Bilenler bilir, ravilerce Hızır Efendi hakkında tevarih ve tezkirelerde tafsilatlı bilgi bulunduğu rivayet edilir. Ne var ki biz olanca çabalarımıza ve çürüyüp mosmor olan dirseklerimize rağmen hiçbir kitaptan ayrıntılı bir malumat edinemedik. Zaten bu raviler üfürükçü takımından şeker adamlar olduğundan dinleyiciyle kafa buldukları çoklukla vakidir. Biz belgelerle konuşalım! Hızır'ın Zülkarneyn'in yanında görüldüğü Ahmedî'nin İskendername'sinden, ondan su içinde bin sene öncede geçen Fâhirî'nin Musa ile Yuşa'sından ve İskendername'den bir on asır sonrayı anlatan Tırnovalı Hâşim Bey'in Kazıklı Voyvoda'sından öğrendiğimiz üç maceradan bahsedeceğiz. Rivayet olunur ki bizde Zülkarneyn olarak anılan şahıs, ki alimlerimizce Makedonyalı Megas Aleksandros olduğu hakkında mutabakat mevcuttur, günbatısına doğru yürüyüp güneşin bir balçık deryasının içine battığı ülkeye seyahat ettiğinde yanında Hızır Efendi de vardı. Akabinde yolu doğrultup gündoğusuna gittiklerinde de Hızır Efendi, Zülkarneyn'in maiyetinde bulunuyordu. Beraber ab-ı hayatı arıyor, ölümsüzlüğe koşuyorlardı. Zülkarneyn'in bilinmeyen bir mıntıkada karanlıklar içinden Hızır'ın sevinç seslerini ve kahkahalarını duyup boynunu bükerek yurduna dönmesinden evvelce şarkta bir topluluğa rastgeldiler. Bunlar eciş bücüş, laftan sözden anlamaz, anadan doğma gezen, bücür ve paytak olduklarından hanimiş cinsinden insanlardı. Yalnızca çiçek ve sebze yedikleri için zararsız ve geçimli mahluklar oldukları kolayca anlaşılan bu insanlar; çiğ et yiyen, zalim ve kıyıcı, üstelik kendilerinden de eciş bücüş bir halktan muzdariptiler. Kadınları Yecüc, erkekleri Mecüc ismiyle müsemma bu gaddar zümrenin mezalimi altında inliyorlardı.
Zülkarneyn, bu garibanları zulümden kurtarıp Allah'ın rızasına erişmek arzusunda olduğundan divanını toplayıp konuyu müzakere ve mütalaa etti. Hızır'ın fikrince hareket edip iki halk arasına demir, taş ve bakırdan mürettep bir sed çektiler. İkinci vakaya gelelim. Derler ki Zülkarneyn karanlıklar içindeki Hızır'ın sevinç çığlıklarını duyup ondan ayrıldıktan 'biraz' sonra aynı mahalde gürültüyle tartışan, laf dalaşında bulunan iki kişi Hızır'ı fark edip yanına geldiler. Dediklerine göre yemek için pişirdikleri bir alabalık, az evvel nasıl olmuşsa olmuş canlanarak suya atlayıp yüzmüş gitmiş! Hızır, bir kahkaha daha atıp hemen yanıbaşlarındaki pınara elini sokarak "Bengisu'dur bu, hey yavrum hey!" misillü naralandı. Akabindeyse Hızır'ın delikanlıların akıl sır erdiremeyeceği işler yapıp sonunda bu tecrübesiz gençlerle yolunu ayıracağı bir maceraya atıldılar. Tövbe ıstağfurullah! Üçüncü vukuatsa, ravilere göre şu şekilde gerçekleşti. Derler ki şimdilerde Transilvanya tesmiye olunan Ungurus civarında vaktiyle bir fitne ve kargaşa zuhur etti. Tepeş nam bir kafir, on bine yakın yeniçeri ve sipahiyi kazığa oturtmak suretiyle şehadet şerbetini yudumlamaya mecbur bıraktı. Vakanüvislerimizin Kazıklı Voyvoda deyü yad ettiği bu teresin üstüne derhal irice bir ordu sevk edildi. Ne var ki it oğlu it, ordumuzun karşısına, beraberinde yüzbinlerce yarasa olmak üzere tek başına çıktı! Üstüne üstlük, bununla kalmayan andavallı "Canım, en fazla kazığa oturtulursunuz!" misillü teselli edilen askerleri kanlarını içerek toptan şehitlik mertebesine feci biçimde hoplattı! içe Saray çalkantı içindeydi! İlk defa karşımızda namert ve mariz bir düşman bulunuyordu. Ne var ki beş bin yıllık savaş tecrübemizle derhal bir çare bulduk! Herifçioğlu, Osmanlı tabiplerin iddiasına göre, Pürfurya denilen bir hastalığa müptela olmuştu. Bereket ki alamet-i farikası kişi kanına teşnelik olan bu maraz, mâlül ferdde birer silaha dönüştürebileceğimiz başka hassasiyetler de doğuruyordu. Mesela ışığın ve gümüşün kan içiciler üzerinde tahammülfersâ bir tesiri vardı!
