1
Bu Ay
-Spor12-“Farklı Biri: Slaven Bilić” Euro 2008 sonrasında, o zamanlar Hırvatistan’ın teknik direktörü olan Slaven Bilić, hep aklımızın bir köşesinde oldu. Hırvat Milli Takımı’nı bıraktıktan sonra Beşiktaş ile çalışmak istediğini söyledi, Beşiktaş’ta onu istedi ama bu birliktelik henüz nasip olabildi. Split’ten İstanbul’a uzanan bir hikayenin baş kahramanı olan bu karizmatik adam bir teknik direktörden daha da fazlası...
2
içindekiler 5- Editör
-Foto Haber24-“Tüm âlemlerin kadınlarından üstün kılınan kadın Hz. Meryem” Kur’an’da geçen Ali İmran Suresi’nin
42. ayetinde Hz. Meryem bu şekilde anlatılıyor. O tüm kadınlardan üstündür. Meryem Ana Evi, Hıristiyanlar için hac yeridir ve bugüne kadar papalar tarafından da ziyaret edilmiştir. Hristiyanlar yanında Müslümanlarca da kutsal sayılır ve ziyaret edilir, hastalara şifa aranır, adaklar adanır.
-Sinema-
6- “TEK MEKANDA YARATILAN MUCİZELER” Bu sayıda, konu başlığından da anlaşılacağı üzere, tek çekim mekanına sahip olan “12 Kızgın Adam”, “Ölüm Kararı” ve “Arka Pencere” filmlerini ele almaya karar verdim. Konuya girmeden önce, sinemanın önemli görsel öğelerinden biri olan “mekan”dan biraz bahsetmek istiyorum. Bir filmi, seçtiğiniz mekana göre bambaşka bir noktaya taşıyabilirsiniz.
-Portre37- “
“Geride kaldı çocukluk”
18-Kitap
“ŞAHİKA FERAYE” 21- Tiyatro
“MUTLULUĞA ULAŞMANIN YOLU: AŞKA 103 ADIM” 10- Mitoloji
“LANETLİ GÜZELLİK MEDUSA ” 34- Röportraj
“Türk Sanat Müziği’nde bir udi: Gürcan Yaman ” 40- Yaşamın İçinden
“Meryem Ana Evi ”
HUYSUZ VE TATLI BİR ADAM: SEYFİ
DURSUNOĞLU” Trabzon da 1 Ekim 1932 yılında bir cumar-
3
tesi günü Dursunoğlu ailesine katılan erkek çocuğuna dinin kılıcı anlamına gelen Seyfettin ismi verildi. Babası Seyfettin henüz 6 yaşındayken annesi Selvi hanım ve diğer çocukları ile İstanbul a geldi. Eminönü’n de manifaturacılığa başlayan baba Dursunoğlu ,ailesini önce Vefa sonrada sırası ile Karagümrük ve boğazın nadide incisi Beylerbeyine taşıdı.
büt dergisi
Aylık Kültür- Online dergisi
Editör
Mustafa Doğan
Yazı işleri Emre Ceylan Reklam
Efe karasu
Mısra Yıldız
Grafik Tasarım
Mustafa Doğan
Ön ve Arka Kapak Mustafa Doğan
Yazarlar
Emre Ceylan Efe Karasu Ege Küçükkiper Müge Gül Handan Aşık
www.butdergisi.com www.facebook.com/butdergisi www.twitter.com/ButDergisi
Bize ulaşmak için info@butdergisi.com butdergisi@gmail.com
Tüm hakkı saklıdır. Yazılarla ilgili tüm sorumluluk yazarlara aittir.
4
Editör
Geride kaldı çocukluk C
-Mustafa DOĞAN-mstf.doqan@gmail.com-
ama bir taş gelir tak tuk. Camdan aşağı bakarsın hadi gel top oynamaya, camdan aşağı bakarsın hadi gel misket oynamaya, camdan aşağı bakarsın hadi gel sporcu kağıdı oynamaya… Evet, bu benim ya da bir neslin çocukluğunu anlatan birkaç oyundan veya sokak yaşamından sadece bazıları. Bir neslin var oluşunda etken rol oynayan eski bir rüya. Rüya diyorum çünkü yeni nesil bunların çoğundan haberdar olduğu halde onlara eğlenceli gelmiyor. Bu yazımda sizlere yeni nesil ve eski nesil arasındaki çocukluk yıllarına götürmeyi planlıyorum. Belki bu mazi çizgisinde sizleri düz yürütmeye başarabilirim. Benim çocukluğumda yukarıda değindiğim gibi arkadaşlarım beni sokakta top oynamaya çağırır, bende koşa koşa giderdim. Saatlerce top oynamaktan yorulmaz, kan-ter içinde maç sonunda o yediğimiz genelde yaz aylarında olurdu meybuzun tadına doyamazdık. İçinde gıda boyasının bir hayli fazla olduğu; sarı, yeşil ve kırmızı renkli gıda boylarının soğuğun etkisiyle buza dönüşmesi ve bizim onu afiyetle yememiz, o sokak maçından sonra vazgeçilmez bir gelenekti. Topu dediğim gibi sokaklardan oynardık. Arabaların geçmesi ve oyunun sürekli durması hepimizi sinir eden bir durumdu. Hele birde bir arabanın top oynadığımız yere park etmesi bizim şoföre “arabayı biraz daha ileri al abi top oynuyoruz” isteğimize “alamam” demesi bizimde ona cevaben “arabanın camı kırılırsa biz sorumlu değiliz” tehdine karşı arabanın yerinden bile oynanaması sinirimizi bozan şeydi. (Bu tehdit istekle yapılır fakat arabanın aynası veya farı istenilerek kırılmazdı. O hep kazaydı.) Tabi kış ayları yağmurun etkisiyle sokakta top oynamak zordu fakat kar yağması top oynamamıza engel değildi. Düşe kalka kar üzerinde
5
top oynamanında ayrı bir zevki vardı. Yaz aylarının gelmesi misket oynunun ve sporcu kağıtlarının oynanması demekti. Okullarında tatil olması bunlar için engellerin ortadan kalkması demekti. Gerçi okul varken de biz bunları oynardık ama geçikme yaşanırdı. Miskette kuyu, baş ve üçgen oyunları oynamak çok zevkliydi. Hele o misketleri sırayla dizip en baştakini vurup bütün misketleri almak mutluluğumuzun nirvanasıydı. Arada mızıkmalar olmuyor değildi. Sevmediğimiz biriyle misket oynuyorsak ve başı vuruyorsa hemen bir kargaşa ile misketleri dağıtıp herkes kapabildiğini kapardı. Tabi bu futbol aşkı ve misket aşkından sonra üşerimizin kirlenmesi hele top oynarken ayakkabılarımızın haddinden fazla yıpranması sonucu evde annemizden işittiğimiz azarında farklı bir yanı vardı. Tabi bu azarlamalar bizi hiçbir zaman yıldırmazdı ve yıldıramazdı da biz tekrar sahalara geri dönerdik. Bunlar benim çocukluğumdan bir kesit ve eminim ki bir çoğunuzun hiç unutmadığı yıllardan kesit... Şimdiki çocukluğun bizimkiyle yakından uzaktan alakası yok. Var olan benzerliklerimiz cama taş atılıp çağrılmak. Bu taş atma hadisesi de top oynamaya değil internet cafede online oyun oynamaya çağırma olarak cereyan eder çoğu zaman. Günlerinin çoğunu kafede bilgisayar başında geçiriyorlar hatta artık tüm evlere giren bilgisayarların başında geçiriyorlar. Bence bu örnek tüm yeni çağ çocukluğunu anlatmak için yeterli. Daha fazla karşılaştırma yapmak gereksiz. Biz çocukluğumuzu sokakta toprakta geçirdik, şimdiki çocuklar online sokaklarda ve topraklarda geçiriyor… Bir sonraki editör yazımızda görüşmek üzere, dergimizi içinde birbirinden güzel yazıları okumayı da ihmal etmeyin. İyi okumalar...
Sinema
TEK MEKANDA YARATILAN MUCİZELER - Ege KÜÇÜKKİPER-
-ege0692@hotmail.com-
B
u sayıda, konu başlığından da anlaşılacağı üzere, tek çekim mekanına sahip olan “12 Kızgın Adam”, “Ölüm Kararı” ve “Arka Pencere” filmlerini ele almaya karar verdim. Konuya girmeden önce, sinemanın önemli görsel öğelerinden biri olan “mekan”dan biraz bahsetmek istiyorum. Bir filmi, seçtiğiniz mekana göre bambaşka bir noktaya taşıyabilirsiniz. Örneğin; çekim mekanınız beş katlı bir ev ise, illa lüks, havuzlu veya bakımlı olması gerekmez. Köhne, çürümüş ya da bir kısmı yanmış da olabilir.
Görsellik elbette önemlidir fakat aslolan, seçilen mekanların senaryoya uygun oluşudur. Düşük gelirli bir ailenin yaşadığı evi, sırf gözlere hitap ettirmek veya seyirciyi yaşamak isteyeceği gibi bir ortama sokmak için lüks gösteremezsiniz. Her şeyden önce bir algı sanatı olan sinema, seyircinin beyninde yarattığından farklı olmamalıdır. Yani burada kurulması gereken denklem “doğru senaryo = doğru mekan”dır. Şimdi sırasıyla bu üç filmi inceleyelim.
BAKIŞ AÇINIZI DEĞİŞTİRİN
Henry Fonda’nın başrolünü üstlendiği 1957 yapımı 12 Kızgın Adam, Reginald Rose’un aynı adlı oyunundan beyazperdeye uyarlanarak, Sidney Lumet’ı ilk kez yönetmenlik koltuğuna oturtmuştur. Ayrıca televizyon için 1997’de farklı bir castla tekrar çekilmiştir. Latin Amerikalı bir gencin, babasını öldürdüğü gerekçesiyle, cinayetle suçlanmasını konu edinen film, gerçeği oybirliğiyle ortaya çıkartacak 12 kişilik bir jürinin izlenimlerinden aktarıyor. Sadece 8 numaralı jüri üyesinin “suçsuz” yönünde karar verdiği oylamada, diğer jüri üyelerinin ikna süreçleri
6
ve yaşamlarına dair izler gözler önüne seriliyor. Aynı görüşte olan 11 kişiden, kimisinin kanunlara karşı aşırı güven beslemesi, kimisinin yabancı düşmanlığı, kimisinin geçmişle olan hesaplaşması, kimisinin ise, çoğunluğa uyma çabası içerisinde oy kullanmasıyla şekillenen dava, özünde suçlu – suçsuz ayrımından Soru – cevap tekniğine çok, öyleymiş gibi görünen bir takım dayanan film, önce neden ve sonuçların tezini belirleyip, sonaslında öyle olmadı- ra anti-teze geçerken, ğını, olaylara at gözson derece mantıklı lüğü yerine daha geniş bir perspektiften diyaloglarıyla sentezini bakılması gerektiği- biçimlendirmede usta ni ve en önemlisi ön- bir matematiğe sahip. yargılardan kurtulup, gerçeğin boyut değiştirebildiğinin bilincine varılmasını ispatlamakta başarılı. Klasik bir toplantı salonu görünümünde olan mekan, senaryoya sağladığı uyumla mahkemenin o soğuk havasını, kapının dışında bırakarak, insan hayatı üzerinden girdiği tartışmalarla sıcak bir ortam yaratabilmiş. Soru – cevap tekniğine dayanan
1957 yapımlı 12 Angry Men (12 Kızgın Adam) filminden bir sahne
film, önce tezini belirleyip, sonra anti-teze geçerken, son derece mantıklı diyaloglarıyla sentezini biçimlendirmede usta bir matematiğe sahip.
