1
Bu Ay
-Sinema6-“GODARD’IN YENİ DALGA ETKİSİNDEKİ “SERSERİ AŞIKLARI”” Alfred Hitchcock ve Orson
Welles’den sonra üçlemenin son halkası olan, dahi yönetmen Godard’ı, temsil ettiği akım yani “yeni dalga” doğrultusunda ele alacağım. Tabii bu ele alışı her zamanki gibi bir film ile örneklendirerek yapacağım. Bu örnekleme için, Godard’ın kült filmlerinden biri olan “Serseri Aşıklar”, bizlere yeterince yardımcı olacak gibi duruyor.
2
içindekiler -Foto Haber22-“Kestane Kebaaaaap” Sobalı evler-
in vazgeçilmez eğlencisi kestane idi. Pazardan alınan kestaneler yıkanır sonrada üzerleri çizilir sobanın üstüne attılırdı. Sobanın etrafında kestanelerin pişmesi keyifle beklenilir ve o beklenilirken soba etrafında sohbetler edilirdi. Tabi bunları dili geçmiş zamanla kullanıyorum çünkü artık eskisi gibi sobalı evler yok ya da yok denilecek kadar az. Sobaların azalmasıyla soba tadını vermesebile kestanelerin ömrü bitmedi...
-Mitoloji10 - “ÖLÜME ÇAĞIRAN BÜYÜLÜ ŞARKILAR: SİRENLER” İçinde alıkonulmaz bir istek duydu o tatlı seslerin geldiği kayalıklara doğru gitmek için. Ancak adamlarının kulakları balmumu ile tıkalı olduğundan onun çözün çağrısını duymadılar. Böylece ölümün buz gibi kollarından sıyrıldılar. Hemoros’un en ünlü destanlarından biri olan ‘’Odysseia’’da değinilen bu kuş gövdeli kadın başlı efsanevi yaratıkların sayısı konusunda tam bir anlaşmaya...
5- Editör
“Dergimizin 10.sayısı”
12-Kitap
“Cennetimden Bakarken - CEHENNEM Kardeşimin Hikayesi” 14- Tiyatro
“TARİHSELİN İÇİNDEKİ EVRENSEL: “KÖSEM SULTAN” (ANKARA DT)”
-Portre18- “ MESELE ÖLMEKTE DEĞİL, MESELE
YÜREKLERDE ÖLÜMSÜZ OLABİLMEKTE” : Kim
3
bilir, kaç hazan yağmuru ıslatmıştı kirpiklerini ve kaç defa doldurmuştu rüzgar o üşürken dudak yanında oluşan çizgileri. Orta boylu, zayıf ama bir çınar kadar güçlüydü Kurtiz. Görünmez dallarıyla sarar sarmalardı sevdiklerini. Eşine sırtını güvenle dayayacağı bir duvar olmuştu gövdesi...
büt dergisi
Aylık Kültür- Online dergisi
Editör
Mustafa Doğan
Reklam
Mustafa Doğan
Yazı işleri Müge Gül
Grafik Tasarım
Mustafa Doğan
Ön ve Arka Kapak Mustafa Doğan
Yazarlar
Emre Ceylan Efe Karasu Ege Küçükkiper Müge Gül Handan Aşık
www.butdergisi.com www.facebook.com/butdergisi www.twitter.com/ButDergisi
Bize ulaşmak için info@butdergisi.com butdergisi@gmail.com
Tüm hakkı saklıdır. Yazılarla ilgili tüm sorumluluk yazarlara aittir.
4
Editör
Dergimizin 10. Sayısı...
D
-Mustafa DOĞAN-mstf.doqan@gmail.com-
ergimizin onuncu sayısıyla yine sevgili okurlar karşınızdayız. Bu ay ki editör yazımı çok fazla uzatmadan dergi içerisindeki yazıları özetle sizlere aktaracağım. İlk yazımız Ege Küçükkiper’in Sinema kategorimizde ele aldığı dahi yönetmen Godard’ın temsil ettiği akım yani “yeni dalga” doğrultusundaki Serseri Aşıklar filmi. Ege Küçükkiper, Serseri Aşıklar filmini daha çok teknik yönüyle eleştirdi. Güzel eleştirisiyle Küçükkiper, izleyenlerin bir daha bu eleştiri ekseninde izlemesine ve izlemeyenlerin merak edip izlemesini sağlıyor. Mitoloji kategorimize geçen sayıda başlamıştık. Bu bölümü de Portre yazarımız Müge Gül hazırlamaktadır. Bu ay Mitolojide Hemoros’un en ünlü destanlarından biri olan “Odysseia’’da değinilen kuş gövdeli kadın başlı efsanevi yaratıklar olan güzel sesli Sirenler’i konu aldı. “Ölüme Çağıran Büyülü Şarkılar: SİRENLER” adlı yazıda Sirenler’in ölüm kokan sesleriyle gemicileri nasıl kendilerine çektiğini göreceksiniz. Kitap kate-
5
gorimizde Handan Aşık üç kitap birden tanıttı. Handan Aşık, Alice SEBOLD’un sinemaya da uyarlanan kitabı “Cennetimden Bakarken”, Dan BROWN’un “CEHENNEM” adlı eserini ve Zülfü Livaneli’nin “Kardeşimin Hikayesi” adlı romanını tanıttı. Ege Küçükkiper bir diğer yazısı Osmanlı devlet yönetiminde etkin bir rol oynayan, Osmanlı padişahı I. Ahmed’in eşi olup, padişah IV. Murad ve I. İbrahim’in annesi Kösem Sultan’ı anlatan tiyatro oyununu sizler için değerlendirdi. Müge Gül’ün bir diğer yazısı yakın zamanda hayatını kaybeden ünlü tiyatro oyuncusu Tuncel Kurtiz’in hayatını portre kategorimizde kaleme aldı. Tuncel Kurtiz’i daha çok yakından tanımanıza yardımcı olacaktır bu portre yazısı... Bu ay ki foto haber bölümümüzde kış aylarının vazgeçilmez yiyeceklerinden olan kestane satıcılarını fotoğrafladık. Umarız bu ay ki sayımızı beğenirsiniz. İyi okumalar…
Sinema
YENİ DALGA ETKİSİNDEKİ “SERSERİ AŞIKLARI”
GODARD’IN
- Ege KÜÇÜKKİPER-
-ege0692@hotmail.com-
A lfred Hitchcock ve Orson Welles’den sonra üçlemenin son halkası olan,
dahi yönetmen Godard’ı, temsil ettiği akım yani “yeni dalga” doğrultusunda ele alacağım. Tabii bu ele alışı her zamanki gibi bir film ile örneklendirerek yapacağım. Bu örnekleme için, Godard’ın kült filmlerinden biri olan “Serseri Aşıklar”, bizlere yeterince yardımcı olacak gibi duruyor.
