Box in a Box Idea - 22

Page 1

tasarım, sanat ve fikir kütüphanesi l ı b ra ry o f d es ı g n , a rt a n d ı d e a

ücretsizdir ve altı ayda bir çıkar.

f o r f ree a n d p u b li s h ed ev ery s ı x m o n t h s .

vol. 22

sonbahar

2019

au t umn


SA HIBI // PU BLISHER

Ersa Mobilya San. Tic. A.Ş. ersamobilya.com

YAY I N YÖN E T MEN I

Ç E V I R M E N // T R A N S L A T O R

Aydan Açıkalın

// P U B L I C A T I O N D I R E C T O R

Yalçın Ata

B A S K I // P R I N T E D B Y

Mega Basım Yayın San. Tic. ve A.Ş.

E D I T Ö R // E D I T O R

Şener Yılmaz Aslan K A PA K I L L Ü S T R A S Y O N U // C O V E R I L L U S T R A T I O N

Deniz Şahin

M E T I N E D I T Ö R Ü // T E X T E D I T O R

Merve Aktaş

T A S A R I M // D E S I G N

Şener Yılmaz Aslan

T A S A R I M U Y G U L A M A // D E S I G N A D A P T E R

Aslı Yazan

K A T K I D A B U L U N A N L A R // C O N T R I B U T O R

Aydan Volkan, Burak Koçak, C. Eda Özgener Semerci, Dilara Tekin Gezginti, Pelin Derviş Y A Y I N T Ü R Ü // P U B L I C A T I O N T Y P E

Ücretsiz - Periyodik For Free - Periodical

I L E T I Ş I M // C O N T A C T

Ord. Prof. Kerim Gökay Cad. No:60 Çamlıca/ Üsküdar / İstanbul boxinaboxidea.com

*2000 adet basılmıştır // Printed in a run 2000 copies.

İÇİN DEK İLER // CON T E N T

4 - Bir K ıvr ımdan Öğ renebi lecek ler imiz ve Ersa // 8 - Ak ıner i Nefesl i Sazlar

1 4 - Meyer Objects // 20 - Daniel & Ol iver Piva // 26 - Atölye Mi l i le A ral ıktan Bak mak 32 - Bir Miras Yapısı Olarak Kütüphaneler // 34 - Za i Bodrum

Box in a Box Idea

Box in a Box Idea, mobilya alanında uzmanlaşan Ersa’nın mühendislik yeteneğini ve esnek üretim altyapısını temsil eden mimari bir konsept olarak 2011 yılında doğdu. Yalın Tan Jeyan Ülkü İç Mimarlık imzasını taşıyan iç mimari konseptinde yer alan “Box in a Box” fikri, dijital dünyada interaktif alanlara yer verme isteğinden yola çıkarak, farklı bir yöne evrildi. 2012 yılında, yerli ve yabancı tasarımcıları buluşturan en büyük sosyal platform olma vizyonuyla, Türkiye’nin tasarımcılara özel ilk sosyal ağı BoxinaBoxIdea.com ve Box in a Box Idea dergi hayata geçirildi. Zamanla farklı akımlara da kucak açan proje; müzik, fotoğraf, video enstalasyon projelerini destekledi; öğrencilerin kendilerini geliştirmelerine olanak sağladı, sanatçıların kendilerini ifade edebilecekleri bir saha açtı. Mimariden endüstriyel tasarım ve modaya, grafik tasarımdan fotoğraf ve müziğe kadar uzanan geniş bir yelpazede amatör ve profesyonel sanatçıları bir araya getiren Box in a Box Idea, kültür-sanat alanında Türkiye’nin en büyük sanal kütüphanesini oluşturma hedefiyle yoluna devam ediyor.

Box in a Box Idea was born in 2011 as an architectural concept representing the infrastructure of flexible production and high engineering skills of Ersa, which has become an expert in the furniture sector. Involved in the interior design concept that holds the signatures of Yalın Tan Jeyan Ülkü Interior Design, “Box in a Box Idea” has evolved into a different path, emerging from an idea to give a place to the interactive areas in digital world. With the vision of being the biggest social platform to bring the designers together in 2012, BoxinaBoxIdea.com, the first social network special for the investors of Turkey, and Box in a Box Idea periodical were materialized. Embracing the different trends in the course of time, the project has supported the projects of music, photography, video installation; has allowed the self-development of the students and has created an area where the artists can express themselves. Bringing together the amateur and professional designers in every area ranging from architecture to industrial design, from graphic design to photography and music, Box in a Box Idea is continuing its journey with the aim of creating the biggest virtual design library of Turkey in the field of art and culture.


Celebrate Life Her detayda modern ve şık bir tasarımı temsil eden Lela kanepe, metal ayaklarından kanepe kenarlarındaki deri şeritlerine kadar baştan sona kendine özgü karakterini korumayı sürdürüyor ve kullanıldığı mekana çağdaş bir karakter kazandırıyor. ersamobilya.com

LELA Kanepe Designed by Claudio Bellini AQUA Sehpa Designed by Ersa R&D+Design Team POLAR Koltuk Designed by Studio Balutto Associati


KISA KISA ERSA ERSA IN SHORT

Design Week Turkey & Design Turkey Endüstriyel Tasarım Ödülleri 2019

Türkiye'nin en geniş kapsamlı tasarım etkinliği Design Week Turkey endüstriyel tasarım, moda, görsel iletişim tasarımı, mimari başta olmak üzere bir dizi alanda panel ve konferanslar, sergiler, atölyeler ve ödül törenleri ile bu yıl 14-17 Kasım’da Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirildi.

Design Week Turkey, one of the most comprehensive design events of Turkey, was held in Haliç Congress Center between the dates 14-17 November with a series of panels and conferences, exhibitions, workshops and award ceremonies from industrial design, fashion to visual communication design and architecture.

“Maison Française Back to Home” Tasarım Mahallesi Tomtom’da Tomtom Designhood, bu yıl Maison Française iş birliğiyle iç mimari, dekorasyon, mobilya, aksesuar ve teknoloji markalarını 21-24 Kasım tarihlerinde ikinci kez bir araya getiriyor. Ersa, yaşam serisine ait en yeni tasarımlarıyla Tomtom Kırmızı’nın oda oda tasarlanmış büyüleyici mimarisinde 21-24 Kasım tarihleri arasında Maison Française Back to Home’da.

2 // say ı 22 · 2019 sonbahar

Tomtom Designhood is bringing together the interior design, decoration, furniture, accessories and technology brands for the second time on November 21-24 with the cooperation of Maison Française. Ersa will be at Maison Française Back to Home between 21-24 November in Tomtom Kırmızı's enchanting interior with the latest products of Ersa Life series.

Ersa, Ankara ve İstanbul’dan Sonra Şimdi Adana, Bursa, İzmir ve İzmit’de

Her geçen yıl tasarım ve inovasyon odaklı büyümesini sürdüren Ersa, çalışma mekanları ve yaşam alanlarına yönelik dünyaca ünlü tasarımcılarla iş birliğinde geliştirdiği ürünlerini, Ankara ve İstanbul mağazalarından sonra Adana, Bursa, İzmir ve İzmit’de açtığı yeni mağazalarında kullanıcılarıyla buluşturuyor.

As the company continues to maintain its design and innovation-focused growth year after year, Ersa offers its innovative and contemporary products developed with world-renowned designers for workspaces and living spaces in Adana, Bursa, İzmir, and İzmit showrooms now.

“BASE 2019” Üçüncü Yılında Çok Sayıda Sanatseveri Bir Araya Getirdi

Türkiye’nin yeni sanatçı platformu BASE, üçüncü kez Ersa’nın mobilya sponsorluğunda 14-17 Kasım tarihlerinde Akaretler Sıraevler’de gerçekleşti. 20 şehirde 30 üniversiteden 107 yeni mezuna ait pek çok farklı sanat dalından 120 yapıtın yer aldığı serginin yanı sıra BASE Talks birbirinden özel söyleşilerle sanat dünyasını bir araya getirdi.

Turkey's new artist platform BASE was held on November 14-17th in Akaretler for the third time with the furniture sponsorship of Ersa. BASE Talks brought together lots of people with special interviews, as well as 120 exhibitions from many different branches of art belonging to 107 new graduates from 30 universities in 20 cities.


İyi Tasarımın 60 Yılı Metal iskeleti ve minimal tasarımıyla benzersiz bir masa olan Frame, operasyonel kullanımlara yönelik çok işlevli yapısıyla masa, aydınlatma ve depolama çözümünü bir arada sunuyor.

Frame Operasyonel Masa Designed by Ece Yalım Design Studio

ersamobilya.com


Yazar | Author Pelin Derviş

SALT Araştırma Ferit F. Şahenk Salonu

Fotoğraf | Photography : Mustafa Hazneci

BİR KIVRIMDAN ÖĞRENEBİLECEKLERİMİZ VE ERSA Teması “miras” olan bu sayıya hayatını benim gibi ülkemizdeki maddi kültürün dokümantasyonuna adamış biri yazıyorsa, kültür kavramından bağımsız konuşması mümkün değil. Hele de konunun odağında, hem maddi hem de manevi kültür açısından ele alabileceğimiz Ersa varsa. İnternet sitesinde Ersa’nın özet olarak geçmişini, köşe taşı niteliğindeki adımlarla kronolojik dizinini okumak mümkün; bunları tekrar etmeyeceğim. Yazacaklarım ilgi alanımla bağlantılı gözlemlerim üzerine olacak. Bir başka deyişle bu yazı Ersa’nın tarihçesini ortaya koyma niyeti taşımıyor; niyet, maddi ve manevi kültür açısından birkaç saptama yapma denemesi olarak nitelenebilir ancak. Yaşamlarımızın her anı yapılı çevre içindeki kimi mekanlarda, nesneler ve çeşitli araçlarla iç içe geçiyor. Kimse bu maddi varlıklardan bağımsız yaşamıyor. En basitinden, yatağımızda veya uyuyabileceğimiz düzenekler içinde yatıyor, duş alıyor, dişimizi fırçalıyor, giyiniyor, bir noktadan diğerine ulaşmaya, çalışmaya, 4 // say ı 21 · 2019 kış

dünyayla iletişim kurmaya çabalıyoruz. Bütün bunlar bir dizi nesne, araç ve altyapı vasıtasıyla, bazı mekanlar içinde yaşanıyor. Bu mekan ve araçların, ve bağlantılı altyapının tasarım ve üretimlerine yönelik olarak arka planını bir araştırmacı merakı ile incelemesek bile, onlarla ilgili çeşitli anlamlarda ilişki kuruyoruz. Bazen hayatımızı kolaylaştıracak ya da güzelleştirecek, bazen statümüzü ifade edecek, çoğu zaman da sadece işlevini yerine getirecek olması gibi nedenlerle onlara göbeğimizden bağlıyız, hemen hepsi bizim için yaşamsal önemde. Tüm gününü ekran başında, masasında geçiren birini düşünelim bir an için. O masa nasıl bir mekanda, penceresi var mı, varsa ne görünüyor, içeriye gün ışığı ve taze hava giriyor mu, dışarısı gürültülü mü, ya içerisi, çalışmaya konsantre olunabiliyor mu? Masanın malzemesi ne, sıcak mı soğuk mu, rengi, diğer özellikleri, mesela yüksekliği ne, konforu nasıl? Nasıl bir sandalyede oturuyor, kolçaklı mı, yükselip alçalabiliyor mu, dönüyor mu, tekerlekli mi, tekerlekler su gibi mi akıyor, tekliyor mu? Belini nasıl hissediyor, ya da boynunu,

sürekli bir yerleri mi ağrıyor, yoksa zamanın nasıl geçtiğini anlamadan mı çalışıyor? Peki aydınlatma? Renkleri doğru görebiliyor mu, ışık gözüne mi giriyor, yoksa gizli mi, ortam loş mu, aydınlık mı, duruma göre ayarlanabilir mi? Bütün bunlar, sözgelimi değişen iklim koşullarıyla veya kullanıcısının ruh haliyle şekillendirilebiliyor mu? Bu ortamda manevi açıdan önem taşıyan nesneler var mı? Mesela büyükbabadan kalma bir ahşap kutu; ya da kendi el emeğiyle yaptığı bir sandalye veya bir buluntu aksesuar? Bu mekan ve nesneler, yüzyıllar boyunca verilen emeklerin birer neticesi olarak yaşamlarımızda. En yeni ve yenilikçi olanları dahi, uzun bir geçmişten geliyor; kullandığımız pek çok nesne ve içinde bulunduğumuz mekanlar kadim uygarlıkların aktarımları, bilimsel ve entelektüel birikimlerin yansıması sayesinde var veya yok. Bir sandalyenin kıvrımı hem estetik kaygılar hem de işlevsel, teknolojik ve malzemeye bağlı gerekçe ve iddialarla şekilleniyor. Bir kıvrımı, ondan altmış yıl önce yapılan ve ondan on yıl sonra yapılacaklarla aynı kefeye koyabilir miyiz? Bunu ancak neye baktığımızı


