne böyle, hikâyesi in kız sen bilmiyorum ne derdin var Dün kendini gizlediği yere çöküp ne, neyi bekliyor? in sen di beklemeye başladı. Çok geçmeden ney Muhtar bıyık altından tebessüm etti. din der de in kız senin senin sen in sen in müezzinin, “Allahu Ekber” nidası sen Kahvesinden bir yudum daha aldı. kız var din bilmiyorum ne der in sen di ney yayıldı köyün semasına. Hemen peşi din der -Hikâye anlatan sen misin yoksa de var senin senin senin in sen in sıra Hilâl de göründü. Hilâl’i görünsen kız ben miyim? Türkü söyleyen sen mibilmiyorum ne derdin var ce de bayram yerine döndü Karacasin yoksa ben miyim? Diyar diyar zımış lma oğlan’ın gönlü. Saatlerce orada öylece açı ler gül dolanan ben miyim yoksa sen mi? ce yin me bahar gel miş ezi ülm seyretti Hilâl’i. Hilâl saatlerce orada göç up kon a diye sorarken oturduğu yerde iyice lay yavrusuz yay ış zım lma açı öylece bekledi, geleceğini bildiğini. ün göz ktın kuruldu. Gazeteyi düzgünce katlauykudan mı kal kız senin senin Güneş tepeye varınca “Demek ki yayıp kenara kaldırdı. Karacaoğlan’ın bilmiyorum ne derdin var rın gelecek, biraz daha dayan gönlüm,” yüzüne bakmıyordu. Kahveden bir din neydi senin der diyerek yine evinin yolunu tuttu. Arde in sen in sen in yudum daha aldı ve konuşmaya sen kız senin senin kız var dından Karacaoğlan da köyün yolunu din der ne m oru devam etti. “Bazen hikâyesini bilbilmiy derdin neydi senin tuttu. O gün köyün içinde insanlarla diğinin türküsünü söylersin bazen yar senin senin senin de kız senin senin biraz daha yakından tanışarak akşam bilmiyorum ne derdin var de türkü hikâyeye gider, koşarak etti gününü. Ertesi sabah da dünkü sagider. Sen gördüğünü git başka anır baha göre değişen bir şey olmadı. Öğle yaz gelince kuru otlar sul köylerde başka şehirlerde haykır. anır vakti ise yine köy meydanına indiğinde cahil olanların gönlü bul Sen türkünü söyle, o hikâyesini anır muhtarı kahvede gazete okurken buldu yıl geçince iki bayram dol zamanı gelince bulacaktır. Bugün kız senin senin ve yanına yanaştı. bilmiyorum ne derdin var değilse yarın ama muhakkak ge-Selamun aleyküm muhtar. lecek diye bekliyordur belki de din neydi senin -Ooo aleyküm selam Karaca oğlum. Bukız senin senin senin de der senin söylemeni.” in sen in kız sen yur gel. bilmiyorum ne derdin var Muhtar kahvesinden son yuduin sen di derdin ney Ardından kahveye doğru dönerek içeri yar senin senin senin de mu aldığında, Karacaoğlan’ın in kız senin sen seslendi Muhtar, “Oğlum bizim kahve iki bilmiyorum ne derdin var kahvesi hala duruyordu. Bunu oldu. Köpüğü bol olsun, misafirimiz köfark edince yeniden ocağa doğru de yer uğu pürmesin sonra.” Karacaoğlan der ki old dönüp seslendi; “Oğlum sen esde yer ü -Estağfurullah muhtar, ne haddimize. Beciğer büryan olur gördüğ kiden böyle yapmazdım kahvede u yer nim sana bir diyeceğim var ama beni yansabah güneşinin doğduğ in sen in sen yi, senin bir elinin ayarı bozuldu kız lış anlamandan korkuyorum. Müsaaden bilmiyorum ne derdin var son zamanlarda. Bak misafirivar mı, diyeyim mi? senin di ney din miz içemedi kahveyi, hemen al der de in sen kız senin senin -O ne demek öyle, sen bizim misafirimizin sen in sen kız var bunu, al hemen, yeniden yap din bilmiyorum ne der sin başımızın tacısın. Söyle bakalım neyin sen di ney din der de getir. Tezine, haydi koş koş.” yar senin senin senin miş yanlış anlayacağım mevzu. in sen in sen kız var Karacaoğlan, “Yok muhtar bilmiyorum ne derdin Tam o sırada kahveler gelmişti. Kahveaman estağfurullah,” diyemelerden birer yudum aldıklarında muhtar den kahveci delikanlı, “KusuKaracaoğlan’ın gözlerinin içine bakıyordu. rumuza bakma beyim, bazen şaşıyor elimizin ayarı,” demiş Karacaoğlan daha fazla dayanamayıp üç gündür gördüklerini dolu kahve fincanını alıp ocağa doğru seğirtmişti. Akşama bir solukta anlattı muhtara. Sonra da, “Çok garibime gitti, kıdoğru misafirhaneye geçtiğinde, gece boyu muhtarın söylediklerini düşündü. Sonra kendi kendine şöyle söyledi, “Yani şimdi ben bu türküyü söyleyeceğim, o gidecek kendi hikâyesini bulacak öyle mi? Hadi bakalım muhtar, dediğin gibi olsun.” Karacaoğlan o köyde üç gün daha misafir oldu. Yine bir sabah, ezanla beraber köyden çıktı. Bir miktar yürüdükten sonra başını çevirip o tepenin başında Hilâl’i görmeye çalıştı ama beceremedi. Ya gökyüzü henüz ışığa sarılmadığından ya da Hilâl beklediğine kavuştuğundan... Onu bilemedi. Bir miktar yürüdükten sonra yüreğinin sızıldadığını fark etti. Bir dere kenarına oturduğunda sazını eline aldı ve hikâyesini bulsun diye bir türkü söylemeye başladı. Not: Türkü gerçek, hikâye uyarlamadır.
www.baltadergi.com Ekim 2019
19
Varlığın Çift Kutuplu Görüntüsü
Metin Savaş
G
da gölgenin yeniden ürettiği imgede olduğuna inanır,” ifadesiölgeler ürkütücüdür. Her türden yansıma tekinsizdir. Padişahların kendilerini Tanrı’nın yeryüzündeki ne yer veriyor. Avrupa inançlarında kibirli genç kızlar geceleyin gölgesi olarak dayatmalarının nedeni de budur; koraynaya baktıklarında aynanın yüzeyinde şeytanın çehresini gökutarak otoriteyi sağlama amaçlıdır. Her hükümdar, mensubu rürlermiş. Bunun ne anlama geldiği çok açıktır. Kibirli kızların bulunduğu hanedanın atalarına vurgu yapar çünkü artık hagece aynasında gördükleri korkunç çehre aslında kendilerindeyatta bulunmayan atalar birer ruhturlar; ruhlarsa birer ki kötü huydur. Ayna yansıtır. Olguları tersine çevirerek gölgedir. “Yansımalar niçin tedirginlik vericidir?” Çün(ama dosdoğru) yansıttıkları için yalan söyleyemezler. Ve her yansımada bir nevi eş-benliğimizle yüzleşmiş kü yansımalar bilinmezlikler âlemiyle irtibatlıdır. Her oluruz. Bu yüzleşmenin dünya edebiyatındaki en çarbilinmezlik bizleri ürpertiyor. Yansımalar ilk yaratılış çağının izleridir. Gölge olarak ruhların karanlıklar ülpıcı örneklerinden biri Robert Louis Stevenson’ın “Dr. Müziği dinlemek için Jekyll ile Bay Hyde” adlı romanıdır. Saygın bir kimse kesinde yaşadıklarını tahayyül ediyorsak bunun sebebi olan Dr. Jekyll geceleri Bay Hyde kimliğiyle bir kan de ölülerimizi kara toprağa gömüyor olmamızdır. İnsaemiciye dönüşüyor. Halim selim aile babasının cephenoğlunun algıladığı her fenomenin iki boyutu (iki yüzü) olduğunun zaten öteden beri hepimiz farkındayız. Biz de canavara dönüşmesi de böyledir. İçimizdeki karanlık buna kısaca “karanlık ilke” ve “aydınlık ilke” tezadı diyedürtülerin geceleri serbest kaldığını varsayıyoruz. Oylim. İnsanın iç dünyası da zaten iyi dürtülerle kötü dürsaki kötü huylu insanlar gündüzleri iş görürler. Şu halde kötülüğün çalışma alanı daima karanlıktır. Burada artık tülerin barınağıdır. Çift kutupluluk bizim gerçeğimizgeceyle gündüz ayrımı ortadan kalkıyor. Entrikacı kimselere dir. Kara toprak bedenlerimizi yutar, hem de besleyerek yaşatır. “karanlık adam” diyoruz. Olumsuzluklar hep karanlıkla eşdeZaten yuttuğu için ona Türkçede “yer” diyoruz. Doyumsuzdur; binlerce, milyonlarca yıldan beridir sürekli yutuyor; şu halde ğer tutuluyor. Gece karanlığının meçhul atmosferi bizleri böyle toprak oburdur. Aynı zamanda bereketin kaynağıdır. Ondan düşünmeye sürüklüyor. Geceleri kendimizi gizlememiz daha bitenlerle besleniyoruz. Çift kutupluluk ilkesine koşut bir şekilkolaydır. Gündüzlerde takındığımız maskeler ise gerçeği perde, “bitmek” hem tükenmektir, hem de türemektir. Karanlıklar delediği için karaltı hükmündedir. Pamuk Prenses masalındaki ülkesindeki gölgelerden korkarız ama birer gölge olarak tahaykötü kalpli kraliçe aynaya kendisinden daha güzel biri var mı diye sorduğunda yüzeyinde eş-benliğiyle yüzleşiyor. Karşısında yül ettiğimiz atalarımızın ruhlarından da hayat enerjimizi devbeliren güzel prensesin çehresi aslında olmak istediği kimsedir. şiririz. Çift kutupluluk her yerdedir. Halim selim bir aile babası Nitekim masalın sonunda tahta Pamuk Prenses oturacaktır. veya komşu kızına âşık bir delikanlı cepheye gittiğinde canavar Kraliçenin yerini kraliçenin olmak istediği karakter doldurukesilir. Osman Karatay, “oburlar kan emicidir, uzak ülkelerde yaşadıklarına inanılır,” diyor. Bu uzaklar hep Kaf dağlarının yor. ardındadır. Kaf dağlarından maksatsa gölgelerin ülkesine erişBronislaw Malinowski yabanıl toplumları irdelediği yapıtında menin güçlüğüdür. Ama tabii bizler de oralara erişmenin güç şu bilgiyi aktarıyor, “Yabanıl toplumlarda iki kişi arasındaki olmasını isteriz. Asıl istediğimiz, oburların, gölgelerin ve bütün alışveriş gelişigüzel gerçekleşmez. Herkesin değiş-tokuş arkatekinsizliklerin bize kolayca erişememeleridir. Bu nedenle “evdaşı bellidir,” Biz bu durumu kabaca bugünün “kardeş şehirlerden ırak olsun” diyoruz. Bu bir temennidir. lerine” benzetebiliriz. Kardeş şehirler kültürel alışverişte buOtto Rank bir alıntısında, “Yabaniler ruhun, cam, su, portre ya
