Bilenler Bilir - Bölüm 1

Page 1

.

. .

BÖLÜM 1 İSKENDER



Bilenler bilir; on bin kahraman süvari Boğaziçi'ni aygırları ve kısraklarıyla geçtikten sayısız; bıyıkları yeni terlemeye başlamış, çılgın bir hükümdar Galata üzerinden yürüttüğü bilmemkaç pare gemiyle Konstantiniyye surlarını dövdükten sekiz on göbek sonra Balat'ta İskender adında bir yeniyetme ömür sürmekteydi. Evi Haydar Mahallesi'nde Aşık Paşa Camii'ne bitişikti. Her sabah uyandığında ilk iş penceresini açar, temiz havayı körpe ciğerlerine çekerek bugün ne gibi fırlamalıklar yapacağını düşünürdü. Akabinde konağın ikinci katında bulunan odasından rahatça görülebilen camiye, caminin kurşuni kubbesine, kubbenin üstünde oynaşıp revnaklanan güneşin ilk şualarına bakardı. Avlunun ulvi servilerini, uluhi çınarlarını; hazirenin isyankâr şahadet parmakları gibi semaya yönelmiş, tepelerine kumrular ve güvercinler pislemiş esrarengiz seng-i mezarlarını seyrederdi. Edebiyat dersinde mezar taşı anlamına gelen seng-i mezar terkibini bildiği için aldığı aferini düşünerek esneyip gerine gerine kahvaltıya inerdi köftehor. Kahvaltıda türlü şaklabanlıklar, şımarıklıklar yapar; annesi kadıncağızı ya hınçla bizimkinin kaba etini çimdirinceye yahut terliğine davranıncaya kadar kızdırırdı. Derken zamanın meşhur gavur şarkılarından birini, yazıldığı lisanı bilmediği için melodisine saçma sözler uydura yakıştıra söyler, işine gücüne koştururdu. On dört-on beş yaşında bir oğlanın işi gücü, takdir edersiniz ki cânım efendim, hafta dahilinde mektebe medreseye gitmek, hafta haricinde bir punduna getirip evden sıvışarak oyunla oynaşla meşgul olmaktır. İskender, gene öyle yapacaktı yapmasına. Islık çala çala kapıya yöneldi. Ayakkabılıktan top ayakkabılarını aldı. Tam kapının önüne çıkmıştı ki annesinin buyurgan seslenmesi, adeta çığlığıyla olduğu yerde hopladı! Pabuçlarından biri başının üzerinden geri uçarken diğeri sokağa fırladı! İşin ciddi olduğunu çakıverdiğinden derhal, adeta yuvarlanarak eve geri girdi. Gayet ikna edici bir tehdit unsuru olarak oklavayı elinde tutan validesinin dediğine göre bu hafta arazi olmak yoktu! Bugün mutlaka Eyüp'e gidip beşik fırlaması biraderine oyuncak alacaktı. Demek kaderde tam da yan mahallenin şapşal kalecisini gol manyağına çevireceği şu bahar gününü böyle rezil etmek de vardı ha! Ulan kahpe felek!



Dünya başına yıkılmış, hiç fark ettirmeden birkaç mızrak boyu irtifa etmiş güneş birden kararıvermişti! Aman bana bir eğlence, medet, yahu yok mu bir merhametli dost eli ki çekip çıkarsın beni şu azap dolu kabirden deyü etrafına bakınarak, aheste aheste yürümekteydi. Hiçbir arkadaşıyla rastlaşmadığı için talihine sin ve kaf harflerini içeren dehşetli nutuklar çekeceği sırada birkaç mahallelinin alelacele Cibali'ye doğru yokuş aşağı seğirttiğini gördü. Bir tanesinin "Aman hanımteyze!" misillü eteğine yapışıp "Bre söyle, nereye koşturursunuz böyle!?" diyerek mazlum-ı cihan çizmeli kedi gibi gözlerini doldurup boncuk boncuk yaptı. Yalvarır bakışlarını kadıncağızın ta gözbebeklerinin içine dikti. Hatun, İskender'i şöyle bir süzerek yaşının gidecekleri yere uygunluğunu çıkarmaya uğraştıysa da İskender'in acitasyonuna hayır diyemedi. İki dul, üç körpe, bir koca avrat ve İskender'le beraber üç buçuk erkekten müteşekkil kafile Kocamustâpaşa Hamamı'na inip çarşıdan geçerek Cibali üstünden Unkapanı'na çıktı. Bir müddet sahilden mi Küçükpazar'dan mı devam ederlerse yolun kısalacağını tartışıp herhalde deryaya bakmak lezzetini feda edemeyerek sahilden sallandılar. Kantarcılar'dan Eminönü'ne çıkıp Yeni Camii, hayvanat pazarını ve Hidayet Camii'ni geride bırakıp Bahçekapısı'na çıktılar. Büyük Postane ve Alman Doğu Bankası arasında bir müddet bocaladıysalar da şenlikli yere nihayetinde vasıl olabildiler. Payitaht'ın bu türedi idam mahallinde bakalım bugün ne cümbüş dönecekti? Etrafına, güvenlik için üzerinde Vukuat Mahalli Tedkik yani kısaca vav, mim, te harfleri yazılı sarı şerit çekilmiş kelle taşının yanında zebellah cellat şimşîrini bileyiliyor, az ötede nezaretle vazifeli üç yeniçeri kendi aralarında sohbet muhabbet ediyorlardı. Kalabalık, ana baba günü seviyesinden iğne atsan yere düşmez sınıfına terfi etmişti ki cellat yamağı, sırtında melül mahzun idamlığı taşıyan kül rengi katırıyla peydahlanıverdi. Seyircilerin gözlerini heyecan yalamış, çarpıntıları artıp kan deveranları süratlenmiş olduğundan bedenlerinin belli mıntıkaları şöyle bir hareketlenmemiş değildi.