biliyorsak anlayabiliriz. Bir kıvrımdan öğrenecek ne çok şey var! Arkaik bir işlev çoğu kez çetrefilli yollardan geçerek defalarca yeniden gündelik yaşamımızın parçası haline geliyor. Kullanıcı, tasarımcı, üretici ve araştırmacı olarak her birimiz onun var oluş serüvenine çeşitli düzeylerde katkılarda bulunuyoruz. Her katkı bu döngünün giderek daha sofistike hale gelmesine neden olabilir; özellikle de katkılar birbirini besler nitelikte gerçekleşiyorsa. Maddi kültür, işte bu katkı ve aktarımla ilgili bir kavram. Altmış yılı aşan geçmişiyle Ersa, aynı zamanda üçüncü kuşağı görebilmiş ve kurumsallaşmış bir aile şirketi. Kurumsallaşma da maddi kültür ile yakından ilgili bir kavram. Kanımca, her kurumsallaşma öyküsü, maddi kültür için farklı anlamlar ifade ediyor. Bu farklılıklar hem köklerle kurulan ilişkinin hem de bugünü var etme ve geleceği kurma hedeflerinin ilkeleriyle bağlantılı kuşkusuz. İsmi korumanın ötesinde, hatta ondan bağımsız olarak, bir varoluş ilkesinden; kendini ve bağlamını tanıma, anlama, besleme, güncelleme, geliştirme ve hem kendi yaşam sürecinde hem de gelecek nesiller için (öncelikle kurum dahilinde, ama en çok da kurum dışı için) üzerinde düşünülecek, çalışılacak, ilham alınacak, tartışılacak, geliştirilecek kaynaklar oluşturmak bakımından sırtlanılan mirası taşıma misyonundan söz ediyorum. Bu açıdan bakıldığında, Ersa’nın kendi yaşam sürecini, bu eksenleri besleyen bir düşünce yapısı içinde var ettiğini görmekteyiz. Birkaç kişisel temas ve gözlemle devam etmek istiyorum. Ersa ile ilk (dolaylı) temasım, SALT’ın kurulma aşamasında olmuştu. SALT Galata’nın kalbine, kurumun en kamusal ve kanımca en değerli ögesini, bugünkü ismiyle SALT Araştırma’yı (kurumun kendi tanımıyla “görsel pratikler, yapılı çevre, sosyal yaşam ve ekonomik tarih konularının ağırlıkta olduğu ihtisas kütüphanesi ile fiziki ve dijital belge ve kaynaklardan oluşan arşivi”) yerleştirme düşüncesinin filizlendiği günler. Mimari olarak son derece etkili bir tarihsel binanın, tüm katlarından temas kurulan ortak hacmi içindeki “avlu”sunu yaşatacak bu işlev, kurumun özellikle mimarlık ve tasarım arşivini besleyen, çoğaltan bir tasarım kurgusu içinde yapılandırılıyordu. Tüm binanın yeniden işlevlendirme işini üstlenen grubun (Mimarlar

Fotoğraf | Photography : Refik Anadol

ve Han Tümertekin) yanı sıra, kimi mekanlar farklı tasarım grupları tarafından ele alınmıştı. Binanın kalbi olarak niteleyebileceğimiz bu mekanı çalışan kentsel tasarım ve mimarlık bürosu ŞANALarc, yeni işlevine uygun tasarlama nosyonunu çok katmanlı olarak ele almış, tasarım ve üretim sürecine yeni işbirliklerini davet etmişti. Sadi Öziş tarafından 1960’larda tasarlanıp prototip üretimi yapılan ancak üretime geçmeyen “Rumi” isimli oturma elemanı, oğlu Neptün Öziş tarafından güncel malzemelerle geliştirilmiş ve SALT Araştırma’da kullanıma sunulmuştu. “Flying Rumi” adını taşıyan bu yeni edisyon hem karre design’ın koleksiyonuna hem de ilerleyen yıllarda Sadi Öziş’in iki diğer tasarımıyla birlikte Walter Knoll’un koleksiyonuna girecek (2015), Knoll’un Türkiye distribütörü Mozaik Design’ın İstanbul Ortaköy’deki mekanlarında düzenlenen bir etkinlikle bu tasarımların tanıtımı yapılacaktı. Düzenlediği ve yanlış hatırlamıyorsam sınırlı bir davetli grubuna açık bir başka etkinlikte Mozaik, modern mobilya klasikleri arasına girmiş tasarımların güncellenmesi konusundaki incelikleri örnekleyerek tartışmaya açan bir uzman sunumunun gerçekleşmesine önayak olmuştu. Buradan tasarımın güncellenmesi konusunda birkaç noktaya daha sıçramak istiyorum. Bugün örneğin Eames’lerin 1958 tarihli Lounge Chair ünitesinin nasıl güncellendiği Vitra’nın internet sitesinden kaba hatlarıyla da olsa takip edebiliyoruz. Kimi başka uzmanların, özgün yapıtların konservasyon ve restorasyonu üzerinde çalıştığını görüyor, süreçlerin ne tür hassasiyetlerle yürütüldüğünü, kuramsal ve pratik bilgilerin neler olduğunu kavramaya yardımcı olacak verilere ulaşabiliyoruz. Tüm bunlar, bir birikime sahip olmak ve o birikimin paylaşılmasıyla mümkün olabiliyor. Başlangıç noktasına geri dönecek olursak, SALT Araştırma için ŞANALarc ve Ersa “Lin” adını taşıyan bir raf sistemi tasarladılar. İlerleyen yıllarda bu tasarım, yine SALT Galata’da, SALT Araştırma koleksiyonlarından yararlanmak isteyen araştırmacılara kayıt sistemiyle hizmet veren Ferit F. Şahenk Salonu’nda da can buldu. Ersa’nın bu oluşumdaki rolünü salt raf sistemi tedarik eden bir üretici olarak görmek doğru olmaz; Ersa, bu mekan için koyduğu katkı dahil, ülkemizde katman katman gelişmekte olan tasarım

kültürünün hem üretimleriyle aktörlerinden hem de tasarım-üretim pratiklerinin belgelenmesi süreçlerinin destekleyicilerinden olmuştur. Daha sonraki yıllarda Ersa, Studio-X Istanbul’daki X-Reads kütüphanesi için de katkı verecek, ayrıca Türkiye’deki tasarım kronolojisinin çıkarılması yönünde üretilen çabaların da samimi destekçisi olacaktı: 3. İstanbul Tasarım Bienali kapsamında başlayan ve bir grup araştırmacı tarafından (kendine “Merak Kabinesi” adını vermişti) geliştirilen çalışma sonucunda 13 föy ortaya çıkmıştı. Bu föyler, Türkiye’nin son 200 yılda, tasarımın farklı alanlarında yaşanan ve eşik niteliği taşıyan aşamalarını kayda geçmeyi deniyordu. Hedef, bu dökümleri bir başlangıç noktası olarak ele alacak bir tasarım antolojisi çalışmasına başlayabilmekti. Ersa, çalışma toplantılarına katılarak kendi katkılarının ne olabileceği konusunda çeşitli düşünceler üretti. Katkıda bulunma niyetinin temelinde, zanaattan köklenen mobilya üretiminin, bizzat o kökten doğan bir kurum olarak, geçirdiği aşamaların dokümantasyonuna katkıda bulunmaktı. Bu çerçevede Ersa aynı zamanda, mobilyanın 20. yüzyıl Türkiye’sindeki tarihini dokümante etme projesi olarak niteleyebileceğimiz Datumm’a da (Dokümantasyon ve Arşivleme: Türkiye’de Modern Mobilya) destek vermekteydi. Studio-X Istanbul’da gerçekleşen ve Meraklısına Tasarım Tarihimiz: Kütüphane Buluşmaları adı verilen konuşma dizisi kronoloji denemesi çalışmalarının devamı niteliğindeydi. Ersa, bu buluşmaları desteklemekle kalmadı, araştırmaların önemli çıkmazlarından biri olarak gördüğümüz kurumsal tarih yazınındaki eksiklik konusunda saygıdeğer bir adım atarak dizinin dördüncü buluşmasının gerçekleşmesini sağladı: “Mobilyada Bir Kurumsallaşma Öyküsü: Ersa” adını taşıyan ve üç oturum halinde düzenlenen bu buluşma hem Ersa’nın hem de sektörün gelişiminden kesitler sunacak şekilde, bugünden geriye giden bir kronolojik dizilim içinde kurgulanmıştı. Özetle bu buluşmaya da değinmek istiyorum. İlk oturum, Ersa’nın Altunizade yerleşkesinin (2016) düşünsel ve mekansal tasarımı üzerine bir anlatı içeriyordu. Bu mekanın da tasarımcısı olan ŞANALarc’ın da katılımıyla Ersa’nın, odağına tasarımı ve mimar, tasarımcı ve sanatçıları alan “fikirler evi” (Ideas House) düşün-

SALT Galata


cesinin nasıl geliştiği, nasıl mekansallaştığı ve tasarım kültürüne verdikleri katkıyı çoğaltmak için nasıl programlandığı aktarıldı. Bu oturum, 2010 yılında Ersa’nın İstanbul Terrace Fulya’daki teşhir alanı için mekansal bir kurgu oluşturma işleviyle geliştirilen “Box in a Box Idea” girişiminin düşünsel öyküsü, Ece Yalım Design Studio ile uzun sürecek işbirliği için atılan ilk adımların anlatısıyla birleşerek devam etti. Böylece merkezi Ankara’da olan Ersa’nın, farklı aktörlerin katkısına açık bir yapıda, İstanbul’daki köklenişi ortaya konuluyordu. Takip eden oturumda, Kelebek Mobilya sürecinden kesitler sunarak modüler mobilya konusunu tartışmaya açan yüksek mühendis Ercan Sayarı’nın ve eğitim süreci ile standart ve normlardaki gelişmeleri aktaran teknik öğretmen ve eğitimci Fikret Umudum’un anlatılarıyla sektöre daha geniş bir alandan bakma fırsatı doğdu. Son oturumda ise, Ersa’nın kurucusu rahmetli Metin Ata’nın kurumun başlangıç öyküsünü ve ilkelerini anlattığı 2011 tarihli videoyu takiben kurumun ikinci kuşak yöneticileri Erol Ata ve Ercan Ata ile üçüncü kuşak yöneticisi Yalçın Ata, zanaattan endüstrileşmeye giden yoldaki süreçlerinden söz ederek anlatıyı geliştiren katkılar verdiler. Yazı boyunca en az Ersa kadar farklı kurum, kişi, tasarım, üretim ve yapılanmaları konu edinmekteki niyetimin anlaşılır olduğuna inanmak istiyorum. Bu kişisel bellek haritasını paylaşmaktaki niyetim, maddi ve manevi kültürde hepimizin payı olduğunu, her katkının onun tekil özelliklerinin ve bağlamlarının ötesine geçerek birbirini etkilediğini, bu etkilerin ancak dokümante edilip paylaşıldıkça güçlendiğini vurgulamak. Bu bağlamda, nitelikli ürünleriyle tanıdığımız Ersa’nın aynı zamanda kendi kökleri ve gelişim süreciyle kurduğu ilişkiyi belgelemesini, dokümante etmesini, paylaşmasını ve başka aktörleri de katarak tartışmaya açmasını sadece kurumun gelişmesi açısından değil, tasarım kültürünün gelişmesi açısından da okumak ve değerini teslim etmek gerekiyor. Kuşkusuz bu değer, Ersa’nın sahip olduğu mirası salt ailevi değil, bir kültürel miras olarak değerlendirmesinden kaynaklanıyor. 1. Ersa’nın, kurucusu Metin Ata’nın 1962 tarihli kırmızı sandalye ve sehpasının, kurumun 60. yılında yeniden, bu kez başka bir tasarımcı, Burak Koçak tarafından yorumlanarak üretilmesi sürecine bu açıdan bakmak bize değerli iç görüler veriyor. 2. “Türkiye Tasarım Kronolojisi | Deneme” adını taşıyan bu çalışma kapsamında hazırlanan föylere ulaşmak için: www. bizinsanmiyiz.iksv.org/turkiye-tasarim-kronolojisi-deneme/ 3. Datumm için bakınız: www.datumm.org/welcome 4. Mobilyada Bir Kurumlaşma Öyküsü: ERSA - 1. Oturum | Studio-X Istanbul için bakınız: www.youtube.com/ watch?v=UzG4jJUTicA&t=2991s 5. Mobilyada Bir Kurumlaşma Öyküsü: ERSA - 2. Oturum | Studio-X Istanbul için bakınız: www.youtube.com/ watch?v=xgGQx-vBV00 6. Mobilyada Bir Kurumlaşma Öyküsü: ERSA - 3. Oturum | Studio-X Istanbul için bakınız: www.youtube.com/ watch?v=nmkqBeNhvQo

