1
Bu Ay
-Sinema6-“İşte Sinema! İşte Charlie Chaplin!” Sinema deyince akla gelen ilk
isim Charlie Chaplin’dir şüphesiz. Chaplin’in sinemada bu denli adından söz ettirmesine sebep ne? Bu komedi ustası ya bir gün Hitler gibi diktatör olursa, dünya nasıl bir yer olurdu? Chaplin Hitler gibi diktatör olsaydı çok mu gülerdik çok mu ağlardık?
2
içindekiler 5- Editör
-Foto Haber44-“Yokuşun E(k)mekçileri Hamallar” Kuşlar yavrularını doyurmak için solucan taşır, kanguru yavrusunu kesesinde taşır, kaplumbağa evini hep sırtında taşır, insan da yavrularına ekmek götürmek için yük taşır. Doğa’da var olan her canlının kendine özgü bir “ekmek” serüveni var.
15-Kitap
“Bir de “MADAM MAO OLMAK” var” 22- Tiyatro
“KURTULUŞUN TEK TANIĞI: “YOLCU”” 40- Röportaj
-Mitoloji10 - “Aynadaki
“Uç Uç “Dilek Balonu”m”
Fısıltı Kanlı Mary”
Her gün saçlarınızı taramak için, makyajınızı yapmak için, güzelliğinizi kontrol için her ne sebeple olursa olsun ayna karşısına geçiyorsunuz. Hatta aynaya bakmadan bir gününüz geçmiyor. Peki düşünün; ayna karşısında saçınızı yaparken bir el sizi içeri çekerse ne olur? Ne kadar korkarsınız? Size aynalar içinde saklı birilerinin olduğunu söylersek bize inanır mısınız?
-Portre-
“Yer Altındaki Ses Underground Rap ” 35- Spor
“ESKİ BİR DOST: MIRCEA LUCESCU” 18- Yaşamın İçinden
“Tarihin Silemediği Roman Çiçekçileri”
30- “ Sokakların Gazetecisi Savaş 26- Tarih Ağabey” Herkes onu A Takımı ile tanıdı. “İnsanların Su Üstünde Masa başı değil sokak gazetecisiydi. Gazete- Kalma Mücadelesi”
3
ciydi gazeteci olmasına ama hem şair hem de senarist yanı da vardı. Ölüm yatağında bile mücadeleci yanını bir an olsun bırakmadı. O herkesin Savaş Ağabey’i olmayı başardı...
büt dergisi
Aylık Kültür- Online dergisi
Editör
Mustafa Doğan
Reklam
Handan Aşık
Yazı işleri Müge Gül
Grafik Tasarım
Mustafa Doğan
Ön ve Arka Kapak Fatih Yıldırım
Yazarlar
Emre Ceylan Efe Karasu Ege Küçükkiper Müge Gül Handan Aşık
www.butdergisi.com www.facebook.com/butdergisi www.twitter.com/ButDergisi
Bize ulaşmak için info@butdergisi.com butdergisi@gmail.com
Tüm hakkı saklıdır. Yazılarla ilgili tüm sorumluluk yazarlara aittir.
4
Editör
Uç Uç “Dilek Balonu”m B
-Mustafa DOĞAN-mstf.doqan@gmail.com-
ir çoğunuz gökyüzünde başı boş uçan balonları görmüşsünüzdür. Belki de bir çoğunuz havada uçan bu balonların ne olduğunu bilmiyor, belki de bir çoğunuz bu balonlardan gökyüzüne saldınız. Bu belkilerden yola çıkarak bilenler sussun bilmeyenlere ben söyleyeyim. O gördüğünüz balonun adı “Dilek balonu” veya “Dilek Feneri” siz hangisini tercih ederseniz artık. Bu dilek balonu; kağıttan yapılmış içine ısınarak havalanması için de mum benzeri yanıcı bir madde konularak altı gen şeklinde tasarlanmış bir balondur. Sevgililer, arkadaşlar, yalnızlıktan çok sıkılanlar ya da kendine bir eğlence arayanlar bu dilek balonlarına dileklerini yükleyerek bir çakmak yardımıyla fitilini ateşleyip göklere gönderiyor. Bunu saçma bulursunuz ya da “eğlence işte ne var bunda canım tadını çıkarın” diyerek es de geçebilirsiniz, bunu sizlerin görüşüne bırakmak istiyorum. Lakin ben geçen günlerde bir arkadaşımın benden bu balonlardan almamı rica etmesiyle bizzat yakından tanıştım kendisiyle. Balonları bir deniz kenarında akşam vakti göklere saldı 3 arkadaş, ben izlemekle yetindim. He bir de havalanmasını sağlayan balonun içinde bulunan mumu yakmakla uğraştım. Bu işe niyetlenenlere benden söylemesi biraz geç yanıyor. Neyse onlar havalanınca bizimkiler çok mutlu oldular. Hepsi balonların arkasından ne kadar havalanacak, nereye doğru yol alacak ve hangisi daha önce gözden kaybolacak diye gökyüzünden gözlerini alamadılar. Eğlence sektörünün eğlence üretmesi bu olsa gerek. Balonların kayboluşunu izledikten sonra evin yolunu tuttuk. Tabi gözden kayboldu kaybolmasına ama nereye düştüğünü bilmiyorduk. Bu balon eğlencesin 2. Dünya Savaşı’yla ilgili okuduğum kitapta ilginç bir bilgiyle karşılaştım ya da bana ilginç geldi. Japonların Fu-Go Programı. 2. Dünya Savaşı yıllarında Japonya, aldığı ağır darbelere karşı yeni yeni yöntemlerle saldırıya geçiy-
5
ordu. Bunlardan bir tanesi de tıpkı dilek balonları gibi kağıttan yapılan içine ısınarak havalanması ve yol kat etmesi için yanıcı bir madde koyularak Amerikan topraklarına gönderilen Fu-Go Programında bulunan balonlardır. Japonya, 2. Dünya Savaşı yıllarında daha önce benzeri görülmemiş bu yöntemle Amerikan topraklarında çok başarılı saldırılar düzenliyordu. Bu saldırılar başarılıydı başarılı olmasına fakat Japonlar bunu bilemeyeceklerdi o yıllarda. Çünkü tıpkı dilek balonları gibi onlarında nereye düştüğü bilinmeyecekti. ABD topraklarında ise bir çok yerde bombalar patlıyor, ölümler oluyor ama bir türlü patlamaların kaynağı bulunamıyordu. Bu saldırıların kaynağı ABD tarafından çok uzun süre bulunamadı. (Daha sonra gönderilen balonların patlamayanlarına denk gelince öğreneceklerdi.) Tabi o zamanın şartlarında balonların Amerika topraklarına ulaşılıp ulaşılmadığını ancak radyodan duyabilmekle mümkündü. Fakat ABD ordusu bu tür haberlerin radyolarda yapılmasını kesinlikle istemiyor ve buna tedbir almışlardı. Bu sebepledir ki Japonlar bu balonların hedefe ulaşıp ulaşmadığını, etkili olup olmadıklarını o günlerde öğrenemediler. Günümüzde dilek balonu olarak uçurduğumuz şeyler acaba Japonların İkinci Dünya Savaşı’nda kullandıkları Fu-Go Program’ının bir ürünü olmasın. Ben dilek balonlarının Uzak Doğu’da ne zamanlarda kullanılmaya başlandığına dair yaptığım araştırmalarda bir türlü net tarih bulamadım. Bence üstün Japon zekası savaş yıllarında buldukları bu yöntemi eğlence sektörüne adapte ederek para kazanmanın yolunu bulmuşlar. Sizce de öyle değil mi? Dergimizin bu ay ki sayısı da dolu dolu. Ben bakmadan geçmeyin derim. İyi okumalar…
İşte
Sinema!
İşte
Charlie
Chaplin! - Ege KÜÇÜKKİPER-
-ege0692@hotmail.com-
S inema deyince akla gelen ilk
isim Charlie Chaplin’dir şüphesiz. Chaplin’in sinemada bu denli adından söz ettirmesine sebep ne? Bu komedi ustası ya bir gün Hitler gibi diktatör olursa, dünya nasıl bir yer olurdu? Chaplin Hitler gibi diktatör olsaydı çok mu gülerdik çok mu ağlardık?
6
Sinema
Sizlere, “Türk Sinemasının Bilinmeyen Adamı: Muhsin Ertuğrul” adlı ilk yazımda, Charlie Chaplin’den söz ederek, sinema dendiğinde akıllara gelen ilk ismin o olduğuna vurgu yapmıştım. Fakat 10 sayı boyunca bu önemli şahsiyete tek satır yer vermedim. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diyebilirsiniz. Fakat bu tutumum bilinçli bir davranışın ürünüydü. “Çünkü lafın hası son söylenendir.” (Bu cümle ayrıntılı olarak yazı sonunda açıklanmıştır.)
Büyük Diktatör: Charlie Chaplin Bu sayıda ele alacağımız konu: Charlie Chaplin’in ‘klasik’leşmiş “Büyük Diktatör” filminin izinde “kara mizah” türünü incelerken; ‘modern’ sinemanın Oscar ödüllü filmlerinden, “Zoraki Kral”ın bu film ile benzerliğinden yola çıkarak, yeni bir boyut yaratmak. Büyük Diktatör, belki de Charlie Chaplin’in en önemli filmi. 1940 yapımı film, iki milyon dolar bütçesi ile; senarist, yönetmen, müzik direktörü, yapımcı ve başrol oyuncusunu aynı koltukta oturtmayı başararak bir ilke imza atmıştır. Film konu itibariyle saf bir berberin, zeka küpü (!) bir liderle tesadüf eseri
7
yer değiştirip, ülkeyi yönetme çabasını anlatırken mizahtan ödün vermeden, yaşananların ve yaşanacakların ironik bir biçimde hicvini yapıyor. Hem Yahudi bir berberi, hem de Adenoid Hynkel adında (aslında Hitler) bir diktatörü canlandıran Chaplin, insanlık dersi verirken düşmanlıkları bir türlü son bulmayan Yahudi-Alman ilişkisine de dikkat çekiyor. “Barış” ana teması üzerinde şekillenen film, her şeyin bu yolla halledilebileceğinin altını çizerken; Yahudi berbere, bunu (barışı) gerçekleştirme yolunu açıp, diktatörlükten uzak bir yaşam alanı sunuyor. Hynkel’in, döner biçimli oyuncak dünyayı alıp, ayağında sektirmesi, “ben dünyayı ayağımda oynatırım” cümlesine atıfta bulunurken, sıradan sade bir vatandaşın da doğru yolu bulduğunda, en güçlü diktatörlerin bile yapamayacağı şeylerin üstesinden gelebileceğine bizleri inandırıyor. Sembolik olarak benzerlik gösteren hal ve hareketleri, Şarlo tiplemesi özünde yoğuran Chaplin, Hitler ile empati kurarak, dünyaya onun gözünden bakmaya çalışıyor. Üslup açısından son derece naif,
Klasik Charlie Chaplin duruşu...
tabir-i caizse “kırıp dökmeden” mesaj veren film, daktilo sahnesiyle uzun sözlerin boş ve anlamsızlığını, önemli olanın az ama öz olduğunu betimliyor. Buradan hareketle Zoraki Kral filmini ele alırsak, konuşma güçlüğü çeken (kekeme) Kral VI. George’un, hitap gücünün yetersizliğiyle bir ülkeyi savaştan kurtardığını ve binlerce canın koruyucusu olduğunu, halkına (o haliyle) güven sağladığını fakat Hitler’in, şakır şakır konuşup, hitabet dersiverircesine seslendiğini, halkını kandırdığını ve milyonların ölümüne yol açtığını düşünürsek, hem iki film hem de iki karakter arasındaki ortak noktayı tespit edebiliriz.