6
Serseri Aşıklar, Godard’ın 1960 yılında çektiği, yeni dalga akımının izlerinin sıkça görüldüğü bir film. Şimdi, filmdeki olaylar ve karakterler üzerinden giderek bu akımı daha yakından irdeleyelim. Yeni Dalga, 1950 sonrasında Fransa’da ortaya çıkan bir akım. 2. Dünya savaşından sonra türeyen yapım şirketlerine tepki olarak doğan Yeni Dalga, Hollywood’a karşı çıkarak yüzeysellikten uzak bir biçim denemiştir. Yeni Dalga’nın diğer akımlardan en önemli farkı kurgu tekniğindeki başkalıktır. Klasik kurgu tekniğinde dikkat edilmesi gereken üç temel şeyi; “aynı açıdan aynı açıya”, “aynı ölçekten aynı ölçeğe” ve “farklı hızlardaki görüntülerin kurgulanmaması” tamamen yıkarak, tersine, aynı açı, aynı ölçek ve farklı hız kavramlarının birbiri ardına eklendiği bu kurgu tekniğini benimseyen Yeni Dalga, Serseri Aşıklar filminin hemen hemen her planında varlığını hissettirmekte. Ayrıca film, “atlamalı kurgu” dediğimiz tekniği kullanarak, bir olayın her oluşumunu göstermeden, yalnızca başını ve sonunu izleyiciye anlatarak, gereksiz planlardan uzak kalmayı yani hedefe kitlenmeyi (algıyı biraz bozsa da) başarmış durumda. Fakat bununla birlikte film, biraz evvel söylediğimin aksine, kameranın, aynı kişiyi, aynı mekanda, farklı açılardan ve planlardan çokça çekmesinin yarattığı tezatlıkla, aynı türden kesmelerin yapıldığı sahnelerin sırıtmadığı bir başkalaşım yaratması. İşin sırrı da burada meydana çıkıyor demek doğru olur sanırım.
Doğal Işık Ön Planda... Işık kullanımına baktığımızda, akımın izleri zirveye çıkıyor diyebiliriz. Yeni Dalga, yapay ışık kullanmadan, doğal olan güneş ışığıyla planlarını çekmekte. Asansör sahnesindeki kat ışıkları, Paris sokaklarında yanan sokak lambaları filmden verilebilecek en iyi örnekler. Bunların haricinde çok zekice kurtarılmış bir sahne daha var. Bir
7
fotoğraf çekiminin olduğu sahne, set ışıklarıyla donatılmış vaziyette. Yanar durumda olan set ışıkları aynı zamanda film de görülen sahneyi de otomatik olarak aydınlatıyor ve bunu doğallığından ödün vermeden yapıyor. Yeni Dalga, dekor kurulumuna karşı olan bir akım. Doğal olan her zaman daha kıymetli bu akım için. Bu nedenle filmin çoğu mekanı Paris’in büyüleyici sokakları. Kapalı mekanlar ise stüdyo değil, gerçek. Filmin sahne atlayışlarında ise Paris’in sembolü olan Eyfel Kulesi ile daha başka birçok yeri seyirciye gezdirilerek tanıtılıyor. Teknik alanında irdeleyeceğimiz son öğe ise; ses. Filme, kendinizi kaptırdıysanız ses konusunda bir sıkıntı çekeceğinizi sanmıyorum. Fakat öbür türlü rahatsız edici bir filmle karşı karşıyasınız demektir. Çünkü ses de doğallık önemli bir ölçüt halinde. Dış çekimlerde araba, uçak, iç sahnelerde ise telefon, zil, daktilo sesleri, oyuncuların konuşmasından daha etkin bir rol oynuyor. Buna benzer bir işlem karakterlerin karşılıklı konuşmalarında da var. Ses, bir karakterden gelirken, görüntüde diğer karakter, diğerinden gelirken de, görüntüde ilk karakter kendini gösteriyor. Sinema sahnesinde ise kulağınıza gelen replikler, karakterlerin içinde bulundukları durumu anlatır cinsten. Yani o bile doğal. Amerikan görüşlerinin aktarıldığı sahnede polis sirenlerinin ötüşüyse son derece manidar ve ironik.
İşte buraya kadarmış... Artık konuya gelebiliriz. Filmin genel konusundan çok, temalar üzerinde durmak daha aydınlatıcı olacaktır. Yeni Dalga’da, hiçbir sahne umduğunuz gibi bitmez, hele filmin sonu hiç bitmez.
Serseri Aşıklar film kapağı
Daima bir belirsizlik vardır. Mesela, güzel çiçeklerle kaplı bir yolda arabayla ilerleyip, tüm bu güzelliklerden bahsederken, birden bire silahınızı çekerek ateş etmeniz ya da sevdiğiniz kişiyle yolda şakalaşırken, oradan geçen bir adama araba çarpması, üstüne bir de ana karakterin cinayetten aranıyor oluşunu öğrenmeniz gibi. Son ana kadar karşınızdaki kişiyle iyi bir ilişkide gözüküp sahne sonunda ateşli bir kavgaya tutuşmanız, hatta polis tarafından kıstırıldığınız da seyircinin: “işte buraya kadarmış” dediği an, aslında yönetmenin de o şekilde gösterdiği anın tahminler dışı çıkması da bu duruma örnek gösterilebilir. Sahne başında polisin, görevli kadına aradığı adamın resmini göstererek, tanıyıp tanımadığını sorduğunda “tanımıyorum” cevabını vermesi, ardından hiç umulmadık bir yerde adamın neredeyse açık adresini vermesi gibi (bazılarına ilginç geldiği için bu tabiri kullanıyorum) ilginçlikler de bu türün konu bağlamında başka bir timsalidir. Gelelim bu filmi, “bir Godard filmi” yapan oluşumlara. Filmde açık bir şekilde bir takım metaforlarla Fransa – Amerika ilişkileri işlenmiş. Kadın ve adam, yorganın altına girip konuştuklarında, adamın: “çok tuhaf, aynı Fransa-Amerika gibi işlerimiz hep gizli saklı” demesi (kadın Amerikalı, adam Fransız) filmin içine yedirilen oluşumlardan sadece biri. Bundan başka kadın-erkek ilişkileri, bu ilişkilerin, sözde aydınlar tarafından tutumu; ahlaksal boyutu, kadının yeri ve önemi gibi alt başlıklarda filmin şekillenmesinde önemli bir yere sahip. Kadın karakterimiz kitap yazmak
istiyor ve bunun için bir edebiyatçının röportajına katılıyor. Edebiyatçı geçinen sözde aydına yöneltilen iki sorunun haricindeki (o iki soruyu baş karakterimiz soruyor) tüm sorular cinsellik ve ahlak ile ilgili.
