1
Bu Ay
-Spor12-“Kardeşçe #Gezi’nenler ”
Doğasını, ağaçlarını korumak ve anayasal ödevlerini yerine getirmek isteyen insanlar 27 Mayıs’ta Gezi Parkı’nda toplandı. Kitap okuyup, şarkı söylerek yasal eylemlerini gerçekleştirenlere polis tarafından kullanılan orantısız güç bir halk tepkisine dönüştü. Bu tepki ile gelen dayanışma ise görülmeye değerdi.
2
içindekiler 5- Editör
-Foto Haber-
30-“Sadece Farklıyım” Onlar
Down Cafe çalışanları. Bu kafede down sendromlu, otistik ve mental hastalığı olan ancak hepsi çok güzel eğitim almış olan çocuklar çalışıyor. Onları kafenin her köşesinde çalışırken görebilirsiniz. Müşterilere servis yaparken, yerleri silerken, masaları düzenlerken, çay demlerken...
-Sinema6- “TÜRK SİNEMASININ FENOME-
Nİ KEMAL SUNAL VE “MEŞHUR” ÖYKÜSÜ” Sizlere, bu yazımda her filmini
defalarca, bıkmadan, usanmadan ve büyük bir zevkle izlediğiniz Kemal Sunal adlı fenomenin, kimin sayesinde ve nasıl bir yolla şöhretin kapılarını araladığını, şöhret olduktan sonra ki başarısını anlatacağım...
-Portre-
“Büt Dergisi’nin 6. Sayısı Çıktı.” 25- Tiyatro
“İlkel geldik ilkel gitmeyelim...” 10-Kitap
“ŞU HORTUMLU DÜNYADA FİL YALNIZ BİR HAYVANDIR” 18- Yaşamın İçinden
“Down Cafe”
Röportaj 26- ‘Televizyonda Olmak,
Çıplak Olmak Gibi Bir Şey - Seda Akbay”
42- “Aşk’ın Şehri Paris’te Aşk’a Aşık Küçük Bir Serçe: EDİTH PİAF” 1895
3
Fransa’sında dünyaya gelen yarı İtalyan ve yarı Tiflisli olan Anetta Giovanna Maillard için hayat oldukça zorlu ve çetindi. Ona sahip çıkabilecek pek kimsesi olmadığı için sokaklarda büyüyen Anette,agkönünde sancılanarak dünyaya getirdiği kızına...
büt dergisi
Aylık Kültür- Online dergisi
Editör
Mustafa Doğan
Yazı işleri Emre Ceylan Reklam
Efe karasu
Mısra Yıldız
Grafik Tasarım
Mustafa Doğan
Ön ve Arka Kapak Mustafa Doğan
Yazarlar
Emre Ceylan Efe Karasu Ege Küçükkiper Müge Gül Elif Cengiz Handan Aşık www.butdergisi.com
www.facebook.com/butdergisi www.twitter.com/ButDergisi
Bize ulaşmak için info@butdergisi.com butdergisi@gmail.com
Tüm hakkı saklıdır. Yazılarla ilgili tüm sorumluluk yazarlara aittir.
4
Editör
Büt Dergisi’nin 6. Sayısı Çıktı
-Mustafa DOĞAN-
Merhaba sayın okuyucu, Büt Dergisi’nin 6.sayısıyla yine huzurunuza çıkmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Yine dopdolu bir Büt Dergisi sizleri bekliyor. Bu ay sizleri editör yazısıyla fazla sıkmadan gereksiz konuşma yapmadan direk dergi içeriği hakkında bilgi vereceğim. Böylelikle bir editör yazısında zaman kaybı yapmayarak direk konuya dalacaksınız. Her seferinde söylediğim gibi sizleri çok düşünüyorum. :) Spor yazısında Efe Karasu “Kardeşçe Gezi’nenler” başlığıyla, Gezi Parkı olaylarına farklı bir açıyla taraftar kardeşliğini kaleme aldı. Sinema yazısında Ege Küçükkiper Türk sinemasında bir fenomen olan Kemal Sunal’ın nasıl bu kadar ünlü oluşunu anlattı. Kemal Sunal’ın bilinmeyen yönlerini bu yazı içerisinde bulacağınızı umuyorum… Portre’de Müge Gül “Aşk’ın Şehri Paris’te Aşk’a
5
Aşık Küçük Bir Serçe: EDİTH PİAF” anlatan bir yazı kaleme aldı. Edith Piaf ’ın acıklı hayat öyküsü sizinde duygularınızı kabartacaktır. Handan Aşık, Kitap’ta Ahmet Şerif İzgören’in kişisel gelişim kitabı olan “ŞU HORTUMLU DÜNYADA FİL YALNIZ BİR HAYVANDIR”ı sizelere anlattı. Tiyatro’da Elif Cengiz “İlkel geldik ilkel gitmeyelim” başlığıyla genel bir tiyator eleştirisi yaptı. Bu ay Röportaj’da ekranların sevilen yüzü Ekonomi Ajansı program sunucusu Seda Akbay’la güzel bir söyleşi yaptık. Bu ay Foto haber ve Yaşamın İçinden bölümlerini down sendromlu çocuklara ayırdık. Emre Ceylan Down Cafe’ye giderek oradaki gözlemlerini hem yazı hem de görsel bir şekilde sizlere aktardı… Büt Dergisi’nin 6.sayısını umarız beğenirsiniz. İyi okumalar dilerim…
Sinema
TÜRK SİNEMASININ FENOMENİ
KEMAL SUNAL VE “MEŞHUR” ÖYKÜSÜ
Kemal Sunal’ın anısına…
-Ege KÜÇÜKKİPER-
S izlere, bu yazımda
her filmini defalarca, bıkmadan, usanmadan ve büyük bir zevkle izlediğiniz Kemal Sunal adlı fenomenin, kimin sayesinde ve nasıl bir yolla şöhretin kapılarını araladığını, şöhret olduktan sonra ki başarısını nasıl devam ettirdiğini ve görünüşünün ardında ki başkalığını anlatacağım.
6
Ü
…
Tabii belirli bir tarih sıralaması ve olaylar döngüsü kapsamında. Bunun için öncelikle Türk Tiyatrosunun mihenk taşlarından, kabare türünün ilk örneklerini veren, Haldun Taner önderliğinde kurulan “Devekuşu Kabare” tiyatrosundan bahsetmem gerekiyor. “Sinema” başlığı adı altında bana tahsis edilen bölümü, “tiyatro” ile doldurup, kulvar değiştirdiğimi sanmayın. Sinema ve tiyatro her ne kadar birbirinden çok ayrı gibi gözükse de, aslında birbiriyle bütün oluşturabilen ve harmanlanabilen sanat dallarıdır. İşte, Kemal Sunal gibi bir aktör de tiyatroda öğrendiği mizahı, Ertem Eğilmez önderliğinde sinemaya taşımıştır. Ertem Eğilmez’in sinema bilgisi ile (Kemal Sunal o dönemlerde sinemaya çok yabancıydı.), Kemal Sunal’ın sahne deneyimleri, disiplini, ve mizahı iyi kullanışı sayesinde, yani sinema ile tiyatronun iç içe girmesiyle bugünkü popülerliğini ve saygınlığını kazanmıştır. Lafı daha fazla uzatmadan hikayemize başlayalım.
insan kimi, neyi izlemeye gidiyor yahu?” diye hayıflanıp duran, bir bakıma içten içe kendi merakına yenik düşen Ertem Eğilmez, kabarenin sergilediği bir oyunu izlemeye gitmesiyle, halkın tepkisini gözlemlemesiyle, kendinde, sinemaya yeni yüzler, yeni yetenekler kazandırma fikrini uyandırmıştı. Rolü ağırlıkta olan kişiler elbette Zeki Alasya ve Metin Akpınar ikilisiydi. Bu ikiliyi daha çok kesime ulaştırmayı amaç edinen Eğilmez, bir süre sonra bu fikrinden vazgeçti. Çünkü bu insanlar tek başlarına yeterli değildi. Bir bütünlük oluşturamıyorlardı. Kabare olarak, bir grup halinde halk tarafından sevilmişlerdi. Bu yazdıklarım elbette Ertem Eğilmez’in aklına gelenlerdi. Bütün tiyatroyla topyekün savaşa girer gibi film çekme hazırlığına girişildi. “Tatlı Dillim” adındaki filmin yönetmeni tabii ki Ertem Eğilmez’di.