20
www.baltadergi.com Ekim 2019
lunurlar, birtakım faaliyetleri dayanışma içerisinde beraberce yürütürler. Bu itibarla, iyi prenses ile kötü kraliçenin kraliyet tahtında yer değiştirmesini (karakter değişimi bağlamında) takas olarak değerlendirebiliriz. Malinowski şunu da söylüyor, “Her edimde, toplumbilimsel bir ikilik vardır. Her edimde, hizmet ve işlev değiş tokuşu yapan, her biri bir diğerinin davranışındaki haklılığı denetleyen ve gözeten iki taraf söz konusudur.” Her iki taraf birbirini denetlerken ayna da adeta hakem rolünü üstleniyor. Gece karanlığında ona bakmaktan çoğumuz çekiniyoruz. Bellidir ki, bunda kendi gerçekliğimizle yüzleşmek endişesi baskındır. Avrupa folklorunda genç kızlar aynaya bakarak evlenecekleri erkeğin çehresini göreceklerini umut ediyorlar. Evliya Çelebi ise seyahatnamesinin birinci cildinde İstanbul’daki bir kuyudan söz ediyor. İstanbullu genç kızlar bu kuyunun içine başlarını uzatarak kiminle evleneceklerini sorarlarmış. Aynanın yüzeyindeki görüntü olsun, kuyu suyunun yüzeyindeki görüntü olsun, orada görülen çehre aslında hep eş-benliklerimizdir. Çünkü bir kimsenin hayat arkadaşı o kimsenin eşidir, yani eş-benliğidir. Körle yatan şaşı kalkıyorsa bu karı-koca arasındaki huy alışverişine işaret eder. Sevgililer birbirlerine boş yere “hayatım” demiyorlar; sensiz yaşayamam diyoruz çünkü eşimiz öldüğünde eş-benliğimizi yitirmiş oluyoruz. Geçmiş yıllarda birbirinin sıkı arkadaşı olan iki kişi tanımıştım. Bu iki arkadaştan biri devlet bankasında, diğeri ise özel bankada memurdu. Özel bankada çalışan kişi hep özel bankacılığı, devlet bankasında çalışan kişiyse hep kamu bankacılığını savunuyordu. Oysaki ikisi de aşağı yukarı aynı maaşı almaktaydı ve ikisi de neredeyse aynı tarihte emekli olmuşlardı. Demek ki, muhitimizle özdeş hale geliyoruz, bizi yansıtmaya başlıyor yahut da biz kendimizi ona yansıtıyoruz. Oburlar aynı zamanda ötekimizdir. Dr. Jekyll ile Bay Hyde çok bariz bir şekilde birbirlerinin öteki benlikleridirler. Fransız devriminin öncü isimlerinden Voltaire ömrü boyunca bağnazlıkla savaşmıştır. Voltaire şöyle haykırıyor, “Yaşasın hürriyet!” Tanrı üzerine fazla kafa yormuyor fakat dogmatikleri çok kızdıran çıkışlar sergiliyor. Pozitivist olmasına rağmen Tanrı’nın varlığını tanımayı da son derece doğal kabul ediyor. Yürürlükteki yaratıcının insanlarca icat edilmiş tanrılardan biri olduğunu söylüyor ve gerçek Tanrı’ya tapınmamayı gülünç buluyor. Servete kavuştuğunda inzivaya çekildiği kasabaya bir kilise ve tiyatro inşa ettiriyor. Ciddi ve mücadeleci karakterinin bir yönüyle muziplikten ödün veremeyen Voltaire kendisi için mezar da hazırlatmıştır. Bu mezarın yarısı kendisinin inşa ettirdiği kilisenin dışında, yarısı kilisenin içindedir. Diyor ki, “Asık suratlı bir dindarla karşılaştığınızda Voltaire kilise inşa ettirdi deyiniz; neşeli bir kimseyle karşılaştığınızda Voltaire tiyatro yaptırdı deyiniz.” Görülüyor ki, ne kilisenin tam içindedir, ne de kilisenin tam dışındadır. Kaldı ki, mezarı da kilisenin hem içinde hem dışında kalıyor. Araf ’ta durmak bu olsa gerek. Tanpınar da aynı şeyi söylemiyor mu? “Ne içindeyim zamanın ne büsbütün dışında!” İşte bütün bunlar eş-benliktir. Mezardayken bile kilisenin kâh içinde kâh dışında olmak çift kutupluluktur. Henri Bergson metafizik derslerinde diyor ki: “Şeyi renkli olduğu için görebiliyoruz. Aslında o şey renksizdir. Fizik bize rengin bir titreşim olduğunu söylüyor. Demek ki rengin renk olarak zuhur etmesinin tek nedeni bizim gözümüzün belli bir şekilde intiba
edinmiş olmasıdır. Nesne kendi başına (yani bizim gözümüzün dışında) renksizdir.” Buradan yola çıkarak kendimize şunu sorabiliriz: Dr. Jekyll ile Bay Hyde birbirlerini yok ederlerse geriye ne kalır? Renksizlik mi? Tabii buradan biz var mıyız sorusuna ulaşırız. Bergson şunu da ekliyor, “Aklımız, şeyleri mülahaza ederken (düşünürken) onları başkalaştırır ve deforme eder.” Şeylerin aslında renksiz olmaları fakat bizim o şeyleri titreşim nedeniyle renkli görüyor olmamız ile aklımızın şeyleri düşünürken başkalaştırması arasında fark yok gibidir. Algılarımız deforme ediyorsa, aynanın yüzeyinde gördüğümüz öteki çehremizin aslında o yüzeyde bulunmadığını, biz orada neyi görmek istiyorsak onu gördüğümüzü pekâlâ varsayabiliriz. Ama öteki çehremiz orada yok ise, biz burada var mıyız? Hilmi Ziya Ülken buna, “hakikat problemi” diyor ve “varlığın çift manzarası” adını veriyor. Murat Gülsoy da “Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet” adlı romanında çift hafızaya sahip bir karakterin öyküsünü anlatır. Hafızalardan biri dişidir, diğeri erildir. Dönüp dolaşıp içimizdeki çift kutupluluğa varıyoruz. Nitekim pek çok mitolojide esas yaratıcı tanrı nötrdür, ve tanrılarla tanrıçalar bu esas yaratıcı tanrının türevleri olarak tasavvur ediliyor. Nötr tanrı eril ve dişil şeklinde ikiye bölünüyor. Maddenin rengi yoktur, biz onu renkli görüyoruz dedik. Peki ya insanın özü de renksiz veya nötr müdür? Cinsiyet bölünmesi bizim mülahaza edişimizdeki başkalaştırma mıdır? Kötülük atfettiğimiz “öteki” bizim mutlak iyi olduğumuz anlamına gelmiyor. Öteki de bizi kendisinin ötekisi olarak algılayacaktır. Bu durumda her ikimiz de “öteki” oluyoruz. Her ikimiz de öteki olduğumuzda (ortada öteki olmayan kalmayacağı için) nötrleşme gelip kapımıza dayanıyor. Hilmi Ziya Ülken çift kutuplu gerçeklerin şimdiki karşıtlıklarını kazanmadan önce müphem bir halde bulunduklarını belirtiyor. Bu müphemlik belirsizdir, yani kaostur. Gerçeklik kaostan çıktığında (tıpkı nötr tanrıdan dişi ve erkek tanrının türemesi gibi) çift boyutluluk kazanıyor. Meseleye teolojik açıdan bakarsanız Âdem ile Havva’nın aslında tek olduğunu düşünebilirsiniz. Tek hücre de bölünerek çoğalıyor. Dişiyle erkeğin ayrışmasını folklorumuzda “bir elmanın iki yarısı” olarak buluyoruz. Elma tektir. Elmanın bölünmesiyle varlığın çift manzarası oluşuyor. Ülken’in aktarımına göre, varlığın gelişimi karşıt kutuplara doğrudur. Bir şey ikiye bölünür. Sanatçı da ikiye bölünüyor; kişi olarak kendisi ve sanatçı kimliğiyle ötekisi. “Kurmacanın Retoriği” adlı kitabın yazarı Wayne C. Booth “Yazarların ikinci benlikleri vardır,” diyor. Sanat eserini asıl üreten işte bu ikinci benliktir, yazar olarak tanıdığımız kişinin bizatihi kendisi değildir. İkinci benliği olmasaydı muhakkak ki, yazar, kendisiyle sınırlı kalır, kendisine kapanırdı. Şu halde ötekinin varlığı bizler için imkânlar alanıdır. Ötekimizle birlikte var olabilmemizin sebebi budur. İkimiz birlikte aynı yerden (kaostan) çıktıysak, varoluşumuzun tekliği nedeniyle, ötekimize mecburuzdur. Attilâ İlhan “ben sana mecburum” derken arabesk duygu peşinde koşmuyordu. Antropolog Jack Goody ile bitirelim bu yazımızı, “Yaratıcılık ya da tasavvur, tek bir kültüre veya kültür tipine has bir imtiyaz değildir. Yaratım olduğu gibi unutma da vardır; doğrusunu söylemek gerekirse bunlar sözlü kültürlerde bir elmanın iki yarısı gibidir. Unutmak, icadı ve yaratımı, yaratım da muhtemelen bir miktar unutmayı gerektirir.” Unuttuklarımız nelerdir? Kaostaki bütünlüğümüz mü?