7
Böylece merak unsurunu üst düzeye tırmandıran filmin dinamizmi de sağlam bir yapıda şekillenmiş durumda karşımıza çıkıyor. Kişisel çıkarlar mı? Yoksa toplumsal çıkarlar mı? daha önemlidir sorusuna yanıt aradığımız film, kimi zaman tıpkı adı gibi bizi de kızgın bir adam haline getirse de, kimi zaman da her olayda bir mantık aranması gerektiğini, makulleşmenin doğal bir durum olduğunu ve her şeyin göründüğü gibi olmadığını betimler nitelikte. Bir diğer önemli husus ise, film boyunca tüm karakterlerin adlarını duymak yerine yalnız numaralarını duymamız. Burada, ismin değil, yani bir başka deyişle bireyin değil, yaşanılan olayın ve neticelerinin, yani toplumun daha etken bir konumda oluşu, jüri üyelerinin toplum adına karar vermeleri ve üzerlerindeki toplum baskısı açıkça belirtilmiş. Fakat burada ders verici olan kısım, “yanlış bir karar verirsek halk bizi linç eder” zihniyetinden, “bir insanın hayatı üzerine karar veriyoruz beyler, ona göre düşünelim” zihniyetine geçişin vurgulanmasıdır. Sonuç olarak toplumu, toplum yapan yine bireydir…
BU SEFER GÖZLEMCİ KAMERA
Alfred Hitchock imzalı, 1948 yapımı Ölüm Kararı, tek mekan kullanım zorluğunu ustalıkla kotaran bir yapım. Hitchcock, bu zorluğa bir yenisini daha ekleyerek, kamerayı kaydını hiç durdurmadan yani kesme yapmadan, çeşitli kamera hareketleriyle bütün bir filmi no-stop çekerek, başarması güç bir olayın altından kalkmayı becerebilmiştir. Tabii burada oyunculuklarda önemli bir yer tutuyor. Yapılan tek hata, filmin baştan çekilmesine neden olabilir. Kamera ve mekan ilişkisine geçmeden evvel filmin konusuna bir göz atalım. Aynı evde yaşayan iki üniversite öğrencisi Philip ve Brandon “kusursuz cinayet”in var old-
uğunu kanıtlamak ve böylece kendi zekalarını ispatlamak için eski sınıf arkadaşları David Kentley’i iple boğarak öldürürler. Cesedi, evdeki eski bir sandığın içine saklayan ikili, bir akşam yemeği daveti verirler. Üstelik bu yemekte yer alan davetliler arasında, öğretmenleri, Kentley’in ailesi ve nişanlısı da vardır. Hiçbir şeyden haberi olmayan davetliler tüm olağanlıkla yemeklerini bitirirken, misafirlerden biri, bir şeylerin yolunda gitmediğinden şüphelenmeye başlar.
Bir önceki filmle (12 Kızgın Adam), Ölüm Raporu arasındaki temel fark ise, seyircinin her şeyi önceden biliyor oluşu. Haliyle merak unsuru da buna göre artma ve azalma göstermekte.
Kamera, dolaştığı mekanda gerek duvar ya da kapı arkasında, gerekse sandığın etrafında dolaşarak, seyircinin konumunu yani “gözlemci” figürü destekler durumda kullanılmış. Bu da şüphe ve gerilim temasına uyum sağlamış. Bir önceki filmle (12
1948 yapımı Rope (Ölüm Kararı) filmzinden bir sahne
Kızgın Adam), Ölüm Raporu arasındaki temel fark ise, seyircinin her şeyi önceden biliyor oluşu. Haliyle merak unsuru da buna göre artma ve azalma göstermekte. Buradan hareketle oluşturu-
lan soru-cevap tekniği, verilen tutuma göre biraz yavan kalsa da “biliyorum, yine de izliyorum” mantığını akıllara getiriyor. Aslında burada da bir zoru başarma durumu söz konusu. Olay akışının belli olduğu bir filmi, sıkıcı hale getirmeden izlettirmek kolay iş olmasa gerek. Gözüme çarpan iki film hilesi ise sırıtmadan kendini gizlemekte. Olayın kilit noktası sandık ise hiçbir zaman önden çekilmemiş. Ana faktör olarak kullanılmayarak, dikkat dağılımı önlenmiş ve düşünceler, diyaloglara kaydırılmış. Filmi izledikten sonra şu cümleyi kurmanız aşikar. “Onlar kusursuz cinayeti araya dursun. Ben kusursuz filmimi buldum.”
GERÇEĞE YAKLAŞIN… HATTA DÜRBÜNLE BAKIN…
1954’de çekilen, Alfred Hitchock filmi Arka Pencere, yine tek mekan özelliğini bizlere dolu dolu sunan nadir yapımlardan biri. Mekan tanıtımıyla başlayan film, olayın geçtiği her kareyi seyirciye gösterirken, daha sonrası için bir ön hazırlık safhasında ilerlemiş. Ufak tefek ipuçlarıyla, seyirciyi kendine daha çok bağlayan Arka Pencere, önceki iki filmin aksine, “gerçek yakınlarda bir yerde, geniş bir çerçeveden bakmana gerek yok, daha yakından bak yeter” cümlesinin altını çizmekte. Bu yakınlaşma aracı ise filmin başrolü konumunda olan dürbün. Yani filmde öznel bakış açısı ağırlıkta. Cinayetin işlenip işlenmediği muamma olduğundan, bu göreceli duruma uygun bir bakış açısının seçilmesi filmi üstün kılmaya yetmiş. Kamera, bir dürbün gibi dolaşarak yine gösterici ve anlatıcı durumunda. Bunun tam anlaşılabilmesi için konuyu özetlemekte yarar var. Geçirdiği kaza sonuncunda bacağını kırmasıyla New York’taki apartman dairesinde, zorunlu tatili sırasında arka penceresinden komşularını telesko-
8
pla seyrederek zaman geçirmeyi alışkanlık haline getiren fotoğrafçı Jeff, yine bir seyri sırasında komşusunun, karısını öldürdüğünden şüphelenmiş ve olayı araştırmaları için fotomodel sevgilisi Lisa ve hemşiresi Stella’dan yardım istemiştir. Bu çabalarının boşuna olduğuna inanan arkadaşları ise gerçeği görmekte geç kalacaklardır. Filmdeki dezavantaj, soru-cevap tekniğinin akıcı bir şekilde kullanılmamış olması. Cinayetin gerçekten işlenip, işlenmediğini bilmediğiniz için, tüm sorular havada kalıyor. “Acaba boş yere mi kuruntu yapıyorum” hissine kapılıyorsunuz.
“ İki filmde bahsetmediğim ışık öğesi bu filmde kendini belli etmekte. Karanlık sahnelerdeki, yarı aydınlık yüz, karakterin sıkıntı ve baskı altında olduğunu betimlemekte başarılı. ” Dolayısıyla temponuz biraz düşsede olayı öğrenmek için bütün sabrınızla filmi sonlandırmanıza engel olmuyor. Bana göre, bir gerilim ustası olan Hitchcock, bu filmde bu malzemeyi kullanamamış. Tüm olayı ortaya çıkaran köpek ise, aslın-
1954 yapımı Rear Window (Arka Pencere) filminden bir sahne
9
da gerçeğin ne kadar basit olduğunu kanıtlar nitelikte. Önceki iki filmde bahsetmediğim ışık öğesi bu filmde kendini belli etmekte. Karanlık sahnelerdeki, yarı aydınlık yüz, karakterin sıkıntı ve baskı altında olduğunu betimlemekte başarılı. Son sahnede patlayan flaşlar ise ortalığı beyaza kaplarken, gerçeğin ortaya çıktığını, gizli saklı bir işin artık kalmadığını özetlemekte sahici ve doğal. Zaten çoğu klasik film bu şekildedir. Doğal, samimi ve inandırıcı. Yoksa nasıl inanırdık tek mekanda olmamıza rağmen, büyülü bir dünyada yarattığımız mucizeye? Üç filmin ortak noktaları gün gibi ortada. Bazıları buna, “hep aynı konular” dese de, tüm benzerliklerine rağmen kendi içlerinde özgün kalabilmeyi başarabilmiş klasik filmleri, günümüz sinemasının ürettiği filmlerden önce izleyip, iyice sindirmenizi temenni ederim. Pişman olmayacaksınız…
Mitoloji
LANETLİ GÜZELLİK
MEDUSA -Müge GÜL-
-muugegul@gmail.com-
B inlerce yıl önce dünya bugünkü kadar anlaşılabil-
ir değildi. Konuşma yeteneğini elde ettikten sonra hızla gelişen insanoğlu doğa ve doğaüstü olaylar karşısında oldukça farklı bakış açıları geliştirdi. Gelişen bilimle bunların büyük bir çoğunluğu çürütülerek birer birer unutuldu. Bir kısmı ise çocukları korkutmak için gece yarısı hikayelerine ilham oldu. Kurt adamlardan vampirlere, bunyiplerden al karılarına,Bansheelerden Tanrı ve Tanrıçalara hatırı sayılır bir folklor oluştu. Efsane ve efsanevi bir yaratık yaratma konusunda en başarılı olanlar şüphesiz Antik Yunan sakinleriydi. Nerdeyse karış başına Tanrı ve yaratık türeyen bu sihirli topraklarda belki de en acıklı hikayeler den biri Poseidon’un torunu Phorkys ile kırmızı Tanrıça Keto’nun 3 kızından biri olan Medusa’nınkidir.
10
Medusa 2 kız kardeşi ile Zeus’un en gurur duyduğu kızı, zekanın vücut bulmuş şekli olan Athena’nın kutsal tapınağında yaşıyordu. Uzun dalgalı saçları, göz kamaştıran teni, ceylan gözleri ile gören herkesi kendine hayran bırakan Medusa dışında diğer 2 kardeşi ölümsüzdü. Kainat var olduğundan beri onun kadar güzel ve alımlı bir kadının bir daha gelmeyeceği konuşulup, onunla evlenmek isteyen erkekler bir bir tapınak kapısına uğrasa da Medusa kendini Athena’ya hizmete adamıştı. Bakire Tanrıça’nın hizmetinde ki bakire rahibelerle günlerini tapınağın temizliği ve Tanrıçanın memnuniyetine adayan Medusa için hayat o korkunç geceye kadar huzurlu ve mutlu geçmişti. Athena, Poseidon ile beraberdi. Medusa’nın güzelliği onu pek rahatsız etmiyordu. Çünkü Athena zeki olduğu kadar kibirli bir tanrıçaydı. Medusa’yı kendine rakip olarak görmüyordu. Ancak Athena’nın bilmediği Poseidon’un da içten içe Medusa’ya duyduğu hayranlığının büyüdüğü idi. Her Tanrı’nın karanlık bir yönü olduğuna inanılan bu çağlarda Poseidon içinde ki arzu ve isteklere daha fazla karşı duramadı ve bir gece tapınakta gizlice Medusa ile beraber oldu. Normal şartlarda cezalandırılması gereken Poseidon iken Athena tüm hırsını Medusa’dan çıkarttı. O kadar öfkelenmişti ki ilk önce zavallı kızı kimselerin yüzüne bakmayacağı çirkin ve korkunç bir kadına çevirdi. Öfkesi bir türlü bitmek bilmeyen Athena, kızın zümrüt gibi ışıldayan gözlerinin yerine 2 dipsiz siyah kuyu, kimselerin dokunmaya cesaret edemediği uzun dalgalı ipeksi saçlarının yerine ise tıslayan yılanlar koyarak onu kaçınılmaz bir cehenneme mahkum etmiş oldu. Ancak bu da onun kıskançlığı ile beslenen öfkesini dindirmeye yetmiyordu. O dipsiz karanlık kuyu gözlere bakan herkesin taş olmasını diledi tanrıça. Artık Medusa senelerce hizmet verdiği ve koşulsuz kendini adadığı Athena tarafından tamamen korkunç
11
bir yaratığa dönüştürülmüştü. Yıllar boyunca uzak bir adaya sürgün edilmiş halde yaşayan Medusa onu avlamaya gelen binlerce insanı tek bakışı ile taşa çevirerek kendine adeta heykellerden oluşan bir mezarlık yaratmış ve bu hazin yerde kaderine razı olmuş bir şekilde kendi içinde kayboluyordu. Zaman anları kovaladı ve Medusa için hazin bir sonun başlangıcı çok uzak ülkelerden birinde başladı. Şüphesiz uçkuruna sahip çıkmakta en zayıf Tanrı Zeus’tur. Şekilden şekle giren haylaz tanrının insan ve tanrıçalardan bir çok çocukları vardır. Bunlardan biri de Perseus’tu. Annesi ile uzak diyarların eteğinde bir ülkeye sığınmış olan Perseus annesini korumak ve kendini kanıtlamak için bu göreve gönüllü oldu. Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından Medusa’nın yaşadığı adaya gelen yarı Tanrı, gücünü ve zekasını kullanarak kimselerin yenemediği bu şeytani canavarı alt etmeyi başardı. Elinde ki kalkanı ayna gibi kullanarak direk Medusa ile göz göze gelmeyen Perseus yeteri kadar yaklaştığı anda tek bir kılıç darbesi ile yılanlarla doldurulmuş kafayı gövdesinden ayırdı ve bir efsanenin sonunu yazmış oldu. Ülkesine döndüğünde elinde Medusa’nın başı ile tapılan bir lider oldu. Güzel ve masum bir kadının aldığı ilk adaletsiz ceza değildi belki de bu. Günümüzde bile içimizde var olan bir şey üstelik bu. Medusa’nın hikayesi aslında içinde pek çok rengi içinde barındıran karmaşık bir seremoni gibidir. Ancak tüm bu renklerin içinde ki en koyu gerçek şüphesiz hiç uğruna kaybedilen masumiyetlerdir. ( Yazı içindeki Medusa Heykel Fotoğrafı: Yerebatan Sarnıcında iki ayrı Medusa başı bulunuyor. Kim tarafından, ne zaman ve hangi amaçla sarnıca konuldukları yolunda net bilgi bulunmuyor.)
