1
Bu Ay
-Spor26-“Hoşçakal İki Gözüm Hoşçakal… ” Nesilleri büyüttü İnönü
Stadyum’u. Nesiller onu kalbine kazıdı. Filmlerde bile göremeyeceğimiz büyük sevdalara, sevinçlere, hüzünlere, kavgalara ev sahipliği yaptı. İnönü’ye veda etmek hiçbir futbol sever için kolay olmadı. Işıklar kapanınca anladılar ki ayrılık vakti geldi.
2
içindekiler -Foto Haber-
8-“Işık Tarlası” Her şey ışıkla
görünür oldu. Işık yoksa herkes karanlıkta kalır ve karanlık bir dünyada yaşam olmaz. Her şeyin başı ışık. Güneş de bir ışıktır. Birgün güneşin doğmadığını dünyanın ışıksız kaldığını düşünsenize, yaşam olur mu? Kutuplarda insanların az olmasının büyük nedeni bu yüzdendir....
5- Editör
“Kısa bir not..”
32- Tiyatro
“Mavi Gözlü Dev Adam’dan Tiyatro Oyunları...” 19-Kitap
-Sinema-
“İnsan Ne ile Yaşar?”
6- “SİNEMADA BİLİNÇALTI (SUB-
Röportajlar
sinema filminde mesaj kaygısı olmalı mıdır? Elbette olmalıdır. Fakat, “Mutlaka mesaj vermeliyim, bunun için her yol mübahtır.” zihniyetiyle yaklaşıldığında verilmek istenen mesaj doğru adrese gitmeyebilir ya da...
14- ‘Haberin Merkezi’nden:
LİMİNAL) MESAJ VE CİNSELLİK” Bir
-Portre-
Meryem Özkurt”
34 - Vicdanı temel alan bir
gazeteci: Hülya Hökenek
10- “Bir rüyanın ardından giden adam James Francis Cameron” Takvimler bundan
59 yıl önce, 16 Ağustos 1954 yılını işaret ettiğinde Kanada’nın Ontorio şehrine bağlı Kapuskasing’de elektrik mühendisi Philip ve ressam Shirley çiftinin iki çocuğundan biri olarak dünyaya geldi.
3
büt dergisi
Aylık Kültür- Online dergisi
Editör
Mustafa Doğan
Yazı işleri Emre Ceylan Reklam
Efe karasu
Mısra Yıldız
Grafik Tasarım
Mustafa Doğan
Ön ve Arka Kapak Mustafa Doğan
Yazarlar
Emre Ceylan Efe Karasu Ege Küçükkiper Müge Gül Elif Cengiz Handan Aşık www.butdergisi.com
www.facebook.com/butdergisi www.twitter.com/ButDergisi
Bize ulaşmak için info@butdergisi.com butdergisi@gmail.com
Tüm hakkı saklıdır. Yazılarla ilgili tüm sorumluluk yazarlara aittir.
4
Editör
Kısa bir not... -Mustafa DOĞAN-
M erhaba sayın okuyucu. Başlığa aldanıp yazının içinde ilginç bir şey bulacağını sanıyorsan şimdiden uyarıyorum, aradığın ilginçlik editör yazımda yok. İstersen daha yolun başındayken derginin içeriğine girip diğer yazıları kontrol edebilrisin. Ben şimdiden uyarıyorum amma sen yine de devam etmek istiyorsan senin tercihin… Tercihini yapıp bu cümleye geçtiğine göre her riski göze almış ve daha önemlisi zaman kaybını umursamamış yazımı okuyorsun. Bunun için öncelikle sana teşekkür etmemi; bir kurşun kalemin kırılmış ucunu keskinleştirilmeye çalışan bir öğrencinin yazı yazma gerekliği kuralıyla yerine getiriyorum. Teşekkürler… Belki de çok nadir okunan editör yazısıyla sende zaman kaybetmeden çoktan diğer yazılarla ilgilenmeye başlamışsındır. Ben bunun da bilincinde olarak yine de görevim olan editör yazısını yazıyorum, gördüğün gibi. Bu gereksiz uzatmaları bırakarak seni de daha fazla sıkmadan bu ay ki konuma geçiyorum. Her yeninin eskidiği gibi bizlerde tarih olacağız ya da diğer adıyla eskiyeceğiz. Kiminin hiçbir zaman umrunda olmayacağız, kimininse sanki bir yerden hatırlıyorum veyahut tanırdım iyi birileriydi dediklerinden olacağız. Bunun cevabını şimdilik kimsenin veremeyeceği apaçık ortadır. Dergi gibi bir oluşuma girişerek kendi seslerimizi duyurmamızdaki asıl amaç; söyleyecek sözümüzün yanı sıra kimilerinin dediği gibi ben bunları bir yerden hatırlıyorum olmasıdır. “Birilerinin ben bunları bir yerden hatırlıyorum”u için 5.nci sayımızla bu amaça biraz daha yakın olduğumuzu düşünüyorum. Bu amaçla da ilerleyeceğimizden kuşkunuz olmasın. Öte
5
yandan bu 5.nci sayıya ulaşabilmek için aslını sorarsanız çok çaba sarf ettik. Her işte olduğu gibi bizlerde badireler atlattık. Beraber çıktığımız bu yolda kimisi bizi yolda bıraktı, kimisi de bu yolcuğumuza dahil oldu. Bizimle yola devam edenlerle umarım 10, 20, 50 ve hatta 100.cü sayılara ulaşırız. Tabi sizinde desteklerinizi göz ardı edemeyiz. Bunun içinde sizin desteklerinizle çabalayacağımızdan da kesinlikle kuşkunuz olmasın… Yazımı çok uzun tutmamakla birlikte buraya kadar okumaya devam ettiğinize göre sizin için editör yazısı da önemli. Kısa bir not başlığını atmamın hiçbir nedeni yok aslını sorarsanız. Editör yazımı düşünürken yolda aklıma geldi. Yolda hatta yazımın içeriğini dahi düşünerek kaç kişinin selamını almadan yoluma devam etmişimdir kim bilir. Burada düşünmen gerek Sayın okuyucu, sana ne kadar değer veriyorum… Bu ay ki dergi içeriğinden de biraz bahsetmek gerekirse; Ege Küçükkiper sinemadaki bilinçaltı mesajlarını yazdı. Müge Gül portre köşesinde Terminatör’ün yaratıcısı James Cameron’u anlattı. Bu ay iki tane röportajımız var. Bunlar TRT Haber İstanbul Müdürü Meryem Özkurt ve TRT Haber 45 artı program sunucusu Hülya Hökenek. Efe Karasu efsane stat İnönü’ye vedayı yazdı. Handan Aşık Tolstoy’un unutulmaz eseri İnsan Ne İle Yaşar kitabını sizler için yazdı. Elif Cengiz’de DT’de oynanan Nazım Hikmet oyunlarını yazdı. Foto haber köşemizde çekimlerinden keyfi aldığım stüdyolardaki ışık tarlalarını fotoğrafladık. Umarım bu ay ki sayımızı beğenirsiniz. İyi okumalar…
Sinema
SINEMADA* SUBLIMINAL MESAJ
VE CINSELLIK
SİNEMADA BİLİNÇALTI (SUBLİMİNAL) MESAJ VE CİNSELLİK
-Ege KÜÇÜKKİPER-
“Bir sinema filminde mesaj kaygısı olmalı mıdır? Elbette olmalıdır. Fakat, “Mutlaka mesaj vermeliyim, bunun için her yol mübahtır.” zihniyetiyle yaklaşıldığında verilmek istenen mesaj doğru adrese gitmeyebilir ya da filmin amacına hizmet etmeyebilir. Mesajları olan bir film, içi dolu gibi gözükür.
A
slında önemli olan kullandığı mecra, kullanış şekli ve en önemlisi mesajı vermekte ki amacıdır. Bu amaç her zaman iyi niyetli olmayabilir. Kişilerin, zihinleriyle oynayarak, bir nevi yönlendirme aracına dönüşen sinema; sadece bilinçaltı olarak değil, bilinçli bir şekilde de bu işlemini gerçekleştirmekte. Aldığı reklamlarla, insanın gözüne sokarcasına, dünya kadar para
harcayıp; bu da yetmezmiş gibi müşterisine bir yığın para harcatıp emeline ortak eden sinemacılar, kendi ürettiği eserle, o eseri izlemeye gelen seyircisiyle dalga geçmekte. Bilinçaltı mesajın yani subliminal mesajın patlak verdiği olayla başlayalım. 1957 yılında James Vicary, yaptığı film-
6
lerin içerisine hızla yanıp sönen yazılar koyduğunu açıkladı. Bu yazılar saniyenin onda biri kadar ekranda gözüküyordu. Bilinçaltıyla algılanan mesajlarda “Acıktınız mı?”, “Popcorn yiyin”, “Coca-cola için” gibi insanları tüketime ve kendi iradesi dışında bir şeyler yapmaya zorlayan sistem oluşturuldu. Film bittiğinde popcorn satışları %57, Coca-cola satışları ise %18 artmıştı. Korku filmleri bu konuda başat olarak seçiliyordu. Amerika’nın övülmesinden, emperyalizmi benimsemeye kadar birçok yöntemin kullanıldığı subliminal mesajlar, en çok durağan karelerin içerisine yerleştirilen görsel içerikli yazılardan oluşuyordu. Bilinçli bir şekilde konulan yazılar, ne yazık ki bilinçaltı ile algılanabiliyordu. Bunların en başında ise “sex” sözcüğü yer almaktaydı. Sinemacılar ve reklam verenler, cinselliği burada da ön plana çıkarmış ve bunun üzerinden bir rant sağlamayı tercih etmişlerdir. Başlarda bu kadar yoğun olmasa da, bütün suçu yapımcı, reklam veren ve yönetmen üçlüsüne atmak doğru olmaz. Zamanla seyircinin de bunu istemesi,
7
durumu bu noktaya taşımıştır. Yani subliminal mesaj bir nevi uyuşturucu görevi görmüştür. Bağımlılığın artmasının sebeplerinden biri kuşkusuz cinselliktir. Sex yazısı yerine belki başka bir sözcük kullanımı tercih edilseydi, etik açıdan ve sonuçları itibariyle bu kadar acı olmazdı. Hem Türk, hem de Dünya sinemasında üretilen filmler, içine girdikleri bu yolu benimseyip, düzeltmek için hiçbir şey yapmamakta ve filmin özüne verilmek istenen mesajı veremeyip, altta bekleyen mesajı seyirciye geçirmekte. Bu durumda film kalitesinden ödün vermiş olmakla birlikte, amacına hiçbir zaman ulaşamamış,
popüler kültürün bir parçası olan, bir kitle iletişim aracı olarak sinemanın işlevini söndürmekte. Sinema bir haz alma ve algı sanatıdır. Subliminal mesaj ile birlikte ise komut alma ve uygulama sanatı olmaya yüz tutmuştur.
ya da izleyici kitlesini kaybeder mi? Bunun yanıtını denemeden öğrenemeyiz… Şu kadarını söyleyebilirim ki kitlesini kaybetmez. Çünkü olmayan bir şey kaybedilemez. Kırk yılın başı bir film vizyona giriyor ve izleyici topluyor. Yani binde bir olacak bir olay söz konusu. O kadar yanlış tutumlar arasında elbet bir doğru çıkacaktır. Subliminal mesaj artık sadece sinema filmlerinde değil; reklamlarda, dizilerde, çizgi filmlerde, internette ve hatta şarkılarda bile kendini gösterdiği için, sinema kendini korumakta güçsüz kalmıştır.
