tasarım, sanat ve fikir kütüphanesi l ı b ra ry o f d es ı g n , a rt a n d ı d e a
ücretsizdir ve altı ayda bir çıkar.
f o r f ree a n d p u b l i s h ed ev ery s ı x m o n t h s .
vol. 21
kış
2019
wın ter
SA HIBI // PU BLISHER
Ersa Mobilya San. Tic. A.Ş. ersamobilya.com
YAY I N YÖN E T MEN I
Ç E V I R M E N // T R A N S L A T O R
Aydan Açıkalın
// P U B L I C A T I O N D I R E C T O R
Yalçın Ata
K A T K I D A B U L U N A N L A R // C O N T R I B U T O R
E D I T Ö R // E D I T O R
Candan Durusöz Akgün, Melike Bayık, Sena Özışık
Şener Yılmaz Aslan K A PA K I L L Ü S T R A S Y O N U // C O V E R I L L U S T R A T I O N
Meryem Server Özel
M E T I N E D I T Ö R Ü // T E X T E D I T O R
Merve Aktaş
T A S A R I M // D E S I G N
Şener Yılmaz Aslan
Y A Y I N T Ü R Ü // P U B L I C A T I O N T Y P E
Ücretsiz - Periyodik For Free - Periodical
I L E T I Ş I M // C O N T A C T
Ord. Prof. Kerim Gökay Cad. No:60 Çamlıca/ Üsküdar / İstanbul boxinaboxidea.com
T A S A R I M U Y G U L A M A // D E S I G N A D A P T E R
Aslı Yazan
İÇİN DEK İLER // CON T E N T
4 - Dhoku // 10 - Studio Fav. // 16 - Olması Gerekene U laşmak // 20 - Ma i izen 24 - Unutma Bahçesi // 34 - Şehr in Lezzet Durak lar ı: Esnaf Lokantalar ı
Box in a Box Idea
Box in a Box Idea, mobilya alanında uzmanlaşan Ersa’nın
Box in a Box Idea was born in 2011 as an architectural concept representing
mimari bir konsept olarak 2011 yılında doğdu. Yalın Tan Jeyan
which has become an expert in the furniture sector. Involved in the interior
mühendislik yeteneğini ve esnek üretim altyapısını temsil eden Ülkü İç Mimarlık imzasını taşıyan iç mimari konseptinde yer
alan “Box in a Box” fikri, dijital dünyada interaktif alanlara yer
verme isteğinden yola çıkarak, farklı bir yöne evrildi. 2012 yılında,
yerli ve yabancı tasarımcıları buluşturan en büyük sosyal platform olma vizyonuyla, Türkiye’nin tasarımcılara özel ilk sosyal ağı
BoxinaBoxIdea.com ve Box in a Box Idea dergi hayata geçirildi. Zamanla farklı akımlara da kucak açan proje; müzik, fotoğraf,
video enstalasyon projelerini destekledi; öğrencilerin kendilerini geliştirmelerine olanak sağladı, sanatçıların kendilerini ifade
edebilecekleri bir saha açtı. Mimariden endüstriyel tasarım ve
modaya, grafik tasarımdan fotoğraf ve müziğe kadar uzanan geniş bir yelpazede amatör ve profesyonel sanatçıları bir araya getiren
Box in a Box Idea, kültür-sanat alanında Türkiye’nin en büyük sanal kütüphanesini oluşturma hedefiyle yoluna devam ediyor.
the infrastructure of flexible production and high engineering skills of Ersa, design concept that holds the signatures of Yalın Tan Jeyan Ülkü Interior Design, “Box in a Box Idea” has evolved into a different path, emerging
from an idea to give a place to the interactive areas in digital world. With
the vision of being the biggest social platform to bring the designers together
in 2012, BoxinaBoxIdea.com, the first social network special for the investors of Turkey, and Box in a Box Idea periodical were materialized. Embracing the different trends in the course of time, the project has supported the
projects of music, photography, video installation; has allowed the self-
development of the students and has created an area where the artists can
express themselves. Bringing together the amateur and professional designers in every area ranging from architecture to industrial design, from graphic design to photography and music, Box in a Box Idea is continuing its
journey with the aim of creating the biggest virtual design library of Turkey in the field of art and culture.
MODERN CHIC LELA Sofa Designed by Claudio Bellini Çağdaş tasarımı ve konforlu yapısıyla ayrıcalıklı bir oturma serisi olan Lela, modüler yapısı sayesinde kullanıldığı mekana mükemmel bir uyumla dahil oluyor. With its contemporary design and comfortable structure, Lela is a privileged seating series, and thanks to its modular structure, it is in perfect harmony with the interior.
ERSA IN SHORT KISA KISA ERSA
BASE 2018 10 Binin Üzerinde Ziyaretçiyi Ağırladı
Türkiye’nin dört bir yanından yeni mezun sanatçı adaylarını 20-23 Aralık tarihleri arasında Galata Rum Okulu’nda sanatseverlerle buluşturan, Ersa’nın mimari tasarım ve mobilya sponsorluğunu üstlendiği yeni nesil sanatçı platformu BASE ikinci yılında da 10 binden fazla sanatsever tarafından ziyaret edildi.
Base, which allows bringing together around Turkey’s newly graduated young artists and art lovers, took place between December 20-23 in Galata Greek School. BASE, a new generation artist platform sponsored by Ersa for architectural design and furniture, was visited by more than 10 thousand art lovers in its econd year.
Ersa’nın İlk Ev Mağazası HOM Design Center’da Açıldı
Kuruluşunun 60. yılında çalışma mekânlarının yanı sıra yaşam alanlarında kullanıcısıyla buluşan Ersa, değerli tasarımcı iş birlikleriyle geliştirdiği yeni yaşam serisi Ersa Life ile İstanbul’un yeni mobilya merkezi HOM Design Center’da kullanıcılarıyla buluşuyor.
In the 60th anniversary of its establishment, Ersa meets with its users in the living spaces, and with the series Ersa Life, developed with valuable designer collaborations in the HOM Design Center which is the new furniture center of Istanbul.
15. CNR İMOB Fuarı 22-27 Ocak’ta CNR EXPO Yeşilköy'de Ersa yeni yaşam serisi Ersa Life ile 22-27 Ocak 2019 tarihleri arasında dünyanın en büyük üç mobilya fuarından biri olan CNR İMOB Uluslararası İstanbul Mobilya Fuarı’nda. Bu yıl 15’inci kez kapılarını açacak olan fuar CNR EXPO Yeşilköy'de gerçekleşecek.
2 // say ı 21 · 2019 kış
Ersa's new life series Ersa Life will be at the CNR İMOB International Istanbul Furniture Fair, which is one of the three largest furniture fair in the world, between 22-27 January 2019. The fair, which will open its doors for the 15th time this year, will take place in CNR EXPO Yeşilköy.
Ersa Ankara’da Yeni Mağazasını Officium Beytepe’de Açtı
1958 yılında Metin Atabey Ata tarafından Sivas’ta bir metal atölyesinde temelleri atılan ve bugün Ankara'da 60 bin metrekare alan üzerinde üretim yapan Ersa, hem ofis hem ev konseptinde karma mağaza kurgusuyla kullanıcısıyla buluşacak Ankara’daki yeni mağazasını Officium Beytepe’de açtı.
Ersa, which was founded in 1958 by Metin Atabey Ata starting off as a small metal workshop in Sivas and currently makes production on 60 thousand m2 area in Ankara, opened its new store in Ankara at Officium Beytepe to meet its users with its mixed store setup in both office and home concept.
NEW FAVORITE WALK Wardrobe Designed by Ersa R&D+Design Team Kullanıcının ihtiyaçları ve mekana göre modüler bir yapıda tasarlanan Walk, kıyafetler ve aksesuarlar için özel kurgulanan depolama alanları ve orta alan adasıyla her detayda farklılaşan bir elbise dolabı. Designed in a modular structure for its user’s needs and interior place, Walk is a wardrobe that differs in every detail with the storage areas specially designed for clothes and accessories.
DHOKU
Ailesinden teslim aldığı ve üçüncü kuşağa taşıdığı halı ve kilime olan tutkusunu EthniCon Vintage ve Dhoku markaları altında Türkiye ve dünyanın pek çok farklı yerinde kullanıcısıyla buluşturan Memet Güreli ile Kapalı Çarşı ’da Takkeciler Sokak’ta yer alan ve yılların el emeğini sığdırdığı markası Dhoku’yu, özel üretim tekniklerini ve Ersa’nın yeni yaşam serisi için geliştirdiğimiz iş birliğini konuştuk. 4 // say ı 21 · 2019 kış
Memet Güreli, the third generation that carries on his family’s passion for carpets and kilims, brings them to Turkish and international customers under the EthniCon Vintage and dhoku brands. In an interview with Mr. Güreli in one of his shops in the Grand Bazaar, on Takkeciler Street, we talked about his brand dhoku, the product of years of craftsmanship, as well as special production techniques and his partnership with Ersa for a new life series.
Fotoğraf | Photograph: Şener Yılmaz Aslan
El yapımı kilimler için gerçekleştirilen kapsamlı üretim sürecini kısaca bizimle paylaşabilir misiniz? Farklı koleksiyonlar üretiyoruz ve yapım aşamaları değişik oluyor. Genel anlamda ifade etmek istersek, tasarım açısından yaptığımız iş köprü olmak. Yerel olan ile çağdaş olan arasındaki köprü. Bazı ürün gamlarında yıllanmış el dokumaları ve halıları Anadolu'nun değişik yerlerinden toplanıyor. İstanbul'daki atölyemizde biz bu dokumaları temizliyor, yırtıklarından, deliklerinden, lekelerinden arındırıyor ve eldeki bu muhteşem mirastan modern kompozisyonlar üretiyoruz. Takdire değer olan bu dokumaların bizzat kendileri ve biz aradaki "harmancı" görevi ile bunları günümüzün mekânlarında kullanılır hale dönüştürmeye gayret ediyoruz. Buna bir geri dönüşüm işidir de diyebiliriz. Dhoku kilim ve halısı ile geleneksel dokuma tekniğine küçük değişiklikler ekleyip, yine bu köprü olma anlayışıyla kendi desenlerimizi tasarlıyoruz ve bunları kendi tezgâhlarımızda hayata geçiriyoruz. EthniCon markamızla başladığımız köprü olma işini devam ettiriyoruz. Malzemeleri, desenleri, renkleri hatta ölçüleri bugüne uyarlamaya çalışıyoruz. Halı yapım endüstrisinde kariyerinize başlarken ilham kaynağınız neydi? Sadece halı üretiminde değil genel olarak bizim hayata bakışımız yerel ve gelenekselden gelip çağdaşa uzanmaya çalışmak. Ve bu bakış yaptığımız her işe de yansıyor. İlham kaynağımız da buydu doğal olarak. Markanız, halılarınızın yapıldığı yerel toplulukları nasıl destekliyor?
İstanbul’da kendi bünyemizde bir atölyemiz var. Burada bazı koleksiyonların hemen hemen bütün aşamalarını, Ege’deki tezgâhlarımızda dokuduğumuz halı ve kilimlerin de yıkama, bitirme işlemlerini vb. yapıyoruz. Burası aynı zamanda kardeş firmamız Halı Bakım Atölyesi. Müşterilerimizin halıları ile ilgili bütün sorunlarını çözdüğümüz, halılarının yıkama işlerini, saçak, kenar bakımlarını yaptığımız, aile yadigarı halı ve kilimlerinin restorasyon işlerini yürüttüğümüz yer. Bizim işlerimiz, üretim aşamalarımız ve sözünü ettiğim yıkama-bakım işleri hep ustalık gerektiren, yetenekli ve tecrübeli ellerde bitirilmesi gereken süreçler. Ustalarımızla uzun süreli çalışıyoruz. Kısa vadeli, gelip geçici çalışmalar bizde olmuyor. Her biri kendi alanında yetkin, uzun yıllardır bünyemizde bulunan ustalar. Bununla birlikte Anadolu’da dokuma tezgâhlarımızda çalışan yetkin dokumacılarımız var. Hep birlikte Türkiye’de sönmeye, bitmeye yüz tutan el dokumacılığını devam ettirmeye çalışıyoruz.
yerimizi kaptırıyoruz diyebilirim. Bu çok meşakkatli bir süreç ve bizim gibi ülke içinde el dokumasına devam eden az sayıda firma var.
Meslek hayatınız boyunca sizi en şaşırtan olay neydi?
Ailenizin bu sektördeki üçüncü nesil temsilcisisiniz. Bu işi aile büyüklerinizden teslim aldığınızda öğrendiğiniz ve sizin için önemli olan tavsiye neydi?
Patchwork koleksiyonumuzu yurt dışı pazarlar için üretmiştik. İç piyasaya sunmaya ile ilgili bir fikrimiz yoktu ancak iç piyasadan hiç beklemediğimiz olumlu bir tepki aldık. Bu benim için hesaplanmamış, çok şaşırtıcı bir durumdu. Konu dokuma halı olduğunda, Türkiye dünya genelinde nasıl bir sıralamaya sahip? Yüz yıllardır ilk sırada olduğumuz el dokumasında yavaş yavaş gerilere düşmeye başlıyoruz. İran ve Hindistan’a
Koleksiyonunuzdaki en özel ürün hangisi? Özelliği nedir? Koleksiyonumuzdaki en özel ürün dhoku kilim ve halı. Kendine has özellikleriyle bu iki dokuma eşsiz diyebiliriz. Dhoku ve Dhoku Rug başından sonuna bizim üretimimiz olan, kullanılan ipin türü ve kalınlığından, dokuma tekniğine, dokusuna, desenine, renklerine kadar tek tek düşünüp tasarladığımız, ne teknik, ne de desen-renk açısından herhangi bir yöreye ait olan ürünler. Desenleri oluştururken çok değişik kültürlerden esinlenebiliyoruz. Bazen Osmanlı bazen Orta Avrupa veya Afrika… Ancak dokuma yönünden çıkış noktamız hep Türkiye oluyor. Her Dhoku’nun bir köşesine de bir martı koyuyoruz. Bu beyaz martı, bizim ve İstanbul’dan çıkan Dhoku kilimimizin imzası oluyor.
Ailem ticari ilişkilerinde hep güvene dayalı, uzun vadeli işbirlikleri geliştirmiştir. Benim de aldığım en önemli öğüt ve ders budur. Dhoku’nun başarısı Türkiye’yi aşmış durumda. Halılarınız ABD, Avrupa, Japonya, Orta Doğu, Güney Afrika ve Avustralya gibi pazarlardan alıcılar bulabiliyor. Bu başarınızı neye bağlıyorsunuz?
issue 21 · 2019 w ınter // 5
Bir başarı söz konusu ise, bu tamamen evvelce sözünü ettiğim yerel ve geleneksel olanı evrensel olana aktarma çabasının bir sonucu olmalıdır. Dhoku’nun sürekli kendini yenileyen, güncelden beslenen ama geleneklerini de unutmayan bir yapısı var. Çağdaş olan ile gelenekseli harmanlarken sizin için önemli olan nedir? Geleneksel ve yerel olanı çağdaş olanla harmanlarken dikkat ettiğimiz en önemli nokta yerel olanın yeni bir kopyasını üretmek değil, o ruhu günümüze taşımaya çalışmak. Geleneksel olanın “bizce” çağdaş bir yorumunu yapmak… Ve hep bu iki dünyaya birden ait olmak… Ersa ile yollarınız markanın yeni ev serisiyle kesişti. Ersa ile Dhoku zanaatın değeri, iyi tasarımın gücü gibi birçok yönden ortak hassasiyetlere sahip. Sizin için zanaat ve tasarım ne ifade ediyor? Zanaatın gelişen teknoloji ve tekniklere rağmen önemini koruyacağına ve hayatta kalacağına inanıyor musunuz? 6 // say ı 21 · 2019 kış
Evet, benzer anlayışları ve hassasiyetleri olan iki yapının yolları kesişti ve umarım çok başarılı da olacak. Zanaat ustalık demek… Usta-çırak ilişkisinin yılların imbiğinden geçerek son noktaya ulaşması ve konusuna hâkimiyet... Bir tasarımın iyi olması için uygulanabilir olması gerektiğini düşünüyorum. Usta bizim işimizde tasarımı hayata geçiren kişi oluyor ve genelde sadece elleri ile makine kullanmadan çalışıyor. Öte yandan tasarımcının kullanacağı malzemeyi, dokumanın türünü, nelere el verip vermeyeceğini iyi bilmesi, bu anlamda kendisinin de bir usta olması gerekiyor. Uzun süreler birlikte çalışılınca, usta tasarlanan işte hangi sonucun alınmaya çalışıldığını, tasarlayan kişinin neyi amaçladığını ve dolayısı ile nasıl bitirirse istenen sonucun çıkacağını içselleştirmiş oluyor. Sonuçta iyi iş tasarımcı ve ustanın uyumu ile kotarılıyor. Teşekkür ederiz. Biz teşekkür ederiz.