ERSA AND WHAT A CURVE CAN TEACH US If someone - like me - who has devoted her life to documenting the material culture of our country is writing for an issue themed ‘heritage,’ it is not possible for her to forego the concept of culture. Especially when the central topic is Ersa, which we can address with a view to both material and non-material culture. I will not go into Ersa's history since it is already available on the website with milestones in chronological order. Instead, I will discuss topics that interest me based on my observations. In other words, this article does not intend to tell Ersa's history, and it can only be described as an attempt to make some determinations with respect to good intentions, and material and non-material culture. We spend almost every moment of our lives in constructed environments, surrounded by various tools and devices in spaces or vehicles. And no one lives without these material assets. In the simplest manner, we lie in a bed or on some other form in which we can sleep, take a shower, brush our teeth, get dressed, try to get to one place from another, work, and attempt to communicate with the world. All of these happen within various spaces through a series of objects, vehicles and infrastructure. Even if we do not examine the background of these spaces and tools and the associated infrastructure in terms of their design and production with the curiosity of a researcher, we connect with them in various contexts. We rely on them, sometimes for making life easier or more beautiful, sometimes to express our status, and mostly for serving a purpose, but always for some vital function. Let us imagine for a moment a person who spends the entire day looking at a screen, sitting at a desk. What is the space like where this desk placed, does it have a window, and if so what does it overlook, does it let in daylight and fresh air, is the outside noisy, or is it possible to concentrate on work? What is the desk made of, is it warm or cold, what color is it, what are some of its other features like height and comfort, etc.? What is the chair like, does it have armrests, is its height adjustable, does its swerve, is it on wheels or fixed, do wheels glide or get stuck? How does it make the back or neck feel, does it give headaches, or does it help work without noticing how time passes? What about lighting? Does it show the colors accurately, is it glaring or concealed, is the ambience dark or bright, are the lights dimmable? Is it possible to adjust all these fixtures, let’s say, according to changing climates or the mood of the user? Does the setting have objects with some spiritual or moral meaning? Like a wood box from a grandfather, a handmade chair or an accessory found somewhere? These spaces and objects are in our lives today as a culmination of all the endeavors over several centuries. Even the latest and most innovative ones come from a long history with many objects we use and spaces we exist in reflecting the knowledge and wisdom of ancient civilizations, scientific and intellectual accumulation. The curves of a chair are shaped by aesthetic concerns as well as reasons and ambitions related to function, technology and materials. Can we equate a

6 // say ı 22 · 2019 sonbahar

curve with the one that was made sixty years ago or the one that will be made ten years later? We can only understand this if we know more about what we look at. We can learn so much from a curve! An archaic function can go through complicated stages and later become a part of our daily life again. As users, designers, manufacturers and researchers, we all contribute to its existence on various levels. All contributions can make this cycle increasingly sophisticated, especially if they foster one another. Material culture is a concept about these contributions and exchanges. With more than sixty years of history, Ersa is also a family business that continues with its third generation today as a corporation. And a corporate, institutionalized structure is also closely related to material culture. In my opinion, the stories of corporations have different meanings in relation to material culture. These differences are undoubtedly connected to both the relationships linked with the corporations’ roots and also the principles and objectives of being relevant today and building the future. Beyond preserving a name, and in fact regardless of it, I am talking about a principle of survival, a mission to carry a legacy forward with future generations in mind (first, those within the organization but more so, those on the outside) while recognizing, understanding, nourishing, updating, improving itself and its relevance as well as creating the resources to think about, work on, draw inspiration from, and develop. In this context, we see that Ersa has created its own lifecycle within a thought structure that fosters these pillars. I would like to continue with a few personal notes and observations. My first – indirect – contact with Ersa was during the establishment of SALT. It was during the days when the idea of positioning SALT Research, as it is known today, which was the most public and – in my opinion – the precious aspect of the institution, at the heart of SALT Galata was beginning to flourish. The institution describes SALT Research as “a specialized library and archive of resources about visual practices, constructed environment, social life and economic history”. This function, which would create a “courtyard” among the common spaces and that could be accessed from all floors of a highly effective historical building, was constructed with a design approach that especially fed and enriched the architecture and design archive of the organization. In addition to the group (Architects and Han Tümertekin) that undertook the mission of giving function to the entire building, some spaces were addressed by other design groups. ŞANALarc, the urban design and architecture office that worked on this space, which could be defined as the heart of the building, addressed the notion of designing it to serve its new function in multiple layers, and invited new collaborations to the design and production process. “Rumi,” the chair that Sadi Öziş designed in the 1960s, the chair that was prototyped but never produced, was updated by the designer’s son Neptün Öziş with new materials and used at SALT Research. This new edition called the “Flying Rumi” would go on to be a part of karre design


Studio-X Istanbul

Fotoğraf | Photography : Şener Yılmaz Aslan collection and later (2015) included in the Walter Knoll collection along with two other designs by Sadi Öziş. Mozaik Design, the Knoll distributor in Turkey, organized an event in their space in Ortaköy, Istanbul to promote these designs. At another event organized by Mozaik with a limited number of guests – if I remember correctly - a presentation by an expert took place, starting a discussion about updating modern furniture classics by offering examples of subtleties in such renewals. At this point, let me touch on a few other issues about updating designs. Today, we can follow how, for instance, the Eames Lounge Chair of 1958 was updated on the Vitra website, even if roughly. We also see that some other experts are working on the conservation and restoration of original works, and access the data to help us understand the sensibilities in the design processes as well as the theoretical and applied information. All of these can be possible by having and sharing knowledge and experience. Going back to the beginning, ŞANALarc and Ersa designed a shelf system called Lin for SALT Research. In the years that followed, this design also came to life at SALT Galata’s Ferit F. Şahenk Hall, which caters to researchers seeking to benefit from the SALT Research collections with a records system. It would not do justice to Ersa if we simply see its role in this process as a pure shelf system manufacturer because the company has always been both a key player in the gradually developing design culture in our country including its contributions to this space and also a supporter of documenting the design-production practices. Ersa would go on to contribute to the X-Reads library of Studio-X Istanbul, and wholeheartedly support the efforts toward documenting a chronology of design in Turkey: As a result of a study that was launched during the third Istanbul Design Biennial by a group of researchers (self-named the “Curiosity Cabinet”), 13 flyers were created. These flyers attempted to record the evolution of design in Turkey in the last 200 years with milestones in a number of areas. The objective was to start creating a design anthology that would take these milestones as starting points. Ersa participated in the study meetings and offered various ideas about what its

contributions could be. Ersa’s intention for contributing was based on its desire to document the stages of furniture production that evolved from a craft, just like the legacy of the company. In this respect, Ersa also supported Datumm that could be described as a project to document the history of furniture in the 20th century Turkey (Documents and Archives: “Türkiye’de Modern Mobilya” – Modern Furniture in Turkey). The talk series called “Our Design History: Library GetTogethers” at Studio-X Istanbul was a continuation of the chronology studies. Ersa not only supported these meetings, but also took a respected step to remedy the lack of literature on institutionalized history, which was considered a major obstacle of the research, and hosted the fourth installment of the series. These get-togethers, titled “A Story of Institutionalization in Furniture: Ersa,” were conceived to offer a look into Ersa and the development of the industry in three sessions in a backward chronological order from present day to the past. I would like to briefly mention this meeting as well. The first session involved a talk on the intellectual and spatial design approach of Ersa's Altunizade campus (2016). With the participation of ŞANALarc, the designers of this space, the talk focused on how Ersa, the idea of “Ideas House” that places design and architects, designers and artists at its core developed, how it came to life as a space, and how it was conceived to encourage their contribution to design culture. This session continued with a discussion on the thought process of the “Box in a Box Idea” initiative, developed in 2010 to create a spatial narrative for Ersa's exhibition space in Istanbul Terrace Fulya, combined with the first steps of the long-term collaboration with Ece Yalım Design Studio. This presented how Ersa, whose headquarters is in Ankara, took new roots in Istanbul with a structure open to the contribution of different players. The following session offered an opportunity to look at the industry from a wider perspective with talks by engineer Ercan Sayarı who opened a discussion about modular furniture with a view to the Kelebek Mobilya process, and technical instructor and teacher Fikret Umudum who spoke about the teaching process and the latest developments in standards and norms. In the final

session, Erol Ata and Ercan Ata, the company’s second generation directors, and Yalçın Ata, a third generation executive, spoke about their journey from craft to industrialization after a 2011-dated video featuring the late Metin Ata, Ersa's founder, telling the birth story and principles of the company was shown. I hope that my intentions about making this article about the different institutions, people, design, production and structuring as much as Ersa have been clear. My objective for sharing this personal journey down memory lane is to emphasize that we all have a share in the material and non-material culture, that each contribution goes beyond its individual characteristics and contexts and affects one another, and that these effects are strengthened to the extent that they are documented and shared. In this context, we need to address and give credit to the way that Ersa, which we know for its high quality products, documents and shares the relationship it establishes with its roots and development process, and how it initiates a discussion by inviting other parties, not only in terms of the company’s development but also the evolution of design culture. The credit that Ersa undoubtedly deserves is rooted in the way that the company upholds its heritage both as a family value and also a cultural aspect. 1. Looking at the creation and production process of the iconic red chair and side table of 1962 designed by Metin Ata, the founder of Ersa, this time reinterpreted by another designer, Burak Koçak, on the occasion of Ersa’s 60th anniversary gives us valuable insights. 2. For more on the flyers prepared for “Türkiye Tasarım Kronolojisi | Deneme” (A Chronology of Design in Turkey | An Essay): bizinsanmiyiz.iksv.org/turkiye-tasarim-kronolojisi-deneme/

3. For more about Datumm: www.datumm.org/welcome 4. Mobilyada Bir Kurumlaşma Öyküsü: ERSA (A Story of Institutionalization: ERSA) – Session 1 | Studio-X Istanbul – video link: www.youtube.com/watch?v=UzG4jJUTicA&t=2991s 5. Mobilyada Bir Kurumlaşma Öyküsü: ERSA (A Story of Institutionalization: ERSA) – Session 2 | Studio-X Istanbul – video link: www.youtube.com/watch?v=xgGQx-vBV00

6. Mobilyada Bir Kurumlaşma Öyküsü: ERSA (A Story of Institutionalization: ERSA) – Session 3 | Studio-X Istanbul – video link: www.youtube.com/watch?v=nmkqBeNhvQo

issue 22 · 2019 autumn // 7


Röportaj | Interview Aslı Yazan Fotoğraflar | Photographs Şener Yılmaz Aslan

AKINERİ NEFESLİ SAZLAR Türkiye’de müzik eğitimini tamamladıktan sonra yerleştiği Finlandiya’da fagotunu tamir ettirebileceği bir atölye bulamadığında, hayatının sonuna kadar büyük bir tutkuyla sürdüreceği mesleğini bulan Aydan Akıneri, bugün İzmir’deki Akıneri Nefesli Sazlar atölyesinde enstrüman bakım onarımı ve imalatını büyük bir özveriyle yapmaya devam ediyor. Aydan Akıneri ile yarım yüzyılı bulan enstrüman tutkusu ve zanaatkarlığı üzerine ilham veren bir söyleşi gerçekleştirdik. 8 // say ı 22 · 2019 sonbahar

After completing his music education in Turkey, Aydan Akıneri settled in Finland and when he was unable to find a workshop to have his bassoon repaired, he actually discovered the profession that he would continue with great passion for the rest of his life. Today, Aydan Akıneri still repairs and makes instruments at the Akıneri Nefesli Sazlar (Akıneri Wind Instruments) workshop in Izmir. We met with Aydan Akıneri and talked about his nearly half a century long passion for instruments and his craft.


45 yılı geçkin bir çalgı yapım ve onarımı deneyiminiz var. İşin perfomans yönü yerine üretim yönünü seçmenize neden olan şey neydi? 1973 yılına dek uzayan bir hikaye aslında… 1972 yılında yerleştiğim Finlandiya’nın Pietarsaari şehrinde Stig Forsman’ın öğrencisi iken fagotumda tamir gerektiren bir sorun ile karşılaştığımda, şehirde bir tamir atölyesi olmadığını fark ettim. Çalgı tamir için Almanya’ya gönderildi. Kararımı vermiştim. Aynı yıl Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ünlü Ferre firmasından aldığım aletlerle bu bakım onarım atölyesini açtım. Aynı firmanın eğitim çalışmalarına katıldım. Yıllar sonra Türkiye’ye döndüm. Sırasıyla Ankara Bilkent Üniversitesi’nde Orkestra Müdürü ve luthier, İzmir Devlet Opera ve Balesi’nde luthier olarak çalışmalarımı sürdürdüm. Onca tecrübeden sonra artık ülkem için de bir şeyler yapma zamanı gelmişti. Kendimi sol klarnet imalatı içinde buluverdim ve hayatımın en az son on yılını bu işe adadım. Bir çalgı yapım ve onarım teknisyeni ne yapar? Teknisyen demek çok doğru bir terim değil. Çünkü işin içinde sanatsal bir boyut da var. Her ne kadar yaptığımız iş zanaatsa da iş müzik aleti olunca bunun yanına sanatın olmazsa olmazı estetik kaygıyı koymazsanız iş musluk tamir etmeye benzer, daha ileri taşıyamazsınız. Kısaca el becerisinin yanında bir çalgı

yapım, bakım ve onarım ustasında estetik bir görüş olmalı. Çalgı yapım, bakım ve onarım ustalarına “luthier” deniyor. Fransızca kökenli ve daha çok keman yapım ve onarımcılarına verilen ad. Benim gibi ağaç ve bakır üflemeli çalgı yapım, bakım ve onarım ustalarına “woodwinds repairman” ya da “brass repairman” gibi adlar da kullanılıyor. Günümüzde tümü için daha çok luthier denmekte. Başlangıçta yapım ve onarım için hangi araçlara ihtiyacınız olduğunu nasıl belirlediniz? Eğer konu ilginizi çekiyor ve seviyorsanız araştırma yapmak, zorlukları yenmek daha kolaydır. İşinizi seveceksiniz. Ben de çok sevdiğim için araştırarak, çok çalışarak bu bilgilere ulaştım. Çalgı yapım ve onarımı için eğitimin gerekli olduğunu düşünüyor musunuz yoksa bu tutkuyu keşfederek peşinden gitmek midir asıl önemli olan? Kesinlikle eğitim gerekli. Ancak biraz önce söylediğim gibi işinizde başarılı olmak istiyorsanız, işiniz sizde tutku halinde olmalı. Buna bir de tutkun olduğunuz alanda eğitim almayı eklersek, ister istemez başarı gelecektir. Unutulmaması gereken çok önemli bir konu şudur; tutku da olsa, eğitim de olsa yeteneğiniz yoksa başarınız da sınırlı olacaktır. Yeteneği asla göz ardı etmemek gerek.

İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin tüm üflemeli çalgıları size emanetmiş. Çoğu çalgı yapım teknisyeni aslında ürettikleri ya da tamir ettikleri enstrümanları yakından tanıyan yetenekli müzisyenlerdir. Sizi üflemeli çalgıları daha yakından hissetmeye iten şey neydi? Bir şehirde, kasabada, köyde olmazsa olmaz nedir? Küçücük bir yerleşim alanın da bile mutlaka bir sağlık ocağı vardır. İnsanların en birincil ihtiyaçlarından biri. Devletler, halkın en temel bu ihtiyacını karşılamak zorunda eğitim ile birlikte. Olmazsa olmazı yaşamın. İşte enstrümanlarda orkestraların biricik elemanları değil mi? Onlar rahatsızlandığında kim ilgilenecek? Tabii aslında benzetmeyi insan üzerinden yapmam konunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamak için. Gerçekten enstrümanı çalan, kendi çalgısı hakkında ufak tefek onarım bakım bilgilerine sahip olmak durumunda. Ancak bir cerrahın ameliyathanenin araç ve gereçlerine hakim olduğu kadar, bir cerrahın becerisi gibi şeylere sahip olmak zorunda değiller. O iş bizim işte. Çalgıları biz iyileştirir, ömürlerini uzatır ve daha da ilerisi yenilerini yaparız. Şunun altını da önemle çizmek isterim. Bir çalgı yapım, bakım ve onarım ustası, uzmanı olduğu enstrümanı veya enstrümanları biraz da olsa çalabilmeli de. Ben müzik eğitimimi saksafon üzerine aldım ve yıllarca bando ve orkestralarda çaldım. Diğer üflemelileri de elime aldığımda mutlaka basit bir do majör – la minör gamı çalabilirim. Atölyemize bir orkestrada gördüğünüz

issue 22 · 2019 autumn // 9


ne kadar üflemeli çalgı varsa bakım ve onarıma gelir. Flütten tubaya, fagota kadar… Eğer uzmanı olduğunuz alandaki çalgıları birazcık da olsa çalamıyorsanız, tamir edip onardığınız çalgının gerçekten iyileşip iyileşmediğini test edemezsiniz. Türkiye'de klarnet satın almak isteyenler daha çok Türk müziğine mi yoksa batı müziğine mi ilgi duyarak geliyorlar? Diğer yandan siz klarnetin hobi olarak öğrenmek için doğru bir üflemeli çalgı olduğunu düşünüyor musunuz? Türkiye’de klarnet satın almak isteyenler daha çok Türk müziğine ilgi duyarak geliyorlar. Si Bemol klarnet çalan elbette daha az. Hobi olarak çalmak için gayet uygun bir çalgı. Doğu ve batı müziğini sentezlemek için üflemeli çalgılar arasında klarnet sanki biçilmiş kaftan gibi gelir bana hep. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Evet doğru söylüyorsunuz. Sol ve Si Bemol klarnet10 // say ı 22 · 2019 sonbahar

lerin elbette bazı farklılıkları var. Temel olarak çalgı aynı ancak ses sınırları, rengi, anahtarlar, dizilimleri farklı. Ancak bu sizin batı ya da Türk müziğinde bir şeyler çalmanıza büyük ölçüde engel değil. Özellikle son dönem pop müzik, dünya müzikleri gibi türlerde klarnet çok popüler. Caz müziğindeki yeri de çok önemli. Türk müziğindeki yerinin ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. En sevdiğiniz klarnet eserini sorsak. Si Bemol klarnet için Mozart’ın La Majör Klarnet Konçertosu. Muhteşem... Sanki Mozart klarneti anlatan her şeyi bu konçertoda notalara döküp sese dönüştürmüş. Atölyenizde tipik bir gün nasıldır? Sabah oldukça erken kalkarım. En geç 9:00-9:30 arası atölyemde olurum. Belki inanmayacaksınız ama bazen atölyemden 20:00’da ayrıldığım olur. 19:00’dan önce çıktığım çok nadirdir. Hemen çayı koyarım. Bilgisayardan güzel bir müzik eşliğinde, ki gün boyu


müzik yayını susmaz atölyede, güne başlarım. Tezgahımda mutlaka beni bekleyen bir enstrüman vardır. Hemen bir bakarım. Bugün ne yapacaktık? Tıpkı doktorların sabah visit’i gibi… Bir gözden geçiririm son durumunu ve ardından işe koyulurum. Bunun yanı sıra ürettiğimiz sol klarnet, barel ve kalak da var. Sipariş üzerine yapıyoruz. Bir klarnetin üretimi öyle bir çırpıda biten bir iş değil. Yaklaşık bir ay sürer kabaca. Önce yıllanmış ham ağacı alırsınız. Sonra o ağaç özel bir makinada şekillenir. Sonra şekillenen ağaç birtakım işlemlerden geçer. Perdeler ayrıca tek tek hazırlanır. Sonra tüm bu parçalar birleştirilir. İnce ayarlar yapılır. Çok meşakkatli ama bir o kadar da zevklidir. Düşünsenize, çok sevdiğiniz bir işi yapıyor, bir ağaca ses veriyorsunuz. Sanmayın ki yalnızca tezgahım ve benim ile sınırlı işler. Cevaplanacak telefonlar, kargolanacak enstrümanlar, atölyenin ihtiyaçları vs. vs. gibi daha birçok konu… Elbette benden başka çalışanlar da var atölyede ancak ilk ve son sözü ben söylediğim için işim

hiç bitmez. Bitmesini de istemiyorum zaten. Çünkü işimi çok seviyor ve büyük bir tutku ile yapıyorum. Herkese de tutku ile yapacakları, sevdikleri işlerle uğraşmalarını öneriyorum. Çünkü ancak o zaman karşılaştığınız güçlükler sizi fazla yorup üzmeyecek, hayat daha güzel olacaktır… Akıneri’nin geleceği için farklı planlarınız var mı? Çok uzun bir gelecek, elbette yaşımı düşünürseniz biraz hayalperestlik olur galiba… Ancak inanın hep bir plan, değişiklik fikri vardır kafamda. Bu devinim hiç bitmez içimde… Açıkçası bitmesini de pek istemiyorum. Beni ben yapan da bu olmalı… Değerli vaktiniz için çok teşekkür ederiz. Buralara kadar geldiğiniz, beni insanlarla buluşturmak için fırsat verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum.

issue 22 · 2019 autumn // 11


AKINERİ WIND INSTRUMENTS You have over 45 years of expertise in making and repairing instruments. What led you to this craft instead of performing music? The story actually goes back to 1973… I was a student of Stig Forsman in Pietarsaari, Finland, where I settled in 1972, and I needed to have my bassoon repaired but there was no workshop in the city. So, the instrument had to be sent to Germany for repair. I had made my decision. The same year, I opened a repair and maintenance workshop with the tools I purchased from Ferre, the famous US company. I also attended the training programs of the same company. Years later, I returned to Turkey and worked as the Orchestra Director and luthier at Bilkent University, Ankara, and then luthier at İzmir State Opera and Ballet. After all the experience, it was time for me to do something for my country. I found myself making G clarinet, and for the last decade I dedicated my life to this business. What does an instrument maker and repairman do? What we do is more than simple repair work because there is an artistic dimension. Even if the work we do is a craft, when it comes to musical instruments, you need to add aesthetic concern as an indispensable part of art. Otherwise it would be like fixing 12 // say ı 22 · 2019 sonbahar

a faucet and you wouldn’t be able to advance your craft. So, besides manual skills, you need to have an eye for making, caring for and repairing instrument. The masters of instrument making, maintenance and repair are called luthier, which comes from French and mostly refers to makers of stringed instruments such as violins. People like me who specialize in making, maintaining and repairing wood and copper wind instruments are also called “woodwinds repairman” or “brass repairman”. But nowadays, they are generally called luthier. Initially, how did you identify which tools you would need to make and repair instruments? If you are interested in and love a subject, it is easier to do research and overcome challenges. You must love what you do. This is how I acquired all this knowledge because I love it and research a lot. Do you think instrument making and repair requires training? Or, is it more important to discover and pursue this passion? Training is a must. But as I mentioned earlier, if you want to succeed in what you do, it must be or become your passion. And when we add education and

training to whatever you are passionate about, success will inevitably be yours. A very important point to remember is that if you have the passion and the training but lack the talent, your success will have a limit. So, never forget that you need to be talented as well. The maintenance of all the wind instruments at Izmir State Opera and Ballet is entrusted to you. Most of the instrument makers are actually talented musicians who know the instruments they make or repair really well. What led you to focusing on wind instruments? What is a must-have in a city, town or village? For instance, even a small residential location has a healthcare center because it is an essential need for people. The governments should provide this most basic need along with education. It is essential for life. Similarly, instruments are essential for orchestras, aren’t they? Who will care for them when they get sick? I use this analogy with people to emphasize its importance. A true instrument player must have the bare minimum maintenance knowledge about his/her instrument. Of course, they do not need to have the same skills or the tools and equipment like a surgeon to perform surgery in an operating theater. This is what we do. We are the ones that heal instruments, extend


their lifespan and even make new ones. I would like to emphasize one point: An instrument maker, an instrument repairman should be able to play the instrument or instruments that he specializes in. I studied saxophone during my music education and played in bands and orchestras for years. And when I hold other wind instruments, I can play a simple C major or A minor scale. Any wind instrument from flute to tuba to bassoon that you can see in an orchestra comes to our workshop for maintenance and repair. If you can't play the instruments you specialize in even a little bit, you cannot test whether or not the instrument you have repaired is actually fixed. Are the people who want to buy a clarinet in Turkey mostly interested in Turkish or western music? Do you think the clarinet is the right wind instrument to take it up as a hobby? Most of the people who want to buy a clarinet in Turkey are more interested in Turkish music. The number of people who play the B clarinet is naturally less. But it is a suitable instrument to play as a hobby. I have always thought that the clarinet is the ideal wind instrument to create a synthesis between eastern and western music. What do you think about it? You are right. There are of course some differences between the G and B clarinets. Basically the instrument is the same but the limits of

volume, color, keys, sequences are different. But they do not necessarily prevent you from playing something in western or Turkish music. The clarinet has been very popular recently, especially in genres like pop music and world music. It also has a very important place in jazz music. And we all know how significant it is in Turkish music.

which is then shaped on a special machine. The shaped wood then undergoes a number of processes. The keys are also individually prepared, and then all of these parts are assembled. After fine tuning, the instrument is ready. It is a very arduous and equally very pleasurable task. Imagine, you are doing a job you love, and giving voice to wood.

What is your favorite clarinet piece?

Don't think that all I do is limited to my counter and the repair work. There are calls to be answered, instruments to be shipped, the needs of the workshop, and more. There are of course other employees in the workshop as well, but I have the first and the last word, so my tasks never end. I don't want them to end anyway because I love what I do and I do it with great passion. I recommend everyone to do what they love and do with passion because only then, the challenges you face will not wear you out and life will be better ...