Yine rollerin ağırlığı, Metin Akpınar ve Zeki Alasya’daydı. Fakat yine de bir korku vardı Ertem Eğilmez’in içinde. Risk Devekuşu Kabare diyordum. Metin almalı mıydı? Filmde hiç jön yoktu. TiAkpınar, Zeki Alasya, Ahmet Gülhan, yatroda bu kadar iyi olan bir topluluk, Nevra Serezli, Ayşen Gruda, Nezih Tuncay, bir sinema filminin altından kalkabilecek Suat Sungur ve hocaları Haldun Taner’in miydi? İkilemde kalan Eğilmez, çareyi seyirci rekorları kıran, Devlet ve Şehir Tarık Akan’ı filme dahil etmekte buldu. Tiyatrosu’ndan daha çok bilet satarak, Böylece jön problemi de ortadan kalkTürkiye’de çığır aşan bu topluluğun mıştı. Kemal Sunal ise yine bir figürandı. arasında, hepimizin yakından tanıdığı Tiyatroda ki geleneği bozulmamış, replikli Kemal Sunal’da vardı. Fakat yalnızca bir rollere geçememişti. Filmin çekim aşamafigürandı. Repliği dahi yoktu. “Bu kadar ları bitip, vizyona girdiğinde, salon her
7
seansta ful çekiyordu. Ertem Eğilmez son derece mutluydu ama kafasını karıştıran bir şey vardı. Filmde, saniye saniye, seyircinin nerede güleceğini hesap eden Eğilmez, bir sahnede yanılmıştı. Hesabının tutarsız olduğunu anlamasıyla birlikte, yine merakına yenik düşüp, filmin ikinci seansına girmişti. Seyirciler değişmiş fakat gülme eylemi yerini değiştirmemiş, aynı yerde salonu yıkıp, geçmişti. Ertem Eğilmez ise yine bu kahkaha bombardımanının nedenini anlayamamıştı. Son kez şansını deneyerek, üçüncü seansa girdi. Seyirci yine aynı yerde gülmüş ve düğüm çözülmüştü. Sahne şöyleydi: Kemal Sunal, basketbol takımında oynayan bir gençtir. Tüm oyuncular idman yapmak için sıraya girmişlerdir. Kemal Sunal ise sıranın en arkasındadır. Uzun boylu, koca ağızlı, hiçbir ölçüye uymayan kaba bedeni ile tabir-i caizse “otuz iki diş sırıtmaktaydı.” Sadece sırıtmakta. Seyircinin gülüş sebebini bulan Eğilmez, Kemal Sunal’ın makus talihini yenmesine izin verecekti. Bir sonraki filminin jönü hazırdı. Kemal Sunal… Daha sonraları hayatımızda gülüşüyle yer edinecek olan Sunal’ın, meşhur olma hikayesi böyleydi. Belki de rol arkadaşları içinde, tiyatroyu bırakıp, sinemaya açılan tek isimdi. Ertem Eğilmez’in katkısı yadsınamazdı fakat Kemal Sunal’ın başarısını daim etmesi de kendi çalışmalarının bir sonucuydu. Görünenin aksine yani filmlerinde çizdiği portföyün tersine, günlük yaşamında pek konuşmayan, vakur, asık suratlı biriydi. Filmleri ile özel yaşantısı
arasında ki tek ortak yön, iyi bir insan oluşuydu. Bu iyiliğini seyirciye de yansıtmayı başarabilmişti. İyi oluşu sadece yüreğine değil, oyunculuğuna da yansımıştı. Yansımasaydı, defalarca aynı filmleri izler durur muyduk? Boşuna dememişler iyi ve kaliteli oyuncular tiyatroculardan çıkar diye. Her filmini defalarca izlemeyi bir yana bırakıp, büründüğü karakterlere bir bakalım. Bu karakterler ya “saf” ya da “köylü”. Farklı bir rol yok. Buna rağmen bunca yıldır izlediğimiz filmlerinden neden bıkmadık?
8
Çünkü aslolan senaryoydu. Kemal Sunal ise bu senaryonun içerisinde, diğer tüm oyuncular gibi bir araçtı. Seyirciye duyguyu geçirecek olan bir araç. Ünlü yönetmen Alfred Hitchcock’un bir sözü durumu özetler sanıyorum. “İyi bir filmin ortaya çıkması için üç şey gereklidir. Senaryo, senaryo ve senaryo…” Yazılan senaryoların çoğu, toplumsal bir mesaj içermekte ve bu mesajı güldürü öğesinin içerisine sıkıştırmaktaydı. Kemal Sunal’ın güldürü kısmında yer almasından dolayı, filmin önemi senaryodan kayıp, oyuncuya dönmüştü. Film her ne kadar amacından sapsa da Kemal Sunal faktörü, seyirciyi, sinemaya çekiyor ve sinemanın gelişimi hızlanıyordu. Bu da bir amaçtı. Temel bir amaç…
kendi kabuğunu kırabildiği için. Her ne kadar saflığını kullansa da sonunda işe uyanan ve seyirciye farklı bir yönünü gösteren Sunal, bu özelliğini kendinde keşfederek başka bir filmin hazırlıklarına girişmişti bile. O film, “Balalayka”ydı. Film çekimi için, uçak korkusuna rağmen sanatı için, sineması için, halkı için, her şeyi göze almış; o uçağa binmiş ve malum son, onu en verimli döneminde aramızdan almıştı. (1944 - 2000) 78 sinema filmini bizlere miras bırakan, sinemanın bir numaralı fenomeni Kemal Sunal’ı saygı, sevgi ve özlemle anıyorum. Nurlar içinde yat. Gelecek nesiller, sinemacılar ve sanatseverler, bıraktığın bu zengin mirası koruyacaktır.
İlk kez “Garip” filmiyle insanları ağlatmayı başarabilmiş, bir denemenin yolunu ege0692@hotmail.com tutmuştu. Başarı olan film, Sunal’ın dram yönünü seyirciye göstermekte sabırsızlansa da, yapımcılar risk almak istememiş ve bu defteri kapatmışlardı. Bana göre Kemal Sunal’ın daha iyi bir aktör olmasının önünü kesen başlıca neden budur! Üstelik Garip filmi, Sunal’ın 60. filmiydi. Ama sayının ne önemi vardı ki. O her zaman farklı rolleri denemenin yararlı olacağını düşüyordu. Sinemacıyım diye geçinenlerin ise tek bir derdi vardı. O da paraydı. Son filmi olan “Propaganda” ben de çok özel bir yere sahiptir. Son filmi olduğu için değil,
9
Kitap
sU HORTUML c
B
- Handan Aşık-
ir çok okur severin ismiyle dikkatini çektiği, adındaki ironiyi keşfetmek isteyen herkesin eline merakla aldığı fakat sanıldığının aksine başka cevap buldukları kişisel gelişim kitaplarından biridir ŞU HORTUMLU DÜNYADA FİL YALNIZ BİR HAYVANDIR. Merak severlere de bizden aydınlatma olsun o zaman. İsmin geçmişi bir çeviri hatasına dayanmaktadır ve yazar bunu her hatırladığında tebessüm eder. Kişisel gelişim kitaplarına düşkün olan herkesin kısa sürede okuyup bitireceği, okurken eğleneceği ve öğrendiklerini tekrar hatırlayacağı güzel sözler ve hikâyelerden oluşmuş sıcak ve içten bir kitaba imza atmış A. Şerif İzgören. Kim olduğunuz, benlik, alışkanlıklar, sevgi, işiniz, olumlu düşünce, hayat, dinlemek, mücadele, iyilik, idealler, hırs, gülümsemek, değer vermek, karar almak, doğallık, üretmek, anlamak, görünüş, inanç, iletişim, yurt sevgisi başlıkları altında kısacık hikâyelerle örülmüş bu kitapla gözünüzden kaçırdıklarınızı, üzüntülerinizin ve başarısızlıklarınızın kaynağını saptayabilir belki de harekete geçmeyi bekleyen diğer yarınızı uyandırabilirsiniz. Yukarıdaki başlıklar hemen hemen herkesin bildiği hatta hakkında yorum yapabileceği türden şeyler ama hepimizin üzerine kafa yorduğu gerçekten anlamaya çalıştığı şeyler midir bilemeyiz! Mutsuzluk, kararsızlık, kıskançlık, hedef koyamamak ya da var olan hedefleri uygulayamamak lanet bir virüs gibi aramızda hızlıca yayılmakta. Hızlı tüketen ve hazırcı bir toplumun karanlık geleceğini önceden görebilen insan sayısı çok azken bunu içinde yaşadığı topluma hatırlatma çabasında olan aydın sayısı da bir o kadar az. Ahmet Şerif İzgören’i de o aydınların arasına koyabiliriz. “Bedava peynir sadece fare kapanında vardır” “Neyi hakir görürsün işte bununla tanınırsın”
“Bütün renkler aynı hız er.” “İntihar eden insanların yatın amacını kaybetm “İdealleriniz gerçekleşm siniz.” “İnanç görünmeyene in başkalarının göremedik “Zirvede kartallar da bu süzülerek diğeri de sür gelmiş olduğunuzdan ç “Dualarınıza dikkat edin “Başarı; istediğinizi eld istemenizdir.” “İnsanları kitaplar gibi mayın. Okumaya başla
Bu cümleler kitapta örnek sadece… Bu örne çok şeyin kısaltılmış öz ihtiyaç duyan, içindeki isteyen, hayattan kopa başarısızlıkla mücadele dar mutluluk arayışında cağı türden bir kitap. Son olarak şunu un kalarak yazıyorum bu s için araçtır kendimizin f layabiliriz tam anlamıyl da gördüğün yansımay her şeyi onun üzerinde yansımanın farkına var şey söylemeye zaten g
10
LU DÜNYADA FiL YALNIZ BiR HAYVANDIR
zla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdil-
n hepsinin tek bir nedeni vardır: Hamişlerdir.” miyorsa, gerçeklerinizi idealleştirebilir-
nanmaktır. Görünmeyene inanırsanız klerini görürsünüz.” ulunur yılanlarda, ancak birisi oraya rünerek gelmiştir. Önemli olan neye çok nereden ve nasıl geldiğinizdir.” n gerçekleşebilirler.” de etmenizdir. Mutluluk ise elde ettiğinizi
düşünün ve kapaklarına bakıp aldanayınca içi boş mu dolu mu anlarsınız.”
a altı çizilecek türde olanlardan birkaç ekler aynı zamanda kitapta geçen bir zeti görüntüsünde. Üçüncü bir göze muhteşem kahramanı ortaya çıkarmak an –yılgınlık yaşayan ve yaşatan, kronik e etmekten bitap düşmüş, avuç içi kaa olan herkesin okumaktan zevk ala-
nutmayalım; (sanırım kitabın etkisinde satırları ) Çevremizdeki her şey bizler farkına varamazsak hiçbir şeyi ne anla ne de anlatabiliriz. Aynaya baktığınyı öncelikle tanı, onun üzerinde çalış ve e kur. Umarım bu kitabı okuduğunuzda rırsınız farkına varıpta okuyanlar için bir gerek yok. İyi okumalar dileriz.