Please tell us about the comprehensive production process that goes into handmade kilims. We create a variety of collections, which go through different production processes. Generally speaking, what we do is be the bridge in terms of design. The bridge between the local and the contemporary… The aged handwoven fabrics and carpets in some of the product lines are curated from different parts of Anatolia. We clean them in our atelier in Istanbul, get rid of tears, holes and stains and create modern compositions from this magnificent heritage. Taking the handwoven materials, we act as a “blender” and strive to transform these praise worthy rugs and carpets into items that can be used in today’s living spaces. We can say that it is a kind of upcycling. For dhoku rugs and carpets, we add small changes to the traditional weaving technique and create our own designs based on our approach of being a bridge, bringing them to life on our own looms. With our EthniCon brand, we
take this concept of being a bridge further. We strive to adapt materials, patterns, colors, and even dimensions for today. What was your inspiration when you started your career in carpet making industry? Our approach to not only carpet making but life in general is to start from the local and traditional and attain the contemporary. This perspective reflects on everything we do. Naturally this was our inspiration. How does your brand support the local communities that make your carpets? We have an in-house atelier in Istanbul. This is where we carry out almost all stages of some collections as well as the washing and finishing, etc. processes of the carpets and kilims woven on our looms in the Aegean region. Our sister company, the Carpet Care Atelier is
issue 21 · 2019 w ınter // 7
also located here. This is the place where we solve the problems of our customers regarding their carpets, do the washing, fringe and edge care of carpets and restore heirloom carpets and kilims. Our work, production stages and the washing and care work I mentioned are all processes that need to be finished in the hands of skilled and experienced craftsmen. We work with our craftsmen on long-term basis. Meaning that we don't have people doing short-term, temporary work. Our craftsmen are all experts in their specific fields and have been with us for many years. We also have skilled weavers working on our looms in Anatolia. Together, we strive to carry on the hand weaving tradition, which faces extinction in Turkey. What was the most surprising incident that you encountered in your career? We actually aimed to produce our patchwork collection for the foreign market, we didn’t think that we would release them to the domestic market; however, it got a very positive reaction from Turkey too. It was an unexpected and surprising result for me. When it comes to woven carpets, how does Turkey rank worldwide? We are gradually falling behind in hand weaving, in which we were the leaders for hundreds of years. I can say that we are losing our position to Iran and India. This is a very laborious process and there are very few companies that continue handweaving like we do in the country. What is the most exclusive product in your collection? Why is it so special? The most exclusive products in our collection are dhoku kilims and carpets. We can say that these two weaves
8 // say ı 21 · 2019 kış
are unparalleled due to their unique properties. dhoku kilims and rugs are entirely our own production; they are products that we design by considering every detail from the type and thickness of the yarn we use to the weaving technique, texture, pattern and colors and in terms of technique, patterns and colors, they do not belong to any specific region. When creating patterns, we can draw inspiration from many different cultures. It can be Ottoman at times, Central Europe or Africa at others. But in terms of weaving, our starting point is always Turkey. We place a seagull motif in one corner of every dhoku kilim and carpet. This white seagull represents our signature as well as the dhoku rugs that come out of Istanbul. You represent the third generation of your family in this industry. What was the recommendation that you learned and valued from your elders when you took over the family business? My family has always developed long-term commercial relations built on trust. That is also my most precious recommendation and lesson I’ve got learned thanks to them. Dhoku’s success has transcended borders. Your carpets are demanded by buyers from a variety of markets including the US, Europe, Japan, Middle East, South Africa and Australia. What do you owe this success to? If there is a case of success, then it should be the result of the efforts to translate the local and the traditional to the universal. Dhoku constantly renews itself as it feeds on the contemporary but never forgets its traditions. What is essential to you in fusing the contemporary with the traditional? The most important point that we pay attention to when
fusing the traditional and the local with the contemporary is transporting that spirit to the present, not making a new replica of the local product. Interpreting the traditional in a contemporary style that is “ours”. And always belonging to both of these two worlds. Your paths crossed with Ersa for the brand’s new life series. Ersa and dhoku share some common sensibilities such as the value of crafts and the power of good design. What to crafts and design mean to you? Do you believe that arts and crafts will prevail and survive despite developing technologies and techniques? Indeed, the paths of two companies with similar approaches and sensibilities crossed and I hope the partnership will be very successful. Craftsmanship means being the master of one’s art. It means reaching the ultimate destination in the master-apprentice relationship distilled over many years and becoming the master of one’s subject. I believe that in order for a design to be good, it should be applicable. In our line of work, the craftsman is the person who brings the design to life and who usually works only with his/her hands without any using machinery. On the other hand, the designer needs to be knowledgeable about which material to use, the type of weaving, how and where he/she can lend a hand, and in this sense be a master as well. When the designer and the craftsman work together for long periods of time, the master understands the intended result of a design, the designer’s aspirations and therefore how to achieve the end result. In the end, a good work can only come to life when there is harmony between the designer and the craftsman. Thank you so much. Thank you!
issue 21 · 2019 w ınter // 9
STUDIO FAV.
Fotoğraf | Photograph: Şener Yılmaz Aslan
Yaşam alanları ve ortak alanlar için aydınlatmadan, aksesuara parlak, şiirsel ve cesur tasarımlara imza atan Studio Fav. markasının kurucuları mimar İlkay Ala ve tasarımcı Duygu Karakaş ile marka hikayeleri ve Ersa Life üzerine... Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? Studio Fav. markası altında bir araya gelene kadar neler yaptınız? Studio Fav. markası 2015 yılında mimar İlkay Ala ve tasarımcı Duygu Karakaş olarak özgün, yenilikçi ve zamansız tasarımlar ortaya koymak hayaliyle kurduk. Studio Fav. markası kurulmadan önce İlkay Ala mimari projelerini simdi de olduğu gibi yürütüyordu, ben ise kurumsal alanda çalıştıktan sonra Almanya’da tasarım eğitimi gördüm. İkimizi de yeni ve özgün tasarımlar çok heyecanlandırıyordu, kendimizi tasarım üzerinden ifade etmek gibi bir arzumuz vardı ve ortaya Studio Fav. çıktı. Markayı oluşturduktan sonra ilk adımımız Mimar İlkay Ala’nın 10 // say ı 21 · 2019 kış
projelerinde şıkça yer verdiği “Bloom” apliği son kullanıcıların beğenisine sunmak oldu. Ürün duvar aydınlatmasında zarif bir dokunuş arayan kişiler tarafından büyük ilgi gördü. Ardından, aydınlatma kategorisinde masa lambası, sarkıt ve aplikten oluşan “Ola” serisini oluşturduk. Aydınlatmayı takiben yaşam alanları için mobilya ve aksesuarlar üretmeye başladık. Şu anda 40 parçadan oluşan ve her geçen gün yeni ürünler ile zenginleşen yaratıcı bir ürün gamına sahibiz. Tasarım dilinizi “parlak, şiirsel ve cesur” olarak tanımlıyorsunuz. Bu yaklaşımın çıkış noktasını nasıl anlatırsınız?
Mountain
“Tasarımlarımız yeni bir bakış açısı ve deneyim yaşatması gerektiğine inanıyoruz.” Tasarımın arkasında bir fikir olmasının, kullanıcıya yeni bir bakış açısı, yeni bir deneyim yaşatması gerektiğine inanıyoruz. Bunu zaman zaman alışılmışın dışındaki geometrik formlar ile zaman zaman günlük hayatımızın içinde olan objelerin farklı yorumlarıyla gerçekleştirmeyi deniyoruz. Ürünlerimizde tasarım fikrini yenilikçi, şık bir sadelik içinde kullanıcıya yaşatmaya gayret ediyoruz. Bizim gözümüzde tasarımda farklılaşmak, denenmemişi denemek oldukça cesaret istiyor, hedefimiz ileriki yıllarda bunu daha da yoğun çalışmalarımıza aktarmak. İmza malzemeleriniz pirinç ve mermer. Bunun özel bir nedeni var mı? Pirinç ve mermer hem zamansız hem de kalite vurgusunu sadelik içinde yapmamıza imkân veren malzemeler. İçlerindeki uyumları ise son derece kuvvetli… Farklı desen ve renk alternatifleri sunan mermer türleri ve pirinç tonları ile etkili bir görsellik yakalamamıza izin veriyor. Sizce Studio Fav. hangi tarzdaki mekan kurgularına cevap niteliğinde? Ürünlerimizi genelde evinde çarpıcı ama abartısız bir görsellik yakalamayı hedefleyen kişiler tercih ediyor. Tasarımlarımız modern ve klasik stile de rahatlıkla uyum sağlayabilecek yapıda olduğu için farklı kitlelere de kolaylıkla hitap ediyor.
Quinn
Tasarım ve üretim süreçlerinizden kısaca bahsedebilir misiniz, hangi konular sizin için öncelikli ve vazgeçilmezdir? Fav. koleksiyonları bahsettiğimiz gibi ağırlıkla pirinç ve mermerin kullanıldığı ve bu ikilinin modern ve minimalist formlarda yorumlandığı ürünler içeriyor. Tasarım fikrimizi kaliteli bir uygulama içinde müşteriye aktarmak bizim önceliğimiz ve bu nedenle ürünlerimiz pirinç ve mermer alanında en usta isimlerin ellerinden çıkıyor. Bunun dışında bu yıl seramik malzemesini de ürünlerimizde kullanmaya başladık, en son Le Muguet markası ile bir seramik sehpa serisi çıkardık. Bu yeni malzeme seçimimiz ile yaşam alanlarında daha sıcak, samimi ve renkli bir ton yakalamayı hedefliyoruz. Tasarımlarınız modern ve yenilikçi çizgilere sahip olsa da aynı zamanda bir o kadar zamansızlar. Bu başarması güç bir hedef… Sizin formülünüz nedir? Zamansız tasarımlar oluşturmak birçok markanın olduğu gibi bizim de hedefimiz. Bunu yaparken geçmiş tasarımları yeniden yorumluyor ve geçmiş, günümüz ve gelecek arasında bir bağ kurmaya çalışıyoruz. Bizim açımızdan tasarladığımız ürünleri yalınlık içerisinde kullanıcıyla duygusal bir bağ kurabilmesi çok önemli çünkü ürünleri tasarlarken ve üretirken arzumuz, Studio Fav. ürünlerinin yıllar boyu kullanıcılara eşlik etmesi, yıllandıkça daha çok sevilmesi. Aydınlatma, aksesuar ve mobilya tasarımları yapıyorsunuz. Bu üç kategori arasından en çok zorlandığınız hangisi oluyor? Aydınlatma ürünleri tasarlarken etkileyici bir görsellik
issue 21 · 2019 w ınter // 11
Bee
Ola
kadar işlevselliğe de cevap vermemiz gerekiyor. Ürün tasarımında mekânın özelliklerini göz önünde bulundurmamız, aydınlatma ihtiyacını ne şekilde karşılayacağımızı iyi kurgulamamız gerekiyor. Hem estetiği ve hem işlevselliği ön planda tutmamız gerektiği için aydınlatma hem zor bir o kadar da eğlenceli bir tasarım kategorisi bizim açımızdan. Tasarımlarınız arasında yer alan ayaklı saksı gibi bitki özelinde tasarlanan aksesuarları Studio Fav.’da daha sık görecek miyiz? Yaşam alanlarında bitkinin getirdiği dingin enerjinin bir parçası olmayı çok seviyoruz. “Cherie” pirinç saksıyı tasarlarken ev bitkilerini sergilemenin sofistike ve şık bir yolunu keşfetmeye çalıştık. Bitkilere özel tasarımlarımıza 2019’da ağırlık vereceğiz. 2019’da Studio Fav.’da ne gibi değişiklikler olacak? Ürün ailesi genişlemeye devam edecek mi? Ürün yelpazemizi yeni koleksiyonlar ile genişletmek 12 // say ı 21 · 2019 kış
istiyoruz. 2019’da duvar aydınlatmalarında mermerin daha da ön planda olduğu bir koleksiyon hazırlamak istiyoruz. Bunun dışında seramik ve mermer, sehpalarımızda sık kullandığımız malzemeler. Renk ve formun ön planda olduğu yan sehpaları bu malzemeler ile ortaya koymak gibi bir hedefimiz var. Bir mimar ve tasarımcı olarak Ersa’nın 60. yılında ilk kez kullanıcısıyla buluştuğu yeni yaşam konsepti hakkında neler söylersiniz? Ersa’nın 60 yıllık tasarım tecrübesini ev özelinde yaşam alanları yaratmakta kullanmaya başlamasını çok heyecan verici buluyoruz. Ersa her zaman yenilikçi, tasarıma değer veren, bunun için sektörün önde gelen isimleri ile iş birliği yapan bir marka. Yaşam serinin ürünlerinde de özgün tasarıma verilen değeri yoğun olarak hissetmek mümkün. Bizim için ise Ersa'nın bu yeni döneminin bir parçası olabilmek son derece mutluluk ve gurur verici.
Tria Konsol Flare Ayna issue 21 · 2019 w ınter // 13
The story of Studio Fav. which offers shiny, poetic and bold designs from luminaires to accessories for living spaces and common areas, by the founders of the brand architect İlkay Ala and designer Duygu Karakaş and Ersa partnership for Ersa Life series… Please tell us about yourself. What else did you do before founding your brand Studio Fav.?
Which types of interior design do Studio Fav. creations go well with?
We, İlkay Ala, the architect and Duygu Karakaş, the designer founded the Studio Fav. brand in 2015 with the dream of creating unique, innovative and timeless designs. Even before Studio Fav. was established, Ilkay Ala was doing architectural design work like she still does. Meanwhile I studied design in Germany after working in the corporate world. New and unique designs excited us both, we both wanted to express ourselves through design and so Studio Fav. was born. After establishing the brand, our first step was to offer the “Bloom” wall lighting, which architect İlkay Ala often uses in her architectural projects, to the end users. The product saw great interest from people looking for elegant touches in wall lighting. The lighting category then continued as we created the “Ola” series composed of desk lamp, pendant luminaire and wall luminaire. After luminaires, we started designing and producing furniture and accessories for living spaces. We now have a creative product range of 40 pieces and we keep expanding it with new products every day.
Our products are typically preferred by people looking to achieve stunning yet simple visuality at home. Since our designs go equally well with modern and classic styles, they appeal to different audiences.
You describe your design language as “shiny, poetic and bold”. What is the starting point of this approach? We believe that every design should have an idea behind it and offer the user a new perspective, a new experience. Sometimes, we try to achieve this with unusual geometric forms and at others, through different interpretations of the objects in our daily lives. We strive to bring the design idea to life with innovative and stylish simplicity. To us, setting yourself apart in design and trying what has not been tried before take courage. And our goal is to instill this approach even more in our works in the coming years.
Please tell us briefly about your design and production processes? Which aspects are prioritized and essential for you? As we mentioned, Studio Fav. collections include products featuring mainly brass and marble as well as their interpretations in modern and minimalist forms. Our priority is to convey the design idea to the customer through a quality product and therefore our products come to life in the hands of the most accomplished makers in the field of brass and marble. We also started using ceramic materials in our products this year and most recently created a ceramic coffee table series in cooperation with the ceramic brand Le Muguet. Our aim with this new material choice is to achieve a warmer, cozy and colorful tone in living spaces. Your designs have modern and innovative styles and yet they also look timeless. This is a hard to achieve aspiration … What is your formula? Like many other brands, we aspire to create timeless designs as well. In doing so, we revisit the designs of the past and try to build a connection between the past, present and future. Creating an emotional bond between our designs in their simplicity and the user is very important to us because in design and production we always hope that Studio Fav. products will accompany and be loved by users for years to come.
Your signature materials are brass and marble. Is there a particular reason for this choice?
You design luminaires, accessories and furniture. Which of these categories challenges you the most?
Brass and marble are materials that allow us to achieve timeless and high-quality designs with simplicity. Their inherent harmony is extremely strong… A rich variety of marble patterns and colors as well as different tones of brass enable us to create mesmerizing looks.
When designing luminaires, we need to provide impressive looks as much as functionality. We also need to consider the characteristics of spaces in product design and define how we can meet the lighting needs best. Since we should keep both aesthetics and functionality
14 // say ı 21 · 2019 kış
Cherié
at the forefront, lighting is a challenging and equally fun design category for us. Will we be seeing more accessories for plants like your pedestal flower pot design in Studio Fav.? We love being part of the calm energy that plants create in living spaces. When we designed “Cherie” brass flower pot, we tried to discover a sophisticated and more stylish way of displaying house plants. We will focus on special designs for plants in 2019. What is next for Studio Fav. in 2019? Will the product range continue to expand? We hope to expand our product range with new collections. In 2019, we plan to prepare a collection of wall luminaires with marble as the primary material. We also
use ceramics and marble frequently in our coffee tables. So, we have another goal of creating side tables that stand out with their colors and forms in these materials. As an architect and a designer, what are your thoughts on the new life concept that Ersa debuted on its 60th anniversary? We find it very exciting that Ersa is bringing 60 years of design experience into homes to create living spaces. Ersa has always been an innovative brand that values design and therefore partners with leading names of the industry. It is possible to feel this appreciation of original design in the products of life series as well. We are delighted and proud to be a part of this new era in Ersa's journey.
issue 21 · 2019 w ınter // 15
OLMASI GEREKENE ULAŞMAK
Görselleştirme | Visualization Melih Toklu, Tansu Fidan 16 // say ı 21 · 2019 kış
Antilia Designed by Paolo Piva issue 21 · 2019 w ınter // 17
Yazar | Author Candan Durusöz Akgün Kreatif Danışman, Stil Editörü | Creative Consultant, Style Editor
Nobby Designed by Ersa R&D+Design Team
Olması Gerekene Ulaşmak “Konfor, fonksiyonellik ve estetik” kavramlarının üçünü bir arada bulunduran tasarımlardan bahsetmek geçmiş yıllarda zor olsa da; günümüzde alışkanlıkların değişmesi, teknolojinin ilerlemesi, yenilikçi yaklaşımlar; tüm bu özellikleri kapsayan tasarımları artık mümkün kılmış durumda. Bir dönem evlerin en büyük alanları olan salonların sadece misafirler geldiğinde kullanılıyor olması, geçmişteki alışkanlıklarımızı bize tekrar sorgulattı. Gösterişli ve ergonomiden uzak mobilyalarda geçirilen saatleri anımsayın! Hızlı yapılaşma, şehirleşmenin verdiği sıkıntılar ve bununla birlikte yaşam alanlarını daha küçük metrekarelere sığdırma telaşı, yıllar içinde salon kullanımını tamamen ortadan kaldırdı. Daha akıllıca seçimler yapmak zorunda bırakıldık. Rahatlık ve fonksiyonellik işin içine dâhil olunca tasarımcılar ve markalar; uzun süreli kullanıma uygun, dayanıklı, zamansız ve estetik kaygıyı da taşıyan şık tasarımlara yöneldi. Bunun yanında çevreci yaklaşımlar da kendini göstermeye başladı. Açıkcası konforlu ve ideal bir yaşam alanı için gerekli olan tüm bu ihtiyaçların belirlenme süreci tamamlanıp, eldeki verilerle tasarıma yön vermek kolaylaşsa bile, birçok 18 // say ı 21 · 2019 kış
doneyi bir arada toplayan tasarımlara imza atmak profesyonel olmayı gerektirmekte… 60 yıldır mobilya sektöründe faaliyet gösteren Ersa’nın; ofis rahatlığını ev mobilyalarına taşımasını bu sebebe dayandırmak pek yanlış olmaz sanırım. Teknolojiyi, yenilikçi bir bakış açısıyla nihai tüketiciye üstelik çevre dostu ürünlerle taşıyan Ersa, “Ersa Life” serisinde sadece Türk tasarımcılar ile değil uluslararası tasarımcılarla da iş birliktelikleri gerçekleştirerek, en son trendleri tasarımlarına taşımış görünüyor. Ersa, yaşam alanlarına konfor ve estetik kavramlarını dâhil ederken tasarımlarına artizan dokunuşlar da katarak markanın zanaata verdiği önemi vurguluyor. İtalyan tasarımcı Paola Piva imzası taşıyan “Antilla Sofa”; ergonomik yapısı, istenildiği taktirde kişiselleştirilebilen formu ile dikkat çekerken; yaşam alanlarında en çok vakit geçirilen alanların önceliğinin rahatlık olduğuna vurgu yapıyor. Türk tasarımcılardan Burak Koçak, son dönem trend olan yuvarlak hatların izinden gidiyor ve “Easy Sofa” ile yalın ama bir o kadar konforlu alanlar yaratmanın ne derece önemli olduğunun altını çiziyor. Ünlü İtalyan Mimar, Claudio Bellini’nin tasarımı “Charleston Sofa” ise İtalyan şıklığını yaşam alanlarına artizan bir yaklaşımla taşırken, Ersa R&D, Design Team daha modern ve kimi zaman detaylara gizlenmiş, geçmişe gönderme yapan
Nkys Designed by Burak Koçak
tasarımlarla yeni ve eskiyi ustaca harmanlıyor. Studio Balutto Associati imzalı, karakteristik sırt ve kolçak tasarıma sahip “Polar Lounge” tasarımcının ofis mobilyalarındaki konfor tutkusunu iç mekânlara taşıyor. Ersa’nın imza tasarımlarından biri haline gelen “Follow Me” puf, Toine van den Heuvel’in form ve işlevsellik ortaklığına estetiği dâhil etmesiyle bambaşka bir boyut kazanıyor. Tasarımdaki net ve anlaşılır çizgi her üründe kendini gösterirken, “Ersa Life” serisindeki her bir tasarım birbiriyle kullanım için uygun. Yaşam, yemek ve uyku olarak üç bölüme ayrılan seri, yaşam alanlarının zamansız tasarımlarla, birbiriyle uyum içinde olmasına olanak veriyor. Günümüzde ve bundan sonraki dönemlerde her bir tasarım; “konfor ve fonksiyonellik” ana başlıkları altında toplanacak. Her ne kadar teknoloji, insan faktörünün önüne geçmeye çalışsa da artizan detaylardaki kusursuzluğun şıklığını asla yakalayamayacak!