Mozart’s Clarinet Concerto in A Major for the B clarinet. It is magnificent… It’s as if Mozart put everything about clarinet into notes and turned them into this beautiful music in this concerto. What is a typical day in your workshop? I usually start the day early and arrive at my studio around 9 – 9.30 am. You may find it hard to believe but sometimes I leave the workshop at 8 pm but never before 7 pm. I put the kettle on immediately. And I set to work with some nice music playing on the computer. The music never stops in the workshop. There's always an instrument waiting for me on the counter. I take a quick look and think about what we would do that day. Just like the morning rounds of the doctors… I review the situation and then get to work. We also make G clarinet, barrel and bells on order. Making a clarinet is not something that you complete in a snap and takes roughly a month. First you get an aged but unprocessed wood,

Do you have other plans for the future of Akıneri? Considering my age, dreaming of a very long future ahead would not be very realistic. But believe me, I always have a plan, an idea for change. This is a never-ending cycle for me. Frankly, I would not want it to end. This is probably what makes me who I am… Thank you very much for your precious time. I would like to thank you for coming all the way here and creating an opportunity to introduce me to people.

issue 22 · 2019 autumn // 13


Onur Bayındır, Meyer Objects Yönetici Ortağı

Röportaj | Interview Burak Koçak Fotoğraflar | Photographs Meyer Objects

MEYER OBJECTS 1843 yılından günümüze uzanan ve bugün el yapımı özel tasarım duvar saatleri başta olmak üzere konsept tasarıma sahip pek çok ürünü dünyanın farklı yerlerinde kullanıcısıyla buluşturan Meyer Objects markasının ilham veren hikayesi... El yapımı özel tasarım duvar saatleri başta olmak üzere konsept tasarıma sahip çok sayıda saati dünyanın farklı noktalarından kullanıcılarla buluşuyorsunuz. Hayranlık uyandıran tarihsel geçmişinden bahsetmeden önce, Meyer Objects’in bugünkü faaliyetlerini kısaca sizden dinleyebilir miyiz? Sizin de dediğiniz gibi, Meyer Objects hayranlık uyandıran bir tarihsel geçmişe sahip. 141 yıllık markayı ve markanın önemini gelecek kuşaklara aktarmaya yönelik faaliyetlerimiz olduğunu söyleyebiliriz. Bugün, A segmentinde sadece kaliteli 14 // say ı 22 · 2019 sonbahar

saat tasarımı ve üretimi yapan benzer bir şirket ne Türkiye’de ne de dünyada var. Yani, farklı bir konumda olduğumuzu biliyoruz. Bu konumumuzu korumayı ve geliştirerek devam ettirmeyi hedefliyoruz. Marka ve ürünlerimizi geliştirirken tasarıma ve sanata çok önem veriyoruz. Ürettiğimiz ürünleri sadece zamanı gösteren birer makine olarak değil aynı zamanda sanat objeleri olarak görüyoruz. Bu yüzden tasarımından üretimine kadar tüm süreçlerde titizlikle çalışıyor, deyim yerindeyse ince eleyip sık dokuyoruz. Bir yandan geçmişten gelen ikonik modellerimizi korurken, diğer yandan da el yapımı Meyer Objects kalite-


“Ürünlerimizi sadece zamanı gösteren birer makine olarak değil aynı zamanda sanat objeleri olarak görüyoruz.” sinde ama farklı tasarım beklentisi olan müşterilerimiz için Türkiye’den ve dünyadan birçok tasarımcı ile görüşüyoruz.

Markanın kurucusu Johann Meyer’in 18 Kasım 1843'te Atina’da dünyaya gelmesi ile başlayan Meyer markasının hikâyesi şüphesiz markanın en kıymetli yönünü oluşturuyor. İstanbul ve dünya tarihinin bu denli parçası olan bir markanın günümüzdeki temsilcisi olmak nasıl bir his? Gerçekten çok heyecanlı ve çok özel. Bugün herhangi biri dünyaca ünlü tasarımcılara belirli bir sermaye karşılığında farklı modeller tasarlatarak saat üretebilir. Ama o yeni bir marka olmuş olur. Bir hikayesi, hayranlık uyandıran bir geçmişi olamaz. Burada ise bir tarih var, bir hikaye var… Bu yüzden bizim için çok kıymetli. Osmanlı sarayından bugünlere uzanan bir tarihe sahip olmak aynı zamanda ciddi bir sorumluluk yüklüyor bize. Atina, Berlin ve İstanbul ekseninde örülen tarihiyle Meyer markasının kendine has bir kültür zenginliği oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz. Siz bu özgün kimliği nasıl tanımlıyorsunuz? Özellikle, ayrıntıcı ve disiplinli olma, işi dört dörtlük yapma noktasında markanın Alman bir aileden gelmesinin büyük etkisi olduğunu

düşünüyorum. Markanın özgün kimliğinin oluşmasında Nahsen Bey’in küçük yaşlardan beri bu kültürün içinde yetişmiş biri olmasının, görgü, tecrübe ve bilgilerini bize aktarırken bahsettiğimiz çoklu kültürel yapının olumlu rol oynadığını düşünmekteyim. Bu kültür, markayı ve bizi ileri taşıyor. Şöyle ki, bugün bu kadar titiz, disiplinli ve özverili isek, muhakkak geçmişten gelen değerlerimizle ilişkilidir. Neredeyse 200 senelik tarih, sayfalarca hikaye, yüzlerce belki binlerce tasarım yatıyor Meyer isminin altında. Bunların ne kadarı belgelenebildi? Günün birinde bir Meyer kitabı yapma projeniz var mı? Bildiğimiz kadarıyla Johann Meyer’in torunu tarafından kaleme alınmış bir anı kitabı hali hazırda mevcut. Meyer Objects’i Nahsen Bey’e miras bırakan Wolfgang Meyer ’in Türkçeye çevirdiğimiz bir anı kitabı var, evet. Fakat, markanın köklü tarihini bizden sonraki kuşaklara aktarma noktasında tek bir kaynağın yeterli olabileceğini düşünmüyoruz. Biz de bu sebeple Türkiye’deki saat tarihini, Meyer saatin tarihini, üç neslin hayat hikayesini, Meyer Objects’in bugün geldiği noktayı ve gelecekteki hedeflerini anlatacağımız bir kitap çıkarmayı düşünüyoruz. Hatta bunun için araştırmalara bile başladık. Uzman tarihçilerden de destek alarak sağlam bir proje içine gireceğiz. Meyer Objects tasarımlarına baktığımızda oldukça yalın bir tasarım anlayışı benimsediğini ve teknolojiyi de merkezine koyarak saat dünyasında yenilikçi bir çizgi çizdiğini görüyoruz. Bu anlamda geleceğe dair sizi heyecanlandıran yaklaşımlar ve fikirler neler?

issue 22 · 2019 autumn // 15


Bee

Frame

Evet oldukça yalın bir tasarım anlayışına sahibiz. Ünlü Alman tasarımcı Mies van Der Rohe’nin bir sözü var; “less is more” diye. Türkçe karşılığı “Az ve öz” sanırım. Biz de bu bakış açısına sahibiz. Kalabalığın yorucu olduğunu düşünüyoruz ve sadelikten yanayız. Teknoloji konusuna gelecek olursak, teknoloji artık hayatımızın çok önemli bir parçasını oluşturmakta ve kaçınılmaz olarak Meyer Objects’in de önemli bir parçası. Teknoloji ve saatler her zaman iç içe olacaktır. Bu fikre açığız. Teknolojik bir takım gelişmeleri gelecekte saatlerimize entegre etmeyi düşünmekteyiz. Ama bizi en çok heyecanlandıran, dünyaca ünlü tasarımcılar ile işbirliği yapıp farklı saat modelleri üretmek. Bir ürün tasarımı teklifi geldiğinde veya siz bir tasarımcıya ulaştığınızda, bu tasarımı üretmeye karar verme yolundaki değerlendirmenizi neler etkiliyor? Bir tasarımın Meyer'in ürün gamının bir parçası olmak için sahip olması gereken en mühim detayı nedir? Bir tasarım üretmeye karar verme sürecinde nelere dikkat ettiğimizi üç cümle ile özetleyebi16 // say ı 22 · 2019 sonbahar

liriz aslında; “rafine” olacak, içimize sinecek ve farklı olacak! Özellikle farklılığa önem veriyoruz. Bu noktada Frame ve Drop modellerimizi örnek gösterebilirim. Frame saatin tasarımcısı kıymetli Nazar Şigaher ile tasarımın daha fikir aşamasındayken karşılıklı olarak beklentilerimizin, frekansımızın, tasarım çizgimizin çok örtüştüğünü gördük. Tasarımcı ile aynı pencereden bakabilmek ve aynı heyecanı paylaşabilmek çok önemli. Böyle bir birliktelik ile başarı ortaya çıkıyor, Frame çok beğenildi ve hatta Alman Tasarım Ödülleri “German Design Award 2019”da ödüle layık görüldü. Meyer Objects markası altında ürün gamınızı genişletme gibi bir planınız var mı? Marka ismimizi Meyer Clock değil de, Meyer Objects olarak seçmemiz gelecekte ürün gamımızı genişleteceğimizin bir habercisi gibi aslında. Doğru zamanda, vakti geldiğinde ürün gamımıza yenilerini eklemeyi düşünüyoruz. Saat ürünlerinin yanında aydınlatma ürünlerine yoğunlaşacağız. İleride Meyer Markası sevenlerinin karşısına Meyer Objects Aydınlatma ürünleri ile çıkabiliriz.


issue 22 · 2019 autumn //  Modern17


The inspiring story of the Meyer Objects brand, dating from 1843 to the present, bringing several conceptual products, especially handmade custom design wall clocks, to users in different parts of the world. You offer a number of concept clocks, and particularly custom-designed, hand-finished wall clocks to users across the world. Before we discuss its fascinating history, please tell us about the operations of Meyer Objects today. As you said, Meyer Objects has a fascinating history. Our activities mainly involve carrying on the 141-year legacy of the brand and conveying its importance to future generations. Today, there is no other company in Turkey or around the world that focuses solely on the design and manufacture of quality wall clocks for the A segment. So, we are aware of our unique position, which we aim to maintain and drive forward. Design and art are essential for us in developing our brand and products. We see our products not only as timepieces but also as art objects. This is why we work meticulously, with painstaking precision in all processes from design to production. In addition to continuing our iconic models from the past, we also engage in discussions and work with a number of designers from around the world to develop clocks for customers that come to expect the Meyer Objects quality but want to see different designs as well. The story of the Meyer brand that began with the birth of the founder Johann Meyer in Athens on November 18, 1843 is certainly the legacy, the precious aspect of the brand. How does it feel to be the latest representative of a brand that is so much a part of Istanbul and world history? It feels very exciting and special. Today, anyone can get world renowned designers to create different models of timepieces at a certain price. But then, it becomes a new brand. It does not have a story, a fascinating history. What we have here is exactly that; a history, a story... This is why it is so precious to us. Having a history from the Ottoman court to present day also puts a serious responsibility on our shoulders. Considering its history woven in the Athens Berlin – Istanbul triangle, it would be fair to say that the Meyer brand has built a specific and rich culture. How do you define this unique identity? I believe that coming from a German family has been

18 // say ı 22 · 2019 sonbahar

very influential on the brand, especially in terms of being attentive to details, working with discipline and delivering excellence. I also think that the fact that Nahsen Bayındır was raised in this culture from a young age, the way he passed on the codes, experiences and knowledge of the brand to us, and this multicultural structure all played a positive role in the unique identity of the brand. This culture drives the brand and us forward. If we are still working meticulously, with discipline and selflessly today, it is certainly thanks to the values we inherited. The Meyer name holds nearly 200 years of history, pages of stories, hundreds, maybe thousands of designs. How much of this has been documented? Do you have any plans for a book on Meyer one day? As far as we know, a memoir by Johann Meyer’s grandson is already available. Yes, Wolfgang Meyer, who left some of his stakes in Meyer Objects to Nahsen Bayındır, has a memoir that we had translated into Turkish. But, we also think that a single source would not be enough to tell the brand's long history to the next generations. So, we are thinking about publishing a book on the watchmaking history in Turkey, the history of Meyer clocks, the life story of three generations, the current position of Meyer Objects and our aspirations. We even started researching this. We will launch a strong project with the support of expert historians. Looking at the designs of Meyer Objects, we see that it adopts a very simple design concept with technology at its heart and brings an innovative line to the world of clocks. In this respect, what are some of the approaches and ideas that excite you about the future? Yes, we have a very simple design philosophy. The acclaimed German designer Mies van der Rohe has a saying, which could be translated as, “Less is more”. We adopt this approach. We think that more could be exhausting and we favor simplicity. When it comes to technology, it is a very important part of our lives today and inevitably so for Meyer Objects. Technology and clocks will always be intertwined and we are open to this idea. We plan to integrate a number of


Modern

technological developments into our clocks in the future. But what excites us the most is collaborating with world renowned designers to create different clock models. When you are approached with a design proposal or when you reach out to a designer, what influences your decision to produce it? What is the most important detail you look for in a design to consider adding it to Meyer's product line? We can summarize what we look for when deciding to produce a design in three sentences; it must be “refined,” it must feel “right,” and it must be “different”. We especially look for an edge. At this point, I can give our Frame and Drop models as examples. Already in the idea phase, we saw that our expectations, wavelength and design philosophy were very

much in tune with the esteemed Nazar Şigaher, the designer of the Frame clock. Having the same perspective and sharing the excitement with the designer is crucial, and achieving this alignment brings success. Frame was highly acclaimed and even won the German Design Award 2019. Do you have plans to expand your product range under the Meyer Objects brand? The fact that we chose our brand name as Meyer Objects rather than Meyer Clock is actually a precursor of expanding our product range in the future. We plan to add new products to our range when the right time comes. We will also focus on luminaires in addition to timepieces. In the future, we may offer Meyer Objects Luminaires to fans of the Meyer brand.

issue 22 · 2019 autumn // 19


Röportaj | Interview Merve Aktaş Fotoğraflar | Photographs Şener Yılmaz Aslan

DANIEL & OLIVER PIVA Paolo Piva (d. 13 Mat 1950, Adria – ö. 6 Temmuz 2017, Viyana), 20. yüzyılın en öne çıkan İtalyan mimar ve tasarımcılar arasında önemli bir yere sahipti. Kariyeri boyunca büyük Avrupalı tasarım markaları için koltuk ve sandalye, dolap ve masa gibi çeşitli mobilyalar ile mutfaklar tasarlayan Piva, Venedik ve Viyana merkezli çalışmalarıyla mimarlık alanına da önemli katkılarda bulundu. Paolo Piva, 2017 yılında hayata veda etmeden önce Ersa Life için son derece sofistike ve şık bir ürün yelpazesi tasarladı. Bıraktığı bu değerli mirası devralan tasarımcı oğulları Daniel ve Oliver Piva şimdi Paolo Piva'nın başladığı işi tamamlıyor. 20 // say ı 21 · 2019 kış

Paolo Piva (13 March 1950 in Adria − 6 July 2017 in Vienna) was one of the most prominent Italian architect-designers of the late 20th century. Over the course of his career, he created seating, case goods, kitchens and more for major European design brands while making a significant contribution to the field of architecture in Venice and Vienna. Before he passed away in 2017, Paolo Piva created a very sophisticated and stylish product line for Ersa Life with great enthusiasm, and this heritage was enough for his designer sons, Daniel and Oliver Piva, to finish what Paolo Piva began.