Alt Tema “Dürüstlük” Muhalif ve toplumsal duruşunu bozmayan Charlie Chaplin, bu filminde “sevgi” faktörünü de devreye sokarak, aşksız ve sevgisiz kalanların; ister ana, ister baba, ister kardeş, ister evlat, ister eş tarafından olsun, bir canavara dönüşeceğini yüzümüze çarparak, değer ve kıymet olgusunun birey için önemini vurguluyor. Alt tema olarak “dürüst”lüğün ön plana çıkarıldığı film, doğru bir önder doğrultusunda bir ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle, insan potansiyeliyle ve tüm varlığıyla hedeflediği her amaca ulaşabileceğini kanıtlıyor. Ana hattın belirlenmesi açısından filmin dokunaklı ve bir o kadar gerçekçi konuşmasını iletiyorum: Askerler! Zorbalara itaat etmeyin. Onlar sizi eziyor; düşüncelerinizi, hislerinizi ve hareketlerinizi planlıyor, sizi koyun yerine koyuyorlar. Sizi aç bırakıp, hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp topun ağzına sürüyorlar. İnsanlıktan çıkmış, beyni ve kalbi makineleşmiş kişilere teslim olmayın. Sizde nefret yok, sevilmeyen kişiler nefret eder ancak. Askerler! Esirlik için değil, hürriyet için savaşın. Şöyle der
8
Charlie Chaplin Büyük Diktatör filminden bir sahne
Luka İncili’nin 17. bölümünde “Tanrının krallığı insanın içindedir” Bir kişiye, bir gruba değil, herkese açıktır. Siz insanlar, makineleri yaratacak güçtesiniz, mutluluğu yaratacak güçte. Bu güçle yaşamı hür ve güzel yapın, harika bir maceraya dönüştürün. (Büyük Diktatör / Yahudi Berber’in konuşması – son sahne)
her yazı estetik ve zevk nosyonlarından son derece uzak, tamamen didaktik bir amaç gütmektedir.
Orson Welles’in iki filmini incelediğim yazımda, “kara film” türünü, Godard’ın ‘Serseri Aşıklar’ında, “yeni dalga akımını”, Abuzer Kadayıf ’ta, “sosyal eleştirinin filme yediriliş biçimini”, Kemal Sunal’ın, hiçbir yerde bulaCharlie Chaplin, sinema henüz mayacağınız “meşhur oluş öyküsünü”, keşfedilmemişken doğdu! Sinema, onun filmleriyle doğdu, gelişti, altın bir Alfred Hitchcock imzalı ‘Psycho’nun, çağ yaşadı! Sanatın muhalif olduğunu “çekiş aşamalarındaki bilinmezlikleri”, gösterdi! Sinema onunla özdeşleşti! İşte Tek mekanda geçen filmlerin, “hilelerini”, Geoffrey Rush odaklı HollySinema! İşte Charlie Chaplin! wood’un “ödül sistemindeki adaletsizlikleri”, Muhsin Ertuğrul’un tiyatrocu Hoşça kalın... değil, “sinemacı kimliğini”, uyarlama senaryoların “işleniş inceliklerini” Severek ve isteyerek çalıştığım Büt ve de subliminal mesajların yarattığı Dergisi’nden yoğun programım nedeniyle ne yazık ki ayrılıyorum… Gönül “farklılıkları” aslında ben de sizlere isterdi ki, Tarantino, Bergman, Kubrick birer subliminal mesaj vererek ortaya gibi dahi yönetmenler hakkında da bir koymaya çalıştım. Umarım “bilgilendirici” olabilmişimdir. Tüm çalışma iki satır karalayayım. İnşallah başka arkadaşlarıma destek ve inceliklerinbir zaman, belki aynı belki farklı bir mecrada sizlere bu düşünce ve kanaat- den dolayı teşekkür eder, sanatsız kallerimi aktarma fırsatı bulurum. Önce- mamanızı dilerim. Hoşça kalın… likle şunu söylemeliyim ki yazdığım
9
Mitoloji
Aynadaki Fısıltı
Kanlı Mary -Müge GÜL-
-muugegul@gmail.com-
Her gün saçlarınızı taramak için, makyajınızı yapmak için, güzelliğinizi kontrol için her ne sebeple olursa olsun ayna karşısına geçiyorsunuz. Hatta aynaya bakmadan bir gününüz geçmiyor. Peki düşünün; ayna karşısında saçınızı yaparken bir el sizi içeri çekerse ne olur? Ne kadar korkarsınız? Size aynalar içinde saklı birilerinin olduğunu söylersek bize inanır mısınız?
nsanoğlunun “Ayna” denen sihirli İarkadaşı ile tanışıklığı bundan yaklaşık
4 bin yıl öncesine dayanmaktadır. İtalya’nın kuzey bölgeleri ile şimdiler de Orta Doğu’nun bulunduğu coğrafyadaki topraklarda hüküm süren insanlar yanardağ lavlarının parlak artıklarını cilalama suretiyle ilk aynaları yaptılar. Gelişen teknoloji ile türlere ayrılarak çeşitlilik gösteren aynalar günümüz de cıva ile hayat bulurken, çok daha net ve derin anlamlar
taşıyorlar. Peki bu eski arkadaşlar hayatımızın neresinde, ne kadar var olmakta? Aynalar parlaklıkları ve estetik çerçeveleri ile hayatımızın her döneminde vazgeçilmezlerinden biri olmayı başarmış eşyalar. Ancak bazen evimizin bu sevimli dekoratif parçaları masum birer nesne olmaktan çıkarak bilmediğimiz alemlere açılan bir anahtar görevi üstlenebiliyor.
10
Kanlı Mary Efsanesi sinemaya uyarlandı. Filmin afişi.
Öyle ki sihrin efendileri cinleri hapsetmek için kullanılan aynalar, kimi zamanda geleceği görmek için medyumların başvurdukları bir yol oluveriyor. Kendilerine “gören ayna” denilen özel aynalar yapan kişiler bu aynaların yardımı ile uzak yerleri izleyebiliyor hatta geleceği bile gördüklerini iddia edebiliyorlar.
Pamuk Prenses’ten küçük çocuk Kai’ye Ancak şüphesiz onları bu denli gizemli yapan sadece kırıldıklarında 7 yıl uğursuzluk getirdiklerine karşı duyulan kör inanç değil, aynaların kötü ün edinmelerinde bir diğer önemli kıstas da şüphesiz masallar alemi. Pamuk Prenses’in kötü kalpli üvey annesi, ona sırf “Pamuk Prenses senden güzel” diyen bir ayna yüzünden üvey kızının hunharca ölmesini istemiştir. İçi nefret ile dolan kraliçenin bu gücü aynasını güçlendirmiştir aslında. Burada aynaların insanların kötü enerjileri ile beslendiklerine de tanıklık etmiş oluruz. Ve Şüphesiz aynaların yer edindiği bir diğer ürkütücü masal Karlar Kraliçesi’dir. Bütün dünyayı kendi yüreği gibi buz kaplamasını isteyen pek de dost canlısı olmayan Karlar Kraliçesi kuzeyde sarsılması zor bir iktidar kurmuştur. Bir gün en değer verdiği şey olan şeytani aynası yanlışlıkla kırılır. Aynanın içindeki kötülüğün sindiği bütün parçalar rüzgarın da yardımı
11
ile dünyaya dağılır. Bu parçalardan biride küçük bir çocuk olan Kai’nin gözüne saplanır. Kai ayna parçasının etkisi ile her şeyi olduğundan çirkin görmek de, yaşadığı yerden hoşlanmamaktadır. Bu durum en çok yan evde yaşayan, bir zamanlar en yakın arkadaşı Gerda’yı üzmektedir. Bir gün Kai’yi almaya gelen kraliçe onu buzdan sarayına götürür. Onu kurtarabilecek tek kişi ise küçük Gerda’dır. Saraya kadar gelen küçük kız arkadaşını kurtarır ve masal mutlu sona bağlanır. Christian Andersen’in hayal dünyasında yarattığı bu masal da bahsettiği gibi kırılan bir ayna varsa eğer o aynanın parçaları bir-
Anadolu’da Aynalar Anadolu kültüründe de oldukça yer kaplayan aynalar ve onlara hapsolan suretler meraklılarına eşsiz bir çeşitlilik sunuyor. Pek çok büyü ve ritüelin parçası haline gelen sırlı camlar ile anlatılan hikayeler hala günümüzde pek çok insanın ilgisini çekmekte. Boyutlar arası geçişlerde adeta birer kapı görevi gören ve sadece sureti yansıtmayan aynalar ve bu aynaların gizemleri hala tam aydınlatılamamış sır olma özelliklerini korumaktadır.
ten fazlaysa? Aynalar içinizde görmekten korkup saklandığınız karanlık yüzünüze ışık tutan bir tılsımsa? Gördükleriniz için sizi kim yargılayabilir veya görmek istedikleriniz için? İşte insanlar tüm bu karmaşık duygular içinde çoğu kez meraktan dolayı çeşitli hikayeler ve efsaneler uydurmuşlardır. Aynaların bir parçası olduğu en ünlü şehir efsanesi ise şüphesiz “Bloody Mary”dir.
Bundan 150-200 yıl önce küçük bir kasabada ailesi ile yaşayan Mary Worth kalbinden rahatsız olan genç bir kızdır. Efsaneye göre o zamanlardaki tıp yeterince gelişemediğinden bir kriz sonrası nabzı ağırlaşan genç kız öldü sanılarak gömülür. Ancak bundan emin olamayan ve kaygılanan babası, kızını tabuta yerleştirirken bileğine bir ip bağlar. İpin bir ucunu Aynalar ve Bloody Mary Efsanesi dışarıda astığı bir zilin ucuna bağlayan bay Worth beklemeye başlar. Bir süre Masal dünyası kadar beyaz perde de bekleyen acılı baba herhangi bir hareket aynalar ve onların gizemli yanları ile ilgöremeyince yakınlardaki bir bara içmeye gilenmiştir. Genelde şeytani bir biçimde gider. Sabahın ilk ışıkları ile mezarlığa ele alınan bu eski dostlar hemen hemen herkesin en derin korkularını içine hapset- dönen adam gördüğü manzara karşısında miş gibidir. Bir aynaya baktığınızda kendi dehşete düşer. Zil ipi çekildiği için yere düşmüştür. Adam hemen mezarı kazmasuretinizi görürsünüz. Peki bu bir suret-
12
Mary ise IIIV.Henry ile Aragonlu Asil Catherine kızları I.Mary’
er kıymık biçiminde gözlerden girerek yürekleri buz kesebiliyorsa, kim bilir belki de hala günümüz de bile hiçbir şeyde güzelliği fark edemeyen buzdan kalplerin iyileşebileceğine inanmak için bize umut verebilir.
ya başlar, tabutun kapağını kaldırdığında Mary’nin korkunç yüz ifadesi ile karşılaşır. Tabutun iç yüzeyinde tırnak izleri vardır. Mary babasının şüphesindeki gibi aslında ölmemiştir. Kendine geldiğinde tabuttan çıkmaya çalışan genç kız tırnakları parçalana dek tabutunu kazımış ve ne yazık ki canlı canlı gömüldüğü mezarda havasızlıktan ölmüştür. Bu duyulduğunda başta ailesi olmak üzere kasabadaki pek çok insan bu trajediyi uzun yıllar unutmamıştır. “Bloody Marry” efsanesinin 3 versiyonundan ilki bu hikayedir.
bir ayna varsa ruhunun o aynaya hapsolduğuna inanılırdı. (Yahudilikte şeytan veya kötü ruh çıkarma ayinlerinde bedeni terk eden şeytani varlıklar “Dibbuk” isimli içinde ayna olan kutulara hapsedilirdi. Böylece ruhun veya iblisin başka bir bedene girmesinin önlendiği düşünülüyordu). Mary’nin de aynaya hapsolduğu ve onu çağıranların bebeğini ben aldım demesi üzerine çılgına dönerek bunu diyen kişiye zarar verdiğine inanılıyordu.
3. versiyona göre konusu geçen Mary ise IIIV.Henry ile Aragonlu Asil CatherBir diğerine göre Mary isimli bir kadın ine kızları I.Mary’dir. Babası bir veliaht bebeği ile korkunç bir araba kazası geçirir. alamadığı için annesinden boşanarak Yüzü paramparça olan genç kadının beentrikaları ile ünlü Anne Boleyn ile evbeği kurtulur. Öldüğünden habersiz bir lenmiştir. Bu evlilik Mary’e gayri meşru biçimde aynalarda çocuğunu arar zavallı yaftası yapıştırmış ve onu oldukça etMary. Trajik ölümlerde ruhun bazen arada kilemiştir. 1553 yılında bir ayaklanma kaldığı ve herhangi bir şeye bağlı kaldığı ile tahta geçen Mary, o güne dek Protdüşünülür. estanlıkla yönetilen ülkesinde kimsenin Öyle ki görmediği bir katliama imza atmıştır. ölüm ne ka- Kendisi oldukça koyu bir Katolik olan dar korkunç Kraliçe halkından Protestanlığı seçen inolursa sanlara karşı oldukça acımasızdır. Toplu ruhun bunu idamları ile ünlenen eli kanlı kraliçe, kenkavraydi yarattığı korkular diyarında ancak 5 yıl abilmesi hüküm sürebilmiştir. Kocasının, babadan de o derece bir kız kardeşine duyduğu aşk, ikisi de zordur. Biri doğum süresinin 11 ayı geçmesi üzerine ölürken karnında kaybettiğini anladığı evlatları, yakınında sevgi yoksunluğu derken yaşadıklarını
13
kaldıramayan bünyesi ve de kanser denilen ölümcül düşmanın pençesine düşer. Kısa süre de ve sancılı gelen ölüm onu günahları ile kucaklayıp götürdüğünde kraliçe henüz 42 yaşındadır. Tarihte Kanlı Mary olarak anılan Kraliçe I.Mary efsanemizde adı geçen Mary’nin 3.versiyonudur.