Reaching That Should Be Even though talking about designs that embrace all three concepts of “comfort, functionality and aesthetics” was difficult in the past, it is now possible to see such designs, thanks to changing habits, advancing technology and innovative approaches. The fact that living rooms – the largest spaces in homes – were once used only as drawing rooms to receive guests made us question our old habits again. Remember all the time spent on ostentatious furniture, which had no concern for ergonomics! Rapid property development, the challenges of urbanization and trying to fit into smaller living spaces have almost eliminated the drawing room function over the years. We were forced to make smarter choices. As comfort and functionality also came into play, designers and brands turned to stylish designs, which are fit for long-term use, durable, timeless and bear aesthetic concerns. Eco-friendly approaches began to emerge as well. Once the process of identifying all these needs, which are clearly necessary for a comfortable and ideal living space, is completed, it becomes easier to give direction to the design with the
available data but creating designs that combine several data still requires being a professional… Ersa, with a history of 60 years in the furniture industry, is now extending the comfort of its office furniture to home furniture and I believe it would not be wrong to use the same reasoning for the company as well. Ersa brings technology with an innovative perspective to eco-friendly products for the end-user. It seems that with the “Ersa Life” series, Ersa has reflected the latest trends on its designs by partnering with Turkish and international designers. In addition to integrating the concepts of comfort and aesthetics into living spaces, Ersa also incorporates artisanal touches into its designs, reaffirming the brand’s commitment to craftsmanship. “Antilla Sofa,” by the Italian designer Paola Piva, captures attention with its ergonomic construction and optional customizable form, underlining that comfort is the priority of areas where we spend most of our time in our living spaces. The Turkish designer Burak Koçak follows the latest trend of rounded lines and emphasizes the importance of creating simple yet comfortable spaces with the curvy “Easy Sofa”. “Charleston Sofa,” designed by the acclaimed Italian architect Claudio Bellini, brings Italian style into living spaces with an artisanal approach while Ersa R&D, Design Team blends the new and the old in more contemporary designs, sometimes with intricate details, that give a nod to the past. “Polar Lounge,” conceived by Studio Balutto Associati and featuring a characteristic back and armrest design, brings the passion of the designer for comfort in office furniture into living spaces. “Follow Me” pouf, one of Ersa’s signature designs, gains an entirely different look as Toine van den Heuvel incorporates aesthetics into the equation of form and functionality. The clean and simple design philosophy is evident in every product in the “Ersa Life” series that can be used in combination with other designs. Composed of three lines – living, dining and sleeping – the series contributes to harmonious living spaces with timeless designs. Today and tomorrow, every single design will be categorized under “comfort and functionality”. And even if technology attempts to outmaneuver the human factor, it will never capture the elegance of perfection in the artisanal details!
Atölye Fotoğrafları | Atelier Photographs: Şener Yılmaz Aslan
MAİİZEN 2014 yılında aydınlatma ve ürün tasarımcısı Ceren Gürkan tarafından kurulan Maiizen, hayatlarını aydınlatma tutkusuyla yaşayanlar için yüksek kalitede el yapımı tasarımlar sunuyor. 20 // say ı 21 · 2019 kış
Founded in 2014 by Ceren Gürkan, Maiizen is a design company specialized in highquality handmade lighting instruments for the people who are passionate to light up their lives.
“Işık hayatımızın kaynağı... Güneş'e dönen çiçekler gibi biz de yüzümüzü ışığa dönüyoruz.” Maiizen isminin doğuşunun sizin için mavi ve zen kavramının bileşiminden geldiğini biliyoruz. Bu iki kavramın sizin tasarımlarınızdaki izleri nelerdir?
Tasarladığınız her ürünün sizin için özel olduğunu tahmin ediyoruz. Fakat oldukça farklı bir forma sahip olan “Time” ürününün bir hikâyesi var mı?
Mavi en sevdiğim renk, biraz kişisel bir tercih. Derin mavinin hem sıcak hem soğuk bir ton ve huzur veren, insanları dengeleyen bir etkisi var. Zen ise insanların hayatlarında huzurlu bir ortam yaratma dürtüsünün en önemli kaynağının ışık olduğunu vurguluyor. Maiizen koleksiyonun herhangi bir parçası bile size yaşadığınız ortamla ilişki kurmanızı sağlayacak hikayeler sunabiliyor.
"Time"ın diğerlerinden farklı bir öyküsü var. Başlıca sebebi ilk tasarım olması. Uzun zaman boyunca koleksiyonun prototiplerini yaptım, vazgeçtim, sonra onu değiştirdim. Kum saati formundan esinlendim çünkü "Time" benim için, Maiizen'in doğumu için beklediğim zamanı temsil ediyor.
Tasarımdan üretime işinizden en keyif aldığınız süreçler hangileri oluyor?
Işığa form vermenin sizin için sihirli bir yaratım süreci olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu süreç sizin için nasıl bir yolculuk oluyor, anlatabilir misiniz?
Fikri ilk bulduğum an, en heyecanlandığım ve üzerine konuşmaya doyamadığım zaman oluyor. Kafamdaki resme üç boyut kazandırdığım, istediğim ayrıntıları tamamladığım ve sonunda "bitti" diyebildiğim zaman durum daha da keyifli bir hal alıyor. Her malzemenin üretim süreci olduğu için her biri farklı bir tat veriyor. Özellikle seramik size yaptığınız şeyin sonucunu en uzun sürede gösteren malzemedir. Fırının kapağını açma anı harika oluyor.
Işık hayatımızın kaynağı... O kadar kuvvetli ki onunla şarj oluyoruz. Güneş'e dönen çiçekler gibi biz de yüzümüzü ışığa dönüyoruz. Işığın etrafında bir araya geliyoruz, ışığın etrafında kutlama yapıyoruz. Geceleri gündüze bağlarken ışık yakıyoruz. Kısacası ışık bir ihtiyaç... Maiizen bu ihtiyacı, ışığı doğadan ve günlük yaşamdan aşina olduğumuz formlara sokarak, gördüğümüzde bizi rahatlatıp mutlu eden objelerle birleştirerek gideriyor. Haliyle ortaya; fonksiyonelliğin görsellikle el ele gittiği, farklı duyguları
ifade eden, aynı zamanda onları yansıtan, ilişki kurulabilen ürünler çıkıyor. Tam da bu sebepten her tasarımın bambaşka bir hikayesi var. Tasarım ve üretim de bir doğum aslında ve biz bu doğum hikayelerini anlatmayı çok seviyoruz. Örneğin koleksiyonumdaki "Space" serisini tasarlarken çocuksu içgüdüleri harekete geçiren gizemli bir dünyadan ilham aldım. "Cocoon" ise ipek böceğinin kozasını yaparken yaşadığı mucizevi doğa olayından çıktı. Işığın uyarıcı etkisiyle içgüdüleri harekete geçirip zihni aydınlatma, hayal gücünü besleme durumu var; bu benim ve Maiizen'in gizli gücü. Aydınlatmanın böylesi iki ayrı boyutunun oluşu beni yeni fikirler üretmek, yeni ürünler tasarlamak için çok motive ediyor. Bir tasarımcı olarak yaratıcılığınızı her daim muhafaza etmeniz ve beslemeniz gerektiğini tahmin ediyoruz. Size ilham verdiğine inandığınız bir ritüeliniz ya da kaçış noktanız var mı? Öncelikle sorunuzu çok beğendim. Bu kadar zamandır bir ritüel oluşturmuş muyum diye düşündürdü. İlham geldiğinde ya hemen çiziyorum ya da not alıyorum. Bazen rutin hayat tıkanmama neden oluyor; rutinimi bozup yapamadığım ya da zaman ayıramadığım şeylere
issue 21 · 2019 w ınter // 21
Rock
yöneliyorum. Resim yapmak, fotoğraf çekmek, sergiye gitmek ya da izlenmek üzere bekleyen filmlerden birini açmak gibi... Beynim önce bir süreliğine duruyor, sonra da yaptıklarımdan beslenmiş olduğunu fark ediyorum ve hemen işe koyuluyorum. Maiizen tasarımları hangi ruha sahip alanların bir parçası olmalı sizce? Maiizen koleksiyonu oluşmaya başladığında parçaların farklı ellerden çıkmış gibi göründüğünü fark ettim. Sanki her biri farklı bir dönemime aitti. Kendimi sıkılgan ve değişken biri olarak tanımlayabilirim, bu özellikler Maiizen'e de yansıdı. İşte bu yüzden her bir parça farklı insan ve alanlara uyum sağlayabilir. Her insanın koleksiyonun içinden en az bir ürünü beğenmesini hedeflemiştim. Aynı zamanda hem maksimalist hem minimalist hem de post modern mekanlarda kullanılabilir olmalarını istemiştim. Umarım başarabilmişimdir. Tasarım hayatınız boyunca size ilham vermiş, şu an hayatta olan ya da olmayan, bir gününüzü geçirmek ve sohbet etmek istediğiniz, tasarımcı/düşünür ya da sanatçı var mı? Ressamlardan Caspar David Friedrich ve resimlerinde ışığı çok güzel kullanan Joseph Mallord William Turner. Ve sevdiklerimden heykeltıraş Auguste Rodin olabilir. Çağımızın değişen yaşam şekilleri ve eğilimlerin etkisiyle giderek endüstriyelleşen sektöre karşın zanaat kültürünün geleceğini nasıl görüyorsunuz? Zanaat ile bağını devam ettirmek isteyen kişilere ne gibi bir tavsiye verirsiniz? Eskiden daha endüstriyel ürünler kullanılıyordu. Tekno22 // say ı 21 · 2019 kış
Mars
loji geliştikçe insanlar el yapımı ürünlere daha çok ilgi göstermeye başladı. Teknolojiyi iyi kullanarak yapılan el yapımı ürünlerin çok daha gözde olacağını düşünüyorum. İnsanlar her şeyi hızlı tüketiyor, o sebeple zanaat ile bağınızı devam ettirmek istiyorsanız el işçiliğine ve usta çırak ilişkisine önem vermenizi öneririm. Kendi işinizin patronu olmak kolay ama başınız sıkıştığında danışabileceğiniz ustalarınızın da olması çok değerli. Koleksiyonunuza yakın zamanda dahil olacak tasarımlar var mı? Varsa onların da ana malzemesi cam, seramik ya da ahşap mı olacak yoksa ileride başka sürpriz malzemeler de karşımıza çıkacak mı? Yakında malzemesi el yapımı cam olan, deniz minaresinden ilham alarak tasarladığım "Pia" adlı bir ürün çıkacak. Bir de her biri benim elimden çıkacak porselen ağırlıklı yeni bir koleksiyon oluşturmak üzerine yoğun bir çalışma içerisindeyiz. Sonraki koleksiyonlarda farklı bir malzeme olarak metal de kullanmayı düşünüyoruz. Kuruluşunun 60. yılında ilk kez ev mobilyası alanında üretim yapan Ersa’nın yeni yaşam konsepti için marka ile iş birliği yaptınız. Maiizen firmasının kurucusu olmanızın yanı sıra başta bir aydınlatma ve ürün tasarımcısı olarak Ersa’nın Yaşam, Yemek, Uyku olmak üzere üç gruba ayrılan yeni yaşam konsepti hakkında ne söylersiniz? Yeni yaşam konseptini ve tasarım dünyasını Maiizen'in çizgisine uygun gördüğümüz için Ersa ile çalışmaktan çok memnunuz. Sadece kurumsal alanlara değil özel mekanlara ve yaşam alanlarına sade dokunuşunu da çok sevdik. Belki Ersa'nın yeni yaşam konsepti ile farklı ürün grupları da oluşturabiliriz. Teşekkür ederiz. Rica ederim.
Cocoon
We know that ‘Maiizen’, the name of your design company, was coined from the Turkish word ‘mai’ (meaning blue) and ‘zen’. How do these two concepts manifest in your designs? Blue is my favorite color, so it’s rather a personal choice. As both a warm and cool tone, deep blue has a calming and balancing effect on people. On the other hand, the zen concept emphasizes that light is the essential source for people’s desire to create a peaceful environment in their lives. Any piece in the Maiizen collection can offer stories that would help you to connect with your surroundings.
when you open the door of the kiln feels wonderful. We presume that each of your designs is special for you. But your design “Time” has quite a distinctive form. Does it have a different story? 'Time' indeed has a different story than the others. The main reason is that it’s a first design. I made prototypes of the collection for a long time, then I gave up and changed it. I drew inspiration from the hourglass form because to me, Time represents how long I waited for Maiizen to be born.
From design to production, which processes do you enjoy the most?
Would it be right to say that giving form to light is a magical process for you? Please tells us about this journey.
The first moment that I find the idea is when I am most excited and can’t stop talking about it. And when the image in my mind takes a three-dimensional form, I add the finishing touches and finally say ‘done’, I find even more joy. Since each material goes through a different production process, each one gives a distinct pleasure. Ceramic, in particular, is a material that takes the longest to show you the result of your creation. The moment
Light is a source of life. It’s so powerful that we are charged by it. Like the flowers turning their faces to sun, we turn our faces to light. We come together around light, we celebrate around light. We turn on the lights as day becomes night. In short, light is a necessity, it’s a need. Maiizen meets this need by shaping it into familiar forms, which we are used to seeing in nature and daily life and fusing it with objects that relax and make us
“Light is a source of life. Like the flowers turning their faces to sun, we turn our faces to light.”
Sun
happy. Naturally, the products of this creation process, in which functionality and visual aspects go hand in hand, express and reflect different emotions, emerging as relatable objects. It is precisely for this reason that each design has an entirely different story. Designing and producing is like giving birth and we love telling these stories of birth. For instance, while designing the Space series in my collection, I was inspired by a mystical world that triggers childlike instincts. Cocoon was born from a miracle of nature that the silkworm goes through as it spins its cocoon. Light, with its stimulating effect, has the power to trigger instincts, enlighten the mind and feed imagination; this is Maiizen’s and my hidden strength. The fact that lighting has these two different dimensions drives me to create new ideas and design new products. We presume that as a designer you should always maintain and feed your creativity. Do you have a ritual or an escape that you feel gives you inspiration? I love your question because it made me think about whether I have created a ritual in all this time. When I feel an inspiration, I immediately draw it or make a note of it. Sometimes the routine of life makes me feel stuck so I break my routine and turn to things that I have not done or set aside time for. Like painting, photography, going to an exhibition or seeing one of the movies on my list… My brain stops for a while and then I realize that I feel nourished by those things that I did and get right back to working. Who do you think Maiizen designs would appeal to in spirit? As the Maiizen collection began to take shape, I realized
issue 21 · 2019 w ınter // 23
that the pieces looked like they were created by different hands. It was as if they belonged to different periods of my works. I can describe myself as an easily bored and frequently changing person and these qualities reflected on Maiizen as well. Therefore, individual pieces can be a good fit for different people and spaces. My goal was to create a collection in which everyone would find something for their liking. I also wanted the creations to be able to fit maximalist, minimalist and post-modern spaces. I hope I have accomplished what I set out to achieve. Any designers, philosophers or artists, dead or alive, that have inspired you and that you would want to spend a day and converse with? Artists Caspar David Friedrich and Joseph Mallord William Turner, who employed light perfectly in his paintings. And sculptor Auguste Rodin, who is one of my favorites. How do you see the future of artisanal culture against a sector that is becoming increasingly industrialized with the influence of changing lifestyles and trends in this age? What would you recommend people that wish to maintain their connection with artisanal crafts? In the past, industrial products were used more. As technology advanced people started to develop an interest in handcrafted products, which I believe will gain popularity, especially when they are of superior technical quality. People are consuming everything very rapidly therefore I would recommend focusing on handcrafts and master24 // say ı 21 · 2019 kış
apprentice relationship if you want to maintain your connection with artisanal crafts. It is easy to be your own boss but having masters that you can consult when you hit a wall is very important too. Are there new designs in the pipeline to expand your collection? If yes, will they be made mainly of glass, ceramic or wood or can we expect to be surprised with other materials in the future? I will soon launch ‘Pia,’ which I designed with inspiration from sea cones, using handmade glass. We are also working hard on a new collection, which will be composed of mainly porcelain, and I will make each piece by hand. We have plans about using metal as a different material in future collections. You are partnering with Ersa for its new life concept as the company started manufacturing home furniture as a first on its 60th anniversary. As the founder of Maiizen design firm and also as a lighting and product designer, what would you like to say about Ersa’s new Life concept, which comprises three categories, Living, Dining and Sleeping? We are very pleased to partner with Ersa because we see that the brand’s new life concept and design world are very much aligned with Maiizen’s approach. We loved the simple touches on not only workplaces but also homes and living spaces. We may consider creating different product lines based on Ersa’s new life concept.
