Bilenler Bilir - Bölüm 2

Page 1



Bilenler bilir, bir gavur zırhlısı devasa namlusunu, koca bir tepsi tereyağlı baklavaya sinsi sinsi süzülen bir yılan gibi, Dolmabahçe Sarayı'na çevirmeden çok önce de Memalik-i Osmani'de ecnebiler fink atıyordu. Kimi çarşıda dolaşıp işine gücüne bakar görünerek binbir çeşit hinlik kurar; kimi memlekete dönünce aval bir zengine okutmak ümidiyle abdalların, ciğercilerin, şerbetçilerin, ayı oynatan çingenelerin hasılı Dersaadet'in calib-i dikkat renklerinin resmini çizmeye uğraşırdı. Bazısı bir köşede "Hayal ile geçer ömrüm"ü dinleyerek hareme dair düşlerini kağıt veya tuvale aktarır, bazısı bir kahvehanede oturup ahalinin insan olamayacağını biyolojik delillerle ispatlamaya çalıştığı eserini yerlilerden binbir dikkatle gizleyerek tamamlamaya çalışırdı. Bir diğeri Eyüp'te, sonradan kendi adı verilecek bir tepede tek ü tenha gezer, kendi kendine konuşup 'sevgilim' diyerek ağaçlara sarıldığı, köpekleri tutkuyla öptüğü, "Saçların ne yumuşak!" diyerek, Elmayra nam şırfıntı gibi, zavallı kedileri okşayıp bağrına bastığı için etrafına toplanıp gülüşen ahaliyi umursamaz, şizooeni mahsulü bir Çerkes kızıyla, daha sonra kaleme alacağı aşkını yaşardı. İskender'in haritaya bakarken gavur kaptanca yakalandığı gün dahil, Istanbul'un eğri büğrü sokaklarını bu saydıklarımız gibi eşkâre değil de saman altından yürüterek arşınlayan bir insan grubu daha vardı ki bunlar ipe sapa gelmez, kıyıcı, gözünü daldan budaktan sakınmaz türden casuslardı. Françe, Nemçe, Ulah, Suvaç, Portakal, Endülüs, Leh, Moskof vesair binbir millet ve memleketin çaşıtları envayıçeşit kılık kıyafet ve kırk bir buçuk dalavere ve desîseyle gayelerine ulaşmak için olmadık işler çevirirlerdi. Derler ki, bu ispesiyal acanların kah bir vesikayı, kah bir nesneyi yahut da mühim bir kimesneyi efendilerine ram edip ülkelerine hayırlı evlat olmak amacıyla kurdukları tezgahların, döndürdükleri dolapların, entrikaların, kumpasların sayısınca kum tanesini içinde bulunduran bir kum saatini kıyamete kadar tepetaklak etmek gerekmezmiş, vesselââm.



Yiğidi öldür, hakkını yeme; köpoğluları muvaffak da oluyordu bazen! Herifçioğulları lazım gelirse kellelerini veriyor ve fakat koskoca sadrazamın öz mührüyle mühürlediği hayati bir belgeyi de ıstıratejik hiçbir ehemmiyeti olmayan, gariban bir rençbere ait bir istidayı da, tıpkı geçenlerde sıdıkları sıyrılıncaya kadar uğraşıp anca ele geçirdikleri su böreği ve pastırmalı kuru fasulyenin gizli tarifi gibi -Bilmemneristan'ın hükümdarı biraz oburdu- kırallarının ayakları dibine ulaştırmayı beceriyorlardı. Zinhar bütün fitne fesattan padişah efendimizin beyhaber oldukları düşünülmesin. Zat-ı saltanat-penâhileri burunları dibinde cereyan eden bunca şeyin farkında olup tabii ki ciddiye almamaktadırlar. Zira kıçlarındaki donun desenini bile kesinkes bildiği bu fingirdek casuslardan herhangi bir çekinceleri yoktur. Mezkur gavatların eline geçecek hiçbir belge, hiçbir dosya -Yakın zamanda her nasılsa Baküsoğulları'nın eline geçecek ayran, baklava, rakı ve yemek tarifleri hariç- milli menfaatlerimize muzır bir istikamette kullanılamazdı. Varsın keratalar gizlendik sanarak birtakım itlik, hergelelik, hırsızlıklara kalkışsınlar; bu ancak Osmanlı'nın kahredici haşmetini idraklerine yarardı! Ne var ki ka yeni filizlenmiş bir mevzu bu her iki tarafın iç yüzünü bildiği, alan razı veren razı alışverişin dengesini alt üst edip cin olmadan adam çarpmaya çalışan bu sünnetsiz enayilerin tüylerini diken diken etmişti. Rivayet olunur ki her şey sâbık vezir-i azamımızın cimriliğiyle başladı. Bir de kafese para vermemek için evcil akrebini kesesinde besleyen bu zat, biz ravilerin yalancısıyız, mıhsıçtının biriydi. Mertebe mertebe yükselip ikbal merdivenlerini cesim adımlarla tırmandığı seneler içerisinde karakterini ailesine ve cemiyete kabul ettirmişti. Bu açıdan gayet rahattı. Yalnız, vezir efendimize ilk kez selam veren bazı gafil boşboğazlar; efendimizin nefesi israf olmasın, ses telleri beyhude yere zedelenmesin diye bir farzı eda etmeyerek günaha girmek pahasına bir aleykümselamı feda ettiğini anlayamaz, mübareğin asabını bozardı.