Spor
Farklı Biri:
Slaven Bilić -Efe Karasu-efekarasu@gmail.com-
E
uro 2008 sonrasında, o zamanlar Hırvatistan’ın teknik direktörü olan Slaven Bilić, hep aklımızın bir köşesinde oldu. Hırvat Milli Takımı’nı bıraktıktan sonra Beşiktaş ile çalışmak istediğini söyledi, Beşiktaş’ta onu istedi ama bu birliktelik henüz nasip olabildi. Split’ten İstanbul’a uzanan bir hikayenin baş kahramanı olan bu karizmatik adam bir teknik direktörden daha da fazlası... Ali Ece, Slaven Bilić’in Beşiktaş ile anlaştığı duyurulduktan sonra ‘Deli mi Dahi mi?’ isimli bir yazı kaleme almıştı. Benim bu soruya cevabım her ikisi de. Biri bir şey söylese de onu güzelce çarpıtsam diye bekleyenlerin bulunduğu bir medyada, Beşiktaş’ta sosyalist takım düzenini oturtmaya çalıştığını söylemek delice, bu düşünceye sahip olmak ve bunu uygulamaya koymak ise dahice geliyor bana. Slaven Bilić, hayal edebileceğimiz bir teknik direktör profillerinden çok daha farklı bir noktada. O, hukuk fakültesi mezunu bir rock yıldızı. Rawbau adlı bir müzik grubunda elektro-gitar çalıyor. İngilizce, İtalyanca, Fransızca, İngilizce dillerini akıcı bir şekilde konuşabiliyor. Şimdilerde öğrenmeye çalıştığı dil ise doğal olarak Türkçe. Türkiye’de çalışmaya kısa bir süre önce başlamış olmasına
12
rağmen ülkemizde sempatizanları azımsanmayacak kadar fazla olan bu sıradışı teknik adamı daha yakından tanıyalım.
Futbolculuk Kariyeri Futbola doğduğu şehir olan Split’in Hajduk takımında başladı. 1987 yılında profesyonel oldu ve NK Primorac takımına kiralandı. Ertesi sezon HNK Sibenik’te kiralık olarak forma giydi. Yeterli maç tecrübesini kazanan Bilić, sezon sonunda Hajduk’a dönerek takımının değişilmez oyuncularından biri oldu. Buradaki performansıyla dikkat çekerek Almanya’nın köklü kulüplerinden Karlsruher’e transfer oldu. Almanya’daki ilk sezonunda takımıyla birlikte UEFA Kupası’nda yarı final oynama başarısını gösterdi. Bundesliga’da geçirdiği 2.5 sene boyunca 1 kez yılın en iyi defans oyuncusu seçildi ve Almanya Bundesliga’nın ilk yabancı takım kaptanı oldu. Daha sonra İngiltere Premier Ligi’nde mücadele eden West Ham kulübüne transfer oldu. Başarılı performansını burada da devam ettiren Bilić, İngiltere’de oynanacak olan ve Hırvatistan’ın ilk defa katılmaya hak kazandığı 1996 Avrupa Şampiyonası’nda milli takım kadrosuna çağırıldı. 1997 yazında Everton kulübü ile anlaştı. Bilić’i transfer eden Howard Kendal’ın takımdan ayrıldı ve yerine gelen Walter Smith onu orta sahada oynatmayı tercih etti. Bu tercihi eleştiren Bilić, daha sonra ‘’Beni stoper yerine orta sahada oynatarak daha az gol yiyeceğimizi zannetti. Ama neredeyse her maç gol yedik ve bizden güçlü olduğunu
13
düşündüğü takımlara karşı çaresizce geriye gömülüp sürekli yenilmeye devam ettik.’’ diyerek eski hocasını eleştirecekti. Fransa 98’de efsane Hırvatistan Milli Takımı’nın bir parçası oldu ve Hırvat futbolcular bu turnuvada 3. olarak ülkelerini onurlandırdılar. Bilić, 2000 yılına kadar Everton kariyerine devam etti ve daha sonra evine, Hajduk Split takımına geri döndü. 2000 2001 sezonunda futbola başladığı kulüpte şampiyonluk yaşayan Bilić, bu sezonun ardından 33 yaşında futbolculuk kariyerini sonlandırdı.
Gökten zembille inmedi Futbolu bıraktıktan hemen sonra 20012002 sezonunda Hajduk Split’te teknik direktörlük görevine getirildi. İlk teknik direktörlük deneyimini burada yaşayan Bilić’in bir sonraki adresi Hırvatistan U21 Milli Takımı oldu. Hırvatistan Milli Takımı, Slaven Bilić’in kendisinin de yer aldığı Davor Suker’li, Zvonimir Boban’lı, Robert Prosinecki’li, Marijan Mrmiç’li altın jenerasyondan sonra duraklama dönemine girmişti. Bilić, öğrencilerini Hırvat Milli Takımı’na hazırlayıp bu jenarasyonu tekrardan canlandırmak istiyordu. Bilić’in takımı, 2006 yılında oynanan U21 Avrupa Şampiyonası elemelerinde grubunu lider olarak tamamlasa da, o dönemin güçlü takımı Sırbistan Karadağ’a elenip turnuvanın dışında kaldı. Hırvatistan U21’de 2 yıl teknik direktörlük yaptıktan sonra 2006 Dünya Kupası’nda hayal kırıklığı yaratan Hırvatistan A Milli Takım’ının antrenörlüğüne getirildi. Onun gibi U21’den a takıma yükselen Danijel Pranjic, Darijo Srna, Niko Kranjcar, Eduardo, Corluka ve Modric ile yıkılması zor bir takım yarattı. Bilićli Hırvatistan, 2008 Avrupa Şampiyonası
elemelerinde grubunu lider tamamlayıp turnuvaya doğrudan katılma hakkını kazandı. Grupta İngiltere’yi hem Zagrep’te hem de Wembley’de devirmeleri büyük yankı uyandırdı. Elemelerden sonra takımda yer alan birçok oyuncu Avrupa’nın popüler kulüplerine transfer oldu. Bu performans IFFHS’ye göre Bilić’i Dunga’nın ardından en iyi 2. milli takım antrenörü yapıyordu. 2008 Avrupa Şampiyonası’nda grup aşamalarını geçip Türkiye ile eşleşen Bilić’in takımı, bu unutulmaz maçta milli takımımıza elenmekten kurtulamadı. Bir kaç sene öncesine kadar bu mağlubiyetin getirdiği hüzün o günkü kadar olmayacaktı. Öyle ki Bilić’in Hırvat Milli Takımı’na getirdiği hava, Hırvatlara takımlarının Euro 2008’de final oynayacağına yürekten inandırmıştı. O, maç esnasında agresif görünse de maçtan sonraki dönemlerde Türkiye’nin bu karşılaşmayı dürüstçe kazandığını söyleyerek milli takımımıza hakkını teslim edecekti. Hırvatistan 2010 Dünya Kupası’na katılamadı, ancak Bilic takımının başında görevine devam etti. 2012 Avrupa Şampiyonası elemeleri play-off karşılaşmasında yine Türkiye ile eşleştiler. Hırvat teknik adamın intikam olarak görmediği bu eşleşmenin galibi olan Hırvatistan, turnuvaya katılmaya hak kazandı. 2012 Avrupa şampiyonasında ise grup aşamasında elendiler. Bilic, özellikle İspanya’ya karşı takımına haddinden fazla ofansif bir futbol oynattığı gerekçesiyle Hırvat basınında oldukça eleştirildi. Bilić, bu eleştirilere şiddetle karşı çıkarak, takımını defansif
bir kurgu ile sahaya sürmesi halinde daha farklı bir şekilde de yenilebileceklerini, hakem eğer o maçta adil davranmış olsaydı yenilmez denilen İspanya’yı bile yenebileceklerini iddia etti. Bu, onun Hırvat Mili Takımı ile çıktığı son şampiyona oldu. Artık bir kulüp takımı çalıştırma hayalinin peşinden gidecekti.
Moskova soğuk, İstanbul Sıcak Milli takım antrenörlüğünü bıraktıktan sonra adı Avrupa kulüpleri ve Beşiktaş ile anılsa da bir sonraki adresi Rusya’nın Lokomativ Moskova takımı oldu. Bilić’in Lokomativ’i sezona iyi bir başlangıç yaptı ancak sonrasında yaşanan puan kayıpları takımı puan sıralamasında aşağıya doğru çekecekti. Buna rağmen Moskova takımının başkanı teknik direktörlerinin arkasında olduğunu açıkladı. Lokomotiv’i kalkındırma planını hazırlayıp yönetime sunan Bilić’in bu raporu olumsuz karşılandı. Takımı ligi 9. sırada bitirdikten sonra Bilić’in Rusya macerası sonlandı. En son 2004-2005 sezonunda şampiyonluk yaşayan Lokomotiv Moskova takımı ile Bilić’in birlikteliği son dönemlerde Rus ligindeki Zenit ve Cska Moskova hegomonyasını yenemedi. Bir sonraki takımı Rusya’ya gelmeden önce de açıkça beyan ettiği üzere çalıştırmayı çok istediği ve kendisine çok uygun gördüğü Beşiktaş olacaktı.
Sevipte kavuşamayanlar kavuştu... Beşiktaş, 2013 yazında Feda sezonunun teknik direktörü Samet Aybaba ile yollarını ayırmıştı. Kamuoyunda yeni teknik direktör adayı için yüksek sesle söylenen isim Bilić’in Hırvatistan Milli Takımı’nda beraber görev yaptığı, Kayserispor’un teknik direktörü Robert Prosinecki idi. Hatta bu konu yüzünden
14
Kayserispor ve Beşiktaş kulüpleri arasında kısa süreli bir kriz yaşandı ve daha sonra bu transferden vazgeçildi. Beşiktaş’ın sportif direktörü Önder Özen, bir basın toplantısında yeni teknik direktörlerinin ya bir şeyleri başarmış ya da başarma potensiyeli olan bir teknik direktör olacağından söz etti. Geçen zaman diliminde ikinci tanıma uyan Slaven Bilić, Beşiktaş’ın teknik direktörlüğüne getirildi. Hırvat teknik adamın ismi, daha kendisi İstanbul’a gelmeden Beşiktaş taraftarlarının umutlarını yeşertmeye yetti. Bilić, 2012 yılında kendisiyle röportaj yapmaya gelen TRT Spor programcısı Serhan Asker’e, Avrupa Şampiyonası sonrasında yeni sezon için Rusya, İtalya, Almanya ve İngiltere’den teklifler aldığını ama aklının Beşiktaş’ta olduğunu açıkça beyan etti. Nitekim, Beşiktaş’ta Bilić’i istiyordu ancak o dönemin Beşiktaş Futbol Şubesi Sorumlusu İbrahim Altınsay’dan Hırvat teknik adama onay çıkmayınca bu birliktelik sağlanamamıştı. Bilić’in, 2013-2014 sezonu başında Beşiktaş ile imzaladığı mukavele, sevipte kavuşamayanları kavuşturan bir belge oluvermişti. İstanbul’a geldikten sonra Bilić bu hikayeyi kısaca şöyle anlatıyordu, “Türkiye’deki statları, atmosferi, taraftarları gördüğümde gerçekten etkilenmiştim ve kendi kendime ‘Türkiye’de bir takımı çalıştırmak isterim’ demiştim. Lokomotif Moskova’dan ayrıldıktan sonra belirli bir süre dinlenmeye karar vermiştim. Ama Beşiktaş’ın teklifiyle her şey değişti. Benim için reddedilemezdi.”