Amerikan Kadını ile Fransız Kadını Arasındaki Benzerlik... Amerikan kadını ile Fransız kadını arasında ne gibi benzerlikler vardır sorusuna verilen yanıt: “Hiçbir benzerlik yoktur, Amerikan kadını, erkeklere hakim, Fransız kadını ise henüz değil.” Denmesi bile iki ülke arasındaki sadece siyasi boyutta olmayan çeşitli ilişkileri açıklıyor. Bir başka soru ise, aşk ile erotizm arasında ne gibi farklılıkların oluşu. Verilen yanıt bir önceki sorudan farksız dersek yeridir. “Fark yok aynı, aşk demek sex demek, sex demek aşk demek.” Ülke için en önemli şeyin kadın ve erkek olduğunu söyleyen edebiyatçımız, “insan” dan bahsettiğini unutuyor herhalde. Gelelim bizim karakterimizin sorduğu fakat edebiyatçımızın yanıtlamadığı o iki soruya. Bunlardan ilki “İleriye yönelik amaçlarınız neler?”, ikincisi “Toplumda kadının rolü sizce nedir?” Benim sorum ise, “Bir edebiyatçı olarak olaylara nasıl geniş bir yelpazeden bakamıyorsunuz?” Ya sizin sorunuz? Yeni Dalga akımını değerlendirdiğimiz de elbette bu yazdıklarımın yaşanışı çok doğal. Yeni Dalga etkisindeki karakterler, toplumdan kopuk, ne yazık ki genelde öğrenci, bir aile olamamış (burada adamın anne-babasının boşan-
Serseri Aşıklar filminden bir kare...
8
Serseri Aşıklar filminden bir kare...
mış, kadının ise babasının verdiği sözleri tutmamasını ve her şeye rağmen birlikte geçirdiği mutlu günleri hatırlaması) tiplerdir. Filmin ve kadın karakterin tek olumlu yanı, kadının kendisini, “bağımsız” olarak nitelendirmesi. Evet, Yeni Dalga akımı bağımsız bir akımdır. Bu alegorinin bir karakter üzerinden işlenişi oldukça yerinde bir tutum. Karakterimiz, kitap yazdığında ve para kazandığında tam bir bağımsız olacağını belirtiyor. Yeni Dalganın temsilcileri de, filmlerini, bir romancının kitap yazması yahut bestecinin, bir müzik parçası yaratmasına benzetirler. Ne kadar doğru…
Cesur Bir Film... Araba gezintisinde adamın, doğduğu evi görmesi ve hemen o evin yanında ki eve bakarak zamanın hızla akıp geçtiğini, yalnız toplumun değil, yapıların da değiştiğini (tabii olumsuz yönde) bizlere serzenişle dile getiriyor. Bir nevi eski ile yeni tartışması. Çağdaş hayatın ise, kadın ile erkeği birbirinden uzaklaştırdığı savunuluyor. Daima bir düzenden bahsediliyor. Düzenden kasıt, “katil dediğin adam öldürür”, “aşık dediğin sevişir”, “muhbir dediğin ihbar eder” şeklinde betimleniyor. Dönemin diğer filmlerine göre muhafazakarlıktan uzak, cinsellik (sevişme sahnesi yok) yönünden tabuların yıkıldığı, verilmek istenen mesaj ve anlatı doğrultusunda cesur bir film Serseri Aşıklar. Sanatsal yönü bir hayli fazla olan film, tablolarıyla izleyici büyülüyor. Ve politika. Yeni Dalga, savaş karşıtı filmler içeren bir akım. Zaten esas olarak da savaşa bir tepki olarak doğuyor. 2. Dünya savaşında önemli bir yere sahip olan radyo, bu filmde de “caydırıcı” olarak baş köşede. “Herhalde gençlere karşı değilsinizdir.” cümlesi filmi özetlemeye yeten cümle olduğunu düşünüyorum. Bu cümleyi filmi izleyip, lütfen düşünelim. Erkek karakterimizin, “Polisleri benim kadar seven yoktur.” Cümlesini ise, evvelki cümlem ile bağlantılı bir kez daha düşünelim! Tabii Amerika
9
alt teması burada bitmiyor. Bir de Eisenhower var. Hem asker hem politikacı olan bir devlet başkanı! Bunu bizlere anlatan filmin en iyi cümle ise şu: “Eisenhower, ordusunu selamlıyor.” Hangi yönüyle? “Düşünme” ve “sorgulama” filmin yapı unsurlarından. Kadın karakterimiz bir türlü düşünemiyor. Erkek zaten düşünmüyor. Düşünmemekle birlikte sorgulamıyor da. Fakat kadın karakter hiç değilse kelimelerin anlamlarını sorguluyor. Sorguladığı her kelime filmin kilit başlıkları. Her şeyin yedirilmiş olduğu bu filmin son cümlesi yine bir kelime sorgulayışı. “İğrenç ne demek?” Edebiyatçıyı anlattığım bölümde özellikle bir soruyu sona sakladım. Çünkü bu sorunun yanıtı Godard’ı anlatıyor. Yazıyı böyle bitirmek daha hoş olur diye düşündüm. Hani edebiyatçımızın yanıt vermediği sorulardan biri vardı ya, “İleriye yönelik amaçlarınız neler?” bu soru ikinci kez sorulduğunda yanıtı almış oluyoruz. “ÖLÜMSÜZLEŞMEK, SONRA DA ÖLMEK” Godard, ölmeden ölümsüzleşen efsanelerden biriydi…
Filmin konusunu merak edenlere: Michel Marsilya’da bir otomobil çalar ve yolda bir polis öldürür. Paris’te Champ Elysees’te New York Harold Tribune gazetesi için stajyerlik yapan Patricia’yı bulur. Daha önce birkaç kez birlikte olmuşlardır. Michel polis tarafından aranırken eski arkadaşlarıyla buluşup Roma’ya gitmek için gerekli parayı elde etmeye çabalar. Ancak ikisi de duygularından bir türlü emin olamaz. Başının polisle belaya girmesini istemeyen Patricia büyük bir ikilemde kalır. Onun bu kararsızlığına aldırış etmeyen Michel ise tam bir güven içinde son hazırlıkları yapmaktadır…
Mitoloji
ÖLÜME ÇAĞIRAN BÜYÜLÜ ŞARKILAR -Müge GÜL-
-muugegul@gmail.com-
O
dysseus savaşçı arkadaşlarıyla birlikte Siren kayalıklarına yaklaşırken Tanrıça Kirke altın tahtından seslenir; “Kim yaklaşırsa bilmeden ve dinlerse sirenleri, yandı, Bir daha evinde onu ne karısı karşılar ne çocukları. Durma orada yürü, arkadaşlarının da tıka kulaklarını, Tatlı balmumuyla tıka ki, sirenlerin sesini duymasınlar. İstersen dinle sen, ama bağlasınlar ayakta seni, Hızlı geminin içinde iplerle bağlasınlar orta direğe, Ondan sonra dinle sirenleri doya doya. Ama dostlarına yalvarır da, dersen ki iplerimi çözün, Bağlasınlar onlar senin bağlarını bir kat daha sıkı”
“Gel buraya dillere destan Odysseus, Akhalıların şanı şerefi, durdur gemini de duy bizim sesimizi. Hiç bir gemi buradan geçemedi, durup dinlemeden tatlı ezgilerimizi.’’