Metanetinden akıbetini kanıksamışlığı anlaşılan mahkum, kelle taşının önünde diz çöktüğünde memleketi ve dini sual edildi. Tımışvarlı ve müslüman olduğu öğrenilince başı taşa nâzükçe yaslanıverdi. Adem ejderhâsı cellat bey, "Ya Allah!" deyü nida edip kılıcını kaldırdı. Cemaat, nefesini tuttuğu için salyalarını silmeyi bile unutmuş, helecandan gözlerini belertmişti. Derken, beklenmedik bir tabanca sesi duyuldu! Çam yarması cellat alnının çatından kurşunlanmış, arkasıüstü devrilmiş, ortalık toz dumana boğulmuştu! Seyircilerin alayı ciğerleri koparcasına öksürüyordu! Duman dağılınca ne olduğunu anlamaya fırsat bile bulamamış üç yeniçerinin tepeden tırnağa deri giyimli bir herifçioğlu tarafından izbarço bağıyla birbirlerine bağlanıp etkisiz hale getirildiği görüldü. Hemen sonra, başka bir macerada yakından tanıyacağımız bu davetsiz misafir, yeniçerilerle bir sıkıntısı olmadığını söyleyip melül idamlığa yöneldi. Kin ve nefretle bakarak yere tükürdü ve herkesin gözü önünde, eli bile titremeden ikili piştovunun son kurşunuyla zavallının beynini dağıttı! Bütün bunlar bir anda, ne oluyor demeye kalmadan meydana geldiğinden adamakıllı şaşalayan ve zevkten dizleri kesilen İskender, bir köşeye oturup başını ellerinin arasına aldı. Neuzübillah, it oğlu itteki o nasıl fiyaka, caka, o nasıl afiydi öyle! Herif zaten idam edilecek bir mahkumu kendi elleriyle katletmiş, beraberinde birkaç babayiğidi de dolmalık kuru patlıcan gibi birbirine bağlayıp duvara asmıştı! Üstelik bu bahadırın kaçması için kalabalığın içinde kendiliğinden bir koridor açıldığında, işte adamın ayakları altına atılan onlarca yumuşacık, mis kokulu, ipek mendili İskender kendi gözleriyle görmüştü! Ya rabbim, karı kısmı haklı; o ne arslan, ne vahşi erkekti öyle! Topluluk dağılınca İskender, verilen bir görevin şuuraltına tesiriyle farkında olmaksızın Eyüp Sultan istikametinde yürümeye başlamıştı. Gövdesini otomatikman ayakları sürüklüyor, ruhu ise kapalı kaldığı kandilden sonunda azad edilmiş mutlu masal cini gibi tatlı hülyalar içinde bir başka alemde kanat çırpıyordu. Öyle ki kendinden bekleneceği gibi, aradaki bitmez yolu düşünüp 'aamaaan' diyerek Eyüp'e gitmekten vazgeçmemişti. Bu yüzden Zal Mahmut Paşa Camii'ne vardığında Mısır Çarşısı'nı, Rüstem Paşa Camii'ni, Tahtaminare Hamamı'nı, Balat'ın cumbaları birbirine yakın evlerini, yılankavi sokaklarını, Ayakapı Hamamı'nı ve bütün heybetiyle Dersaadet surlarını fark etmemişti bile. Yol boyunca kendi de işte o, adam gibi adam misillü bir yiğit olmak hevesiyle kavrulmuş; girişeceği cenkleri kavgaları, alacağı intikamları, tespih tanesi gibi yanyana dizeceği mendebur kellelerini ve önüne mendiller atıp ah çekecek tazeleri tahayyül edip durmuştu.