“Zamansız tasarım anlayışı... Paolo’nun ürünlerindeki zarafet, dengeli orantıları arayışından geliyor.” Öncelikle, röportaj ricamızı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Bize kısaca kendinizden söz eder misiniz? Paolo’nun üç oğlunun en büyüğü olan Oliver, 1972'de doğdu. Mimarlık eğitimi sırasında Wilhelm Holzbauer ile çalıştı ve Venedik'teki IUAV'den mezun olduktan sonra Paolo'nun stüdyosunda çalışmaya başladı. 1974 doğumlu Daniel da mimarlık eğitimi aldı; Viyana'daki Uygulamalı Sanatlar Üniversitesi'nde Borek Sipek ile çalıştı ve endüstriyel tasarım bölümünden mezun oldu. Babamızın stüdyosunda hem mimarlık hem de tasarım alanında birlikte çalıştık. Babamızı iki yıl önce beklenmedik bir şekilde kaybettikten sonra onunla çalışırken edindiğimiz deneyimleri esas alarak yolumuza devam etmeye karar verdik.

Paolo Piva'nın mimarlığa ve tasarıma hayranlık ve tutkuyla bağlı olduğunu ve yaşamı boyunca bu bağı koruduğunu biliyoruz. Bu denli büyük hayranlık ve motivasyonun ardında ne yatıyordu?

Ersa Life için geliştirdiğimiz ürünlerde Paolo Piva’nın geçici modaların ötesine uzanan zamansız tasarım anlayışını izliyoruz. Paolo’nun ürünlerindeki zarafet, dengeli orantıları arayışından geliyor.

Babamızın işini kurduğu yıllarda, tasarım hâlâ büyük ölçüde insan ilişkilerine ve hedef objeye dayalıydı; bilgisayar çizimleri günümüzdeki kadar önemli bir rol oynamıyordu. Tasarımın bağımsız bir meslek olarak yerleşmeye başladığı zamanlarda büyük bir kavramsal özgürlük vardı. Bunun, motivasyonun itici gücü olduğuna inanıyoruz.

Ersa, 60. yılını iyi tasarım ve miras tutkusunu vurgulayan “İyi Tasarımın 60 Yılı” sloganıyla kutluyor. Bu kavramların size çok aşina kavramlar olduğuna inanıyoruz. Sizin için “iyi tasarım” ne anlama geliyor ve sizce miras tasarımda nasıl bir rol oynuyor?

Dünyanın önde gelen mimar ve tasarımcılarından birinin çocukları olarak büyümek nasıldı? Paolo Piva’nın algısının ve kişiliğinin kişisel ve mesleki yaşamlarınızı derinden değiştirdiğine inanıyoruz.

Bildiğiniz gibi Ersa Life, ofis mobilyaları sektöründe 60 yıllık deneyime sahip Ersa'nın yaşam alanları için geliştirdiği ilk ürün serisini oluşturuyor. Aynı zamanda Paolo Piva ve sizin ilk kez bir Türk markasıyla işbirliği yaptığınız seri de bu. Yeni Ersa Life serisi ve sizin Paolo Piva ile tasarladığınız ve geliştirdiğiniz ürünler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çok güçlü bir karaktere sahip olan Paolo Piva’nın tasarım ve yaşamdaki ilkeleri ve ifadeleri son derece tutarlıydı. Elbette, her şeyden önce babamızdı. Hem bir tasarımcı hem insan olarak, ondan öğreneceğimiz çok şey vardı. Mimari, tasarım ve sanat bizim için olağan şeylerdi; bu kavramlarla büyüdük.

Paolo Piva, Ersa ile tanıştığında bu aile şirketine anında yakınlık duydu ve kuşaktan kuşağa geçen zengin deneyim üzerine inşa edilen bu yenilikçi girişim için tasarım yapmayı çok istedi. Kişisel ilişki ve tartışma ruhu, ona kariyerinin başlangıcında hissettiği coşku ve motivasyonu anımsatmıştı.

İçinde yaşadığımız maddi ortamın tasarlanması ve şekillendirilmesi büyük sorumluluk gerektiriyor. Çocuklarımız kullandıklarında hâlâ geçerli olan şeyler tasarlamaya çalışıyoruz. Miras, aynı zamanda bir hazine ve sorumluluk anlamına geliyor. Mirastan söz etmişken, Ersa Life için tasarladığınız koleksiyon, çağdaş ve modern nitelikleriyle de öne çıkıyor. Tasarım yaklaşımınızın geçmişi kucakladığını ama aslında gelecek tarafından şekillendirildiğini söyleyebilir miyiz? Paolo Piva’nın tasarımlarından yola çıkıp dayanıklı olacağını düşündüğümüz bir tasarım yaklaşımının peşinden gidiyoruz.

issue 21 · 2019 w ınter // 21


Fotoğraf | Photography Şener Yılmaz Aslan


Antilia Kanepe & Squadro Sehpa Designed by Paolo Piva


Squadro Görselleştirme | Visualization : Tansu Fidan Studio Piva'nın kurucu ortakları olarak Paolo Piva ile yıllarca süren yakın işbirliğini esas alan bir şirket inşa ettiniz. 2007 yılında kurduğunuz şirkette mimarlık ve tasarım alanında bireysel fikirler ve kavramlar geliştiriyorsunuz. Mimari ve tasarımın geleceğine dair neler sizi heyecanlandırıyor? Toplumumuzun, yaşam tarzlarımızın, işimizin ve ürün geliştirmenin karmaşıklığındaki dinamik değişimler, tasarımcılık mesleği için heyecan verici bir meydan okuma sunuyor. Bu nedenle, cevaplarını bulmak istediğimiz ve merak ettiğimiz pek çok değişen ihtiyaç ve “yeni” sorular var. Zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. First of all, we are very grateful to you for accepting our interview request. Please tell us briefly about yourselves. We are Oliver and Daniel, the two older sons of Paolo Piva, and it is our pleasure to be given the possibility to continue Paolo’s work with Ersa. Oliver, the oldest of three sons of Paolo, was born in 1972. Trained in architecture, he worked with Wilhelm Holzbauer and joined Paolo’s Studio after graduation at the IUAV in Venice. Daniel, born in 1974, studied architecture and graduated in industrial design at the University of Applied Arts in Vienna with Borek Sipek. Together we worked in our father’s studio for both architecture and design.When our father passed away so unexpectedly two years ago, we decided to 24 // say ı 22 · 2019 sonbahar

continue our path on the foundation of the experience we gained collaborating with Paolo. How would you describe growing up with one of the most prominent architects and designers of the world? We believe Paolo Piva’s perception and personality deeply changed your personal and professional life. Paolo was a very strong character – consistent in his principles and statements in design and life. He was, first and foremost our father of course. There was a whole lot to learn from his example – as a designer and as a person. Architecture, design and art were normal to us – we simply grew up with it. We know that Paolo Piva was held by a fascination for architecture and design, and kept it throughout his life. We’d like to know what lay behind such great fascination and motivation. In the years when our father started his business, design was still very much based on human relation and the actual object – computer-drawings did not play the role that they do nowadays. At the times design was beginning to be established as an independent profession, there was great conceptual freedom. This we believe is a rich driver for motivation. As you know Ersa Life is the first product line developed for living spaces by Ersa with 60 years of experience in the office furniture sector. It’s also the first time Paolo Piva and you collaborated with a Turkish brand. What are your thoughts


Antilia Fotoğraf | Photography : Şener Yılmaz Aslan

“His notion of timeless design... The elegance of Paolo’s products derives from his search for balanced proportions.”

on the new Ersa Life series and products Paolo Piva and you designed and developed?

Starting from Paolo’s designs, we simply continue to seek what we feel can last.

When Paolo got to know Ersa, he immediately felt affinity for this family-owned business and was enthusiastic about the challenge to design for this innovative endeavor built on rich experience of generations. The spirit of personal relation and discussion recalled the enthusiasm and motivation at the beginning of his career.

As co-founders of Studio Piva, you built your company on a background of years of close collaboration with Paolo Piva, and you have developing individual ideas and concepts in architecture and design since 2007. What about the future of architecture and design excites you the most?

With the design for the products for Ersa Life, we pursue Paolo’s notion of timeless design that goes beyond short-lived fashions. The elegance of Paolo’s products derives from his search for balanced proportions.

The dynamic changes of our society, of our ways of life, of work and the complexity of product development pose an exciting challenge to the profession of design. So there is a whole lot of changing requirements and “new” questions that we are curious to find answers to.

Ersa is celebrating its 60th anniversary with “60 years of Good Design” motto that underlines its passion for good design and heritage. We strongly believe these are very familiar notions for you. What does “good design” mean to you and what do you think is the role of heritage in design?

Thank you for your time.

There is a great responsibility in designing and shaping the material environment we live in. We try to design things that are still justified when our children will live with them. Heritage is a treasure and responsibility at the same time. Speaking of heritage, your collection in Ersa Life also stands for its contemporary and modern characteristics. Can we say your design approach embraces the past while it is actually shaped by future?

issue 21 · 2019 w ınter // 25


Yazarlar | Authors C. Eda Özgener Semerci Dilara Tekin Gezginti

ATÖLYE MİL İLE ARALIKTAN BAKMAK:

MEŞRUTIYET CADDESI’NDEN BIR KESIT

Kentsel ortamda beliren mekânlar, şehrin sosyal yaşantısı ile biçimlenir ve yürürlük kazanır; kent sakinlerinin etki ettiği ve etkilendiği bir dönüşüm sonucunda tekrar ve tekrar inşa edilir. Araştırma, küratörlük ve sergi tasarımını üstlendiğimiz “Aralıktan Bakmak” sergisinde, biz Atölye Mil olarak bu dönüşümü ve katmanlarını ele aldık. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü bünyesinde gerçekleşen sergide; Meşrutiyet Caddesi’nden zamanda ve mekânda bir kesit: Rossolimo Apartmanı-Bristol Otel aralığı; İstanbul Araştırmaları EnstitüsüPera Müzesi aralığına evrilirken, bu dönüşümün kent ve kentli üzerinde nasıl bir yansıma ürettiğini araştırdık. İleriki satırlarda bu araştırmayı ve sergide ziyaretçiye sunduğumuz bilgileri özetlemeye çalışacağız. Seçilen yüzyıl dönümü; karşılaşmaların yaşandığı, farklı grupların bir araya geldiği, gözlemlerle 26 // say ı 22 · 2019 sonbahar

edinilen alışkanlıkların mekânları ve kullanıcıları dönüştürdüğü, kent sakinlerinin ekonomik, sosyal ve fiziksel dönüşümlere ayak uydurmaya çalıştığı; “mekân” ve “gündelik hayat”ın birbirini yeniden inşa ettiği bir aralık ve aynı zamanda bu kentsel tecrübenin biçimlenişinin; dolaşıma giren dergi, gazete, fotoğraf, kartpostal gibi belgelerden okunabileceği bir dönem. Bu hikayeyi, geçtiği yerlere özel bir önem atfederek, çeşitli belgeler üzerinden okumaya ve anlatmaya çalıştık. Ele aldığımız dönemde, İstanbul’da ve özellikle Pera’da kentlilerin birbiriyle etkileşimi artmış, hayat artık biraz daha sokağa taşmıştı. Bu duruma sebep olan başlıca etkenler; kent içi ulaşım ağlarındaki yenilikler ve kolaylıklar; önce atlı sonra da elektrikli tramvaylarla bir yerden bir yere gitmenin daha kolay hale gelmesi ve pek çok semtin birbiri ile bağlantısının kuvvetlenmesi olarak sayılabilir.


“Ele aldığımız dönemde, İstanbul’da ve özellikle Pera’da kentlilerin birbiriyle etkileşimi artmış, hayat artık biraz daha sokağa taşmıştı.”