Peki Bloody Mary efsanesinin gerçekleşmesi, yani Mary’i çağırmak için ne yapılmalıdır. Bunun için karanlık bir oda seçerek birkaç mumla ortalığa hafif bir loşluk verilir. Odada yalnız olunmalıdır ve gecenin ilerleyen saatlerinde mümkünse şafak sökmeden hemen önce karşısında durduğunuz aynaya bakarak 3 kez Bloody Mary demeniz yeterli olacaktır. Mary aynadan yanınıza gelecek ve yüzünüzü paramparça edinceye kadar durmayacaktır.
Aslında bu efsaneyi farklı kılan hikayesi değildir. İnsanların büyürken cesaretlerini de yitirmeye başladığı halen tartışılan bir gerçektir. Öyle ki büyümekte olan bireye yüklenen vazife ve beklentiler o bireyin en önce kendine yabancılaşmasına sebep olabiliyor. İnanmaktan vazgeçmeye başladığında normal hayat için bir zafer kazandığı gibi içsel dünyası için ise telafisi olmayacak bir çöküşün bedelini ödüyor. Var olmuş en ilginç canlı olan insanoğlu için bilinmezlik en büyük merak konusu iken aynalara hapsolmuş hayaletleri görmek istemek içgüdüsü henüz küçük birer çocukken tavan yapıyor, yaş ilerledikçe bu istek yerini doldurulması güç bir boşluğa bırakıyor. Kim bilir belki de o aynaya bakan herkes kendi geçmişindeki hayaletlerle karşılaşmaktan korkuyor bu yüzden bunu henüz içinde o korkuyu yaşamayan ve inanmaktan henüz vazgeçmeyen çocuklara bırakıyor.
Özellikle 9-15 yaş arası oldukça yaygın olan bu efsane bazı lise ve kolejlerde kurulan kardeşlik tarikatlarında da birer cesaret oyunu olarak halen günümüzde de oynanmaktadır. “Bloody Mary” efsanesi Legent of Bloody Mary ismi ile beyaz perdeye de uyarlamış. Ayrıca Ghost Whisperer ve Supernaturel dizilerinin birer bölümünde yer almıştır.
Siz de uzun yıllar önce arkanızda bıraktığınız hayaletleri görmek ve belki de günlük hayatta taktığınız binlerce maskenin altında adeta çürüyen gerçek yüzünüzle yüzleşmek isterseniz yapacağınız şey çok basit. Harekete geçin ve aynadaki kaybolmuş benliğinize bir göz atın derim... Belki de bazılarımızın içindeki o saflığa dönebilmesi için çok da geç değildir.
Sakın 3.Kez Bloody Mary Deme!
14
Kitap
Bir de
“MADAM MAO OLMAK” var
-Handan AŞIK-
-handan.ist@hotmail.com-
Tüm dünyanın adından bahsettiği, Çin’in sesi olan bir kişilik Mao Zedong. Komünizm adına birçok işler yapan çok kişiyi karşısına alan bir lider. Dünyanın adından bahsettiği bu liderin eşi olmak nasıl bir şey ya da diğer bir deyişle “Madam MAO Olmak” nasıl bir şey? Bu makamı kaldırabilir mi her kadın?
S ıra dışı bir yaşam sıra dışı bir kadın. Tüm kadınlar ilk bakışta belki aynıydı fakat o aynaya baktığında her zaman farklı bir kadın görmüştü. O tavuk kümesinde bir tavus kuşuydu. Bu ay sizlere Anchee Min’in kaleminden “MADAM MAO OLMAK” adlı kitabı tanıtacağım. Kitap Neşfa Dereli tarafından Türkçeleştirilmiş ve 2005 yılında Everest Yayınları’ndan çıkmıştır. Lider bir kocanın sönük kalmış fakat içinde onlarca volkan patlayan bir eşiydi Madam Zedong. Zorluklarla örülü bir yaşamın, sefalet eşiğindeki Çin’in açlığın ve sefaletin resmedildiği bir zaman diliminde var olma mücadelesini çocuk yaşta kazanmış bir kadındı o.
Nilüfer Ayaklı...
15
İlk baş kaldırışı annesine olmuştu. Nilüfer ayaklara sahip olursa daha iyi bir geleceği olacağına inanıyordu annesi. Daha güzel bir kadın olacak ve annesi gibi sefil bir yaşam sürmeyecekti. Ayaklarının acısına dayanamadığı bir gün söküp attı o sargıları nasıl olsa sanatçı olacaktı ve iyi bir kariMao Zedong’un eşi Jiang Qingâ
yer onu bekliyordu. Daha çocuk yaşta inandığı şey bu olmuştu. Babasının şiddetini, annesinin acizliğini görmüş bu tablodan nefret etmişti. Kadının ne kadar değersiz olduğunu ilerleyen yıllarda daha iyi görecekti. Hayat onun için çok erken başlamıştı. Çocuk yaşta annesinin kaçtığını öğrenmiş, büyük babası ile yaşamaya başlamıştı. Büyük babasının onda farklı bir şeyler sezdiğini biliyordu. Sesi güzeldi, akıllıydı ve hırslıydı. Operalar ve tiyatrolar en büyük tutkusu olmuş, izlediği her sahneyi ezberlemeye başlamıştı. Yaşı on beşi geçtikten sonra hedeflerine ulaşmak için evden kaçmaya, uzak şehirlere seyahat etmeye başladı. Yoksuldu, tutunacak dalı kalmadığında evine geri dönüyor sonra habersizce tekrar kaçıyordu. Herhangi bir oyunda oynayabilmek için kapı kapı dolaşıyor, yetenekli olduğunu duyuyor fakat iş bulamıyordu. “Sert rüzgârlarla sarsılsam da, umut etmekten asla vazgeçmedim. İşte bu benim en büyük erdemimdir. Kimileri geldiğim noktanın biraz tesadüfî olduğunu söylüyor. Hayır. Tesadüfî değildi. Ben kendi fırsatlarımı kendim yarattım. Tek bildiğim şuydu; eğer gemiye binmek istiyorsanız, nehre yakın durmanız gerekir.” diyordu yükselişinin tesadüfî olduğunu düşünenlere. Ona rol verilmemiş olsa bile sahnenin arkasında bekler oyunu izleyip ezberlemeye çalışırdı. O oyunlardan birinde başrol
oyuncusunun hastalanması Madam Mao’nun hayatını değiştirdi. Başrolü o oynadı ve çok beğenildi.
İlk Koca ve İlk Aşk Mao Zedong’la kaderi buluşmadan önce birçok evlilik ve erkek gelip geçti hayatından ama içlerinden en çok Yu Qiwei yaraladı kalbini. İlk kocası ve ilk aşkıydı o. Ömrünün sonuna kadar da bu adamı hep merak etti ve bu adam uzun zaman sonra Mao Zedong’un genel sekreteri olacaktı. Doğduğunda ona Yunhe adını vermişlerdi. Genç kız olduktan sonra kendisine daha havalı bir isim olan Lan Ping (yeşil elma) adını verdi ve son olarak da kocası Mao Zedong’un koyduğu Jiang Quing adını kullandı. İsimlerin yaşamları üzerinde etkileri olduğuna inanıyorlardı.
Komünizmle Tanışma... Komünizmle tanışması da ilk eşi Yu Qiwei sayesinde oldu. Yu Qiwei örgütte ciddi görevler alan zeki, yetenekli, bilgili bir gençti. Onun komünizme olan aşkı Lan Ping’i de etkilemişti. (Madam Mao’nun o sıralarda ki adı buydu) Eşi gibi kendisi de örgüt için çalışmaya sıkı bir komünist olma yolunda ilerlemeye başladı taa ki eşi yakalanıp hapsedilene kadar. Lan Ping için yalnızlık dolu kara günler tekrar başladı. Eşinin yokluğu sonsuz acı verirken hayatta kalma mücadelesiyle çalmadığı kapı kalmadı. Eşinin hayatından umudu kesmesi söylendi. Gücü ve parası olmayan kadın, acizliği tüm ruhunda hissediyordu. Daha 18 yaşındaydı.
16
Kocasının ardından tanıştığı bir erkekle yaşamaya başladı. Bir akşam kapı çalındı ve karşısında eşi Yu Qiwei’yi gördü. Ona döndüğünü söylüyordu fakat Lan Ping sevinememişti bile. Kocası evdeki erkeği gördü. O gün Lan Ping ve Yu Qiwei’nin ilşkisi sonsuza dek bitmişti. Kocası aldatıldığını düşünüyordu Lan Ping ise onun öldüğünü sanıyordu. Kocasının peşinden çok gidecek çok yalvaracaktı fakat sonuç hiç değişmeyecekti çünkü Yu Qiwei evlenmişti.
Ping’in komünizmden ve yönetimden uzak duracaktı. Bu yasak uzun yıllar yüreğinde acı hissetmesine ve onun değersizleşmesine neden oldu. Mao Zedong güçlü bir lider haline geldikten sonra karısıyla hiçbir ilişkisi kalmamıştı çünkü onlarca metresi vardı.
Mao Zedong Zalimin Tekiydi
Uzun yıllar sonra siyaset sahnesine çıkması için fırsat doğdu. Bu fırsatı ona Mao sunmuştu. Unutulmuşluğuna olan öfkesini tiyatro oyunLan Ping Tutuklanıyor larına, sinema filmlerine, operalara, gençleri ayaklandırmak için yapacağı çalışmalara Lan Ping aynı şehirde yokluk ve imkânsıyöneltmişti. Çok uzun süre saf dışı edilmişti ve zlıklar yüzünden uzun süre kalamıyordu tekrar nefret ettiği insan sayısı çok fazlaydı. Hırsının seyahat etmeye ve yeni tanıdıklar aramaya gözlerini kör ettiğini ve Mao Zedong’u gerçekbaşladı. Komünizme hizmet etmekten tutukten tanıyamadığını hayatının yazılacağı kitap landı. İkna ve rol kabiliyeti sayesinde kurtuldu için şu sözlerle anlatmıştı ; “Mao Zedong beni fakat komünizmden vazgeçtiğine dair anlaşma korumak için hiçbir şey yapmadı. O zalimin imzalayarak. Hayatının rolünü arayıp durdu, tekiydi. O kurnaz tilkiyi anlamak tam otuz sekiz sonunda onu buldu ünü yayılmaya başladı ama yılımı aldı. Dalavereden bir türlü uzak duramadı. onun hayattaki en önemli rolü Mao Zedong’un Düzenbazlık yapmadığı bir gün yoktu; onun karısı olmaktı. Mao, onu bir opera sahnesinde gözlerinde pençelerini uzatan hayaletler görüyogörüp beğenmişti. Lan Ping’in istediği de o rum. O yaşayan bir tanrıydı. Her şeyi bilen Mao. sıralarda herkesin yücelttiği bu kahraman İçi fare pisliğiyle doluydu!” Bunlar da Madadamla tanışmaktı. am Mao’nun son sözlerinin arasına girmişti. Çünkü kısa bir süre sonra mahkûm edildiği Mao Zedong’a yakın olmak adına onun hapishanede kendini asarak intihar etti. saklandığı bölgeye savaşmak için gitmişti. Asıl amacı komünizm gibi görünse de o hep Bir lider eşinin hem de Çin gibi büyük bir Mao’ya yakın olmak istiyordu. Fark edilmesiülkeyi yönlendiren bir adamın son karısının ni sağladıktan sonra bir süre sonra Mao’nun hayat hikâyesidir bu. Roman tek bir kişiden sevgilisi oldu o sıralarda Mao’nun evli olmasıaktarılan bilgilerle oluşturulduğu için ne kadar na rağmen. Uzun süren bu ilişki Lan Ping’de doğru (?) olduğu sorgulanabilir fakat yine de üzüntü yaratmaya başladı. Sevgili olmak değil bir kadının ruhunda yaşanan şeylerin kelimelkarısı olmak istiyordu bu adamın. Mao’nun ere dökülmüş ve resmedilmiş hali budur. boşanması olumsuz hava yaratmış olsa da bir şartla evliliğe razı oldu politbüro… Lanp Kitaplar dostunuz olsun, iyi okumalar...