Bir köşeyi dönerken iri bir köpekle burun buruna gelince olur olmaz zamanda kuyusundan çıkıp insancıkları ürküten Samara nam âşüfteyi görmüş gibi irkilerek kendisine geldi. Yolu doğrultup Türbe'ye vardı. Bir fatihayı atlamaksızın arkaya, oyuncakçılar kısmına geçti. Annesinin sipariş ettiği kurşun çerileri, çıngırağı, topu satın aldı. İskender, siparişleri paketleyip zembile koyan oyuncakçının kahvesini şöyle delikanlı gibi höpürdete höpürdete değil de ağzının kenarıyla kibarcık kibarcık yudumlayan konuğuyla konuştuklarına kulak misafiri oldu. Lakırdılarına bakılırsa birkaç gün evvel, Hıristof Kol-omuz

muymuş

neymiş

bir

kafir,

çekdirisini

Sarayburnu'nda

demirlemiş,

padişahımızın huzuruna çıkmaya yeltenmişti. Allem edip kallem edip bir şekilde huzura çıkan gavur, efendimizin eteğini öpüp ondan kendisine Allah rızası için bir donanma ayarlamasını istirham etmişti. Şerefsiz güya Cebelitarık'tan çıkıp Hindustan'a garptan giderek yeni ticaret tarikleri bulacak, vaki olur da sehven rotadan saparsa yeni dünyalar keşfediverecekmiş, bak sen! Padişahımız ağzının payını vermiş tabii. "Yalnız, o yapıldı evladım," demiş gülerek, "Fülan ibni Fellah Reis bütün oralara çoktan gitti geldi!" Hünkarımız iyi söylemiş! Cihanın sonunun yaklaştığı şu ahir zamanda yeni toprakların mümkünatı mı var!? Haramzade, kuyruğunu kıstırıp gerisingeri huzur-ı hümayundan pıstıra pıstıra ayrılmışmış. Şimdi çekdirisi Beşiktaş'ta demirliymiş, batıl davasına hizmette bulunacak hayalperest gafiller topluyormuşmuş. Be hey güzeller güzeli şehr-i Sitanbul, İskender'in körpe kalbi bir gün içinde bu denli çok heyecanı bir arada kaldırır mı!? Çocukcağız oyuncakçıdan ayrılmış, istikamet baba ocağı ha babam yürüyor. Ne yorgunluktan hafif hafif sızlamaya başlamış, "Aman kara sular toplayacağım, teyakkuz!" diye feryad eden ayaklarını; ne yol haliyle ağırlaşıp pazusunu ağrıtmaya başlamış yükü kale alıyor. Bu dinsizle beraber atılacağı maceraları düşünüyor.