15
Beşiktaş’a heyecan getirdi Slaven Bilić yönetimindeki Beşiktaş, sezon öncesi hazırlık karşılaşmalarında durgun bir görüntü sergilese de sezona Trabzonspor galibiyetiyle başladı ve ilk 4 haftanın sonunda namağlup olarak zirvede yer aldı. İnönü Stadı’nın yeniden inşa edilme sürecinde Olimpiyat Stadyumu’nda iç saha maçlarını oynayan Beşiktaş takımında Bilić’in getirdiği heyecan tribündeki taraftar sayısına da yansıdı. Beşiktaş’ın Olimpiyat Stadı’nda şu ana kadar oynadığı 3 resmi iç saha maçında tribünde 50 bini aşkın bir taraftar ortalaması yakalanırken, 5. hafta oynanacak olan Beşiktaş - Galatasaray derbisi için, 76 bin kişilik kapasitesi olan stadyumun satışa çıkarılan tüm biletlerininin tükenmesi aynı zamanda bir rekor demekti. Bilić, Beşiktaş’ta sosyalist bir takım düzeni yaratmak istediğini beyan ederken, “Takım olarak oynuyoruz. Zaten buradaki felsefe güç halkındır. Oyunculara bunu anlatmaya çalışıyorum. Takımda zenginler ve fakirler yok, sınıflar yok. Sınıfları ortadan kaldırarak gücü halka vermeye çalışıyoruz.’’ diyordu. Gerçekten bunun sadece sözde kalmadığını, takımın yıldızı Fernandes’in herkesten çok koşmasından, Almeida’nın oyundan çıktıktan sonra yedek kulübesinde hala nefes nefese görüntülenmesinden anlayabiliyoruz. Taktiksel anlamda yıllar sonra bu derece etkili bir teknik direktörü takımlarının başında gören Beşiktaşlı taraftarların bundan sonrası için biricik umudu oldu Slaven Bilić. Ama sadece taktisyen yönü değil centilmenliği de takipçilerinin taktirini toplamakta. O, takımının galip geldiği her karşılaşma sonrasında rakip oyuncuları tek tek gösterdikleri mücadele için tebrik ediyor. Onun samimiyetini sorgulaya-
cak olanlar, Euro 2008 çeyrek finalinde Türkiye-Hırvatistan karşılaşması sonrası takımının aldığı şok edici mağlubiyetten sonra bile Fatih Terim’e sarılıp tebrik ettiği görüntüleri internet üzerinden arayıp bulabilirler.
O iyi bir insan “Paramı yoksullarla paylaşmadığım gün insanlıktan yoksun olduğum gündür.’’ diyen Bilić, İstanbul’a geldiğinde bu görüşünü “Ancak elinizdekileri paylaşmayı bilirseniz onurunuzla ve mutlulukla yaşayabilirsiniz.’’ diyerek açıklıyordu. İstanbul’a geldiğinde halk plajında denize giren Bilić, Hırvat Milli Takımı’nı çalıştırdığı zamanlarda da diğer ülkelerin takımları 5 yıldızlı otellerde konaklarken o takımına köyde kamp kurduruyordu. ‘’Ben bir sosyalistim ama gerçek anlamda bir sosyalistim. Dünyayı tek başıma kurtaramayacağımı gayet iyi biliyorum. Ancak bir haksızlığa, adaletsizliğe karşı bir mücadele varsa, ben daima en ön saflarda olmayı tercih ederim ve hayata da buradan bakarım.” diyen Bilić’in adaletine inanan Beşiktaşlı futbolcular, her zamankinden daha çok koşmaya, daha iyi performans göstermeye başladılar.
Bilić, futbola olan sevgisini, “Kadınlar alınmasın ama futbol dünyadaki en güzel şey.” diye açıklarken futbolun içindeki kötü olaylara da tepkisiz kalmadı. Hırvat Milli Takımı’nı yönettiği dönemlerde oynanan bir Hırvatistan - İtalya karşılaşmasında, bazı Hırvat taraftarların İtalyan siyahi oyuncu Balotelli’ye yönelik yaptıkları ırkçı tezahuratlar onu oldukça sinirlendirmişti. Bu durumu sahalarda istemediğimiz olaylar şeklinde kibar bir açıklamayla geçiştirmeyi veya ülkemizde de örneğini gördüğümüz üzere muz uzatanları savunmayı tercih etmeyip, “Bu herifleri sevmiyorum, bizi desteklemelerini de istemiyorum. Stadyuma da gelmesinler. Bu salak heriflere uyuz oluyoruz.” diyerek ırkçıların karşısında sert bir kaya gibi durmayı başarmıştı. Bu çılgın adam iyi bir insandı.
Bilić’in gözünden, Beşiktaş ve Onun gerçek bir halk adamı olması, bunun yanında takımlarının yeni teknik direktörü olması çArşı grubunu oldukça heyecanlandırdı. Henüz İstanbul’a gelmeden, çArşı’nın onun adına yaptığı pankart hazırdı. Pankartın tam ortasında Bilić’in gitar çalarken ki resmi ve
16
üstünde kocaman “Halkı takımına hoş geldin Slaven Bilić” yazıyordu. Pankart, onun Beşiktaş’ın başında çıktığı ilk karşılaşmada yedek kulübesinin tam karşı trübününde açıldı. Beşiktaş taraftarları ilk maçında Bilić’e sevgi gösterilerinde bulundu. Hırvat teknik adam Beşiktaş’ı, “Hajduk Split çok büyük ve Avrupa’da söz sahibi bir kulüp değildir ama bulunduğu bölgedeki insanların hayatında çok büyük anlamlar taşır. Tam da bu özelliği ile bir kült kulüptür. Beşiktaş’ta tam olarak böyle bir kulüp. Arması, forması, renkleri, taşıdığı önem Beşiktaş’ı kült bir kulüp haline getiriyor. Ben Beşiktaş’a transfer olduğumda kulübün armasını öpen ve ‘Ben zaten hep bu kulübün taraftarıydım, hep bu kulübü sevdim’ diyen oyuncular gibi hareket edecek değilim. Benim hislerim gerçekten samimi ve buraya gelmeden önce de Beşiktaş’a karşı hislerim böyleydi. Buraya gelince de bu hislerim devam ediyor.” sözleriyle betimliyordu. çArşı hakkındaki görüşleri ise şöyleydi, “çArşı grubunu Beşiktaş’a gelmeden önce tanıyordum. Kült bir grup olduklarını biliyorum. çArşı’nın benim kafamdaki yeri şöyle; Sanki bütün olayları yukarıdan izleyen bir hükümet gibiler. Bütün olayları yukarından izliyor ve akıllıca, eğlenceli bir şekilde tepkilerini gösteriyorlar. Bu da onları farklı kılıyor. Hem eğlenceliler hem de kendi kültürlerini oluşturmuşlar.”
Özel yaşamı Bilić’in ayrıldığı eşinden Leo ve Alana adında iki çocuğu var. Yürümesindeki bozukluk, 1998 FIFA Dünya Kupası’ndaki sakatlığı sırasında oynamak için maçlara sürekli
17
iğneyle çıkıp, bu nedenle çok geç ameliyat olmasından kaynaklanıyor. 2008’de Unicef’in ‘İyi Niyet Elçisi’ oldu ve yardıma muhtaç çocuklar için düzenlenen faliyetlerin içinde yer aldı. Kendisini gerçek bir sosyalist olarak tanımlıyor. Hukuk mezunu olan Bilić’in bir kitap kurdu olduğunu söylesek yanlış olmaz. Rawbau adlı bir müzik grubunda elektro-gitar çalmasının yanında bir de şarkı sözü yazıyor.
Wenger’in öğrencisi, Ferguson hayranı, bence bir Lucescu Slaven Bilić, teknik direktörlük kariyerinin başlarında Arsene Wenger ve Marcello Lippi’nin yanında staj yapıp tecrübe kazandı. Ancak onun idolü açıkça da dile getirdiği gibi, Alex Ferguson’du. İskoçyalı teknik direktör, 1986 yılında Manchester United’ın başına geçtiğinde 45 yaşındaydı. Tesadüf ki Bilić’te Beşiktaş’ın başına 45 yaşında geçti. Futbolun içindeki en güzel insanlardan biri olan Slaven Bilić için dileğim Ferguson’un Manchester kariyeri gibi bir İstanbul kariyeri yaşaması. Ben, Lucescu kadar iyi bir taktisyen ve motivatör olduğunu düşündüğüm Bilić’in Beşiktaş kariyerinin en sıkı takipçilerinden biri olacağım.
Kitap
-Handan AŞIK-
B
-handan.ist@hotmail.com-
SA H i K A e r a y e F
alkan savaşlarından sonra bir de Çanakkale savaşının ardından savrulup giden hayatların hikâyesi Şahika Feraye… Çakır Ağa babadan kalma çiftliğinin idaresini en az babası kadar iyi yönetmiş varlığına varlık katmış, tahsilli olmamasına rağmen kendini yetiştirmiş okuma yazmayı öğrenmiş aydın kafalı sorumluluk sahibi, sözü dinlenir bir adamdı. Dinine körü körüne bağlı, erkek evladın eksikliğini ocağı küllü olarak nitelendiren annesinin bütün laf sokmalarına rağmen iki kız çocuğuna sahip olmanın verdiği gururu hep yüreğinde taşıdı Çakır Ağa. Aslında Allah erkek evlat nasip etmişti ama yeni doğan bebekler nedeni anlaşılmaz bir şekilde ölmüşlerdi. En sonunda Allah’ıyla bir sözleşme yap-
mış bunu bir gün hiç ummadığı bir biçimde de ödemek zorunda kalmıştı. Nihayetinde iki kız çocuğunu sağlıklı bir biçimde yetiştirebilmişti. 1900’lü yılların başıydı ve artık Osmanlı toprakları yumuşamış bisküvi gibi dağılmaya başlamış ülke açlığın ve sefaletinde eşiğine gelmişti. Çakır Ağanın yaşça kendisinden çok küçük olan dayısı üniversitede okurken patlak veren Balkan Savaşlarına katılmış vatan toprağını sonuna kadar canla başla savunmuş sağlığına yenik düşerek memleketine geri dönmüştü.. Hasan… Çakır Ağanın sorumsuz kardeşi. Tepside çengi oynatan, ayyaş, işsiz-güçsüz arkadaşlarıyla İstanbul’da randevu evinden çıkmayan aman evlerden uzak dediğimiz bir karakter.. Zaten ailenin sonunu getiren de o olacak. Şahika ile Feraye… Çakır Ağanın iki göz bebeği... Şahika’yı annesinin tenkitleri nedeniyle okuldan almak zorunda kalmıştı. ‘Aa ayol oğlum kız çocuğunun okuduğu nerde görülmüş dinimizde bunun yeri yok kız kısmının yeri evidir zamanı gelince de kocasının yanıdır’ mantığı okuma aşkıyla yanan Şahika’nın eğitim hayatını bitirmişti. Feraye’ye
18
de sıra gelecekti ama ne de olsa o daha küçüktü... Kocaman çiftliğin bir de babasından yadigar kalan çalışanları vardı Çakır Ağanın... Süleyman Efendi, eşi Hayriye kızı Gülfem ve oğulları Cevdet ve Kudret. Rum çalışanlar Sadıkaçi Yero kızı Eleni ve Mara... Kara haberler Süleyman efendinin oğullarını birer birer savaşlarda şehit vermesiyle başlamıştı. Balkan savaşlarında büyük oğlu Kudret Çanakkale Savaşında da küçük oğlu Cevdet vatan topraklarını savunmak uğruna hayatlarından olmuşlardı. Çakır Ağa erkek evlada sahip olmamasına rağmen kızı Feriha’nın hemşirelik için cepheye gitmesine izin vermişti. Savaşta kadına da ihtiyaç vardı çünkü yaralı onca askerin yarasını saracak gönüllü hemşeriler yurdun her köşesinden akın ediyordu cepheye. Feraye hemşirelik yaptığı süre boyunca birçok acı gerçeği görmüş yaptığı işin ne kadar kutsal olduğunu anlamıştı. Ailesine yazdığı mektuplarda da bunu sık sık dile getirmişti. Yorgun bitkin oradan oraya koşturduğu bir gün Arap asıllı bir gencin yardım isteğine cevap vermiş Muhammed’le orada tanışmıştı hatta tanışma da denemezdi buna. Görev aşkıyla yanıp tutuşan Şahika’nın gözü hiçbir şey görmüyordu çünkü.. Tüm sertliğiyle süren savaş boyunca herkes elinden geleni yapmaya çalışıyor malını mülkünü ordu için ortaya koyuyordu. Fakat Hasan gibileri de vardı. Randevu evinde tanıştığı Dilber kadınla sevişmekten başka bir şey düşünmeyenler... Dilber’in aşkı ve tutkusu Hasan’ın gözlerini kör etmiş artık ondan başka bir şey düşünemez hale gelmişti. Dilber’in uğruna İstanbul’da ev tutmuş onu randevu evinden kaçırarak kendisine eş yapmıştı.
