Bilenler bilir, Konstantiniyye nüfusunun kahir ekseriyetinin Çin'i ancak Kaf Dağı gibi hayali bir memleket zannettiği sıralar Cet Li, bu masalsı memleketin rutubetli ve sisli puslu köylerini gezip karnı sırtına yapışık çiroz, cılız, telmaşa, çıtkırıldım, kındım kındım ve hatta karı kılıklı çocukları topluyordu. Fedailerini bu sosyal sınıftan intihap etmek istemesindeki sır gayetle basitti. Ölümün eşiğinden, açlığın ve umutsuzluğun kuyusundan çekip aldığı bu insan evlatlarında öyle bir minnet duygusu uyandıracaktı ki keyfi bir buyruk için bile gözlerini kırpmadan canlarını verecek kıvama geleceklerdi. Delikanlılar, önceleri çok uzun bir zaman, Cet Li Usta'nın kulübesinin çitlerini boyadılar. Hem de defalarca ve tek ayak üstünde. Sonra sonra sebat ve tahammül etmeyi iyice kavrayıp çelik gibi birer irade edindiklerinden ustanın engin yakın dövüş tekniklerini ve ekipman kullanım yöntemlerini öğrenme şerefine nail oldular. Artık şahin, porsuk, timsah gibi isimleri olan basit vuruşlarla bir koçyiğidin kalbini patlatabiliyor, on iskambil kağıdı fırlatışla yaş bir ağacı kesebiliyor; attıkları necm-i azrail denen, çelik, küçük, silâhî yıldızlarla kalkanları delebiliyor ve doludizgin koşan atlılara üfledikleri iğnelerle felce, dumura ve hatta mevte sebep olabiliyorlardı. Öyle ki nârâları "Allah Allah!", "Ya Allah!" ve "Allahuekber!" gibi mahut gaza nidalarından olmamasına rağmen sanki iman gücüne sahiptiler. Ateş yakmadan günlerce açık arazide hayatta kalabiliyorlar, varlıklarını hayvanata bile sezdirmeyecek denli iyi kamufle olabiliyorlardı. Bununla da kalmayıp o kadar hızlıydılar ki onları gören sayılarını iki katı zannederdi; çünkü her biri aynı anda, hareketin hem başlangıç, hem bitiş noktasında görünebilmekteydi. Cet Li, Şehzade İskender'i zafere ulaştırmak iddiasındaki bu bin kişilik ölüm makinası topluluğuna 'ecel celalileri' sanını uygun gördü. Verilen mühletin sonuna doğru, adamlarının ideal vasıflara ulaştığını görünce Himalayalar nam ulu dağların sarp zirvelerinden birinde kâin bir manastıra kapanan Hızır Efendi'ye ulak yolladı. Hızır Efendi, boyu beş adam boyu olmasına rağmen kütüğü tavşan yavrusu kadar hafif ağaçların diyarında tefekkür ve itikaf maksadıyla bir manastırda inzivaya çekilmişti. Tek ritüeli bir köşede bağdaş kurup hayal kurmak olan garip bir dinin manastırıydı bu. Manastırın avlusunun ortasında Buda ismindeki tanrılarının heykeli bulunuyordu. Bu manastırda kalabilmek için tıpkı mezkur put gibi turuncu kumaştan iki parça ihrama bürünmek, bedendeki kılları büsbütün kazıtmak, gece gündüz oruç