11
Spor
e d ar
K
z e #G
-Efe KARASU-
D oğasını, ağaçlarını korumak ve
anayasal ödevlerini yerine getirmek isteyen insanlar 27 Mayıs’ta Gezi Parkı’nda toplandı. Kitap okuyup, şarkı söylerek yasal eylemlerini gerçekleştirenlere polis tarafından kullanılan orantısız güç bir halk tepkisine dönüştü. Bu tepki ile gelen dayanışma ise görülmeye değerdi. Tüm takım taraftarları omuz omuza verdi. Şeref Beylerden, Metin Oktaylardan, Lefterlerden sonra futbol camiasında böyle bir hoşgörü ortamı hiç görülmemişti.
İstanbul’da 1919-1929 yılları arası yayımlanan Spor Âlemi isimli spor dergisinin sahibi Çelebizâde Said Tevfik, o yıllarda halkın futbola karşı artan ilgisini gördü ve İstanbul Taksim Meydanı’nda bulunan, dönemin zorlu koşullarından dolayı bir Fransız bankasına satılmış olan Halil Paşa Topçu Kışlası’nın boş avlusunu kiralayarak 1921 yılında o alana Taksim Stadı’nı kurdu. Bu stad İstanbul’un ilk stadyumu olma özelliğini taşıyordu. Stadın kurulduğu yıllarda İstanbul düşman işgali altındaydı. Türk takımları, bu stadyumda İngiliz ve Fransız askerlerinin oluşturduğu takımlarla futbol maçları yapıyordu. Bu maçlarda işgalci güçlere karşı alınan galibiyetler halkın moralini bir nebze de olsa yükseltiyordu. Türk
12
e ç eş r e l n e n ’ i z Milli Takımı, ilk milli maçını 26 Ekim 1923 tarihinde Romanya ile bu statta yaptı. 1933’te Taksim Stadı’nda Sait Çelebi’nin anlatımıyla radyodan ilk naklen yayın gerçekleşti. Futbol harici diğer spor dallarının icra edilmesine da ev sahipliği yapan Taksim Stadı, İstanbul’un imar planlarını hazırlaması için görevlendirilen Paris Şehircilik Enstitüsü profesörlerinden Henry Prost’un raporuna uygun olarak 1940 yılında yıkıldı ve yerine 1942 yılında açılışı yapılan ‘’İnönü Gezisi’’ isimli bir şehir parkı kuruldu. Park zamanla ‘’Gezi Parkı’’ adını aldı.
Herşey nasıl başladı?
Recep Tayyip Erdoğan, 2012 yazında Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında Gezi Parkı’nın yerine Topçu Kışlası’nın aslına uygun olarak yeniden inşaa edileceğini açıkladı. 2012’nin Kasım ayında Taksim Dayanışması grubu Taksim’de bulunan PTT binası önünde nöbet tutmaya başladı ve projenin olumsuz yönlerini şöyle özetledi, ‘’ Kutlama veya gösteriler için Tarlabaşı ve Harbiye’den meydana kitlesel olarak çıkılamayacak. Tünelde otobüs beklerken egzoz dumanı soluyacağız. Tünele vatandaşın vergileriyle 50 milyon lira masraf yapılacak. Yayalaştırma küçük ve masrafsız müdahalelerle yapılabilirdi. Topçu Kışlası yapılırsa Taksim’deki tek yeşil alan olan Gezi Parkı da betonlaşmış ve kamuya kapatılmış
13
olacak.’’ Taksim Dayanışması grubu, ilerleyen tarihlerde İstanbul 2 No’lu Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun Gezi Parkı’nın yerine Topçu Kışlası inşaatına onay vermediğini belirterek bir imza kampanyası düzenledi. Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği, 14 Nisan 2013 tarihinde Gezi parkının yıkılmasını protesto etmek amacıyla 1. Taksim Gezi Parkı Festivali’ni düzenledi. 27 Mayıs 2013 tarihinde Gezi Parkı’nda yıkım başladı. Taksim Dayanışma grubunun üyeleri iş makinalarının önüne geçerek yıkımı engelledi. Daha sonra parka çadırlar kurarak Gezi Parkı nöbetine başladılar. 28 Mayıs cuma günü haberin duyulmasıyla Gezi Parkı biraz daha kalabalıklaştı. Yeniden harekete geçen iş makinalarını durdurmak isteyenlere polis biber gazıyla müdahale etti. Direnişin simgelerinden biri olan BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder, iş makinalarının önünde durarak yıkım çalışmalarının ruhsatını görmek istediğini belirtti. Ruhsatı bulunmayan yıkım ekibi durmak zorunda kaldı. 29 mayısta çevik kuvvet ekipleri sabaha karşı Gezi Parkı protestocularına biber gazlı müdahalede bulundu. Protestocuların çadırları yakıldı. 30 mayıs akşamı Okan Bayulgen Gezi Parkı’nda eylemcilere kitap okuyarak eyleme destek verdi. Sabaha karşı çevik kuvvet ekipleri bu sefer daha sert bir müdahalede bulunarak biber gazı bombaları ve joplarla eylemcilere müdahale etti. Yasal bir eylem gerçekleştiren insanlara
yapılan bu sert müdahaleler tüm Türkiye’de halkın sokaklara dökülüp protesto gösterileri yapmasına neden oldu. Yazın gelmesiyle beraber futbola ara verildiğinden tribünler boştu. Sokak karma bir tribün oldu. Gezi Parkı tüm tribün çocuklarını birleştirdi, omuz omuza verdiler.
Neler oldu, neler...
Ezeli rakip olan İstanbul’un üç büyük kulübünün taraftarları yan yana Gezi Parkı mücadelesi verdiler. Dolmabahçe’den Köyiçi’ne doğru yürürken hep beraber ‘’ Beşiktaş sen bizim herşeyimizsin!’’ diye tezahurat yaptılar. Mayıs başında bu olanları biri böyle böyle olacak diye anlatsaydı ağzıyla kuş tutsa da kimseyi inandıramazdı. Mayıs sonu geldiğinde bu toz pembe hikaye gerçek oldu. Galatasaraylı biri, sinir krizine giren bir Fenerbahçeliye ‘’ Dayan kardeşim daha bizi Kadıköy’de yeneceğiniz çok maç var. ‘’ derken görüldü. Baba Hakkı kadar babacandı Çarşı, Fenerliyi Cimbomluyu yeri geldi Beşiktaş’ta misafir etti. Yeri geldi hep beraber Taksim’e çıktılar, Gezi’de ağaçların
gölgesi altında soluklandılar. Bazen de Gümüşsuyu’ndan, Harbiye’den öteye geçemediler ama yan yana dimdik durdular. Metin Oktay gibi ellerini kalplerinin üzerine koydular ve Lefter gibi hepberaber yaşadıkları bu ülkeye olan sevgilerini bağırlarına bastılar. Nasıl bitiririz diye yıllarca düşünülen ancak ortak bir payda da buluşulup bitirilemeyen Bursasporlu ve Beşiktaşlı taraftarlar arasında yıllardan beri süre gelen husumetin gidirilmesi yönündeki tohumlar Gezi Parkı protestoları sürecinde ekildi. Bursa’da Beşiktaş formalılar, Beşiktaş’ta Bursaspor formalılar kol kola gezdi. İki takım taraftarlarının aralarında deplasman yasağı olmasına rağmen birbirlerini kendi semtlerinde kardeşçe misafir ettiler. Rahmetli İbrahim Yazıcı’nın dileğini gerçekleştiriyorlardı farkında olmadan. Yeşil, beyaz, siyah birbirine karışsın istiyordu Yazıcı. Tam olarak öyle oldu. Geride bıraktığımız şike soruşturmasından bu yana birbirlerinin yüzüne bakmaya bile tahammül edemeyen Trabzonsporlular ve Fenerbahçe-
14
liler yan yana geldi. Ne kupa vardı akıllarda ne de şampiyonluk... Bedenler dayanışma içindeydi, akıllarda Gezi Parkı vardı. Sanki yan yana gelip hepberaber selam gönderiyorlardı Kazım’a. Ayrılık Şarkısı’nı gitmeden önce yazmıştı şair ceketli çocuk, eğer izliyorsa gökyüzünden bu olanları bu aralar kardeşlik türküsünün sözlerini yazmakla meşgul olmalı üzerinde bordo mavi formasıyla... Lefter’in, Baba Hakkı’nın haşmetinden çekinip Beşiktaş yerine Fenerbahçe’ye transfer olmasını sağlayan yüreği şimdilerde daha iyi anlaşılıyor olmalı. Ezeli rakipler, Adanaspor ve Adana Demirspor taraftarı omuz omuza verdi. Arjantin’de Boca Juniors - River Plate rekabeti ne ise , İtalya’da Milan - İnter rekabeti ne ise bizim Çukurova’nın çocuklarının rekabeti de o manaya geliyordu. Güçlerini birleştirip sezonun son omuz omuzası için kilometreleri aşıp Gezi Parkı prostestoları için diğer taraftar kardeşlerine desteğe geldi. ‘Adanalıyık Allah’ın adamıyık’ diye bir söz kalıbı vardır ya
15
şimdi de tabuları yıkıp hepberaber halkın adamı olduklarını göstermeye geldiler. Zor geliyor değil mi inanması? Hayali bile güzel olan birlektelikleri yaşıyoruz, görüyoruz, hissediyoruz. Medyanın nefreti körükleyen yayınları, kulüp başkanlarının ve yöneticilerinin yersiz açıklamaları nedeniyle araları bir hiç uğruna açılan taraftar grupları gördükleri bir haksızlıklağa karşı bütünleşti. Bu bütünlüğün geçici bir ateşkes olmasını değil kalıcı bir barış olması tek temennimiz. İster istemez soruyoruz kendimize ve cevapları meydanlardaki insanlardan anında geliyor. Acaba rüya mı görüyoruz? Hayır... Bitti mi tozpembe hikayeler bu kadar mı? Hayır...