19
Başlarda şeker pembesi bir hayat sürseler de bir hayat kadınının geçmişi ağır bir yük gibi omuzlarına da binmeye başlamıştı. Bir diğer aşk hikâyesi de Cemal ile Gülfem’indi. Kâhyanın kızına duyduğu aşk en sonunda cevabını bulmuş buldukları her boşlukta beraber olmaya başlamışlardı. Çanakkale savaşının zaferle sonuçlanmasının ardından evine dönen Şahika’yı ummadığı bir sürpriz bekliyordu. Yaralı askerlerden biri olan Muhammed’e yardım ettiği sırada Osmanlı için savaşa gelmiş bu Arap genci ona kalbini vermiş adını ve yaşadığı yeri kalbine yazıp savaşın ardından da bu kızı babasından istemeye gelmişti. Çakır Ağa Allah’a verdiği sözün ağırlığını ve günahını yüreğinde hissetmemiş olsaydı bu evliliğe razı olmayacaktı belki de ama Yüce Rabbine verdiği sözü tutma gününün o gün olduğunu anladığında kızını bu gence sorgusuz sualsiz verdi. Şahika hiç tanımadığı hiç bilmediği bu farklı ırktan gencin kısa bir sürede eşi olmuştu. Yumuşak kalbi ve anlayışlı tavırları bu gence âşık olmasını kolaylaştırmıştı bir süre sonra da. Hatta babasının ölümü üzerine ülkesine dönmeye karar veren kocasının peşinden karnında ki çocuğuyla beraber dilini, örfünü bilmediği bu ülkeye ve karanlık günlerine doğru yol aldı. Bunu yaptıran aşktı. İstanbul’a yerleşen Hasan da geçimini sağlamak için bir kuyumcu dükkanı açmıştı Kapalıçarşı da. Farkında olmasa da beraberinde belayı da çekiyordu. Randevu evinin patronu elinden kaçırdığı kızın peşine adamlar takmış Dilber’in sürdürdüğü bu güzel rüyayı sonlandırmayı kafasına koymuştu. Aslında evine gelen Hasan’a sık sık hayat kadınından eş olmaz onun karanlık geçmişi her zaman onun arkasından gelecektir diye akıl verirken sezgilerine göre olacakları baştan engellem-
eye çalışıyordu, başaramayacağını bilmeden. Muhammed’in ailesi bir çölde yaşıyor ve Türklere hiç de hoş gözle bakmıyorlardı. Şahika’yı hayata bağlayan tek şey Muhammed’in aşkı ve karnında ki çocuğuydu. Evlat hasretine dayanamayan Çakır Ağa kızını dünya gözüyle görmek için ailesiyle beraber yollara düştü. Bu gidiş bir çok bitişi beraberinde getirecekti. Tüm sorumluluğu sorumsuz kardeşine devrederek yola çıktı. Kardeşinin çiftliği bir kumar masasında kaybettiğini bilmeden. Arap diyarında kızını ve halini gören baba bu evliliğe razı olarak ne kadar büyük bir hata yaptığını fark etti ve bu hataya bir hata daha ekleyerek, kızının yalnızlığıyla paramparça olan kalbi mantıklı düşünmesini engelliyor muydu bilinmez küçük kızını da Macit adında bir Arap genciyle evlendirdi. İki kızını da bu ıssız, yol geçmeyen çöle bırakarak ülkesine geri döndü bu yaptıkları ile karısının da nefretini kazanarak. Kızlarının bir birine destek olacağını sanıyordu. İyimser kalbi böyle düşündürüyordu ona. Macit canavarlaşmış bir Arap kalbine sahipti. Muhammed’in aksine Türk düşmanı ve İngiliz yanlısıydı. Arapların Türklere ihanet ettiği o günlerde öldürülen her Türk sevincine sevinç katıyordu fakat Feraye ise her gün biraz daha eksiliyordu. Dilini bilmediği bu adam daha karı koca olmadan şiddete başlamış ve bu şiddet her geçen gün büyümeye devam etmişti ta ki Feraye bir kızını alarak kaçmayı başarana dek.. Ülkesine dönen Çakır Ağa sahibi olduğu çiftlikten içeriye adım bile atamadan kovuldu. Kardeşinin çiftliği sattığını öğrendiği an tüm dünyası kararmıştı artık. Üzüntüden annesi kısa bir süre önce ölmüş, onun ardından da Gülfem’i alarak şehri terk eden kâhya Süleyman Cemal’in üzüntüden ölmesine neden
olmuş, Gülfem’siz bir hayat Cemal’in hasta bünyesine öldüren darbeyi vurmuştu. Yazarın, yaşanmış bir hikâyeden yola çıkarak yazdığı bu roman okuyanda da yaşanılan tüm acıların derinden hissedilmesini sağlıyor. Savaşın ve yaşanılan acıların yok ettiği hayatlardan bir kısım örnekler sürükleyici bir biçimde okuyucuyla buluşuyor. Okurken daha fazla şey bulacağınız bu romanda ne kadar haklı olduğumu göreceksiniz.
Sinan Akyüz Nisan 1972’de Iğdır’da doğdu. Orta ve lise öğrenimini çeşitli okullarda tamamladı. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Yirmi üç yaşında gazeteciliğe başladı. Gazeteciliğin hemen hemen her kademesinde çalıştı. Daha sonra gazeteciliğe ara verip Almanya’ya gitti. Bir süre sonra tekrar İstanbul’a döndü. 1996’da Sabah Gazetesi’nin dergi grubunda çalışmaya başladı. O dönem fotoğrafla tanıştı. Birçok yayın organına moda ve portre fotoğrafları çekti. 1999’da Sabah Gazetesi’nin hafta sonu eklerinde çalışmaya başladı. 2001’de fotoğrafçılık mesleğine ara verip ağırlıklı olarak kitap yazdı. 2006 yılında Takvim Gazetesi’nde köşe yazarlığına başladı. 2007’de ise Takvim Gazetesi’nden ayrılıp Sabah Gazetesi’nde köşe yazarlığına devam etti. Yazar, evli ve iki çocuk babasıdır. Yazarın yayınlandığı dönemde çok satan kitaplar listesine girmiş olan eserleri şunlardır: Etekli İktidar (2003) Bana Sırtını Dönme (2005) İki Kişilik Yalnızlık (2007) Yatağımdaki Yabancı (2008) Sevmek Zorunda Değilsin Beni (2009) ( Bu bilgiler kendi sitesinden alınmıştır.) Kitaplarla geçen güzel günler diliyorum...
20
Tiyatro
MUTLULUĞA ULAŞMANIN YOLU:
AŞKA 103 ADIM
- Ege KÜÇÜKKİPER-
-ege0692@hotmail.com-
Usta senarist ve oyun yazarı Neil Simon’un, 1963 yılında “Parkta Çıplak Ayak” adıyla yazdığı ve 1967’de aynı adla Gene Saks tarafından beyazperdeye uyarlanan oyun, geçtiğimiz sezon Tiyatrokare tarafından yukarıda gördüğünüz isimle sahneye taşındı. Ana eksende dört karakteri içeren oyun, yüksek temposu, zekice diyalogları ve özellikle güncelleştirmeleriyle seyirciyi dinamik tutmakta oldukça başarılı. Bu arada Neil Simon’un “Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum” adlı oyunu üç sezondur Şehir Tiyatrolarında sahnelenmekte.
E
vliliğin aşkı öldürüp, öldürmeyeceğini tartışan bu keyifli oyunun konusuna değinecek olursak; altıncı katta ki kiralık evlerinde, eşyalarının gelmesini bekleyen yeni evli Mutlu ve Melda çifti, görünürde “birbirileri için yaratılmışlar” hissi verse de ilerleyen zamanlarda “zıt kutupların çekiciliğinden” kaynaklanan bir aşkın egemen olduğunu anlıyorsunuz. Melda, özgürlüğüne düşkün, rahat, uçarı ve sanatkar (ressam); Mutlu ise titiz, disiplinli, ve “normal” kalmayı başarabilmiş başarılı bir avukat. Hatta bu zıtlık, sevdikleri yemeklere kadar uzanıyor desem abartmış olmam. Böylesine zıtlıklardan doğmuş bir evlilik hiç tuzsuz, bibersiz olur mu? İşte tüm bunlara bir de kayınvalide Saadet eklenince, tuz-biber ihtiyacı da
21
giderilmiş oluyor. Durun daha bitmedi! Bir de her olayın olmazsa olmazı “Bay Kamber” vardır bilirsiniz. Bu oyunun kamberi, çatı katında yaşayan emekli Kaptan Hulki. Saadet, eşini kaybetmiş, yalnızlıktan bunalmış, çalacak bir kapı arayan tipik kayınvalide örneği. Haliyle bu çalacağı kapı da bizimkilerin mutlu yuvasından başka bir yer değil. Hulki ise dairesinin kirasını ödeyemediği için, evine bir alt kattan yani Mutlu ve Melda çiftinin yatak odalarından çıkmak zorunda kalan babacan ve tıpkı Saadet gibi yalnız biri. Anlayacağınız Saadet ve Hulki, oyunun ikinci çiftini oluşturmakta.
Yalnızlık, hoşgörü, aşk ve sevgi gibi kavramlar üzerine temellendirilen metin, aynı zamanda kuşaklar arası farkı da gözler önüne sermekte. “Değer” sözcüğünün kendine değerli bir yer edindiği, aşkın yaşının olmadığı, ilişkilerde mutlaka orta oyun bulunacağını ve en önemlisi pes etmek yerine mücadele edip zafer kazanmayı anlatan oyun, özünde bu mücadeleyi evlerine yani mutluluğa ulaşmaları için aşmaları gereken 103 basamaklık bir engel üzerine kurgulamış. Ucundan kıyısından da olsa sanatın kendisine yer bulabildiği oyun, herkesin sanattan anlamayacağını, kültür düzeyine göre sanatsal ürünlere verilen değerin ve yapılan yorumun farklı olabileceğini göstermekte ders verir durumda. (Özellikle resim sanatı) Bu arada “Sarı Işık” bölümü oyunun öz noktası.
REJİ Oyunun konusuyla yeni ismi, birbirine büyük uyum sağlayarak, hem oyunu daha ilgi çekici hale getirmeye hem de metni daha anlamlı kılmaya yaramış. Güncelleştirmeler ise oyunun içerisine sırıtmadan yerleştirilmiş ve oyunun dinamizmini arttıran baş faktör konumuna gelmiş. Ayrıca erkek karakterin adının “Mutlu” olmasa da oyunun ironisini arttırmış. “Kar” ise oyunun en güçlü metaforu. Kar yağmadan önceki o buz gibi hava, ikiliye nüfuz ettiğinde bozulan ilişkileri, tıpkı kar yağdıktan sonra
ortalığı kaplayan sıcaklık ile aralarındaki buzların erimesi ve mutluluğa ulaşmalarında etken bir rol oynamış. Uyarlama bir senaryoda müziklerin, Türk kültürünün özünü yansıtması takdire şayan bir olay. Tabii bu pastanın bu önemli dilimi Nedim Saban’a ait. Geçtiğimiz sezonlarda “Leyla’nın Evi” (hala devam etmekte), “Çelik Manolyalar” ve “Onca Yoksulluk Varken” adlı eserleri de başarıyla uyarlayan Saban, ustalığını burada da göstermiş.
DEKOR – KOSTÜM – IŞIK - MÜZİK İzbe, yıkık – dökük, ufak ve pis bir ev görüntüsü veren dekor, oyunun ana temasına son derece katkı sağlamış. Yerlerin siyah - beyaz oluşu görsel zıtlığı vurgulamakta ve dekor içerisinde de basamakların oluşu ironiyi sağlayan başka bir unsur olmakta başarılı. Ayrıca zıtlıklardan doğan ilişkinin, yine zıtlıklardan oluşan bir dekorla sağlamlaştırılması oyunun anlatım gücünü arttırmış. İlk perdede, biraz evvel saydığım özelliklere sahip dekor, ikinci perdede yerini temiz, eli yüzü düzgün, yaşanılabilir bir halde sergiliyor. Fakat görüntü düzeldiğinde ilişkiler bozuluyor. Bu ilişki yalnıza iki kişinin birbirilerine duydukları aşktan öte insan ilişkilerini de kapsıyor. Kısacası sadece ön yüzeyin güzelleşmesinin hiçbir işe yaramadığını, biraz daha derine inilmesi gerektiğini, ve aksine kötü şartlarda bile mutluluğun ele geçirilebileceğini yüzümüze çarpan oyun, bu mesajını dekor aracılığıyla betimleyerek alkışı hak ediyor. Tabii bu alkış Erinç Gürses’e.
22
Kostümler Yeliz Buyruk imzalı. Kış aylarında geçen oyun, kürk, palto, şemsiye gibi kostüm ve aksesuarlarla atmosferi yaratır nitelikte. Fakat bütün karakterlerin kostümleri bu amaca hizmet ederken, Melda’nın bahar aylarındaymışcasına giyinişi beni yadırgattı. Oyunda özel bir ışık göremedim. Işık konusunda beni memnun eden şey, devamlı kararıp, açılma olmaması idi. Bu sayede dikkat dağılımı önlenmiş ve seyirci boş boş beklemekten kurtulmuş. Müzik ise diğer oyunlardan oldukça farklı. Çoğu müzik iç öyküsel olarak sunulmuş. Müzik, oyunun içerisine yedirilerek daha samimi bir hava yaratılmış. Bu da oyunun içinden süzülüp gelen müziğin içinizi ısıtmasına yetmiş.