tutmak ve bağdaş kurup orta ve baş parmakları göğe bakacak şekilde birleştirmiş ibadet ederken ommmm diye Allah'ı zikretmek şarttı. Hızır Efendi güzel ahlaklarını, tatlı dillerini nazar-ı itibara alarak zararsız ve munis mahluklar oldukları kanısına vardığı bu insanların şartına uymuş, dış görünüş ve endamını anlattıkları şekil şemaile sokmuştu. Hatta aradan geçen yıllar içerisinde onlar gibi yaşamaya o kadar alışmıştı ki işte memlekete döndüğünde bile hala manastırdaymışcasına takılıyordu. Turuncu libaslardan gayrı bir şey giyse her tarafını hemen hafakanlar basıyor, saçını sakalını uzatmaya kalksa hatır hatır kaşınıyor, öğünlerde bir avuç pirinçten başka bir şey yese mide fesadına uğruyordu. Bu yaşam tarzına öylesine alışmıştı. Bizim buralarda görenlerin derhal mucize ve keramet bildiği iğnelerle tedaviyi, çivili yatakta uyumayı, aylar süren murakabeleri, insanı gırtlağının ispesifik bir noktasına dokunuvererek öldüren kurbağa dili vuruşunu ve daha nice maharetleri de ona işte bu yaşam tarzı öğretmişti. Cet Li'nin ulağını memnuniyetle karşıladı ve Dersaadet'e doğru yola çıkmak üzere ecel celalileriyle buluşmak için manastırdan ayrıldı. İskender; Hızır'ın rahle-i tedrisatından geçtikten sonra Cet Li'yle tanışmış, cenk meydanındaki can pazarında düşmanın gölge zannedip kıllanmayarak kelle kaptırdığı ecel celalilerinin mahiyetine vukuf kesbetmişti. Hızır Efendi, Cet Li ve İskender karargah ittihaz ettikleri Yedikule'de bir mahzende, üzerine Saray'ın krokisi konmuş bir masanın başında gecelerce müzakere ve fikir teatisinde bulundular. Nihayet Saray'ı basmak üzere perşembeyi cumaya bağlayan mübarek bir gece yarısı evvela mahzenden mahzene gezerek Saray'a en yakın sarnıca aktılar, derken yeryüzüne tırmanıverdiler. Yalnız gözleri açıkta kalacak şekilde baştan aşağı siyahlara bürünmüş Ecel Celalileri birer gölge şeklinde Saray'ın taraçalarına, balkonlarına, cumbalarına, pencerelerine, damlarına perende ataraktan sıçradılar, köşeleri tuttular, kapıları çevirdiler. Ne var ki bekçiler çabuk uyanmış, köfteyi hemencecik çakıvermişlerdi. Akıllara ziyan bir cenk başgösterdi… Gökler ölüm indirmede, yer ölü püskürmedeydi! Enkaz-ı beşerin savrulduğu müthiş bir tipi vardı! Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak etrafa sağnak sağnak boşanıyordu! Ecel Celalileri açık ara öndeydi. Cet Li hususi mekanizmalı bir satranç tahtasının başına oturmuş, taşlar yürüdükçe altlarındaki esrarlı mıknatısların çıkardığı belirli frekanslara sahip ses dalgaları vasıtasıyla celalilerle haberleşiyor, onlara emirlerini iletiyordu.
Can aldıkça zevk çığlıkları atan devasa cüsseli savaşçılar alt çeneyi koparan bir necm-i azraille devriliyor, kondüsyon ve hareket kabiliyetleriyle iş gören ufak tefek ve çevik bitirimlerse felç sinirine batıveren bir iğneden mütevellit yerle yeksan oluyor; iskambil kağıtları elleri, kolları, kafaları uçuruyordu! Saray cenahında kimse olan bitenin idrakine varamıyor, gördüklerinin ne anlama geldiğini toparlayamıyordu. Gördükleri tek şey, havada uçuşan yıldızlar, iskambil kağıtları ve koltukaltına, kasığa, kulak arkasına saplanan iğneler ve nihayet "Hiyaa!", "Ha-ayt!", "Kiyaa!", "Fiyuu!" misillü manasız sesler çıkaran, nerede oldukları kestirilemeyecek kadar süratli gölgelerdi. Binlerce yıllık savaş sanatının bambu yapraklarından damlayan aromasıydı onlar! Alamayacakları can, dökemeyecekleri kan yoktu. Tek hamleleriyle kapı