Bir gün, kendini tasarrufa adamış bu muhterem kişi bin atlı dev gibi bir orduyu yenip çocuklar gibi şen döndüğümüz bir cenk meydanında ağır adımlarla gezinmedeydi. Suratında ciddi bir ifade, elleri belinde, düşman leşlerine bakıyor, hiçi hiçine çürüyüp giden bu bedenlerin bir nevi geri dönüşüme tabi tutulup tutulamayacağını düşünüyordu. Ziyan oluyordu gavur tohumları! Hava alması için cebinden çıkarıp omzuna koyduğu ehlî akrebi, efendimiz bir sürü enerji harcayıp erken acıkmak pahasına onu taşımak fedakarlığını yaptığı için gayet minnettardı. Muhterem, akrebinin hissiyat ve fikriyatını dünyadaki her şeyden daha önemli gördüğü için onun da düşüncesini sordu. Şöyle rivayet olunur ki minik mahluk, kıskaçlarını akrebiyyûn lisanının tuhaf armonisine göre tıkırdatarak sadrazam hazretlerine duymak istediği cümleleri teganni etti. Hazret, vıcık vıcık terliyken buz gibi bir bardak suyu fondip etmiş gibi rahatlamış ve tasarılarını pratiğe dökmek için sabırsızlanmaya başlamıştı. İşte bugün ismi yedi düveli titreten Osmanlı Irsiyat Mühendisliği Teşkilatı, fikren ortaya ilk defa böyle çıktı. Vatana millete hayırlı ola! O günden sonra, daha kamışlarına su yürümeden devşirilen çocuklar nasıl pazuları şişkin, kemikleri kuvvetliyse acemi ocağına sevk ediliyor ve alınları zekalarını belirtir şekilde açık, gözleri kurnazlıklarını ifade eder biçimde fıldır fıldır ise Enderun'a gönderiliyorsa parmakları ince, uzun, titremez olmasına rağmen endamları ölümden korktuklarını belli eder halde dal gibi titreyenler de Cerrah Mektebi'ne postalanmaya başladı. Bu güzide tıfıllar Cerrah Mektebi'nde senelerce düşman leşlerinden ibaret kadavraları büyük bir soğukkanlılıkla kesip biçerek ademoğlunun bedeninin sırlarına, künhüne vakıf oldular. Yıllar içinde ustalaştıkları bu zanaatta geldikleri en son nokta artık kişioğlunun derisinde, etinde, adelesinde, kanında, kemiğinde, iliğinde hasılı istisnasız her hücresinde bulunan deneâ'yı keşfetmek oldu. Yeni Başlayanlar İçin 99 Soruda Irsiyat, El Kitabı isimli faydalı eserden öğrendiğimize göre dal, nun ve ayn harfleriyle yazılan deneâ, Arabî'de 'küçülmek, un ufak olmak' anlamına gelen bir fiilin mazisi olup insanoğlunun bütün ırsî özelliklerini taşıyan biyolojik özü, usâresi, zübdesidir be hey cahil cühela!