issue 21 · 2019 w ınter // 25
Yazar | Author Melike Bayık
UNUTMA BAHÇESİ Bir yapının belleği, kent ve sosyal yapı arasındaki ince ayrışmaz bağı... Sanatçı, araştırmacı Eda Aslan ve Dilşad Aladağ İstanbul Üniversitesi, Botanik Enstitüsü, Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi ve bu arazinin mimari, kültürel ve botanik bahçesi eksenindeki iç içe geçmiş katmanlı yapısı ile geçmişten bugüne geçirdiği dönüşüm ve değişimlerine odaklanan kapsamlı araştırmalarıyla hafızadan silinmeye çalışılan mekanı irdeliyorlar. "Unutma Bahçesi" uluslararası çapta derin bir araştırmanın sonucu olarak disiplinler arası üretimlerle desteklenerek kamuya açılmayı ve unutturma gayesinden ziyade farklı medyumlardaki üretimlerle bilince nüfuz eden bir sergiyle varlığını kanıtlamayı hedefliyor. 26 // say ı 21 · 2019 kış
Melike Bayık: Öncelikle genç bir sanatçı ve mimar olarak kendinizden sanatsal, estetik ve mimari yönelimlerinizden söz eder misiniz? Eda Aslan: Lisans eğitimimi Marmara Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Heykel Bölümü'nde tamamladım. Şu an aynı üniversitenin resim bölümünde yüksek lisans eğitimime devam etmekteyim. İstanbul’da yaşıyorum ve üretimlerimi burada gerçekleştiriyorum. Sanat eğitimim boyunca akademi ile bireysel üretimim arasında kurduğum köprü; araştırma ve araştırmanın bulgularını pratiğe dökme temelli olarak devam etti. Buna bağlı olarak kullandığım malzeme, form ve anlatı her üretimde birbirinden farklılık gösteriyor ve hafıza, mekan, tarih gibi bağlamlar ile ilişkileniyor diyebilirim. Ben kendi üretim sürecimi biraz geçmiş takıntısı olarak tanımlıyorum. Bu noktada ürettiğim, o dönem mesele edindiğim her şey aslında geçmişle bir diyaloğa girme durumunu tetikliyor bende. Bulunduğumuz konum gelecek tahayyülünün aksine, değişen, kaybedilen ve unutmanın her türlüsünün mümkün kılındığı bu coğrafyada kaydetme obsesyonu gibi bir reflekse dönüşmüş durumda. Öte yandan tarih yazımı bile her zaman eril bir konumdan yazılıyor. Buna bağlı olarak geçmiş ile girilen bu diyalogda kayıt tutmanın, arşivlemenin ve muhafaza etmenin oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Dilşad Aladağ: İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Mimarlık eğitimi aldım. Taşkışla’nın disiplinler arası öğrenme ortamını eğitimim paralelinde çalıştığım kültür merkezli üretimler takip etti. Eğitimim süresince kent, mimarlık
nesnesi, ortak peyzajlar, temsil biçimleri, toplumsal hafıza ve kişisel hatıra konuları üzerinden üretimler yaptım. Bu süreçte mimarlığı yalnızca tasarım yapmaktan çok daha fazlası olarak öğrendim, hala da öyle görüyorum. Kurucularından olduğum Plankton Project kolektifi ile kentsel problemlere küçük ölçekli tasarım önerileri araştırdım. Kolektif pratiği kentteki alternatif bir tasarım ve üretim ağına yerleşiyor, açıkçası bu deneyim coğrafyaya ve tasarıma dair bir umutlanmamı sağladı. Eğitimim sonrasında ŞANAL Mimarlık, Araştırma ve Kentsel Tasarım ve Aslıhan Demirtaş Mimarlık, Tasarım ve Araştırma Stüdyosu'nda mimarlık pratiğimi, “ortak mekan” ekseninde araştırarak ve üreterek sürdürdüm. Bir yandan mekan ve temsil üzerine sorgulamalarım sanat yönetmenliği yaptığım Tuzdan Kaide ve Aidiyet adlı uzun metraj kurmaca filmler ile devam etti. Unutma Bahçesi projesinin bir arada yürüttüğüm bu farklı pratiklerle ilişkilenen bir tarafı hep oluyor: Şehrin ortasında bir mekan, erken cumhuriyet modern mimarlık örneği enstitü yapısı, toplumsal hafıza ve kent ilişkisi, mekanın temsili, kolektif çalışma pratiği ve umut... Profesyonel çalışmalarımdan ayrı tuttuğum bir yerde, biraz da içine kapanık bir şekilde sürdürdüğüm kişisel hatıra eksenli üretimlerime de devam ediyorum. Bunlar daha çok fotoğraf, video, kolaj ve desen ile günlük kayıtları olarak nitelendirilebilir. M.B.: Araştırmalarınız ekseninde Aldred Heilbronn Botanik Bahçesi’nin kuruluş öyküsü, tarihsel süreci ve kültürel yapısından söz eder misiniz? D.A.: Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi 1937 yılında,
issue 21 · 2019 w ınter // 27
Almanya’daki baskılardan kaçarak Üniversite Reformu sırasında Türkiye’ye gelmiş Alman Profesörler Alfred Heilbronn, Andrea Naville, Leo Brauner tarafından kurulmuş. Profesörlerin her birinin ayrı bir kaçış öyküsü var, bahçe bu sebeple de onlar için burada kurdukları bir eve dönüşmüş. Betonarme yapı profesörlerin de danışmanlığında Ernst A. Egli tarafından modernist bir üslup ile tasarlanmış. Seralar ve bahçeler ise Almanya’dan getirtilen malzemeler ile Alfred Heilbronn danışmanlığında yaptırılmış. Bahçenin kültürel yapısını ifade edebilmek için arazinin bahçe öncesi tarihsel sürecine de bakmak gerekiyor. Osmanlı’dan günümüze belirli periyotlarda Yeniçeri Ocağı, Şeyhülislamlık, İstanbul Kız Lisesi gibi kurumlar da burayı sahiplenmiş. Arazi Osmanlının bir döneminde “Ağa Kapısı” olarak gayrimüslim ailelerin devşirme çocuklarından oluşan Yeniçerilerin, iktidarda söz sahibi olmuş grubu; Yeniçeri Ağaları'na ev sahipliği yapmıştır. 1826’da ise II. Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağı’nın kanlı bir şekilde kaldırılmasına şahit olmuştur. Sonrasında olası bir yeniden filizlenmeyi önlemek de adına burası Osmanlı’da geneli Müslüman Türklerden oluşan güçlü bir kurum olan Şeyhülislamlık’a devredilmiştir. 19. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin çöküşü, modernleşme süreçleri ve 20. yüzyılda Dünya’nın girdiği değişime ayak uydurmayı hedefleyen Cumhuriyet devrimi ile Şeyhülislamlık kurumu Diyanet İşleri Başkanlığı'na dönüşmüştür. 1923’te arazideki Şeyhülislamlığa ait yapıların fetvahane dışında kalan kısmı, İstanbul Kız Lisesi’ne devredilmiştir. 1926 çıkan yangın ile yıkılan yanan Kız Lisesi’nin bulunduğu yapı 1930’lu yıllara dek harabe halinde kalmıştır. O dönemde Üniversite Reformu ile yapılaşan İstanbul Üniversitesi’nin Biyoloji Bölümü ve Botanik Enstitüsü’ne yeni bir yer arayışı doğar. Dönemin Eğitim Bakanı Reşit Galip’in önerisi ile; iklim özellikleri, arazinin eğimli yapısı ve diğer fakültelere yakınlığı göz önünde bulundurularak yeni Biyoloji Bölümünün bu arazide kurulmasına karar verilir. Fakülte yapısının inşası 1935 yılında başlar. 1937 yılında ise eğitim öğretime başlanır. Burası kurucu profesörleri için yalnızca bir çalışma ortamı değil, yabancı oldukları bu kültürde sahiplendikleri bir yer, sığınak da olmuştur. 1957 yılında Türkiye üniversitelerinde çalışma yaşının yetmiş ile sınırlandırılması sebebi ile Alfred Heilbronn Almanya’ya döner ve Münster Üniversitesi’nde çalışmalarına devam eder. 1957’de bahçenin üst iki katı Süleymaniye Camii’nin siluetini bozduğu sebebi ile yıktırılır. 1993’te İstanbul Müftülüğü yapı hakkında fuzuli işgal davası açar. 2013 ve devam eden yıllarda, farklı politik çerçevelerde müftülük arazide hak iddia etmeyi, burada bulunan yapının yıkılarak şeyhülislamlığa ait yapının yeniden inşası taleplerini sürdürür.
biliyordum. Dolayısıyla beni bahçe ile buluşturan Dilşad oldu. Bu tanışıklık tam da Botanik Bahçe’nin ve Botanik Enstitü’nün en çalkantılı dönemine denk geldi. Birlikte bahçeyi detaylı tanıma, aslında öğrenme fırsatı buldum. Bizim bu proje ortaklığı ile ilgili ilk yola çıkışımız; -bu bahçe yakın bir zamanda diğer tüm mekanlar gibi yeni bir hayalet mekana dönüşecek-, biz bu bahçe için ne yapabiliriz sorusu etrafında şekillendi. Bu ne yapabiliriz sorusunun elbette diğer üretimlerimizde de olduğu gibi sonucu net bir şekilde belirlenmemişti. Bu süreç o bahçe içerisinde yapabileceğimiz geziler, tutabileceğimiz notlar vs. gibi bahçenin yakın tarihine odaklanan ve sonrasında da mekanın hafızasına eklemlenebilecek şekilde daha küçük adımlarla ilerledi. Fakat bahçenin fiziksel yapısının ötesinde her şey o kadar iç içe geçmiş, ilişkilenmiş ve anlatmayı bekler durumdaydı ki hikayeleri, bitkileri, anlatıları, kişileri, mekanları birbirinden koparmak mümkün değildi.Dolayısıyla bu birbiri ile ilişkilenen çok bileşenli olaylar, anlatılar bizi tuhaf bir yolculuğa çıkardı desek doğru olur sanırım.
Tarihsel sürece dair bu kısa özet yapının yer aldığı arazinin nasıl bir kültürel kesişimde yer aldığını gösteriyor. Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi'nin fiziksel mekanında da bu tarihsel sürecin izlerini takip etmek mümkün. Arazide yapının Şeyhülislamlık olduğu dönemden kalan Cümle Kapısı, Meşihat Arşivi veya Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılışına işaret eden bir kafa kesme taşı ile karşılaşabiliyorsunuz. Öte yandan yeni bir başlangıcın, kendi coğrafyasından uzakta yeni bir coğrafyayı merkezine koyarak çalışan bilim insanlarının izlerini de görebiliyorsunuz. Bir de bitkiler var, sınırları çizili bir mekanda yeni bir habitat kuran ve her yeri saran bitkiler...
D.A.: Bahçenin bilinmeme hali çok farklı nedenlere dayanıyor. İstanbul’un göbeğinde fakat bir o kadar da gizli bir konumda bulunuyor. Öncelikle açık bir kampüs kurgusunda yer almıyor bahçe, ziyaret edebilmek için üniversiteye girmeniz gerekiyor. Tabii bundan da önce İstanbul Müftülüğü kapısının ardında bir Botanik Enstitüsü olduğunu tahmin etmeniz gerekiyor. Bu durum da bahçe ile gündelik karşılaşma ihtimallerini hatta ararken bulma ihtimallerinizi bile epey bir düşürüyor. Öte yandan önceki soruda detaylı açıkladığım arazinin geçmiş kullanımlarının da etkisi ile bahçenin sosyal ve politik bir yeri var. Bu da bahçeyi dönemsel politik gelişmeler ile ilişkili bir pozisyona sokuyor. Örneğin; değişen belediye birimleri ile bahçede çalışan bahçıvan sayısı da değişmiş ve bahçe bakımsızlaşmış veyahut bahçe Tarihi Yarımada’daki diğer yapılardan daha önemsiz görülerek belediye tarafından hazırlanan turizm rehberlerine girememiştir. Bir yandan bahçenin Süleymaniye’ye yakın olduğu kadar onun gölgesinde de kaldığını söyleyebiliriz. Bahçe ile ilgili çalışırken İstanbul Üniversite’sinden çok destek aldığımızı söyleyemeyiz daha çok bağımsız olarak vaktiyle burada çalışmış veya hala çalışan akademisyenlerden destek aldık. Bizimle birikimlerini, hatıralarını ve bir de bahçeyi de konu alan akademik
M. B.: Peki, İstanbul Üniversitesi, Botanik Enstitüsü, Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi ve bu arazi üzerine araştırma yapma fikriniz nasıl oluştu? Sizi bu araştırmayı yapmaya sevk eden durum neydi? E.A.: Dilşad ile uzun zamandan beri tanışıyorduk, birbirimizin pratiklerini takip ediyor ve farklı projelerde birbirimizin üretimlerini izliyorduk. Bahçe ile tanışıklığı olan Dilşad idi. Ayrıca kendisi botaniğe çok meraklı ve bu merakını da kendi bireysel projelerine de dahil ettiğini
28 // say ı 21 · 2019 kış
D.A.: Bahçe ile ilk kez Ali Taptık’ın 2014’teki Venedik Mimarlık Bienali üretimi için çalışırken karşılaşmıştım. Gittiğimizde bir kış günüydü, içerdeki buhar bahçeyi her zaman olduğundan daha mistik bir yer haline getirmişti. İstanbul, herkesin bir sığınağa ihtiyaç duyduğu çok karmaşık bir yapı... Bahçe, hikayesini bilmeden benim için bir sığınağa dönüşmüştü. 2017 yılına dek botanik merakı, mimarlık eğitimi gibi türlü sebeplerle veya bazen sadece keyfi sürekli bahçeyi ziyaret ettim. 2013’te o zamanların rektörü Yunus Söylet’in bahçe ve enstitü binasının müftülüğe devredilmesi ile ilgili belirttiği fikirlerini ve sonrasında buna verilen tepkileri internette görmüştüm ancak yine de 2017’de açığa çıkarılan devir kararı şok ediciydi. Devir haberinin ardından bahçeyi koruyamıyorsam da kaydetmenin bir yöntemi olmalı diye düşünmeye başladım. Aynı dönemlerde Eda ile birbirimizin pratiklerini takip ediyor ve birlikte üretmeyi istiyorduk. Eda’nın toplumsal hafıza ve mekan odaklı kaydetme ve biriktirme pratiğinin de etkisi ile Eda’yı bahçeyi gezmeye davet ettim. Birlikte mekandaki ilk gezimiz ile bahçeye kendimizi kaptırdık ve Unutma Bahçesi için çalışmaya başladık diyebilirim. M.B.: Açıkçası bu kadar önemli bir bahçe, bugün İstanbul’un göbeğinde olmasına rağmen bilinmiyor. Bilinmemekle birlikte oldukça ironik bir şekilde aslında özellikle saklanmış gibi. Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi üzerine çalışırken kimlerden, hangi kurumlardan destek alarak araştırmalarınızı sürdürdünüz?