www.baltadergi.com Ekim 2019
21
22
www.baltadergi.com Ekim 2019
www.baltadergi.com Ekim 2019
23
Hakikati Ararken-II (Yalnızlık Ve Özgürlük) Tamer Sağcan
B
dert, mutluluk, zevk ve acılarımızda yalnızız. Aksini aşlığında hakikat geçen bir yazıda ekseriyetle kabul edecek olsaydık türümüz için mürekkep, tek insandan bahsedeceğim uyarısıyla başlamak bir tecrübenin de varlığına inanmak mecburiyetinde istiyorum. Çünkü pek tabiî olarak insan, hakalırdık. kikati kendisi dışında mümkün olabilecek her yerde Müziği dinlemek için Mamafih, yalnız yaşayabilen varlıklar da değiliz. İnarayan bir varlık. Belki de bu arayışa öncelikle kendi san olmak vasfını tamamlayabilmesi için öğrenmek, içinden başlaması daha makbul olurdu. Lâkin makkendini geliştirmek, beslenmek, barınmak velhâsıl bul olanların, aynı zamanda maktul olduğu bir çağda kolektif yaşama ayak uydurmak zorundayız. Çünkü yaşadığımızı çabuk unutuyoruz. İşbu okuduğunuz aynı zamanda ihtiyaçları olan varlıklarız. İnsanların satırlara mahsus olmak üzere bir süre daha unutmayı konuşmaya, yemek yemeye, öğrenmeye, sevmeye öneriyorum. ve sevilmeye, sevişmeye, kavga etmeye, anlamaya İnsan, adını hakikat koysun ya da koymasın daimi ve anlaşılmaya, paylaşmaya ve benzeri pek çok şeye ihtiyacı bir arayış içerisindedir. Çağın iletişim araçlarının çokluğu, vardır. Bunları da duygu/düşünce olarak tekil anlamda yaşakeşfettiğini sandığı her hakikati haykırmaya veya keşfinin mak ihtimali varsa da, tek başına tecrübe edebilmesi ne yazık biricikliğine inandırmaktadır bizleri. Anlaşılan o ki, konuşki mümkün değildir. İşte bu ihtiyaçları gidermek için belki mak istiyor. Çünkü sözcükleri bir araya getirecek birikimi isabetli, belki hatalı bir şekilde öncelikle kendine benzeyenolmayanların, kötülerin, canilerin, hırsızların, yalancıların lere yanaşmayı uygun görmüştür. Dil, din, ırk, renk, kültür, konuştuğunu; bunu başarabildiğini, en vasıfsız adamın dahi seçimler gibi kıstasları bu benzeyiş arzusu doğurmadıysa ne bir şeyler söyleyebilme hürriyetine sahip olduğunu görüyor doğurmuş olabilir? Oysa bir bütünü hissetmenin tarifini yave kendisinin buna hayli hayli hak sahibi olduğuna inanıyor. pabilmek; bütün yalnızların, kendi yalnızlıklarını, kolektif Velâkin bütün sorunlarını konuşarak çözemeyeceğinin farbir havuzda tanımlayıp, anlamayı başarabilmesiyle mümkün kında olmadığı gibi, sosyalleşmenin nirengi noktalarından olabilirdi. Bunun için de iki farklı önermenin tekillikte bir olan bu eyleminin, yüzlerini görmediği, bilgisayar ekranı arada var olması gerektiği gerçeğine malik olmamız gerekirkarşısındaki birler ve sıfırların şekle bürünmüş hâllerine, tiken bunu hem bölgesel, hem milli, hem küresel anlamda baratlar attığı yalnızlık çığlığı olduğunun da farkına varamıyor. şaramadığımız aşikârdır. Sosyalleştiğini sanıyor ancak yalnızlaşıyor. Dünya gezegeninin sakinleri olarak kendi kişisel alanımıza İki şeyi net olarak idrak edemediğimiz düşüncesindeyim. ve yalnızlığımıza yönelttiğimiz saygının akabinde başka inBunlar: sanlara ihtiyacımız olduğunu, bunun benliğimizi geliştirmek 1-İnsanın yalnız bir varlık olduğu, için değil, sosyal ihtiyaçlarımızı gidermek ve birbirine saygılı 2-Buna mukabil yalnız yaşayamadığı hususlarıdır. bir yaşam alanı oluşturmak için lazım geldiğini düşünemiAlt alta koyarak okuduğunuzda bu önermeler birbiriyle çeyoruz. lişkili gibi geliyor olabilir ama değil. Yalnızlığımızın ve benzerlerimizle paylaşmayı arzu ettiğiEvet, insan yalnızdır. Hiç kimse bir başkasının benliğinde, miz kalabalıklığımızın sınırını çizmek için ifade/düşünce bilinçaltında, ruhunda gerçekleşenlere bilfiil dâhil olamaz. özgürlüğü diye bir kavram uyduruyor ama kendimizinkiler İçini lüzumundan fazla doldurup büyüttüğümüz “empati” dışında kalan bütün fikirleri, inançları, akıl yürütmeleri redkelimesi çağımızda “mış gibi yapma oyununun” basit bir dediyoruz. yansıması olduğunu da kabul edemez. Empatiyi hangi şeBu durumda hangi özgürlükten bahsediyoruz? Acaba özgür kilde yapmayı dilerseniz dileyin, insanın bilfiil içerisinde olamadığımız için mi yalnız kalamıyoruz? bulunduğu duruma vakıf olma şansınız yoktur. Yalnızlık keİnsan ifade/düşünce özgürlüğü diye geniş bir kavramı icat limesinin olumsuz anlamı ve korkusu ne kadar sosyalleşme edip; bunu sadece beğendiği, benimsediği, kendinden olan ve kalabalık olma dürtülerimizi harekete geçirse de; sıkıntı,
24
www.baltadergi.com Ekim 2019
ifadelerin söylenmesini meşrulaştırmak için kısıtlayan ve bu hususu her tartışmada, kapsamından uzak şekilde tekrar eden bir varlığa benziyor. Teoride çok geniş kapsama sahip; özgürlükçü bir tutumu savunmayı gerektiren bu hâlin, her insan için farklı bir sınırı var. Kimilerine göre bu özgürlük kullanılırken bazı düşünceler söylenmemeli, kutsallara saldırılmamalı, değerlere zarar verilmemeli. Ancak tam da bu sebeplerle bu geniş kavramın içinin boş olduğunu düşünüyorum. Kimsenin bir başkasının düşüncesine saygı duyma mecburiyeti yok. Kaldı ki davranış modellerimiz zaten birbirimize saygı duymak üzere evrilmediğimizi gösteriyor. Velâkin düşünceleri ifade etme hürriyetine de saygı duymayacaksa, insan bu kavramı neden icat etti merak ediyorum. Özgürlüklerin sınırsız olması mümkün olmadığı gibi, nerede sınırlanacağı da belli değil üstelik. Misal, bazı fikirlerin sadece dile getirilmesi bile; belirli zümreler tarafından hakaret, aşağılama, hor görme olarak kodlanıyor. İnsanların bu kavramları yeniden tanımlayabilecek gücü daha önce de yoktu. Çünkü böyle bir isteği olmadığı gibi bu baş döndüren çağda buna zamanı da yok. Geçmişte tanımlanmış kavramları, güncel hayatında hasarlı istinat duvarları gibi kullanıyor. Hatta artık her şeyi tüketiyor. Kavramları bile. Sadece Türk toplumunda değil, küresel çapta da, çoğumuz “yalnız” bir varlık olduğunun farkında değiliz. Ya sadece etraftakilere göre yaşayan sosyal bir hayvan konumuna gelmiş durumdayız ya da herkesten köşe bucak kaçan, ondan nefret eden, onları sevmeye layık görmeyen uzlete çekilmiş müzmin yalnızı oynamayı tercih ediyoruz. Bu ikisini birleştirmeyi becerebilen varsa bilemiyoruz. Çünkü bunu yapabilen insanın “ben bunu yaptım” diye ortalığa atılmayacak kadar kendi yalnızlığına öz saygı duyduğunun kabulü gerek. Aynı zamanda bir bütünü oluşturdukları kalabalığa karşı, anlamaktan geri duyduğumuz kapsayıcı bir saygı duyması da mukadder olabilir. Erişilmez yalnızlığımız aslında varlığımızın özü olduğu kadar, kişinin birey olabilmesinde anlam buluyor. Herkesin güne kendi ideolojisinin tapınaklarına çelenk bırakarak başladığı bir dünyada bireyin kaybolması, kitle içinde tek tip olmaya çalışma kâbusundan daha korkutucu olabiliyor. Sosyolojik anlamda kitle hareketleri, hayal kırıklıklarından beslenir. Aynı şeye inanan insanların hayal kırıklıkları ne kadar büyürse, mensubu oldukları topluluğun hareket şiddeti, saldırganlıkları ve bunu ahlaki zeminden münezzeh algılama kabiliyetleri de o kadar artar. Bugün her ne kadar büyük çoğunluk birer ideoloji sahibi olsa da; birey olduğunun farkına varmayan, kendi tekilliğinin farkına varan insanları dışlayan, hor gören, kendi hakkını çaldığına inananların öncelikle tarafsız bir eğitim sisteminin çatısı altında, birey olmayı öğrenmesi gerektiği fikrindeyim. Ütopik değil mi? Ancak belki de gereklilikleri ütopik de olsa vurgulamaktan vazgeçmemek lazım. İbn’ül Arabi’nin ısrarla vurguladığı, “her şeyin zıddıyla kaim olması” fikri doğru bir önerme olmayabilir; ama bireyin zıddını toplum olarak ele aldığımızda, biri olmadan diğerinin hiçbir anlam ihtiva etmeyeceğini kabul etmek gerek. Ancak