İzmir’in iki yakası: Karşıyaka-Göztepe
İzmir’in bir türlü kapanmayan iki yakası Karşıyaka ve Göztepe bir araya geldi. Düşman kardeşler diye anılan bu iki takımın taraftarları Ege’den selam yolladılar Marmara’ya... Senin ağacın bana da hayat veriyor derken bencillik-
ten çok uzaktaydılar. Kambersiz düğün olmazdı elbet atladılar geldiler memleketlerinden Gezi Parkı’na. Sadece Gezi’de değildiler, İzmir’de de çıktılar sokaklara. Bir İzmirli olarak hakim sayılırım Göztepe ile Karşıyaka arasındaki uçuruma ve bu iki yakanın bir araya gelmesi kıyamet demekti bazıları için ama durmadı henüz dünya. Bitmez denilen bu nefret bitti, sağduyu geldi, barış geldi, yardımlaşma geldi. Partiler üstü bir beraberlikti tüm bu insanların beraberliği. Sadece aralarında rekabet olan takımlar birleşmedi, sokaklarda her renkten her takımdan atkılar görmek mümkündü. Bu protesto gösterilerini anlamlı kılan da buydu zaten. Tek bir ses yoktu, çok sesliydi protestolar ortak nokta ise vicdan idi. Vicdanın temsili tüm takım taraftarlarının formalarındaki renklerdi. Renkler birbirine karıştı, dargınlar barıştı. Ankara’yı da unutmamak lazım çok
çile çektiler. Gezi Parkı’nda çocuklar boyama yaptığı sırada, Ankaralı çocuklar biber gazıyla ağlıyordu. Ankaragücü ve Gençlerbirliği taraftarlarını mücadelelerini beraber verdiler. Ankara’nın bu iki takımı farklı liglerde mücadele ediyordu ama taraftarları aynı yerde kol kolaydılar. Başkentte, Türkiye’nin göbeğinde işçisi, patronu, sarısı, laciverti, siyahı, kırmızısı yanyanaydı. Ankara’da çekilen fotoğrafta kadraja tüm Türkiye sığıyordu. Rica ile verilmeyen stadlar rıza ile verilmek isteniyor artık. Sosyal medyada rakip taraftarlar, takımlarının stadyumlarının, stadyumu yıkım aşamasında olan Beşiktaş’a ev sahipliği yapması yönünde çağrılarda bulunuyorlar. Farklı renklerdeki kardeşler iki kolunu açmış bekliyorlar Beşiktaşlı kardeşlerini ağırlamayı. Derbilerde karma tribün yaparız yine belki ne dersiniz? Eski günlerdeki gibi...
16
Kanayan yaramız ise daha demokratik bir Türkiye adına sokağa çıkan ve eylemlerde hayatlarını kaybeden Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük ve Abdullah Cömert oldu. Bu yaranın kapanması zor, merhemi yok. Yiten üç fidanın ruhunu temsilen sokaklarda olan, hayattayken onlarla omuz omuza duran çArşı grubu ise tutuklu. çArşı’nın tanımı şu günlerde ‘vicdan’ olarak yapılırken, vicdanın tutukluluk haline tepkiler büyük. Paramparça olmuş gönül hırkalarını diken, yamayan Beşiktaş’ın şovalye ruhlu semt çocukları ise şu sözlerle selam ediyor kaybettiklerimize, “Düğün nedir bilemedik; ama cenazelerimizi hep kendimiz kaldırdık.”
Ne kadar romantik değil mi?
Işıldadı Türkiye, bir bütün oldu, bedel ödedi, ağlarken gülmeyi öğrendi. Futbol asla sadece futbol değildir derken Simon Cuper aslında futbolun sevimsiz yönlerini anlatmaya çalışıyordu.
17
Türkiye’de olumlu anlamda gördük ki futbol asla sadece futbol değildi. Bir ağaç, tüm spor camiasını birleştirdi. Tüm takım taraftarlarının dayanışması görülmeye değerdi. Eylem boyunca mertçe bir duruş izlediler. Herkesin temennisi o ki bu hoşgörü ortamı mayıs ve haziran aylarında sıkışıp kalmasın, önümüzdeki sezon arttarak devam etsin. Türkiye bugünlerde Tribün Baharı’nı yaşıyor. Öyle ki 12 Numara’dan Fenerbahçe ile Galatasaray’ın oynayacağı kupa maçı için iki takım taraftarlarının tribünde beraber oturması için çağrı bile yapıldı. çArşı kendisine destek verenlere diğer tribünlerin çocuklarına ‘’Farklı tribünlerde olsak ta, ortak bir hayat ve daha güzel bir ülke için omuz omuza vermekten geri durmayacağız!’’ diye seslendi. Ne kadar romantik değil mi? efekarasu@gmail.com
- Emre Ceylan-
Bu ayki yazımda sizlere bir kafeden bahsedeceğim. Ama sıradan bir kafe değil. Çok özel ve güzel bir kafe. Samimiyetin, saygının, sevginin, dürüstlüğün, doğruluğun, sıcaklığın hiç eksik olmadığı bir kafe burası. Neresi mi? Mecidiyeköy Down Cafe. Kafenin isminden de anlaşılabileceği üzere bu kafenin özel bir yer olmasının sebebi; kafede çalışanların, down sendromlu, çok az kısmının otistik ve mental hastalığı olan çocuklardan oluşması. Çalışan çocukların çoğu down sendromlu. Bu kafenin neden özel olduğu konusunda şimdi daha açıklayıcı olmuşumdur. Her biri birbirinden iyi, saygılı, güler yüzlü, sıcakkanlı ve cana yakın çocuklar bunlar. Böyle bir kafenin varlığından geçen yıl haberdar olmuştum. Ancak gitmek bir türlü kısmet olmamıştı. Geçen gün birden aklıma geldi. Hemen kafenin adresini buldum ve düştüm yola. Burası yazılması gereken, insanların böyle bir yerin varlığından haberdar olması gereken bir yer. Kafenin yerini buldum ve önüne geldim. Kapıyı açıp içeri girdiğim andan itibaren o güzel havayı pozitif enerjiyi almaya başladım. Önünden geçerken bile sizi içeri çağıran bir sıcaklık var. İçeri
girer girmez güler yüzle ‘hoş geldiniz, buyurun’ diye karşılandım. Kapıdan içeri girdiğinizde sol tarafınızda cam kenarında üç tane, orta kısımda iki tane ve karşı tarafta duvar kenarında üç tane masa var. Yemeklerin servis edildiği tezgah orta kısımda bulunan masaların ucund yer alıyor. Mutfakta hemen oranın arkasında. Kapıdan girdiğinizde sağ tarafta birkaç masa üstü bilgisayar olduğunu göreceksiniz. İşi olan müşteriler bu bilgisayarları kullanabiliyor. Cam kenarında yukarıda asılı olan resimler, tablolar var. Bunlar Türkiye’deki bazı ressamlar tarafından yapılmış ve kafeye verilmiş. Bun ların satışı gerçekleştirilerek kafeye destek sağlanıyor. Bilgisayarların üstündeki duvarda asılı birkaç resim, tablo var. Bunlar ise çocukların yapmış olduğu tablola Bilgisayarların olduğu yerde birde basın köşesi var. Ka ile ilgili basında yer almış olan yazılar burada sergilen yor. Orta kısımdaki masaların arkasında bir dolap var Dolabın raflarında kafe yararına eşyalar satılıyor. Mut fak kısmının sağ tarafındaki duvarda, çalışanlar bölüm var. Kafede çalışan çocukların fotoğrafları çerçeve içerisinde duvarda asılı. Kafe geniş ve ferah bir yapıya
18
nda n
-
n.