Sokağı canlandıran bir unsur da; Louvre, Au Lion d’Or, Au Bon Marché, Au Camelia, Bazaar Allemand, Orosdi Back, ve Baker gibi mağaza ve “bonmarşeler”in ortaya çıkmasıydı. Tüketim ile ilişkinin değişmesinin bir sonucu olarak beliren bu mağazalar; sokak ile yeni bir arayüz üzerinden ilişki kuruyordu: vitrinler. Vitrinler, içeride satılan malların bir teşhir yüzeyi olarak, sokak ile mağaza arasında geçirgen bir sınır oluşturuyor ve çekici bir biçimde düzenlenerek mağazaya giremeyenler için de tadımlık bir seyir sunuyordu. Farklı kullanıcılar, talepler, cevaplar ile sürekli şekillenmekte olan kent hayatının geçtiği önemli mekânlardan biri de bir kentsel boşluk idi. Bu boşluk; bugün TRT binası olarak bilinen yapının bulunduğu parsel, Pera sırtlarından Haliç’e bakan bir yamaç, İstanbul’un Osmanlılarca fethi sonrasında bir müslüman mezarlığı olarak kullanılan bir alandı. Komşusu olduğu semtler arasındaki sirkülasyona ev sahipliği yaparken hem bir ayırıcı hem de bir bağlayıcı görevi üstlenen bu kentsel boşluk, Haliç üzerinden gün batımı manzarasının seyredilebildiği bir mesire alanı olarak kullanılıyordu. Gelip geçenlerin, bir ağaç gölgesinde dinlenen kentlilerin uğrak mekânı olan alan, 1853 yılına gelindiğinde Kırım Savaşı nedeniyle İstanbul’da olan askeri birlik bandolarının verdiği konserlerle yeni bir işlev daha edinmişti. Konserlerin verildiği Meşrutiyet Caddesi tarafında yer alan düzlük zamanla bir müzik pavyonuna dönüştü, etrafına bir “café” konuşlandı, burada mini konserlerin eşlik ettiği akşam çayları düzenlenmeye başlandı. Bir yandan türlü sebeplerle İstanbul’da bulunan Avrupalı konuklar burayı bir “promenad” olarak kullanıyordu; böylece “Petits-Champs des Morts” yani “Ölüler Kırı”, Pera’nın gündelik hayatında bir mesire yeri olarak belirmeye başladı. 1871 yılında başlanan Tünel inşaatından çıkan hafriyat, Altıncı Daire-i Belediye Kurulu, Osmanlı Bankası ve dönemin belediye başkanı Blacque Bey’in çabaları ve katkılarıyla bu mezarlığın üzerine atılmış, düzlenen alan Avrupa’da var olan

Sol sayfadaki fotoğraf: Sergi girişindeki tüller, dönem fotoğraflarından ve haritalardan seçilen fragmanlar. Fotoğraf: Dilara Tekin Gezginti Photograph on the left page: The drapes at the entrance of the exhibition featuring fragments of period photographs and maps. Photograph: Dilara Tekin Gezginti Sağ sayfadaki ilk fotoğraf: Sergiden bir fotoğraf, bugünkü isimleriyle Pera Müzesi ve İstanbul Araştırmaları Enstitüsü. Fotoğraf: Dilara Tekin Gezginti First photograph on the right page: A photograph from the exhibition, showing today’s Pera Museum and Istanbul Research Institute. Photograph: Dilara Tekin Gezginti Sağ sayfadaki ikinci fotoğraf: 19. yüzyıl sonundaki adıyla “Rue des Petits Champs”, Meşrutiyet Caddesi Second photograph on the right page: Meşrutiyet Street in late 19th century, then called “Rue des Petits Champs”. Suna and İnan Kıraç Foundation Archives.

issue 21 · 2019 w ınter // 27


“Aktarmayı denediğimiz hikayenin en önemli rollerinden birini üstlenen Pera, o dönemde İstanbul’daki dönüşümün kalbinde yer alıyor.”

Fotoğraf: Tepebaşı Bahçesi üzerinden Kasımpaşa’ya bakış, stereoskopik fotoğraf. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu. Photography: A view of Kasımpaşa district from the Tepebaşı Park, stereoscopic photograph. Suna and İnan Kıraç Foundation Photography Collection.

28 // say ı 22 · 2019 sonbahar

örnekleri gibi bir bahçe olarak düzenlenmişti. Burası artık etrafı çitle çevrili, girişin ücretli olduğu bir bahçeydi ve 25 Temmuz 1880 yılında halka açıldı. Bahçede fenerler, kum ve çakıl serilmiş yollar, bir gölet ve metal bir köprü, konser ve gösteriler için bir pavyon bulunmaktaydı. 1882 yılında bahçenin içinde bir tiyatro binası inşa edildi ve burası 1900’lerin ilk yıllarına dek, gezici yabancı ekiplerin gösterilerini sergilediği kışlık bir sahne olarak kullanıldı. Sezon dışında, çeşitli kulüpler, dernekler, dans öğretmenleri ve Pera sosyetesi için balo, yarışma ve eğlencelerin de mekânı olan bu bina; 1916 ile 1969 yılları arasında Darül Bedayi, İstanbul Şehir Operası gibi, devletin sanat insiyatifleri olarak önem taşıyan kurumları barındırdı. Müslüman Mezarlığı, gezinti, seyir ve dinlenme mekânı, hafriyat alanı, çitlerle çevrili ücretli bir park, içinde tiyatro binalarının bulunduğu, gösterilerin, yarışmaların düzenlendiği bir çay bahçesi ve nihayetinde bir otopark gibi zaman içinde farklı kimliklere bürünen, bazı kimlikleri aynı anda üzerinde taşıyabilen bu kent içi kamusal alan, gündelik şehir hayatının geçirdiği dönüşümler hakkında büyük bir veri kaynağı aslında. Bu alanın mezarlıktan kamusal bir mekâna dönüşümünde büyük rol oynayan İstanbul’daki Avrupalı konuklar, bir başka mekânın belirmesini de tetiklediler. Daha önce bu denli kolay olmayan, elzem sebepler gerektiren seyahatler artık buharlı gemiler, trenler gibi araçlar sayesinde kolaylaşmıştı. İstanbul, hem bir cazibe merkezi, hem de imparatorluğun geri kalanına açılan bir kapı olma özelliği ile gezginler için önemli bir durak haline gelmeye başlamıştı. 1888 yılında İstanbul-Viyana demiryolunun tamamlanmasıyla, Orient Express seferleri Paris’ten İstanbul’a kadar kesintisiz hale gelmişti; Paris’ten Çarşamba günü 07.30’da kalkan trene binen bir gezgin, Viyana-Budapeşte-Belgrad üzerinden Cumartesi günü 06.40’da İstanbul’a ulaşmaktaydı. Bu gezginlerin taleplerine yönelik olarak konak-

lama mekânları da dönüşmeye başladı. O zamana kadar eski hanlar, tekkeler ve pansiyonlar her türlü lüksten uzak, temel konaklama ihtiyacını yerine getirirken, artık “Avrupa standardına” sahip otellerden söz etmek mümkündü. İstanbul’da ilk oteller, elçiliklere, finansal sermayenin merkezi haline gelen Voyvoda Caddesi’ne ve limana olan yakınlığın da etkisiyle Galata ve Pera bölgesinde hizmet vermeye başladı. Özellikle Meşrutiyet Caddesi’nin (o zamanki isimleriyle Kabristan, Mezarlık ya da Petits-Champs sokakları) Tepebaşı tarafı; merkezi konumu, Haliç ve ‘eski şehir’ manzarasının verdiği avantaj sayesinde, otellerin en yoğunlaştığı bölge haline gelmişti. Bu oteller, dönemin teknolojik gelişmelerini yakından takip ediyor; elektrikli aydınlatma, merkezi ısınma, asansör gibi henüz yeni olan uygulamaları işletmelerine dâhil ediyordu. Mekân kurguları, prensipte günümüz otellerine benzerlik gösteriyor; ortak mekânlar zemin katında, yatak odaları üst katlarda yer alıyordu. Büyük ve lüks otellerde geniş lobiler, kafeler, süitler, donanımlı mutfaklar, tiyatro ve balo salonları ile birden fazla yemek salonu mevcutken; daha düşük gelir gruplarına hitap eden otellerde sınırlı sayıda oda ve ortak alan yer alıyordu. Aktarmayı denediğimiz hikayenin en önemli rollerinden birini üstlenen Pera, o dönemde İstanbul’daki dönüşümün kalbinde yer alıyor. Gündelik hayat değiştikçe kentliler yenilikler talep etmeye başlıyor ve bu talepler de kendi mekânsal karşılığını yaratıyor. Bu dönüşüm hiç bitmiyor, farklı girdilerle beslenerek yeni sonuçlar üretmeye devam ediyor. Özetle Pera, hiç bitmeyen bir “oluş” halinde. Bu oluş üzerine düşünürken güncel verilerin yanında geçmişi de göz önünde bulundurmak gerektiğini düşünüyoruz. Miras üzerine düşünerek bu sergiye ve aktarmayı denediğimiz hikayeye bakarken akla şu soru geliyor. Geçmişten toplanan parçalar ile şimdide kurulan bir anlatı; geleceğe nasıl etkiyebilir? Bu anlatı, miras dediğimiz şeyin içerdiği değerler bütününün ne olduğunu, zaman ile kurulan karmaşık ilişkiyi daha iyi kavramanın bir yolu olabilir mi?


2

1

1. “Petits-Champs” Bahçesi ve Tiyatrosu. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu 1. “Petits-Champs” Garden and Theater. Suna and İnan Kıraç Foundation Photography Collection 2. “Tepebaşı Bahçesi içinde yer alan Garden Bar. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu 2. “The Garden Bar within the Tepebaşı Park. Suna and İnan Kıraç Foundation Photography Collection 3. Hotel Bristol, 1909. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu 3. Hotel Bristol, 1909. Suna and İnan Kıraç Foundation Photography Collection

ATÖLYE MİL LOOKING FROM INBETWEEN:

A SECTION OF MESRUTIYET STREET

3 The spaces that emerge in the urban setting take shape and come into being along with the social life of the city; they are reconstructed over and over again as part of a perpetual transformation that the residents influence and engage with. At Atölye Mil, we addressed this transformation and its layers in the exhibition titled “Looking from in-between,” for which we undertook research, curating and exhibition design. For the exhibition held at the Istanbul Research Institute, we studied how this transformation reflected on the city and its people, and presented our findings with “A section of Meşrutiyet Street over time and space: the evolution of Rossolimo Apartment and Bristol Hotel buildings into the Pera Museum and Istanbul Research Institute of today”. We will try to summarize this research and the information we provided to the visitors in the exhibition. The specific period of the century we selected for the exhibition was a time of encounters, as different groups came together, habits acquired through observations transformed spaces and users, and the city’s residents tried to keep pace with the economic, social and physical transformations taking place around them while “urban space” and “everyday life” were constantly reconstructing each other. It was an in-between period, which is documented in the form of magazine and newspaper articles, photographs and postcards. We attempted to interpret and tell this story through various documents with special emphasis on the places where it took place. In the period we addressed, residents were interacting more and more in Istanbul and especially in Pera as life took to the streets more than ever

before. Some of the primary factors that caused this evolution included innovations and convenience in public transport networks, making it easier to go from one place to another first by horse carriages and later by electric trams, and improving the interconnection between different neighborhoods. Another factor that brought vibrancy to the street was the emergence of shops and “bon marchés” such as Louvre, Au Lion d'Or, Au Bon Marché, Au Camelia, Bazaar Allemand, Orosdi Back and Baker. These shops, which came to life as a result of the changes in consumption habits, would establish a relationship with the street through a new interface: shop windows. These windows, as a display area for the goods sold, formed a permeable boundary between the street and the shop, and also offered a taste of what was inside with their attractive arrangements to those who were unable to enter the shops. One of the important places where urban life was constantly taking shape with different users, demands and answers was a vast vacant lot. This lot, where the TRT building sits today on a slope overlooking the Golden Horn from the Pera hill, used to be a Muslim cemetery after the conquest of Istanbul by the Ottomans. This urban space, which served as both a separator and a link while enabling circulation between neighboring districts, was also used as a promenade and picnic site that offered views of the sunset over the Golden Horn.The area, which people frequented to get some rest in the shade of a tree, gained a new function during the Crimean War in 1853 when military bands per-

issue 22 · 2019 autumn // 29



“In the period we addressed, residents were

interacting more and more in Istanbul and especially in Pera as life took to the streets more than ever before. Pera, which plays one of the key roles in the story we tried to tell, was at the heart of the transformation in Istanbul at the time.”