İçinde alıkonulmaz bir istek duydu o tatlı seslerin geldiği kayalıklara doğru gitmek için. Ancak adamlarının kulakları balmumu ile tıkalı olduğundan onun çözün çağrısını duymadılar. Böylece ölümün buz gibi kollarından sıyrıldılar. Hemoros’un en ünlü destanlarından biri olan ‘’Odysseia’’da değinilen bu kuş göOdysseus Tanrıça Kirke’nin sözünü dinledi ve si- vdeli kadın başlı efsanevi yaratıkların sayısı konusunda renlerin yaşadığı kayalıklara yaklaşırken arkadaşlarının tam bir anlaşmaya varılamamış olsa da 2 ile 5 arası kulaklarını balmumu ile tıkadı. Adamları da onu diolduğu kabul edilir. Ülkemizin İzmir Foça kıyılarınreğe sımsıkı bağladı. Çok geçmeden Odysseus sirenler- daki siren kayalıkları da bu mitin bir parçasıdır. Genel in o büyüleyici seslerini duydu. olarak hikaye aynıdır. Gemiciler rotalarında tam gaz
10
SİRENLER ilerlerken, gecenin şafağa kavuşmasından hemen önce büyüleyici seslerden oluşan gizemli bir korodan onları sarhoş eden bir şarkı duyarlar. O kadar karşı koyulmaz bir durumdur ki bu, gemiciler hiç düşünmeden sesin geldiği yöne doğru ilerler. Ancak çok geçmeden sarp kayalıklardan oluşan korkunç bir ölüm tuzağına çekildiklerini fark ederler. Artık çok geçtir. Gece kadife örtüsünü kaldırıp kardeşi gündüzü kucaklarken Sirenler oldukça çabuk bir şekilde gemicilerin azgın sular tarafından kayalıklara vuran cesetlerini yer ve başka bir gemiyi beklemeye başlarlar. Sık sık deniz kızları ile karıştırılan sirenler aslında onlardan oldukça farklıdır. Tasvirlerde çok güzel oldukları kabul edilir. Ölüm kokulu bu dilberler belki de azgın dalgalar karşısında sayısız zafer kazanan nice kaptanları gemileri ile yok etmiş ve sonsuza dek Poseidon’un krallığında karanlığa mahkum etmiştir.
11
Denizde kadın uğursuzdur gibi anlamsız bir inanış vardır. İngilizlerden gelen bir batıl inanç olan bir mite göre kadın gemide uğursuzdur. Hava kötüleşebilir, gemideki tayfalar kadına duydukları içgüdüsel duygular sebebi ile işlerini tam yapamayabilir. Kaptan belki de düzgün karar veremeyebilir gibi bir dizi olasılık sebebi ile bu inanış oldukça yer etse de, yine aynı zamanda çıplak kadının denizi utandırdığı, bu narin ve zarif varlığı ürkütmemek için dalgalarını dizginlediğine de inanılır. Pek çok gemiye kadın adı verilmesi sebeplerinden biride budur. Ayrıca geminin “Civadra”sına (geminin baş tarafından havaya doğru biraz kalkık olarak uzatılan direk) yerleştirilen kadın figürleri de bu inanış yüzünden kullanılır. Şüphesiz bu uğursuzlukla ilgili mitlerin oluşmasında son derece acımasız birer katil olan Sirenlerin de payı vardır. Bundan binlerce yıl öncesinde denizlerde korku saçan bu kadınlar hala günümüzde merak uyandıran masalsı bir dünyanın belki de en gizemli parçalarından biri olmaya devam etmektedir. Kim bilir belki hala bir yerlerde Sirenler ölüme çağıran şarkılarını söylemeye devam ederken, ufuktaki gemilerin gelmesi için büyük bir iştahla dua etmektedirler.
Kitap
CENNETİMDEN BAKARKEN CEHENNEM KARDEŞİMİN HİKAYESİ… -Handan AŞIK-
-handan.ist@hotmail.com-
S
evgili okurlarımız bu sayımızda sizlere 3 kitap tanıtacağım. CENNETİMDEN BAKARKEN… CEHENNEM… KARDEŞİMİN HİKAYESİ…
Cennetimden Bakarken (ALİCE SEBOLD)
Bu kitap hakkında yazı yazsam mı yazmasam mı diye çok düşündüm aslında kararsızlığımın nedenini tam olarak kestiremesemde içimde özel bir yer edinmiş olmasını da göz ardı edemedim.
duyguları, hissettikleri sizlere çok tanıdık gelecek. Küçümseyerek izlediğimiz o kayıp arayan programları ve çocuk cinayetlerini, ailelerin çektiği o tarifsiz ızdırabı daha yakından anlayacaksınız. Bir annenin kızı için ördüğü o berenin kanlar içinde geri gelişi, okuldan kızının dönüşünü bekleyen babanın telaşı günlerce süren gözyaşları ve beklenen kız çocuğunun asla geri gelmeyeceğini bilmek o ailenin bir ferdi gibi sizi de derinden etkileyecek. Kitabın konusu belki çoğumuz için bir anlam ifade etmeyecektir ama okuduktan sonra Susie sizin de aradığınız hayatta olmasını dilediğiniz bir yakınınız olacaktır.
CEHENNEM (DAN BROWN)
Yeni çıkan kitaplar göz atıyorsanız ya da kitapçıların kıyısından köşesinden geçiyorsanız dikkatinizi çekmemesi imkânsız olan bir kitaptan bahsedeceğim şimdi de 14 yaşında ki lise öğrencisi Susie’nin okuldan, evine dönerken başına gelen trajik olayın anlatıldığı bu romanda bir sapığın küçük bir çocuğu hayattan nasıl koparttığı anlatılıyor. Yaşamayı seven, ailesine düşkün ve hayalleri olan bu kızın yaşadıkları ve hissettikleri karşısında duygulanmamanız imkânsız. Hayal kırıklıklarımız bile bizi yaşamdan soğuturken, tecavüze uğrayarak santim santim doğranan bu çocuğun
12
Melekler ve şeytanlar, Da Vinci’nin şifresi ve Kayıp sembol kitaplarıyla oldukça büyük bir popülarite kazanmıştır yazar. Son kitabı da diğerleriyle benzerlikler taşıyor. Yazar diğer kitaplarında da olduğu gibi bu kitabında da bir sanat tarihçisi gibi tarihi yapıtların ince ve gizli ayrıntılarını veriyor. Kahramanlar dünyayı tehdit eden bir virüsün yayılmasını engellemek için İtalya’dan İstanbul’ a kadar bir çok şehri ve tarihi yapıyı dolaşıyor. Bir kitabı okurken aynı zamandan onlarca güzel bilgiden de haberdar oluyorsunuz. Kitabı okurken kendinizi sık sık internette araştırma yaparken bulacağınıza eminim. Romanın iskeletini Dante Alighieri’nin başlıca yapıtı İlahi Komedya oluşturmuş. Bu eserden hiç haberi olmayan okurlarımıza küçük bir bilgi verelim. Dante Alighieri İtalyan (Floransa) şair ve politikacıdır. Politika da yaşanan olumsuzluklar onun bir daha Floransa’ya dönememesine neden olmuş ve bu yüzden birçok şehir dolaşmıştır. Bu sürgün günlerinde de İlahi Komedya’yı kaleme almıştır. Kitap 3 bölümden oluşur bunlar Cehennem, Araf ve Cennettir. Dante’yi romanda daha yakından tanıma fırsatı buluyorsunuz bu da sizin için ayrı bir kazanç noktası oluyor. Yazarın diğer kitapları gibi sürükleyici olmasına rağmen bu kitapta içerikte diğerleriyle benzerlik taşıyor. Robert Langdon serisinin dördüncü kitabı olarak gizemli olaylara meraklı okuyucuların ve sanatseverlerin bir iki günde bitireceği bir kitap( 574 sayfa olmasına rağmen). Kitabı okurken başından sonuna kadar onlarca tahminde bulunup hiç ummadığınız bilgilerle karşılacaksınız ve en önemlisi de zevk alacaksınız.