ar. afe nir. tm端
a
19
sahip. Kafede 25 çocuk çalışıyor. Çalışan çocukların hepsi İZEV’de okurken otelcilik okuluna giderek iki buçuk üç ay bir eğitim almışlar ve sertifikaları var. Her gün işe 5 çocuk geliyor. Çocuklarla birlikte her gün iki tanede gönüllü anne geliyor. Kafede gönüllü, yarı gönüllü esası ile çalışanlarda var. Bunlar kafe sorumlusu Sibel Hanım, aşçı Aynur Hanım ve onun yardımcısı. Aynı zamanda bu 25 çocuğun aileleri 1718 yıldır birbirini tanıyan insanlar. Buda çok büyük avantaj. Sabah 08.30 civarı 5 çocuk ve 2 gönüllü anne kafenin kapısını açıyor. 12.00’a kadar çocuklar kafeyi temizleyip, düzenliyorlar. Hepsinin kendine göre vazifeleri var. 12.30 civarında çocuklar kırmızı renk önlüklerini giyip, misafir diye tabir ettikleri gelen müşterilere garsonluk hizmeti veriyorlar. Gönüllü annelerde kafede çocuklara yardımcı oluyorlar. Gelen müşterileri her biri güler yüzü ile karşılıyor, selamlıyor. Çok titiz ve özenli bir servis yapıyorlar. Gelen müşterilere önce servis açıyorlar. Daha sonra verilen siparişleri özenle masalara getiriyorlar. Aralarında güzel bir iş paylaşımı var. Siparişler masaya konurken çocuklardan biri tepsiyi tutuyor diğeri tabakları masaya bırakıyor. Aynı şekilde masaların toplanması sırasında da birisi tepsiyi tutuyor diğer çocuk boşları tepsiye koyuyor. Arkasından bir başka çocuk gelip masanın üzerini siliyor. Toplanan boşları da mutfakta güzelce bulaşıkları akıtılarak makineye diziyorlar. Saat
15.30-16.00 gibi çocuklar yıkanan tabakları, bardakları yerlerine yerleştiriyorlar. Çatal, bıçak ve kaşıkları kâğıtlarının içine koyuyorlar. Yani anlayacağınız kafenin her bir köşesinde çocuklar çalışıyor. Severek, isteyerek ve özenle yapıyorlar işlerini. Kafe dışındaki yakın yerlere de servis hizmeti veriyor çocuklar. Gelenlerle konuşup sohbet ediyorlar. Onlarla konuştuğunuzda ne kadar samimi ve sıcakkanlı olduklarını anlıyorsunuz. Ayrıca Saruhan Beyin dediği gibi onların en büyük özelliklerinden biriside ‘yalanı’ bilmezler. Onların hayatında yalan yoktur. Hepsi samimi ve dürüst çocuklar. Onlar yalan kavramının ne olduğunu bilmezler esasında. Kafe 17.00’a kadar açık. 17.30 gibide çocuklar evlerine gidiyorlar. Ertesi gün ise farklı 5 çocuk ve farklı 2 tane gönüllü anne işe geliyor. Aynı düzen işlemeye devam ediyor. Ancak kafe 17.00’a kadar açık diye sakın yemek yemeğe bu saatte gelmeyin zira yemekler erkenden bitebilir. Yemekler günlük olarak aşçı tarafından taze yapılıyor ve gün içerisinde tükeniyor. Ay sonunda da çocuklar çok güzel bir şekilde zarf içinde maaşlarını alıyorlar. Saruhan Bey “Çocukların maaşlarını aldıklarında yüzlerinde oluşan o mutluluk görülmeye değer. Emeklerinin karşılığını alıyorlar. Haklı olarak çok seviniyorlar. Şahane bir olay, anlatılabilecek gibi değil.” diyor. Çocukların bu kafede çalışması onlar açısından elbette çok yararlı. Toplumla bir arada sürekli etkileşim
20
halindeler. Ve en önemlisi de onlar toplumda farkındalık yarattılar. Burada çalışan çocuklarda yaşanan güzel gelişmeler olduğunu söylüyor Saruhan Bey “Konuşmalarında değişiklik oldu. İnsanlarla etkileşimleri değişti. İnsanlarla oturup rahatça konuşup, dertleşebiliyorlar. Bir zaman sonra evlerine tek başına gidip gelmeye başladılar. Artık toplu taşıma araçlarını kullanıyorlar.” diyor. Çocuklar bu işin yanı sıra, gönüllü öğretmenler tarafından resim, dans, müzik ve tiyatro gibi eğitimler alıyorlar. Yaptıkları resim çalışmalarından bir sergi açılacağını öğrendik. Daha önce dans gösterisi ve tiyatro performansı sergilemişler. Bu çocukların en büyük olayı; başardıkları, yapabildikleri şeyi en iyi şekilde yapmaları. Anlayacağınız gerekli eğitimi aldıkları takdirde bu çocuklar her şeyi yapabiliyorlar. Down Cafe iki yıl önce, Saruhan Singen’in öncülüğünde Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün girişim ve katkıları ile açılmış. Şuan
21
kafenin bulunduğu yer Sarıgül tarafından temin edilmiş. Kafenin iç kısmı toplanan yardım ve bağışlarla yapılmış. Şüphesiz kafenin bugün ki halini almasını sağlayan kişide asıl mesleği mimarlık olan ve bu kafenin öncüsü olan Saruhan Singen. Kafe projesinin gelişimine de değinmek lazım. Çocuklar 18 yaşına kadar zihinsel engelliler okulundaki eğitimlerini tamamladıktan sonra diplomalarını alıyorlar. Saruhan beyin dediğine göre çocuklar diplomayı aldıktan sonra evlerine dönmeye başlamışlar. Böyle olunca aldıkları eğitimler heba olacak. Bunun üzerine Sarıyer’de yeni bir yer kiralayıp orada da 18-35 yaş arası olanlara eğitime ve rehabilitasyona başlamışlar. Çocukların aldıkları eğitimin yanı sıra toplumla iç içe olup, adapte olmaları lazım. Bunun en iyi yapılacağı yerler korumalı yerler. Bu çocukların topluma kazandırılması lazım. Bu düşünceler ışığında kafe projesi ortaya çıkmış.
Kafenin ayakta durabilmesi ve yürütülebilmesi için farklı uygulamalara başvurmuş Saruhan Bey. Türkiye’deki bütün ressamlara mail atarak durumu anlatmış ve onlardan resimler, tablolar istemiş. Ressamlarda duyarlı bir şekilde ücretsiz olarak resim ve tablolar göndermişler. Hala da göndermeye devam ediyorlar, istenildiği takdirde. Bu resim ve tablolar kafe yararına satılıyor. Hatta bundan feyiz alınarak burada resim atölyesi şeklinde bir çalışmada başlamış. Üç tane gönüllü ressam öğretmen bulmuşlar. Cumartesi günü belirli saatlerde gelerek çocuklara resim dersi veriyorlar. Kafenin içinde çocukların yaptığı resimlerde duvarda asılı. Hatta yapılan bu resimlerle bir sergi açılacakmış. Bir diğer uygulama ise 15 günde bir kafede dünya mutfağı günü yapılıyor. Saruhan Bey otellere gidip otel müdürleri ile görüşerek bir günlüğüne onların kafeye gelmelerini sağlıyor. Otellerinde hangi dün-
ya mutfağı varsa, Japon, Çin, İspanyol, İtalyan vs bir günlüğüne onların kafeye getirilip satışı sağlanıyor. Down Cafe ilk açıldığında insanlar çekingen davranmışlar. Buraya gelmekte tereddüt etmişler. Ben bunun sebebini, çocukları yakından tanımadıkları için böyle olduğunu düşünüyorum. Kafenin dışındaki down çocuklu resim, kafenin isminin down olması tepki çekmiş. Buradan gelip geçen insanlar kapıdan kafalarını uzatıp burası acaba ne, içeride çocuklar ne yapıyor gibi tepkilerde bulunmuşlar. Daha sonra çocukları kapının önüne çıkarıp gelip geçen insanlarla tanıştırmaya başlamışlar. Böylelikle insanlarda bir bilinç ve farkındalık oluşmuş. Çocuklara karşı bir ön yargı oluşuyor insanlarda. İnsanlar tam olarak bu çocukların rahatsızlıklarının ne olduğunu bile bilmiyorlar. Ama onları yakından tanıyıp, iletişim kurduktan sonra bütün ön yargılardan kurtuluyor-
22
sunuz. Nitekim şuanda da durum böyle. Kafe ilk açıldığından bu yana müşterileri artmış durumda ve sabit müşteriler kazanılmış durumda.