gibi bir yiğidin şahdamarını çekip boğazına bağlar, dilinde düğümleyip kravat gibi göbeğine sarkıtırlardı. Onlar Ecel Celalileri'ydi! Ortalıkta kırmızı tonlarının hakim olduğu bir renk şöleni, vahşet karnavalı, sapkınlık lunaparkı vardı. Kandan fıskiyeler, süs havuzları; deniz topu gibi uçan kelleler, rüzgara tutulan pamuk şeker gibi dağılan bedenler; osmanlı macunu gibi kıvamlı, yapış yapış uzayan her türden vücut sıvısı, patlamış mısır gibi kabaran kan köpürcükleri ve gözleme kokusu misali etrafı sarıveren burcu burcu cerahat, barut kokusu ve yoğun kan buharıyla tam bir festivaldi. Derken İskender'i bağrına basıp sırtını sıvazlayarak "Bitti bu iş!" diye sevinen Hızır Efendi'nin yüzündeki bütün neş'eyi silip süpürecek, hatta yerine yılgınlığı oturtuverecek bir hadise vukubuldu. Padişahın Edirne'de olduğu bilinen Hassa Muhafız Bölüğü yetişmişti. Bilindiği üzere, bidayette kapıkulları ufak tefek ve çevik çocuklardan devşirilirdi. Harpte bilek kuvvetiyle değil, süratleri ve çâlâk hareketleriyle sükse yaparlardı. Ne var ki Konstantiniyye'nin fethinde kapı gibi bir babayiğit olan, Ulubat beldesinden Hasan'ın üstün yararlıkları görülünce gergin sinirden ve muazzam adeleden de istifade edilebileceği anlaşıldı. Hassa Muhafız Bölüğü işte böyle yalı kütüğü türünden koçyiğit, fevkalbeşer, pehlivan ki ne pehlivan, rambo kabilinden yüz çılgın yeniçeriden müteşekkildi. Bir pazuları dolgun bir inek genişliğinde, davul ebadında kafalı, titanâsâ tiplerdi. Öyle ki birbirlerinin bıyıklarında barfiks çeker; kışları karargahta her gün sırayla biri ortaya balgam atar, kurumasını bekleyip yakarak ısınırlardı. Zaten padişah efendimiz de onları Edirne'ye geyikleri, karacaları, ceylanları tek hamlede çiğ çiğ yutsunlar da keyifleri yerine gelsin, moral depolasınlar deyü sevk etmişti.
Hassa kapıkulları cenge davranınca Saray'ın pencerelerinden birinde şimdiye kadar sesi soluğu çıkmamış padişah efendimiz de görüldü. Gerçekten de İskender'le aynı yaşta gibi, gepegenç gözüküyordu. Üstelik şu an karşı karşıya gelseler İskender'den ancak elbiseleriyle ayrılırdı. Pişmişayva sarığını, kabâkî çizmeleriyle kombinlemiş; mat lacivert bir çakşır ve kırık beyaz bir mintan giymişti. Palasını tuttuğu koluyla beraber gövdesinin yarısını pencereden dışarı çıkarmış, hassa kapıkullarına hitaben "Koman arslanlarım! Koman yiğitlerim! Sabr ü sebat gösteresüz! Canlu kalana dadlu canın kaptırmadığıyçün yüz, aldığı her yecüc mecüc kılıklu hilkat garibesi kellesiyçün ellişer duka altunu!" misillü nida ediyordu. Hassa yeniçerileri, zaten sabah sporu niyetine güle eğlene çarpışıyordu. Bir de bu vaadi duyunca keyifleri iyice yerine geldi, fütüvvette zıvanadan çıktılar. Ecel celalilerinin hızları ve atiklikleri hiçbir halta yaramıyordu. Oradan oraya hoplayıp taklalar atarak sıçrayan ninjaları, yeniçeriler, sinek yakalar gibi yakalıyor, bir iki silkeleyip yere vurarak telef ve katlediyordu. Hızır Efendi, İskender'i emniyetli bir köşeye bırakmış, sağa sola koşturarak emirler