Kardeşimin Hikayesi ( Zülfü Livaneli)
Bu kitap Zülfü Livaneli’nin en son basılan romanıdır. Psikolojik problemleri olan emekli bir mühendis romanın omurgasını oluşturmuştur. Zeki, bilgili ve sıra dışı bir karakterdir Ahmet Arslan. Yaşadığı beldede genç ve zengin bir kadın öldürülmüştür. Romanın ana kahramanı, bunun akabinde olayın aslını öğrenmek için gelen gazetecilerden
13
biriyle yakınlık kurmuştur.
Romanda ki en büyük tezatlardan biri bence buydu. Duygusal yakınlık kuramayan bu adam genç, kadın gazeteciye çok fazla taviz veriyor onu yakınında görmek istiyordu. Kadını daha fazla görebilmek için ona içini açıyor hayat hikâyesini psikolojik problemlerinin düşünce yapısını şekillendirdiği oranda anlatıyordu. Zülfü Livaneli’nin diğer romanlarında da tanık olduğumuz diğer şeyse büyük bir aşk. Romanın kahramanı emsalsiz bir aşka tutuluyor ve kavuşamıyor. Bu durum bir başka romanıyla da benzerlik taşıyor aslında. Belki benim önyargılarımdan kaynaklanıyor belki de gerçekten her şeyi hızlı tükettiğimiz gibi aşkı da çok çabuk tüketen bir toplum olarak bu durumun romanı yapaylığa sürüklediğini düşünüyorum. Roman kahramanı aşırılıklar yıldızı aslında her şeyden onda fazla fazla var. Çok okuyor, çok düşünüyor, çok kuralcı gibi. Romanın dili sade ve sürükleyici bu durum da sizi okurken daha çok bağlıyor, bilinmezlik duygusu ise sonuna kadar merakınızı sıcak tutuyor. Farklı bir şey ortaya çıkarmak istemiş yazar ve bunu da başarmış. ODTÜ’lü mühendisler ve Marmara’lı iletişimciler kitabı daha çok seveceklerdir bence bu da küçük bir ayrıntı size. İyi okumalar dilerim .. Sevgilerimle
Tiyatro
TARİHSELİN İÇİNDEKİ EVRENSEL:
“KÖSEM SULTAN”
ANKARA DT
- Ege KÜÇÜKKİPER-
-ege0692@hotmail.com-
K
ösem Sultan’ın üç adı vardı. Anastasya, Mahpeyker (Ay yüzlü) ve Kösem (Önde giden) I.Ahmed’in eşi, IV.Murad ve Deli İbrahim’in annesi, IV.Mehmet’in anneannesi. “IV. Murat” ve “Deli İbrahim”den sonra iktidar üçlemesinin son halkası olan “Kösem Sultan”, Turan Oflazoğlu tarafından 1980’de kaleme alındı. Tarihi oyunlara “belgesel” niteliğinde bakılsa da, dramatik bir yapının yeşerttiği, olay akışlarının ve karakterlerin, tiyatro metni içerisinde kendine yer bulduğunu unutmamak lazım. 28 yıl sonra Ankara DT’de sahnelenen Kösem Sultan, tarihin ışığında yolunu bularak, çok sağlam bir yapının üzerine temellendirilmiş bir metin. Turan Oflazoğlu’nun Türkçesi ise, şairane. Şu sıralar İBBŞT’da, Engin Uludağ rejisiyle sahnelenen oyunu, Ankara DT’da, 100 kişilik dev bir oyuncu kadrosu ve 30 kişilik teknik ekibiyle, Murat Atak rejisinden seyretme fırsatı buldum. Ayrıca belirtmekte yarar var ki, 2010’da Selda Alkor tarafından “Mahpeyker” adı ile filme alınmıştı. Özünde, oğlu İbrahim’i boğdura-
rak, yerine torunu, yani çocuk yaştaki IV. Mehmet’i tahta geçiren ve bu sayede iktidarı elinde bulunduracağını sanan (zamanla torununu da öldürmek isteyecek) Kösem Sultan’ın, gelini Turhan Sultan ile olan çatışmalarını 1648-1651 yılları arasında anlatan eser, trajik bir son ile bitse de, her şeyin sükuta erdiğini, hayatın normal akışına tekrar kavuştuğunu, devletin bir yükseliş dönemine girdiğini kanıtlamıyor. Osmanlı Devleti eli kanlı bir “kadın” hükümdardan kurtulsa da sırtında kambur olmaya devam eden bir başka “kadın” hükümdarla mücadele ediyor. Kurtulması da biraz güç gibi duruyor. Hem halkın hem de saraydakilerin, çocuk padişahın ağzından çıkacak buyrukları beklemeleri ve verilen buyruklara uymaları, devletin ne kadar güçsüz hatta savunmasız olduğunu betimlerken, Kösem Sultan ve ağalarının kendi çıkarlarını, devletin çıkarlarından üstün tutmaları da düzenin çarpıklığını gözler önüne seriyor. Alınan rüşvetler ve piyasaya sürülmeyen eksik
14
akçeler de bu çarpıklığa tuz biber ekiyor. Oyun tezatlıklar üzerine kurulu. Bu tezatlık, ilk görüşte iyi ile kötülüğün tezatlığı gibi görünse de, daha derinlerde hak ile haksızlık, çok başlı devlet yönetimi, siyaset ile askeriye ya da saray mensupları ile halk arasındaki eşitsizlik olarakta okunabilir. Bu tezatlıkları açacak olursak; Osmanlı Devleti, her zaman “bin başlı” bir devletti. Kösem Sultan devrindeki çok başlılık yani Kösem Sultan ile Turhan Sultan arasındaki rekabet, devletin çöküşüne zemin hazırlayan en etkili faktör. (En azında oyunda bu şekilde bir anlatım tercih edilmiş) Buradan yola çıkarak iyi ile kötünün sentezini de yapabiliriz. Turhan Sultan’ın, Kösem Sultan’ı alt edebilmesi için tek yolu, kötülüğü özümsemesi ve bunu iyiliğine yedirebilmesi. Yani kötülüğü yok edebilmek için yine kötülüğe başvurması. Aynı kutupların birbirini itmesi de