23
İki güzel yeni proje yolda Bu yeni iki projeyi bizim vasıtamız ile sizlere duyuralım. Bunlardan ilki ‘Mobil Cafe’ projesi. Bu proje için iki sponsor bulunmuş. Bir faytonun kapalı halini düşünün. İç kısmı mutfak olarak dizayn edilecek ve waffle mutfağı olacak. Faytondan yapılacak bu waffle aracı kıpkırmızı bir renkte olacak. 2 ya da 3 çocuk bunun içinde waffle satacak. Çocuklar gene değişimli olarak çalışacaklar. Mustafa Sarıgül’ün desteğiyle bu proje gerçekleşecek. Projenin yazılı izni alınmış durumda. Çok yakında Metrocity’nin önünde ayarlanan yerde çocukları kıpkırmızı bir waffle mut-
fağında satış yaparken göreceksiniz. Diğer proje ise daha kapsamlı. Bunu Saruhan Beyden dinleyelim. “ Bu projemi yine Sayın Sarıgül sağa olsun destekleyecek. 3-4 katlı bahçeli bir yer edinmek istiyoruz. Bahçeli olmasını istememin sebebi bahçenin bir bölümünde organik tarım yapacağım. Böylece bir takım ihtiyaçlarımızı buradan sağlayabileceğiz. Belki yazları çocuklar araba yıkama projesini geliştirecekler, araba yıkayacaklar. Hem çocukların el becerileri gelişmiş olacak ve toplumla iç içe olacaklar. Alt katı kafe ve pastane olacak. Üst katında çalışmalarımdan elde edilen resim ve sanat ortamı kuracağım. Aynı zamanda bir jimnastik alanı oluşturulacak. Çünkü çocukların vücutlarının da gelişmesi gerekiyor. Onun üstündeki 2-3 kat misafirhane olarak kurulacak. Bu belki Türkiye’de olmayan bir yer
olacak. Bu misafirhane şu; aileler tatile gittikleri zaman ya da bir yere gittikleri zaman çocuklarını rahatça güven içinde bırakabilecekleri bir yer olacak. Saatliğine, iki üç günlüğüne neyse bırakabilecekler. Böyle 5 yıldızlı bir yer olacak. Eğitimli rehberler eşliğinde çocuklar burada kalacaklar. Bu projeyi böyle bir hotel gibi hostel gibi bir şey olarak düşünün. Böyle bir yer düşünüyorum. Sağlık ocağı olacak. Aileler gelecekler çocuklarını buraya çok cüzi bir fiyata gönül rahatlığı ile bırakabilecekler. Alınacak bu ücretlerle masraflar karşılanacak, döner sermayeye katkı niteliğinde. Böyle güzel bir projemiz var. Bunu da sizin aracılığınız ile duyurmuş olalım.” Son olarak Saruhan Beyinde dediği gibi, Türkiye bu tür çalışmalarda daha alfabenin a harfinde. Bugün bu çocuklara aldıkları eğitim ve rehabilitasyon için devlet tarafından 380 Tl ücret verilmekte. Ancak bu ücretin yeterli olmadığı
düşünülmekte. Çünkü yapılan araştırmalar sonucunda çocukların almış oldukları eğitim ve rehabilitasyonlardan tam olarak randıman elde edilebilmesi için minimum 1000-1500 TL gibi ücretlerin verilmesi lazım. Nitekim bu çocuklara gerekli eğitimi verecek yeterli sayıda öğretmende yok. İşveç, İşviçre, İsrail gibi ülkeler bu çalışmalarda alfabenin ortalarına gelmiş durumda. Oralarda yaşam evleri var. Yaşam evleri çok önemli. Ülkemizde de, bu çocukların ileride ailelerini kaybettikleri zaman güven içerisinde sürekli kalabilecekleri yerlerin olması çok önemli. Bu tür yerlere de Yaşam Köyü deniyor. Ancak ülkemizde henüz böyle bir yer yok. İnşallah zaman geçtikçe yeni yeni projeler ile bu çalışmalara gereken önem fazlasıyla verilebilir. Unutmayın onlarda toplumun bir parçası ve onlara gereken önemi her zaman verelim. Onların dediği gibi “Sadece Farklıyız”
24
Tiyatro
İlkel Geldik İlkel Gitmeyelim... -Elif CengizTiyatrolar neden kapatılır? Eleştireldir, kitleleri düşünmeye eleştirmeye sevk eder de o yüzden. Hükümetler tiyatro topluluklarının faaliyetlerine kendileriyle çatışma ters düşme oranları ölçüsünde izin verir, destekler ya da sansür uygularlar. Devletin sanat jürisi oluşturması, sonrasında da maliyetin %50 sine destek verilmesi, maaşların %35’inin kesintiye uğratılması, kurumların özelleştirilmesi, erken emeklilik uygulaması bu kurumların yok edilme çabasının göstergeleridir.
artırır, ötekini anlamamızı kolaylaştırır. Haksızlığa, adaletsizliğe ilk ses çıkaran kitleler, kurumlar bu sebepten onlar olurlar. Toplumsal gerçeği anlamamıza yardımcı olur tiyatro. Olmadı anlatamadı diyelim, zaman içinde dönüştürerek bir şekilde etkiler.
Dünyada hiçbir opera, bale ve tiyatro kurumu sadece bilet geliriyle masraflarını karşılayamaz. Avrupa’da tüm kültür sanat kurumları devlete ya da belediyelere bağlıdır. Deniyor ki; devlet tiyatroların masraflarını karşılamakta zorluk çekiyor. Halkın parası boşa harcanıyor. Buhran döneminde olunsa anlaşılır şeyler bunlar. İdrak edilemeyen nokta ise ekonomisi iyiye giden bir ülkede, sayısı zaten çok az olan devlet tiyatro, opera ve bale kurumları neden kapatılmak istenir? Çünkü sanat kurumları insanları eleştiriye yöneltir. Tiyatro toplumsal bir olaydır. Daha üretim aşamasında yazan, yöneten, oynayan olarak üç düşünenin bir araya gelmesi gerekir. Duvara anlatamazsın derdini insan gerekir. Seyircisiz tiyatro olur mu? Demişlerdir ki; tiyatro insanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatıdır. Tiyatro insanlara yorumlama yeteneği kazandırır. Söyleneni direk almakla altındakini okumak farklı şeylerdir. Tiyatroya giden insanla gitmeyen insanın mizah anlayışı bile farklıdır. Tiyatro, toplumsal duyarlılığı
25
Bizim tiyatro tarihimiz baskı ve sansür tarihimizle doğru orantılı olarak gitmiştir. Ülkenin eğitimi için çok etkin bir şekilde kullanılabilme potansiyeli varken her daim bu kurumlara köstek olunmuştur. Bunun temel nedeni hükümetlerimizin ‘benim paramla beni eleştiremezsin’ anlayışına sahip olmasıdır. Oysa ki eleştirileri dikkate alıp sermayenin değil halkın devleti olmayı seçebilir hükümetler . İnsan dünyaya ilkel gelir sanatla kendini eğitmesi, madden insan olmaktan çıkıp, manen insan olma yolunda ilerlemesi gerekir. Devlet politikalarının da buna engel olmaması kitleler halinde vicdanlı olmamızı desteklemesi gerekir. Politikaların insanca yaşamamıza engel olmasına izin vermeyelim.
Röportaj
Televizyonda Olmak, Çıplak Olmak Gibi Bir Şey -Mısra YILDIZ / Öznur BARAN-
M eslek hayatına radyoda başlayan, İstatistik
olurum diye araştırırken habercilik mesleği ilgve Ekonomi Bölümü’nü bitirmesine rağmen imi çekti. Tabi finans ve istatistik okumuş biri için haberciliğe duyduğu büyük ilgiden dolayı farklı bir meslek dalı olacaktı. Diksiyon eğitimleri Ekonomi Program Sunuculuğu’nu tercih eden almaya karar verdim. O dönem ekranda olmak TRT Haber’in başarılı isimlerinden Seda Akbay cazip geldi ama radyoda işe başlayınca şunu keşfetile mesleğe ve Türkiye’nin bugünkü durumuna tim; haberi paylaşmak, haberi koklamak, merak yönelik konuştuk. etmek çok güzel bir tutku. Hayat çok enteresan; Seda Akbay’da olmak istediği meslekte olanlar- çok güzel kişilerle tanıştım ve bir şekilde idealime dan. Bu duru- kavuştum. TGRT Radyo’da haber yaptıktan sonmu da kendisi ra TGRT’nin televizyonuna geçiş yaptım. Sonra şöyle anlatıyor, TGRT haber kanalı oldu. Orada da haber mac“Meslek haerasında devam ettim. Yani haber spikeri olarak yatıma radyo- başladım.” cu olarak Akbay’ın medya sektöründe ekonomi başladım. Çok bölümünde olması acaba mezun olduğu bölüm ile büyük bir mi alakalı yoksa rastlantı mı diye düşünüyorduk. haber aşkım Akbay bu duruma hemen açıklık getirdi. “Medya vardı. Aslında sektöründe ekonomi bölümünde olmam ilginç bir Yıldız Teknik tanışmayla oldu aslında. Buna, benim ekonomi Üniversiteokuduğumu bilen, TRT ile çalışan dostlarım vesile si’nde İstatistik oldu. “TRT’de bir ekonomi programı yapılacak, ve Ekonomi hem ekranda olup hem de ekonomi sunabilir okudum. misin?” dediler. Ekonomi zaten okuduğum alandı, Fakat bir anda ekonomik olarak da Türkiye’nin güzel bir mecraya finansın bana doğru gittiğine inanıyordum. Haberde de entegöre olmadığı- resan bir dönemdi; kazalar, üzücü birtakım terör na karar olayları beni çok bunaltmıştı. Güzel bir fikir olarak verdim. Hangi gördüm ve bu teklifi kabul ettim.” işi yaparsam Genelde insanlar meslek hayatlarında bazı daha mutlu kişileri kendilerine örnek alırlar. Bunun çeşitli
26
nedenleri olabilir. Akbay’da kendine Serap Ezgü’yü örnek alan biri. “Türkçesiyle, ekrandaki duruşuyla Serap Ezgü çok hoşuma giderdi. Sağ olsun kendisiyle çok da güzel bir iletişimimiz oldu. Beni çok destekledi, çok güzel de ipuçları verdi. Mesela, radyoculukla başlamayı önererek, yayıncılığın her kademesini görmek gerektiğini söyledi. Gazete de, televizyon da çok önemli ama radyoculukla başlayıp ses eğitimi, sunum teknikleri üzerinde çok güzel antrenman yapılabiliyor. Bu da sizi televizyonda daha güçlü kılıyor. Serap Ezgü’ye karşı hayranlığım ilk günkü gibi devam ediyor ama Mehmet Ali Birand’ı da söylemeden geçemeyeceğim. Savaş dönemlerinde onu da elimde kâğıt kalemle izlerdim. Önemli yayınlardı bunlar. Birand’da haberciliği örnek alınacak bir kişiydi.” “Televizyonda Olmak, Çıplak Olmak Gibi Bir Şey” Televizyon ve radyo birbirinden farklı iki mecra. Aralarında çeşitli farklar var. Televizyonda insanların karşısında görsel olarak bulunur kendinizi gösterirsiniz ve herkes sizi tanır. Ama radyoda sizin kim olduğunuz pek bilinmez çünkü insanlar sizi değil sesinizi duyar, görür. Bu yüzdendir ikisinin farklı oluşu. Bu ayrımı iki mecrada da yer almış olan Akbay, “Ben radyocuyum diyemiyorum. Radyoculuk yapan insanlara çok müthiş bir saygım var. Hani ne yaparsanız yapın televizyona geçiremeyeceğiniz ya da geçirseniz bile sihri bozulacak olan insanlar var. Mesela televizyona geçtikten sonra diksiyonumda, ses