Cinselliğin neden bu kadar ön plana çıktığına geri dönecek olursak; Türk sinemasının eski günlerine, hepimizin defalarca izlediği Yeşilçam filmlerine gitmemiz gerekir. O filmlerde, seyirci nasıl cinselliğe alıştırıldıysa, pekala tersi bir tutumla cinsellikten uzaklaştırılabilir. Peki uzaklaştırılmalı mıdır? İnsanların zihinSinemada cinsellik, alıp başını gitmiş leri üzerinden, istem dışı hareketlerle bir durumda. Desem de inanmayın. Fakat rant sağlanacaksa evet uzaklaştırılmalıdır! boyut değiştirdi diyebilirim. Yeşilçam Uzaklaştırıldığında sinema verimsizleşir filmlerinde birebir gösterilen kadın ve erkek vücudu ya da bol yataklı sahneler günümüzde biçim olarak aynı kalmış olabilir ama içerik olarak oldukça değişmiştir. Günümüzde “sözlü cinsellik” daha da sokak ağzıyla konuşmak gerekirse “bel altı konuşma” kendini göstermekte. Her söylenen cümlenin içerisinden bir cinsel anlam çıkarılmakta ve bu sayede kendi kendimizin farkında olmadan subliminal mesaj vermekteyiz.
8
kadar berbat ve bayağı bir halde değildi. Cinsellik teması bir türlü istenileni veremedi ve toplumun ihtiyacını karşılamakta yetersiz kaldı. Hal böyle olunca, bilinçli bir şekilde tatmin olamayan izleyici, bilinçaltı ile tatmin olmaya çalıştı. Bu çalışma Yeşilçam’da en azından imada bulunmanın ötesinde salt bir şekilde gösterilme- da, duygusunu, benliğini, iradesini, karar kteydi. Cinsellik abartıya kaçmadığı şekli- verme yetisini ve ne yazık ki insanlığını yle “doğal” olarak verilmekte ve insanların kaybetti. Pazarlama aracına dönüştü ve cinselliğin yanlış kullanımını beynine bu konu hakkında ki düşünceleri saptankazıdı. Bilinçaltı mesajı hangi Yeşilçam maktaydı. Pornovari filmlerin çokluğu, filminde gördünüz bir düşünün. Bir de Nuri Alço’lu, Tecavüzcü Coşkun’lu, son dönemde hangi filmde görmediğinizi Aydemir Akbaş’lı “Türk tipi cinsellik”, düşünün? Ve sakın bu yazıyı aklınıza kayerini Cem Yılmaz’lı, Şahan Gökbakar’lı “………tipi cinselliğe” bırakmıştır. Boşluğu zımayın. O zaman bütün amacımı yitirmiş ve mesajımı sizlere geçirememiş olurum. nasıl isterseniz öyle doldurabilirsiniz. Bu yazıyı sırf cinsellik kelimesini görmüş Yeşilçam filmlerindeki cinselliği övüyo- olmanız dolayısıyla okuduysanız, zaten bir evvel ki cümlem gereksiz duruma düşmüş rum sanmayın. Sadece bilinçli bir halde demektir… algılama sanatının istediğini verdi. Her dönemin kendine göre yanlışları oldu. ege0692@hotmail.com Ama hiçbiri son dönem Türk sineması
9
Portre
Bir rüyanın ardından giden adam
James Francis Cameron
T
-Müge GÜL-
“James film çekimleri Roma’da sürerken bir gece insan görünümlü bir makine tarafından öldürülmeye çalışıldığına dair bir kabus gördü. Rüyanın etkisinde kalan yönetmen bunu senaryolaştırmaya karar verdi. Böylece Cameron’un en ünlü serilerinden biri olan Terminatör için büyük bir ilham kaynağı doğmuş oldu.”
akvimler bundan 59 yıl önce, 16 Ağustos 1954 yılını işaret ettiğinde Kanada’nın Ontorio şehrine bağlı Kapuskasing’de elektrik mühendisi Philip ve ressam Shirley çiftinin iki çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Çocukluk yıllarını ve ergenliğinin ilk kısmını kardeşi Mike ile şirin ve küçük bir kasaba olan Chippawa’da geçiren James, 1971 yılında ailesi ile birlikte California’ya taşındığında henüz 17’sindeydi. Aile burada yeni bir yaşam kurdu. California State University’de Fizik üzerine eğitim alan Cameron, okuldan ayrılıp kamyon şoförlüğü yapmaya başladı. 1977 yılında Star-Wars’u izledikten sonra bu hayattaki görevinin film yapmak olduğunu düşündü. İlk işi ise babasının eski kamerasını elden geçirerek çekimler yapmaya başlamak oldu. Özellikle özel efekt konusunda araştırma yapan James, bu konuda kendini geliştirmek için zamanının
10
büyük bir bölümünü kütüphanelerde bu konuyu araştırarak geçiriyordu. O dönemleri hatırladığında o zamanlar evli olduğu ilk eşi Sharon Williams’ın kendisinin aklını kaçırdığını düşündüğünü belirten yönetmenin bu konuda ilk deneyimi Battle Beyond The Stars ve Escape From New York’ta Roger Corman’la çalışarak oldu. Ancak kendi film çekme arzusu o kadar güçlüydü ki 1978 yılında bilimkurgu türündeki ilk filmi Xenogenesis’i (kısa metraj)çekti. Bir yandan da senaristlik yapan Cameron’un ilk uzun metrajlı filmi Joe Dante tarafından birincisi çekilen Piranha part two:The Spawning’di. Bu film ona ilk ödülü olan International Fantasy Film Award‘ı kazandırdı. Ancak bu filmin ona getirdiği tek şans bu değildi. James film çekimleri Roma’da sürerken bir gece insan görünümlü bir makine tarafından öldürülmeye çalışıldığına dair bir kabus gördü. Rüyanın etkisinde kalan yönetmen bunu senaryolaştırmaya karar verdi. Böylece Cameron’un en ünlü serilerinden biri olan Terminatör için büyük bir ilham kaynağı doğmuş oldu. Cameron, senaryo için oluşturduğu hikaye ile önüne gelen yapım şirketinin kapısını aşındırmaya başladı. Ancak hiçbir firma bu genç ve deneyimsiz yönetmenle böyle bir iş için riske girmeyi göze alamadı. Fakat yılmak nedir bilmeyen James sonunda Hemdale Pictures isimli bir şirketle anlaştı. Ardından daha sonra ikinci eşi olacak
11
Gale Anne Hurd’la tanıştı ve birlikte yönetmenin en büyük başarılarından biri olan The Terminator’un senaryosunu yazmaya başladılar. 80’li yıllara damgasını vuran “The Terminator, Rambo:First blood 2” gibi filmler ve bir savaş belgeseli olan “The time it’s war”ı çektikten sonra bugün korku ve bilimkurgu filmleri arasında nadide bir yere sahip “Aliens” için kamera arkasına geçen Cameron, bundan kısa bir süre sonra Abyss için kolları sıvadı. Bu film ona aynı zamanda görsel efekt dalında Oscar kazandırdı.
İş hayatındaki yükseliş ve başarılar özel hayatında onu yalnız bırakıyordu. Yapımcı eşi Gale Anne‘den de ayrılan Cameron 3. evliliğini meslektaşı Kathryn Bigelow’la yaptı. Çok geçmeden 1997 yılında aynı zamanda The Terminator filminin yıldızı Linda Hamilton’la evlenen Cameron’un bu evlilikten bir kızı bulunuyor. 1997 aynı zamanda iş hayatı anlamında da James için altın yıllardan biri oldu. Yönetmen sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yapımlarından biri olan ‘’TITANIC’’i seyirciyle buluşturdu ve bu buluşmanın sonucunda 115 milyon dolar ve 11 Oscar kazanarak tarihe geçti. Cameron, 2000 yılında son eşi Suzy Amis’le evlendi. Titanic’in başarısının ardından bir süre televizyon yapımlarında görev alan Cameron, birkaç dizide de yönetmenlik yaparak kendini sıradaki büyük projesi için hazırlamaya başladı. Ardından 2003’te Ghosts of Abyss ve yine 2005 yılında da Aliens of Deep isimli belgeselleri çeken Cameron, bu son belgeseli için dünyanın en derin yeri olan 11 bin metre derinliğe sahip “Mariana çukuruna” 12 tondan imal edilen özel
deniz altısı ile indi. Denizaltı sadece onun sığabileceği boyutta olduğundan bu farklı ve aynı zamanda da tehlikeli maceraya tek başına atılarak orada videolar çekti. Orada geçirdiği süreyi ise “Orası dünyanın tabanı ve yüzeyi aya benziyor. Orada garip canlılar göreceğimi sandım sanki bir günde başka bir gezegene gitmişim gibi” diyerek özetleyen yönetmen üç dakika nefesini tutabilerek 2.5 metre derinliğe dalabiliyor. Tam bir su altı dünyası aşığı olan Cameron’un idolü ise deniz araştırmacısı “Jaques Yves Cousteau.” Cameron, kendine her bakımdan farklılık yaşatan bu deneyimin ardından tam 4 sene odasına kapanarak Avatar için çalışmaya başladı. Genelde bir proje üzerinde çalışırken ketumluğu ile bilinen James, aynı zamanda çalışırken de oyunculara oldukça disiplinli davranan titiz bir yönetmen olarak tanınıyor. Başarılarını perçinlediği “Avatar”ı seyirciyle bir araya getirmek için oldukça uzun ve zahmetli bir süreç yaşayan Cameron yine istediğini elde ederek kendini bir kez daha tüm akademi ve sinema dünyasına kanıtlamış oldu. Günümüzde Terminator 5 ve 6 için senaryo ve yapım çalışmalarına başlayan yönetmen yine dünyayı sallamaya hazırlanıyor. 3D Fusian kamera sisteminin de mucidi olan
12
Cameron, yaptığı işin her alanında birbiri ardına aldığı başarılarla çıtasını hep yüksek tuttu. Ufak çapta bir denizaltı filosu bulunan yönetmen aynı zamanda tam bir motosiklet tutkunu. Hali hazırda 3 Harley Davidson ve bir Ducati sahibi Cameron, arabalar konusunda o kadar seçici değil. Dolar milyoneri bir yönetmen olmasına rağmen mütevazi bir tarzı olan James günümüzde eşi Suzy ve 3 çocuğu ile birlikte Milabu adlı bir malikanede yaşıyor. Sinema dünyasının “mavi gözlü dev”inin yeri her ne kadar sağlam görünse de kendisinin de korkuları yok değil. Cameron insan nüfusunun hızla artması ve bunun doğal sonucu olarak petrolün yok olması ve kaçınılmaz olarak dünyanın sonunun gelmesinden korkuyor. 59 yaşını 87 gün sonra dolduracak olan Cameron kendini tanımlarken “Ben serüven arayan 8 yaşındaki bir erkek çocuğunun kalbini taşıyorum” diyerek aslında zamana direnemeyen tek şeyin biyolojik saatimiz olduğunu bir kez daha bize hatırlatmış oluyor. James Cameron içindeki istek ve gördüğü bir rüya sonucunda hayallerinin peşinden giden ve bundan vazgeçmeyen; pek çok kimsenin eline yüzüne bulaştıracağını düşündüğü işlerin içinden, onlara ve belki de yaşamındaki tüm olumsuzluklara rağmen başarıyla çıkmış bir insan. Belki de bir insanın önce kendisine inanması ve sonrada kendini umut etmek denilen
13
o olağanüstü olguya bırakması gerektiğinin en güzel örneklerinden... Hayat denen döngüde çoğumuz aksine önüne gelen fırsatları istediği yere tırmanmak için bir merdiven gibi kullanabilen ender bir zeka örneği. O büyürken hala bir çocuk kadar cesur olarak hayal kurabilen, büyümek telaşı ile bunu benliğinde yitirmeyen biri. Kendine sırt dönmeyen, yapabileceklerinin gücüne inanan ve bu yönüyle zamanın onu sıradanlaştırmasına izin vermeyen biri. Pek çoğumuzun olmadığı ama olabileceği gibi...