diyebiliriz. Öyleki bu yaratıyı anlamlandıracak en iyi cümle, Turhan Sultan’nın: “Seni kuşandım Kösem. Sana karşı.” demesi olacaktır. Halk ile haksızlık konusuna daha önce rüşvet vb. gibi olaylarla değinmiştim fakat bunlarla sınırlı kalmayan Kösem’in, hak etmeyen kişileri, hak etmedikleri mevkilere getirmesi, torununu, iktidarının önünde bir engel olarak görüp, zehirlemek istemesi de bu başlığa emsal oluşturuyor. Yeniçerilerin (dönemin ordusu), yönetime karışmak istemesi ve isyan çıkarması, siyasi ile askerinin çatışmasının en güzel örneği. “Darbe” zihniyetinin o günlerden bu günlere miras kaldığı aşikar. Sarayın halka olan uzaklığı ise, her şeyden habersiz olup, sonunu hazırlayan Kösem Sultan’dan anlaşılıyor. Fakat halk, saraya uzak değil. Bilakis çok yakın. Olan bitenin o kadar farkında ki, saray mensupları bile içlerinde old-
15
ukları durumun farkındalığına bu kadar erememişlerdir. Kösem Sultan’ın bu durumu özetleyen güzel bir sözü var: “Olaylar karmakarışık olmalı, o kadar karışık olmalı ki bir tek biz anlayabilelim.” Lakin olayların gidişatı bu cümleyi tersi bir duruma getirmekte gecikmiyor. Aslında iki yüzlü olan sadece saray ahalisi değil. Halk, önceleri kötü, hilebaz ve katil olarak gördüğü Kösem Sultan’ı, eline üç kuruş para geçip, rahata erdiğinde “anası” olarak benimsiyor. “Böyle halka böyle baş” demekte bana düşüyor. Kösem Sultan oyunu, her ne kadar kanlı ve hainliklerle dolu görünse de, savaş karşıtı oyunların başında gelmektedir. Bu söylemimi sevgili Turan Oflazoğlu, Şeyhülislam Bahai’nin ağzından aktarır. İngiliz elçisinin, savaşan iki devlete birden yardım etmesi (Bunlardan biri Osmanlı. Kendi devleti savaşta yok) ve “biz kendimiz için iyi olanı yaparız” demesi üzerine Bahai’nin: “Savaş bile olsa” deyip, bir güzel nutuk çekmesi, oyunun alt temalarından birini oluşturuyor. “Ülkeyi bataklıktan kurtaracak çok fazla “dürüst” insan var fakat yanındakiler hırsız.” dersem, bütün anlatmak istediklerimi aktarmış olurum. Su yolunu bulmuş akıyor fakat taşa da bilir. Eser, ne yazık ki güncelliğini hala korumakta. Tarihsel oyunları izledikçe, günümüz dünyasında hiçbir şeyin değişmediğini gördükçe kahroluyorum! Padişahlıktan demokrasiye (!) hep aynı… Hikaye ne zaman geçiyor diye var mı soran? Varsa, cevap: oyun hep şimdi, bu an. Evet, zaman yaşanmakta olan zaman.
2. Perde 7. Sahne Ve gelenekler. IV. Mehmet’in sünnet düğününü şenlendiren meddah Tıfli, yarı klasik yarı modern bir şekilde karşımıza çıkıyor. Şaka yollu her entrikayı
ortaya çıkarırken tepki görse de, Kösem Sultan tarafından “Bırakın canım aydınlanalım.” cümlesiyle, meddah dönemin “aydını” olarak bizlere sunuluyor. Son olarak Kösem Sultan’ın “kadın”lığından bahsetmek istiyorum. Yazımın giriş kısımlarında kadın teması üzerinde durmuştum. Hayatını tam olarak yaşayamayan insanlar, kafayı başka şeylere takar. Kösem Sultan kendini doğuştan Sultan olarak görüyor ve bu yolda kadınlığını hiçe sayıyor. Sevgisiz, şefkatsiz, aşksız ve doyumsuz oluşunu buna bağlamak mümkün. Öyle ya o, İbrahim gibi bir çılgını ve Murat gibi bir canavarı doğurdu!
REJİ Yazı boyunca bahsettiğim zıtlıkları, Murat Atak muhteşem bir görsellikle sahneye yansıtmış. Tarafların yerleşimini ve safların belirtilmesini net bir biçimde belli etmiş. Son sahnede Kösem Sultan’ın boğdurulmasıyla düşüşü, aynı anda Turhan Sultan’ın sahneden yükselişi de bu uyumu destekleyerek sonucun açıklığını ortaya koymuş. Bu düşüş orkestra çukuruyla akıllıca kotarılmış. İpin gerçekten boyuna geçmemesi, “geçmiş” gibi yapılması da “kurgu” oluşunu nitelemiş. Bazı olayların perde arkasında geçmesi, gizli-saklı oluşunu anlatmada rol oynarak, oyunu gereksiz sahnelerden kurtarmış. Esnafın ön kısımda yani perde önünde, perde arkasına dair konuşması farkındalığı temsil etmiş. Sahneler arası geçiş bazen diyalog yoluyla bazen klasik bir biçimde (ışık karartılarak) sağlanmış. Sesler, olayların öncesini ve sonrasını aktarıp, “hikaye” izlenimi vererek oyunun yapısı içerisinde hedeflediği amaca ulaşmış. Ayrıca karakterlerin kendi ağızlarından, seyirciye taraf, düşüncelerini ve durumlarını anlatması
da kurgu mantığının dışına çıkılmadığını göstermiş. Dans sahnesi ise oyuna dinamizm katarak, seyirciye nefes aldırmayı bilmiş. Son olarak bugünün iktidarıyla bağdaşlaşsa bile daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi “çapulcu” kelimesinin kullanılması hoş kaçmamış. Bu etkiyi yeni yazılan oyunlarda görmeyi yeğlerim. Ve en önemlisi Kösem Sultan’ın bir anti karakter olarak tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkması alkışı hak etmiş.