17
Yaşamanın içinden Çiçekçilik çok uzun yılların bir geleneğidir. İnsanlar sevdiklerini mutlu etmek için; hasta ziyareti, kutlama, tebrik vs. amaçlı çiçek alır birbirlerine hediye ederler. Bu yıllardır süre gelen bir alışkanlıktır.
Tarihin Silemediği
Roman Çiçekçileri -Emre CEYLAN-emreceylan_91@hotmail.com-
B u ay İstanbul Taksim’in yerleşik
önceden burada değildi. Unkapanı’na olarak çiçek satan Roman çiçekçileringiden yönde sol taraftaydılar. Burası onden bahsedeceğim. Çoğu İstanbullunun ların yeni yerleri. Daha da eskiye giderbildiği hatta filmlere, dizilere konu olan sek eğer onlar İstanbul’un her yerindçiçekçiler. Taksim’in ana meydanında eydi. Sonraları yerleşik olarak çiçek yan yana dizilmiş dokuz dükkân. Aslında satmaya başladılar. 15-20 sene öncesine pek de dükkân denemez daha doğrusu kadar İstanbul’un hemen hemen her camı çerçevesi kapısı olmayan dükkân yerinde ellerinde, sırtlarında sepetler, demek daha mantıklı. Ama böyle dedim sepetlerde rengarenk çiçeklerle sokadiye hafife de almayın sakın. Hepsi ip kları gezer çiçek satarlardı. Sepet gibi dizilmiş temiz, tertipli ve düzenli. çiçekçiliği romanlarda köklü bir geDurun dahası da var hepsinin muhaselenektir. becisi var. Düzenli olarak vergilerini ödüyorlar. Muhasebecileri tarafından Şu an bulundukları yer ise Taksim’in gelir gider defterleri tutuluyor. orta yeri diyebiliriz. Meydandaki anıtın hemen oradalar. Görmemek elde değil. Bilenler anımsayacaktır bu çiçekçiler Yan yana dizilmiş dokuz süslü mekan.
18
Hepsinden mis kokular yükseliyor. Gidip biraz onları gözlemlediğinizde çiçeklere ne kadar çok değer verdiklerini anlayacaksınız. Adeta çocuklarıymış gibi ilgileniyorlar çiçeklerle. Çiçekçi dükkanları her gün 02.00’a kadar açık. Bazen 24 saat açık kaldıkları oluyormuş.
Çiçekçilik Aile Geleneği Çiçekçi dükkanı sahiplerinden biri olan Osman Ağabey ile biraz sohbet ettik. Bize çiçek sevgilerini, yaptıkları işi, koşullarını anlattı. Şuan Osman Ağabey bu işi yapan üçüncü kuşakmış. Çiçekçilik onlarda bir aile geleneği diyebiliriz.
19
Zaten onun da dediğine göre çiçeklik yapanların hepsi geçmişten günümüze bu işi devam ettirmişler. Biraz Osman Ağabeyden dinleyelim çiçekçilik dünyasını: “Ben 47 yaşındayım. Kendimi bildim bileli çiçeklerin içindeyim. Benden önce ailem bu işi yapıyordu şimdi ben yapıyorum. Buradaki herkes tanıdık, kimimiz akrabayız kimimiz eş dost. Bizler bir hafta içinde bir, iki, üç kez mezada gidip çiçek alıyoruz. Çiçekler açık arttırma yöntemiyle satılıyor. Eskiden belli işaretler ile çiçekleri satın alırdık, şimdi ise bilgisayar üzerinden satış işlemleri gerçekleştiriliyor. Herkesin bir numarası
var ve herkes o numara üzerinden işlem yapıyor. Biz Taksim’in roman çiçekçileri olarak biliniyoruz. Ama Taksim dışında yerleşik olarak Yeşilköy, Nişantaşı, Bakırköy, Şişli vs. çoğu yerde bu işi yapan var. Yerleşik satışa geçmeden önce ellerde, sırtlarda sepetler ile sokak sokak mahalle mahalle çiçek satılırdı. Polisler, zabıtalar kovalardı kaçardı insanlar. Yasaktı o zamanlar. Ama şimdi yerleşik satışa geçtik, vergimizi veriyoruz rahatız. Bu işi hepimiz zevkle, canla başla yapıyoruz. Ve çiçek bir tutkudur. Bizim haftada üç kez çiçek alan müşterilerimiz var. Çiçek ayrı bir dünyadır. Genelde çiçek almaya gelen müşterilerimiz ne alacağını bilemiyor bizden yardım istiyor. Ama dediğim gibi çiçeğin dünyasını bilip onun tutkunu olanlarda var.”
“Gün gelir ayı besler, ay gelir günü besler.” Çiçekçiler mezattan satın aldıkları fiyatlara göre sattıkları çiçeklerin fiyatlarını belirliyorlar. Ama şunu da söyle-
meden geçmeyelim fiyatlarda pazarlık payı da var. Çiçekten ne kadar para kazanılır? Getirisi ne kadardır? diye merak ettim. Osman Ağabey bu soruma şu cevabı verdi: “Gün gelir ayı besler, ay gelir günü besler” dedi. Yani ne zaman ne kadar para kazanılacağı belli olmaz bu işte. Ama bilinen bir gerçek var ki özel günlerde çiçek satışları oldukça fazla oluyor. Ama burada bulunan çiçekçilerin hepsi durumlarından memnun gözüküyorlar. Hepsi kazançlarından azda olsa çokta olsa memnunlar. Hepsi bütün çiçekleri çok sevdiklerini dile getiriyorlar. Ama birde satıcı olarak işe baktıklarında hangi çiçek daha çok satıyorsa, kazanç getiriyorsa onu biraz daha fazla sevdiklerini de söylemekten çekinmiyorlar. Onların tezgahlarında kötü çiçek bulamazsınız. Böylede bir durum söz konusu. Gerçekten çiçeklere çok özen gösteriyorlar. İyi ile kötüyü ayırıyorlar. İyiler tezgahta kalıyor, kötüler solmuş olanlar ise çöpe atılıyor. Taksim’deki çiçekçilerin her şeyi elbette hep günlük gülistanlık değil. Bilindiği üzere ey-
20
lemlerin her zaman ortak noktası oldu Taksim. Bu zamana kadar çok çiçekleri heba olmuş. Olaylar sırasında gerek bilerek ya da bilmeyerek insanlar tarafından, gerekse atılan biber gazlarından dolayı solmuş gitmiş çiçekler. Taksim’in roman çiçekçileri şu an bulundukları yere kira ödemiyorlar. Aydınlatma için elektrik parası da vermiyorlarmış. Belediye ile aralarında böyle bir anlaşma yapılmış. Zaten hepsi aralık ayından sonra ya da yeni yıldan sonra farklı bir yere taşınacaklar. Büyük Şehir Belediyesi tarafından onlara yeni bir yer tahsis edilecekmiş ve dükkan
21
tarzında olacakmış. Son olarak orada bulunan çiçeklerinin ortak düşüncesi olan şu cümleleri aktarmak istiyorum sizlere. “Bu o kadar güzel bir iş ki dünyaya bir daha gelsem bir daha çiçekçilik yaparım. Çiçekler bizim kıymetlilerimiz. Alıcı bunu göremez fark edemez ama çiçeklerin dili vardır. Onlarla konuşur, ilgilenirseniz, daha güzelleşir onlar. Ama bakmazsanız kıymet vermezseniz solar, çürürler.”
Tiyatro
KURTULUŞUN TEK TANIĞI:
“YOLCU” - Ege KÜÇÜKKİPER-
-ege0692@hotmail.com-
N
azım Hikmet’in 1965 yılında yazdığı, ilk kez (1967) Gen-Ar tiyatrosu tarafından, daha sonra sırasıyla, İBBŞT (1977), Diyarbakır DT (1998), Bursa DT (2002), Van DT (2004), İzmir DT’nda (2005) sahnelenen “Yolcu”, (Ayrıca 1994’de, beyaz perdeye uyarlanmıştır.) 35 yıl aradan sonra tekrar İBBŞT’de seyirci karşısına çıkıyor. Aynı sezon içerisinde (2013-14) hem Nazım Hikmet’ten “Yolcu”yu, hem de Necip Fazıl’dan “Para”yı repertuarına katan ve bu sayede “içi” ve “dışı” memnun etme niyetinde olan Şehir Tiyatrolarına her ne kadar kızsam da, ölümünün 50. yıldönümünde Nazım Hikmet’in yolcusu olduğumuzu bir kere daha gösterebilme imkanını bizlere tanıdığı için teşekkürlerimi sunarım. Oyuna ÖZEL olarak değinmeden önce, Nazım Hikmet’in oyun yazarlığına GENEL olarak değinmek isterim. Çünkü ciddi anlamda
22
sıkıntıların var olduğunu ve Nazım Hikmet oyunlarının, şiirleri kadar iyi olmadığını düşünüyorum. Bir altyapı (temelsizlik) sorunu, karakter derinliği ve boyutu oluşturamama, sahneler arası geçiş ile diyaloglardaki kopukluklar gibi pek çok unsur bu duruma emsal teşkil edebilir. Bu sıkıntılar oyunun gidişatını olumsuz yönde etkilerken aynı zamanda mesajın gücünü de azaltabilir. Keza üzerinde durduğum oyun, bütün bunların birer yansımasıdır.
etmiş. Ve bu araç, metnin işlevselliğine yeni bir anlam katmış.
“Vakit” teması, köstekli/duvar saati ile kendini yer yer hatırlatıp, ölümü düşündürürken, belirlediğin yolda, bir ideal uğruna ya da bir başkası için (vatan) ölmenin getireceği iyilikler, “insan”dan yola çıkılarak daha doğru ve iyi bir dünyanın yaratılabileceğine olanak sağlamış. Tersi olarak da insanların bu halde oluşlarının (duyarsız, savaşan, cahil) sorumlusu Metne daha yine insana mal edilmyakından bakacak iş. Bunun örneğini net olursak; karakbir biçimde şu cümlede terler, devrilen görmemiz mümkün: “Biz, telgraf direği fena insanlar değildik. Fena yüzünden (hava olduk. Fena yaptılar…” şartları dolayısıyBahsettiğim çoğu şeyin ana la) “dış dünya” hatları “dama” sahnesindeki ile bağlantıları soru-cevap tekniğiyle izleykesilmiş, kendi iciye ulaştırılmış. (Kopuk aralarında ise çeşitli nedenlerden ötürü (kitap kopuk) Bu sayede seyirci, düşünmeye ve okumama, farklı şeylere değer verme, kültürel bilincini yeniden yapılandırmaya sevk edilmfarklılık, yaşadığı coğrafya, değişen dünya iş. Zaten asıl amaçta bu değil midir? vb.) “iç dünya”larını kaybetmiş kim(?)selerdir. Öyle ki bu kaybetmişlik, şüphe ve gerilBirden fazla mesajı olan oyun, ana temasını ime yol açarak, yeni engeller yaratmış. İstatam olarak oturtamamakla birlikte, yan tesyon şefi, kuşkucu yaklaşımı ve diken üstünde malarına da bu nüfuzu geçirmiş. Şiir; savaşı, oturuşuyla bu yazılanları temsil ederken, güçlükleri, zorbalıkları durduracak en naif Makasçı, İstasyon Şefi’nin karısı ve Atlı, imge olarak nitelendirilirken, gazete kağıtumursamaz tavırlarıyla, öyküye “tezat” bir larının sobaya yakacak, masaya örtü olarak yaklaşım da bulunmuş. Karakterlerin, “isim- kullanımı ve kitap okumanın gülünç bir siz” oluşları ise, içselliklerini kaybedişlerinin “uğraş” oluşu ince ince olmasa da işlenebilmve iletişimden yoksun oluşlarının betimleniş. Atlı’nın gelişiyle, dış dünyadan haber alan mesinde vurgulayıcı araç olarak kendini belli bireyler (!) ülkelerinde olup bitenleri öğren-
23
diklerinde hissettikleri ümitsizliği ve kederi sadece şaşkınlıklarına vererek; çaresizce otursalar da dışardan gelen bir baskın karakterlerin akıl ile bedenlerini hareketlendirerek, her birine birer kurtuluş yolu sunmuş. Bu kurtuluşun mimarı da Atlı yani YOLCU olarak gösterilmiş.
ru sıkı silah-vagon-saz-cam kırıkları-sigarasaat-duman vb.) sağ taraftan geçen “oyuncak” minyatür kara trenle, her şeyin hayal/sahte olduğunu bas bas bağırmış. Çok fazla “es” verilişi dikkatlerin dağılmasına neden olmuş. Ayrıca metinde yazıldığı gibi “perde” kullanılması etkiyi daha da arttırmış.