27
tonumda zaman zaman dejenerasyonlar hissetim. Birde radyo dinleyicisi çok sadıktır. Beni hala arayan dinleyicilerim var. Televizyonda maalesef bu durum söz konusu değil. Doğru söylemek gerekirse radyo daha samimi. Habercilik her yerde aynı, işimi orada da severek yapıyordum burada da severek yapıyorum ama radyonun başka bir dünyası var gerçekten. Daha çok merak edilen bir yer, insanlar sizi kendi hayalinde canlandırıyor. Ama televizyonda direk görüntüyle o hayal dünyası belki fiziki bir dünyaya dönüşüyor. İzleyicinin çok güzel bir feraseti olduğunu düşünüyorum. Bizim duayenlerimiz var. Mesela, seni gördüğü an nasıl olduğunu, nerede olduğunu görüyor. Çok enteresandır ki bir izleyici ondan çok daha fazla görebiliyor. İzleyici samimiyeti çok güzel algılıyor, samimiyetsizliği görüyor. O yüzden sanki televizyonda olmak daha böyle çıplak olmak gibi bir şey. İkisinin de kendine göre farklı zorlukları var diyebilirim.”diye açıklıyor. Ekran karşısında olmak, kameraların önünde olmak herkesin yapabileceği bir şey değil. Belli özellikler ve hatta yetenekler gerektiren bir durum. Akbay’ın ilk günden bu yana geçirdiği süreç nasıl oldu acaba? Bunu kendisinden dinlemekte fayda var: “ Ekran karşısında olmak çok enteresan bir duygu. Başta herkes sizi izliyormuş gibi geliyor. Ben ilk başladığımda ulaştırmadaki arkadaşa, “Beni geri götürün.” demiştim. Halbuki yıllarca hayal etmiştim ekranda olmayı. Kamerayla dans etmek diye bir şey vardır. İnsan kamerayla dans etmeye başladıktan sonra da müthiş keyif alıyor. Yani sizinle konuşurmuş gibi anlatma şekline
dönüşüyor. Ekran karşısında eleştiriye açık olmak lazım. Bu anlamda radyo muhteşem bir deneyim oldu benim için. Televizyona geçtiğimde mimiklerimle ilgili bazı ufak eleştiriler oldu. Orada olmaktan çok mutlu olduğum için, her haberi gülerek veriyordum. Sonra bu konuda beni uyardılar, daha dikkatli olmaya çalıştım. Heyecan bittiği an her şey bitiyor bence. Heyecanlı olmak lazım ancak bu heyecan sesinizi titretmeyecek.”
TRT ‘de çalışmak biraz daha sıkıntılı. Bir çoğumuzun kafasında TRT’de çalışmak oraya girmek zor olduğu biliniyor. Bu zorluklar Akbay’ın da kafasını bir hayli meşgul etmiş. “Bana seneler önce sorulsa herhalde TRT’de olmak mümkün değil gibi gelirdi. Ama şuna inanıyorum, hayat çok enteresan. Ben buraya sınavlar dışında girilemeyeceğini zannederdim. Yine bir sınav sistemi var ama işinde uzmanlaşmış kişilere de açık burası. Bu tip anlaşmalar da yapılabiliyor. Karşılaştırma yapmam “Haberciliğin Vitrini: Ekonomi” gerekirse tabi ki özel sektör, özel kanallarda olGünümüzde meslekte uzmanlaşma çok önemli. manın da farklı güzellikleri veya dezavantajları var. Ekonomide, medya sektöründe önemli uzmanlık TRT’de olmak alanlarından biri olmuş durumda. Alanında uzinsanı daha man kişiler artık daha çok tercih ediliyor. Medya özgün düşünsektöründe, ekonomide uzmanlaşmanın önemini meye zorluyor. birde Seda, “Haber spikeri olmak çok genel bir Daha farklı bir kavram, orada yarış gerçekten kolay değil ama bir sorumluluk alan seçtiğinizde aynı durum söz konusu değil. hissediyorÖrneğin; sağlıkla ilgili bir konuda bir kişinin sunuz, daha bilgisi, kültürü, deneyimi izleyiciyi çekebilir. Yani objektif bakartık uzmanlaşma başladı bence. Mesela bugün maya çalışıyortarihi bir gün yaşıyoruz. Türkiye IMF’ye son taksiti sunuz. Yani ödüyor ve IMF ile ilişkiler bitiyor. Ben 2000’li çok uçlarda yıllarda IMF’nin Türkiye Temsilcileri geldiğinde, değil ama daha bütün medyanın onları kral gibi karşıladığı günçok insana leri yaşayan biri olarak bunu farklı anlatırım. Yeni dokunma gibi başlayan bir arkadaşımız farklı anlatır. Ekonomi bir durum. En de Türkiye’nin şu anda vitrini. Gerçekten güzel azından bende işler yapıp meyvelerini topluyoruz. Ekonomide, öyle oldu.” dünyanın şu anda enteresan vaka olarak baktığı Şüphesiz her mesleğin kendine göre zorlukları bir başarı var. Bu nedenle şuan da ekonomi yapvar. Her meslek dalında zordur. Medya şüphesiz mak daha güzel, daha keyifli. Bir de ekonomi her en zor mesleklerden birisidir. Ne geceniz belli ne zaman var olacak. O yüzden her zaman da cazip gündüzünüz bellidir. Her zaman yükselmek için bir alan olacak.” çalışmanız gerekir. Kimi zaman tatilinizde bile isle meşgul olursunuz. Akbay, “Daha çok insani “TRT Özgün Düşünmeye Zorluyor” şeyler oldu. Yani rekabetin çok çetin olduğu bir Medya yelpazesi geniş bir sektör. Günümüzde meslek. Mutlaka mücadele gücünüzün olması birçok medya kuruluşu, televizyon, dergi ve gazete lazım. İddialı olmak insanı yükseklere taşır. Biraz bulunmakta. Bu yelpaze içerisinde özel sektör amiyane olacak ama rekabeti bel altı olarak algeniş yayılma alanı bulurken tek devlet kanalı olan gılayan bazı meslek taşlarım ile karşılaştım. Hepsi
28
geçti ve iyi ki oldu. Beni pişirdi, benim işime biraz daha sarılmamı sağladı. Buradan kıssadan hisse ne çıkardın derseniz; çok fazla böyle şeylere kendimi kaptırmayıp, olumsuzluklara karşı çıkış yolları aranması gerektiğini öğrendim. Ama yine iyi insanlarla karşılaştığımı düşünüyorum. İyi insanlarla karşılaşınca, güzel bir dille de kendi meramınızı anlatınca bu karışık olaylar doğruya kavuşuyor.” Akbay zorluğu bir haber aktarırken bile yaşadığını anlatıyor. “Malatya Kitabevi’ndeki katliamda yaptığımız bağlantılarda çok hassas bir durum vardı, biraz zorlanmıştım. Çünkü orada bağlananlar birilerini suçluyor, onların söylediklerini tekrar ettiğinizde sizin yorumunuz zannediliyor, hemen kutuplaşma oluyor.” Medyada yıllardır bir alaylı ve mektepli tartışması var. Alaylı olmak mı? Yoksa mektepli olmak mı? Kendisininde alaylı olduğunu söyleyen Akbay, “Eğitim sisteminden dolayı ya da hepimiz ailelerimizin hayalleri olduğumuz için böyle bir durum olabiliyor. Mesela babam da benim kalp cerrahı olmamı istiyordu. Bu durum eğitim sisteminden de kaynaklanıyor. Bir doktorun dönüp müzisyenlik yaptığını görüyoruz. Bence o da iyi ama baştan eğilimlere göre hareket edersek daha güzel olacak. Mesela Ahmet Altan benim hayran olduğum bir yazar. Bütün okullardan atılıyor ama yazıya ilgi duyan biri. Çocukluktan eğilimlere göre yönelmek çok mantıklı. Ben de alaylı sayılırım aslında,
29
iletişim okumadım çünkü.”diyor. “Mesleğimizi Hayatımızın Önüne Koymamalıyız” İnsanlar bazen özel hayatını ve mesleğini birbirinden ayıramıyorlar. Böyle olunca da iş ve sosyal hayat birbirine giriyor, gerekli verim alınamıyor. Aradaki dengeyi bulmak çok önemli. Haber aşığı olan Akbay, “Yakınlarım tarafından bazı sitemler olabiliyor. Haber benim aşkımdı, arkadaşlarımla bir yerde olsam bile çok önemli bir olayda haber merkezine gitmek gibi bir heyecanım vardı. Hayatımın çok merkezindeydi. Ama 15 senelik deneyimimde söyleyebileceğim tek şey kendinizin, ailenizin önüne çok fazla bir şey koymamak gerekiyor. İkisini dengede tutmak önemli diye düşünüyorum. Ben bunu TRT’de çok güzel dengeledim. Çok önemli bir meslek sonuçta. Ama mesleğimizi önemserken onu kendi hayatımızın önüne de koymamamız gerekiyor bence.” Seda Akbay son olarak tavsiyelerde bulunuyor. “Çok klişe olacak ama kendine yatırım dediğimiz şey mesela; konferanslara gitmek, kafamızda yapabilirim düşüncesini oluşturmak, hiçbir şey imkansız değildir gibi inanca sahip olmak çok önemli. Çok enteresan bir örnek vereyim; bir gün bir televizyon kanalını aradım ve orada yapılan haberle ilgili bir eleştiri sundum. “Çok iyi biliyorsanız gelin siz anlatın bize.” dediler ve ben gittim. Biraz konuştuktan sonra, gece bültenlerini okumam için teklif sundular. Birdenbire de olabiliyor bazı şeyler. Hiç kimseyi de tanımıyordum. Daha sonra meslekte tanıdığınız kişiler başka görevlere geliyor, onlar size yol açabiliyor. Kesinlikle kendine yatırım, düşünce, hayali genişletmek, yapabileceğini düşünmek ve yabancı dil çok önemli. İngilizcenin de çok avantajlarını gördüm, onun da bana açtığı kapılar oldu.” Biz bu keyifli sohbette Seda Akbay’ın meslek hayatına dair tecrübelerinden yararlandık. Bu sohbeti kendisiyle gerçekleştirirken keyif aldık. Umarız sizlerde okurken keyif almışsınızdır.