çalışmalarını bizimle paylaştılar. Buna ek olarak bahçede çalışmış ve üretmiş profesörlerin çocukları ile iletişim kurduk, onlardan destek aldık. Prof. Dr. Feza Günergün, Kurt Heilbronn ve Metin Türkmen bizimle arşivlerini ve anılarını paylaştılar. M.B.: Bahçenin geçmişten bugüne gelen sosyolojik etmenlerle örüntülenmiş katmanlı yapısı kadar bireysel öykülerle de çoğalan ve büyüyen manevi bir tarafı var. Bu bahçe üzerine bu kadar çok bileşen mevcutken araştırmalarınızı nasıl sürdürüyorsunuz? Bahçenin konumu, enstitünün güncel durumu, kişisel öyküler, değişim ve dönüşümü gibi konularda hangileri sizin rotanız içinde? E.A.: Bahçe’yi gezdiğiniz zaman ilk olarak hissettiğiniz şey tuhaf bir bir aradalık hissi. Her bitki kendi hiyerarşisini korumuş, bilimsel bir alana tezat oluşturacak şekilde de mekanı ele geçirmiş gibi, dağınık ve yabani durumda. Bu yerleşme ve bir aradalık hissi kişisel anılarda, kurucu profesörlerin hikayelerinde, güncel durumunda da mevcut. Dolayısıyla bu parçaları birbirinden ayırmak pek mümkün olmuyor. Unutma Bahçesi’ne bakacak olursak kaydetme ve anlatma temelli iki aks üzerinden ilerliyor. Aynı zamanda da yarı biyografik bir proje; anlatma aksı Botanik Bahçesi ve Kurucusu Alfred Heilbronn’u merkezine alıyor. Nazi dönemi iktidarında topraklarından ayrılmak zorunda kalarak çalışmalarını bu topraklarda sürdüren Alfred Heilbronn ile bugün seksen yılı aşkın süredir yaşadıkları bahçeden taşınmak zorunda kalan bitkiler arasında ciddi benzerlikler var. Bu bahçeyi ve hikayeleri; köken, yerleşmek, yerinden olmak gibi bağlamlar üzerinden okumak mümkün. Dolayısıyla her bir hatırat, hikaye projenin anlatı kısmına eklemlenmektedir. D.A.: Öncelikle bahçenin fiziksel mekanını ve hissini farklı medyumlar ile kaydetmeye odaklanmıştık. Bir sonuç ürün kaygısından ziyade kaydetme eyleminin kendisine odaklandığımız için süreçte karşılaştığımız her bilgi veya olay bizim için ayrı bir anlama dönüştü denilebilir. Bahçe bitkilerin ve bahçeden yolu geçen insanların hikayeleri ile dolup taşan bir mekan. Nazi baskısından ötürü göçmek zorunda kalan profesörler ile taşınma ihtimali hala olan bitkilerin öyküleri birbirine benziyor. Mesela bu karşılaşma, projenin “kaydetme” odağına paralel olarak “anlatma” odağını oluşturdu ve hikayeleri aramaya, dinlemeye, birbirine bağlamaya ve çoklu bir anlatı oluşturmaya başladık. Hikayelerini öte yandan güncel karar üzerinden başlayan serüveni bu güncel kararın derinlerdeki çıkış noktasını anlamak üzere sürdüğümüzü söyleyebiliriz. Bahçenin tarihi ile ilgili ulaştığımız ipuçlarından bahçenin yer aldığı arazinin politik ve sosyal değişimlerden sürekli etkilenen, değişen bir pozisyonu olduğunu gördük. Taşınma, devredilme kararının bu pozisyon ile ilişkisini deşifre edebilmek adına Osmanlı’dan başlayan bir tarih okuması yapmaya karar verdik. Gazete, ferman ve resmi yazışmaların yanı sıra kişisel belgeler, anılar, fotoğraf albümleri de okumamıza eklendi. M.B.: Bahçe, enstitü ve arazi üzerindeki çeşitlilik karşısında geçmişten bugüne ele aldığınız araştırmalarınız oldukça ilgi çekici. Araştırmalarınızdan oluşan birbirinden farklı verileri nasıl, hangi yöntemlerle arşivliyorsunuz? E.A.: Proje süresinde çok fazla arşivde, hikayede, anlatıda bahçenin ve profesörlerin izini sürdük. Bahçe ile tanışıklığı olan ikinci kuşaktan profesörlerin anıları, kurucu profesörlerin arşivleri, gazete arşivleri gibi farklı mecralarda fotoğraf, resmi belge, gazete kupürü vs. gibi birçok dokümanı bahçe arazisinin kronolojisine göre tasnif ettik. Bu şekilde arazinin sürecine ve bu süreçte alınan kararlara daha neden sonuç ilişkisi ile yaklaşabiliyorsunuz. Çünkü birbiri ile kesişen birçok konu var. Örneğin; Alfred
Heilbronn’un İstanbul’a geliş süreci ve Nazi Almanyası’nda kesişen olayları birlikte düşünmeniz gerekiyor. Süreçte çeşitli boşluklara yerleşen bir sürü doküman ile birlikte araştırma sürecinin çeşitli bulguları da farklı medyumlarda sergiye dahil olacak. Bunun yanı sıra projenin yine sergi sürecinde görülebilecek bir herbaryum denememiz oldu. Projenin kaydetme kısmında toplayıcı konumundayız. Bu toplayıcılık hali botanikçilerin de kendilerini tanımlamakta kullandıkları bir terim. Bir toplayıcı olarak botanikçiler çeşitli coğrafyalarda topladıkları bitkileri, tohumları kurutarak, tasnifleyerek kurutulmuş bitki koleksiyonu olan herbaryumları oluşturuyorlar. Bilimsel alana hizmet amacıyla kurulan bir tür müze diyebiliriz. Bizim herbaryum denememiz ise Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi'nde yer alan tüm bitkilerin tasnifi ve bilimsel kodlarından yalıtarak bir arşiv oluşturmaktı. M.B.: SALT Galata’dan araştırma desteği alarak proje üzerindeki incelemelerinizi farklı bölgelerde sürdürüp, konuyu daha derin bir şekilde ele alıyorsunuz. Bu noktada Alman bir botanik uzmanı olan AlfredHeilbronn sayesinde araştırmanın bir ayağı da Almanya olabilir mi? Eğer öyleyse bu süreçten söz eder misiniz? E.A.: Araştırmaya vakıf olmak ve tarihsel bir okuma yapabilmek adına müftülüğün arşivleri, gazete arşivleri, kişilerin tuttuğu kayıtlar, hatıratlar gibi bahçe arazisi ve kişiler ile ilişkilenen çok sayıda arşiv taradık. Hala da bu süreç devam ediyor. Öte yandan her bir fotoğrafın hikayesini arşiv sahiplerinden dinlemek ve kendimize sorduğumuz sorularda boşta kalan yerleri doldurmak gerçekten inanılmaz. Elbette profesörler için Almanya oldukça önem arz ediyor. Bizim projemiz için de öyle. Neticede doğup büyüdükleri, geride bıraktıkları topraklarda profesörlerin izini aramak, araştırmanın kritik sürecinin bir parçası... Önümüzdeki süreçte gerçekleştirmeyi planladığımız bir Almanya seyahatimiz olacak. Orada Alfred Heilbronn’un oğlu Kurt Heilbronn ile anne ve babasının kişisel arşivi üzerinde çalışacağız, aynı zamanda Münster Üniversitesi de profesörün hikayesinde önemli bir yere sahip. Alfred Heilbronn İstanbul’a göç etmeden önce Münster Üniversitesi'nde meslek hayatına devam ediyor. Nazi Almanyası’nın yoğun baskılarına dayanamayarak birçok profesör ile birlikte İstanbul’a göç eden Profesör Heilbronn İstanbul’da yeni bir hayat kuruyor ve aynı kurumda çalışan Prof. Mehpare Başarman ile hayatlarını birleştiriyor.Ardından çeşitli sebeplerden dolayı, biraz da kırgınlıkla yeniden Münster’e ve çalıştığı üniversiteye geri dönüyor. Mehpare Hanım da 60 ihtilali ile üniversitedeki görevinden ayrılarak başka bir kırgınlıkla Münster’e göçüyor. İstanbul’daki araştırmanın devamı olarak Alfred ve Mehpare Heilbronn’un Frankfurt ve Münster’deki sürecine odaklanmak istiyoruz. İstanbul'da iken bile yazışmalarından görebildiğimiz, ardında bıraktıkları süreci, mekanları ve ikisinin de burası ile bağını daha belirgin kılmak, araştırma sürecimize dahil etmek hedefindeyiz. M.B.: Projenin katmanlı yapısı nedeniyle aslında oldukça farklı verileri elde ederek, bu verileri bir sergiye dönüştürme fikriniz var. Sergide bu araştırmanın ne gibi yönlerini, hangi disiplinler ile ortaya koymayı planlıyorsunuz? E.A.: Dilşad ile farklı disiplinlerden geliyoruz. Fakat birçok konuda yaklaşımımız çok benzer ve aynı hassasiyette. Bu sergide bir araya gelecek parçaların birçoğu araştırma sürecinin de bulgularını kapsıyor. Bahçeyi deneyimlediğinizde hissettiğiniz ilk şey bir şeylerin size fısıldadığı hissi oluyor. Farklı deneyimlere açık, farklı duyularla algılanan bu mekanı suretinden koparıp, ardındaki hikayeleri ve hisleri ile aktarmaya çalıştık. D.A.: Bu son zamanlarda en sık irdelediğimiz konu aslında. Eda ile farklı ancak çok fazla ortak noktası olan pratiklerden
issue 21 · 2019 w ınter // 29
30 // say ı 21 · 2019 kış
Fotoğraf | Photographs: Fikren Can Kuşadalı
geliyoruz. Malzeme ile etkileşimimizin, mekan ve deneyim üzerinden düşünme biçimimizin yakınlaşıyor oluşu üretimlerimizi de şekillendiriyor. Bahçe tüm duyulara ayrı ayrı yoğunluklarda hitap edebilen, farklı duygular uyandıran çok katmanlı bir mekan. Sergi fikri bu duyular mekanında kaydettiğimiz deneyimleri alternatif bir mekanda yeniden üretme hedefi ile ortaya çıktı. Bitkileri görmüyoruz ama birbiri üstüne düşen öykülerini dinliyoruz. Kokularını duymuyoruz ama gölgeleri arasında dolaşıyoruz. Karanlık bir herbaryumda bahçeyi geziyoruz. Suya düşen siluetlerde bahçeden yolu geçenler ile tanışıyoruz. Bu üretimler elbette ses, video, fotoğraf, desen, arşiv gibi medyumları birbirine karıştırarak meydana geliyor. Bu deneyimlerin yanı sıra izleyiciye bu mekanın kim olduğunu, başından neler geçtiğini ve bugüne dek neden hafızamızda bir yeri olmadığını anlatmak adına araştırmamızın görsel çıktılarını da tarihsel bir anlatı ile birlikte sunmak istiyoruz. Haritalar ve zaman çizelgelerinin üst üste geçtiği; lineer zaman çizgisinde birbirini etkileyen durumların bir arada okunabildiği bir görsel anlatı oluşturmak istiyoruz. M.B.: AlfredHeilbronn Botanik Bahçesi, arazisi ve İstanbul Üniversitesi Botanik Enstitüsü üzerine olan incelemeleriniz gittikçe derinleşen yapısı ile neredeyse sonuçtan çok sürece odaklanıyor. Araştırma ve sergileme kısmında SALT Galata dışında destekçileriniz ya da sponsorlarınız var mı?
"Bahçe’yi gezdiğiniz zaman ilk olarak hissettiğiniz şey tuhaf bir bir aradalık hissi. Her bitki kendi hiyerarşisini korumuş, bilimsel bir alana tezat oluşturacak şekilde de mekanı ele geçirmiş gibi…"
D.A.: Eda ile ikimiz profesyonel olarak birçok başka işi de bu proje beraberinde yürütmekteyiz. Bu sebeple bazı noktalarda araştırma ve sergi yavaşlıyor, bazı noktalarda hızlanıyor. Geçen bahar yapının yer aldığı arazinin tarihi ile ilgili ulaştığımız ipuçlarını takip etmek üzere başladığımız araştırma 2018 SALT Araştırma desteğine hak kazanan projelerden biri olarak seçildi. Ancak bunun dışında maddi anlamda bir destekçimiz yok. Önümüzdeki süreçte araştırmanın parçalarını tamamlamak üzere bahçenin kurucularından Alfred Heilbronn ve profesörlerinden Mehpare Heilbronn’un izini süreceğimiz Almanya seyahatimize ve araştırma sunumuna odaklanmış durumdayız. Sunumun ardından sergiye odaklanmayı, üretimin yanı sıra sponsor arayışlarına da girerek projemizi geliştirmeyi düşünüyoruz. Araştırma sürecimizde Alman Başkonsolosluğu, Münster Üniversitesi gibi kurumlar ile projemizi paylaştık ve çeşitli yardımlarını aldık. Projenin Almanya ile de kurduğu bağlar üzerinden ortaklıklar geliştirmeyi ve iki ülkeden de destek arayışına girmeyi düşünüyoruz. M.B.: Son olarak bu meşakkatli araştırmanın sanatsal ve arşivsel bir yöntem ile incelenerek kamuya sunulması ne gibi bir önem taşıyor? E.A.: Kişisel olarak kolektif üretime olan inancı minimumda bir insanım özellikle de sanat alanında bunun oldukça güç olduğunu düşünüyordum, daha önce deneyimlediğim ya da takip ettiğim türlü oluşumlardan dolayı. Fakat bu projede bir araya geldiğimiz kişilerle aslında ne kadar mümkün olduğunu gördüm. Uzun süreli bu yola çıkışta farklı disiplinlerden birçok kişi kendi alanlarında projeye türlü katkı sağladı ve bizim kadar sahiplendi. Bu sahiplenme durumu, kurtarıcı rolü üstlenmekten öte, bu insanlarla kurduğumuz tüm diyalog; birbirimizi teskin etmenin, bu garip süreçle baş etmenin yoluydu belki de. Ben oldukça umut verici buluyorum bu süreci. Bahçe arazisi, mimarlık tarihi açısından oldukça önemli... Çünkü çok fazla bileşeni, olayı, yapıyı bünyesinde barındırıyor. Aynı zamanda Süleymaniye’deki pek çok yapının da gölgesinde kalmış bir alandan söz ediyoruz. İstanbul’un hafızasından silinmeye zorlanan yapıların, hikayelerin kaydını tutmak aktarmak tarih yazımına da bir katkı. Aynı zamanda hatırlayabildiğimiz ölçüde sahipleniyoruz, sahiplenebildiğimiz ölçüde hatırlıyoruz. D.A.: Bahçenin fiziksel mekanını ve sunduğu deneyimi kaydetmek, bir üretimin merkezine koymak ve onun üzerine çalışmak her şeyden önce bahçeye bir değer atfediyor. Mekanın neden korunması gerektiğine dair öneri sunuyor. Öte yandan hafıza, kent ve insan arasındaki ilişkinin “aidiyet” duygusu ile çok kuvvetli bir bağı var. Önünden geçerken o kentte yaşadığınızı hissettiren bir mekan değersizleştirilip yok olduğunda, bir izi bile kalmadığında aslında bu kente ait hissetme olanağımız azalıyor. Bizim yalnızca mekanlarımız değil, o mekanlara dair hafızamız da yok sayılarak elimizden alınıyor. Belki de bu sebeple yitirdiğimiz bu mekanlara dair gittikçe hissizleşiyoruz. Bu projenin kamuya sunulması ile enstitü yapısı ve bahçenin hafızasını izleyiciye sunarak en azından bahçe özelinde bu hissizleşmenin önüne geçmeyi de diliyoruz. Ayrıca hala umutluyuz, bahçenin hatıraları ile birlikte hep yeşil kalacağına inanıyoruz.
issue 21 · 2019 w ınter // 31
The memory of a space, the fine and integral bond between the city and social structure…The artist and researcher Eda Aslan and Dilşad Aladağ have undertaken a comprehensive research project to explore a place on the verge of being erased from memory by focusing on the transformations and changes that Alfred Heilbronn Botanical Garden (Istanbul University, Institute of Botany) and the multiple layered architectural, cultural and botanical garden structure have gone through from the past to present day.The project titled “A Garden to Remember” (“Unutma Bahçesi”) as a result of deep research in international scale aims to become available to the public with the support of interdisciplinary productions and prove its existence with an exhibition that penetrates into the consciousness through productions in different mediums rather than being forgotten. Melike Bayık: Please tell us about yourself, your artistic, aesthetic and architectural orientations as a young artist and architect. Eda Aslan: I graduated from the Department of Sculpture at Marmara University, Faculty of Fine Arts. I am currently studying for my master’s degree in painting at the same university. I live and produce in Istanbul. The bridge I was able to build between academia and individual production during my art education continued on the basis of research and putting research findings into practice. Accordingly, the materials, forms and narrative that I use vary in every production and I can say that they are associated with contexts such as memory, space and history. I describe my own production process sort of like an obsession with the past. Everything that I produce and that I concern myself with at that moment actually triggers a state of engaging in a conversation with the past. Where we are at today, contrary to imagining the future, has turned into a reflex, an obsession for recording everything in this geography where all kinds of change, loss and forgetting are possible. On the other hand, even history is written from a masculine perspective. Therefore, I believe that it is very important to keep records, archive and preserve in this conversation with the past. Dilşad Aladağ: I studied architecture at Istanbul Technical University. The interdisciplinary learning environment in the Taşkışla campus was followed by culture-oriented productions in line with my education. During my education, I created productions on subjects including the city, architecture as an object, shared landscapes, forms
32 // say ı 21 · 2019 kış
of representation, social memory and personal memories. In this process, I learned that architecture is much more than just designing, and I still see it that way. With the Plankton Project collective, which I cofounded, I explored small-scale design proposals for urban problems. Collective practice is becoming part of an alternative design and production network in the city, and to be honest, this experience has given me hope for this geography and design. After completing my education, I continued my architectural practice at ŞANAL Architecture, Research and Urban Design and Aslıhan Demirtaş Architecture, Design and Research Studio by basing my research and production on “shared spaces”. My exploration on space and representation also continued with “Tuzdan Kaide” and “Aidiyet”, two feature-length fiction films, where I was the art director. “A Garden to Remember” project always has an aspect associated with these different practices I carry out simultaneously: a space in the middle of the city, the institute structure as an example of early republic era modern architecture, the relationship between social memory and the city, representation of space, collective working practice and hope ... Apart from these, I also continue my personal memento production, which I carry out in a rather introverted manner. They can be described more as photos, videos, collages, designs and daily journals. M.B.: Please tell us the story of how Alfred Heilbronn Botanical Garden was built, its historical process and cultural structure based on your research. D. A.: Alfred Heilbronn Botanical Garden was created
in 1937 by German professors Alfred Heilbronn, Andrea Naville and Leo Brauner who fled the oppression in Germany and came to Turkey during the University Reform. Each of the professors has a different escape story, so the garden became a home they built here. The reinforced concrete structure was designed by Ernst A. Egli under the guidance of the professors in a modernist style. The greenhouses and gardens were built under the supervision of Alfred Heilbronn with the materials brought from Germany. In order to express the cultural structure of the garden, we should look at the historical process of the land before the garden came into being. From the Ottoman period to the modern era, a number of institutions, including the Guild of Janissaries, Supreme Religious Authority (şeyhülislam, shaykh al-islam) and Istanbul Girls' High School, etc. laid claim on this piece of land over the years. In one period of the Ottoman Empire, this land was called “Ağa Kapısı” serving as home to Janissary Masters, a group of influential janissaries consisting of assimilated children of non-Muslim families. In 1826, it witnessed the abolition of the Guild of the Janissaries by Mahmoud II in a blood-shed move. Afterwards, in order to prevent a possible revolt, this place was transferred to the Supreme Religious Authority, which was a powerful institution consisting mainly of Muslim Turks in the Ottoman Empire. With the collapse of the Ottoman Empire and modernization processes in the 19th century and the revolutionary founding of the Republic, which aimed to adapt to the changing world in the 20th century, the Supreme Religious Authority became the Presidency
of Religious Affairs. In 1923, the buildings that belonged to the Religious Authority, except for the ‘fetvahane’ section were handed over to İstanbul Girls' High School. The building that housed the school was destroyed by the fire in 1926 and left in ruins until the 1930s. With the University Reform ongoing in that period, Istanbul University's Biology Department and the Institute of Botany were in search of a new place. With the proposal of Reşit Galip, the Education Minister of the period, it was decided to build the new Biology Department on this land, given its climatic characteristics, its elevation and proximity to other faculties. The construction of the faculty building started in 1935 and education began in 1937. It was not only a work environment for the founding professors, but also a place where they found shelter in a foreign culture. Due to the fact that he reached the retirement age of seventy imposed in Turkish universities, Alfred Heilbronn returned to Germany in 1957 and continued his work at the University of Münster. In 1957, the upper two levels of the garden were demolished with the argument that it obstructed the silhouette of the Süleymaniye Mosque. In 1993, the Istanbul Mufti's Office filed a lawsuit for writ of entry. In 2013 and the following years, the mufti’s office continued to assert its claims in different political contexts and to demand a reconstruction of the old building that housed the former Supreme Religious Authority. This brief summary of the historical process shows how the land, where the building is located, is positioned at a cultural intersection. It is possible to follow the traces of this historical process in the physical space of the Alfred Heilbronn Botanical Garden where you can come across the Main Gate dating to the period when the building housed the Supreme Religious Authority, its archives or a decapitation stone that signifies the abolition of the Guild of Janissaries. On the other hand, you can also see traces of a new beginning, of the scientists who created a new base for themselves away from home. And then there are plants, which have created a new habitat in an area with set boundaries and covered the space all over… M. B.: So, how did you come up with the idea of studying Alfred Heilbronn Botanical Garden (Istanbul University, Institute of Botany) and this piece of land? What led you to this research? E.A.: Dilşad and I knew each other for a long time, following each other's practices and observing the other's production in various projects. Dilşad was the one familiar with the garden. I also knew that she was interested in botany and included this interest in her own personal projects. So, it was Dilşad who introduced me to this garden. This introduction coincided with the most turbulent period of the Botanic Garden and the Institute of Botany. Through her, I found the opportunity to get acquainted with and actually learn about the garden in detail. Initially we embarked on this project partnership by questioning what we can do for this garden, which would soon turn into another ghost place like many others before it, Of course, the answer to this question about what we can do, like in our other productions, was not clearly set. This process progressed with smaller steps that focused on the near history of the garden and in a manner that could be later articulated into the memory of the space such as excursions we could do in the garden, the notes we could keep, etc. But beyond the physical structure of the garden, everything was so intertwined, connected, and waiting to be told tell that it was not possible to break apart the stories,