burada kolektivite ile ideolojik bağı birbirinden ayırmak şarttır. İdeolojik eğitimler, hangi kapsama haiz olursa olsun, kişiye kim veya ne olduğunu unutturup sadece toplumu oluşturan bir yapı taşı olması gerektiği fikrini aşılamaktadır. Kimliğini, toplum denen sosyal yapı içerisinde eriten insanların, basit manipülasyonlarla ve kendilerine dayatılan “haklı” sebepler doğrultusunda kardeşini, ailesini, akrabalarını, arkadaşlarını dışlaması ve en uç noktada, yukarıda sayılanlara fiziki veya psikolojik şiddet uygulamakta, ortadan kaldırmakta, öldürmekte beis görmemesi ideolojik eğitimin sonucudur. Oysa felsefi anlamda düşünecek olursak, sağlıklı bir toplumun varlığı, sağlıklı bireylerin varlığına bağlıdır. Tam tersi olan önerme de aynı şekilde doğrudur. Birlik ve çokluk işte tam da bu anlamda aynı şeydir. Dinleri ideolojik aygıtlara sahip, yeri geldiğinde kapsayıcı, yeri geldiğinde indirgemeci geniş bir üst başlık olarak gördüğümü ve bu konuda belki ayrı bir yazı yazılması gerektiğini devam etmeden önce belirtmeliyim. Bu noktada, ideolojilerin “Nasyonal Sosyalizm, Komünizm, Milliyetçilik, Sosyalizm, Dinler vd.” olup olmamasının da hiçbir önemi yoktur. Çünkü ideoloji üzerine kurulmuş sistemler; sorgulayan, araştıran, birey olduğunun farkında olan insanlardan hoşlanmazlar. Onları birer çıkıntı, ortalık karıştıran, düzen bozan ve hatta sistem kamburu olarak görürler. Çünkü bu tip sistemlerin vücuda getirdiği kitle hareketleri, koşulsuz itaat, gerçekleşmesi kısa vadede mümkün olmayan vaatler, topluluk adına bireyin feda edilmesi gibi unsurları içerisinde barındırır. Bu hareketler bugünü yaşamayı değil, ütopik gelecekleri veya şanlı geçmişleri ayakta tutma eğilimindedir. Sonuçlarının ne kadar tutarlı olup olmayacağına dair kesin bir şey söyleyemem. Fakat zaten hallaç pamuğu gibi dağıtılmış eğitim sistemimize ilişkin atılması gereken en önemli adımın; çocuklarımıza ideolojilerden, inançlardan ve dogmatik her türlü dayatmadan uzak bir eğitim imkânının sağlanması olduğunu düşünüyorum. Böylece onlara toplumla birlikte yaşayan, ancak kendi öz varlığına sahip bireyler olduğunu aşılamak ve seçim yapmanın gücünü göstermek ihtimalimiz doğabilir. En azından her yangınlarına su dökenlere inanmamaları, elinde hıyar olana avuçlarında tuzla koşturmamaları, kritik “ideolojik kilit” cümleleri kullanarak manipülasyon ve provokasyon içinde nefes alan kötü niyetliler tarafından kandırılmamaları için bu şarttır. Çünkü birey olamayanların, kanışlarının sadece bireyin kendine değil, topluma nasıl onulmaz zararlar verdiği konusunda edinilmiş tecrübelerin, öğrenilmiş çaresizliğe evrilmesinin önüne ancak böyle geçilebilir.
www.baltadergi.com Ekim 2019
25
Ayyaşın Arayışı Yeliz Ekşi
İnsan faaliyetleri atmosfere kaçan gazlar üretiyor. Bu Kimilerinin “sokak lambası ön yargısı” dediği ayyaşın gazla koruyucu ozon tabakasına zarar veriyor veya arayışı, ilk kez felsefeci Abraham Kaplan tarafından güneşin ışığını emen ve küresel ısınmaya sebep olan tanımlandı. Kaplan, 1964’de yayınlanan Sorgulama sera gazı işlevi görüyor. Davranışı (The Conduct of Enquiry) adlı kitabında, Videoyu izlemek için Dünya insan nüfusu artıyor. Daha fazla insan, daha başka bir yerde düşürdüğü anahtarlarını sokak lambafazla yiyecek, alan, su, enerji ve başka kaynaklara sının altında arayan ayyaşın hikâyesini anlatır. Neden ihtiyaç duyuyor. Asıl mesele tek başına insan sayısı düşürdüğü yerde değil de orada aradığı sorulunca, değil, onların çevre üzerindeki etkileri. Kaynak tüke“Burası daha aydınlık!” diye cevap verir. tiyor ve atık üretiyoruz. Bu nedenle de problemlere Baş kötümüz, ”bebekler artık aç değil ve gökyüzü masyol açıyoruz. (Jared Diamond, Çöküş) Tüm bu olummavi” diyebilmek için kozmosdaki yaşamın yarısını suz gelişmeler art arda okunduğunda kulağa nasıl tek parmak şıklatması ile küle çeviren ve adını antik da ürkütücü geliyor, öyle değil mi? Peki bilinen gerçeklere Yunanca’da, “ölümün vücut bulmuş hali”, Thanatos’dan alan rağmen hala sanki sorun yokmuş gibi davranmaya, hiçbir Marvel sinematik evreninden Thanos. Eylemlerini, “Evrenin tedbir almadan yaşamaya nasıl devam edebiliyoruz? Tabii ki ve kaynaklarının bir sonu var, eğer hayat başıboş bırakılırsa “inkâr”la… son bulur, düzeltilmesi gerekiyor. Bunu bilen bir tek benim,” “İnsan zihninin ilkel savunma mekanizması, diye savunuyor. Ona göre yaşam şartlarının ıslah edilmesi beynin kaldıramayacağı kadar fazla gerekiyor ve bu sebeple evrenin yarısını yok etme görevini stres üreten tüm gerçekleri redüstleniyor. Öyleyse inandığı, “Ben kaçınılmazım!” çıkarımı deder. Buna inkâr denir. İnkâr, ne kadar doğru? Yoksa dibinde aydınlık gördüğü için tek seinsanın başa çıkma mekanizçeneği yok etmekte arayan Thanos da bir ayyaş mı? masının önemli bir kısmını Bilim insanlarının çoğu kendi sonumuzu gittikçe artan bir oluşturur. O olmasaydı, her hızla yaklaştırdığımız kanısında. Genel kanıya göre biz, içine sabah hangi şekilde öleceğidoğduğumuz dünyanın tükenişini kendi eliyle hazırlayan mizi düşünerek dehşet içinde ilginç canlılarız. Üstün zekâ, rakipsiz açgözlülük, çoğalmauyanırdık. Bunu yapmak yeya yönelik benzersiz ölçüsüzlük… Dünyaya neler yaptık ve rine zihinlerimiz, işe vaktinartan hızla neler yapmaya devam ediyoruz kısacık bakalım. de yetişmek veya vergilerimizi Giderek daha hızlı yollarla, doğal habitatları tahrip ediyor; ödemek gibi başa çıkabileceğimiz şehirler, köyler, tarım alanları ve golf sahaları gibi insan işi stresle meşgul olarak, varoluş yaşam alanlarına dönüştürüyoruz. Tarım arazisine dönüştükorkumuzu perdeler. Eğer varülen toprakları su ve rüzgâr erozyonu, tuzlanma, verimlilik roluşla ilgili daha büyük korazalması, asitlenme-alkalileşme sorunlarıyla kaybediyoruz. Oysa artan insan nüfusuna yol açan daha fazla tarım arazisine ihtiyacımız olduğumuz dönemde %80’e yakın seviyelerde tahribata yol açıyoruz. Yabanıl hayvan nüfusu ve genetik çeşitliliğin büyük bölümü çoktan yitirildi ve şu anki oranlarla geri kalanlar da önümüzdeki yarım asır içinde kaybolacak. Sadece gelecekle ilgili değil, bugün hakEndüstriyel toplumların enerji kaynakları olan fosil yakıt (petrol, doğalgaz ve kömür) kaynakları baskın görüşe göre kında da hiçbir fikre sahip değiliz; çünkü birkaç on yılda tükenecek. Dünyanın nehir ve göllerindeki eylem adamı olmak için şimdiki zaman, temiz su, hâlihazırda sulama, ev ve sanayi suyu, tekne taşıgeleceğin önsözüdür yalnızca. ma koridorları, balık sahaları ile dinlence alanlarında kulFernando Pessoa lanılıyor. Temiz su akiferleri doğal olarak yenilenme hızından daha çabuk tüketiliyor ve nihayetinde azalıyor. Bugün Sıradan düşünceden çıkan ve sıradan bir milyardan fazla insan güvenilir içme suyuna erişemiyor. insanların gerçekleştirdiği kötülük normKimyasal endüstri, çok sayıda toksik atık üretiyor ya da aynı dur, istisna değildir. atığı havaya, toprağa, okyanuslara, göllere, nehirlere salıyor.