Yalnızlığın götürüleri ile kalabalığın getirilerinin karşılaştırıldığı oyun, bir “beklenti” içinde ele alınarak iletişim kopukluğunun nedenlerini sorgulamış. Bakkal Mehmet, (sadece sesi var ama sürekli bahsi geçiyor.) dışarıdan gelen bir tehlike olarak arz edilirken görülmeyen ve bilinmeyenin varlığı, olaya hakim olmuş. Ve bu hakimiyet bir bakıma korku, bir bakıma da kurtuluş getirmiş. İnsanların çıkarlarına göre “değişken”likleri yolu tıkayan ve bataklığa sürüklenen bir basamak olarak karşımıza çıkmış.
Broşür ile ilgili birkaç söz söylemeden geçemeyeceğim. 1977-78 sezonunda Savaş Dinçel rejisiyle sahnelenen aynı oyunu broşüre basmak neden? “Benim yönetimimle, Savaş Dinçel’in yönetimi arasında bir kıyaslama yap ey seyirici!” demek için mi? Eskiyi hatırlatıp, yeniliğe bir ışık tutmamak için mi? Yoksa sahneleyiş özgünlüğünü bile bile yok etmek için mi? Elbette bunların hiçbiri değil. Lakin o şekilde anlaşıldığının altını çizmeliyim. Benzer tutum (kişi dahil olmak üzere) “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” adlı oyunda da yapılmıştı. Eskiden yönetilmiş oyunların, günümüz rejisi ile tekrar sahnelenmesi bana, yönetmenin yönetilmiş oyuna yeni bir kılıf giydirip, üzerine konması gibi geliyor. Umarım yanılıyorumdur…
REJİ Şüphesiz yukarıda yazılanların aktarılış biçimi rejiyi de (Yıldırım Fikret Urağ) ilgilendiriyor. Fakat metin ile birlikte ele almayı daha uygun bulduğum için bu bölümde başka şeylerden bahsedeceğim. Öncelikle kar yağdırmasında kullanılan makine sesi çok rahatsız edici. Bir öneri olarak; makine yerine, sahne üstünde duran birinin, karı, poşet içerisinden yağdırması sesi önleyebilir. Öte yandan doğallığı yakalayan oyun, (yemek-ku-
DEKOR – KOSTÜM – IŞIK – MÜZİK Barış Dinçel beni ne zaman yanılttı ki? Şimdiye kadar görmüş olduğum en iyi dekor tasarımcısı. Biraz evvel bahsettiğim perde kullanımı, taşan dekorla merakı daha da katlayarak, seyircinin ilgisini çekmeyi başarmış.
24
Havanın soğukluğu, gerek soba, gerek karla, evin eskiliği ise nesnelerdeki aşınma ve yırtılmalarla başarı bir şekilde betimlenmiş. Keşke duvarlarda da aynı izleri görebilseydim. Pastel renk kullanımıyla iç karartıcı ve boğucu bir atmosfer yaratılarak, karakterin ruh halleri ortaya konulmuş. Telgraf direği düştükten sonra orada kalabilirmiş, tekrar eski haline getirilişi amaca pek de hizmet etmemiş. Kostümler, Duygu Türkekul imzalı. Hava şartlarına ve maddi yaşam tarzına uyum sağlayan kostümler, olayın geçtiği dönem hakkında bilgilendirici bir tutum içermiş. Işık tasarımı inanılmaz. Gaz lambalarıyla “taşınabilir ışık” fikri kolaylaştırıcı bir yol sağlamış. Ayrıca sadece gaz lambalarından sızan ışıklar sahneyi aydınlatırken doğal bir ortam oluşturulmuş. Ve bu sayede karakterlerin psikolojik durumları daha iyi yansıtılmış. İstasyon Şefi’nin karısının anlattığı “ağaçlı” hikaye de gaz lambasının ağaca takılıp, aydınlatması anlamı güçlendirmiş. İlk sahnedeki tekli aydınlatma karakter tanıtımına yaramış. Sarı ışığın hakimiyeti, eskimiş ve yıpranmış bir fotoğraf izlenimi oluşturmuş. Mustafa Türkoğlu’nu kutlarım. Müzik ise canlı olarak (saz çalınması) kullanılmış. Son sahnedeki ağıt, olayı özetlemekten çok kapanış jeneriği tarzında düzenlenmiş. Efektler, azalandan artana veya artandan azalana şeklinde mesafe ayarlamasını yapabilmiş. Bakkal Mehmet’in sesinin fazla gür çıkması, “Kraldan çok kralcı” tabiatını ortaya dökmüş. Hanefi Topraktepe iyi iş çıkarmış.
25
OYUNCULUKLAR Bahtiyar Engin (İstasyon Şefi), şüpheci ve anaç halini yansıtmakta oldukça iyi. Fakat nedense diğer oyunlarına göre performansını biraz vasat buldum. Bir rica olarak, makinenin çalıştığı sahnelerde biraz daha yukarıdan konuşursa iyi olur. Aslıhan Kandemir (Şefin karısı), dramatik, iğneleyici ve bitkin tavrını karakterine yedirerek, değişken tutumunu seyirciye verebilmiş. Mehmet Avdan (Makasçı), topallığını göze sokmadan, ses tonunun ayarlamasını bilerek, saz çalıp, türkü söyleyerek, bir oyuncunun oynayabileceğinden çok daha fazlasını yapmış. Ve Gün Koper (Atlı), az rolüne rağmen, öz oyunculuğuyla, şivesi ve saflığıyla, oyunun komedi yönünü ortaya çıkararak izleyiciye de bir “kurtuluş” sağlamış. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. Oyunda da sıkça söylendiği gibi: “Yolcudur Abbas, bağlasan ‘Ege bile’ durmaz.” Özet olarak umduğumu bulamadım… Bu yazımı, Gen-Ar tiyatrosu bünyesinde, dönemin şartlarına göre Nazım Hikmet oynamaya cesaret eden, yakın zamanda kaybettiğimiz Tuncel Kurtiz’e ithaf ederim. Nice Nazım’lara… Nazım’ın yolcularına… Saygılarımla… (İlla eskiye bir dönüş yapılacaksa, bu şekilde olmasını tercih ederim.) Not: Oyun 90 dakika / Tek perdedir.
Tarih
İnsanların Su Üstünde Kalma Mücadelesi -Vedat TAŞKIN-vdttskn@gmail.com-
İnsanoğlu denizlerde hakim olabilmek için çok çalışmış ve çeşitli yöntemler denemiş. Eski çağlardan günümüze kadar insanlar ağaç kavuklarından, dallardan, sazlardan ve çeşitli araçlar kullanarak su üstünde kalmayı başarabilmişlerdir. Dallarla başlayan su üstü mücadele şu anda tonlarca demir yığınlarıyla devam etmekte. Peki insanların su üzerinde kalmasını sağlayacak aşamalar tam olarak nelerdir? Dünden bugüne insanların su üstü mücadelesi....
İ nsanoğlu karada yaşam mücadelesi ver-
irken denizler, göller ve akarsular; önlerinde engel ve sınırlayıcı bir unsur teşkil ediyordu. Zamanla artan ihtiyaçlar sudan faydalanma konusunda icatlara ve kabiliyetlere yöneltmiştir. Kendilerini su yüzeyinde ve içinde uzun süre tutmaya yarayacak arayışlara girişilmiştir. Bu girişimler sonucu Yeni Zelanda yerlileri, saz demetlerine ata biner gibi oturarak gölleri geçer. Iraklı çobanlar, şişirilmiş keçi postları üzerinde ırmakları aşarlar. Tamil yerlileri kollarının altında bir kütükle kıyı boyunca sürüklenerek balık avlarken, Sindliler ise bunu geniş ağızlı küplerin üzerine yatarak yaparlar. Yukarıda saydığımız cinsten araçlar su taşımacılığının ilk örnekleridir ve hiç kukusuz göl ve nehir kıyılarında yaşayan ilkel halklar tarafından kullanılmıştır. Bunlar basit, uygun ve kolayca elde edilebilir olduklarından, gelişmemiş bölgelerde hala tercih edilmektedir.
26
Roma İmparatorluğunun görkemli zamanlarında bütün filolardaki en önemli gemi olarak hizmet veren Trireme Modeli gemi...
Atılan bu adımlar bireysel olarak iyi bir başlangıç sayılırdı. Yalnız toplu insan ve mal taşımacılığında ve açık denizlerde yol alma konusunda oldukça yetersiz kalacakları kaçınılmaz bir durumdur. Bu eksiği gidermek için yeni arayışların olacağı tahmin edilebilir. Gezginler kendilerini sadece su üzerinde değil; fakat su dışında da tutacak, hatta açık denizlere açılmalarını sağlayacak araçların arayışına girdiklerinde; kullanılan yöntemler artık yeterli olmamaya başlamıştır. Bu yönde ilk adım, söz konusu gereksinimleri tam anlamıyla karşılayan ve birden fazla kişiyi taşıyabilen salların yapımı olmuştur. Ağaçların yetiştiği yerlerde salların biçimi, bizim aşina olduğumuz şekilde, bir araya getirilmiş kütüklerden oluşmaktaydı. Ağacın az, sazlıkların bol olduğu Nil kıyılarında ya da Dicle ve Fırat’ın aşağı kısımlarındaki bataklıklarda, sallar yığınlar halinde bağlanmış sazlardan yapılıyordu.
27
Gemi yapımında teknikler gelişirken, gemiyi hareket ettirme yolunda suyun kaldırma kuvveti, akıntı ve kürekler aracılığıyla insan gücünün yanında rüzgârdan faydalanmayı başararak büyük bir atılım yaptılar. “… Mısırlılar, yeni bir çığır açan adımı atarak, insan ya da hayvan gücü dışında bir güç kaynağından yararlanan ilk halk oldular ve gemilerini hareket ettirmek için rüzgârın nasıl dizginleneceğini keşfettiler. İlk önce yakın zamana kadar basit denizcilerin uyguladığı yöntemi izleyerek, kayığın ön kısmına eğreltiotu ya da hurma yaprağı yerleştirdiler. Bu sadece rüzgâr arkadan estiği zaman işe yarıyordu ve çok da etkili değildi; … MÖ. 3500 civarında Mısırlılar bu eğrelti yelkeni, saz veya yapraklardan örülerek, kayığın ucuna yerleştirilmiş bir direğe takılan gerçek bir yelkenle değiştirdiler.” Hiç şüphesiz Mısırlıların geliştirdikleri bu yelken, Nil Nehri’nin sakin suyunda
ve fırtınasız ortamında iyi bir işlerlik göstermiş olmalıdır. Açık denizlerde ise daha sağlam gövdeli ve yelkenli gemilere ihtiyaç duyulacaktır.
Yelkenli Gemiler Yelkenli gemileri ilk kullanan milletin Mısırlılar olduğunu görmüştük. Yelken ilk olarak kadırgalara uygulanmıştır. Bu gemiler yelken ve forsaların çektiği küreklerle yol almaya başlamıştır. Yelkenler kürekçilerin işini hafifletmeye yarıyordu. Bir süre sonra kadırga mürettebatı, telaş içinde olmadıkları zamanlarda rüzgârın kaprisleriyle uğraşabildiklerini, yelkenin tek başına işin altından kalkabileceğini fark ettiler. Akıntının tersine kürek ekmelerine gerek kalmıyordu; çünkü rüzgâr nehir akıntısının tersine esiyordu, tek yapmaları gereken yelkeni kaldırmaktı. Sonuç olarak kadırgaların yanında sadece rüzgârla hareket eden teknelerde ortaya çıktı. Rüzgârın ilerlemede yeterli görülmesi özellikle acelesi olmayan ticari gemilerde yaygın olarak kullanıma geçmiştir. Yelkenler aracılığıyla rüzgâr gücünün gem-
Pentekonter adı verilen eski dönemlerde kullanılan gemi
ilerde kullanılması; zamanla yaygın bir hal alarak; buharın gemicilikte kullanılmasına dek tüm denizlerde hâkim duruma gelmiştir.