yağdırıyor, bozulmaya yüz tutmuş leşkeri diriltmeye dirgürmeye çabalıyordu. Ne var ki gidişat umutsuzdu. Yeniçeriler nincaları adeta çıtır çıtır yiyor, üstüne çubuklarını tüttürürken necm-i azraillerle dişlerini karıştırıyorlardı. Hatta külhani tabiatlı yeniçerinin biri kavganın ortasında pervasızca poturunun uçkurunu çözmüş, hacetleniyor; bir ecel celalisi üniformasını ise işi bitince taharetlenmek için elinde tutuyordu. Tarihler o gün ecel celalilerinin, palamarı koparıp kaçan üstadları Cet Li hariç olmak üzere teker teker kılıçtan geçirildiğini yazsa da Hızır ve İskender'in akıbetlerinden bahsetmiyor. Velakin muhtelif rivayetler mevcut. Fütursuz bir rivayete göre padişahımız askeri gaza getirmek için pencereye çıkınca beklediği anın geldiğini anlayan Hızır Efendi, Doğu'da öğrendiği marifetleri kullandı. İskender'i koltuğunun altına aldığı gibi pencereye uçtu! Turunculu rahiplerin en gizli sırlarından olan kurbağa dili hamlesiyle, tıpkı bir kurbağanın avını tek dokunuşta haklaması gibi, heyecanla kapışmayı seyreden hünkarımızı temizledi. Ağabeyiyle tek yumurta ikizleri kadar benzeşen İskender ise hünkarımızın kıyafetlerine bürünüp kendininkileri ona giydirdi. Derler ki hünkarımızın yerine geçen İskender ilk iş ecel celalilerini toptan ortadan kaldıran Hassa kapıkullarını cezalandırdı. Hepsini Yedikule'de genişçe bir zındana balık istifi tıkıp aç bıraktı. Biçare yeniçeriler, birazcık daha yaşayabilmek çizmelerini, taşları ve demir
parmaklıkları kemirmek zorunda kaldılar. İskender, kimliğinin açığa çıkmaması için Hızır'la Cet Li'ye makam mevki vermedi ama dostları, akıl hocaları ve musahipleri olarak hep yanında kaldılar. İskender'in emriyle Cet Li yeni bir ecel celalileri timi kurarak Batılıların yüzyıllarca 'savaş meydanında garip frekanslı sesler duyulunca ortaya çıkan' nincaların sırrı üzerine kafa patlatmak durumunda bıraktı. Bir başka söylentiye bakılırsa Cet Li ve Hızır Efendi'yi bedeni işkencelerle kemik bahçesinde ikamete zorlayan padişahımız, İskender'den politik olarak yararlanmak için, körpe boynunu kirişlerle kırdırtmaktan vazgeçmiştir. İskender seneler senesi, çehresini gizleyen bir demir maskeyle Hasoda'nın tam altında inşa edilmiş bir hücrede mahpus kalmıştır. Bir diğer fısıltıya bakılırsa zemine çıktıkları sarnıca geri girip gene mahzenler aracılığıyla olay yerinden ayrılan üçlü nice baturların bahadırların kahpe leylâsı olan dünyadan geçip mevlâya varmışlar; beraber karanlıklar içinde fosforlu gibi parlayan can suyunu ve ezeli hakikati bulmak için Doğu'ya doğru bir yolculuğa çıkmışlardır. Resmi tarihin kayıtlarından ibaret son rivayete göre ise üçü de ecel şerbetlerini yudumlamış, bizzat padişahımızın elceğizleriyle kefenlenip saltanat kayığıyla firdevs-i aşiyana uğurlanmışlardır. Cümle ve kâffenin teshîl-i tefehhümü için lisân-ı âmiyâne üzre âcizlerince biiznillah Konstantiniyye'de işkembe-i kübrâdan itmâm olundu. Kadir-i hakîr ibn-i Haydar Veysel Kadınlarpazârî, Evâsıt-ı Muharrem, sene 1436. Temmet