26
www.baltadergi.com Ekim 2019
Ervin Staub
kularımız olursa, basit işler ve günlük meşgalelerle vakit geçirerek onları hemen aklımızdan çıkarırız.” (Dan Brown, Inferno) Inferno’dan alıntı yapmışken kurgunun içindeki genetik mühendisimiz Bertrand Zobrist’i hatırlamadan geçmeyelim. Zobrist, dünyadaki insan ömrü bir saate sıkıştırılırsa bunun son saniyelerinde olduğumuzu Kıyamet Saatiyle açıklamış ve sormuştu, “Bir düğmeye basıp, yeryüzündeki nüfusun yarısını öldürebilecek olsanız bunu yapar mıydınız?” (Thanos kadar kahraman... Üstelik fantastik bile değil!) Temiz su talebi, küresel ısınma, ozon tabakasının delinmesi, okyanus rezervlerinin tüketilmesi, türlerin yok olması, karbondioksit (CO2) artışı, ormanların talanı ve deniz seviyesindeki yükselme... Nüfus artışını azaltacak, olası felaket yaşanmadığı sürece türümüzün bir yüzyıl daha yaşayamayacağının matematiksel garantisi…
“Tek değişkenli bir fonksiyon! Bu grafikteki her satır, tek bir değerle orantılı çıkıyor, herkesin tartışmaktan korktuğu bir değerle ‘Dünya Nüfusu!” (Dan Brown, Inferno s. 176) Matematik yanılmaz. Kaynakların ve ortamın sınırlı olduğu sistemde üstel bir nüfus artışı, sonu aniden getirecektir. Marvel’in fantastik evreninde Thanos bu sondan kaçınmak için altı sonsuzluk taşını kullanmayı denemişti. Dan Brown’ın Zobrist karakterinin yöntemi ise genetik mühendisliği idi. Modern tıbbın iyileştiremeyeceği hibrit bir hastalık yarattı. İnsan DNA’sını değiştirebilecek, hava yoluyla yayılan bir vektör virüs... Salgını yayarak insan nüfusunun üçte birinin kısır kalmasını garanti altına alıyordu. Dünya üzerinde insanlığı bekleyen tüm bu felaketlerden kurtaracak ne patlıcan moru derili Thanos’umuz, ne de New York Times Bestseller listelerinden fırlayacak bir Zobrist’imiz var. Üstelik öldürmek veya kasıtlı kısırlık gibi seçenekler sunulsa kaçımız bu sorumluluğa ortak oluruz, daha da ötesi kendimizi feda edebiliriz? Kimse Marvel karakteri kadar kötü, Inferno’nun mühendisi kadar insafsız olamaz.
Atalarımızın doğayla uyum içinde yaşadığını iddia eden doğaseverlere inanmayın. Sanayi devriminden çok önce Homo Sapiens en çok bitki ve hayvan çeşidini ortadan kaldıran tür olma rekorunu elinde tutuyordu. Biyoloji tarihindeki en ölümcül tür olmak gibi şaibeli bir özelliğimiz var. Yuval Noah Harari Olabilir mi yoksa? Yetkililer böyle bir uygulama başlattığında yan komşunuzun sizin infazınıza katılacağını düşünemiyor musunuz? 1970 yılında Hawai Üniversitesinde akşamları sürdürülen geniş kapsamlı psikoloji derslerinden birinde 570 öğrenciye (gece okuluna gittikleri için sıradan öğrencilerden daha büyüklerdi) nüfus patlamasıyla ortaya çıkan ulusal güvenlik tehdidiyle ilgili sunum yapılıyor. Konuşmayı yapan yetke, oluşan toplumsal tehdidin fiziksel ve zihinsel olarak uyum göstermeyen insanların artışına bağlı olduğunu açıklıyor. Sorun, bilim insanları tarafından benimsenmiş ve insanlığın yararına planlanmış yüksek zekâ ürünü bilimsel bir proje gibi sunuluyor. Ardından dersteki öğrenciler zihinsel ve duygusal olarak uyumsuz olanları ortadan kaldırmak için bilimsel yöntemlerin uygulanmasına yardım etmeye davet ediliyor. Hoca tüm bunlara ek olarak harekete geçme gerekliliğini şiddetli suça karşı kullanılan idam cezasına benzeterek bir gerekçelendirme daha sunuyor. Öğrencilere fikirlerinin değer göreceğini çünkü kendilerinin zeki, iyi eğitimli ve yüksek etik standartlara sahip kişiler olduğu söyleniyor. Ankete katılanları duraksatacak kaygılar olsa bile bu uyumsuz insanlara karşı herhangi bir harekete geçilmeden önce özenli araştırmaların yürütüleceği garantisi veriliyor. Bu noktada basit bir anketle sınıfın ve amfideki diğer öğrencilerin yalnızca fikirleri, tavsiyeleri ve kişisel görüşlerine başvurulacağı söyleniyor. Herkes bu yeni hayati olaya fikirlerinin değer katacağından ikna olmuş şekilde sorulan yedi sorunun tamamını cevaplıyorlar. Öğrencilerin %90’ı bazı insanların diğerlerine göre sağ kalıma daha uygun olduğunu düşündüğünü belirtiyor. Uyumsuzların yok edilmesine yönelik olarak %79’u tek kişinin bu hareketten sorumlu olmasını ve başka bir kişinin de öldürme eylemini gerçekleştirmesini istiyor. %64’ü birçok düğmeye basılacak olsa bile sadece bir düğmenin öldürme işlemini gerçekleştirmesini ve bu sorumluluğu üstlenenin kim olduğunu öğrenmemeyi tercih ediyor. %89’u gerekli olduğu takdirde karar verme aşamasında destek olmak ve %9’u da sadece öldürme aşamasında katkıda bulunmak istiyor. Öğrencilerin yalnızca %6’sı bu soruya cevap vermeyi reddediyor. En inanılmazıysa, ankete cevap veren tüm öğrencilerin %91’inin, “olağanüstü durumlarda kamu refahına en tehlikeli olduğuna karar verilenlerin ortadan kaldırılmasının tamamen doğru” olduğu fikrinde ortak olması. Son olarak %29’luk şaşırtıcı kı-
www.baltadergi.com Ekim 2019
27
Evren bir önceki evrenin zekâsı tarafından bir sonrakinin varlığını garanti altına almak için yaratılmış devasa ve döngüsel bir programdır. José Rodrigues Dos Santos Cennete giden yol Cehennemden geçer. Dante Alighieri sım kendi ailelerine yönelik olsa bile bu son çözümün uygulanması gerektiğini destekliyor. Öğrenciler hocalarının kısacık tanıtımından öğrendikleri kadarıyla bazı yetkeler tarafından yaşamaya kendilerinden daha az uygun olduğuna karar verilen tüm diğerlerinin ortadan kaldırılmasına yönelik ölümcül bir planı yürütmeye hazır. (Philip G. Zimbardo, Şeytan Etkisi) Dünya bu kadar kalabalık, kaynaklar tükenmeye yüz tutmuş ve sorunu öldürerek çözmek için her köşe başını kollamaya gönüllü kişilerle doluyken 1800’lerin coğrafyası tenha kalmak zorunda olduğunda neler yaşanmış bakalım. 13. yüzyılda Moğol istilasının Orta Asya üzerindeki insan yaşamına etkisi çok büyük oldu. Cengiz Han’ın intikam savaşına döndürdüğü saldırılar nüfusun %90’ını yok etti. 14. yüzyılda Avrupa’nın üçte birini perişan eden Kara Ölüm, bu bölgeye de sıçradığında Tacik tarihçi Gafurov’a göre, “Orta Asya boşaldı.” 