Röportaj -1 en:
Haberin Merkezi’nd
Meryem Özkurt
Hamit Bağ - Emre Ceylan - Mustafa Doğan
H
er şeyden önce televizyon dünyası ekran arkasındaki gizli kahramanlarıyla ayakta duran bir sektördür. Tabi ekran önündekilerinde payı az değil. Fakat ekran önündekiler; bu bir yarışma programı olsun, magazin programı olsun, haber programı olsun, dizi olsun sinema olsun yani kısacası televizyon deyince akla gelen hepsi için geçerli hep daha ön plandadır. Ekran arkasındakiler daha doğrusu mutfak kısmında çaba sarf edenler pek fazla bilinmez. Bizler mutfak kısmını merak ettik ve TRT Haber’in mutfak kısmına girdik. Haber programlarındaki mutfak kısmı daha yoğun ve daha yorucu geçer. Haberler alınır görsel olarak işlenir ve bizlere sunulur. TRT Haber İstanbul’un kamera arkasındaki yani işin mutfak kısmındaki kahramanla TRT Haber İstanbul Müdürü Meryem Özkurt’la bir röportaj yaptık. Telefonla arayıp kendisiyle röportaj yapmak istediğimizi söyleyince seve seve
kabul etti. Randevu günü TRT’nin Ulus Portakal Yokuşu’ndaki yerine gittiğimizde bizi oranın atmosferi dahi etkilemeye yetti. Güvenlik kontrollerinden geçtikten sonra Meryem Özkurt’un odasına doğru yol aldık. Kapıyı çalıp girdiğimizde bir görüşmesi olduğundan dolayı bizlerden 5 dakika sonra sizi çağıracağım dediğinde gerçek zaman dilimindeki 5 dakika diye umut etmiştik. 5 dakika geçti çağırılmadık, 10 dakika geçti çağrılmadık, 20 dakika geçti çağrılmadık. Sürekli oradan geçen bir adamın dikkatini çekmişiz ki bizim burada ne yaptığımızı sorduğunda Meryem Hanım’ın bizi 5 dakika sonra çağıracağını söylediğimizde tepkisi gülerek “kesin unutmuştur” oldu. Bunun üzerine tekrar kapıyı çaldığımızda ben sizi unuttum demesiyle gülüşmelerimizin kahkahalara dönüşmesi bir oldu. Tabi ki yoğun bir iş temposu içerisinde olduğundan bu unutkanlığı doğal karşılıyoruz. Bu ufak unutkanlık aksiliğinden sonra odadaki bize gösterilen yerlerimize geçiyor, çaylarımız söylend-
14
ik sonra da sohbetimize geçiyoruz. TRT Haber işleyişinde Meryem Özkurt’a büyük görevler düşüyor. TRT Haber’de İstanbul’da yapılan tüm programların sorumluluğu kendisine ait. Bizzat sahada; konuğundan, rejisine ve aktüel çekimlere kadar her aşamasını takip ediyor. Aslında insanlar yönetici kadrosunda yer aldığından biraz da koltukta oturup emir yağdırdığını sanabilirler fakat Meryem Özkurt işin mutfağında çalışıyor. Her şeyden önce bir anne, bir ev hanımı Meryem Özkurt. Onun hayatında en önemli özelliği bir Kıbrıslı olarak Türkiye’de bir yaşam sürüyor olması. Çünkü sektörde onu tanıyan herkes ‘Kıbrıslı Meryem’ olarak biliyor. Çok küçük yaşlardan itibaren gazeteci olmayı isteyen Özkurt’un neden gazetecilik mesleğinde bu kadar ısrarcı olduğunu kendisinden dinleyelim: “Bizim zamanımızda da sınav sistemi iki aşamalıydı. Fakat tercihlerimizi sınavdan önce yapıyorduk. Gazeteci olmak hayalimdi. Ama ailem çok sıcak bakmadığı için ilk tercihimi hukuktan yana kullanmıştım. Gazeteciliği 2. ve 3. tercihim olarak yazmıştım. 3. tercihim olan Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nu kazandım. Ben 1988 senesinde, şanslı bir dönemde mezun oldum. 90’lı yıllarda Türkiye’de özel televizyon kanallarının piyasaya girmesi, bizim için bir şans oldu. Şu anda sorsanız ‘Mesleğinizden memnun musunuz’ diye ‘Tabi ki memnunum ama iç mimarda olmak
15
isterdim’ Bir televizyoncunun iç mimar olmak istemesi biraz tuhafımıza kaçıyor. Dekorasyon ilgisini çekiyormuş; dekorasyon dergilerine bakıyor ama okumuyormuş Meryem Özkurt.
“Masamdan alacağım özel bir şeyim yok” Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun olduktan sonra TGRT, Star Tv, Show Tv, Kıbrıs Ulusal Kanal Bayrak TV, Samanyolu gibi pek çok televizyon kanalında çalışmış. Buralarda yönetici kadrolarında, kurucu kadrosunda ve rejilerde yer almış. Ama mezun olduktan sonra stajını TRT’de yapmış. Bu kadar çok kanal değiştirmesini de hareketli insan oluşuna bağlıyor. Özkurt, “Şöyle ben belki, karakterim icabı böyle çok hareketli bir insanım ve bir yerde uzun süre kalmak, bana yaramıyor. Yani kendimi tüketiyorum. Uzun süre çalışınca artık işe, olaylara geniş bakamıyorum ve hep bir değişiklik istiyorum. Bir ayrılma gitme yeni bir yer isteği ile oldu. 4 yıldır TRT’deyim. 4 yıl uzun bir süre. 8 sene TGRT’de çalıştıydım ama o zamanlar tabii yaşımız küçüktü orada o kadar çalıştım ve ayrıldım. Ben Kıbrıs’tan ayrılıp gelmiştim ve şunu diyorum; Kıbrıs’tan ayrılıp gelmişsem her yerden ayrılabilirim. Hani şimdi bu masada bana deseniz ki yani bugün sizin burada işiniz bitti, 10 dakika içinde toparlanırım. 10 dakikada masamdan eşyalarımı alıp giderim. Benim masamdan alacağım özel bir şeyim yok.”
Kıbrıslı Meryem
Meryek Özkurt Kıbrıslı bir Türk. Kendisinin de değimiyle en önemli özelliği Kıbrıslı olması. Sektörde ve arkadaşlarının arasında ‘Kıbrıslı Meryem’ olarak biliniyor. Kendi vatanı KKTC ulusal Bayrak Radyo Televizyon Kurumu (BRT)’nda kısa bir geçmişi var Meryem Özkurt’un. Neden TRT ya da neden Kıbrıs değil de Türkiye diye merak edenler olabilir içinizde. Özkurt, “Aslında TRT’de staj yapmamın amacı BRT’ye daha tecrübeli gitmekti. BRT’ye memlekete daha faydalı olma düşüncesiyle geldim. Yani Türkiye’de kalmak niyetinde değildim. İlk olarak turistlerin elinde gördüğümüz kameraların daha gelişmiş versiyonlarını TRT’de görmüştüm. TRT benim için iyi bir tecrübe oldu. Kısmet eşim Mustafa Özkurt ile de burada tanıştım ve hayatımın İstanbul’da devam edeceğini anladım. Kıbrıs’ta yaşamak da aklımdan geçiyordu ama Kıbrıs’ta Rahmetli Rauf Denktaş Bey’e babam ve eşimle davetiye götürdüğümüz zaman ‘Nerde oturacaksınız?’ diye sormuştu. Eşim de ‘Tabi ki İstanbul’ demişti. Sayın Cumhurbaşkanı Denktaş’ta, ‘O zaman biz vermiyoruz kızımızı. Çünkü biz beyin göçüne karşıyız. O kadar eğitim ve o kadar emek var üzerinde ve şu anda tam ülkesine faydalı olması gerekirken gidemez’
demişti. O zaman Denktaş ismi Türkiye’de de Kıbrıs’ta da çok önemli bir isimdi. Denktaş, eşime ‘Burada size TRT temsilciliği verelim’ demişti. Eşim kabul etmedi. Şimdi pişman mı bilmiyorum. Güzel bir teklifti ama burada evlendiğimiz iyi oldu. Hayat sürüyor. Kıbrıs’ta kalsaydım bu kadar tecrübeyi, bu denli hayata bakışa sahip olacak mıydım? Emin değilim. Burası çok büyük bir şehir, orası bir ada. Adada büyük bir şehirde yaşıyor gibi yaşayabilir miydim? Bilmiyorum. Uzun süredir burada olduğum için bu bakış açısına sahip olamayabilirdim. Ama Kıbrıs’a dönmeyi düşünüyorum tabi.” Ve ekliyor. Şuan ki şartlar sunulsa Kıbrıs’a geri dönmekten yana. Hayat sizleri nereye nasıl sürükleyeceği hiç belli olmayan bir serüven. Bir bakmışsınız ki hiç alakanız olmayan bir yerdesiniz ve bir bakmışsınız ki en çok istediğiniz yerde değilsiniz. Bunların hepsi hayat serüveninde var olması doğal şeyler. Gazetecilik biraz zor meslektir. Hem çalışma şartları hem şuanda var olan iş olanaklarının kısıtlılığı hem de her meslekte olduğu gibi meslek içindeki çekişmelerde ayakta durmak bu mesleği zorlaştıran unsurlardan bazıları. Kaygısız bir meslek zor olmayan bir meslek yoktur elbet. Fakat bu zorluklar gazeteci için iki katına çıkar.