formed here. The open, level space toward Meşrutiyet Street, where the concerts were held, turned into a music pavilion, with a café built around it as afternoon teas were accompanied by mini concerts. On the other hand, guests from Europe visiting Istanbul for various reasons also used this area as a promenade, and “Petits-Champs des Morts,” meaning the Prairie of the Dead, began to emerge as a park in Pera's daily life. The rubble excavated from the Tunnel (subway) construction, which started in 1871, was dumped over this cemetery with the efforts and contributions of the Sixth Municipal Council, Ottoman Bank, and Mr. Blacque, the mayor of the time, and the evened out area was arranged as a garden resembling those seen across Europe. The garden, surrounded by fences with paid entrance, was opened to the public on July 25, 1880. The garden featured lanterns, sand and gravel-lined paths, a pond and a metal bridge, and a pavilion for concerts and shows. In 1882, a theater building was constructed within the garden and used as a winter stage for shows of traveling foreign theater companies until the early 1900s. Off-season, this building also served as a venue for balls, contests and entertainment events for various clubs and associations , dance teachers and the Pera socialites. From 1916 to 1969, the building housed a number of important institutions of the state’s art initiatives such as Darülbedayi (The Conservatory) and Istanbul Municipal Opera. This urban space, which was a Muslim cemetery once, and later a promenade and picnic site, a dump site, a fenced, paid park, a tea garden with theater buildings and a stage for shows and contests, took on different identities, some simultaneously, over time, and has now become a big data source about the transformations that the daily

life in the city went through. The European visitors, who played a significant role in the transformation of this area from a cemetery to a public space, also triggered the birth of another place in Istanbul. Vehicles such as steam boats and trains facilitated international travel, which previously required only critical reasons. Istanbul quickly became an important stop for travelers as a center of attraction and a gateway to the rest of the empire. With the completion of the Istanbul-Vienna railway in 1888, the Orient Express began to run uninterruptedly from Paris to Istanbul. A traveler that departed from Paris on Wednesday at 7.30 am would arrive at Istanbul via Vienna – Budapest – Belgrade at 6.40 am on Saturday. Hotel-style accommodation had begun to undergo a transformation as well with the expectations of these travelers. Up until then, old inns, lodgings and pensions with minimum amenities far from luxury provided basic accommodation, but now, hotels in “European standards” were available. The first hotels in Istanbul began to operate in the Galata and Pera districts due to their proximity to embassies, Voyvoda Street, which had become the center of financial capital, and the port. In particular, the Tepebaşı side of Meşrutiyet Street (then called Kabristan, Mezarlık or Petits-Champs streets) was where the hotels were most concentrated thanks to its central location, and views of the Golden Horn and the ‘old city’.

as well as multiple dining rooms while the hotels that catered to lower income groups offered limited number of rooms and few common areas. Pera, which plays one of the key roles in the story we tried to tell, was at the heart of the transformation in Istanbul at the time. As everyday life changed, the residents began to expect innovations and these demands created their own spatial counterparts. This is a perpetual transformation that generates new results fostered by different inputs. In short, Pera is in a constant state of “being“. We believe that we should take into account current data and the past as we contemplate this phenomenon. One question comes up when we look at this exhibition and the story we tried to tell by thinking about heritage. How would a narrative constructed in the now with fragments from the past have an impact on the future? Could this narrative provide a way for better grasping what the set of values that we call heritage is as a whole and comprehending the complex relationship with time?

Sol sayfadaki afiş: Simplon-Orient-Express afişi. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Arşivi Poster on the left page: Simplon-Orient-Express poster. Suna and İnan Kıraç Foundation Archives

These hotels would follow the technological developments of the period closely and install the latest amenities such as electric lighting, central heating and elevators. Space configurations resembled those of modern day hotels in principle, with common areas on the ground floor, and guest rooms on the upper floors. The large luxury hotels featured spacious lobbies, cafés, suites, well-equipped kitchens, theaters and ballrooms

issue 22 · 2019 autumn // 31


Yazar | Author Aydan Volkan

Atatürk Kitaplığı Mimar Sedad Hakkı Eldem (1973-75)

Bir Miras Yapısı Olarak Kütüphaneler Gündelik hayatımızda ekranların işgal ettiği zaman arttıkça kütüphanelerin ve basılı kitapların anlamı üzerine düşünmeye başladım. Bu süreci başlatan TV bir şekilde gruplaşmaya da imkân veriyordu. Ancak önce taşınabilir bilgisayarlar, ardından cep telefonları ile bireyler artık kendi çevrelerine kapalı görünmez duvarlı hücreler halinde yaşıyorlar. İletişim olanaklarının artması insanlar arasındaki iletişime tahmin edilenden çok farklı boyutlar kazandırdı belki ama bir başka anlamda da bu iletişimi baltaladı. Bu çerçeveden bakınca herhangi bir bilgiyi edinmenin telefonlarımız ile yapılabildiği bir çağda kütüphaneleri savunmak biraz nostaljik avunma gibi algılanabilir. Öyle ya, neden oturduğumuz kanepeden istediğimiz bilgiyi Google’dan anında edinmek varken veya okumak istediğimiz favori yazarımızın son kitabını iki tuşla Kindle’a indirmek dururken, o kadar yola ve trafiğe katlanıp kütüphaneye gidelim? Bir mekânı yaşamak ve hissetmek, ortamı koklamak,

32 // say ı 21 · 2019 kış

nesnelere ve kişilere temas etmek gibi eylemler yerini ekrandaki parmak hareketlerimize bıraktı. Görmek ve görünmek Instagram çerçevesine hapsoldu. İletişim olanakları artarken fiziksel iletişim yok olmaya başladı.

gerektiğine inanıyorum. Çoğu yeni üniversitenin ya iyi tasarlanmamış veya zaten mecburen içine yerleşilen bir yapının bodrum katındaki raflardan oluşan kütüphanelerinin bu amaca hizmet edeceğine inanmıyorum.

Bana göre kütüphaneler aslında hiçbir zaman salt kitapların ve bilginin erişimi için yapılmış yapılar olmadı. Her kütüphane insanları bir araya getiren, aynı ilgi alanlarındaki kişilerin birbirleri ile temasını kolaylaştıran mekanlardır. Bir kentin en önemli organlarından biri hep kütüphanelerdir. İçerdiği bilgi nedeni ile değil, o bilgiyi edinmek isteyenleri bir araya getirebilme imkanını veren bir mekan olduğu için.

Piri Reis Üniversitesi’ni tasarlarken kütüphane bloğunu arazinin en kıymetli ve denizi görebilecek noktasına yerleştirdik. Rektör odası, mütevelli heyeti salonu gibi prestijli mekanları barındıran yönetim bloğu arkada kaldı. Çünkü doğrusunun bu olduğunu işverenimiz de kabullenmişti. Kütüphane bir üniversite kampüsünün en değerli ve önemli birimidir. Biz de bu önemi yansıtacak şekilde tasarladık.

Düşüncelerinize odaklanmak, okuduğunuza konsantre olmak ve günlük hayatın koşuşturmalı ortamdan uzaklaşmak için kütüphaneler size bu ortamı yaratmak için tasarlanırlar. Hepimiz ekranlarımızda her an beliren eposta, sosyal medya ve WhatsApp gibi iletişim uygulamalarından gelen uyarılardan kimi zaman nasıl bunalabildiğimizi biliyoruz. Bu gibi uyarılar arasında okuduğunuza odaklanmak fazladan bir çaba gerektiriyor. Kütüphaneler bunu biraz kolaylaştıran mekanlar bana göre.

Bir anlamda Piri Reis Üniversitesi’nin kütüphanesini İstanbul Atatürk Kitaplığına benzetiyorum. Her ikisi de denize dönük, istediğinizde ufka bakarak düşüncelerinizle baş başa kalmaya imkân verecek mekanlar.

Ayrıca kütüphanelerin sadece okumayı kolaylaştırıcı değil, düşünmeye sevk edici ortamlar olması

Ne yazık ki, kütüphanelerin son 10-15 yılda önemli mekanlar olduğu ülkemizde biraz göz ardı edildi gibi geliyor bana. Bunun düzeleceğini ve ideolojik gösteri aracı olmak yerine iyi tasarlanmış ve iyi işleyen yeni kütüphane yapılarının her ilçe ve hatta semte yapılacağını umuyorum.


Piri Reis Üniversitesi Kreatif Mimarlık

Fotoğraf | Photography

Ömer Kanıpak, Yerçekim Photos

As the time that the screens take up in our daily lives increases, I began to think about the meaning of libraries and printed books. Television, which initiated this process, actually allowed for some socializing at first. However, with the arrival of portable computers followed by mobile phones, individuals now live in cells with invisible walls, shut off from their surroundings. The rise of more and more communication tools led to different dimensions of interaction between people than anticipated, but in another way, it also became the worst enemy of engagement. Looking at thing from this point of view, defending libraries can be perceived as a nostalgic consolation in an era when any information can be accessed via our phones. So, why bother going to the library after suffering all the traffic when we can just sit on the couch and Google the information we need or download the latest book of our favorite author to our Kindle in just two clicks? Actions like living in and getting a sense of a space, smelling the environment, contacting objects and people have been replaced by finger touches on the screen. Seeing and being seen is trapped in an Instagram frame. As communication tools increase, physical communication is beginning to disappear. To me, libraries have always been more than just the

structures built for access to books and information. Each library is a space that brings people together, making it easier for people with the same interests to engage with each other. Libraries are one of the most important organs of a city. Not only because of the information it contains, but because it is a place that provides an opportunity for people who seek information to convene. Libraries are designed to offer an environment for you to focus on your thoughts, concentrate on what you read, and get away from the hustle and bustle of daily life. We all know how we can sometimes feel overwhelmed by email and social media notifications and communication apps such as WhatsApp. It takes extra effort to focus on what you are reading among all the alerts and notifications. And I see libraries as spaces that make it a little easier for me. I also believe that libraries should be spaces that not only facilitate reading, but also stimulate thinking. I don't believe that the libraries at most of the newer universities, usually forced to be in the forms of shelves in the basement of a building or in a space that is not well designed will serve this purpose. When designing Piri Reis University, we positioned the library block at the most valuable part of the land with views of the sea. The administration block, which houses prestigious places such as the rector's office and

Libraries as a Heritage Structure the meeting room of the board of trustees, is placed behind it because the employer had accepted this as the right thing to do. The library is the most valuable and important unit of a university campus. And we conceived it to reflect this significance. In a sense, I see resemblances between the library at Piri Reis University to the Istanbul Atatürk Library. Both face the sea, giving you a chance to contemplate as you look at the horizon. Unfortunately, it feels like the importance of libraries has been ignored in our country, especially in the last 10-15 years. I hope that this situation will improve, and instead of serving as demonstrating ideologies, well-designed, functional new library structures will be built in all every district and even neighborhood.

issue 21 · 2019 w ınter // 33


Fotoğraf | Photography Şener Yılmaz Aslan


Zai Bodrum A+A MimarlÄąk


Fotoğraflar | Photographs Şener Yılmaz Aslan

Zai Bodrum A+A Mimarlık


Zai Bodrum A+A MimarlÄąk

Zai Bodrum A+A MimarlÄąk


Fotoğraf | Photography Şener Yılmaz Aslan


Zai Bodrum A+A MimarlÄąk


PORTRAITS

PORTRELER

Serra Ataman

1998 yılında İstanbul’da doğdu. 2016 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama bölümünü kazandı. 2017 yılında Mimarlık bölümüne katılarak çift anadal öğrenimine başladı. Halen eğitimine devam ediyor. Etnik portreler üzerine çalışıyor. Akriliğin yanı sıra sulu boya illüstrasyonlar yapıyor.

Elif Beyaz

1995 yılında Çanakkele’de doğdu. 2013 yılında Güzel Sanatlar Lisesinden mezun oldu. Ardından 2013 yılında Hacettepe Üniversitesi Resim bölümünü kazandı. 2019 yılında Hacettepe Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimini birincilikle kazandı. Halen öğrenimine devam ediyor. .

40 // say ı 22 · 2019 sonbahar

Serra Ataman (born 1998, İstanbul) got into the department of Urban and Regional Planning at Mimar Sinan Fine Arts University in 2016. She started to pursue a double major in Architecture. She continues her degree. She works on ethnic portraits. In addition to acrylic, she also makes watercolor illustrations.

Elif Beyaz (born 1995, Çanakkale) graduated from Fine Arts High School in 2013. She got accepted into the Painting department of Hacettepe University. She was accepted for the Master's degree in the same university ranking first. She continues her degree.


Melike Koçak

1997'de, İstanbul'da doğdu. Galatasaray Üniversitesi Felsefe bölümünde eğitimine devam ediyor. Kişisel ve grup sergilerinde yer alıyor. 2015 yılından bu yana Fabrika Zine isimli dergiyi yayınlıyor..

Melike Koçak (born 1997, İstanbul) studies Philosophy at Galatasaray University. She attends solo and group exhibitions. She has been publishing Fabrika Zine magazine since 2015.

Kardelen Akçam

1995 yılında İstanbul’da doğdu. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyoloji bölümünden mezun oldu. Aynı üniversite ve bölümde yüksek lisans eğitimine devam ediyor. Kolajlarında takipçisi olduğu fotoğrafçıların eserlerinden ilham alıyor.

Kardelen Akçam (born 1995, İstanbul) studied Sociology at Canakkale Onsekiz Mart University. She takes her Master’s degree in the same subject at the same university. In her collages, she is inspired by the works of the photographers she followed.

issue 22 · 2019 autumn // 41


Celebrate Life Benzersiz ayak tasarımı ve ayrıcalıklı malzeme kullanımıyla seçkin bir görünüm sunan Nox, ahşap kaplama veya mermer tabla seçenekleriyle kullanıcısıyla buluşuyor. ersamobilya.com

NOX Yemek Masası Designed by Claudio Bellini NOX Büfe Designed by Claudio Bellini PREMIER Sandalye Designed by Cappelletti Architetti


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.