100 yıl sonra Kolomp Takası geldi. Avrasya hastalıkları ve parazitler Amerika’yı sararak çok sayıda insanın ölümüne neden oldu. Ağaç halkalarının kalınlığı ve kutup buzulundaki minik gaz kabarcıklarının kimyasal yapısı gibi dolaylı ölçütlerle tespit edilen Küçük Buzul Çağı 1550-1750 yılları arasında tarihlendirilmektedir. 2003’de William F. Ruddiman adında bir paleoklimatolog (eski zaman iklim uzmanı) dönemin beşeri faaliyetlerinin yaşanan soğuk yıllara sebep olduğu iddiasında. Ruddiman’ın fikri basit; insan topluluklarının çiftlik kurmak için arazileri temizlediği, yakıt ve barınak için ağaç kestiği dönemler nüfusun azalmasıyla kesintiye uğradı. Çıkarılan yangınlar azalınca ağaçların büyümesi arttı. Her iki işlem de havadaki karbondioksiti ortadan kaldırdı. Karbondioksit bir sera gazıdır, güneşten gelen ısıyı dünyayı saran atmosferde tutar ve gezegeni ısıtan maddelerden biridir. Karbondioksit miktarı düşerse, yüzeyde daha az ısı kalır ve bunun sonucunda iklim soğur. Bugün bilim insanları atmosferdeki karbondioksit artışının gezegenin ısınmasına yol açtığını vurgulayarak iklim değişikliği uyarısında bulunuyorlar. Ruddiman’ın Küçük Buzul Çağı ile ilgili düşüncesi, günümüzdekinin tersine bir iklim değişikli idi; sera gazlarını atmosfere eklemek yerine uzaklaştıran insan eylemi ile daha serin bir gezegen yaratılmıştı. (Charles C. Mann, 1493) 17. yüzyılda Avrupa neredeyse bir asır boyunca korkunç karlı kışlar, geç gelen baharlar ve soğuk yazlar yaşadı. Nehirler donuyordu. İnsanlar Danimarka’dan İsveç’e uzanan yüz mil
28
www.baltadergi.com Ekim 2019
boyunca deniz üzerinden yürüyebiliyorlardı. Hasatlar gecikiyor veya hiç gelmiyordu. Yiyecek sıkıntısı isyana, toprak gasplarına ve şiddete yol açıyordu. Küçük Buzul Çağı, Asya’nın doğusunu da ele geçirmişti. Burada kara kıştan ziyade kuraklık dönemleri veya ciddi susuzluk sürelerini izleyen yoğun yağışlar görülüyordu. Charles C. Mann, 1493 kitabında dönemi şöyle açıklar, “Milyonlar hayatını kaybetti. Soğuk, yağışlı hava ve kitlesel ölümler yüzünden Çin’in tarım arazilerinin üçte ikisi artık işlenmiyor, dolayısıyla açlık artıyor. Yamyamlığın sıklaştığı söylentileri var.” Yazının tam da bu noktasında geldiğimde siz okurlara ne yoğun nüfusla, ne de azıyla olmuyormuş tablosu çizdiğimi fark ettim. Sanki insan sayısının sağlıklı bir sabiti varmış ve bu standart oranda tutunabilmek mümkünmüş gibi. Aslında durup şöyle bir düşündüğümüzde evreni ve dünyayı sadece kendi türümüzün ekseni etrafında değerlendirdiğimizi fark etmişsinizdir. Tam bir ayyaş arayışı. Oysa evren hayatı var edecek şekilde tasarlanmıştır. Ama herhangi bir yaşamı değil, zeki yaşamı… Laplace Şeytanı’nı hatırlayalım. Bilim her olayın bir sebep ve sonucu olduğunu keşfetti. Sebepler önceki olayların sonuçları ve sonuçlar da sonraki olayların sebebidir. “Eğer bu aralıksız sebep-sonuç ilişkisini en sonuna kadar götürürsek, Marquis Laplace’ın 18. yüzyılda tespit ettiği gibi, evrenin şimdiki hali de onun önceki halinin sonucu ve kendinden sonra gelecek olanın da sebebidir. Eğer tüm maddeyi, enerjiyi, n’inci dereceden tüm kanunları bilebilseydik bütün geçmiş ve geleceği hesaplayabilirdik. Laplace’nin de dediği gibi geçmiş ve gelecek gözlerimizin önünde belirmiş olurdu. Yani her şey belirlenmiştir. Bir bakımdan geçmiş ve gelecek de mevcuttur. Geleceği değiştiremeyiz; çünkü onlar farklı zamanlardaki aynı şeydir. Bu yüzden geçmiş gibi gelecek de belirlenmiştir. Bu keşif izafiyet teorileri ile olmuş, olan ve olacak her şeyin evrenin ilk bilgisinde yazılı olduğunu söyleyen belirlenimci denklemlerle de doğrulanmıştır.” (Jose Rodrigues Dos Santos, Tanrının Formülü) Koskocaman bir sahnedeyiz ve evrenin başladığı anda görünmez bir yazarın yazmış olduğu rolleri oynuyoruz. “Zeki bir türün evrimi onu genetik manipülasyonlar yapmaya ittiğinde artık her şey mümkündür. (Balta Dergi 3. sayısında yer alan “Yaradılıştaki Çatlak” yazımı hatırlayın.) Kendi soyunu daha iyi hale getirebilmek için kaçınılmaz olarak genleriyle oynayacaktır ve bu noktadan sonra da evrim patlama yapacaktır. Artık binlerce yıl sürmeyecek, kuşaktan kuşağa geçmeyecektir. Ancak birkaç bin yılın sonunda biyolojik olarak tamamen ortadan kalkacak ve yerini de zeki yaşamın evriminin bir sonraki aşaması alacaktır; post biyolojik yaşam.” (Jose Rodrigues Dos Santos, Yaşam Sinyali) Yani yaşamın geleceği biyolojik değil, teknolojiktir. Küçücük bir kelebeğin gezegen iklimini etkileyebildiğine inananlara, zekânın tüm evreni değiştirebileceğini de hatırlatın. Bugün bilimkurgu gibi gelen, yarın gerçek olacak. Marvel Avengers Infinity War’da kızı Gamora, Thanos’a sormuştu. - Yaptın mı? - Yaptım. - Neye mal oldu? - Her şeye!
Sen de Ben Gibisin Sen de ben gibisin Biraz telaşlı Az biraz ürkek Bak göz bebeklerime Süz beni inceden Sen de ben gibisin. Bilirim harami bir yoldur gidilen Her adım geriye doğru Sukutuhayaldir elde kalan Sebebi feveran sessizlikler Zira sen de ben gibisin Aynı karanlıktan geldik Koşuyoruz aynı ışığa Yüklenmişsin gönül türbene günahlarını En az senin kadar ağır omuzlarım Aynı güneşte yandık çünkü biz Sen de ben gibisin Söyle onlara! Tebessümlerini çıkarsınlar kınlarından Ve kinlerini Saplasınlar ardın sıra Doğduğumuz kadar öldürüyoruz Öldürdüğümüz kadar ağlatıyor.
Oysa ne vakit atsam ellerimi ellerine Durur zaman İrkilir Zira o da bilir Bize yazılana inat Yazdığımızı oynadığımızı Oysa yazılandır yazdığımız Ve söyle onlara Biz de onlar gibiyiz Nefes alıyorsak bir hasbihal için Onun için. O bilir Senin okuyup göremediğini Görüp işitemediğini O bilir. Zira sen de ben gibisin Zira onlar da biz gibi Zira biz de herkes gibiyiz Koşuyoruz ölüme dörtnala Çoğu yalan Çoğu acı Cismimiz insan Ya ismimiz?