16
Bu mesleği seçenlerde de bir acaba korkusu yaşanmıyor değildir. Bu kaygı Meryem Özkurt’ta da oluşmuş ama o yine de bu mesleği seçmekten geri durmamış: “Bende Kıbrıslılığın verdiği -ki Akdeniz insanı daha rahattır- kendine daha özgüven vardı. Buna rağmen işi bilmediğimi biliyordum. TRT’de çalışan insanlar benden çok farklı bilgi birikimi olduklarını ve üstün olduklarını zannediyordum. Sizin zannettiğiniz gibi. Zaman içinde gördüm ki hiçte öyle değil. Sadece çalışmak gerekiyormuş. Birileri size bir yerlere başlamanız için vesile oluyor ama torpil yükselmeniz için yeterli olmuyor. Yani her şey kişide bitiyor. Çalışmak, çalışmak ve yine çalışmak. Ben şuanda çalıştığım için buradayım, Hiç kimse çalışmadığınız zaman sizi hiçbir yerde tutmaz. Yani bir torpil olsa sizi bir yerlere koyarlar ama siz çalışmazsanız 3 ay sonra o torpil bir işe yaramaz. Çalışmayan birini neden sırtlarında taşısınlar ki?” Medya sektöründe birçok alanda görev almış Özkurt. Medyada devam eden Meryem Özkurt Marmara Üniversitesi’nde ders vererek eğitimde de kendisini göstermeye başladı. Medya mı öğretmenlik yapmak mı? Özkurt, “Öğrencilere ders vermek hoşuma gitti. Onlara bir şeyler aktarabilmek, onlarla birlikte olmak çok güzel bir duygu. Ama
17
öğrenciler için zannederim mesleğin içinde olan bir hocadan ders alması daha güzel, ben de o enerjiyi hissettiğim için hoşuma gitti öğretmenlik. Bu mesleğin içinde olmasam zannederim hocalık yapmak bana zor gelebilirdi. İkisi birlikte şuanda güzel gidiyor.” Son yıllarda TRT yapmış olduğu yeniliklerle atağa geçti. TRT Çocuk, TRT Müzik, TRT 6, TRT Arapça gibi birçok temalı kanal kuruldu. TRT Haber’de bu temalı kanallar arasında en çok izlenen kanal bayrağını elinde taşımaya devam ediyor. Diğer haber kanalları arasında da ön plana çıkan TRT Haber’in başarısının başarılı bir kadro ile mümkün olduğunu görmüş olduk. Ama hala istenilen yere ulaşılmadı. Özellikle dünya çapında çok daha iyi bir yerde olmak gerekiyor. Bir BBC,CNN, El-Cezire gibi olmalı. Yani dünyada bu kanalların arasına girmek gerek. Bununda çalışmaları var.
“Dünyayı şekillendiren güç medya”
Dünyayı şekillendiren en önemli etkenlerden biri de medya. Medyayı nasıl kullandığınız önemli. İster bir savaş ister bir barış başlatabilirsiniz elinizdeki kuvvetle. Bazı ülkelerde medya bir hükümeti batırabiliyor istediği partiyi de başa
getirebiliyor. Uluslararası alanlarda medya 4.kuvvet olarak geçiyor. Bu görüşe Özkurt, “En önemli iş kollarından. Yani dünyayı televizyondaki iletişim araçları şekillendiriyor. Ortadoğu’yu yeni medya şekillendirmeye çalışıyor. O yüzden medya çok önemli. O yüzden bence yapılması gereken en önemli iş kollarından bir tanesi. İyi bir bilinçli yapılan bir programla seyirciyi etkileyerek ülkeyi değiştirebilirsiniz. Mesela bugün Amerika dünyadaki imajını Hollywood’la yaptı. Bizde televizyonlarımızla dünyaya bir imaj verebiliriz ki şuanda da başladı. Dizilerimiz birçok ülkeye satıldı ve gösteriliyor.” Türkiye’de özel sektörün medya sektörüne yasal olarak girmesi 1990’lı yıllarda Star TV’yle başladı. Daha önceden TRT bunu tekelinde tutuyordu. Tabi önceden yurt dışından alınan uydu frekanslarıyla yayınlar yapılıyordu fakat bu yasal değildi. Bunun önüne geçilemeyince devlet mecburen yasa çıkarmak zorunda kaldı. Devlet medyadan elini çekmedi aksine özel sektörle varlığını sürmeye devam etti. Özel sektörle devlet televizyonu medyada nasıl bir denge izliyor. “Şu anda Türkiye’de aslında dengede gidiyor ama bana sorarsanız şuan Türkiye olması gerektiği gibi gidiyor. Türkiye’de ilk Kürtçe kanalını TRT 6’yı TRT açtı. Özel kanallar neredeydi? Türkiye şartlarında şuanda çok iyi bir denge var. Ortadoğu’da bir Arapça kanalı ilk TRT düşündü. Türkiye’de bir İngilizce kanal yok ,yine TRT düşündü ve yine TRT yapacak. Bunların talepleri çok yüksek değil ki özel kanallar bunu yapabilirler ama TRT bunu yaparken tamamen ülke menfaatlerini göz önüne alarak yapıyor. Bence şu anda dengede gidiyor. O anlamda TRT çok önemli bir misyon üstlendi.” Özel sektörde çalışanlar devlet kanalında çalışanlara oranla güvenceleri daha az, sarı basın kartları bile yok. Özel sektör televizyoncusuna ve gazetecisine sahip çıkmadığını da ekliyor sözlerine Özkurt.
“Yeni medya üzerine”
Bir gazeteciye sorulmadan geçilmeyecek iki şey varsa o da birincisi yeni medyanın geleneksel medyayı nasıl etkileyeceği ve de yeni medya geleneksel medyanın sonunu getirip getirmeyeceğidir. Bunlar hakkında görüşlerini belirtiyor Özkurt: “Geleneksel medyanın sonunu getirmese bile, geleneksel medya yeni medyaya ayak uydurmazsa büyük sıkıntı yaşar. Yani şu anda her şey elinizin altında; gidip belki de gazete almıyorsunuz çünkü o gazeteler artık internet sayesinde elinizin altında. Kendilerini yenilemeleri gerekiyor. Yenilemezlerse tabiî ki sonu gelebilir. Dünya değişiyor. Değişen dünyada eğer bazı kanallar siyah beyaz yayın yapmakta ısrar etselerdi var olurlar mıydı? Belki olurlardı ama bir nostalji kanal olurdu. Nostalji TV. İnsanlar onu seyredebilirdi ama renkli televizyon sistemine de geçmek durumundaydılar. Ülke olarak da toplum olarak da dünya olarak da. Yani yenilenmezseniz kaybolup gidersiniz. Her gün aslında yeni şeyler düşünmemiz gerekiyor.” Son olarak Özkurt şunları tavsiye ediyor genç iletişimcilere: “Ben yapamam, ben çekinirim ben başvuramam, ben başvurdum ama bir kere hayır dendi, gittim kapısına beni içeriye almadı, telefon ettim bana dönmedi, gibi şeyler sizi yıldırmasın. Ümitsizliğe sürüklemesin. Şu anda özel kanallarda da yönetici pozisyonunda pek çok arkadaşım var. Hepsi çalışarak tırnaklarıyla oralara geldiler. Hatta bir kaçı da Marmara Üniversitesi mezunu. Onlar oradaysa siz onların çok daha üstüne çıkabilirsiniz. Tabi ki bu çalışmakla olacaktır.” Meryem Özkurt güler yüzlü hoş sohbetli bir insan. Biz onunla sohbet ettiğimize çok memnun kaldık. Her seferinde kendisini ziyaret edebileceğimizi de bizlere söyledi. Biz sohbet ederken keyif aldık. Onu tanıdığımıza da çok mutluyuz. Siz de umarız okuduğunuza pişman olmamışsınızdır.
18
Kitap
T olstoy “İnsan ne ile yaşar?” kitabında insan
olmanın insan gibi yaşamanın gereklerine değinmiştir. Karışıklığın kol gezdiği nefret tohumlarının ekilmeye çalışıldığı toplumumuzda, kişisel çıkarlarımızın ve hırslarımızın gözümüzü kör ettiği şu dönemde; okuyup üstüne düşünebileceğimiz anlaşılır bir dille ve basit hikâyelerle ortaya konmuş bir eserdir. Hangi dine mensup olursak olalım hangi milletten olursak olalım insanı insan yapan değerler hayatı anlamlandıran ögeler hemen hemen aynıdır. Rus yazar kitabında “insan ne ile yaşar? Üç soru?” “İnsana ne kadar toprak lazım?” “Efendi ile uşak” başlıkları altında “iyiliği ve kötülüğü”, “aç gözlülüğü ve tok gözlülüğü”, “yaşam ve ölüm” kavramlarını masalsı bir dille anlatarak okuyucusuyla buluşturmuştur. Kitabın ilk hikâyesinde cennetten kovulan bir meleğin neden kovulduğu, insanlarla ilgili merak ettiği sorulara bulduğu cevaplar ve biz fanilerin onun gözünde kazandığı değerlere yer verilmiştir. Hikâyenin omurgasını oluşturan üç özel soru yer almaktadır bu noktada. Mihael adında ki meleğin cevabını bilmediği sorular şunlardır: “İnsanın kalbine neyin hükmettiğini öğren, insan ne ile yaşar, insana ne verilmemiştir?” Yaşamın anlamını özetleyen bizlere yol gösteren çok anlamlı cevaplar bulmuştur kovulmuş melek. İnsanın kalbine “sevgi” hükmeder ve onu güzelleştiren şey sevgidir. “İnsana kendi ihtiyaçlarının bilgisi verilmemiştir” Nasıl mı? Bir yıl giyebileceği sağlamlıkta çizme siparişi veren adamın o akşam ölmesi buna verilebilecek en güzel örnektir. “İnsan ne ile yaşar” sorusuna da gücüne inandığımız yaratıcının bizlere de yüklediği merhamet ve inanç ile yaşar cevabını bulmuştur. Zaman zaman durup düşünürüz gelecekte ya her şey istediğimiz gibi gitmezse? İçimizi bir korku kaplar altüst oluruz hatta bunun uzun sürdüğü durumlarda olabiliyor bir saniye sonra nefesimizin durup durmayacağının garantisi yokken hem de… Bize bilgisinin verilmediği şeyler için
19
İNSAN NE İLE YAŞAR - Handan Aşıkne sevinelim ne de üzülelim artık… İnsana ne kadar toprak lazım? Efendi ile uşak hikayelerinde de insanın açgözlülüğü realist bir biçimde ele alınmış. Bir karış daha fazla toprak için yakıcı güneş altında adım atmaktan vazgeçmeyen ve yoğun kar yağışına aldırış etmeden ilkel şartlarda bile olsa malının derdine düşmüş aynı zihniyette ki insanların da çektiği çile ölümle son buluyor. Kendi canlarını bile umursamayan mal-mülk hırsı gözlerini bürümüş insanlar hayat yolculuklarını yaşadıkları uğurda sonlandırıyorlar. İnsan nasıl yaşarsa öyle ölürmüş sözü geliyor okuyanın aklına … Kitabı bitirdikten sonra insan kendini düşünürken buluyor. Her şeyin daha fazlasını isterken, bizler sevmekten vazgeçiyoruz , sevmekten vazgeçmeyenler ise yeterince sevilmiyorlar! Sizi sevilebilir yapan özellikler yüklüyorlar… İnsan olmak sevilmek için yeterli değil artık benim çıkarlarıma hizmet edebiliyorsan varsın. Etnik kimliğin, mezhebin, eğitim durumun, giyimin, cebindeki paran altındaki araban; gerekli şartlara uygunsa artık toplumda sende varsın. Eğer bu şartlara sahip değilsen yok sayıldığın bir toplumun gizli bir parçasısın. İnsan erozyonuna uğrayan toplumumuzda yok olmaya başlayan değerlerin hatırlatılmasına katkıda bulunacak, insana insan olduğunu hatırlatacak bir kitap İNSAN NE İLE YAŞAR? Her yaştan insanın okuyabileceği kendi bilgisi ve yaşanmışlığı oranında çıkarımlarda bulunabileceği en az bir kere kendi muhasebesini yaptırabilecek, anlamlı öğretilerle örülü hikayeler tarafınızdan okunmayı bekliyor. Saygılarımla.İyi okumalar.. Yazar Hakkında.... Lev Nikolayeviç Tolstoy “gerçekçilik” akımının yapı taşlarından biridir. Sosyal hayatın aksak yönleri, toplumsal düzenin adaletsizliği ve savaşların yarattığı yıkım eserlerinde işlediği konular arasındadır. Yazar hayatı süresince onlarca eser vermiştir . Rus ve Dünya edebiyatında çok önemli bir yere sahiptir. Kitapları filmlere konu olmuştur. Anna Karenina adlı eseri defalarca sinemaya uyarlanmıştır. Savaş ve Barış, Anna Karenina, Diriliş en bilinen eserleridir. Yazar hemen hemen her edebi türde eser vermiştir. Romanları, öyküleri, denemeleri, günlük ve mektupları ve daha bir çok türde de eseri bulunmaktadır.