DEKOR – KOSTÜM – IŞIK – MÜZİK Osmanlı Devleti’nde önemli bir yere sahip olan hilal (afişi de oluşturmakta), oyunda bir büyük bir de küçük olmak üzere iç içe geçerek ana dekoru oluşturmuş. Dekorun yüksek oluşu, makam ve mevkinin de yüksekliğini belirtirken, aynı zamanda eğimli oluşu, “her an ayağın kayabilir” düşüncesini vermeye yetmiş. Yürüme kısımlarının altının boş oluşu ise, “yerine çok güvenme, boşluğa düşebilirsin” cümlesini akıllara getirmiş. Ah bir de gacırdamasa! Duvarların üçgen biçimli hali, Kösem – Turhan – IV.Mehmet sacayağını temsil etmiş. Sivriliği ise keskinliği göstermiş. Fondaki İstanbul panaroması, mekanı bildirerek, görselliği güçlendirmiş. Behlüldane Tor’a bu güzel ve çok amaçlı dekor için teşekkürler. Kostümler Funda Çebi imzalı. Daha ilk kostümü gördüğümde modernize olduğunu anladım. Fazla ışıltılıydı. Osmanlı’nın şaşaasını yansıtması açısından ve hazinede para olmamasına karşın lüksten uzak
16
durulmayarak devleti çöküşe hazırlamasını göz önüne alırsak elbette doğru olan buydu fakat anlatılan dönemin “duraklama devri” olduğu düşünülürse, bunu yansıtmak daha doğru olacaktı diye düşünüyorum. Aynı şeyi ışık tasarımı için de söyleyebilirim. Oyunun atmosferine uygun bir şekilde daha karanlık olmasını beklerdim. (Özellikle Kösem Sultan’ın olduğu sahneler) Ne de olsa dönem karanlık bir dönem. Son sahnenin ise hem kurtuluş hem de ölümü ele aldığımız takdirde, haddinden fazla aydınlık oluşu daha etkili olurdu. Perde arkasında yaşanan olayların ışığı ise sır gibi puslu bir hava altında geçtiğini vurgulamış. Ersen Tunççekiç’i emeğinden dolayı kutluyorum. Müzik dediğimizde Murat Gedikli karşımıza çıkıyor. Çoğu, gerilim, korku ve entrikayla bezeli. Yer yer “dizi müziği”ni andırsa da Mehter takımının ve Itri’nin ezgileri, bizleri döneme daha da yakınlaştırmış. Hüzünlü müzikler ise dramatik yapının öne çıkışına etki etmiş. Efektler, gelecek olan aksiyonun habercisi niteliğinde merak uyandırıcı. Koreografi oyunun en başarılı öğesi. Çatışma sahneleri muazzam. Deniz Çığ ve eskrim eğitmeni Ali Tayla harikalar yaratmış. Bütünlük ve coşku bir arada verilmiş.
OYUNCULUKLAR Özlem Ersönmez (Kösem), duygu değişimlerini, ses tonunu ve beden dilininin kullanımında çok usta olduğu belli. Büyük bir performans sergileyerek alkışı sonuna kadar hak ediyor. Elvin Beşikçioğlu (Turhan) için de farksız bir şey söyleyemem. Mithat Erdemli (Bektaş Ağa), Kösem’e aşkını itiraf ederken, Mehmet Gürkan (Şeyhlüislam Bahai) doğruları haykırırken, Tolga Tecer (Siyavuş Paşa) nefsini terbiye ederken, Tolga Çiftçi (Murat Paşa) bakışlarıyla büyülerken, Nejat
17
Armutçu (Meddah Tıfli) hoş sohbetliği ve şen şakraklığıyla keyif aldırırken, Eda Aydınlı (Meleki) çaresiz ve çift taraflılığıyla ve çocuk oyuncumuz tüm doğallığıyla sempatiyi toplarken çok ama çok başarılıydılar. Kalabalık bir kadro olduğu için ancak bu kadarını değerlendirebildim. Tüm ekibi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim.
BROŞÜRDEN ÖĞRENDİKLERİM Oyun kişileri, dönemin yaşamış kişilerinden, bilinen isimlerden seçilmiştir. Siyavuş Paşa, sadrazamlık görevine Murat Ağa’dan sonra gelmemiştir fakat oyunda sıralama farklıdır. (Eserin dramatik yapısının bozulmaması için) Özdemir Nutku, “Meddahlık ve Meddah Hikayaleri” kitabında Tıfli’nin, dönemin en önemli meddahı olduğunu belirtir. Asıl adı Ahmet’tir. Itri’nin, “Salat-ı Ümmiye” si sünnet törenlerinde bir ritüel olduğu için kullanılmıştır. Not: Oyun 160 dakika / 2 perdedir. Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr Fotoğraflar: Tüm fotoğraflar www.devtiyatro.gov.tr adresinden alınmıştır.
Portre
MESELE ÖLMEKTE DEĞİL, MESELE YÜREKLERDE
ÖLÜMSÜZ OLABİLMEKTE -Müge GÜL-
-muugegul@gmail.com-
Kim bilir, kaç hazan yağmuru ıslatmıştı kirpiklerini ve kaç defa doldurmuştu rüzgar o üşürken dudak yanında oluşan çizgileri. Orta boylu, zayıf ama bir çınar kadar güçlüydü Kurtiz. Görünmez dallarıyla sarar sarmalardı sevdiklerini. Eşine sırtını güvenle dayayacağı bir duvar olmuştu gövdesi... Tuncel Kurtiz Anısına...
18
Y
orgun bir yüze sahipti Tuncel Kurtiz. Yaşadığı seneler yer yer derin yer yerse yüzeysel nehirler oluşturmuştu simasında. Mevsimler değiştikçe zaman denilen aldatıcı güneşin etkisi ile damla damla buharlaştı o nehirler tek tek. Ve beklenilen gibi kurumuş birer nehir yatağına dönüştü, her bir çatlağından anılar sızdıran. Karakteristik bir burun, onu tamamlayan zayıf ve belirgin yüz hatlarıyla bütünleşmişti o hafif siyaha çalan zeytinimsi parlak gözler. Kim bilir, kaç hazan yağmuru ıslatmıştı kirpiklerini ve kaç defa doldurmuştu rüzgar o üşürken dudak yanında oluşan çizgileri. Orta boylu, zayıf ama bir çınar kadar güçlüydü Kurtiz. Görünmez dallarıyla sarar sarmalardı sevdiklerini. Eşine sırtını güvenle dayayacağı bir duvar olmuştu gövdesi, çocuklarına güvenle sallanabilecekleri salıncaklar kurmuştu zayıf ama demir gibi sağlam dallarına. Ve dostları, onlar içinde serin gölgeler oluşturmuştu yapraklarıyla.
fakültesine oldu. Ancak bu bölümü bırakan Kurtiz, İngiliz Filolojisi Bölümü’ne girdi. Oradan da mezun olmayan Tuncel sırası ile felsefe, psikoloji ve sanat tarihinde şansını denedi. Ancak hiçbir bölümü bitirmedi ve İETT’de ışık kontrolcüsü olarak işe başladı. Ancak bu işte onun gerçekten yapmak istediği şey değildi.
