Bilenler Bilir - Bölüm 6

Page 1



Bilenler bilir, Konstantiniyye'de casusların bir hilye-i şerif için cedelleşmesinden birkaç gün sonra bir kuşluk vakti, ebeveyni İskender efendimizin hizmetiyle meşgul oluyorlardı. Çok düşünen insanların başlarının ağrılara gark olduğunu bilen pederi, ilerleyen yıllarda çok düşüneceği için efendimizin şimdiden şakaklarını oğuyordu. Onlar bahçedeki sedirde bununla iştigal ederken validesi sofrayı kurmaya uğraşıyordu. İskender, şehzade olduğu ortaya çıkınca artık eskisi gibi peynir, zeytin ve çayla kahvaltı edemeyeceğine kanaat getirdi. Analığı ve babalığıyla konuştu. Babası derhal harekete geçerek evlerini hususi bir gayrimenkul şirketine ipotek ettirip yüklü bir miktar kredi çekti. Eve kahvaltılık alındı. Efendimiz bir şehzadeydi, her alanda nesline yakışan azamet ve haşmete sahip olmalıydı. Kahvaltı iyi bir başlangıçtı. Babası ahududu, böğürtlen, çilek, yaş incir, kuru incir, turunç, üzüm, ayva vesair otuz dokuz çeşit reçel; kestane, çiçek, çam vesair yedi çeşit bal; dokuz çeşit sucuk, kırk altı çeşit peynir vesair mütevazı köy kahvaltısı unsurlarını alıp eve gelmişti. Özel postayla derhal Çin'den yeşil çay, Kayseri'den pastırma, İskenderiye'den hurma ısmarladılar. İskender, ismiyle hoş bir tenasüp teşkil ettiği için yalnız İskenderiye'nin hurmasını tüketebileceğini beyan etmişti çünkü. Zaten padişah olunca payitahtı İskenderun ve İskenderiye'ye taşıyacaktı. Evet, ikisine birden. İskenderun kışlak, İskenderiye yaylak olmak üzere. Dehşet fikir! Valide hanımın sofrayı kurması öğleyi buldu. Bütün masraf ve çabaya rağmen bir padişaha yakışacak zenginlik ve güzelliğe ulaşamayan sofra bahçeye sığamayacağı için sokağa kurulmak zorunda kalmıştı. Masa yetmiş adım uzunluğundaydı. Tam ortası hizasında üçlü bir koltuk bulunuyordu ki bu, efendimizin sofra tahtıydı. Evet, yemeğe başkaları iştirak edemeyecekti. Zira bu, hükümdar sofrasıydı. Bu sofraya konan herhangi bir zeytinin değil kendisi, çekirdeği bile hanedandan olmayan birinin gırtlağından geçerse hafazanallah başımıza gelmeyen kalmazdı. Bu cihetle, olası bir 'Haydar Baharı'nı önleyebilmek için masayı korumakla görevli cop ve kırmızı biber gazıyla teçhizatlı on dokuz muhafız istihdam edilmişti. Efendimiz sofraya oturmuş, kahvaltısını ediyordu. Anne ve babası etrafında pervane olup bir dediğini iki etmemekteydi. Çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek cümle mahalleli masanın etrafına toplanmıştı. Kah yutkunuyor, kah içlerini çekiyorlardı. Neden sonra terbiyesiz, ahlaksız bir piç kurusu bir punduna getirip