Foto Haber
Işık Tarlası… Fotoğraflar: Mustafa DOĞAN
“Her şey ışıkla görünür oldu. Işık yoksa herkes karanlıkta kalır ve karanlık bir düny yin başı ışık. Güneş de bir ışıktır. Birgün güneşin doğmadığını dünyanın ışıksız kaldığın mu? Kutuplarda insanların az olmasının büyük nedeni bu yüzdendir. 6 ay güneş/ışık v Yaşamı ne kadar da olumsuz etkiliyor görünüyorsunuz dime. Işık bir süreçtir bir kayna dek devam eder. Işığın algısı başlangıçından farkedilene dek bir süre içerir. İşte zama TRT Işık Şefi Batuhan Toker. Toker’e hak vermemek elde değil. Karanlıkta yürürken da muzu aydınlatmak zorundayız ki yaşadığımız dünyada yolumuzu Güneş gösteriyor. Gü yor…
Televizyon dünyasında ise ışığın çok farklı bir yeri var. Stüdyolar adeta ışık tarlası. lasından zemin görünmüyor aynı şekilde aşağıdan tavana bakınca tavan görünmez olu ması kontrol edilmeyecek anlamına gelmiyor. Bu kadar ışığın kontrollü ve doğru bir şe Şefi Batuhan Toker’in işi. Toker, ışığın doğru kontrolüyle ekrandaki simaların var oluşu bir şekilde kontrolü, verilmek istenen mesajın merkezine ulaşmasında büyük etken. D
Bu ay ki Foto Haber’de TRT stüdyolarındaki ışık tarlalarını fotoğrafladık. Fotoğraf ç sağladığı için TRT Işık Şefi Batuhan Toker’e teşekkür ederiz…
20
yada yaşam olmaz. Her şenı düşünsenize, yaşam olur var, 6 ay güneş/ışık yok. aktan başlar ve sonsuza anı bu süreç başlatır”diyor ahi bir el feneriyle yoluünümüze startı güneş veri-
. Tepeden bakınca ışık taruyor. Işığın bu denli çok olekilde kullanılması Trt Işık unu sağlıyor. Işığın doğru Doğru ışık doğru mesaj…
çekimlerimize olanak
21
TRT Işık Şefi Batuhan Toker ışık reji masasında ışıkları kontrol ediyor. Aydınlatmak istediği ortam için lazım olan ışıkların gerek kuvvetini çoğaltıyor gerekse kuvvetini azaltıyor...
22
23
24
Stüdyodaki ışıklar adeta “Işık Tarlası”nı andırıyor. Tepeden bakınca yer görümüyor aynı şekilde yerden bakınca da tavan görünmez oluyor...
25
Işık ölçer diğer adıyla pozometre. Ortam ışığı bununla ölçülür, bu ölçüm doğrultusunda ortam ışığı kuvvetlendirilir ya da kuvveti düşürülür...
26
27
Spor
Hoşçakal iki gözüm hoşçakal... İnönü’ye Veda
-Efe KARASU-
“Nesilleri büyüttü İnönü Stadyum’u. Nesiller onu kalbine kazıdı. Filmlerde bile göremeyeceğimiz büyük sevdalara, sevinçlere, hüzünlere, kavgalara ev sahipliği yaptı. İnönü’ye veda etmek hiçbir futbol sever için kolay olmadı. Işıklar kapanınca anladılar ki ayrılık vakti geldi. Tribünleri dolduranlar sadece bir stadyuma değil anılarına da veda ettiler.”
1936
yılında İstanbul’un imar planlarını hazırlaması için görevlendirilen Paris Şehircilik Enstitüsü profesörlerinden Henry Prost’a, hazırlanan plan içerisinde bir de şehir stadyumunun yer alması gerektiği söylenmiştir. 1938 yılında tamamlanan raporda yeni şehir stadyumunun yapımı için Harbiye Mektebi’nin arkasındaki alanların ve Yenibahçe civarındaki alanın uygun olduğu belirtilir. Zamanın İstanbul valisi Muhittin Üstündağ, Henry Prost’un planına uygun olmayacak bir şekilde yeni stadyumun Dolmabahçe Sarayı’nın karşısın-
daki alana yapılmasına karar verdiğini açıklar. 10 Kasım 1938 tarihinde Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk hayata gözlerimi yumar ve ertesi gün oy birliği ile İsmet İnönü Cumhurbaşkanlığı görevine getirilir. Muhittin Üstündağ’ın İstanbul valiliği görevine son verilerek yerine Lütfi Kırdar getirilir. Lütfi Kırdar yeni stadyumun en güzel biçimde inşa edilmesi için uluslararası bir yarışma yapacaklarını duyurur. Yapılacak stadyumun ismi belirlenmemişsede gazetelerde geçen ve halkın ağzında dolanan isim Dolmabahçe
28
Fotoğraf: Efe Karasu
Stadyumu’dur. Daha sonra stadın inşası için yapılacak olan yarışmadan vazgeçilerek projeyi İtalyan Mimar Vietti Violi’nin hazırlayacağı ilan edilir. İtalyan mimara, Türk mimarlar Fazıl Aysu ve Şinasi Şahingiray eşlik edecektir. Eylül 1939 tarihinde Alman birlikleri Polonya’ya saldırarak İkinci Dünya Savaşı’nı başlatmış oldu. Ankara hükümeti dünyayı saran bu savaşlarda tarafsızlığından ödün vermedi. Türkiye bu savaşa girmese de halk savaştan nasibini aldı. Önlemler ve yasaklar ardı ardına ilan edildi. Ekmek haricinde diğer unlu yiyeceklerin yapımı yasaklanmış, gelir vergisi %50 oranında artmış, temel besin maddelerinin neredeyse tamamı karneye bağlanmış, yerden mantar gibi türeyen Bir zamanlar İnönü karaborsacılar halkın nefes almasını zorlaştırmıştı. Böyle ekonomik zorlukların bulunduğu bir ortamda yeni stadyumun yapımı için 1.5 milyon liralık bir bütçe ayırılır ve 19 Mayıs 1940’ta temel atma töreni gerçekleştirilir. Tören Vali Lütfi Kırdar’ın nutkuyla başlar: “Aziz Türk genci; senin isminle anılan bu büyük bayramımızda, bu şerefli yıldönümünde, sana mahsus en kıymetli mekteplerden birinin teme-
29
lini atmakla derin bir inşirah hissediyorum. Milli şefimiz stadyumların nasıl telakki ve tarif lazım geldiğini şu veciz cümle ile ifade buyurmuşlardır: “Türkiye’yi idare edenler; stadyumu en kıymetli mektep gibi her yerde kurmaya çalışacaklardır. Türkiye’nin istikbalini idare edecek olan genç nesil açık havada, açık meydanlarda yetişecektir.” İşte ben de Milli Şefimiz Büyük İnönü’nün stadyumlar hakkındaki bu irşadlarından ilham alarak şehrin asri bir stada ihtiyacı olduğunu anladım. Milli Şefimiz Büyük İnönü memleket müdafaasının sportif bir gençlikle daha mükemmel yapılabileceğine, gençliğin bu statta kabiliyetlerini daha müsait şartlarla ispat edeceğine emindir. Sizlere müjdeliyorum ki, Milli Şefimizden yapılacak bu şehir stadımıza “İnönü Stadyumu” ismi verilmesine müsaade verilmesini şehir namına rica ettim. Milli Şefimiz Büyük İnönü’nün bu ricayı kabul buyurmaları dolayısıyla stada “İnönü Stadyumu” ismi veriyorum. Hayırlı olmasını dilerim”
İnönü’de ilk gol
Yeni stadyumun temeli atılmıştı atılmasına ama bir türlü devamı gelmedi. Savaş dönemindeki zorlu şartlar stadyum yapımı için ayrılan 1.5 milyon liralık bütçenin başka alanlarda kullanılmasına neden oldu. Lütfi Kırdar, 19 mayıs 1943
Metin-Ali-Feyyaz
tarihinde 2. kez İnönü Stadyumu için temel atma töreni düzenledi. Bu sefer stadyumun yapımı için 2 milyon liralık bir bütçe ayrıldı. İnönü Stadyumu, ismini aldığı Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün de katılımıyla 19 Mayıs 1947 tarihinde hizmete sunuldu. Açılışta futbol sahası henüz hazır olmadığından stadyuma gelenler 19 mayıs Gençlik ve Spor Bayramı gösterilerini izlemekle yetindi. İnönü Stadyumu’nda ilk maç, açılışından yaklaşık 6 ay sonra 23 Kasım 1947 tarihinde Beşiktaş ile AIK Solna takımları arasında oynandı. Harun soldan topu kaptı, açtığı ortayla topu Süleyman ile buluşturdu. Süleyman iki kişiyi çalımlayıp ceza sahasına girdi ve şutunu çekti. Top, deniz tarafındaki kaleyi koruyan kalecinin sağından ağlarla buluştu. İnönü Stadyumu’nda ilk gol böylece atılmış oldu. O
zaman dijital tabelalar olmadığından skor tabelasında golü atan adamın ismi yazmıyordu ancak o günden bugüne milyonların kalbine yazıldı o isim: ‘Süleyman Seba’
Endüstriyel Futbol:1 İnönü Stadyumu:0
İnönü Stadyumu’nun ismi 1951 yazında siyasi nedenlerle Mithat Paşa Stadyumu olarak değiştirildi. 1974 yılında İsmet İnönü’nün ölümünün ardından stadyum yeniden İnönü adını aldı. 2010 yılında isminin başına Fi Yapı eklendi. Sistemin çarkları arasında ezilmemek için bir dayatma gibiydi bu. Daha sonra şirketle anlaşma fesh edildi ve stadyumun kapanışı ilk adıyla yapıldı. Açıldığı günden beri Beşiktaşlıların gönlünde Şeref Bey idi bu mabedin adı. Endüstriyelleşen futbola yenik düştü İnönü Stadyumu... Belki de geniş çaplı bir restarasyon çalışmasıyla orjinal hali korunarak yenilenebilirdi. Ancak daha fazla seyirci daha fazla para demekti. İnönü, belki de boyun eğdi tüm bu dayatmalara
30
Bir zamanlar Galatasaray’’da İnönü’de top koşturdu. Metin Oktay şut çekerken...