Müziği dinlemek için
Erhan Vural
www.baltadergi.com Ekim 2019
29
Hayatımızdaki Şeytan Tırnakları Hale Beyza
Y
ıllar önce ileri derece tırnak yeme sorunu olan bir kızın hikâyesini okumuştum. İlk kez o zaman “şeytan tırnağı” diye bir tabir olduğunu öğrendim. Parmak derisinde oluşan pürüzlü yüzeylere, deri çıkıntılarına “şeytan tırnağı” deniyormuş. Hikâyedeki kız bunları düzeltmek için tırnak etlerini koparıyor, kopan deride bu sorun çoğalıyor ve artarak devam ediyordu. “Parmaklarımda hafif bir gerilme oluyor. Şurası, tırnak uçlarım birazcık acıyor. Bazen de başparmağımla parmak uçlarımı yoklayıp şeytan tırnakları arıyorum. Bir şey hissedecek olursam o parmağı hemen ağzıma götürüyorum. Sonra parmakları teker teker kontrol edip, bütün pütürlü kenarları kopartıyorum. Bir başladım mı hepsini koparmak zorundaymışım gibi geliyor,”*
Müziği dinlemek için
Bu sorun ve benzeri sorunlar farkındalık oluşturarak ve rutini değiştirerek bir şekilde çözülüyor peki ya hayatımızdaki şeytan tırnakları? Koparmak için can attığımız, sonrasında yaşanan anlık tamamlanmışlık hissi için feda ettiklerimiz. Farkındalık halısının altına süpürüp, görmeyince rahatladıklarımız ama ilk rüzgarda meydana çıkıveren onca şeytan tırnağı sorunu böyle basitçe çözülüverir mi? Halının altında neler olduğunda gelin birlikte bakalım. Sokulacak laflar listesi, cevabı yarım kalmış sorular, tabakta duran üç yarım patates cipsi, muslukta kalan su lekesi, cüzdanda işe yaramayı bekleyen beş kuruş, çay bardağının dibinde kalan içmezsen vicdan azabı, içersen kötü bir tat ola-
30
www.baltadergi.com Ekim 2019
rak geri dönecek abdest suyu kıvamında iki yudum çay… Bu şeytan tırnakları öyle tuhaftır ki, kopardıkça rahatlarsın ama bir süre sonra daha beter bir şekilde sana geri dönerler. Eksik kalanları tamamlamaya çalışmak, sonrasında bunların aslında hiç bitmediğini görmek, yine de aynı şekilde davranmaya devam etmek. Peki bunu yapmayı bırakınca ne olur? Sevgiliniz, “Seni seviyorum,” lafınıza karşılık vermezse, sizin bütün emeklerinizi üç paralık eden o pis lafı sahibine iadeli taahhütlü göndermeseniz, sofranın ortasında büzülmüş duran iki lokma yemeği yemeseniz, yeterli paranız olduğu halde o çok beğendiğiniz elbiseyi almasanız en kötü ne olur? Hani diyor ya John Cage; “Karşımıza çıkıveren her türlü sorumluluğu sessizce kabul edivermek kendimize karşı en büyük sorumsuzluktur,” diye. Cage’in
söylediği çok önemli ama bunu da bir şeytan tırnağı haline getirmemek gerek. Kendi düşüncelerimiz, edinimlerimiz, içinde bulunduğumuz kültür ve şartlar dahilinde sorumluluk olarak gördüklerimiz, belki o kadar da önemli değildir. Yargılar olmasa daha iyi ama illa olacaksa da mümkün olduğunca esnek ve geçirgen olmalı ki; başka bir şeytan tırnağı olarak karşımıza çıkmasın. Bu sebeple değerlendirmeler olabildiğince bir bağlam içinde olmalı. Tek başına bir insan, olay ya da olgu üzerinden değil, bütün bakabilmekten bahsediyorum. Mümkünse kişisel gözlemler ve varsayımlar üzerinden kurulmamış bir bütünlük. İki saattir lafı ağzımda geveliyorum ama “O kadar da önemli değiliz,” demeye çalışıyorum aslında. Bu şeytan tırnakları ve onları yok etmeye adanmış ömürler, “Kontrol bende,” deme çabası özünde. Bu kontrol arzusunun altında derin korkular yatıyor olabilir. Kaybetme, güvenlik, ölüm gibi korkular… Sürekli bir savaşın içindeymişiz gibi bir şeylerle mücadele etme seminerleri, başarı hikâyeleri dinleyip duruyoruz. Sonra biri çıkıp diyor ki; “Başarı hikâyeleri bilinenin aksine motivasyonu kırıyor. Başarısızlık hikâyelerini keşfedin,” Bu kez başarısız ama mutlu insanları dinliyoruz. Zaman geçiyor birisi çıkıp diyor ki, “Öze inin, asıl hikâye orada,” Bu sefer o meşhur içsel yolculuk hikâyeleri baş gösteriyor. Herakleitos, “Her şey akar,” derken; “ Nietzsche; “Her şey durur,” diyor, dinleyince ikisi de bir açıdan doğru söylüyor. Bugün birinin söylediğini, bir başkası bilmem kaç yüz yıl önce söylemiş oluyor, öbürü bunu yalanlıyor. İşin tuhafı tüm bunlar olup biterken o sırada birileri bu dünyadan göçüyor, birileri dünyaya yeni geliyor. İnsanı, tarihi, toplumu, kültürleri, inançları anlamaya çalışırken ömür geçip gidiyor. Varlık ve Hiçlik’in önsözünde Turhan Ilgaz; “dır”, “dir” eklerinin günlük hayatta yazınsal kolaylık sağladığından ama felsefi düşünmedeki sıkıntılı tarafından bahseder. Belki bir oluşa ya da bütünüyle hayata bu eklerle bakmak da bir şeytan tırnağıdır diye düşünmeden edemiyorum. Ne kadar
rahatlatıcıdır oysa, şu şöyledir, bu böyledir lafları. Belirsizliğe tahammülümüz yok çünkü o zaman kontrol bizde olmaz. Hoş neyi, ne zaman kontrol edebiliyorsak? Bir şeylere tutunmadan, boşlukta öylece süzülemiyoruz. İlla anlamlandıracağız her şeyi. Sanki biz bunu yapmayınca anlamsız olacakmış gibi. Anlamlı hissetmeye ihtiyaç duyuyoruz belki de, en çok da kontrolü elden bırakmamak için. Hep köşeli, bariz örnekler verdim ama tersi de mümkün bunların. Mesela etraf darmadağınıkken bir kenarda oturup ders çalışmak, evde evcil hayvanın yalnız başına saatlerce kalacağını bile bile yolda aniden karar verdiğin bir yere seyahat etmek, ilk kez gördüğün mavi kanatlı kelebeği uzun süre seyredebilmek için arkadaşınla sözleştiğin buluşmaya gecikmek… Hayatımızdaki şeytan tırnaklarının sayısı o kadar çok ki, kendinde hak görme durumunun uzantısı bunlar. Kendin merkezinde dönüp dururken edinilen deneyimler, keşifler… Hepsinin altında yerleşik korkular var. Farklılıklar sadece korunaklı sığınakların dizaynı, yapısı gibi detaylar. Ama bunların hepsi şeytan tırnağı ve hepimiz tırnak yeme hastasıyız. Kimimiz abartıp kanatıyor, hassas yerlere nüfuz ediyor; kimimiz kanatmadan koparmanın yolunu bulmuş işini öyle hallediyor. Bazıları üstünü kapatıyor ve o tarafa bakmıyor, bazıları herkese açık şeytan tırnakları yerine kendi gizli bölgesindekilerle ilgileniyor. Öyle ya da böyle hayatımızdaki şeytan tırnakları hep var ve kendimizi önemsediğimiz kadar çoklar. Hatta bizler bile belki birilerinin şeytan tırnağıyız. Madem son yok, bu düzen böyle sürüp gidiyor; sonuçla değil, soruyla bitirelim: Neden ortada çapa gibi olmuş tırnaklarımızdan göremediğimiz bir yığın zulüm ve haksızlık varken; üç beş kendini bilmez şeytan tırnağıyla bu kadar ilgiliyiz? *Alışkanlıkların Gücü/Charles Duhigg
www.baltadergi.com Ekim 2019
31
Çıkmaz Sokak Soner Ataibiş
Sultankız’a Arz-ı Hâl
Gözlerimi çevirdiğim yerde bir huzursuz manzara Avuçlarımı zorluyor tırnaklarım Kandır bu, kirpik uçlarımdan sızan Sabrı kuşanıp kendi ömrümü yedim Öfke yağarken hücrelerimden
Tayfun Öztürk
Beyhude yorma kendini diyorum sonra; Lisânın serpildiği, duygunun bodur kaldığı çağdayız Mânâ, prangalı köle Madde, sırça köşklerde hükümdar Yaldızlı caddelerde rugan pabuçlar Adımlar ruhsuz, sokaklar ruhsuz...
Sağalmaz yaramın yoktur eczası, Et evvelemirde ezber Sultankız. Üstümde yıkılmaz hasret sultası, Gitmek mi, kalmak mı beter Sultankız? Talihimden bile kara bir çift göz, Göreli sinemde sönmeyen bir köz, Şakaklarım yorgun, dilimde tek söz... İçerimde uçsuz keder Sultankız.
Bu diyârda kim anlamış kim anlar seni Sözlerin kimin yüreğinde yer bulur Kim duyar bakışlarının sesini Bir içimlik dinleyenin mi var Düşünen mi var bir nefeslik...
Hem sonra, bu dünya namert dünyası, Ben yoksulluğun vur abalıyası, Gönlümün kesemle kanlı davası, Her keresinde hep heder Sultankız. Başıbozuk başım çıldırmışa eş; Hayal var, gerçek var, tümü keşmekeş. Tutuklanmış elim, kalemim serkeş, Yazamıyor her şey kader Sultankız.
Müziği dinlemek için
Düşün taşın, amma beni kınama, Akıl tartısında aşkı sınama, Bir gel gör, ölümüm kardeştir aşkla, Âşık öle öle sever Sultankız… 32
www.baltadergi.com Ekim 2019
Her şey menfî görünüyor, ne yazık! İçimde bir ferâğ var Ne tutmaya bir dal Ne güvenmeye bir dağ... İki cami arası beynamaz gibiyim; Ne halimden memnunum Ne başka umudum var.