plants, narratives, people and spaces. So, I think it would be accurate to say that these multi-component events and narratives took us on a strange journey. D.A.: I was first introduced to the garden in 2014 when I was working for Ali Taptık's production for the Venice Architecture Biennale. We went there on a winter day and the steam inside had turned the garden into something more mystical than ever. Istanbul is a very complex structure in which everyone needs a shelter. Without knowing its story, the garden had become a refuge for me. Up until 2017, I visited the garden for various reasons such as botanical curiosity and architectural education or sometimes just for the sake of it. In 2013, I had seen the opinions of Yunus Söylet, the University’s Rector back then, about the transfer of the garden and institute building to the mufti’s office and the reactions to it on the Internet, but the resolution to transfer which was revealed in 2017 was shocking. So, after learning the news of the transfer, I started thinking that there should be a method of recording it even if I could not protect it. During the same period, Eda and I were following each other's practices and wanted to produce something together. Influenced by Eda's social memory and space-oriented recording and collecting practice, I invited her to visit the garden. On our first visit together of the garden we lost ourselves in it and started working for A Garden to Remember. M.B.: Frankly, such an important garden, even though it is at the heart of Istanbul is not known much. Ironically, it seems to be purposefully hidden. While working on Alfred Heilbronn Botanical Garden, who and which institutions supported you to carry out your research? D.A.: The fact that the garden is not widely known is because of several different reasons. It is located at the heart of Istanbul, but it’s also hidden. You need to enter the university to be able to visit the garden because it is not an open campus. But first, you have to guess that behind the gate of Istanbul Mufti’s Office is an Institute of Botany. This reduces the possibility of stumbling upon the garden in daily life or finding it when you are looking for it even more. On the other hand, the garden has a social and political standing dur to its former uses, which I explained in detail in the previous question. This puts the garden in a position associated with political developments from time to time. For instance, as the relevant municipal administrations changed, the number of gardeners tending the garden also changed and the garden was neglected or its importance was not recognized like the other structures on the Historic Peninsula and therefore it was not included in the tourism guides prepared by the municipality. We can also say that the garden was left in the shade of Süleymaniye due to its proximity to the complex. We cannot say that we received much support from Istanbul University while working in the garden but independently, academicians who worked here currently or in the past helped us. They shared their experiences, memories and academic studies on the garden with us. We also established contact with the children of the professors who worked and produced in the garden and received their support. Professor Feza Günergün, Kurt Heilbronn and Metin Türkmen shared their archives and memories with us. M.B.: As much as the layered structure of the garden that was shaped by sociological factors from the past to the present, there is also a spiritual aspect that expands and grows with personal stories. How do you conduct
your research when there are so many components on this garden? Which topics concerning the garden such as its location, the current status of the institute, personal stories, its change and transformation are included in your study? E.A.: The first thing you feel when you visit the garden is a strange sense of cohabitation. It feels like each plant has preserved its own hierarchy and is in a messy and wild state, as if it had taken over the space in a way that contradicts a scientific field. This sense of settlement and cohabitation is also present in personal anecdotes, in the stories of the founding professors and current status. Therefore, it is not possible to address them apart from one another. A Garden to Remember progresses on two axes, recording and narration. It is also a semi-biographical project; the narrative places the Botanical Garden and its Founder Alfred Heilbronn at its center. There is a strong similarity between Alfred Heilbronn, who worked on this land after being forced to leave his country during the Nazi reign and the plants that are being forced out of the garden where they have lived for more than eighty years. It is possible to interpret this garden and its stories through contexts such as origin, settlement and displacement. Therefore, each memento, each story is articulated into the narrative of the project. D.A.: At first, we had focused on recording the physical space and feel of the garden in different mediums. Because we focused on the act of recording itself rather than an outcome, a product, it can be said that every information or event we encountered through the process became another meaning for us. The garden is a space overflowing with stories of the plants and the people whose paths crossed the garden. The stories of the professors who were forced to flee Nazi oppression and the plants that might still be plucked away from their habitat are similar. For instance, this encounter created the “narration” focus in parallel with the “recording” focus of the project and we started searching for stories, listening to them, trying to connect them and build more than one narrative. We can also say that we still pursue the stories to understand the adventure that started with the current decision and the real reason deep under that decision. The clues we discovered about the history of the garden showed us that the land has always been in a position of change, a position that is constantly affected by political and social developments. So, we decided to delve more into history starting from the Ottoman Empire in order to decipher the relationship between the garden’s position and the decision to move it. In addition to newspapers, edicts and official correspondence, we also added personal documents, memories and photo albums to our reading. M.B.: The research you have conducted with a perspective from the past to the present about the garden, the institute and diversity on this land is quite interesting. How and with which methods do you archive different types of data obtained from your research? E.A.: During the project period, we searched through so many archives, stories and narratives for traces of the garden and the professors. We sorted and classified all the photographs, official documents, newspaper clippings etc. we found in different mediums such as anecdotes of second-generation professors acquainted with the garden, archives of the founding professors and newspaper archives
issue 21 · 2019 w ınter // 33
according to the garden’s chronology. This is how you can approach the process that the land has gone through and the resolutions reached in this process from a cause and effect perspective because there are so many intersecting issues. For instance, you have to think of Alfred Heilbronn's arrival in Istanbul and the events in Nazi Germany together. A high number of documents that fit into various gaps in the process and numerous findings of the research process will be included in the exhibition. We also conducted an herbarium experiment that could be seen during the exhibition process. We are collectors in the recording part of the project. This is a term also used by botanists to describe themselves. As collectors, botanists create the herbarium, which is a collection of dried plants, by sorting and classifying the plants and seeds collected from different geographies. We can describe it as a kind of museum established to serve the scientific field. The objective of our herbarium experiment was to create an archive by sorting all the plants in the Alfred Heilbronn Botanical Garden and isolating them from their scientific codes. M.B.: With research grant from SALT Galata, you conduct your studies on the project in different regions with an in-depth approach. At this point, can one leg of the research be in Germany considering that Alfred Heilbronn was a German botanical expert? If so, please tell us about this process. E.A: We went through numerous archives related to the garden’s land and people such as archives of the mufti’s office, newspaper archives, personal records and journals to have a good grasp of the research and to accurately read history. This process is still ongoing. On the other hand, it is truly incredible to listen to the archive owners tell the story of each photograph and to fill in the gaps left in the questions we asked ourselves. Germany is naturally very important for professors. As it is for our project. After all, searching for traces of the professors in their homeland, where they were born and raised, is a critical part of the research process. We have plans to travel to Germany soon. There we will work with Kurt Heilbronn, son of Alfred Heilbronn, on the personal archives of his parents. The University of Münster has an important place in the professor’s story. Before moving to Istanbul, Alfred Heilbronn 34 // say ı 21 · 2019 kış
served at the University of Münster. Like so many other professors, Alfred Heilbronn was unable to withstand the intense oppression of Nazi Germany and emigrated to Turkey where he started a new life in Istanbul and later married Professor Mehpare Başarman, who worked at the same institution. Years later, for various reasons and with some disappointment, he returned to Münster and his old university. A disillusioned Professor Mehpare also resigned from her post at the university with the military coup of 1960 and moved to Münster. As a continuation of the research in Istanbul, we want to focus on the story of Alfred and Mehpare Heilbronn in Frankfurt and Münster. As far as we could see from the correspondence even in Istanbul, we intend to include this story in our research to present a better picture of the process they left behind, the spaces and their connection with this space. M.B.: Due to the layered structure of the project, you are actually gathering quite different data and you have plans to transform these data into an exhibition. Which aspects of this research do you plan to exhibit in which disciplines? E.A.: Dilşad and I come from different disciplines. But our approach to many issues is very similar and we have the same sensibilities. Most of the pieces that will be displayed in this exhibition include the findings of the research process. The first thing you feel when you experience the garden is the sense of something whispering to you. We tried to isolate this space, which is open to subjective experiences and perceived with different senses, from its location and wanted to talk about with the stories and feelings behind it. D.A.: This is an issue we have often touched on lately. Eda and I come from different practices that actually have a lot in common. The way we interact with materials and think about space and experience converges also shapes our production. The garden has many layers that can appeal to all senses in different concentrations and evoke different emotions. The exhibition idea emerged with the objective of reproducing the experiences we recorded in this space of emotions in an alternative venue. We don't see the plants
but we listen to their overlapping stories. We don't smell them but we walk in their shadows. We visit the garden in a dark herbarium. In the silhouettes that reflect on the water, we meet the people that crossed paths with the garden. These productions, of course require combining mediums such as audio, video, photography, design and archives. In addition to these experiences, we would like to present the visual outputs of our research together with a historical narrative to show the viewer what this place is, what happened in the past and why it had no place in our memory so far. We aim to create a visual narrative in which maps and chronologies overlap, situations that have an impact on one another can be interpreted together in a linear timeline. M.B.: Your research on the Alfred Heilbronn Botanical Garden, the land it sits on and Istanbul University, Institute of Botany with its increasingly deeper structure seems to be focused more on the process than the outcome. Do you have any supporters or sponsors other than SALT Galata for research and exhibition? D.A.: Eda and I both work professionally and carry out many other projects along with this. Therefore, research and exhibition processes sometimes slow down and sometimes pick up pace. The research, which we started last spring to follow the clues we found about the history of the land where the garden sits, was selected as one of the projects eligible for 2018 SALT Research grant. Other than that, we have not had any financial support. In order to finalize the research, we are now focused on the research presentation and the trip to Germany where we will trace the garden's founder Alfred Heilbronn and professor Mehpare Heilbronn. After the presentation, we intend to concentrate on the exhibition and production and to enrich our project further by seeking sponsors. During our research, we shared our project with the German Consulate General and the University of Münster, both of which provided assistance. We intend to develop partnerships through the connections we will establish for the project in Germany and seek support from both countries.
laborious research using an artistic and archival method and sharing it with the public? E.A: Personally, I have the least faith in collective production, I find it especially difficult in the field of arts, mostly because of previous experiences and observations. However, I actually saw how it could be possible with the people we meet in this project. On this long journey that we embarked on, so many people from different disciplines contributed to the project in their respective fields and took ownership of the project as much as we did. This state of taking ownership was more than assuming the role of a savior, and the conversation we started with all these people was perhaps a way to calm each other and deal with this strange process. I find it quite promising. The land of the garden is very important in terms of architectural history because it houses too many components, events and structures. We are also talking about an area left in the shadow of many buildings in Süleymaniye. Keeping record of the buildings, which are on the verge of being erased from Istanbul's memory, also means contributing to the storytelling. We take ownership to the extent that we can remember and we remember to the extent that we take ownership. D.A.: Recording the physical space of the garden and the experience it provided, placing it at the core of a production and studying it, attributes a value to the garden above all else. It offers proposals about why the space should be protected. On the other hand, the relationship between memory, city and people has a very strong connection with the sense of “belonging”. When a space that makes you feel that you live in that city is being discredited and destroyed, the possibility of feeling that sense of belonging to this city diminishes. Not only our spaces, but also our memory of those places is taken away from us. It is perhaps for this reason that we are becoming increasingly numb to these spaces that are slipping away from our hands. By making this project accessible to the public and presenting the memory of the institute and the garden, we hope to avoid this numbing feeling, at least in relation to the garden. And we are still hopeful, we believe that the garden will always remain green along with its memories.
M.B.: Finally, what is the importance of conducting such a
issue 21 · 2019 w ınter // 35
36 // say ı 21 · 2019 kış
Havuzlu Restaurant, Kapalı Çarşı | Grand Bazaar
Yazar | Author Sena Özışık Fotoğraflar | Photographs Şener Yılmaz Aslan
ŞEHRİN LEZZET DURAKLARI ESNAF LOKANTALARI
Dünya kültüründen farklı tatlar bizi cezbetse de, derin bir sadakatle bağlı olduğumuz lezzet “iyi” bir tencere yemeği değil mi aslında? Kendi kültürümüzden, hayatın tam da içinden olan… Takdir edersiniz ki, eski tariflerin püf noktaları ile bezenmiş lezzetlerin her kaşığı ayrı bir özen ve titizlik taşır. Tarihi esnaf lokantaları da tam bu noktada devreye giriyor işte. Alışveriş yaptıkları kasap ve manavdan tutun, ekiplerine kadar zincirin her bir parçasında “sadakat” başrolde. Ortak sloganları ise “Yemediğin şeyi yedirme.” Dürüstlük, özveri, emek ve samimiyet üzerine kurulan bu mutfaklarda pişen yemeklerin hepsi çok özel. “Hamburger, pizza, suşi iyi hoş ama esnaf lokantalarından ne haber?” dedik ve şehirdeki lezzet duraklarını mercek altına aldık. Keyifli okumalar!
Kanaat Lokantası, Üsküdar Ne olursa olsun, esnaf lokantaları hiçbir zaman değerini yitirmeyecek. Sizce bunun nedeni nedir? Mustafa Kargılı: Tabii ki, asla değerini kaybetmeyecek çünkü bu bizim kültürümüz, yok olması imkansız. Önceden bizim gibi lokantalardan çok fazla vardı İstanbul’da, fakat sayısı giderek azaldı. Ekonomik şartlardan dolayı devam edemeyenler ya da devam ettiremeyen aile bireylerinden ötürü kepenk kapatmalar olabilir. Yemek kültürü olarak ise bitmesi imkansız “Neden?” derseniz hayatın kendisi tam olarak bu kültür çünkü. İnsanlar bir alışverişe çıktığında, günlük koşuşturmaları süresince yemek yemek için esnaf lokantalarına uğrarlar. Köklü bir geçmişe sahiptir Türk mutfağı. Bir sürü kültür ve mezheplerden oluşan yemek kültürümüz oldukça zengin bir mutfağa sahip. Bir İtalyan ya da Fransız mutfağı gibi kısıtlı değil, bizim kültürümüzde çeşit çok fazla. Çeşidi boldur esnaf lokantalarının. Fakat olmazsa olmazı hangi yemektir sizce? Mustafa Kargılı: Olmazsa olmazlar var tabii ki. Örneğin ana yemek olarak; kuru fasulye, çorba, salata ve pilav mutlaka olmalıdır. Bu lezzetlerin olmadığı esnaf lokantası düşünülemez. Bir esnaf lokantasının “iyi” olduğunu anlayabilmek için, en çok hangi detaya dikkat etmeli? Mustafa Kargılı: Öncelikle, denemelisiniz. Sonrasında dikkat etmeniz gerekenler; bol çeşidi olması, iyi malzeme kullanmasıdır. Fiyatlar ise, halkın her kesimine hitap etmelidir. Hijyen de bir o kadar önemli tabii! Eskiye göre, lokantacılığın zorlaşan unsurları var mı? Mustafa Kargılı: 30 sene evvel, benim gözlerim şunları gördü; burada çarşı vardı, tamirhaneler vardı. Oradaki çıraklar her öğlen yemek yiyebiliyordu. Belki şimdi her öğlen yemek yiyemiyorlar. Bunlar kötü gidişatlar sektör ile ilgili. Belki memur da zorlanıyor, ayda 3-4 kere yiyebiliyor öğle yemeğini… Bu da hayat şartlarından kaynaklanıyor sanıyorum. Sektörün zorlaşan ya da negatif yanı bu benim için. Kanaat Lokantasına gelindiğinde misafirler mutlaka hangi lezzetleri denemeli? Bir tatlı, bir de ana yemek önerisi alabilir miyiz sizden? Mustafa Kargılı: Birçok yemek var. Örneğin; bir çorba içebilir arzu ederse salata yiyebilir. Elbasan tava, kuzu ciğer sarma tavsiye edebilirim. Bunlar zaman zaman lokantamızda çıkardığımız, unutulan tatlar. Sonrasında saç kavurma ve beğendili kebap da çok sevilen lezzetlerimiz arasında. Tatlı olarak da; ekmek kadayıfı ve tulumba tatlısı önerebiliriz.
issue 21 · 2019 w ınter // 37
Kanaat Lokantası, Üsküdar
Siz Üsküdar için çok şey ifade ediyorsunuz. Peki, Üsküdar sizin için ne ifade ediyor? Mustafa Kargılı: Eski kültürü, tarihi eser olarak camileri, köklü esnafları Üsküdar’ı Üsküdar yapan önemli detaylar arasında. “Tarihi” kısmına sahip çıkılmalı. Mesela ben 11 yaşındayken, bir Japon turist geldi 70’li yıllarda. Bana Çinili Cami’yi sordu, oradaki çinileri merak etmiş Japonya’dan kalkmış gelmiş. Ben kendisini o camiye yönlendirdim. O zamanlar ben de gidip görmemiştim, birkaç yıl sonra ben de merak edip Çinili Camiye gittiğimde çinilerinin çalındığını gördüm. Bunlar tatsız olaylardı. Sanırım Üsküdar’ın daha da iyi tanıtılması, üzerine düşülmesi gerekiyor. Kanaat’ın kuruluş hikayesini de sizden dinleyebilir miyiz? Mustafa Kargılı: Biz Rumelili bir aileyiz, 1910’larda İstanbul’a gelmişiz. Genelde o bölgenin insanı gıda işiyle uğraşırlardı. Benim babam da bir arabada dondurma satıyormuş. Hatta daha da eskiden kağıt helva ile başlamış. Dondurmadan oluşan sermaye ile burayı açıp, dayısı ile beraber çalışmaya başlıyorlar. Şimdi de biz devam ettiriyoruz. İnsanlar da bizim bu hikayemizi çok bilmiyorlar. Ve o dondurma tarifini biz burada hala misafirlerimize sunuyoruz.
Bankalar Lokantası, Beyoğlu 38 // say ı 21 · 2019 kış
1947 yılından günümüze, esnaf lokantası dendi mi akla gelen ilk mekanlardan Bankalar Lokantası. Bunu neye bağlıyorsunuz? Serdal Karacan: En önemlisi, kaliteden ödün vermiyoruz. Malzememiz birinci kalite, ustalarımız sürekli değişen değil, sürekliliği olan insanlar. Burada bir personel işe başladığı zaman, emekli olana kadar ayrılmaz. Emekli olunca bile çalışmak isteyen arkadaşlarımız oldu. Burası okul gibidir bir nevi, burada yetişip de yurt dışında restoran açan ya da ülkenin çeşitli yerlerinde restoran açan arkadaşlar da oldu. Ekip olarak güçlü bir bağa sahip olunca ve kaliteden ödün vermeyince de bu iş devam ediyor. Bankalar Lokantası’nın özel bir tarihe sahip olduğunu duyduk. Lokanta sahibi Recep Karacan 1966 yılında burada o zamanki sahibi Artin Bey ile çalışmış. Sonrasında ise lokantanın sahibi olmuş. Hikayesini bizimle paylaşabilir misiniz? Serdal Karacan: Babam 1966 yılında Eminönü’ndeki Pandilli restoranında çalışırken Artin Bey’in yanına gelmiş. Uzunca yıllar çalıştıktan sonra 1987 yılında babam emekli olup, işi bırakmış. Artin Usta da babam işi bırakınca “Ben burayı yürütemem ya gel eskisi gibi devam et ya da ben sana devredeyim” demiş. Babam da almayı kabul etmiş. 1987 yılında babam devrini aldı, biz de devam ettiriyoruz. Buranın tarihi dokusu da hayli dikkat çekiyor. Var mıdır bir hikayesi?