OYUNCULUKLAR Öncelikle, tüm ekip uyum içerisinde ve birbirilerini tamamlar vaziyette olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Özge Özberk (Melda) umduğumdan çok daha iyi bir performans gösterdi. Karakter anlatımında belirttiğim tüm kişilik
23
özelliklerini ruhuna yedirebilmiş. Oldukça doğal ve ölçülü. Bülent Seyran (Mutlu), oyunculuğunu, oyun boyunca üzgünüm ama bana bir türlü geçiremedi. Jest ve mimiklerini fazla abartmış. O kadar sahici ve doğal olan bir oyunun konseptine uymamış. Umran Ertok (Hulki), tecrübesiyle göz doldurarak, örnek bir oyunculuk teşkil etmiş. Yalnız iki sahnesi olan fakat rolünün hakkını fazlasıyla veren Koray Kurt bence ümit vaadediyor. Ve Suna Keskin (Saadet) yorum yapmak haddim bile olamaz. Oyunun yıldızı, ustası, bir numarası… Tiyatrokare seçtiği oyunlarla kalitesinden ödün vermeden son gaz ilerlemekte. “Aşka 103 Adım” önümüzdeki sezon da tiyatroseverler ile buluşacak. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. Not: Oyun 2 saat / 2 perdedir. / Ayrıntılı bilgi için: http://www.tiyatrokare.com.tr/
Foto Haber
24
Tüm âlemlerin kadınlarından üstün kılınan kadın
Hz. Meryem Fotoğraflar -Mustafa Doğan-mstf.doqan@gmail.com“Ey Meryem muhakkak ki Allah, seni seçti ve tertemiz yarattı ve seni âlemlerin kadınları üzerine üstün kıldı.” ÂLİ İMRÂN Suresi -42 Kur’an’da geçen Ali İmran Suresi’nin 42. ayetinde Hz. Meryem bu şekilde anlatılıyor. O tüm kadınlardan üstündür. Meryem Ana Evi, Hıristiyanlar için hac yeridir ve bugüne kadar papalar tarafından da ziyaret edilmiştir. Hristiyanlar yanında Müslümanlarca da kutsal sayılır ve ziyaret edilir, hastalara şifa aranır, adaklar adanır. Kısaca Meryem Ana Evi ve kutsal alanı hakkında bilgi vermek gerekirse; Meryem Ana Evi, İzmir Selçuk’taki Bülbüldağı’nda İsa’nın annesi Meryem’in son yıllarını St. Jean (Yuhanna) ile birlikte geçirdiğine inanılan kilise. Efes antik kentin üst kapısının yanından geçilerek çıkılan Meryem Ana ören yerinde, Küçük bir Bizans Kilisesi bulunmaktadır. Burada İsa Peygamber’in annesi Meryem’in yaşadığına ve öldüğüne inanılır. Kilise’nin Meryem Ana adını alması 431 yılında Efes’te toplanan Ekümenik Meclis’in Meryem’in İsa’yı Tanrı’nın oğlu olarak doğurduğuna karar vermesi ile de bağlı olabilir.
25
Meryem Ana Evi’nin girişi.
Pazar günleri ayin yapılan yer. Bakmayın şimdi boş olduğuna her pazar doludur...
26
Meryem Ana Evi’nin girişinde bulunan birçok dilde yazılmış, Meryem Ana Evi ve Kutsal Alan’ın tarihçesi ve çeşitli bilgiler bulunan bilgi notları. İki ziyaretçi okurken...
Meryem Ana Evi’ni ziyaret etmeyi bekleyen sıradaki insanlar...
27
Mum yakmak รงok ilgi gรถren bir durum...
Bir ziyaretรงi mum yakarken...
28
İnsanlar dilekleri kabul olsun diye yaktıkları mumlar...
Ve görevli sönmüş ya da sönmeye yaklaşmış mumları temizlerken...
29
Dilek duvarı... İnsanlar burada bir kağıt parçasına veya herhangi bir buldukları parçalara dileklerini yazıp duvara asıyor...
30
Bir genç kız... Her yaştan insan dilek duvarına dileğini asıyor.
Yaşlı bir turist... Onunda bir dileği var...
31
Burası da kutsal çeşme... İnsanlar buradaki suyun kutsal olduğuna inanıyor ve içiyorlar.
Ve yorulmuş bir rahip... Meryem Ana Evi’nin üst tarafında bulunan bir evde rahipler eğitim görüyor ve burada görev alıyorlar. Her ülkeden rahip var...
32
Meryem Ana Evi ve Kutsal Alan’ın tek sakinleri rahipler ve ziyaretçileri değil. Bu sincap, Kutsal Alan’da yaşam süren sakinlerinden birisi...
33
Röportaj
Türk Sanat Müziği’nde bir udi:
Gürcan Yaman G
-Ulya ALTINTAŞ-
ürcan Yaman, konservatuar mezunu genç bir sanatçı. Özellikle Türk Sanat Müziği sevenlerin yakından tanıdığı bir isim. Sanat Müziği takipçilerinin konserlerde görmeye aşina olduğu ve deyim yerindeyse udu ile dinleyenlerin kulak pasını silen sanatçı hep bir koşturmaca içinde. Bizde kendisine ulaştık ve bu yoğunluğu içinde müziğini konuşmak için bize zaman ayırmasını rica ettik, bizi kırmadı ve bu güzel söyleşiyi gerçekleştirdik. İstanbul’da ılık bir rüzgar var, müziğin insanın içine esişi gibi serin serin esip gidiyor kenardan kıyıdan. Kimi zaman üşütüyor kimi zaman içimizi ısıtıyor. Rüzgarlar’ın
bizden önce nereye uğradıkları bilinmez ama bizim durağımız bellidir. Hepimiz sevdiğimiz işleri yapıp hayatta kalabilmek için çabalayıp dururuz. Gürcan Yaman da böyle bir aşkla başlamış müzisyenliğe severek, isteyerek… Bakın sevilen udi nasıl girmiş bu işe “Annem İnci Yaman İstanbul Radyosu ses sanatçısı, babam Gürhan Yaman da İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu sanatçısı, yani armut dibine düştü diyebiliriz. Ben de bu sürece kadar ki hayatım da konservatuardan başka bir şey düşünmemiştim. Müziğe yönlendirme diye de bir şey olmadı. Aile zaten müziğin içinde olduğundan bizde müzikle haşır neşir olduk. Bende bir Türk Sanat Müziği severi olarak hazır
34
Gürcan Bey’i bulmuşken sormak istiyorum. Neden ud, mesela benim hayalim piyano çalmaktır. Her ne kadar bunun için gereken zaman ve elveriyi henüz bulamasam da sanatçıların ellerine o yakışan enstrümanlarla nasıl tanıştıklarını hep merak etmişimdir. Çünkü onları dinledikten sonra anlarız ki sanki o enstrümanı çalmak için yaratılmışlar. Ellerine başka bir müzik aleti konduramayız, hemen bütünleştiriveririz. Gürcan Yaman bu konuda şanslı olanlardan… “ Babam ud sanatçısı ve evde de elimize alıp kurcaladığımız ilk enstrüman o oldu. Kendime yakın bulduğum için udu seçtim, aslında Teknik Üniversitedeki sazım kemandı. Ancak batı kemanı olduğundan onu fazla ilerletemedim. Okula girdiğimde udu iyi kötü çalıyordum, sonrasında da kendimi geliştirdim. ” diyor.
“Beste yapmak için belli bir doyuma ulaşmak gerek” Eminim ud çalma meraklıları Yaman’ın yerinde olmak isterlerdi. Ailesi sayesinde müzikle büyüyen bir sanatçıyla karşı karşıyayız, bu kadar eserin arasında acaba kendiside beste yapıyor mu? “Beste yapmıyorum; çünkü beste yapmak için insanın belli bir doygunluğa ulaşması gerekiyor. Zaten müzik anlamın da belli bir seviyeye ulaştıktan son-
35
ra bu durum kendi kendine filizleniyor. Okul yıllarında çalışmalar yaptık tabii; ama bunlar ödev mahiyetindeydi ve profesyonel manada bir beste çalışmam şu an için mevcut değil, bir ilham perisi gelirse olur diye düşünüyorum.” Kimimiz Gürcan Bey gibi şanslıyızdır, çünkü o işini severek yapıyor. Bu tür durumlarda alışılagelmiş bir soru vardır, acaba ailesinde müzisyen olmasa yine de bu işi yapabilir miydi? “Aslında ailem müziğin için de olmasaydı ben yine de müziğe yönelir miydim bilemiyorum; ama konservatuarı kazanamasaydım sinema televizyonla ilgili bir şeyler yapardım, yine medyada olurdum diye düşünüyorum.”
“Mecbur kaldıkça söylüyorum” Özellikle müzikle haşır neşir olan evlerde insanlarda küçük yaşlardan itibaren yeteneklerini gözden geçirmek isterler. Zaten hepimizin müzikle bir ilişkisi vardır. Tarzlar değişse de herkesin kendini bulduğu bir melodi mevcuttur şu evrende. Gürcan Yaman gibi annesi ses sanatçısı olan bir müzisyende böyle bir merak olmuş mu acaba bende tam olarak bunu merak ediyorum ve soruyorum. “Mecbur kaldıkça söylüyorum diyelim. Aslında notanın makamı usulü bizim bakınca direkt anladığımız şeylerdendir, ama çalarken de solist nasıl okursa biz de öyle icra etmek durumundayız. Şarkıları alıp şöyle
bir göz gezdirerek okuma yeteneğimiz var ve olmak zorunda. Tabii profesyonel anlam da hiç düşünmedim, sadece zorda kalmaya bağlı olarak ortaya çıkıyor.” diyor. Hepimiz yaptıklarımızı geleceğe taşımaya çalışırız. İsteriz ki sevilelim takdir edilelim, güzel şeyler bırakalım. Behçet Necatigil de ne güzel yazmış bir şiirinde “Geçmiş, gelecek birleşir tek kesitte. Sanki ilk kez yaşarız yaşanmışı dünlerde… Yaşanmışlıklarımızı dünlerde bırakmamak için hep hatırlamak hep hatırlanmak için özellikle mesleğimizdeki başarı bizim için çok önemlidir. Bir müzisyen olarak Yaman’ın gelecek planları nasıl? “Konservatuar mezunu çok arkadaş var. Benim yapmak istediğim de devlet bünyesin de bir kurumda müziğimi icra etmek . Bunun için de istihdam ve belirli bir kadronun açılması gerekiyor. Eğer böyle bir şey olursa, işimi seve seve orada da devam ettirmek isterim.” diyor. Ayrıca müzisyen camiasında dostluklar nasıl merak edeniniz vardır. Farklı farklı enstrümanları çalan, birlikte pek çok şehirde konser veren, aynı şarkıya ortak melodi olup yüreğimize dokunan o sanatkarlar sahne arkasında nasıl bir ortamda bulunuyorlar? “ Müzisyen ortamı tabir-i caizse deli dolu insanlardan oluşuyor. Müzikle içimizdekileri dışarıya döküyoruz. Zaten müzik yapmak bir matematik ve akıl işi; ama film bir yer de kopabiliyor. Yaptığımız müzikle, her ne kadar önümüzde yazılmış çizilmiş notalar da olsa içimizdekileri onlara katarak aktarıyoruz. Şu an da ben Emel Sayınla çalışıyorum ve çok hanımefendi, derdi tasası, kaprisi olmayan bir sanatçı. Hiç kimse kolay bir yere gelmiyor, bu yüzden alanın da değer olan insanlarla çalışmak da çok güzel.”
“Sanattan anlayan kitle karşısında işimi yapmayı seviyorum” Peki sanatçı için nasıl bir kitleye seslendiği önemli midir? “Sevdiğim ve beraber çalmaktan zevk duyduğum müzisyen arkadaşlarım benim için çok önemli, bununla beraber gerçek anlamda sanattan anlayan bir dinleyici kitlesinin karşısında işimi yapmayı seviyorum. Televizyon daha sonra geliyor. Halk için sanat mı, sanat için sanat mı diye düşünürsek, bence sanat için sanat ön planda geliyor; çünkü sanatınızı ne kadar iyi yaparsanız, o kadar iyi bir kitleye seslenmiş oluyorsunuz.” diye özetliyor. Eğer röportajımızı okuyan ud çalma meraklıları varsa onlar içinde bu işte eğitim’in şart olup olmadığını udun ustasına soruyoruz. “Bu işin yaşı yok derler, doğrudur. Eğitim sadece konservatuarda olmaz, tabii birinci şart insanın kendini geliştirmesidir. Belli hocalardan ders alarak kendi yönünü belirlemesi gerekir; ama yaşınızın çok geç olmaması da artı bir avantaj olabilir. Başka işler de çalışıp buna ek olarak müziği de profesyonelce yapan arkadaşlarımız var. Bunun için de iyi yönlendirme şart diye düşünüyorum. Ben bu anlam da şanslıyım; çünkü ailem müziğin içerisindeydi ve kulak dolgunluğumuz vardı. Kendini yetiştirmek kolay değil; ama hiçbir şeye de kolay ulaşılamıyor”. Gürcan Yaman’ı merak edeniniz udunun tınısını duyup hatta birazda hüzünlenmek isteyeniniz varsa, o hep bir yerlerde, dinleyenlerine yetişmek için enstrümanıyla koşturup duruyor…
36
Portre
HUYSUZ VE TATLI BİR ADAM
SEYFİ DURSUNOĞLU -Müge GÜL-
-muugegul@gmail.com-
T
rabzon da 1 Ekim 1932 yılında bir cumartesi günü Dursunoğlu ailesine katılan erkek çocuğuna dinin kılıcı anlamına gelen Seyfettin ismi verildi. Babası Seyfettin henüz 6 yaşındayken annesi Selvi hanım ve diğer çocukları ile İstanbul a geldi. Eminönü’n de manifaturacılığa başlayan baba Dursunoğlu ,ailesini önce Vefa sonrada sırası ile Karagümrük ve boğazın nadide incisi Beylerbeyine taşıdı.