Savaş Gemileri İlk olarak savaş gemileri küçük, uzun ve hızlı hareket eden gemiler olarak kullanılmışlardır. Denizde oluşabilecek bir çatışmada ise oklar ön plana çıkmıştır. Savaş gemilerinde insan gücünün yanında mahmuz ekleyerek; düşman gemisine hızla çarpıp ona olağanca zarar verme amaçlanmıştır. Zamanla bu geliştirilerek savaş gemileri birçok vasıf kazanmıştır. Devletler arasındaki rekabet, denizde de kendini göstermiştir. Denizde siyasi denetimi eline geçirmek isteyen güçler; güçlü donanmaya sahip olmak zorundaydı. Rakiplerine karşı üstünlüklerini kurabilmek için güçlü donanmanın yanında gelişmiş gemilerin sahibi olmak çok büyük bir ayrıcalık yaratabilirdi. Pentekonter: Mahmuza sahip olan bu savaş gemisi hızlı çarpma ile etkiliydi. Her
28
iki tarafında da 25’er kürekçiden toplam elli kürekli gemiler, savaşlarda en çok tercih edilenler olmuştur. Antik yazarların bu gemilere verdikleri isim ellili anlamına gelen Pentekontoros’tar ya da Pentekonter asıl yararı korsanlık ve kıyı saldırılarında gösteriyordu. Bilinmeyen sularda ilerleyen gemilere yönelecek saldırıları önlemek için gereken insan gücünü taşıyordu. Triakonter: Pentekonterlerle işlev bakımından birbirlerine yakın gemilerdir. Bu gemilerin farkı otuzlu olmasıdır. Pentekonter’de olan bir tarafta yirmi beş kürekçiye karşı onbeşlidir. Mahmuzlar eskisi gibi sivri değil de hayvan yüzü şeklinde yapılarak düşman geminin tamamına zarar verme hedeflenmiştir.
daha çok önem verdi. Korintoslular şimdiki usulde gemi yapan ilk halk olmuştur ve ilk triremeler de Korintos’ta yapılmıştır. I.Constantinus ile Licinius’un Çanakkale
Boğazı’nda yaptıkları savaşta ise; Licinius 350 triremelik bir donanma oluşturmuştur. Constantinus ise otuzlu ve ellili hızlı gemilerden oluşan 200 gemilik bir donanma ile karşısına çıktı. Constantinus galip çıktı. Bu zafer triemelerin ölüm haberi oldu. Deniz Triere ( Trireme ): Trireme, üçlü anlamımühendisliği halkayı tamamlamıştı; Gena gelmektedir. Burada bahsedilen üçlü leceğin kadırgaları bin yıl önce Fenike ve kelimesi üç katlı kürekçi bölmesine sahip Yunanlılara hizmet eden gemiler gibi inşa olduğunu göstermektedir. Trireme MÖ 500 edilecekti. – MS 300’ün hemen öncesine kadar ki iki yüzyıl boyunca denizlerin hâkimi olacak ve Günümüzde gemicilik alanında teknikler Roma İmparatorluğunun görkemli zaman- ve teknoloji oldukça yol kat etmiştir. Bu larında bütün filolardaki en önemli gemi evreye varıncaya kadar yaşananlar ise daha olarak hizmet vermeye devam edecekti. da ileri seviyelere erişilebileceğini bize göstermektedir. Bu çalışma ile insanoğlunu su İlk triremelerini Korintos kenti MÖ 7. dünyasına iten ve bu alandaki günümüz Yüzyılın ortalarında yapmıştır. Bunun için gelişmelerine ilham olan ilk izlenimlere Thukydides: “Yunanistan güçlenip gelirleri değinmeğe çalıştım. Umarım yeterince artınca, donanmalar inşa etti ve denize açıklayıcı olur.
29
Portre
Sokakların Gazetecisi Savaş Ağabey -Müge GÜL-
-muugegul@gmail.com-
Herkes onu A Takımı ile tanıdı. Masa başı değil sokak gazetecisiydi. Gazeteciydi gazeteci olmasına ama hem şair hem de senarist yanı da vardı. Ölüm yatağında bile mücadeleci yanını bir an olsun bırakmadı. O herkesin Savaş Ağabey’i olmayı başardı...
30
Tuncel K Erdal Eren, 13 Aralık 1980 günü idam edildiğinde henüz 17 yaşındaydı... İdam edilmeden on altı saat önce ziyaret eden Savaş Ay, Eren’in ‘Son Bakış’ını fotoğrafladı.
26 Mart 1954 yılında Gaziantep’de
dünyaya geldi nam-ı diğer Savaş Ağabey. Dönemin unutulmaz sihirbazlarından Turan Ay ile ses sanatçısı Şükran Ay’ın biricik oğulları olarak merhaba dedi çok sevdiği hayata. Ünlü çiftin birde Işıl isimli kızları oldu. Yoğun geçen turneler, konserler ve gösteriler derken şehir şehir semt semt gezip durdu Ay ailesi. İstanbul’un tarihi semtlerinden, Üsküdar Selamsız’da geçti Savaş Ağabeyin çocukluk yılları. Selamsız’ın kaldırımlarında koştu, dizlerini kanattı dik ve çetin yokuşlarında. Güzel çocukluk yılları yerini delikanlılığa bıraktığı senelerde çocukluğunda sevdiği ve etkilendiği Tenten karakteri sayesinde gazeteci olmaya karar verdi. Marmara Ticari Bilimler Akademisi’nden mezun olup mesleğe adım atması 1974 yılını buldu. Dünya Gazetesi’nde başladı uzun soluklu meslek serüveni. Muhabir olmak aslında tamda üstüne biçilen kaftandı.
Erdal Eren’i son gören gazeteci... Savaş Ay için hayatı yakalamak ondan beslenmek gibi bir şeydi. O yüzdendir ki pek çok dostu için belki de gördükleri en dolu dolu yaşan insan da Ay’ın kendisiydi. Yaşadığı tek bir anı dahi boş geçirmiyordu Savaş Ağabey. 1984 yılında Mehmet Ali Birand ile “32.Gün” programında haberciliğini başka bir boyuta, televizyon haberciliğine geçirmeden önce köşe yazarlığından uluslar arası muhabirlik
31
ve fotoğrafçılık kadar pek çok görevde yer aldı. Savaş Ay’ın foto muhabirliği de ağır basan yanı da vardı. Her fotoğrafçı ve foto muhabir gibi Savaş Ay’ın da birlikte anıldığı fotoğrafları vardır. Foto muhabirliğindeki en önemli başarısı 12 Eylül’de idam edilen 17 yaşındaki Erdal Eren’in infazdan önceli çektiği son fotoğrafıdır. Savaş Ay ve Emin Çölaşan’ın gazeteci olarak Erdal Eren idam edilmeden 16 saat önce görüşmüşlerdi. Erdal Eren, “Avukatıyla görüştürülmediğini, 18 yaşının altında olmasına rağmen idam edilmek istendiğini, yaşının 18’den küçük olduğunu tespit edecek olan kemik testi yapılması talebinin kabul edilmediğini, vurduğu söylenen jandarma erine çok uzaktan ateş açtığını ama otopside yakın atışla öldüğünün kanıtlandığını, kendisini ibret olsun diye asacaklarını ve ölümden korkmadığını” söylemişti. Savaş Ay’ın çektiği fotoğraflar ölüme giden birinin son
anlarına herkesi şahit ediyordu. Savaş Ay’ın çektiği bazı fotoğraflar da Time ve Bunte gibi dönemin alanında en başarılı dergilerinde de kapak olmuştu. Ancak ona kendini gerçekten kanıtlayabilmesi için ilk fırsat 32. Gün programında doğdu.
A Takımı Başlıyor... Yıllarca verdiği mesailerin sonunda 1993 yılında A Takımı isimli bir program yaptı Savaş Ağabey. Kendine has tutumu ve yaklaşımları ile kısa sürede fark yaratan usta gazeteci, hemen hemen her bölümde yakaladığı konular ve nüanslar ile hafızalara kazındı. A Takımı’nın yanında 5 program daha yaptı ancak ömründen tam 15 yılı ilk göz ağrısı olan A Takımı’na adadı. Milletçe yardımlaşmayı sevdiğimiz bir gerçektir aslında. Ancak çoğu kez bunu yapabilmemiz için küçük bir dokunuşa ihtiyaç duyabiliyoruz. Hayatımızda bize bunu yapan özel insanlardan biri de Savaş Ay’dı. Ay, bir gece de okul yaptırmak için tam 1 milyon lira toplayarak o dönem için hiçte azımsanamayacak bir ilke imza attı. Dur durak bilmeden çalıştı çabaladı. O pek çok meslektaşının geçmeye dahi korktuğu arka sokaklardan kazandı ekmeğini. Oradakilerin, bizler için hep görünmez olanların sesi soluğu oldu Savaş Ağabey. Henüz bir bebekken annesi sahnede olduğundan roman bir kadın tarafından
susması için emzirildi. Annesi sahneden iner inmez müdahale etti. Çocuğu kusturup sütü çıkarmasını sağladı. Ancak yıllar geçtikçe annesi oğlunun her olumsuz davranışından o günü sorumlu tuttu. Savaş Ağabey’de aslında içimde biraz Çingenelik var herhalde derdi. Bundan mıdır bilinmez bizim Savaş Ağabeyimiz yüzleşmekten korktuğumuz arka ve karanlık sokaklarda kaybolmuş çocuklardan, Çingene diye adlandırdığımız insanlara kadar hep öteki Türkiye’nin gözü kulağı ve sesi olmuştu. Bizde onu öyle sevdik.
Kitap yazdı, film yönetti Köşe yazarlığından gelen bir ilhamla kitaplar yazdı Savaş Ay, her biri şahsına mahsus. Ay hikayelerinden “Göz Tanığı”na “Ara Sokak”tan “Çocuk Sokağu”na “Çamur Şevketin Torunun”dan “Anlat Savaş Abi”ne onun yaşam kütüphanesine bıraktığı eserlerdir.
32
Savaş Ağabeyin çocukları gibi gördüğü 6 kitabının dışında birde yazıp yönettiği “Dansöz” isimli bir filmi vardır. Film 2000 yılında hatırı sayılır bir üne kavuştu. Ancak Ay’ın içinde bulunduğu tek sihirli perde projesi bu değildi. 1988’de “Üçüncü Göz” filmiyle başlayan serüveni sırasıyla 1996’da “İstanbul Kanatlarımın Altında”da “Bekri Mustafa”ya, 2007 de “Maskeli Beşler; Irak”tan 2008’de “Bayrampaşa Ben Fazla Kalmayacağım”a kadar geniş ve renkli bir yelpazeye yayıldı. 1998 ile 2003 yılları arasında da 3 dizi de yer aldı usta gazeteci. Ancak ne beyaz perde ne de dizilerin renkli dünyası onu çok sevdiği sokaklardan uzak tutamadı. Fotoğraf tutkusu, haberi masa başında değil içinde anlama ve anlatma duygusu onu pek çok meslektaşı arasında çok farklı bir yere oturttu.
belki içten içe masumca bir kıskançlık duymuşlardı belki de hepimizden biraz daha ağır geçmişti ergenlik dönemleri. Babaları bize söz vermişti. Her daim ihtiyacımız olduğunda yanımızda olacaktı, sokaklarda olacaktı. Savaş Ağabeyde herkes gibi bedel ödedi. Meslek aşkı çoğu kez üstün geldi. Ama o çocuklarını her daim sevdi. Onun için aile demek en değerli şey olan zamanı sevdikleriyle paylaşmak demekti. Öyle de yaptı.
Onu 15 yıl boyunca mücadele edeceği kansere karşı güçlü kılan habere haberciliğe yaşama karşı olan sevgisi ve tutSavaş Ağabeyin en güzel yönlerinden kusuydu. Yardım ettiği insanların duaları biri şiirlere karşı olan yakınlığıydı. Hem Savaş ağabeyleri için açılan avuçların yazarak kaybolur saklanırdı mısraların yakarışları ile güçlü kaldı Ay. Ölümünarkasına hem de bazen karşı çıkarcasına den 2 gün öncesine kadar bile hastane hayatın tüm umutsuzluğuna bağıra bağıra bahçesinde fotoğraf çektirdi. Belki de bilokurdu Ay şiirlerini bağrından koparcasına. meden bizlere böyle veda etti. 1999 yılınBir kız bir oğlan babasıydı Savaş Ay. da Gırtlak kanserine yakalandığında çok Yarım kalan bir evlilikten belki de tek kasevdiği annesi ona sakın korkma oğlum zancı buydu. Çocukları büyürken onu demişti. Korkmadı Savaş Ağabey. Konuşbizimle paylaşmak zorundaydı. Kim bilir mak bile bir süre yasaklandı usta gazeteci-
33
ye. Bu belki de onun için en büyük cezaydı. Yıllar yılları kovaladı, mücadelede hiç gardını düşürmedi Ay. 2011 yılının kasım ayında annesini yine kanserin başka bir çirkin yüzüyle ebediyete uğurladı Savaş Ağabey. Son bir kaç yıldır hastalığı sesini buğulu bir fısıltıya çevirmişti. Yine de kopmadı Savaş Ağabey bizden. Tedavi olduğu hastanede herkese moral kaynağı oldu Ay. Kendi derdini unutup verdiği sözün hakkını verdi. Ona orada ihtiyacı olan insanlara belki de son zamanlarında elinden geldiğince yardımcı oldu.