Serdal Karacan: Biz buraya geçeli 3,5 yıl kadar oldu. Daha önce hemen karşıdaydık, orası bir otele satılınca yıllardır hizmet verdiğimiz yerden ayrılıp, buraya geçtik. Böyle bir mekan olmasını istedik çünkü bizim de bir tarihimiz var, hizmet verdiğimiz mekanın da tarihi olması gerektiğini düşündük. Gelen misafirler burada eskileri yaşıyor. Bu binanın yığma taş olması Ceneviz’lere kadar uzandığını gösteriyor bir nevi. Bizden önce bir ilaç fabrikasının laboratuvarı olarak kullanılmış. Biz tarihi dokusuna kavuşturmak için duvarlarda kaplı olan betonu söktük ve orijinal haline getirdik. Lokasyon gereği turist misafirlerinizin de ağırlıklı olduğunu düşünüyoruz. Genelde onlara ne öneriyorsunuz? Serdal Karacan: Hünkârbeğendi öneriyoruz. Perşembe gelirler ise tulumba tatlısı. Cuma gelirler ise, eski Ermeni ustamızın havis tatlısını öneriyoruz. İstanbul’da başka hiçbir yerde yok, çok eski bir tatlı, biraz da zahmetli. Müdavimlerinizin en beğendiği yemekleriniz hangileri? Bir ana yemek bir tatlı olarak bizimle paylaşmanızı istesek? Serdal Karacan: Hünkârbeğendimizi mutlaka denesinler! Her gün çıkardığımız şekerpare, kabak tatlısı ve fırın sütlacımız var. Bazı tatlarımızın ise belirli günleri var. Mesela irmik helvamız Salı günleri, tel kadayıfımız Çarşamba günleri, tulumba tatlımız Perşembe günleri, Havis tatlımız da Cuma günleri çıkıyor. Hepsi bizim imalatımız olduğu için hepsini öneriyorum, burada seçim müşteriye kalmış aslında.
Yanyalı Fehmi Lokantası, Kadıköy
100 yıllık bir tarihe sahip Yanyalı Fehmi Lokantası… Yanya’dan göçle gelen Fehmi Sönmezler’in kurduğu bu lokanta şu an 3. Kuşak işletmecilerin önderliğinde. Büyük bir sorumluluk bu, lezzetinden ve kalitesinden ödün vermemek için zorlandığınız oluyor mu? Ergin Sönmezler: 100 senelik bir kuruluşun devam etmesi tabii ki büyük bir sorumluluk. Gelip de birinin size “Şu eskiden daha iyiydi, bir şeyleri mi bozdunuz?” dememesi için biz var olanı da daha ileriye taşımayı hedefliyoruz. Daha kötüsünü yapmak gibi bir eğitim almadık, biz küçükken de “müşteri velinimetimizdir” anlayışını benimsedik. Bir ürün alacaksak en iyisini alıyoruz, yemek servis edeceğimizde kendi yemediğimiz yemeği yedirmiyoruz. Hep böyle büyüdük, böyle gördük. Biz bu müesseseyi korumak ile yükümlüyüz. İşimizi severek yapıyoruz. Dedenizden aldığınız en önemli sektörel öğüt neydi? Ergin Sönmezler: Birincisi, biz gıda işi yaptığımız için temizliğe yemekten önce önem veririz. İkincisi ise yemediğini başkasına yedirmemek... Örneğin, yağımızı özenle seçiyoruz. Daha uygun fiyatlı ve karı yüksek ürünler kullanabilirken, misafirlerimizin rahatsız olmaması için ürünün en kalitesini ve doğalını kullanıyoruz. Çok müşterimiz var “ Kadıköy’de çok yerde yemek yedim, sizde yedikten sonra hiç midem yanmıyor.” diye geri bildirim yapan… Malzemelerinize dikkat ettiğiniz zaman ortaya çıkan ürün de kaliteli oluyor. Kadıköy, tarihi değeri ve ruhu olan semtlerden... Sizin için de bir iş mekanının daha ötesinde olmalı. Bu semt, sizin için ne ifade ediyor? Ergin Sönmezler: Kadıköy aslında eskisi gibi büyük bir iş lokasyonu değil aslında. Kadıköy, insanların yaşadığı ve mutlu olduğu bir yer. Vapurdan indiğinizde içiniz rahatlar, eve gelmiş gibi hissedersiniz. Biz de buraya bir ruh katıyoruz evet çünkü çok eski bir müesseseyiz. Mesela Bakırköy’den bir kişi buraya yemek yemeye geliyor ama aynı zamanda da Kadıköy’e gelmiş oluyor. Bu durumda biz bulunduğumuz ilçeye de bir değer katmış oluyoruz. Aslında tam da bu nedenle de şubeleşmiyoruz. Osmanlı mutfağından seçme lezzetleri her gün misafirleriniz ile buluşturuyorsunuz. Buraya yakın zamanda gelmeyi planlayanlara denemesi için hangi lezzetlerinizi önerirsiniz? Ergin Sönmezler: İlk olarak soğanlı yahnimizi mutlaka öneririz. Önemli olan bir de şu nokta: “Siz neyi seviyorsunuz ve neyi özlediniz?” Buraya gelenler domatesli pilav yediğinde “annemin pilavı gibi.” derler. Bir müşterimiz her geldiğinde zerde yer, diğeri elbasan yer. Beğendi kebabımız, yaprak sarmamız, paşa kebabımız, Yanya köftemiz çok lezzetlidir. Bizim ilk şefimiz sarayın baş aşçısıymış. Saraydan ayrıldıktan sonra dedem ile tanışıyor. Dedem yemek yapmayı çok sevdiği için lokanta açmaya karar veriyor. Baş aşçımıza da “gel sen de başında dur” diyor. O da kabul edince, dedem de diğer işini bırakıp her sabah lokantaya gelmiş, yemekleri de öğrenebilmek için. Gidip sonra evde yapıyormuş o da. 1949 yılında tüm mülklerini satıyor en son iskelenin yanındaki dükkanımızı da satıyor, burayı kiralıyor. Babamlar da dedeme destek olmaya başlıyorlar burada, sonra onlar devam ediyor. Tarifleriniz 100 yılı aşkın süredir saray mutfağına dayanıyor. Peki bu, tariflerin sürdürülebilirliğini
zorluyor mu? Beş yıl sonra yeniden gelen bir misafirin tercih ettiği lezzetin tadı yine aynı mı oluyor yoksa yeni yorumlar katıyor musunuz? Ergin Sönmezler: Her sene denediğimiz yeni tarifler ve lezzetler oluyor. Fakat soğanlı yahni, elbasan tava gibi tarihi lezzetler aynı yapılır. Bizim şimdiki şefimize de tarifleri dedemden öğrendiği kadarını amcam bizzat öğretti. Şimdiki ustalarımızdan örnek vermek gerekirse, şekerin üzerinde bir tane ölçek kabımız vardır. Ne kadar attınız dersiniz, üç kap attım der. Bir kilo/gr hesabı yok. O, kendi ustasından ne öğrendiyse aynı şekilde devam ettiriyor. Biz bu sisteme dışarıdan okullu birini dahil etmeye çalışırsak, bu sefer okullu okulda öğrendiği şekilde yapmayı isteyecek doğal olarak. Bu da bizim ruhumuza aykırı bir nevi. Örneğin bir müşterimiz Almanya’ya yerleşmiş, geri geldiğinde, 30 sene önce yediğim yaprak sarmasının aynısı diyor. Biz onu alay sisteminde koruyoruz. Yorum katma işini ise, denediğimiz başka yemeklerde yapıyoruz, var olanı değiştirmiyoruz anlayacağınız.
Havuzlu Restaurant, Kapalıçarşı
500 yılı aşkın bir tarihe sahip olan Kapalı Çarşı’nın etkileyici dokusu altında hizmet veriyorsunuz. Bu size ne gibi bir artı sağlıyor? Burası bir müze bizim için. Dolayısıyla gelen misafirler de buranın tarihi dokusuna önem veren insanlar. Misafirlerimiz burada nostalji yaşayıp, geçmişi yad etmeyi seviyorlar. Böyle bir mekanda yemek yemenin mutluluğunu yaşıyorlar. Biz de onlara güzel bir hizmet vermek için, her gün çeşitli yemekler çıkartıyoruz. Ortalama olarak günde kaç yemek çıkartıyorsunuz? Yemekler ne kadar sürede tükenmiş oluyor? Ortalama günde 32 – 35 arası yemek çıkartıyoruz. Her gün farklı yemekler çıkartıyoruz. Saat 15.30 gibi yemekler bitmiş oluyor. Tabii ki o saatten sonra gelen misafirlerimizi de boş göndermiyoruz. Izgaralarımız var, onları öneriyoruz. Gerek konum gerek ününüz gereği, turistlerin de ilgi odağı olmuş durumdasınız. Ne yiyeceklerini bilerek mi geliyorlar, sizden mi tavsiye istiyorlar? Genelde Avrupalı turistler “Bize önerecek favori ne yemeğiniz var?” diye soruyorlar. Arap turistler tercihini daha çok etli yemeklerden yana kullanıyor. Dünyanın her yerinden gelen turistler yemeklerden çok memnun ayrılıyor, çünkü bizim mutfağımız yabana atılacak bir mutfak değil. Türk mutfağı çok özel bir mutfak, damağa da mideye de hitap ediyor. Bulunduğunuz yerden kaynaklı burayı ağırlıklı olarak turistler mi tercih ediyor yoksa çevre esnaf da tercihini sizden yana mı kullanıyor? Esnaflar da tabii ki bizi tercih ediyorlar. Ayrıca çarşıyı ziyarete gelen yerli müşterilerimiz de geldiklerinde bize uğruyorlar. Gurmelerin geldiği sayılı noktalardan bir tanesiyiz. Hatta Fransa İş Adamları Derneği yöneticisi burada bir yemek verdi. “Ben Fransa’da böyle yemekler yemedim” dedi. Bize de Fransa’dan teşekkür mektubu iletti. Hem hijyen hem lezzet konusunda iddialıyız. Biz yemeklerimizde bulyon vb. kullanmayız, kemik suyu kullanırız. Bunlar hep lezzetimizi daha özel kılan detaylar. “Hünkârbeğendi” en çok tercih edilen lezzetleriniz arasında. Var mıdır özel bir nedeni? Hünkârbeğendi, orijinaline uygun şekilde yani közde
yapılıyor. İs tadının olması bizim hünkârbeğendimizi öne çıkaran önemlin detaylardan biri. Osmanlı mutfağına uygun şekilde yapıyoruz yemeklerimizi. Örneğin, kadayıflı kuzu sarmamız var. Kayısı incir ceviz ve kuzu incikten yapılıyor. Dışarıdan görseniz tatlı zannederseniz fakat eski bir Osmanlı lezzetidir. Mesir kebabımız var o da dana etinden yapılır, meyveli yapılır. Şehzade kebabımız, çökertmemiz ve Elbistan tava da beğenilen lezzetlerimiz arasındadır. Burada herkesin damak tadına uygun lezzet bulabilirsiniz.
Hünkar Lokantası, Nişantaşı
Hünkar lokantası, diğer esnaf lokantası tasarımlarına göre daha modernize edilmiş bir havaya sahip. “Esnaf lokantası” denildiğinde zihinde canlanandan daha farklı bir görünüm karşılıyor misafirleri. Bunun özel bir nedeni var mı? Feridun Ügümü: Yılların verdiği bir tecrübe, birikim var. Benmarimize bir perde çekip, alakart menü koyduğumuzda fine dining bir restoran görünümünde olabiliyoruz. Bizde ızgara olarak balık var, et var, zeytinyağlı yemekler var, ara sıcaklarımız var. Masa örtümüz, bez peçetelerimiz, alkollü içecekler mevcut. Diğer esnaf lokantalarından bu noktada daha sıyrılan bir duruşumuz var sanıyorum. 2000 yılında kapatılan ilk şubeniz Fatih’te idi. Nişantaşı'nın sizin için eksileri ve artıları nelerdir? Feridun Ügümü: Fatih’ten geldik biz. Orası daha mütevazı bir yaşam sürdüren kişilerin yaşadığı bir bölgedir. 90’lı yılların sonuna doğru oradaki müşteri kitlesi de değişti. Fatih’i kapatmadan evvelki son yıllarda Nişantaşı ve Etiler’den bize yemek yemek için gelen müşterilerimiz oluyordu. Namımız iyice yayılmıştı. Biz taşındıktan sonra hala yerimizi Fatih’te sanıp gidenler oluyordu fakat eski komşularımız buraya yönlendiriyordu. Fatih’teki son dönemlerimizde, o bölgede çok fazla kebapçı, lahmacuncu ve fast food dükkanları açılmıştı. Biz lokanta olarak biraz ağır gelmeye başlamıştık konuma göre. Bizi esnaf lokantası olarak gördükleri için ve zaten bizde yer alan yemeklerin benzerleri kendi evlerinde piştiği için daha çok diğer tarzdaki restoranlara yönelmeye başladılar. Etiler ve Nişantaşı’ndaki müşteri portföyü daha farklı. Hem kadın hem erkek çalışıyor, alım gücü daha yüksek, zamanı ise daha kıymetli. Lokantada yemek yemek onlar için daha pratik ve daha uygun oluyor. Burada hem otellerden gelen müşterilere hitap ediyoruz hem de mahallenin lokantası konumundayız. Bu bölgede oturanlar idareci kadın ve erkek pozisyonunda olanlar evlerine de iş getirdiklerinden tencere yemeğini burada yemeyi tercih ediyorlar. Ayrıca bir iş lokasyonu da olduğundan semt olarak, iş yemeği olarak çalışanlar misafirlerini burada ağırlamaktan keyif alıyorlar. Hünkar Lokantası’nın lezzetlerini deneyimleyen, müdavimi olup çıkıyor restorandan. “Ben her gün bu mutfağa sevgilimle buluşacakmış gibi gelirim.” diyorsunuz… Sizce sırrı bundan mı ibaret? Feridun Ügümü: Benim dedem de babam da aşçı idi. Benim ustam babamdır, o da aşıktı işine, dolayısıyla ondan bize geçti. Ondan öğrendiklerimin üzerine ben de koydum. Öğrendiğim öyle kilit tecrübeler vardı ki… Lokantacılık sadece güzel yemek yapmak değildir. İşin işletmeciliğini yani esnaflığını bilmeden dünyanın en güzel yemeğini de yapsanız hiçbir şeye benzemez. Restorancılığın diğer departmanlarına hakim olmazsanız, hiçbir şey yapamazsınız, başarılı olamazsınız. Hijyen, insan ilişkileri, güzel yemek yapmak, esnaflığı bilmek; bunların hepsi birleştiğinde sağlam bir bütün ortaya çıkar.
Yanyalı Fehmi Lokantası, Kadıköy
Mutfak sanatı ailenizde bir gelenek niteliği taşıyor. İlk olarak hangi aile bireyinde ve nasıl başlıyor bu macera, anlatabilir misiniz? Feridun Ügümü: Benim dedem iyi bir aşçıymış. İyi ustaların elinde yetişmiş. Babamı ortaokuldayken yazın Erzurum’da çocuk denecek yaşta çıraklığa vermiş lokantanın mutfağına. Babam da meraklıymış tabii, çabuk öğrenmiş, Erzurum’da 17 yaşındayken 5 masalı bir yer açmış kendine. Para da kazanmış, fakat biraz para kazanınca insanların gözüne batmış dedeme babam hakkında paraları çarçur ediyor gibi dedikodu çıkarmışlar. Babam da sinirlenmiş satmış dükkanı. Sonra birkaç yerde çalışmış Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde, hem yöresel yemekleri öğrenmiş hem kendini daha da geliştirmiş. Sonrasında İstanbul’a gelmiş burada da çalışmış ardından 1950’li yıllarda Fatih’te ilk lokantasını açmış. Biz de öyle büyüdük, okuldan çıkınca lokantaya geçerdik, yemek yemeye giderdik. İşi de mutfağında öğrendim anlayacağınız. Eski mutfak teknikleri ile ilgili babam bana çok şey katmıştır. Ününüz dünyanın dört bir yanına ulaşmış durumda, çoğu “En İyi Restoranlar” arasında siz de varsınız. Bu Türkiye için de oldukça gurur verici. Nasıl ulaşıyorlar size, kimden duymuş oluyorlar namınızı?
4
Feridun Ügümü: En sağlam reklam ağızdan ağıza olan reklamdır. Yabancı bir misafir geldiyse İstanbul’a, otelde kalacaksa oradakilere soruyor “Nerede yiyebilirim?” diye. Zaten iyi yemek yaptığınızda onun duyulmamasının imkanı yok. İyi yemek kendini konuşturur. Hünkar Lokantası’nı henüz deneyimleyememiş fakat
ilk fırsatta gitmek için ajandasına not almış misafirlerinize hangi lezzetlerinizi önerirsiniz? Feridun Ügümü: O kadar çok çeşit var ki hepsini yiyemeyeceklerine göre, ilk etapta damak tatlarına en uygun lezzetlerden iki-üç tanesini denemeye çalışsınlar. Sonra geldiklerinde diğer lezzetleri deneyebilirler. Çünkü bol çeşidimiz sayesinde, çoğu kişinin damak tadına uygun lezzet çatımız altında mevcut. Ekibinizi kendiniz mi yetiştiriyorsunuz? Feridun Ügümü: Şöyle cevap vereyim; ben dünyanın her yerinde yemek yaptım. Giderken de asistan olan bazı beş yıldızlı otellerde şeflik yapan kişileri yanımda götürdüm. Orada iş yemek yapmaya gelince “keşke kendi mutfağımdaki yardımcılarımı götürseydim” diye düşündüm. Çünkü otel aşçılarının alaturkaları biraz daha zayıf oluyor. Otellerin çoğunda alaturka yemekler çok fazla olmaz. Biz yanımızda yetiştiriyoruz, dışarıdan gelen insanlar bizimle aynı pratikte olmuyorlar. Aşçılık okulu da okusalar müfredatlarında alaturka yemekler ağırlıklı olmuyor. Yeni yeni koymaya başladılar müfredata. Ağırlıklı olarak dünya mutfağı öğreniyorlar. Bu çocuklar mezun olduğunda risottoyu çok iyi yapıyorlar ama pilavımızı, hünkârbeğendimizi layığıyla öğrenemiyorlar. Şu anda benden sonra gelen aşçıbaşı bizim yanımıza 14-15 yaşlarında geldi; bulaşıktan başladı, askere gitti geldi, evlendi, yıllarını verdi şimdi aşçıbaşı oldu. Diğer arkadaşlarımızın da en yenisi 15 senelik diyebiliriz. Tüm esnaf lokantalarında da böyle bir adet vardır.
Even though different types of food from international cuisine appeal to us, we actually feel a deep connection to a simple and “good” meal, don’t we? A meal from our own culture, from the very heart of our life… You would probably agree that every spoonful of flavor, bearing traces of age-old recipes is the result of care and attention. This is where the historical Turkish “esnaf lokantaları” or tradesmen’s restaurants come into play. In this article, I will refer to them as traditional restaurants. From the butcher and grocery store where they shop to their teams, “loyalty” plays the lead role in every link of the chain. They share the same motto, “Don’t serve what you wouldn’t eat”. All the meals cooked in these kitchens, which are built on honesty, devotion, labor and sincerity, are truly special. We said, “Hamburgers, pizza and sushi are fine but what about traditional restaurants?” and took a close look at some of the most popular dining spots in the city. We hope you enjoy reading it!