Deneâ keşfedildikten sonra her şey çorap söküğü gibi geldi. Zaten gavurları ürküntüden kan ter içinde bırakan dahi ırsiyat mühendislerimizin müteakip keşif ve icatları oldu. Tıpkı başrollerini İskarlet Yahyaoğlu ile İvan Kirkorzade'nin paylaştığı Ada sinematoğraaasında olduğu gibi artık insan uzuvları buji ve egzoz misillü yenilenebiliyor, ömür yüz elli seneye kadar artırılabiliyordu elhamdülillââââh. Dersaadet'in o gün sahne olduğu acan çatışması da ahanda bu gelişmelerle alakalıydı. Yetmişine merdiven dayamış padişahımız, mühendislerimiz marifetiyle, filinta gibi bir delikanlıya döndüğünden tüm ecnebiler kudurmasın da ne yapsın! Dünyanın dört bir yanından Irsiyat Mühendisliği Teşkilatı arşivine girip bu işin nasıl olup da becerilebildiğini izah eder evrakları araklaması için Jak Boyer'in büyük büyük pederi ve Ceyson Born'un dedesinin amcazadesi gibi binlerce haydut çaşıt gönderilmişti. Ne var ki aylar geçmesine rağmen bir netice elde edilememişti. Çünkü şimdiye kadar yiğidin malı mey dandadır şiarıyla hareket eden padişahımız efendimiz, kendisini kolayca gencelten bilgileri çok önemsiyor, kötü ellerde bir anda bütün dünya kadınlarını çıldırtabilme kapasitesine sahip biyolojik bir silaha dönüşebilecek bu birikimi düşmanlarıyla paylaşmak istemiyordu. Ne var ki Moskof gavuru, halledilemez görünen bu meseleye nihayetinde bir çare bulmuştu. Alınan istihbarata göre, halihazırdaki padişahımızın kayıp bir kardeşi yok muymuş meğer! E Osmanlılar'ın her şehzade için, dış görünüşünü açıklayan birer hilye yazdırıp sakladığı da cümle alemin malumu! Geriye bu yitik şehzadenin hilyesini bulmak kalıyordu mevzubahis çakallara. Şayet bu hilyeyi ele geçirebilirlerse aynı zahiri özelliklere sahip bir delikanlıyı düzmece şehzade olarak sahaya sürebilir, ortalığı karıştırabilir, kudretinden titremelerine gerek kalmayacak Osmanlı'yı böylece izmihlale bile sürükleyebilirlerdi. İşte gecenin bir yarısı Süleymaniye'den Vefa'ya doğru depar atan şu çevik zat, mezkur hilyeyi Topkapı Sarayı Helâyî-i Saadet Dairesi'nden çalan Moskof martalozuydu. Belgeyi indiragandi edip dışarı çıkması deveye hendek atlatmak kadar zor olmuştu zaten. Bir de üstüne şu Frenkler, tüy dikmişlerdi işte!



Arkasına bile bakmadan koşturan Moskof'un ardından Frenk martalozları fiyuv fiyuv deyü ateş ediyorlardı. Onlar Moskof'un elindeki vesikayı ele geçirip beleşten zafer kazanmak, Moskof ise bu daltabanlara bedava avanta vermemek arzusundaydı. Vefa'dan Saraçhane'ye, oradan Şehzadebaşı Camii'ne çıktılar. Kemeri geçip Gazanfer Ağa'ya geldiler. Onu arkada bırakarak Çırçır'ın ara sokaklarına cumburlop edip bodoslama daldılar. Moskof casusu, peşindeki Frenklerden kurtulamadığı gibi herifçioğullarının sayısı da ikiye katlanmıştı. Üstelik giderek çoğalıyorlardı da. Balat'a yönelip Haydar'a geld iklerinde Moskof bir karar vermesi gerektiğini fark etti. Çok cıgara içtiği için nefesi tıkanmış, 'memlekette bulamam' deyü löpür löpür gömdüğü baklavalar kebaplar yüzünden şişmanlamış, işte neredeyse koşamayacak hale gelmişti. Binbir zahmetle iç donuna sakladığı özel bir tabancayı çıkarıp havaya ateşledi. Bu hususi tabanca gene ancak hususi gözlüklerle görülebilen bir duman yayacak, yarın gündüz gözüyle mezkur gözlükleri takıp etrafa bakacak Moskof birliklerine aranılan dosyanın ne civarda olduğunu ima, ifade ve rapor edecekti, vay anasını! Bizim casus ise varakayı bir köşeye saklayacak, Fren kleri peşine takıp can pazarına koşacaktı. Kurtulursa ne âlâ! Kurtulamazsa hilyeyi kaptırmamış, görevini başarıyla tamamlamış olacaktı. Moskof bir yandan nefesini düzenlemeye çalışıp bir yandan etrafı kesiyor, kıvrılıp rulo haline getirilmiş hilyeyi gizleyecek uygun bir köşe arıyordu. Nihayet bir köşeyi döndü, Aşık Paşa Camii'ne çıktı. Hemen etrafa baktı, camiin yanındaki evi gördü. Evin duvarına baktı, uygun olduğunu görünce sevindi. Frenkler de köşeyi dönmeden hilyeyi camiin hemen yanındaki evin bahçe duvarındaki bir deliğe sıkıştırdı. Denildiğine göre, hilyenin sıkıştırıldığı duvarın ötesinde bir incir ağacı vardı. Sıkış tıkış dalları ve gür yaprakları arasında, hayalci bir veledin gavur çocuk filmlerinde görüp özendiği için bin bir yalvarıp yakarmayla babasına inşa ettirdiği bir ağaç ev mevcuttu. İşte o gece, bu ağaç evde gözleri ferfecir, gözleri çipil çipil, gözleri fıldır fıldır, gözleri cin gibi, gözleri kenâfir, gözleri boncuk boncuk bir yeniyetme; yani bizim İskender, yan gelip yatmadaydı. Susturucu tıslamalarını duyup kafasını ağaç evinin penceresinden uzatıverdi. Ve İskender, her şeyi gördü.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.