masadan bir kibrit çöpü kadar Kars usulü Fransız gravyerini çalıp ağzına tıkıştırdı! Muhafızlar derhal davranıp çömbeleğin dişlerini ana babasının avuçlarına döktüler. Emirlerine amade şekilde efendimiz İskender'e bakıyor; herhangi bir buyruğunu can ve başla yerine getirecek halde alesta, apiko, tetikte ve hazır bekliyorlardı. İskender, Romalı meslektaşlarının mağlup gladyatörleri tahtalıköye yollarken yaptığı işareti yaparak "İcabına bakın!" fermanını verdi. Mahallelinin gıkı çıkmıyor, idamlık veledin ana babası bu ilahi irade karşısında boynu bükük duruyordu. Birkaç muhafız kabahatli yaramazı parça pinçik etmeye götürüyordu ki sokağın başından bir nara, bir tayfun, bir fenomen koptu geldi! "Hiieeeeytt!" Saçı, sakalı, kaşı, hatta göğüs kılları ve kirpikleri bile kazılı, üstünde kıyafet namına yalnız turuncu, ihrama benzer iki parça kumaş görülen, zayıf bir adamdı bu! Fakat… Cüssesinden hiç beklenmeyecek şekilde taa sokağın başından sofranın ortasına sıçrayıvermesin mi!? Onun bu pervasızlığını, cüretkarlığını gören muhafızlar coplarını çekmiş; arsız hayasıza saldırmışlardı. Ne var ki herif bir çırpıda on dokuz ıppırofesyonel muhafızı çekirdek çitler gibi şeddeli eşşek sudan gelinceye kadar dövmüş, coplarını da ufalayıp sudan gelen eşşeğe yem yapmıştı! Mahalleli tekbir getirip subhanallah çekiyor; bu herifin acaba hangi evliya olduğunu, kılını tükrüğünü falan bir şekilde ele geçirip şifa arayanlara satıp satamayacaklarını müzakere ediyorlardı. Ecnebi tarihçilerin 'The man in the orange' deyü andığı, az evvel on dokuz muhafızın icabına bakıvermiş yüce adam, herkesin önünde keramet gösterip yerden üç adım kadar yükselmiş, İskender'in tepesine gelip durmuştu. Bir yandan sağ ayağının tabanıyla İskender'i şamar manyağına çeviriyor, bir yandan "Ulan," diye haykırıyordu! "Sen nasıl şehzadesin be!? Şehzade dediğin hiç böyle mi olur!?" İskender'in cici anne babasını işaret etti. "Bu izansızlar sana böyle mi öğretti!? Sen muhakkak şımarığın tekisin! Şehzade olsaydın bütün bu insanları sofraya buyur eder, tevazuyla zıkkımlanırdın! Öyle ki ben seni ayırt edemez, 'Hanginiz İskender?' demek zorunda kalırdım!" Keramet sahibi, İskender'in ebeveynini işaret ettiğinde onlar "Hızır Efendi!?" diye haykırıp yerlerinde hoplamaya başladılar. Akabinde koşup Hızır Efendi'nin eline ayağına sarıldılar. "Demek geldin ha, demek geldin!" diye etrafında dönüyor, parmaklarının ucunu sobaya dokunacak çocuk tereddüdünde etine değdiriyorlardı. Hızır Efendi, mahalleliyi sofraya buyur etti. Fransız gravyerini artık dişleri olmayan çocuğun annesine vererek lokmaları çiğneyip oğlunun ağzına vermek suretiyle yemesine yardımcı olmasını söyledi. İskender ve ebeveyniyle beraber eve girdiler.



Derler ki İskender ve Hızır Efendi, kapandıkları ağaç evden kırk gün dışarı adım atmadılar. Bu süre zarfında çiledeydiler ve Hızır Efendi İskender'e sahip olması gereken yüksek prensipleri ve ahlak kaidelerini adeta enjekte etti. Kırk birinci günün sabahı odadan çıkıp eskisi gibi mütevazı hazırlanmış kahvaltı sofrasına oturdular. Ağaç evden varoş ravilere göre "Var mı ulen bana yan bakan!?", lümpen hikayecilere göreyse "Ay nov kungfu!" diyerek çıkan İskender'in büyüdüğü, olgunlaştığı, tam kıvamında bir erkek olduğu, kısacası adam olduğu apaşikardı. Alafranga beyaz masanın üzerine çiçek desenli muşamba bir örtü çekilmişti. Sofranın başköşesinde sahanda yumurta duruyordu. Alüminyum çaydanlık, masanın kimsenin oturmadığı köşesinde ispirto ocağının üstünde fokurduyordu. Valide hanım fırından yeni çıkmış, kıtır kıtır, kokusu tüm bahçeyi dolduruvermiş ekmeği dilimlerken incir ağacında serçeler çılgınca ötüşüyor, az ötedeki lavantaların kokusu, dillere destan Capon bahçelerinin kamelyaları misillü genizlerine genizlerine vuruyordu. Demesine göre Hızır Efendi, İskender'i bu aileye emanet ettikten sonra Uzak Şark'a, Çin'in hiçbir haritada yer almayan meçhul bir bölgesine gitmiş. Amacı, vaktiyle aynı aşa kaşık çalmışlığı olan Burusli'yi bulup ona vaziyeti izah etmek, şehzadeyi tahta çıkarmak için himmetine hacet olduğunu bildirmekmiş. Burusli'nin tarif ettiği dövüş kulübünü bulmuş; ne var ki ne Burusli, ne çırağı Çakı Çen oradaymış. Hatta akıl sır ermez, yerlerine bakan Cet Li isimli herifin dediğine ve gösterdiği şecereye bakılırsa bu şahıslar öleli bin yıllar oluyormuş! Hızır Efendi, zamanın iktidarı önünde saygıyla eğilmek durumunda kaldığından eli mahkum gayesini, niyetini ve tasarılarını Cet Li denilen dallamaya açmış. Yardımına karşılık İskender tahta çıktıktan sonra Osmanlı topraklarında on kere yüz bin akçelik bir tımar arazisi ve kubbe vezirliği vaad etmiş. "Böyle böyle," demiş Hızır Efendi, "Sen de benim derdime deva ve derman mevcut mu?" Gençliğini karanlık bambu ormanlarında yakın cenk tekniklerini öğrenerek harcamış Asyalı, çekik gözlerini belertip "Ohooo, ağam, olma mı?" diye yanıt vermiş, "Yalnız sen bana on-on iki sene mühlet ver. Bin sıska oğlanı senin için birer canavara dönüştüreceğim. Öyle ki önlerinde yüz bin kişilik devasa ordular duramayacak!"



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.