Kanaat Lokantası, Üsküdar
No matter what, tradesmen’s restaurants will never lose their value. Why do you think this is? Mustafa Kargılı: They will of course never lose their value because they are a part of our culture, it would be impossible for them to disappear. In the past, there were many more such restaurants in Istanbul like ours but that number has gradually decreased. They were unable to continue due to economic conditions or they had to close the business because of family members. But as a food culture, it is impossible to end. If you ask “Why”, life itself is this culture. When people go shopping or rush through daily stuff, they stop at traditional restaurants to eat. Turkish cuisine has a deeprooted history. Our cuisine, which consists of many cultures and traditions, is very rich. It's not as limited like Italian or French cuisine because in our culture there's more variety. Traditional restaurants offer plenty of options. But which dish is a must-have? Mustafa Kargılı: Of course, there are must-haves. For instance, white bean stew, soup, salad and rice are essential as main course. It would be impossible to think of a traditional restaurant without these dishes. Which details should we look for in order to understand whether a traditional restaurant is a “good” one? Mustafa Kargılı: First of all, you should try the restaurant. Then you should pay attention to factors such as offering plenty of choice and using good ingredients. Prices should be affordable for all people. Hygiene is equally important! Compared to the past, are there more challenges to restaurant management? Mustafa Kargılı: I was here 30 years ago, there was a bazaar, there were repair shops. The apprentices could have lunch in the traditional restaurants every day. But now, it may not be possible to eat out every noon. These are the negative developments about the industry. Even the civil servants might find it difficult to eat out, maybe 3-4 lunches a month… These are all due to living conditions, I guess. I see this as the challenging or negative aspect of this industry.
Hünkar Lokantası, Nişantaşı
Which flavors should the guests try when they come to Kanaat Lokantası? Please recommend a dessert and a main course. Mustafa Kargılı: There is a rich offering of meals. For instance, they can have a soup and a salad. I would recommend ‘elbasan tava’, lamb casserole with yogurt or wrapped lamb liver. These are flavors of the past that we serve from time to time in our restaurant. Lamb roast and kebab with eggplant puree are also very popular. For dessert, we would recommend ‘ekmek kadayıfı’ and ‘tulumba tatlısı’, two traditional Turkish delicacies. You mean a lot to Üsküdar. So, what does Üsküdar mean to you? Mustafa Kargılı: Ancient culture, historical monuments such as mosques, deep-rooted tradesmen are important details that make Üsküdar what it is. We should take ownership of “historical” aspects. For instance, when I was 11 in the 1970s, a Japanese tourist came in. He asked me about the Tiled Mosque; he was curious about the tiles and came all the way from Japan to see them. I gave the directions to the mosque. At the time, I hadn't seen the mosque yet and a few years later I wanted to visit the Tiled Mosque and saw that the tiles were stolen. These were unpleasant
incidents. I believe Üsküdar should be promoted better, it needs focused attention. We would like to hear the story of how Kanaat was established from you. Mustafa Kargılı: We are a Rumelian family that came to Istanbul in the 1910s. The people of that region were typically involved in the food business. My father used to sell ice cream in a car. He actually started with traditional wafers. With the capital he accumulated by selling ice cream, he opened this place and started working with his uncle. Now we carry the torch. People don't really know our story. And the ice cream we serve to our guests here is still made with the same recipe.
Bankalar Lokantası, Beyoğlu
With a history dating to 1947, Bankalar Lokantası is one of the first places that come to mind when we think of traditional Turkish restaurants. Why do you think this is? Serdal Karacan: The most important factor is that we never sacrifice quality. We use the best ingredients and we work with the same cooks who have been with us for many years, they are not temps. When an employee starts here, he will usually work until retirement. We had employees who wanted to continue working even after they retired. This place is in a way like a school, we have had employees who trained here and went on to open their own restaurants abroad or in other parts of the country. When you have strong bonds as a team and you don’t sacrifice quality, the business can be sustained. We heard that Bankalar Lokantası has a special story. The restaurant’s owner Recep Karacan worked here in 1966 with Mr. Artin, the previous owner. Then he took over the restaurant. Please tell us this story.
issue 21 · 2019 w ınter // 41
Serdal Karacan: My father was working at Pandeli Restaurant in Eminönü in 1966 and then joined Mr. Artin. After working for many years, my father retired in 1987 and left the job. But Mr. Artin told my father, “I can’t continue this business on my own any more, either come and work like you used to or I will hand over the restaurant to you”. So, my father accepted the offer and took over the restaurant in 1987. We carry the torch now. The historic texture of this place is quite interesting. Does it have a story too? Serdal Karacan: We moved here 3.5 years ago. Before that, we were right across the street but when the place was sold to a hotel, we had the leave the location where we operated for so long and relocate here. We wanted the place to have this look and because we have a history, we thought the design should reflect that. The guests relive the past here. The fact that this building has masonry walls indicates that it dates to the Genoese. Before us, it was used as the laboratory of a pharmaceutical company. We removed the plasters on the walls to uncover the original masonry. Considering the restaurant’s location, we think your guests are mostly tourists. What do you typically recommend them? Serdal Karacan: We recommend ‘hünkarbeğendi’, meat stew with eggplant puree. If they come on Thursday, ‘tulumba tatlısı’. On Fridays, we serve ‘havis’, a kind of pudding with the recipe of our old Armenian chef. You can’t find it anywhere else in Istanbul, it’s a very old dessert and rather difficult to prepare. What are the favorite dishes of your regular customers? Please suggest a main course and dessert. Serdal Karacan: They should definitely try our ‘hünkarbeğendi’, meat stew with eggplant puree! We serve ‘şekerpare,’ pumpkin dessert and oven baked rice pudding every day. Some other desserts are only served on specific days. For instance, semolina halvah on Tuesdays, ‘tel kadayıf ’, shredded pastry on Wednesdays, ‘tulumba tatlısı’ on Thursdays and ‘havis’ on Fridays. I recommend them because we make them here but of course it’s up to the customer to choose.
Yanyalı Fehmi Lokantası, Kadıköy
Yanyalı Fehmi Lokantası is a century-old restaurant. It was founded by Fehmi Sönmezler who emigrated from Yanya (Ioannina) during the population exchange and it is now managed by the third generation. This is a huge responsibility; do you ever find it difficult not to compromise the flavors and quality? Ergin Sönmezler: Sustaining a century-old establishment is naturally a huge responsibility. We always strive to build upon what exists to make sure that no one comes and says, “That one was better in the past, did you change something”. We were not trained to do worse and from a young age adopted the approach of “customer is always right”. We buy the best ingredients and we don’t serve food that we wouldn’t eat. This is how we were raised and what we learned. We are obligated to preserve this establishment and we love what we do. What was the most important advice your grandfather gave about the industry? Ergin Sönmezler: First, pay utmost care to cleanliness because we are in the food business. Second, don’t serve anything that you wouldn’t eat. For instance, we select the oils we use very carefully. Even though we can use more affordable and 42 // say ı 21 · 2019 kış
profitable products, we still choose the best ingredients and natural products to ensure customer satisfaction. We have received feedback from many customers who say, “I have eaten in many places in Kadikoy, I don’t have heartburn when I dine here”. Kadıköy is a district of historical value and spirit. It should be more than just a location for you too. What does Kadıköy mean to you? Ergin Sönmezler: Kadiköy is not just a major business location anymore. Kadikoy is a place where people live and are happy. When you get off the ferry, you feel relaxed and like you have come home. We bring soul to Kadıköy as well because we are a very old establishment. For instance, a person from Bakirköy comes to eat here but he also comes to Kadiköy. In this case, we add value to the district. This is precisely the reason what we are not branching out. Every day, you serve your guests select dishes from Ottoman cuisine. Which dishes would recommend people who plan to come here soon? Ergin Sönmezler: First of all, we definitely recommend the onion stew. One important point is to ask, “what do you like and what do you miss?”. When they have tomato rice, they say, “it’s like my mother's rice”. One customer can have zerde, saffron and rice dessert, every time he comes here, another can have ‘elbasan tava’, lamb casserole with yogurt. Some of our popular dishes are ‘beğendi’ kebab, stuffed grape leaves, pasha kebab and Yanya meatballs. Our first chef was the chief cook of the palace. He me my grandfather after he left the palace. My grandfather decided to open a restaurant because he loved cooking. He offered the chief cook to come and head the kitchen. And when he accepted, my grandfather left his other job and started to come to the restaurant every morning to learn the dishes. He would then go home and cook them. In 1949, he sold all of his properties and the restaurant next to the pier and rented this place. My father and his siblings began helping my grandfather here, and then they continued the business. For over a century, your recipes are based on palace kitchen. Is it hard to ensure the sustainability of these recipes? If a customer came here five years later, would they find the same taste or do you add new interpretations? Ergin Sönmezler: We try new recipes and tastes every year. But, historical flavors such as onion stew and ‘elbasan tava’, lamb casserole with yogurt are always made in the same way. My uncle personally taught our current chef the recipes he learned from my grandfather. To give you an example from our current chefs, we have a sugar cup for measuring. When you ask how much sugar he used, he says, “I put three cups”. No kilogram or gram measurements. He carries on what he learned from his own master in the same manner. If we try to integrate someone trained somewhere else into this system, they would naturally want to do things the way they were trained. This is against our spirit. For instance, a customer who settled in Germany comes and asks for the same stuffed grape leaves as the one he had 30 years ago. We ensure the same taste by giving hand to the next cooks within the establishment. Regarding new interpretations, we try them with new dishes but we do not change the existing ones.
Havuzlu Restaurant, Kapalıçarşı
You operate in the impressive setting of Grand Bazaar, which dates back more than five centuries ago. What are the benefits of this location?
This place is a like museum for us. Therefore, the guests that come here are people who value the historical texture of this place. Our guests like experiencing the nostalgia and reminiscing the past. They enjoy dining in such a place. We also serve a vast variety of dishes every day to provide good service. How many different dishes on average do you serve every day? How fast do they sell out? On average, we bring out 32 to 35 different meals a day. We change them daily. Around 3:30 pm, most of the dishes are sold out. Of course, we do not send our guests empty handed if they come later. We have grill options that we recommend. Given the location and your reputation, you have become a center of attention for tourists as well. Do they come here knowing what to have or do they ask for your recommendations? European tourists typically ask, “Which popular dish would you recommend?”. Arab tourists generally prefer to eat meat dishes. Tourists from all over the world leave very satisfied with the food because our cuisine should by no means be taken lightly. Turkish cuisine is a very special kitchen, it satisfies both the palate and the stomach. Is the restaurant preferred mostly by tourists due to your location or do the shopkeeper here dine here too? Shopkeepers of course prefer us as well. Local customers who come to the bazaar also stop here to dine. We are one of the few restaurants that gourmets prefer. A director from the French Business Association hosted a dinner here. He said, “I have not eaten such food in France.” He sent us a letter of thanks when he returned to France. We assert ourselves in terms of hygiene and taste. We don’t use bouillon, etc. in our meals. We use bone broth. These are some of the details that always make our dishes more special. ‘Hünkarbeğendi’ is among your most popular dishes. Is there a specific reason for this? ‘Hünkarbeğendi,’ meat stew with eggplant puree, is made according to the original recipe, which means eggplants are roasted on coal fire. The smoky taste is an important detail about what makes our ‘hünkarbeğendi’ stand apart. We prepare our dishes in line with Ottoman cuisine. For instance, we have lamb wrapped in shredded pastry. It is made with apricots, figs, walnuts and lamb shank. If you see it from the outside you would think it was a dessert but in fact it’s an old Ottoman delicacy. We have ‘Mesir’ kebab, which is made with beef and fruits. ‘Şehzade’ kebab, ‘çökertme’ kebab and ‘elbasan tava’, lamb casserole with yogurt are among our popular dishes. Here you can find a dish for everyone's taste.
Hünkar Lokantası, Nişantaşı
Compared to other traditional Turkish restaurants, Hünkar Lokantası has a more modernized feel. A different look than the one that comes to mind when we think of traditional Turkish restaurants welcomes the guests. Is there a special reason for this? Feridun Ügümü: There is the experience and knowhow of many years. When we pull a curtain in front of the steam table, we get the look of a fine-dining restaurant. As a difference, we serve grilled fish, meat dishes, cold plates and warm starters too. Table linens and napkins are different and we also offer alcoholic beverages. This is where we stand apart from other traditional Turkish restaurants. Your first restaurant, which closed in 2000, was in Fatih. What are the advantages and disadvantages of your location in Nişantaşı?
Bankalar Lokantası, Beyoğlu
Feridun Ügümü: We moved here from Fatih, which is a district where people live more modest lives. In the late 90s, the customer portfolio there changed. In the final before closing the restaurant in Fatih, customers would come from upscale districts such as Nişantaşı and Etiler. We had gained a good reputation. After we moved, there were still people who thought we were in Fatih, but our old neighbors direct them here. In our last days in Fatih, there were too many kebab houses and fast food stores. We started to feel rather out of place in that location. Because the people there still saw us as a traditional Turkish restaurant and had the same dishes that we serve cooked in their homes, they began frequenting those other places. The customer profile in Etiler and Nişantaşı is different. Both men and women work, their purchasing power is higher, and their time is more precious. Dining at a restaurant is more practical and convenient for them. Here, we appeal to customers from hotels and we are also the neighborhood restaurant. Residents of this area, male and female executives prefer home-style cooking and eat here too. Furthermore, this is both a business and residential district, and employees who work in this area enjoy hosting their guests for lunch here. People who try the dishes of Hünkar Lokantası become regulars. You say, “I come to this kitchen every day as if I am going out on a date.” Is this the only secret? Feridun Ügümü: My grandfather and my father were both cooks. My father was my master, he was in love with his job and he passed on this passion to us. I built on what I learned from him. There are so many key experiences that he taught me. Managing a restaurant is not just about cooking good food. Even if you cook the world's best food, without
knowing the craft and how to run the business, it would not amount to anything. If you do not master the other functions of the restaurant, you will not be able to achieve much. Hygiene, people skills, cooking good food, knowing the craft, when all of these come together, a strong whole emerges. The art of cooking is a family tradition for you. How and with which member of the family did this journey start? Feridun Ügümü: My grandfather was a good cook. He was trained by good masters. When my father was in middle school in Erzurum, he was sent to work at a restaurant as a summer apprentice. My father was already interested in cooking so he quickly picked up the craft. When he was 17, he opened a small place of five tables in Erzurum. He earned money too but when he made some money, people started rumors about him, telling my grandfather that he was squandering the money. My father got mad and sold the place. Then he worked in a few places in various cities across Anatolia, learned local dishes and improved himself. He later came to Istanbul and worked here as well and in 1950 he opened his first restaurant in Fatih. This is how we grew up too, we would go to the restaurant after school to eat. You can say that I learned the craft in the kitchen. My father taught me a lot about old cooking techniques. Your reputation has spread across the world, and you are included in most of the “Best Restaurants” lists. This is a great pride for Turkey. How do they find you, how does your reputation reach them? Feridun Ügümü: The most powerful advertising is by word of mouth. If a foreign guest comes to Istanbul and stays at a
hotel, they ask the hotel employees where to eat. And if you serve good food, there is no way that it doesn’t get recognized. Good food speaks for itself. Which flavors would you recommend new guests who have not tried Hünkar Lokantası yet but plan to visit soon? Feridun Ügümü: There is so much variety that since they cannot eat everything, they should first try two or three dishes to their liking. They can then try other flavors the next time they come. Because of our rich offering, most people will find something for their taste. Do you train your team yourself? Feridun Ügümü: Let me put it this way; I have cooked all over the world. When I went, I sometimes brought along chefs from five-star hotels or assistant chefs. And when it was time to cook there, I thought to myself, “I wish I had assistants from my own kitchen” because Turkish cuisine is not always the strong suit of the hotel cooks. Even if they attend culinary school, traditional Turkish food is usually not heavily included in the curriculum. But they have started adding it to the curriculum now. They are mainly taught international cuisine. When these young people graduate, they can make a good risotto but they may not be equally good at making our rice or ‘hünkarbeğendi’. The chef who came after me first started working with us at the age of 14-15 by washing the dishes. He did his military service, got married, gave us years and now became the head chef. I can say the newest of our other employees have been with us for 15 years. This is a practice that you can see in all traditional Turkish restaurants.
issue 21 · 2019 w ınter // 43
PORTRAITS
PORTRELER
Selin Tahtakılıç
44 // say ı 21 · 2019 kış
1995’te İzmir’de doğdu. Işılay Saygın Güzel Sanatlar Lisesi’nde Resim Bölümü’nde eğitim aldı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Grafik Tasarım bölümünde eğitimine devam ediyor. Düzenli olarak dergilere illüstrasyon üretmekte. Yurt içi ve yurt dışı illüstrasyon projelerinde çalışıyor. Çocuk kitapları resimliyor.
Selin Tahtakılıç (born 1995, İzmir) studied at the Painting Department of Işılay Saygın Fine Arts High School. She is currently a graphic design student at Mimar Sinan Fine Arts University. She regularly produces illustrations for magazines. Also works in domestic and foreign illustration projects. She draws for children books.
Dilara Akbal
1996’da Konya’da doğdu. 2015 yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Tasarım Bölümü’nü kazandı. Eğitimine halen devam etmektedir.
Dilara Akbal (born 1996, Konya) attended Graphic Design Department in Fine Arts Faculty of Marmara University in 2015. Dilara is still continuing her education..
Ceren Cesur
1995 yılında Adana'da doğdu. Çukurova Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü'nü bitirdikten sonra İstanbul'da çeşitli reklam ajanslarında sanat yönetmeni olarak çalıştı. Biri kişisel diğeri karma sergide eserleriyle yer alan Ceren Cesur, üretimlerine bireysel olarak devam etmekte. Sokaktaki küçük dostlarımızın tedavileri ve bakımları için de üretimleriyle birçok projede yer almaya devam etmektedir.
Ceren Cesur (born 1995, Adana), after graduating from Cukurova University, Faculty of Fine Arts, Department of Graphics, she worked as an art director in various advertising agencies in Istanbul. Ceren Cesur, who takes part in one of them in personal and other in the group exhibition, continues to produce individually. She continues to take part in many projects with her works for the treatment and care of our little friends on the street.
Meryem Server Özel
1990 yılında Bolu’da doğdu. 2014 yılında Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Bölümü’nden mezun oldu. Çeşitli kurumlarda çocuklara seramik dersi verdikten sonra illüstrasyona yöneldi. Çalışmalarına kağıt üzerine sulu boya ve guaj boya teknikleriyle bağımsız olarak devam ediyor.
Meryem Server Özel (born 1990, Bolu), graduated from Kocaeli University Fine Arts Faculty Ceramics Department in 2014. After giving ceramic lessons to children in various institutions, she turned to illustration. She continues her work independently with watercolor and gouache painting techniques.
issue 21 · 2019 w ınter // 45
CELEBRATE LIFE NOX Table Designed by Claudio Bellini Benzersiz ayak tasarımı ve ayrıcalıklı malzeme kullanımıyla seçkin bir görünüm sunan Nox, ahşap kaplama veya mermer tabla seçenekleriyle kullanıcısıyla buluşuyor. Offering a distinctive look with its unique leg design and exclusive material, Nox meets its users with its wooden covering or marble table top options.