59 yaşında hiç yaşlanmayan yıpranmayan sevgi dolu kalbinin durmasıyla aramızdan ayrılan? Onu sonsuz rahmete kendini sakladığı mısralarla uğurlamak sanırım en güzel veda olacaktır. Hoşça kal Ölümü bile sevebilecek kadar yürekli adam.
Bir Sihirbaz vardı...
Bir sihirbaz vardı… Herkesi “şapkasından tavşan çıkardığına” İnandırmak zorundaydı. İnandırdı. Yorgun Düştü Savaş Ağabey... Bir Sihirbaz vardı. Oğlunu “şapkalardan asla tavşan çıkTaa ki kendisi yenik düşene kadar. mayacağına” Yorgun düşen Savaş Ağabey, ameliyat İnandırmak zorundaydı. için düşünmek ve zaman kazanmak istedi. İnandırdı. Belki de artık yorulmuştu Savaş AğabeyBir oğlan çocuğu vardı. imiz adı gibi savaşmaktan. Teslim olmaya Sihirbaz’ı “hiçbir şeye inandırması” karar vermiş ancak biz üzülmeyelim diye gerekmiyordu… devam ettiği mücadeleyi yarım bırakır gibi Bir oğlan çocuğu vardı. görünmek istememişti. O değil miydi haYaşamını “İnanılmayacak her şeye inyatı sevdiği gibi ölümü de sevdiğini söyleyançlı” olduğuna en? O değil miydi soğuk bir kasım sabahı Babasını inandırmaya adadı… O çocuk bunu onu tanıyan tüm insanlara karşı başardı. Katı yürekleri yumuşattı, kuruyan göz pınarlarından gözyaşı nehirleri yarattı. O hayatta kaldığı kısacık zamanda insanları masalların gerçek olduğuna inandırdı, zamanın durduğu bir diyarda sonsuz bir uykuya daldı.
34
Spor
: T S O D ESKİ BİR
U C S E C U L A E C R I M -Efe Karasu-efekarasu@gmail.com-
Mircea Lucescu’nun Türkiye’de yaşadıkları, ülkemiz takımlarının yarıştıkları alanlarda neden yeteri kadar başarı elde edemediğinin açıkça delilidir. Başarılı oldukça kovulan kurt teknik direktör, kendisine sahip çıkıldığında neler yapabileceğini herkese gösterdi. Biz onu kovanlar ise Donetsk dahisinin başarılarını sadece televizyondan izleyebiliyoruz.
35
lkemizde yaşayıpta Mircea Lucescu adını Ü daha önce duymamış bir futbolsever sanırım
yoktur. Romen teknik direktör burada öyle bir iz bıraktı ki Türkiye’ye rakip olarak gelse bile insanların sevgi seliyle karşılaştı. Futbolumuzun en büyük sorunlarından olan tahammülsüzlük ve istikarsızlık sebebiyle çok sevdiği İstanbul’dan, Galatasaray ve Beşiktaş’ın başında toplam 4 sezon geçirdikten sonra ayrılan Luce, Ukrayna’ya gidip Shaktar Donetsk devrimini gerçekleştirdi. Artık takımlarımız için iş işten geçmişti. Kurt teknik adam Shaktar’da emeklerinin karşılığını almaya başladı ve oradan ayrılmaya hiç niyetinin olmadığını açıkça ifade ediyor. Türkiye’den çalıştırdığı takımlara yaşattığı efsanevi başarılar karşısında adete kovulan bu başarılı adam, futbol takımlarımızın hatta milli takımımızın bir antrenörlük arayışı içerisinde olduğu zamanlarda akla gelen ilk isimlerden biri olması nedeniyle mutlu. Kendisinin mütevaziliği elden bırakmadan
bize şöyle bir tavsiyesi var, “Futbolun başındaki insanlara yol gösterme gibi bir lüksüm olamaz. Benim naçizane tavsiyem, Türk futbolu eğer kabuk değiştirmek istiyorsa 2000’li yıllara dönüp, o zaman yakaladığımız başarıyı iyi anlamalıdır.”
Hem Teknik Direktör Hem Futbolcu Mircea Lucescu, futbolculuk hayatı boyunca öyle şaşalı takımlarda oynamasa da oynadığı takımlar onun oynadığı dönemlerde hep yapabileceklerinin en iyisini yaptı. Ülkesinin sınırları dışında yeşil sahalarda görev yapmayan Romen teknik adam, Romanya Milli Takım formasını tam 70 kere sırtına geçirme başarısını gösterdi. Futbolculuk hayatında Dinamo Bükreş, Ştinta Bükreş’te görev yapan Lucescu son olarak Corvinul Hunedoara hem futbolculuk hem antrenörlük yaptı. Takımı ilk sezonunda küme düşse de Hunedoara temsilcisine tarihinin en iyi başarısı olan lig üçüncülüğünü kazandırdı. Bunun yanı sıra, takımından birkaç oyuncusunu da milli takıma kazandırmayı başardı. Bu kazanan ruh, teknik direktörlük kariyeri devam ettikçe onu arkasından bir gölge gibi izledi.
Sondan Bir Önceki Durak: Türkiye
Lucescu, Corvinul Hunedoara’da yaşadığı teknik adamlık tecrübesinin ardından daha önce formasını terlettiği Romanya Milli Takımı’nın bu sefer teknik direktörü
olmuştu. Daha sonra sırasıyla Dinamo Bükreş, AC Pisa, Brescia Calcio, AC Reggiana, Rapid Bükreş takımlarını çalıştırdı. Bükreş’te başarılı bir performans sergileyen Romen teknik adamın bir sonraki durağı dünya devi İnter oldu. Burada bir sezon geçirdikten sonra yeniden Rapid’e dönen Lucescu, 2000 yılında UEFA Kupası’nı Galatasaray ile kazandıktan sonra İtalya kariyerine başlayan Fatih Terim’in yerine sarı kırmızılı takımın teknik direktörlük görevini getirildi.
Galatasaray, Fatih Terim ve onun altın jener-
36
Mircea Lucescu’nun Türkiye’de yaşadıkları, ülkemiz takımlarının yarıştıkları alanlarda neden yeteri kadar başarı elde edemediğinin açıkça delilidir
asyonuyla birlikte UEFA Kupası’nı müzesini götürürken Türkiye’de bir ilke imza atmış oldu. Elde edilen bu büyük başarı sonrasında göreve gelen Lucescu’nun omzundaki yük de büyük oldu. Ancak o bunun üstesinden gelebileceğinin sinyallerini UEFA Süper Kupa finalinde Real Madrid’i uzatmalara giden maçta 2-1 mağlup edip kupayı takımının müzesine götürerek ıspatlayacaktı. Bu kupa, tecrübeli teknik direktörün kazandığı ilk Avrupa Kupası oldu. O sezon ligi ve kupayı hep finallerde kaybeden Lucescu, takımına UEFA Şampiyonlar Ligi’nde
37
o güne kadar daha hiç görmedikleri çeyrek final oynama başarısını yaşattı. Ertesi sezon Galatasaray, UEFA Şampiyonlar Ligi’nde ikinci tura yükselip, FC Barcelona, Liverpool ve Roma’lı grupta 5 beraberlik 1 mağlubiyet alıp, gruptan çıkma şansını son maçta kaçırmıştı. Romen teknik direktörün takımı sezon sonunda ligi şampiyonlukla tamamladı. Ancak o her ne başarırsa başarsın bileti kesilecekti. Çünkü kulübü yönetenlerce onun bu başarıları pek bir anlam ifade etmiyordu. Ne de olsa Fatih Terim İtalya’dan ayrılıp yeniden takımın başına geçecekti.
Ukrayna ekibi Shaktar Donetsk , Romen teknik adamla birlikte 2009 yılında hem UEFA Kupası’nı hemde UEFA Süper Kupası’nı kazandı.
Sergen Attı Şampiyonluk Geldi
yarbakırspor’a kaybetmiştik, Galatasaray’a karşı oynadığımız iki derbiyi de kazanFatih Terim’in Galatasaray’ın başına geçme- mıştık. Sonrasında muhteşem bir şampiysiyle Lucescu boşta kaldı. 100. yılını yaşayan onluk kutlaması vardı. Bu benim için çok önemliydi, hala unutamıyorum. Beşiktaş’ta ve teknik direktör arayışında olan Beşiktaş bu fırsatı kaçırmayıp Luce’yi takımın başına ilk sezonumda, takımın 100. yılında şampiyon olmak benim teknik direktörlük kariyergetirdi. Cordoba, Zago, Guinti, Kaan Dobra, imde hiç unutamayacağım bir anıydı.” Sergen Yalçın ve Rapid Bükreş’te beraber çalıştıkları eski öğrencisi Daniel Pancu’yu Beşiktaş kazandıran Lucescu, takımın Olmasaydı Sonumuz Böyle... çehresini olumlu anlamda değiştirdi. Lucescu’nun takımı UEFA Kupası’nda çeyrek Beşiktaş, Lucescu ile birlikte kazandığı finale kadar çıkarak, Beşiktaş tarihinin rüya şampiyonluğun ardından 2003 – Avrupa Kupaları’nda en büyük başarısına 2004 sezonuna fırtına gibi bir giriş yaptı. imza attarken, kulübün 100. yılında özlediği Siyah beyazlılar ligte 17. hafta itibarişampiyonluğu da kazandı. Tecrübeli teknik yle en yakın rakibine 8 puan fark atmış, adamın 100. yıl şampiyonluğu ile ilgili hisnamağlup bir şekilde şampiyonluk yollerini şöyle ifade ediyor, “Beşiktaş’ın 100. unda emin adımlarla ilerliyordu. Herşey yılında takımın başında bulunduğum için 18. haftada İnönü Stadyumu’nda oynanan kendimi şanslı hissediyorum. Çok iyi bir Samsunspor karşılaşmasında yaşananlarla kadro oluşturmuştuk. Ancak o sezon lige iyi tersine döndü. Maçın hakemi Cem Papibir başlangıç yapamamıştık. Dolayısıyla bir la, Beşiktaş’tan 5 oyuncuyu kırmızı kartla kaç oyuncu değişikliği ve sistem değişikliği cezalandırdı. Maç 85. dakikada yarım kaldı. ile birlikte neler yapabileceğimizi masaya Karşılaşmanın skoru 4-0 olarak Samsunyatırdık. Başlangıçta iyi sonuçlar alamadık spor lehine tescil edildi. Bu sonucun ardınancak kaybetmedikte. O sezon sadece Didan geçen sürede Beşiktaş, ligi şampiyon
38
olan Fenerbahçe’nin 14 puan arkasında bitirdi. Olaylı Samsunspor maçından sonra alınanan kötü sonuçlarla beraber medya ile sık sık sorunlar yaşayan Lucescu’nun bileti kesilmişti. Bu ayrılık Beşiktaş’ı geriye doğru götürürken Lucescu’ya Shaktar’da kariyerinin en parlak günlerini yaşama fırsatını tanıyacaktı.
Donetsk Dahisi
Beşiktaş’tan ayrıldıktan sonra 2004 yılında Ukrayna’nın Shaktar Donetsk takımı ile anlaşan Lucescu, gelir gelmez Ukrayna Ligi’ndeki Dinamo Kiev hegomonyasını yerle bir etti. Lucescu takımın başına geçene kadar sadece 1 lig şampiyonluğu olan Shaktar, Romen teknik adamla birlikte 2013 yılına kadar tam sekiz şampiyonluk kazandı. Ukrayna ekibi 2009 yılında hem UEFA Kupası’nı hemde UEFA Süper Kupası’nı kazandı. Lucescu, Shaktar’ı dünya takımı yapmayı başardı. Takımı avrupada çekinilen ekiplerin arasına girdi. Kendisine Donetsk şehrinin meclisi tarafından “Donetsk Onursal vatandaşlığı” ünvanı dahi verildi.
