Bilenler bilir, uğruna binlerce casusun vuruşup kırıştığı şehzade hilyeleri şehzade efendilerimizin dış görünüşlerini en ince ayrıntısına kadar tasvir ve tavsif eden manzum eserlerden ibaretti. Sebeb-i varlıkları hem Allah göstermesin, şehzadelerimizden biri olur da kaybolursa ya da bir çaşıtla cebren yer değiştirilirse başvurulmak ve hem de on, yüz, bin yıllar sonraki kişioğullarının şehzade efendilerimizi görürcesine hayal etmeleri arzusuydu. İskender, ertesi sabah çıkmayı tasavvur ettiği fevkalade seyahati, atılacağı maceraları, kuracağı saltanatı ve dillere destan olacak namını kafasında daha rahat evirip çevirebilmek için bahçelerindeki incir ağacının üstünde bulunan ağaç evine çıkmıştı. Ağaç evin tavanında mevcut dörtköşe ve camsız bir pencereden açık geceler ipil ipil yıldızlar, seyyareler, sabiteler ve yüzlerce galaksi görünürdü. Hava eğer kızıla çalmış da yaz yağmuru çiselemeye başlamışsa varsın olsun! İskender'in körpe çehresine yağmur damlaları, mahir bir masör ustalığıyla tıp tıp tıp düşerdi. Bu gece İskender, yarın sabahı tefekkür ededurduğu için uykusu kaçtığından, annesinin yatağına geç ihtarına uymayarak ağaç evinde kalmaya devam etti. Hem çıkınını bohçasını hazırlamıştı bile. Buradan kaçmak daha kolay olacaktı. Gece yarısı önceleri uzaktan duyulan birtakım belirsiz tıslamalara irkildi. Sesler gitgide yaklaşınca kafasını dışarı uzatıp etrafı erkete etmeye başladı. İşte üç beş andavallı keko, birinin peşisıra var güçleriyle koşuyor, onu vurup düşürmeye çalışıyorlardı. Kaçan herif evlerinin bulunduğu köşeyi dönünce etrafı şöyle bir dikizleyip İskenderlerin duvarına bir şey sıkıştırdı, koştu gitti. İskender'in orada olduğunun elbette farkında bile değildi. Diğerleri de öyle. Berikinin peşinden süratle kıçlarına topuk kombosu yapa yapa seğirttiler. Horantalar uzaklaşınca İskender usulca ağaç evinden duvarın üstüne indi. Yere atladı, adamın sakladığı şeyi bulup çıkardı ve heyecanla ağaç evine geri tırmandı. Okudukları onu ikna edemiyor, gözlerine inanamıyordu. Aman ya rabbi! Anlayabildiği kadarıyla bu bir şehzade hilyesiydi. Üstelik, Allah'ım üstelik betimlenen kişi sanki İskender'di! Evvela isim benzerliği. Sonra aynı kızıldan turuncuya çalan saç, aynı yayvan burun, hafif çekik gözler, buğday beniz ve pembemsi kahverengi çiller!
Hemen bohçasından bir el aynası çıkarıp kendini kontrol etti. Evet, görüntüsü bildiği gibiydi. Hemen bütün bu uyuşmanın, denkliğin bir tesadüf eseri olabileceğini düşündü. Fakat Asitane'de kendi yaşında ve bu vasıfları haiz kaç yeniyetme vardı ki? Bir tane daha mı? İki, üç? Akabinde hayallerini tahmin edebilen birinin gaddarca bir oyunudur diye aklından geçirdi. Fakat, mirim, az evvel sokakta bir can pazarı vardı! Artık yaşananları öğrenmenin tek bir yolu mevcuttu. Anne ve babasından münferit gerçekleri ve mutlak hakikati öğrenmeliydi. Bunun için evvela deniz sergüzeştinden vazgeçmeliydi! Varsın vazgeçsin, çünkü şayet öğrendikleri sahih ise… Allaaaah, Ulu Sikender olmak için onca zahmete girmeye hiçbir lüzum kalmayacaktı! Gidecek, halihazırdaki padişahın karşısına dikilecek, "Bre bana bak ihtiyar, ben senin kardaşınım!" diyecek, hiç değilse veziriazamlığı kapacaktı. Sonrası gelirdi zaten. Öte yandan meğer zannında yanılıyor olsun, o zaman da yarın sabah pılı pırtıyı toplayıp denize açılsa içinde kalacak ukdeleri, daha varolmadan, yok etmiş olacaktı. Padişah dölü olduğu için akıllı ve dirayetli bir çocuktu. Bunun farkındaydı ve gurur duyuyordu. Bu sebeple asaletine yakışır şekilde zekice hareket etti. Ebeveynine hiçbir şeyi doğrudan sormadı. Her şeyi biliyormuş gibi konuşarak ağızlarını aradı. Evvela kahvaltısını, masaya kurum kurum kurularak, hindi gibi şişinerek etti. Sual eder bakışlarla suratına möm möm bakan anne babasına "Ee canlar, sizce de emaneti iade etmenin zamanı gelmedi mi?" misillü imalı ve kinayeli laflar etti. Sonra mektebe gitmeyeceğini söyledi. Hikmetini sorduklarında "Çünkü bugün her birimizin hayatı külliyen değişecek!" dedi. En nihayetinde annesine emrivakiyle pişirttiği kahvesini evin babasıymış gibi baş köşeye kurularak ve höpürdeterek yudumladı ve baklayı ağzından çıkardı. Söze "Benim sancağa çıkma zamanım geldi. Gidip ağabeyimle konuşacağım." şeklinde girizgah etti.
Uzun bir mırın kırın devresinden sonra cici anne ve cici babası kuş gibi öttüler. Onu, babasının, yani evvelki padişahımızın yakın dostu olan Hızır Efendi kendilerine emanet etmiş ve şehzade taht yaşına erişince çıkageleceğini söyleyerek uzuun bir yolculuğa çıkmıştı. Takdir edersiniz ki İskender efendimiz Hızır'ı mızırı beklemek niyetinde değildi. Gidip ağabeysi ile konuşacak, saltanattaki anasının ak sütü gibi helal hakkını istirham ediverecekti! Cici ebeveyni ona işin tehlikelerini hatta kaçınılmaz akıbet olan iplenmemek yahut ikna hasıl olursa zalimce boğdurulmak neticesini uzun uzadıya anlattı. Böylece İskender efendimiz de beklemeye karar verdi. Boyun bükecek, taş tahta oturacak, taç diye başına taş takacak, cariye diye bağrına taş basacaktı! Fakat şu Hızır mı mızır mı ne karın ağrısıysa kimbilir ne zaman gelirdi? Bir ay, bir sene, on sene? Belki de ölmüş yahut onulmaz bir felakete uğramış, iflah olmaz bir musibete düçar olmuştu. Ya hiç gelmezse!?