Müziği için dinlemek
İşte böyle Çarpıp beynime her şey, yüreğime sızıyor Ah! Bu her şeyler Beni öldürecek Kaçıyorum ecel gibi kendimden Olmuyor olmuyor olmuyor...
Müziği için dinlemek
Lalla Rookh Yazar: Thomas Moore Çeviren: Emre Yıldırım
Yenisey Irmağına Güneş Vuran Çağ Burhan Kâzım Çalık
Müziği için dinlemek
yaşamaktır ölmekten beter eden insanı süreğen debdebeler içinde tükenir ömür şahit olunanlar, duyulanlar ve daha neler kötülük kusmak dünyanın mayasında var imkansız kirlenmeden kalabilmek çamurda zaman ilerledikçe bulaşır illa bir yerlerine bataklıkla boğuştukça içine çeken girdap sorgusuz sualsiz zıpkınlar inilmeyen derine ölümü ağıt ağlayarak anlatır geride kalanlar hayatın çirkinliklerinden arınma oysa kurtuluş sırrı çözümsüz bilinmezlik derin ve girift uyku dilhun yaşamanın nihayetinde müjdeli sunuş siyahlara kuşanmış yasa bürünmüş zevahiri yanıma geldi güçlük çekiyor ayakta durmakta sanki cenaze merasiminden çıkmış tarumar kasvet saplanmış dimağında neler kurmakta gözleri kan çanağı her halinden belli ağladığı iç yaraları yüzünden okunur teselliye muhtaç kederin böylesine şahit olmamış asırlık ağaç dilinin altında saklı nihan gönlünü dağladığı susmak söndürmüyor yangınlarını göğsünün alev alev büyümekte sözcükler dudaklarında kendini kimsesiz çocuklar gibi hissediyor -unutulmak ölümden zor ağustos sıcaklarında bir cümleyle anlaşılıyor bunca sükutun sebebi ona sarılmak isteğiyle birden canlanıyorum Yenisey ırmağına güneş vuran bir çağda “artık ben varım” diyorum
“Ne kadar tatlı” dedi titreyen hizmetçi, Kendi yumuşak sesinden korkan, Uzun zamandır sessizlik içinde durmuşlardı. Bakıyor şu sakin tufana-“Ay ışığı ne kadar tatlı gülümsüyor Akşama, yonca yapraklı adaya! Hayali gezintilerimde sık sık, Dilerdim küçük adanın kanatları olsun, Ve onun peri gibi çardaklarında, biz, Bilinmeyen denizlerde mahvolmuş, Bizimkinden başka bir kalbin atmadığı yerde, Ve yaşayabiliriz, sevebiliriz, ölebiliriz yalnız! Zalim ve soğuktan uzakta,-Sadece meleklerin parlak gözleri Etrafımıza gelmeli, bakmak için. Bir cennet, çok saf ve yalnız. Bu dünya senin için yeterli mi?”--Şakacı kız döndü, belki erkek görür, Yanaklarına koyduğu o geçici gülümsemeyi; Ama kız ne kadar kederli olduğuna dikkat çekince Gözleri buluştu, o gülümseme gitmişti; Ve yürekten gözyaşlarına boğuldu. “Evet, evet” diye ağladı, “Benim saatlik korkularım Rüyalarım hep çok iyi malum olur--Ayrıldık - sonsuza dek - geceye! Biliyordum, biliyordum süremeyeceğini--“Parlaktı, cennet gibiydi, ama artık geçmiş! Ah! Hiç böyle, çocukluğumdan saatler, En mübalağa ettiğim umutlarım çürür; Hiç sevmedim bir ağacı, ya da çiçeği, Ama solup giden ilk oydu. Hiçbir ceylanı tedavi etmedim Beni o yumuşak siyah gözleriyle memnun etsin, Ama beni iyi bilmeye, Ve beni sevmeye geldiğinde, öleceğinden emindi! Şimdi bile-- neredeyse kutsal bir sevinç. Hayal ettiklerim ya da bildiklerim içinden. Seni görmeye, seni duymaya, sana benim demeye,--Ah sefalet! Onu da mı kaybetmek zorundayım? Yine de git---tehlikenin eşiğinde buluşalım;--O korkunç kayalar, o hain deniz, Hayır, sakın tekrar gelme-- tatlı olsa da, Cennet olsa da, sana ölüm olabilir. Elveda---ve kutlu yolculuklar, Her nereye gidersen, sevgili yabancı! En iyisi oturup izlemek o ışığı, Ve yanımda olup tehlikede olmandansa! Güvende olduğunu düşünmek, çok uzakta olsan da.” www.baltadergi.com Ekim 2019
33
Öneri Baltası Okunası Parmak Hesabıyla İki Kişi – Ahmet Balcı
Takip Edilesi Kitap Kriter
Geçtiğimiz günlerde raflarda yerini alan yazar Ahmet Balcı’nın, Çolpan Kitap etiketiyle okuyucularına sunduğu ilk kitabı. Parmak Hesabıyla İki Kişi adlı eser denge kavramının etrafında dönen on adet öyküden oluşuyor. Edebi duyarlılığı kadar düşünce coğrafyasını da öne çıkaran kitap 144 sayfa.
Uzun süreceğine inandığımız yolculuğuna kısa zaman önce çıkan blog sitesi. Muhtelif yazarlar okudukları kitaplarla ilgili yazılar yayınlıyor, eser hakkındaki düşünceleriyle okur adaylarını bilgilendiriyorlar. Bunun yanı sıra edebiyat camiasının farklı simalarıyla yapılmış röportajlar da var.
Tekerrür – Burhan Kâzım Çalık
Artandscientific
Şiirlerine Balta Dergi’de yer vermekten onur duyduğumuz kıymetli kardeşimiz Burhan Kâzım Çalık ilk kitabını nihayet çıkardı. Aslına bakarsanız geç bile kaldı. Dili ve üslubuyla incitmeyen, yormayan şiirlerini Tekerrür adıyla yayımlayan Burhan Kâzım’ın mısraları letafet pınarından serinlik getiriyor. Kendisine çıkmış olduğu yolda başarılar diliyoruz.
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi Anabilim Dalı öğrencisi Hüseyin Apaydın’ın birikimlerinden damlayan instagram hesabı. Burada gözümüzün önünde durmasına rağmen fark edemediğimiz güzelliklerin farkına varacak ve coğrafyamızın birikimlerinden haberdar olacaksınız.
İzlenesi
Dinlenesi
Boyhood
Yaprak Sayar
Tam anlamıyla “hayat” barındıran, hayatı barındırdığı için de her şeyi bir anda yaşayabileceğiniz film. Yönetmeni 2002 yılında başladığı süreci 2014 yılında sonlandıran Richard Linklater, aynı zamanda BAFTA en iyi film ödülünün de sahibi. Boyhood, tam anlamıyla başyapıt.
Onu daha önce bu köşede zikretmiştik. Şimdi bir YouTube kanalı açtı ve sevenleriyle orada buluşuyor. Fazla söze gerek yok, görüyorsunuz.
Grup Mesel
Il Postino Aşkı, dostluğu, yalnızlığı ve her şeyden önemlisi “şiiri” bir arada yansıtan film, Türkçeye Postacı adıyla çevrildi. Yönetmenliğini ve başrol oyunculuğunu üstlenen Massimo Troisi çekimleri sebebiyle tedavisini aksattı, tamamladıktan bir gün sonra ise hayata veda etti. Il Postino’nun sekiz dalda ödül aldığını ve bunların arasında Oscar’ın da bulunduğunu ekleyelim.
34
www.baltadergi.com Ekim 2019
2014 yılında Sinan Ayyıldız öncülüğünde toplanarak ilk konserini Rusya Krutushka Etnik Müzik Festivalinde verdi. Grubun solisti İsmet Aydın eğitimini jazz vokal üzerine tamamlamış ama halk türkülerine son derece uyumlu sesiyle ilgi çekmeyi başarıyor. Azerbaycan halk türküsü Getme adlı parçada kabak kemane icracısı Uğur Önür de aralarına katıldı. Burak Çakır, Ekin Cengizkan ve Rıza Can Özel’in de çalışmalarına katıldığı grup birbirinden güzel işlere imza atıyor.
Giulio Romano piter’s Throne, Ju nd ou ar s od of G The Assembly www.baltadergi.com Ekim 2019 35
Videoyu izlemek için
“Merhaba ben Neslican Tay. İZEV Vakfının başlatmış olduğu çok güzel bir projeyle ilgili size bilgi vermek istiyorum. Roger Waters Another Brick in the Wall isimli kült şarkısının kullanım hakkını 20. yüzyıldan beri ilk kez İZEV’e verdi. Türkçe sözler yazıldı ve bir klip çekildi, İZEV çocuklarının oynadığı. Bu klip eğer YouTube’da on milyon izlenmeye ulaşabilirse engelli dostlarımız, kardeşlerimiz için yaşam köyü kurulabilecek. Türkiye’de 8,5 milyon engelli insan var, ben de yalnızca onlardan birisiyim. Ve istiyorum ki, engelleri hep birlikte aşalım. Bu yüzden İZEV Vakfının bu projeye ait videosunu YouTube’da bulalım, izleyelim, izlettirelim ve destek olalım.”
#VASİYET
36
www.baltadergi.com Ekim 2019