ama tribünlerini dolduranlar mücadeleden hiç vazgeçmedi. Bir zamanlar Beşiktaş, Fernerbahçe ve Galatasaray bu stadı beraber paylaştılar. Tribün mücadeleleri oldu kendi aralarında. İnönü tribünleri halkın sesi oldu. Beşiktaş’ın Ermeni asıllı amigosuyla kirli siyasete rövaşata vurdular. Pascal Nouma’yı bağrına basarak muz uzatanları buz kestirdiler. Van için soyundular, şehitlere ağladılar. Hababam sınıfı Fenerbahçe aşkına okuldan kaçıp İnönü’ye koştu. Mahmut hoca bu tribünlerden topladı öğrencilerini. Bazen de hayatının yarısını siyah yarısını beyaz geçiren Micheal Jackson’u dinlemek için doldu İnönü tribünleri. Metin Oktay attığı şutla deniz tarafındaki kalenin ağlarını delerken ayağa kalktılar. Metin, Ali, Feyyaz selamladı onları. Beşiktaş’ın 100. yılındaki görkemli şampiyonluğuna tanıklık ettiler. Bazen İnönü tribünlerinde değil beleştepedeydiler. 11 mayıs 2013’te Beşiktaş-Gençlerbirliği karşılaşmasıyla veda edildi anılara...
31
Zor veda Veda günü de mücadele etmeyi gerektirdi. Ağlamamak için kendini zor tutan futbol severleri biber gazı ağlattı çarşıda. Stadyuma ulaşıp vedaya tanıklık etmek pek kolay olmadı onlar için. Veda günü orada olmak ise paha biçilemezdi. Son karşılaşma öncesi Beşiktaş’ın efsaneler yad edildi. Efsane olmuş tezahuratlar söylendi. İnönü’de beklenilenin aksine bir matem havası yoktu buruk bir veda vardı sadece. “Bu asla veda değil, biz yine geleceğiz” dedi tribünler ama duygusaldı. Veda karşılaşması başlamadan hemen önce kapalı tribünde açılan “Çocukluğum kavgalarım hüzünlerim sevinçlerim hoşçakal iki gözüm hoşçakal” pankartı vedayı oldukça zorlaştırıyordu. Tribünler, geçen her saniye veda zamanını yaklaştırıdığını unutmak için İnönü’de son kez boğazları patlarcasına bağırıyordu takımları için. İnönü’de son golü, Süleyman Seba’nın ilk golü attığı kalenin karşısındaki kaleye Beşiktaşlı Filip Holosko attı. Maç sonunda tribünler yeşil sahaya inip çocukluklarından, hüzünlerinden, kavgalarından, sevinçlerinden bir anı almak için. Sonra oturdular çimlerin üstüne. Uzun uzun seyrettiler İnönü’yü. Stadın ışıklar kapandığında veda vakti gelmişti. Ve inanın bu yazıyı yazmak benim için hiçte kolay olmadı. Hoşçakal iki gözüm hoşçakal... efekarasu@gmail.com
Tiyatro
Mavi Gözlü Dev Adam’dan Tiyatro Oyunları... -Elif CENGİZ-
“Klasik tiyatro metinlerinden sıkılan arkadaşlar bu yazı sizlere gelsin. Diyalog artık çok sıradan gelmeye başladıysa şiirlerden uyarlanma tiyatro oyunları tam size göre derim...”
H ele bir de şair Nazım Hikmet olunca gitmemek
ayıp diye düşünüyorum. Keşke her şiiri bir oyun olsa mavi gözlü devin. O kadar müsait ki şiirleri buna. Daha çok insanın aynı frekansa geçip bir şiirden etkilenmesi fikrini düşünmek bile heyecanlandırıyor. Başlangıç olarak DT’de oynayan Nazım Hikmet’in “Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni” adlı şiirinden uyarlanan oyun çok ilgi çekici olacaktır. Metin belginin yönettiği aynı zamanda da Nazım Hikmet’i canlandırdığı oyunun bir diğer oyuncusu Hümay Güldağ Belgin oyunda Nazım Hikmet’in aşık olduğu kadınları temsil etmektedir. Oyunda aynı zamanda çello kullanılması oyunun ve şiirlerin etkileyiciliğini bir kat daha arttırmış. Arka planda yer alan Abidin Dino’nun eserleri görselliğe güçlü bir katkı yapmış. Oyun öncesi okumuş olduğum Nazım Hikmet
şiirlerine sesleriyle vurgularıyla bu denli hayat verebilen bu ikiliyi çok kıskandığımı söylemeden geçemeyeceğim. Nazım’ı , tutsaklığını, aşklarını merak edenlere anlamak isteyenlere şiddetle tavsiye edilir. Özellikle Hümay Güldağ Belgin’i dinlemeye ve seyretmeye doyamayacaksınız. İkilinin karı-koca olmaları ne kadar etkili olmuştur, o aşkın tutkunun seyirciye geçmesinde bilemiyorum ama sahnede görülenin sadece Nazım ve aşık olduğu kadınlar olmadığı aşikar. Ne güzel şey hatırlamak seni: ölüm ve zafer haberleri içinden, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken... Ne güzel şey hatırlamak seni: bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin ve saçlarında vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının... İçimde ikinci bir insan gibidir seni sevmek saadeti... Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının, güneşli bir rahatlık ve etin daveti: kıpkızıl çizgilerle bölünmüş sıcak koyu bir karanlık...
32
Ne Güzel Şeysin’den bir kare Ne güzel şey hatırlamak seni, yazmak sana dair, hapiste sırt üstü yatıp seni düşünmek: filanca gün, falanca yerde söylediğin söz, kendisi değil edasındaki dünya... Ne güzel şey hatırlamak seni. Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine: bir çekmece bir yüzük, ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım. Ve hemen fırlayarak yerimden penceremde demirlere yapışarak hürriyetin sütbeyaz maviliğine sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım... Ne güzel şey hatırlamak seni: ölüm ve zafer haberleri içinde, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken... Şiirden uyarlama olan bir diğer Nazım Hikmet oyunu olan Jokond ile Si-Ya-U ise Semiha Berksoy yorumuyla bir kez daha sahnede. Semiha Berksoy’un yönetimi ve oyunculuğu sonucu tekrar sahnelenmeye başlayan Jokond ile Si-Ya-U adlı oyunu ses tiyatrosunda seyretme fırsatı buldum. Jokond bilindiği üzere Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa adlı tablosudur. Si-Ya-U ise Çinli bir askerdir. Jokond’u Paris Lauvre Müzesi’nde görür görmez aşık olur ve her gün onu örme için Lauvre gider. Lauvr a gitmeyi kesen Si-Ya-U’nun peşine düşen Jokondu, Çinli emperyalist güçlerin eline düşen Si-Ya-U’yu ve aşklarını anlatan bu oyun, hani hep diyorum ya görülmeye değer diye, bu cidden görülmeye değer. Semiha Berk-
33
Jokond ile Si-Ya-U’ndan bir kare
soy sahnede tek başına öyle bir oyun sergiliyor ki aşık oluyorsunuz bu kadına. Bir şiir bu kadar yaşanılarak anlatılmaz ki diyorsunuz. Utanmadan bir de kıskanıyorsunuz. Ses tiyatrosunda sahnelenmesi izleyiciler açısından büyük bir ayrıcalık bana kalırsa. Bu oyuna bu sahne yakışırdı dedirtiyor. Daha çok Nazım daha çok şiir-oyun sahnelenmesi dileğiyle. İyi seyirler... ….şang-hay büyük bir limandır. beyazların gemileri kocamandır. sarıların kayıkları küçücük. kalın bir düdük. ince bir çinli çığlığı. limana giren bir gemi devirdi hasır yelkenli bir kayığı.. ay ışığı. gece. bileklerinde kelepçe jokond bekliyor. es rüzgar es.. bir ses : - haydi çakmağı çakın. yakın jokondu yakın.. ilerliyen bir karaltı bir parıltı... çakmağı çaktılar jokondu yaktılar. kıpkırmızı bir alevle boyandı jokond. güldü içten gelen bir tebessümle gülerek yandı jokond...... sanat, manat, eser, meser, filan, falan, ezel, ebet eeeeeeeeeeyt,,, “ işte o kadardır ol hikayet “ bakisi duruğu bi nihayet......... temmet... “….
Röportaj -2
e z a g r i b n a l a l e m e t ı n a Vicd Emre Ceylan - Mustafa Doğan
e n e k ö H a y l Hü
E kranların güzel sempatik sunucusu Hülya Hökenek.