İskender'in gözünü macera bürümüştü, bu Hıristof Kolludomuz mu Kolsuzomuz mu neydi, o herifle beraber denize açılacaktı! Kızgın kayaları, serin suları görecek; altın kumlu sahillere adımını attığı gibi boynuna ıtıropik çiçek hevenkleri geçirecek hula etekli marsık karası güzellerin elinden demirhindi şerbeti içecekti! Hindustan'ın bal ve süt akan topraklarını, olmadı bulacakları yeni dünyaları fethedecek, bununla sınırlı kalmayıp geri dönecek ve ötede ta Makedonya'dan beride Çin-i Maçin'e kadar bildiğimiz dünyayı da imparatorluğuna katacaktı! Daha otuz üç yaşına basmadan öyle bir cihangir, öyle bir savaşçı olacaktı ki onu binlerce yıl Ulu Sikender diye yad edeceklerdi! Öyle ki bugünkü deri giyimli kerata bile önünde el pençe divan duracak, diz yere vuracak, etek öpecekti! Bir montafonun dahi takdir edebileceği gibi, İskender o gece sabaha kadar hayal kurdu, düşlere daldı. Fecr-i kazip sökünce, hazır daha ana babası uyanmamışken bohçasını hazırladı, leziz serüvenlere atılmak için tabana kuvvet açtı pergelleri mübarek! Haliç'i bir kayıkla neyseki ucuza geçip Azapkapısı'na çıktı. Bir sabahçı kahvesinde üç poğaça, ince bellisinden iki bardak bol karbonatlı kahvehane çayıyla kahvaltısını etti. Bağrışa çağrışa saklambaç oynayan mahalleli veletleri gördü. İçini bir taraftan gurur, öbür taraftan hüzün kapladı. O da daha dün aynı böyle oyunlar oynayıp koşuşturuyor, yaşamanın keyfini çıkarıyordu! Şimdiyse tıpkı gurbette çırpınan yetişkin bir adam gibi, böğrüne oturmuş sıla hasretini tadıyordu. Karaköy'e yönelip Galata'ya tırmandı. Oradan insiyaken keşfettiği bir kestirmeyle Asmalımescit'e geçip Galatasarayı'na çıktı. Burada bulunan pek meşhur bir şekerlemeciden, her zamanki gibi ama son bir defa, akide şekeri aldı. Cadde-i Kebir'i, janjanlı mağazalarına iç çekerek baka baka boydan boya arşınlayıp Taksim'e vardı. Heyecan ve yorgunluktan dermanı kesilmiş, nefes nefese kalmıştı. Sıkı bir pazarlıktan sonra bir faytona atlayıp Gümüşsuyu üstünden Beşiktaş'a revan oldu. İçi içine sığmıyor, kurt varmış gibi oturduğu yerde duramıyordu. Faytona vereceği insanlık için cüzi/küçük, kendi içinse külli/büyük miktardaki para bile umrunda değildi! Ucunda sandık sandık, çil çil, sarısı baygın baygın altunlar vardı ya!



Aradığı sefinenin önünde uzunca bir kuyruğu görünce hevesi kaçar gibi olmuş, bir iki oflamıştı. Zira kuyruğun uzunluğunun üstüne bir de bekleyenler ne hikmetse, hep kendi gibi bıyıkları yeni terler cinsten veletlerdi. Sırası gelinceye kadar, yolda da yerim diyerek bol bol aldığı bütün şekerleri bitirdi. Sırası gelip de küpeşteden atlayıp güverteye çıkınca çok şekerin ağrıttığı dişlerinin zonklamalarını derhal unuttu. Yanına bir Rum tercüman oturtmuş bir adamla mülakat etti, ismini tayfa defterine yazdırdı. Kalbi saadetle doluydu. Yarın, ah yarın… Bütün hayatı tamamen değişecekti. Küpeşteden usturmaçaya basıp yarın sabah alacakaranlıkta burada olmak üzere rıhtıma geri atlayacakken aklına bir hinlik geldi. Acaba bu gemilerde de kaptan köşkü, fayton arabalarını nazlı nazlı taşıyan yandançarklı vapurlarda olduğu yerde midir? Sinsice süzülüp kaptan köşküne bakındı. Aha! Tam tahmin ettiği yerdeydi. Kapıyı aralayıp gizlice içeri baktı. Gül ağacından oyulma, ince işlemeli, kapıya cephesi değil de yan canibi dönük bir masada oturan bakırçalığı benizli, yakışıklı kaptanı gördü. Masayı örten iğne oyası dantelanın üstünde bir mapamundi, bir usturlap, bir rubû tahtası, bir almanak, kocaman bir pusula ve pusuladan da büyük bir seyir defteri duruyordu. Kaptansa, sandalyesinin arkasına yaslanmış; bir yandan çubuk tüttürüyor, bir yandan divitini hokkasına batıra çıkara önündeki deftere dikkatle bir şeyler yazıp çiziyordu. İskender, çekilip gidecekken gözü kapının hemen solundaki duvara asılmış, garip bir dünya haritasına çarptı. Fazladan kıtaların da çizildiği bu tuhaf haritaya duyduğu merağa karşı koyamayarak sessizce içeri süzüldü. Hakikaten de Frenk kıtasının ve Mağrib'in batısında, kocca ummanın öbür yanında şekilsiz biçimsiz bir kıta daha vardı. İskender, haritanın en üstündeki Arapça bir cümlenin hemen altına tercümeten yazılmış 'Mapa del Nuevo Mundo, Fülan ibni Fellah' ibaresini hecelemeye çalışıyordu ki eyvah! Omzunda sert ve geniş bir pençe hissetti! "Gel bakalim, delikanli;" dedi bizim meraklı köfteyi suçüstü yakalayan tuhaf şiveli kaptan, "Ben Kolomblarin Kristof. Sen kimlerdensin?"


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.