Yılmaz Güney ile dostluk... Tuncel, bir süre böyle hayatın sarp yollarında bilinçsizce savruldu. Ta ki bu yollardan
Peki kimdi bazılarımızın hayatına Ramiz Karaeski karakteri ile giren bu adam? 1 Şubat 1936’da Selanik asıllı bir Türk bürokrat olan Hamdi Vala Kurtiz ile Boşnak asıllı Müfide Hanımın evladı olarak dünyaya geldi Tuncel Kurtiz. 3 kardeş babalarının sık sık şehir değiştirmesinden dolayı öğrenim hayatlarında çok fazla okul ve öğretmen değiştirdiler. Ortaokulu Edremit’te bitiren Tuncel, liseyi Haydarpaşa Lisesi’nde bitirdi. Üniversite hayatında ilk adımı kısa bir süreliğine hukuk
19
biri onu Haldun Dormen Tiyatrosu’na çıkarta kadar. Kurtiz o zaman henüz 22 yaşındaydı. Bu başlangıç onun önünü açtı ve sadece Türkiye’de değil pek çok yabancı ülkede oyunculuk yaptı. 8 sene sonra sinema dünyasının büyülü perdesini araladığında Tuncel Kurtiz için ömrünü adayacağı meslek hayatı son hızla devam ediyordu. Yılmaz Güney’in Türk sineması için önem arz eden 3 yapıtı olan Sürü, Umut ve
Duvar filmlerinde rol aldı. Yılmaz Güney ile dostluğu fikirleri ve ideolojileri o kadar kaynaşmıştı ki Güney’in ölümünün de etkisi ile uzun süre yurtdışında kaldı. Orada kendini geliştirmeye devam eden oyuncunun Türkiye’ye dönmesi 90’lı yılları buldu. O güne dek belirli bir kitleye ve yaş grubuna hitap etse de memlekete döndükten sonra oynadığı dizilerle genç kuşağında dikkatini çekmeye başladı. Ancak pek çok kitleye hitap etmesinde önünü açan en önemli proje şüphesiz 2009 yılında seyirciyle buluşan “Ezel” dizisi oldu. Ramiz Karaeski isimli eski bir kabadayıyı canlandıran Kurtiz, oyunculuğu kadar eşsiz sesi ile hayat verdiği şiirler ve öğütleri ile göz doldurdu. Sosyal medya ve Sosyal ağlarda uzun zaman yankı bulan Ramiz Dayı karakteri onu adeta ölümsüzleştirdi. Artık pek çok reklam onun sesinde hayat buluyordu. Seslendirme işine de uzak değildi zaten oyuncu .BBC’nin LİFE isimli belgeseli de Türkiye’de onun sesiyle iç dünyamıza konuk oldu.
96 film, 15 tiyatro oyunu... 1964 ile 2013 yılları arasında 96 film ve dizi ile karşımıza çıkan oyuncunun yine 1958 ve 1998 yılları arasında oynadığı 15 kadar tiyatro oyunu biliniyor. Usta oyuncunun ayrıca içinde sanat ödülünden en iyi yardımcı erkek oyuncuya, en iyi senaryo ödülünden yaşam boyu başarı ödülünün de bulunduğu 8 tane ödülü bulunmaktadır. Bu onun sadece oyunculukla yetinmeyip, senaryo yazarlığına yönetmenliğe hatta yapımcılığa soyunmasının ne kadar da doğru bir hareket olduğunun bir onayı gibiydi aslında. Başarılarını ödülleri ile taçlandırdı büyük üstat. Sanat yaşamında ki başarısının ardında şüphesiz özel hayatında ki huzur ve mutluluğunda etkisi büyüktür. Hayatında tek evlilik yapan Kurtiz eşi Menend Kurtiz’le uzun yılları ardında bıraktı. Bu evlilikten dünyaya kızı Aslı ve Oğlu Mirza geldi. Kurtiz’in ailesi ona her daim güç verdi. Ailesi ve mesleği dışında onu şüphesiz var
20
eden en önemli parçası toplum ve insan sevgisiydi. İnsanların eşitliğinden yana olan Kurtiz için pek çok yakıştırılma yapılsa da aslında var olan onun içinde ki sevgiydi. İnsanları sevdiği kadar doğayı da seven Tuncel Kurtiz son zamanlarında şehrin betonarme yapısı, trafiği ve yalnızlaşıp kendine küsen insanlarından uzaklaşarak, çocukluk yıllarında toprak kokusunu aldığı Edremit’e döndü. Edremit’e bağlı Çamlıbel köyüne yerleşen Kurtiz, iş dışında hemen hemen tüm zamanı burada geçiriyordu. Onu izlediğimiz son dizi projesi, cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın hayatına ve dönemine ışık tutan Muhteşem Yüzyıl idi. Dizide dönemin Şeyhülislam’ı Mehmet Ebussuud Efendi’yi canlandıran Kurtiz, başarılı oyunculuğuyla kısa sürede göz doldurdu. Hafızalarda kalacağı son karakterin bu olacağını şüphesiz bilemezdi üstat. 77 yaşındaydı ancak daha en az önünde ki 20 yıl için planları vardı. 27 Eylül 2013 tarihinde sabah koşuya gittik-
21
ten sonra eve geldi. Öğlen sıralarında fenalaşan Kurtiz düşerek başını çarpması sonucu ne yazık ki aramızdan ayrıldı. Ölüm haberi duyduğu an Etiler’deki evine koşan pek çok seveni bu ani ayrılığın vermiş olduğu aşkınlığı üzerlerinden atmakta oldukça zorlandılar. Gözyaşları içinde toprağa çok sevdiği Çamlıbel köyünde verilen Kurtiz sonsuzluğa buruk bir şekilde uğurlandı. İlkokul yıllarından hepimizin hatırlayacağı bir cümle kalıbı vardır. Canlılar doğar, büyür ve ölürler. Belki de o zamana kadar sevdiği bir insanın ölümüne tanık olmayan birçok çocuk için oldukça karmaşık bir cümledir bu. Pek çok kişinin insanın yapabildiği sadece buymuş yanılgısına düşmesine de sebep olduğundan açıkçası pek de sıcak bakamadığım bir cümledir. Ölüm ucundan kıyısından herkesin hayatının acımasız bir gerçeğidir. Buraya kadar her şey normal gibi görünür zaten mesele herkes gibi ölmekte değildir. Mesele halen atan kalpler de, gamzeli yürekler de ve unutkanlığın ulaşamadığı gizli kalmış hafızalarda ölümsüz olabilmektedir.
Foto Haber
22
Kestane Kebaaaaap Fotoğraflar -Mustafa Doğan-mstf.doqan@gmail.com-
Sobalı evlerin vazgeçilmez eğlencisi kestane idi. Pazardan alınan kestaneler yıkanır sonrada üzerleri çizilir sobanın üstüne attılırdı. Sobanın etrafında kestanelerin pişmesi keyifle beklenilir ve o beklenilirken soba etrafında sohbetler edilirdi. Tabi bunları dili geçmiş zamanla kullanıyorum çünkü artık eskisi gibi sobalı evler yok ya da yok denilecek kadar az. Sobaların azalmasıyla soba tadını vermesebile kestanelerin ömrü bitmedi. Değişen dünya koşullarına ülkemizinde yavaş yavaş ayak uydurmasıyla kalkan sobaların yerini seyyar satıcılar aldı. Her cadde de yerlerini alan kestaneciler bizleri kestanenin tadından mahrum etmiyorlar. Kış aylarının vazgeçilmez lezzetini sizler için fotoğrafladık…
23
24
25
26
27
28