37
Yedi çocuk üzerinde otorite kullanmak oldukça zor olduğundan baba Dursunoğlu zaman zaman çocuklarına şiddet uygulamaktan çekinmiyordu. İki abisinin yaşamış olduğu zorluklardan ve yediği dayaklardan etkilenen Seyfi kendine asla buna maruz kalmayacağına dair söz vermişti. Gençlik yıllarında hayata karşı çok şey kaçırdığını düşünen Dursunoğlu her ne kadar kendine verdiği sözü tutmuş olsa da ödediği bedelin farkındaydı aslında. Bu yüzdendir ki sonrasında hayatının en önemli kararını verecek ve bunun ona getirileri ile tüm dünyayı gezip gönlünün dilediğini yaparak ödediği bu ağır bedeli telafi etmeye çalışacaktır. İlkokulu bitirir bitirmez yatılı okumaya başladı Seyfi. Bu aslında haz
almadığı baba ocağından bir kaçış yoluydu onun için. Cumartesi geldiği evden Pazar ayrılırdı. Bundan çokta şikayetçi değildi. Lise çağına geldiğinde babası subay damadının üniformasından etkilendi ve oğlunu Heybeliada Askeri Deniz Lisesi’ne yazdırdı. Burada geçen 4 yılın ardından Seyfi gerekli tazminatı ödeyerek oradan ayrıldı. Olmak istemediği biri olmamayı seçen genç
oldukça küstah, hafif meşrep ve çapkındı. Dursunoğlu bu rolü o kadar güzel yapıyordu ki, onu izlerken aslında bir erkek olduğunu unutabiliyordunuz. Hazır cevapları, harika sesi, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ile adeta sahnede devleşen Seyfi Beyin hayatta belki de en severek yaptığı şey Huysuz Virjin’e hayat vermek oldu. Bir çok ünlü sanatçı ile çalıştı. Gerçi bu camiadan pek çok arkadaşı vardı ancak hayatında tek gerçek dostunun ondan para istemeyen bir arkadaşı olduğunu açıkladı yıllar sonra bir röportajında Dursunoğlu. Ünlü oldukça yalnızlaştı diyebiliriz aslında. Sahnenin o her şeyi parlak ve canlı gösteren sahte ışıkları kapandığında, kırmızı ruj az öncesinde adeta şakıyan dudaklardan çıktığında, sarı peruk pervasızca makyaj masasındaki manken başına savrulduğunda yalnızdı Seyfi Dursunoğlu. Kendisine bahşedilen bu ün ve kazandığı paralar, ona yaklaşan insanların samimiyetinden şüphe duymasını ve haklı olarak bu çekimserlikle genelde yalnız kalma isteğine itiyordu onu.
Huysuz Virjin’in ilişkileri... adam, Boğaziçi Lisesi’ni yatılı olarak bitirdi. İngiliz filolojisi bölümüne giren Dursunoğlu, öğrenimini tamamlamadan üniversiteyi bıraktı. Devlet memuru olan ve ailesinden ayrı eve geçen Seyfi bey tam 18 yıl boyunca bu görevi başarıyla yaptı.
Seyfi Dursunoğlu’ndan Huysuz Virjin’e Ancak takvimlerde 1970 senesinde günler birbirini kovalarken mesleğini bırakan bu cesur kişilik o dönem için oldukça farklı ve ilginç bir mesleğe adım attı. Kadın kıyafetleri giyerek, abartılı makyajını yapıp, bir kadının bile giyerken zorlandığı topukluların üstünde sahnelerde kanto yapmaya başladı. Üstelik bu kadın
İlişkileri konusunda çok fazla basına yansımadı değerli sanatçı. Ancak yine kendisi bir söyleşisinde konu ettiği gibi memur olduğu zamanlarda sevdiği ve değer verdiği birini görmek için sabahın 2 sinde Şişli’den Koca Mustafa Paşa’ya araba tutup gidecek kadarda tutkulu bir aşıktı. En değer verdiği ilişkisi 20 sene süren sanatçı, onunla sık sık gezdiğini, eğlendiğini ve aralarındaki en önemli şeyin kesinlikle cinsellik olmadığını vurguluyordu. Sanatçı bu saatten sonra birinin ondan çok, Çengelköy sırtlarındaki muhteşem evine aşık olabileceği gibi bir düşünceye sahip olduğundan aşka sıcak bakmıyor. Ayrıca birini tanımak için uzun bir süreye ihtiyaç duyduğundan, hayattaki en değerli şey olan zamanından daha fazla
38
böyle bir şey için harcamayacağını söylüyor. Seneler geçtikçe fiziğinin eskisi gibi olmamasından da kaynaklı kıskançlığının arttığını söyleyen Dursunoğlu aynı zamanda tam bir terazi erkeği. Adalet yönü fazla olan, herkese karşı adil olmaya önem veren, nazik ve sabırlı bir insan olan Seyfi Bey merak duygusuna da oldukça sahip bir kişiliktir. Kendi ördüğü dantellerden, göz nuru işlediği kanaviçelere, büyük bir ustalıkla yaptığı sarmalarından, evini döşemede en az bir iç mimar kadar zarif bir zevke sahip olan sanatçının merak ettiği şeyleri deneyerek, bunları oldukça başarılı bir şekilde yapması açıkçası oldukça taktire şayan bir şeydir. Her yaş grubundan pek çok seveni bulunan Dursunoğlu’nun arası RTÜK ile bir türlü iyi gitmiyor. Sanatçı geçtiğimiz günlerde yasaklanmıştı. Sosyal medyada pek çok kişinin katıldığı imza kampanyaları dahi başlatıldı. 43 yıldır bir fenomen haline gelen Huysuz Virjin’i sevenleri yalnız bırakmadı. 80 yaşında bile bir televizyon şovunda (Benzemez kimse sana)jüri üyeliği yapan ve son kez sahnelere Huysuz Virjin olarak çıkan sanatçı artık sağlık nedenleri gereği son kantosu olduğunu söyleyerek sevenlerini üzse de, onu hep olağan dışı neşe ve performansı ile hatırlayacak onlarca kuşak. 11 gün sonra 81 yaşını dolduracak olan Dursunoğlu yaklaşık 15 milyon civarındaki tüm mal varlığını Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne bağışlamıştır.
39
Huysuz Virjin’i anlamak... Dolu dolu yaşamış, ince zevkli, zeki, espirili, kültürlü, yer yer yüzeysel bulunsa da aslında çok derin olan bir ruha sahip benim gözümde Seyfi Dursunoğlu. Erkeklerin bırakın kadın kılığında dolaşmayı, bunu dile getirmeye bile çekindiği bir çağda, bunu ekmek kazanmak için yapmış cesur bir adamdır. İnsanlarla diyaloğu son derece güçlü, sivri dili ile birleşen köşeye sıkıştırma taktiğini geliştiren, bilgiye aç, son derece araştırmaya yatkın biridir. Bu derece hazır cevap olabilmek için belirli bir kültür seviyesine sahip olunmalıdır zaten. Ancak Huysuz Virjin’i anlamak içinde biraz bu alt yapıya ihtiyaç duyar yer yer insan. İnce ve akıllıca laf dokundurmaları sizi asla rahatsız etmez, zaten Huysuzu özel yapan da bu çizgiyi her daim koruyabilmesidir. Yoksa her küfreden edepsiz kadın onun kadar sevilseydi, bugün pek çok bu tarz kişiye rastlamamız olası kılınabilirdi. Dünyada çok az şeyin taklidi veya kaybedildiğinde yerine geçecek bir alternatifi yoktur, onlardan biri kesinlikle bu huysuz ve tatlı bir adam olan Seyfi Dursunoğlu’dur.
Yaşamanın içinden
Meryem Ana Evi -Emre CEYLAN-emreceylan_91@hotmail.com-
“Ey Meryem muhakkak ki Allah, seni seçti ve tertemiz yarattı ve seni âlemlerin kadınları üzerine üstün kıldı.” ÂLİ İMRÂN Suresi -42 “Ey Meryem! Rabbin için kânitîn ol (Rabb’inin huzurunda huşû ile dur) ve secde et ve rukû edenlerle birlikte rukû et.” ÂLİ İMRÂN Suresi -43 Kur’an-ı Kerimde de anlatıldığı üzere âlemlerin kadınlarından üstün kılınan kişidir Hz. Meryem. Hıristiyan dininin önemli ismidir. Aslında sadece Hıristiyan dini için değil Müslüman dininde de önemli bir yere sahiptir kendisi. Bu ay ki yazımın içeriği biraz dini, biraz tarihi ve biraz gezi yazısı niteliğinde olacak. Sizlere Efes’te bulunan Meryem Ana Evi’nden bahsedeceğim. Meryem Ana Evi ile ilgili bilgi öğrenmek için görevli rahiple konuşmak
istedim ancak kendisi röportaj veremeyeceğini, konuşamayacağını söyledi. Bende bunun üzerine merak ettiğim soruların cevabını orada çalışan güvenlik görevlisinden öğrendim. Burayla ilgili bildiği her şeyi anlattı. Meryem Ana Evi; Hıristiyan hacıların, Hıristiyanların, turistlerin ve Müslümanların sıkça uğradıkları bir yer. Kuşadası’na yaptığım bir gezi sırasında ziyaret amaçlı uğradım buraya. Arabayla evin bulunduğu bölgeye giderken, yol üzerinde
40
sağda kocaman bir Meryem Ana heykeli bulunmakta. Arabanızla otopark kısmına kadar gelebilirsiniz. Eve ulaşmak için ise biraz yürümeniz gerekiyor. Yürüyüş yolunun en başında sağlı sollu ufak hediyelik eşya satan dükkânlar ve bir restoran bulunmakta. Düzgün ve temiz bir yürüyüş yolu var. Yolu yarıladığınız yerde sağ tarafta Meryem Ana ve Meryem Ana Evi hakkında bilgiler yazan bir tablo bulunmakta. Bu tabloda yazan bilgiler birkaç dile çevrilmiş ve yan yana sıralanmış halde birkaç metre devam etmekte. Tabloların bittiği yerde sol tarafta ise Meryem Ana’nın orta boyutlarda bir heykeli bulunmakta. Heykeli geçtikten sonra ise sol tarafta tahta oturaklardan yapılmış bir alan mevcut. Burası ayinlerin yapıldığı yer. Yazın ayinler burada yapılmakta.
ilerlediğinizde üzerinde kağıt ve plastik parçaların asılı olduğu bir duvar göreceksiniz. Burası “dilek duvarı” olarak da anılmakta. Burayı ziyarete veya gezmeye gelen bazı kişiler giderken dileklerini bir kağıt parçası-
Evin içinde bulunduğu alan oldukça geniş. Her yer yemyeşil ve kocaman ağaçlar ile kaplı. Evin sağ tarafında mum yakma yerleri mevcut. Eskiden bunlar evin içindeymiş ancak ziyaretçi sayısı fazla olduğu için ve çok sayıda mum yakıldığından dolayı bunlar dışarıya taşınmış. Meryem Ana’ya ziyaret, çıkışta sağ tarafta bulunan merdivenlerden inilerek ulaşılan üç çeşme ile son bulur. İlk başta burada üç ayrı çeşme varmış. Ancak daha sonradan bu çeşmelerin sayısı görevliler tarafından çoğaltılmış. Çeşmelerden, kilisenin yanı başındaki kuyulardan gelen içilir nitelikte su akar. Ziyaretçiler, bu suyun şifalı olduğu inancıyla suyu tatmakla kalmıyor, yanlarında da götürüyorlar. Çeşmelerin üzerinde aşk-sağlık-zenginlik gibi isimler yazmakta. Bunların sonradan dikkat çekmesi için yazıldığı söylenmekte. Aşağıya doğru
na ya da bir plastik parçası üzerine yazıp bu duvara asıyorlar. Burayı da geçtikten sonra artık çıkışa varıyorsunuz. Dilerseniz etraftaki küçük dükkânlardan hediyelik eşyalar alabilir, dilerseniz restoranda oturup bir şeyler yiyip içebilirsiniz.