Hakkında internetten araştırma yaptığımızda açıkçası fazla bir şeye ulaşamadık. Allah’a emanet doğaçlama bir röportaj yaparak Hülya Hökenek’i tanıyacaktık. Telefonla randevu aldığımda çok heyecanlıydım. Sağ olsun bizi kırmadan randevu teklifimizi kabul etti. Randevu saati geldiğinde odasına çıktık. Bizi güler yüzlü bir karşılamayla selamladı. Oda baya bir kalabalıktı. Kalabalık oda da bize gösterilen sandalyelere oturduk. Odasında duvarı boydan boya kaplayan kocaman bir Hülya Hökenek posteri dikkatimizi çekti. Daha sonradan öğreniyoruz tabi posterin sırrını. Meğer doğum gününde iş arkadaşları ona sürpriz yapmış. Doğrusunu söylemek gerekirse çok güzel bir sürpriz. Kıskandıracak bir şekilde… Bilardo ve santraçta iddialı. “Kuzenimle satranç turnuvaları düzenleriz, büyük bir aileyiz, bolca kuzen… Çok şanslıyım bu açıdan” diyor Hökenek. Müzik onun vazgeçilmezi ve dünya müziğine de hakim. Yakın dostlarından Hasan Saltık’ın müzik bilgisinin gelişmesinde etkisi büyük. Onun için iyi ki müzik var; iyi ki geceler var. Geceler diyor daha anlamlı ve ahlaklı. Gece okurum, yazarım, film izlerim; gece üretkendir. Ayrıca insan yüreğindekilerle gece ugraşır, aklındakilerle gündüz. Bize de yürek lazım diyor Hülya Hökenek.. Bir diğer özelliği ki bizi cok şaşırtan: tıbba duyduğu ilgi. Abisi kalp cerrahı ve ara sıra ameliyat ekibi-
yle birlikte kalp operasyonlarına girip o havayı soluyor. Neden diye sorduğumuzda, “Çocukluktan beri ilgimi çekerdi, nedendir bilmiyorum. Benim için bir nimettir ailemden birinin kalp cerrahı olması ve ağabeyimin sayesinde zaman zaman ameliyatları izliyorum. Yaşam ile ölüm arasında o en değerli organı (kalp) gördüğümde, hayatın ne kadar kıymetli olduğunu hissediyorum. İnsan bedeni mükemmel ve Allah’a daha yakın hissettiğim anlardan biridir ameliyathanede geçirdiğim zaman dilimi. Bir nevi terapi diyelim. Her şey çok gerçek ameliyathanede, hem kalp yoksa neye yarar hayat” deyip gülüyor. Görüşmeyi TRT’nin İstanbul’daki Ulus stüdyolarında gerçekleştiriyoruz. Sohbetimizi TRT’nin terasında yapmamızı teklif ettiğinde, bu teklifi geri çeviremezdik tabi. Sohbet için terasa gittiğimizde konuşmaya nereden başlasak diye arkadaşlarla bakışıyoruz. Nereden başlayacağımız konusunda çekingelerimizin olduğunu gören Hökenek, bizi bu zor durumdan kurtarıyor. “Çok meraklıydım. Türkiye ve dünyayı daha yakından analiz etmek; yanı başımızda ne oluyor ne bitiyor, bu yaşananlar nedir? diye hep merak ediyordum. O yüzden çok soru soruyordum. Aslında bu merak beni bu mesleğe sürükledi diyebilirim. Küçüklüğümden beri evde hep siyaset konuşulurdu; Türkiye meseleleri, dünya meseleleri konuşulurdu. 12 Eylül mağduru bir babanın çocuğuyum, Kürdüm
34
ek
35 Fotoğraf: Mustafa Doğan
: i c e t e
ve “devlet” kelimesi çocukluğumda evin içinde en sık duyduğum kelimeydi.”diye başlıyor. “Radyo Televizyon Sinema son sınıfta okurken Fatih Altaylı ile tanıştım. O dönem “Teke Tek” programını yapıyordu. Türkiye’de iki üç tane sayılı haber programı vardı; Arena, Teke Tek, Siyaset Meydanı ve 32.gün gibi. Televizyon kanallarının bu kadar yaygın olduğu dönemler ve de sosyal medyanın da bu kadar hayatımızın merkezine girdiği bir dönem değildi. Son sınıftayken Fatih Altaylı iş teklif etti. Altaylı konuk hoca olarak okulumuza gelmişti. Sınıf içerisinde karşılıklı yaptığımız gündemle ilgili atışma sonrası Fatih Altaylı bana dedi ki: “Çok konuşuyorsun, gel benim yanımda konuş bakalım.” Aradan bir hafta geçtikten sonra Kanal D’de stajer muhabir olarak işe başladım ve sonra Teke Tek programında muhabir oldum. Programda dosyalar yapmaya başladım. Yani uzun süre özel dosya haberciliği yaptım. Güneydoğu’ya çok sık gidip geliyordum. Özel röportajlar yaptım. Mesela Abdullah Öcalan yakalanmadan önce son röportajı Fatih Altaylı yapmıştı ve bende onunla birlikte Beyrut’a gitmiştim. O benim için büyük bir deneyimdi. Orada iki gün kaldık, Öcalan’la röportajı yaptık. Bunun yanında Erbil’de Mesut Barzani ile bir röportaj yaptık. Tek başıma yanımda kameramanımla yaptığım ilk dosya “koruculuk” dosyasıydı. Orada aşiret reisleriyle görüşmüştüm
ve korucularla görüşmüştüm. Sürekli valiz hazırdı ben de ve hala da öyle bu bir alışkanlık var. Hayatımda hiç hayal bile edemeyeceğim şeyler yaşadım. Kanal D’nin ardından BRT ‘de özel dosya haberciliği biriminde çalıştım. BRT 2001 yılında kapandı. BRT kapanınca dedim ki bir iş görüşmesi yapmayayım; bu arayı iyi değerlendirerek dilimi geliştireyim. Londra’ya gittim. 2 buçuk 3 yıla yakın Londra’da kaldım. Dil eğitimi ve London Institute’de ‘Fast Track Journalism’ okudum. Birikimime katkısının dışında İstanbul kadar sevdim Londra’yı. Kozmopolit, farklı coğrafyalardan insanlar tanımak keyifli ve öğretici ara sıra kaçıp giderim. Havası dokusu etkiler beni.” Haberin içinde olmak… Haberin içinde olmak çok önemli. Eğer haberin içinde olmazsanız haber sizi dışlar, seyirci sizi dışlar. Kamera arkasında yani işin mutfak kısmında olduğu yıllar Hökenek için tam anlamıyla altın yıllarmış. Ekran önüne adeta itilmiş. Bundan rahatsız da değil. Hökenek, “Londra’dan döndükten sonra da mesleğe Kanal 7’de çalışarak devam ettim. Aslında Kanal 7’de beni biraz ekran önüne ittiler. 3 yıla yakın Kanal 7’de çalıştım. Ardından Kanal Türk’te 8 ay kadar Ana Haber Bülteni sundum. Sonra da TRT Haber’e geçtim. Burada yaklaşık dördüncü yılıma girdim. Dışarıdan
36
görünen serüvenim böyle. Ekran önünde de olabilirsin arkasında da bu bir tercihtir. Kamera önünde program yaparken geçmiş yılların faydasını çok gördüm. Yani bir haber nasıl çıkar, nasıl kurgulanır bir program nasıl yapılır? Hepsine hakimdim.” Hökenek devam ediyor. “Şöyle düşünüyorum, mutfaktaki yemeğe hakimsen masadaki sohbete de hakim oluyorsun. Bir derdin var ise derdini; orada anlatmak, sormak da başka bir şey. Çok dinamik bir ekiple programa hazırlanıyorum. Türkiye’nin oynak bir gündemi var; malum bu coğrafya her türlü hareketliliğe gebe. Perşembe akşamları yayın yapıyoruz ve biz pazartesiden bir şekilde perşembeyi ön görmek zorundayız. Tabi gündem değişince hafta başı yaptığımız hazırlıklar bir anda buharlaşabiliyor ve yeniden gündeme odaklanıyoruz. Yalnız şunu belirteyim biz ekip olarak çok eğlenerek calışıyoruz. Keyifli bir ekibiz. Birbirini tamamlayan bir ekip bu konuda şanslıyım. Bizim mesleği yaparken objektiviteyi göz önünde bulundurmak benim için belirleyici . Sorduğum sorularda da bir şekilde onu yansıtmaya çalışıyorum. Türkiye’de yankılanan her fikre ses açmaya çalışıyorum. Zaman zaman arafta kaldığım oluyor ama arafta kalmak kararsız olmak demek değil. Araf insana eleştirme hakkını veriyor, taraf olmak ise insanı kendi gettosunda eritiyor. Hem düşünsenize gettolarda hayat tekrara dayanır ve tek bir sesin yankısıyla
37
doğruyu bulabilir mi insan.” Gözümüzden kaçmayan bir şey var ki o da Hülya Hökenek’in hiperaktif durumu. Konuşurken elleri hep hareket halinde, vücut dilini kullanıyor. Nedenini ise kendisinden dinleyelim: “Evet doğru benim mizacımda var. Aslında bu konuda eleştirildiğim çok oluyor. Vücut dilimi çok kullanıyorum zira haber sunmuyorum. Soru soruyorum. Sorarken de bir şekilde konunun içine giriyorsunuz. Evet, o hiperaktiflik yansıyor. Zaman zaman bende kendimi izlediğimde rahatsız oluyorum. Ama bu benim, yapabileceğim bir şey yok.” Hökenek sohbetimizde özellikle belirttiği bir şey var. O da hayatında önemli dönemeçlerde karar aldığı zamanlarda okuldaki hocası Ragıp Duran’ın ve ablası Aysun Hökenek’in etkisi. Bu iki isim Hülya Hökenek için çok önemli. “Vicdan temel alınmalı” Vicdanı temel alan Hökenek herkesten de bunu yapmasını istiyor. Hökenek; “Her işte, kim ne iş yapıyorsa vicdanı temel alıyorsanız başınızı yastığa rahat koyuyorsunuz. Vicdanları doğru konuşturmaya çalışıyorum. Ülkede yaşanan her sorunda her konuda biz televizyonculardan, gazetecilerden çok şey bekleniyor. Bizler kahraman değiliz. Bizler sadece çalışanız yön veriyoruz ”
Kadınların her alanda seslerinin çıkmasından yana Hökenek. Özellikle erkek egemen bir medyada. Bu konuda biraz dertli. Onu da şu ifadelerle dile getiriyor: “Medya erkek egemen. Erkek egemen medyada biz kadın gazetecilere çok iş düştüğünü söyleyebilirim. Kadın gazetecilerin daha fazla insiyatif alması gerektiğinden yanayım. Bence her kesime daha fazla temas etmeleri lazım. Kadınlar sadece medyada değil her alanda var olmalı. Kadınlar zaman zaman engelleniyor ama artık bu yavaş yavaş kırılıyor. Kadın bir değer. Kadın siyasette olmalı, sokakta olmalı, medyada olmalı her yerde kadın olmalı. Kadının olduğu yerde tavır ve duruş da değişir. Siyasette yontulur.” 45 dakika’dan 45 artı’ya Hülya Hökenek ilk olarak TRT Haber’de öğlen vakitleri 45 dakika adlı haber programı yapıyordu. Bu yaklaşık 2 yıl sürdü. Daha sonra kanal koordinatörü Ahmet Böken’in akşam program yapma teklifine olumlu cevap vererek 45 dakikayı, 45 artı olarak isim değişikliğine giderek akşam kuşağına almış. Programın serüvenini isterseniz Hökenek’ten dinleyelim: “45 artı programını yapmadan önce 45 dakika programını yapıyordum. Hergün saat 13:00’de bir haber kuşağı hazırlıyorduk, editörüm Dursun Ege Göçmen ve yönetmenim Aydın Aydemir ile. Programın süresi programın ismi olsun istedim. Yani bana 30 dakikalık süre verseydiler programın ismini 30 dakika koyardım. 27 dakika deseydiler adı da 27 dakika olurdu. 45 dakika’da öğlen kuşağındaydı sabah itibariyle gündemi toparlayıp günün konusu ile ilgili bir konuğu stüdyoyada ağırlıyorduk, araya telefon bağlantıları da alıyorduk. İnteraktif bir yayındı. 2.5 yıl kadar sürdü. Sonrasında kanal koordinatörü Ahmet Böken, bir akşam programımı yapmamı istedi. 45 dakika keyifli gidiyordu zira yorulmuştuk da değişikliğe ihtiyacımız vardı ve 45 artı’ya geçiş yaptık. Burada da şöyle bir konsept uyguluyoruz. Hafta başında ekip toplanıyoruz. Bu hafta ne işleyelim kimleri çağıralım diye konuşarak hafta sonuna doğru gündemi ön görmeye çalışıyoruz. Konuları ve konukları bir şekilde belirliyoruz.Herkese olabildiğince ses açmaya çalışıyoruz. Ses açamadığımız zamanlarda da ben sorularımla o kesime ses açıyorum” İş ortamıyla normal hayat ortamı atmosferi farklıdır. İş yerinde çok sinirli olan kişi, normal yaşantısında sinirden eser yoktur. Bunun tam aksi bir durumda olabilir. Bu doğal karşılanması gereken bir durum bana kalırsa. İş disiplin ister. O disiplin içerisinde kendinizi kaybedebilirsiniz. Hülya Hökenek’in kendi deyimiyle o bir “cadı” iş yerinde. Gülerek bunu söylüyor. “Evet geçici agrasiflik var programı hazırlarken.