39
İmparator Değil İşçi Kendisine imparator yakıştırmaları yapanlara ben İmparator değil işçiyim diyerek yanıt veren bu yürekli adamın gücü ülkemiz futbolundaki yerleşik düzeni yıkmaya yetmedi. Ancak Luce, bu bozuk sistemin bizden alıp götürdüklerini gözümüzün içine kadar soktu desek yanlış olmaz. Ülkemizde ağızlardan düşmeyen marka değerini, Shaktar’da tek başına oluşturan ve takımını bir dünya markası yapan tecrübeli teknik direktörün Türkiye’de yaşadıkları ve sonrasında Shaktar’da başardıkları “Neyi yanlış yapıyoruz?” dersinin çalışma kitabı olarak okutulsa yeridir. Tabii ki sonuç olarak köpekler istedi diye atlar ölmedi. Eski dostumuz, başarılarıyla kendisini sevenleri onure etmeye devam edecek gibi görünüyor. O, futbolumuzdan gelip geçen romantik bir karakter olarak daima hafızalarımızın bir köşesinde duracak. Gülümsemesi daim olsun.
Röportaj
Yer Altındaki Ses
Underground Rap -Mustafa DOĞAN-mstf.doqan@gmail.com-
S on zamanlarda bir müzik türü var ki
gençler arasında oldukça revaç görmekte. Bu müziği yapmak için bir plak şirketiyle anlaşmaya varmanıza veya oldukça pahalı stüdyolara para ödemenize gerek yok. Bu
müziği evinizde bir bilgisayar, bir mikrofon (mikrofonun kalitesi sesinizin kalitesini belirler) bir mikser amfi ve bir de ses kayıt alan bilgisayar programına ihtiyaçınız var. Tabi ki sizin yeteneğinizi saymıyorum çünkü o olmazsa olmaz. Evet, bu kadar yeterli sesinizi duyurabilmek için. Peki nedir bu müzik derseniz Underground Rap müziğinden bahsediyorum. Peki nerede, nasıl doğdu bu müzik türü? Rap aslında Hip Hop’ın bir alt dalıdır. Hip Hop, 1970’li yılların sonunda Amerika’nın o kötü koşullarında ikinci sınıf insan muamalesi gören zencilerin gündemden uzaklaşmak ve kendilerini eğlendirmek için oluşturduğu bir kültür ve yaşam tarzının adıdır. Bu yaşam tarzında
40
Rap Müziği, Graffiti sanatı, Break dansını ve Dj’likler içermektedir. Rap’in kelime olarak açılımı “Rhytmic African Poetry” (Ritmik Afrika Şiiri) sözcüklerinin kısaltması olarak bilinmektedir. Rap İngilizce’de “ağır eleştiri” anlamına da gelmekte. Underground Rap ise yeraltı ya da bandrollü olarak çıkmamış sanatçıların yaptığı Rap müziğine denir. Kendilerine yeraltının sesi de diyorlar. Yukarıda saydığım dökümanları bir araya getirdikten sonra müziğin tempo ve ritmine uyarlanıp beat eşliğinde söylediğiniz müziktir. Sokak tarzı ve sert sözler bu müzikte ağır basmaktadır.
Türkiye’de Rap Cartel’le Başladı Amerika’da doğmuş Rap müzik türü, ülkemizde de 1995 yılında Almanya’dan Karakan, Cinai Şebeke ve Erci-E tarafından oluşturulan “Cartel” grubu ile başlamıştır. Bu tuhaf müzik insanlara ilk olarak ilginç gelmişti. Çünkü kültürümüzde böyle bir müzik türü yoktu. Ülkemizde Underground Rap müziğini yapanların sayısı da oldukça fazla. Sagopa Kajmer, Ceza, Pit10, Hayki, Abluka Alarm ve birçok kişi ülkemizde Underground Rap müziği yapmakta. Bu saydıklarım isimler bu işi kaliteli yapanlar ve belirli bir hayran kitlesine ulaşmış kişiler. Tabi her alanda olduğu gibi bu işi kaliteli yapan da var, yapamayan da var. Fakat şöyle bir gerçek var ki bu müzik oldukça yaygın bir şekilde yapılıyor. Underground Rap’i icra eden, şahsım adına kalitesini beğendiğim ve sesini çok iyi kullanan biri
41
de Dahi nam-ı diğer Gökhan Özdemir. Kendisiyle Underground Rap müziği hakkında konuştuk. İstanbul doğumlu Dahi kendisini şu şekilde tanımlıyor; Adım Gökhan ÖZDEMİR. Doğduğumdan beri İstanbul’dayım, İkitellideyim. Bir takım sıkıntılar nedeni ile bir kaç yıl Çorlu’da yaşadım. Gerçi yaşadım mı? Bilmiyorum. İnsan bir garip oluyor alıştığı yerden ayrılınca. Bende bir garip olmuştum o sıralar velakin tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yerdeyim. Rap müziği “Getto”da yaşayan zencilerin bir nevi sistemi eleştirmek için söyledikleri müzik türü. Acaba Dahi’yi Rap müziğine sevk eden neden ne? “Bana varlığımı hissettiriyor, en azından düşünüp bir şeylerle var olmayı… Rap müziğe başlayalı sekiz sene oldu. Rap müzik benim için gerçekten başka bir yerde. Kulağıma hoş gelen her şeyi dinliyorum ama rap müziğin bendeki yeri çocukluğuma dayanıyor. Basketbol oynamaya başladığım zamanlarda NBA yıldızları gibi bol giyinmeye başladım. Sonra merak ettim, bu adamların acaba kulaklığında çalan müzikler nelerdir? dediğimde keşfettim bu güzel rap müziğini.”
“Underground Rap, her şeyi özgürce herkese anlatmaktır” İnsanlar kültürümüze uzak olan bu müziği elbette tedirginlikle karşılıyor. Tabi genç nesil bu müziğe bir nevi alışmış olsa bile yaşlı nesil pek anlam veremiyor. Bu yüzden de oldukça dar alanda dinleyici kitlesine ulaşabiliyor. Dahi Underground Rap’i özgürlük olarak tanımlıyor: “Underground Rap, her şeyi özgürce herkese anlatmaktır. Konu ne olursa olsun karşınızdaki kim olursa olsun anlatmaktır. Sokak ağzı, küfür, şiddet her ne olursa olsun… Underground iyidir. Bandrollü albüm çıkarmış, belirli hayran kitlesine ulaşmış yani o kadar yüksek yerlere gelip hala bu müziği yapmak isteyen hatta yapan çok fazla rapçi var. Yeraltı felsefesi aslında herkesin hayatının bir yerinde vardır, bunu da kimse inkar edemez . O yüzden underground özgürlüktür. Undergorund her şeyin başıdır. Türkçe sözlü rap müziğin her şeyi.” Undergorund Rap’in zirvesi bandrollü albüm çıkarmak olsa gerek. Underdground Rap’in hayatına devam ettiği mekan, elbette dünyayı küresel köy haline getiren internet mucizesi. Bandrollü albüm yapmak da tahmin edebileceğiniz gibi pahalı bir iş. Normal türdeki müziklerde fiyat 3 ise rap müziği
albümü çıkarmak isteyenlere fiyat 3 katına kadar çıkıyor. Bu nedenle bu işi yapanlar hayatlarını internet ortamında sürdürmek zorunda kalıyorlar. Bunun yanı sıra çeşitli Rap partilerinde de sahne alıyorlar. Ama tekrar belirteyim ki buralardan da pek fazla bir kazançları olduğu söylenemez. Dahi’de bugüne kadar internet ortamında Cerrahın Elleri, Bela Bu Nağmeler Part-1, Bela Bu Nağmeler Final, Hoşçakal, Psikolojik Savaş albümlerini piyasaya sürdü. Bu albümler bandrollü olarak çıkmadı ama kendisi hepsini tek tek müzik cdlerine doldurup saklıyor. Sanatçılar albümlerinde belirli hayran kitlesine ulaşmış rapçilerle düet yaparak, rap müziğini albümlerine koymaya başladı. Bu bir nevi rapçinin işine yarıyor bir nevi plak şirketinin. Bu şekilde plak şirketi albümlerinin rap dinleyenler arasında da yayılmasını sağlıyor. Kimileri Underground Rap’in bu şekilde amaçından dışarı çıktığına inanıyor, kimisi de amaç ses duyurmaksa nasıl olursa olsun diye bakıyor. Günümüzde düet yapan birçok Underground rapi yapan var. Underground rap yapalardan Şanışer (Sarp Palu)’in Rafet El Roman ile Açık ve Net şarkısı, Ceza’nın Sezen Aksu ile Şinanay ve Candan Erçetin ile Bu Şehir şarkısı, Pit10’nun Emre Altuğ ile söylediği Hangimiz Tertemiz bun-
42
lara örnek olarak verilebilir. Dahi bu konu hakkında ise “Ben gerçekten gerekli olduğunu düşünüyorum. Amaç dediğim gibi ses duyurmak. Çıkıp kimse farklı bir şey yapmadı. Ceza rap okudu, Pit10 da aynı şekilde rap okudu. Umarım böyle şeyler olmaya devam eder. Benim için önemli olan rap müziğin ne kadar önemsendiğini görmek.”diyor.
“Diss, rapin tuzu biberi”
Underground Rap’in içinde “Diss” denilen bir olay var. Diss, bir nevi kültürümüzde var olan “Ozan” atışmalarına benzer ama biraz farklıdır. Diss’te pek fazla argo küfür içerikli cümleler vardır. Diss’deki amaç kimin daha iyi laf yapıtığı, kafiye üreterek karşısındakini susturduğudur. Yani kısacası iki rapçinin birbirine yermek, eleştirmek için yazıp söyledikleri parçalardır. Edebiyat da ise
43
bunun karşılığına “hiciv şiiri”ni örnek olarak verebiliriz. Bu tür parçaların var olması biraz da rapin küfürle anılmasında ön yargı oluşturuyor. Bu parçalar çoğu kişi tarafından sevilmese de yapılıyor. Dahi bu konu hakkında da şunları söylüyor: “Dediğim gibi rap özgürce düşünüp anlatmak. Diss, bana göre rapin tuzu biberidir . Küfüre karşı değilim. Sokakta birbirlerinin anasına bacısına söven insanlar ne diye bunu dışlar bilmem. Kimse küfür etmiyor, bir tek rapçiler küfür ediyor. Ne yazıktır ki biz sürekli yabancı filmlerde Türkçe alt yazılı “Lanet olsun’’lar görmüyor muyuz hep. Mecliste, televizyonda, evde, okulda, işte, sokakta her yerde var. Peki şimdi söylesin biri bana nerede küfür yok? önce ona cevap bulalım.”diyor. Bu konuda Dahi’ye hak vermemek elde değil. Underground Rap sanırım bu şekilde yükselmeye devam ederse bunu kabullenmeyenler dinlemeyenler de buna artık boyun eğmek zorunda kalacaklar. Bu müzik artık yok sayılamayacak ve de yükselemeye devam edecek. Dahi nam-ı diğer Gökhan ÖZDEMİR’e bize zaman ayırıp sohbet ettiği için buradan tekrar teşekkür ediyorum. Bir de unutmadan, Dahi’ye Dahifanpage facebook sayfasını beğenerek destek olabilirsiniz.
Foto Haber
44
Yokuşun E(k)mekçileri
Hamallar
Fotoğraflar -Fatih YILDIRIM-
Kuşlar yavrularını doyurmak için solucan taşır, kanguru yavrusunu kesesinde taşır, kaplumbağa evini hep sırtında taşır, insan da yavrularına ekmek götürmek için yük taşır. Doğa’da var olan her canlının kendine özgü bir “ekmek” serüveni var. İnsanın yavrularına, evine ekmek götürmesinin ise çeşitli yolları mevcut. Bu yollardan herhalde en zoru ve zahmetlisi ‘Hamal’lık yaparak evine ekmek götürebilmek. Hamallar yaz kış demeden sırtlarında yük taşıyarak evlerine bir ekmek götürme derdindeler. Ekmek parası için dünyanın yükünü sırtlarına alırlar… Eminönü’nde bulunan Mercan Yokuşu hamalların yaygın olarak çalıştığı yerler. Şimdilerde bu işi yapanların sayısı az. Eskiden babası oğluna ilk küfeyi verirmiş işi öğrensin, ekmeğini buradan kazansın istermiş. Mehmet Akif ’inde “Küfe” şiirinde bu işin zoruluğundan bahseder. “Nefes değil o soluklar, kesik kesik feryad; Nazar değil o bakışlar, dümû-i istimdad. Bu bir ayaklı sefalet ki yalnayak, baş açık; On üç yaşında buruşmuş cebin-i safi, yazık!” Sizin için bu ay “Hamal”ların zorlu ekmek mücadelesini fotoğrafladık.
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56