41
Meryem Ana Evi’nin atmosferi... Şimdi sizlere kilisenin içerisinden, gelen turist ve ziyaretçilerden, o manevi havadan bahsetmeye çalışacağım. Meryem Ana Evi’ne gelmeden önce Kuşadası’nda bulunan tanıdığım bana şunları öğütledi: “Orayı turistik amaçlı gezmenin yanında, oranın maneviyatını da yaşamaya çalış. İçeriye girdiğinde gözlerini kapa, Meryem Ana ile konuşmaya çalış. O’nu belki duyarsın belki duyamazsın. Meryem Ana’ya senin için Allah’a dua etme-
sini dile. Çünkü O, Allah’ın en sevgili kadın kulu. Meryem Ana’ya dua et. Dertlerini, sıkıntılarını, sevinçlerini varsa Allah’a iletmesi için isteklerini O’na söyle.” dedi. İyi ki de bunları söylemiş. Kendisine buradan tekrar teşekkür etmek istiyorum. Bunları konuşmamış olsaydık sıradan bir turist gezisi yapıp ziyaretimi bitirecektim ve her şeyi tam manasıyla kavrayamayacaktım. Sizlere de tavsiyem bir gün yolunuz Meryem Ana’ya düşerse sadece gezip görmekle kalmayın, o manevi havayı da tadın. Meryem Ana Evi, ufak bir giriş kısım, orta kısım ve çıkış kısmından oluşmakta. İlk başta giriş kısmında sağda duvarda bir mermer tabela var. Bu mermer üzerinde zamanında burayı ziyaret etmiş olan papaların isimleri yazmakta. Bunlar; Papa VI. Paul (26.07.1967), Papa II. Jean Paul (30.11.1979), Papa XVI. Benedictus (29.11.2006). Yine aynı giriş yerinde sol tarafta ise ahşap bir dolap ve dolabın üzerinde asılmış bastonlar, çocuk ayakkabıları, kolyeler bulunmakta. Bunların ne olduğunu güvenlik görevlisinden öğrendim. Burada dilek dileyen insanlar dilekleri kabul olduktan sonra buraya gelip şükür amaçlı bu hediyeleri bırakıyorlarmış. Hatta eskiden bunlar Ev’in iç kısmında bulunuyormuş ancak hediyeler çoğalınca onlar için rahiplerin kaldığı yerde ayrı bir oda yapılmış. Tıpkı giriş kısımda olduğu gibi çıkış kısmında da kolyelerin asılı olduğu kapalı bir cam çerçeve bulunmak-
ta. Bunlar Ev’in içerisinde sembolik olarak bırakılmış. Ev’in orta kısmına geldiğinizde tabiri caizse salon kısmına, sağlı sollu ufak taburelerin olduğunu göreceksiniz. Ziyarete gelen insanların ibadet ederken oturmaları için konulmuş olsa gerek. Direk karşıya baktığınızda ise Meryem Ana’nın bronzdan yapılmış heykeli bulunmakta. Bu bronz heykel İncil’den tasvir edilerek yapılmış. Meryem Ana heykelinin alt kısmı ayakları dünyanın üzerinde olarak yapılmış. Yani Meryem Ana dünyanın üzerindeymiş gibi. Bu yuvarlağın üzerinde İncil’de de yer alan şu sözlere ait simgeler bulunmakta.
Heykel’de ilk bakışta görünmeyenler Heykele ilk baktığımda göremediğim ancak daha sonra güvenlik görevlisi söyleyince fark ettiğim bir durumu aktarayım. Meryem Ana heykelinin elleri bulunmamakta. Bu heykel 1.Dünya Savaşı sırasında buradan çalınmış ve daha sonra evden aşağı kısımda
42
bir derenin orada bulunmuş ve geri getirilmiş. Heykel elleri dışında zarar görmemiş. Ev’in çıkış kısmında ise solda bir cam çerçevenin içinde Papa XVI. Benedictus’un inci ve altından yapılmış olan, orta kısmında Meryem Ana, uç kısmında Hz. İsa motifinin bulunduğu haç kolyesi yer almakta. Sağ tarafta duvarda ise Meryem Ana kucağında Hz. İsa ile duvara motif edilmiş. Üzeri bir cam ile kapanmış.
bulabileceklerini söylemişler. Su içmek için gittiklerinde orada ağaçların arasında eski bir kalıntının olduğunu fark etmişler. Kitapta anlatılan yerin burası olduğunu anlamışlar. Böylece yüzyıllar sonra tekrar keşfedilmiş Meryem Ana Evi.” dedi görevli. Görevlinin anlattığı bu durumu size daha detaylı olarak Hz. Meryem Ana Evi Derneği tarafından açılmış olan, Meryem Ana sitesinden alıntı olarak aşağıda vereceğim.
Görevlinin söylediğine göre Meryem Ana Evi yapısal olarak hiçbir Meryem değişikliğe uğraAna Evi’nin mamış. İçerisinde yapılan araştırsadece dekor malar netolarak değişiklik icesinde genel yapılmış. Meryem Ana Evi’nin olduğu yerde yargıya göre birinci yüzyıla ait olduğu söylenher Pazar saat 10.30’da ayin yapılmakta. Yamekte. zları dışarıda, kışın ise içeride yapılmaktaymış. Meryem Ana Evi’nin yüzyıllar sonra tekrar bulunup, keşfedilmesini görevli şu şekilde anlattı: “Almanya’da yaşayan bir kadın varmış. Burayı rüyasında görmüş, birilerine anlatmış. Daha sonra bu anlattıkları birisi tarafından kitaba yazılmış. Bu kitap okunurken kilise görevlileri tarafından dikkatlerini çekmiş. Yazılanların doğruluğunu araştırmak için yola koyulmuşlar ve Efes’e gelmişler. Kitapta tarif edilen yere. Dağın yüksek kısımlarına çıkmışlar, yorgunlar ve susamışlar. Yukarıda bir tarlada çalışan kadınları görmüşler. Onlardan su istemişler. Kadınlar sularının kalmadığını ama aşağıya manastıra inerlerse su
43
MERYEM ANA EVİ’NİN TARİHÇESİ
Meryem Ana’ya ilişkin modern tarih, XIX. yüzyılın ilk yarısında, Ren’in Alman Kıyıları’nda, Vestfalya’nın bir kasabasında, Dülmen yöresinden bir köylü kadın olan Anna Katharina Emmerick’in (1174-1824) hasta yatağında başlar. O, şifa bulunamayan bir hastalığa yakalanmış, ıstırap içinde on iki yıldır yatalaktır. Fakat Mesih İsa’nın ve Meryem’in hayatı hakkında sahip olduğu özel görümler sayesinde teselli bulmuştur. Emmerick’in rüyalarının devam etmesi ve hiç tanıyamayacağı kişileri ayrıntılı şekilde
bilmesi kamuoyunun merakını çekmiş. Öyle ki Clemens Brentano isimli alman romantizm akımı şairi, 1818’e doğru Emmerick’in “sekreteri” olarak Dülmen’e yerleşir. Gün geçtikçe, Emmerick’in söylediklerini not almaya başlar. Daha sonra topladığı bu materyalleri gözden geçirir ve “Rabbimiz Mesih İsa’nın Çilesi” adlı bir kitap yazar. Onun ölümünden sonra da (1842) “Anna Katharina Emmerick’in görümlerine göre Meryem’in Hayatı” basılır. Bu kitabın sondan bir önceki bölümünde şöyle yazılıdır: “İsa’nın göğe yükselmesinden sonra Meryem, üç yıl Sion’da (Kudüs), üç yıl Beytanya’da ve dokuz yıl da Efes’te yaşadı. Sen Jean, Yahudilerin Lazarus ve kız kardeşini denizde terk etmelerinden sonra O’nu buraya getirmiştir. Meryem, tam Efes’te değil; az civarında, bazı dostlarının yerleşmiş olduğu yerde oturuyordu. Evi, bir dağın tepesinde, Kudüs’ten gelen yolun solunda, Efes’ten 3,5 mil uzakta bulunmaktaydı. Bu kentin güneyinden, bir takım dar patikalar, yabani bitki örtüsü kaplı bir dağın tepesine ulaştırır. Zirveye doğru engebeli bir yayla vardır. Burası da bitki örtüsü ile kaplıdır ve yaklaşık yarım mil genişliğindedir. Meryem
Ana’nın ikametgâhı işte burada kurulmuştur. Söz konusu bölge oldukça ıssızdır, şirin ve bereketli tepeler ile süslenmiş, küçük toprak aralıklarında mağaralar görülebilir; düzenli ama el değmemiş tepeleri, piramit biçiminde, gölgeli ve düzgün gövdeli seyrek ağaçlarıyla güzeldir.
MERYEM ANA EVİ’NİN TEKRAR KEŞFEDİLMESİNİN HİKÂYESİ (1891) Meryem Ana’nın evinin tekrar bulunuşu, bir manastırın kayıtlarında anlatılan olaya bağlıdır. Bir gün İzmir Fransız Hastanesi’nde “Meryem’in Hayatı” adlı kitabın yukarıda sözü edilen bölümü, topluca okunurken, Efes’teki eve dair ayrıntılar, aynı yerde görev yapan Karitas Kızları’nın müdiresi Rahibe Maria de Mandat Grancey’in dikkatini çeker. İzmir Sacre Cocur Koleji’nde öğretmenlik yapan ve ayin yönetmek için hastaneye gelen Lazaı isl l’edeı Jung ve Peder Poulin’den söz konusu “Vahiylerin” doğru olup olmadığını araştırmalarını ister. İlk olarak buraya, en ateşli muhalif olan Peder Jung ve yanında kendisi gibi 1870 savaşlarından dönmüş olan ve Emmerick’in vahiylerine kuşkuyla bakan başka bir din
44
adamı gider. Aziz Yusuf’a adanmış, Azize Martha Bayramı’na denk gelen 29 Temmuz 1891 Çarşamba günü bu küçük grup, elde pusula, kitabın işaret ettiği yöne doğru ilerledi ve dağ ile karşılaştı. Araştırmacılar sabah saat 11’e doğru bir açık alana vardılar. Orada gayretler içinde tütünle uğraşan birkaç kadın gördüler. Yorgunluktan ve güneşten perişan olmuş ve bitmiş bir halde hep bir ağızdan “Su... Su...” diye bağırdılar. Kadınlar “Suyumuz hiç kalmadı. Ama manastıra inerseniz bulursunuz” cevabını verdiler. Kafile derhal o yöne doğru hareket etti. Devam eden araştırmacılar, su kaynağının yanı başında, ağaçlar altında yarı saklı bir evin, daha doğrusu bir kilisenin kalıntılarını görünce hayretlerini ifade etmekten kendilerini alamadılar. Düşünceleri hemen Emmerick’in kitabına yöneldi. Emmerick diyordu ki: “Evin bulunduğu dağın tepesinden, bir yandan Efes’in bir bölümü ve diğer yandan da daha yakında bulunan deniz görünür”. Yorgunluklarını, sıcağı ve susuzluğu unutan kafile, derhal yamaca tırmanıp tepeye ulaştı. İşte orada, sağda Ayasuluk (Selçuk), Panayır Dağı ve Efes’i nal şeklinde çevreleyen ova, solda deniz ve çok yakında Sisam Adası görünüyordu. Bu keşfin sonucunu iletmek amacıyla, komite İzmir’e döndü. On beş gün sonra, 13 Ağustos’ta ilk çalış-
45
mayı denetlemek üzere aynı yere doğru ikinci bir grup yola çıktı. Daha sonra 19-23 Ağustos tarihleri arasında üçüncü bir keşif gezisi sırasında grup başı olan Peder Jung’un yanı sıra, dört ya da beş kişi daha vardı. Orada bir hafta kaldılar. İlginç olabilecek her şeyi, eksiksiz ve doğru olarak inceleyip ölçtüler, resmini çizdiler, fotoğrafını çektiler. 1 Aralık 1892’de İzmir (ve Efes) Episkoposu Mons. Andrea Timoni, kendisine nakledilenleri bizzat yerinde değerlendirme arzusuyla, aralarında din adamlarının da bulunduğu grubu ile birlikte Bülbül Dağı’na çıktı. Böylece gördüğü evle Emmerick’in tanımlamaları arasındaki benzerliği bizzat kontrol etme olanağı buldu. Şaşkın ve hayran bir halde hemen resmi bir belge hazırladı. Bu belgede; “Olayı Hıristiyan dünyasına açıklama vakti gelmiştir. Meryem’in Efes’te yaşadığı süre boyunca ikamet ettiği evin, gerçekten o ev olup olmadığı değerlendirmesini bizzat sizler yapacaksınız” diye yazıyordu.
46