38
Birçok şeyi bir arada düşünüyorsunuz. Biraz hızlı olmalısınız . Hızlı olan kazanır çünkü her şey çok çabuk geçiyor.” “Herkes artık kendi manşetini atıyor” Sosyal medya vazgeçilmez bir alan farklı bir dünya. Herkes burada. Ünlüler, gazeteciler, sıradan insanlar, yaşlılar çocuklar… Hatta o kadar ki yeni doğmuş ve daha ileri gidelerek daha anne karnındaki çocukların bile hesapları var sosyal medyada. İlk başta özellikle Facebook bu alanda çok önemli bir yere sahip. Facebook’tan sonra tartışmasız yeni favori Twitter. Twitter, Facebook’un tahtını salladı. Artık büyük çoğunluk Twitter’da konuları tartışıyor. Birçok konu orada özgürce tartışılıyor. Herkes fikrini açık açık beyan ediyor. Sosyal medyada tartışılan konular gazetelerde haber bile oluyor. Hülya Hökenek’te sosyal medyanın önemini bilenlerden. Hökenek tarafını kağıttan yana kullandığını belirtiyor: “Herkes fikrini açık açık beyan ediyor. Sosyal medyada tartışılan konular gazetelerde haber bile oluyor. Elimizde akıllı telefonlar var herkes kendi manşetini atıyor. Sosyal medya aracılığıyla anında örgütlenebiliyorsunuz. Yeni bir medya algısı oluşmaya başladı bile. Nasıl ve hangi amaçla kullandığın da önemli. Haber alma noktasında da müthiş bir şey. Tabi bilgi kirliliği de pik yapmış durumda. Bunun ne kadar önüne geçebilirsiniz ki? Burada da yine bence vicdan ve etik devreye giriyor. Teknoloji hayatımızın bu kadar içine girse bile yine de kağıt ölmeyecek. O kağıdı da yaşatmak durumundayız. Teknolojinin basılı kağıtları bitireceğini düşünüyoruz. Ben kağıttan yanayım. Tarafımı kağıttan yana kullanıyorum. Tabi bu teknolojinin geleneksel medyayı televizyonları ve gazeteleri körelteceği gerceğini de değiştirmiyor ne yazık ki…” Hasan Cemal’in Milliyet’ten uzaklaştırılması medya-iktidar ilişkileri bağlamında basın özgürlüğü meselesini bir kez daha gündeme getirdi diyor ve ekliyor; “Basın ve ifade özgürlüğü bağlamında adım adım ilerliyoruz. Barıştan bahsediyoruz bi süredir. Umutluyuz diyoruz ki bu doğrudur ama barışın sürdürülebilir olması demokrasinin inşasıyla mümkün. Basın özgürlüğü de bu inşanın temel taşı. Türkiye’de bu konuda bir sıkıntı olduğu gerçek. Yazamayan meslektaşlarımız ve cezaevinde ki gazeteci
39
sayısını göz önünde tutarsak tablo can sıkıcı.” Hökenek her fırsatta farklı seslere dokunmamızı belirtiyor. “Herkes kendi gettosundan çıkmalı bence mahalleri birleştirmemiz lazım. Öteki mahalleyi de tanımamız lazım. Bütün mahallere ses açmamız lazım. Çok sesli, çok kültürlü bir ülkede yaşıyoruz. Öteki mahallede neler olduğunu bilmek lazım. Renkler zenginliktir, farklılıklar güzeldir. Geç anlaşıldı bizim ülkemizde ama güç olmasın diyelim şimdilik.” “Dersime iyi çalışıyorum” Kamera önündeki Hülya ile sosyal hayattaki Hülya elbette farklı. Kamera önünde işini yaparken ciddi. Çünkü konuşulan konular Türkiye’nin sorunları. Hökenek bu durumu da şöyle açıklıyor. “Dersime çalışarak yayına hazırlanıyorum. Eğer dersine çalışmazsan bir süre sonra yayın seni dışlar aynı şekilde konuk seni dışlar. Elbette orada ciddisin. Çünkü Türkiye meselesini konuşuyorsun; kadın meselesi konuşuyorsun, şiddet konuşuyorsun, engellilerin durumunu konuşuyorsun ama yayın bittiği anda ikinci bir 45 artı’yı bizim oda da yapıyoruz. Her zaman bu böyle oluyor. Daha sansürsüz olduğunu söyleyebilirim. Kamera önünde sadece vicdanlı bir şekilde soru sormaya çalışıyorum. Merak ettiğim her şeyi sormaya çalışıyorum tabi nasıl sorduğun önemli. Onun dışında çok renkli çok eğlenceli olduğumu söylerler. Hayattan tat almaya bakıyorum. Renkli bir sosyal çevrem var. Santrançı severim. İyi bir bilardo oyuncusuyum. Müzik hayatımda vazgeçilmezi, iyi ki müzik var diyorum. İyi ki gece var diyorum. Geceleri yazmayı ve okumayı seviyorum. Gece ahlaklıdır, gece düşünürsün; gece yüreğinle uğraşırsın, gündüz aklınla. Müzik hayatımın vazgeçilmezi.” Dersine iyi çalışarak programlara hazırlanan Hökenek; “Sadece okuyarak olacak şey değil görmeden temas etmeden olmaz. Gezerek görerek duyarak bu mesleği geliştirirsin. Oturduğun yerden olmaz. İnsanların hikayelerini dinlemezsen kendi hikayeni de oluşturamaz, gelişemez ve geliştiremezsin. Kafamı yorduğum meselelerle ilgili yerinde tespit yaptığımda içim rahatlıyor. İddialı değilim hiç bir zaman olmadım. İşimin hakkını vermeye çalışıyorum sadece bu.”
40
Anarşist yapısı gazeteci olmasını sağlamış… Gazeteci olmayı çok istemiş Hökenek. Demokrat görünen despot babasına rağmen gazeteci olmuş. Bu da tabi ki kendi deyimiyle “Anarşist” bir yapıya sahip olması zafere ulaşmasını sağlamış. Hökenek, “Türkiye’de sıralamaya giren ağabeyim iyi bir kalp cerrahı. Ablam eczacı. Babam benim avukat olmamı istedi. Fakat ben evin asi çocuğuyum. Anarşist bir yapım var. Hala da öyle olduğum söylenebilir. Hukuk okumayacağımı gazeteci olmak istediğimi söyledim ama babam çok ısrar etti. Onunla ciddi bir mücadeleye girdim. Hatta ilk iki yıl üniversite sınavlarına dahi girmedim. Ağabeyim bilgisayar mühendisi olmak istiyordu fakat babamın bizlerin üzerinde çok etkisi vardı. Onu doktor yaptı. Ağabeyim Türkiye sırlamasında ilk 500.ncü falandı. Ablam doktor olmak istiyordu babam onu da eczacı yaptı. Babam biraz demokrat gözüken despot galiba.” diyor ve gülüyor. Devam ediyor Hökenek: “Ben onunla mücadele ettim, hayır dedim. Sonra sosyoloji bölümüne yetti puanım, kayıt yaptırdık fakat gitmedim. İsyan devam etti. Bir sene sonra Radio Televizyon okumak istedim, babam buna bir şekilde ikna oldu. Hukuk diye tutturmuştu. Belki de 12 eylül ve sonrasında yaşadıkları onu tetiklemiş olabilir. Zaman zaman bunu da söylüyor ama şimdi çok mutlu gazetecilik yapmamdan” en sıkı siyasi tartışmaları da babamla yaparım diye ekliyor. Hökenek babasının hukuk okuması konusundaki baskısına hak vererek bazen dinleseydim diyor. Buna gerekçesi ise: “Akademi İstanbul’da RTS bölümünde okudum. Londra’da dil eğitiminden sonra London İnstitute’de Fast Track Journalism okudum. Eğitimim biraz karışık. Egitimimi Türkiye’nin haline benzetirim. Ama şimdi geriye dönüp bakıyorum; Türkiye’de neyi konuşursak konuşalım Ergenekon Davası,
41
Balyoz Davası, Hrant Dink Davası Kürt Meselesi, şiddet, engelli hakları hepsi dönüp dolaşıp hukuka dayanıyor. Her meseleyi konuştuğumuzda hukukun kapısı çalınıyor. Biz gazeteciler son yıllarda bu davalarla öyle haşır neşir olduk ki işimiz gereği yarı hukukçu olduk” diyor gülerek. Hasan Cemal en güzel örneği… Daha öncede belirttiğimiz gibi internet, sosyal ortamlar birçok kişinin sesini duyurmasına çok büyük olanak sağlıyor. Birçok insan düşüncelerini açtığı bloglarla duyuruyor. Kimisi kitap çıkartacak kadar kendini geliştiriyor kimisi de bir gazetede köşe yazarı olacak kadar tutuluyor. Hökenek’te bu konuya oldukça sıcak bakıyor. Kurum kimliğininde önemine değinerek, “Burası da önemli. İnsanlar seslerini duyurabilmeleri için birçok mecra var. Bloglar açarak seslerini duyurabiliyorlar. Hasan Cemal örneğini verebiliriz. T24.com.tr’de yazıyor. Orada yazmazsa bile Twitter dediğimiz mecrada yazar. Hasan Cemal belki de yaşı itibariyle de gazetecilere büyük bir derstir. Gazetecilik ölmez Hasan Cemal bunun en güzel örneğidir. Bir çok arkadaşımız, birçok meslektaşımız blog açıyorlar. Oradan müthiş işler yapıyorlar, müthiş röportajlar yapıyorlar. Mesela siz öğrencisiniz buraya gelerek röportaj yapıyorsunuz. Sitenize baktım röportajlarınız var. Birçok insana ulaşabiliyorsunuz ve sesinizi duyuruyorsunuz. Ama tanınır olmak onun ciddi bir avantajı var. Elinizde akıllı telefonlar varsa kendi manşetinizi atabiliyorsunuz. Kurum kimliği o dediğim yerlerde belirleyici oluyor.” Keyifli sohbetimizi sonlandırırken onu tanıdığımıza çok mutlu olduk. Bize güzel bir örnek. Biz onunla sohbet ederken keyif aldık. Umarız sizde röporatıjımızı okuduğunuzda keyif almışsınızdır…
42