Zamanın padişahı, ışığın ve gümüşün bu gavatı alt etmek için ne suretle kullanılabileceğini gece gündüz tetebbu ededursun, Hızır Efendi saraya çıkagelerek padişahımıza dermanın kendisinde olduğunun iş'ar edilmesini sağladı. İkna olmazsa karşısındaki mendeburun kellesini almayı kafasına koymuş hünkarın aklı Hızır'ın öne sürdüğü sevkülceyşe yatmıştı! Bu taktikle Voyvoda'yı küçük bir birlikle alt etmek mümkündü. Derhal vücudun her tarafını kaplayacak surette tasarlanmış zırh, kalkan, gürz ve kılıçtan müteşekkil iki yüz gümüş savaş takımı üretildi. On bin gümüş mermi döküldü ve beşer adam boyunda elli ayna yaptırıldı. Plana göre Dırakula nam kerestenin hisarı aynalarla kuşatılacak, gün ışığı bu aynalar vasıtasıyla kalenin her tarafına hücum ettirilecekti. Böylece mel'unun firarı engellenmiş oluyordu. Bunun akabinde iki yüz serdengeçti sü, muhasara edilip zaptedilmiş hisarın burçlarına tırmanıp içeri girecek; mucizevi bir maden olduğu artık anlaşılmış gümüşün marifetiyle namussuzu, bazı geceler kapağı nedense açılıveren bir tabuta kefene bile gerek duymayıp peleriniyle koyarak ebedi istirahatgahı cehenneme yollayacaktı. Hızır Efendi hakkında anlatabileceklerimiz bunlardan ibaret. Gene de onun, avam tabakası arasında pek çok efsane ve üstûre dolaşmasına neden olduğunu söylemeden geçmeyelim. Cühela arasında her sıkıştığımızda imdadımıza koşacağı gibi bir inanış mevcuttur. Öyle ki muhayyilesinin kudretinden şüphe olmayan Istanbul halkı, caddelerimizi mahşer meydanına çeviren fayton trafiğinin içinden nasıl olup da sıyrılarak Hızır gibi yetiştiklerini anlayamadıkları için resmi ilk yardım ekiplerine 'Hızır Acil' namını muvafık görmüştür. Rivayetleri naklettiğimize göre asıl meselemize temas edelim. Efendiler, işte hünkârımız sekerâta girdiğinde Manisa Sarayı'ndan yola çıkan şu yaşlıca zat Büyük Şehzade hazretleri efendimizdir. Padişahımız on iki yaşındayken dünyaya geldiği için bazı görenler babasıyla kendisini kardeş, hatta beriki minyon olduğundan Büyük Şehzade efendimizi ağabey zannederlerdi de toparlacık kellelerinden olurlardı. Büyük Şehzade efendimiz, an itibariyle dörtnala Dersaadet'e gelmektedirler. Çünkü elli küsür senedir tûl-i emel ve pederlerine sadakatle bekledikleri taht, sonunda boşalacak gibidir.
Büyük Şehzade efendimizin kılıç kuşanıp tahta çıktığı gibi Şehzade İskender efendimizi boğduracağından, vaktin âkil insanları asla şüphe etmemişlerdir. Zira Büyük Şehzade efendimiz, yaşının farkındadır ve boyunca üç oğlu vardır. Bir beş on sene sonra emr-i Hak vaki olduğunda tahtı torununun evladı yaşındaki karındaşına değil, evlatlarından birine bırakmak arzusundadırlar. Zaten teamüller de Şehzade İskender'i boğazlanmış görmek emelindedir. Fakat tarihin beşeriyeti ters köşe yaptığı, sağ gösterip sol vurduğu, röveşatayla doksana çaktığı vakanüvislerimizce pek çok kez kaydedilmiştir. İşte bugün Büyük Şehzade efendimiz halen berhayat. Üstelik İskender de hayatta. Hem de, arz ettiğimiz gibi, ikisi nerdeyse ayna yaşta ve kanbağı dolayısıyla ikiz gibi görünüyorlar! Varol Irsiyat mühendisliği! Büyük Şehzade Istanbul'a koşadursun biz gelelim Saray'a. Hünkarımız dünya rüyasından ukba gerçeğine uyandığı gece, tam hasodadan böğür dövme sesleri ve ağıtlar duyulmaya başladığı esnada ayak seslerinin duyulmaması için yumuşak sahtiyandan mamül çizmeler giymiş bir adam Saray'ın soğuk koridorlarında telaş ve kayguyla yürüyordu. Durmaksızın yoluna devam ediyor, kimi köşeleri dönmeden önce siperlenip etrafına bakıyor, kimi kapıların önünde fazladan dikkatli davranıyor, kimi pencerelerin önündense görünmemek için Bond nam kefere gibi sürünerek geçiyordu. Serin taş koridorlarda bir çocuğu ve ihtiyarı yoracak kadar yürüdü. Kündekârî işlemeli, neftî bir kapının önünde durdu. Çipil gözlerini kısıp etrafına baktı ve kapıyı tıklatmaksızın içeri girdi. Nohudî perdeleri sıkı sıkıya kapalı odanın ortasındaki ceviz beşikte şehzade İskender efendimiz mışıl mışıl uyuyor, yanında hâlâ kireçlenmemiş dizlerinin üstüne oturmuş Hızır Efendi cenapları ise beşiği hafifçe sallayıp efendimizin gülcemalini temaşa ediyor, bin diyarda öğrendiği bütün duaları mırıl mırıl okuyup duruyordu. İki şakağından uzayan zülüfleri bir o yana bir bu yana sallanı sallanıveren haberci içeri girince Hızır başını çevirdi. Haberci "Karargâh-ı enbiyâdan malikhane-yi Hüdâ'ya sefer eyledi." diyerek hünkarımızın irtihalini bildirdi. Dalgınlığından olsa gerek Hızır Efendi duymayıp "Hea!?" diye dönünce zülüflü "Öldü yahu, öldü!" diye hışımla fısıldadı. Hızır, hiç acelesi yokmuş gibi kuru bir "Allah rahmet eylesin." dedikten sonra ayağa kalktı, adama "Sen etrafı kolla, ben şehzademizi alayım." dedi.