Foto Haber
30
Sadece Farklıyım! -Emre CeylanOnlar Down Cafe çalışanları. Bu kafede down sendromlu, otistik ve mental hastalığı olan ancak hepsi çok güzel eğitim almış olan çocuklar çalışıyor. Onları kafenin her köşesinde çalışırken görebilirsiniz. Müşterilere servis yaparken, yerleri silerken, masaları düzenlerken, çay demlerken, bulaşıkları sudan geçirip makineye dizerken, kimi zaman yemekler için sarımsak soyarken görebilirsiniz. Kafenin her köşesinde büyük bir istek ve zevkle işlerini yapıyorlar. Yaptıkları işe inanılmaz önem verip, çok titiz bir şekilde çalışıyorlar. Aynı zamanda çalışan çocuklar arasında inanılmaz bir iş paylaşımı ve yardımlaşma var. Çocuklar gönüllü öğretmenler vasıtasıyla, resim, tiyatro, müzik, dans gibi eğitimlerde alıyorlar. Yani onları sadece kafede çalışırken değil bu tür etkinlikler yaparken de görebilirsiniz. Şimdi fotoğraflarla Down Cafe sakinleri karşınızda.
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
Portre
Aşk’ın Şehri Paris’te Aşk’a Aşık Küçük Bir Serçe
EDİTH PİAF -Müge GÜL-
1895 Fransa’sında dünyaya gelen yarı İt-
alyan ve yarı Tiflisli olan Anetta Giovanna Maillard için hayat oldukça zorlu ve çetindi. Ona sahip çıkabilecek pek kimsesi olmadığı için sokaklarda büyüyen Anette, 19 aralık 1915 günü bir karakol önünde sancılanarak dünyaya getirdiği kızına, o sıralar son hız devam eden birinci dünya savaşında Fransız askerlere esir kamplarından kaçmaları için yardım eden İngiliz hemşire Edith Cavell’den esinlenerek Edith ismini verdi. Menekşe mavisi gözleri olan küçük bebeğin kuzguni siyah saçlarından bir tu tam kar beyazı alnına dökülüyordu. Zayıf ve çelimsiz parmakları ile sokak ortasında doğumuna yardımcı olan polis memurunun parmağını kavrayan minik kızın bu içgüdüsel hareketi belki de onu bekleyen zor hayat şartlarına karşı ilk baş kaldırışıydı. Babası Louis Alphonse Gassion ise ha-
42
yatını sirklerde kazanan bir akrobattı. Anette, Louis o sıralar savaş nedeni ile askerdeyken ona artık bu hayata dayanamadığını, Edith’i annesinin yanına bırakarak İstanbul’a ünlü olmaya gideceğini anlattığı bir mektup yazdı. Kısa bir süre sonra zor şartlarda yaşayan annesinin yanına bıraktığı kızını ve fakirlikle dolu hayatını geride bırakarak İstanbul’a doğru yola çıkan Anette, ne yazık ki hayal ettiği yaşama kavuşamadı ve bir süre sonra geri dönmek zorunda kaldı. Louis askerden izin alarak Edith’i ananesinin yanından almaya geldi ve onu o dönem bir genelev işleten kendi annesinin yanına bıraktı. Başlarda oldukça zor kabul görse de minik Edith, o evde sokaklardan daha iyi şartlarda yaşıyordu. Evde çalışan kadınlardan biri onu kendi kızı gibi benimsemişti. Her şeyden çok anne şefkatine ihtiyacı olan küçük kız yuva yerine koyduğu bu yabancı evde henüz anlamlandıramadığı eksikliğini doldurmaya çalışıyordu. 4 yaşına geldiğinde bir gün gözlerini açamayan Edith ağlamaya başladı. Sesini duyup geldiklerinde 2 gözü de irinle kaplı kızı görünce telaşa kapılan kadınlar, babaannesini çağırdılar. Doktor geldiğinde hastalığın Keratit(Kornea dokusu iltihaplanması) olduğu anlaşıldı. Uzun süren bir ilaç tedavisi ve edilen dualar sonucu minik Edith eski sağlığına kavuştu. O dönemden itibaren dua etmek onun hayatının vazgeçilmez bir parçası haline geldi. Fransız kaldırımları sallanıyor Babası gelip onu aldığında minik Edith, kısa yaşamında en zor zamanlarından birini geçirdi. Babasıyla sokaklarda gösteri yapmaya başladılar. Bir gün babasının yanında bildiği
43
en güzel şarkıyı “Fransız marşını” söyleyen minik kız sonrasında şarkı söyleyerek hayatını devam ettirmeye başladı. 17 yaşına kadar babasının baskısıyla sokaklar da şarkı söyleyen Edith üvey kız kardeşi Simone ile Fransız kaldırımlarında salınıyordu. Büyüleyici bir sese sahip genç kız yine aynı yaşta batakhanelerden birinde tanıştığı Louis’le beraber olarak Marcelle adını verdiği bir kız çocuğu doğurdu. Ancak kızı 2 yaşında trajik bir şekilde aniden hastalandı. Menenjit(beyin zarının iltihaplanması ile oluşan sinir sistemi hastalığı) olan minik Marcelle kurtarılamadı. Bu onun hayatında pek kimseye anlatmadığı ancak yüreğini derinden sarsan bir olay olarak kaldı. Genç, tecrübesiz ve beş parasız olan Edith iyi bir anne örneği değildi ve bunu kendiside biliyordu. Zaten hayatı boyunca bir daha anne olamadı. Kaldırım serçesi: Küçük Piaf... 20 yaşına geldiğinde hayatında büyük bir değişiklik yoktu. Kaldırımlarda şarkı söyleyerek para kazanıyor ve aşık olduğu kadın satıcısı Albert’ a para yediriyordu. 1935 yılında genç kadın dönemin popüler şarkılarını sokakta kendine özgü bir yorumla söylerken, kader onun karşısına yine o yılların en büyük gece kulübü işletmecilerinden biri olan Louis Leplee’yi çıkardı. Hayatına giren 3.Louis onun için üçüncü bir dönüm noktasıydı. Edith’i dinleyen Louis ona kartını verdi ve onu aramasını söyledi .Onun kim olduğunu bilmeyen Edith biraz araştırınca bu esrarengiz yabancının kimliğini öğrendi ve o gece Louis’in kendini Fransız argosunda kaldırım serçesi anlamına gelen “küçük Piaf” takma ismi ile takdim etmesi ile ilk kez sahneye
çıktı. Onu dinleyenler yine o dönemin en zengin işadam ları ve onlara gösterişli mücevherler, ipek elbiseler içinde eşlik eden hanımefendilerdi. Sahnede ise 1.47 boyunda, narin ve işletmecinin kaldırım serçesi olarak tanıttığı hayat tarafından hırpalanmış genç bir kadın vardı. Ancak kadının öyle bir sesi vardı ki, dünyada belki belli sayıda durumda vuku bulan bir şey oldu. O gece orada kesinlikle bir sınıf farkı yoktu. Onu dinleyen Hanımefendi ve Beyefendiler ayakta alkışladılar. Her şey güzel giderken 1936 yılında Louis Leplee vahşice bir cinayete kurban gitti. Gözaltına alınan Piaf için oldukça zor ve stresli bir dönem başlamış oldu. Tüm bu kötü dönemde Leplee henüz hayattayken bir partide tanıştırıldığı Raymond Asso isimli şarkı sözü yazarı ve yazar olan dostunun desteği ile ayakta kalmayı başarmıştı. Raymond, ona şarkı söylerken ellerini kullanmayı öğretmişti. Ayrıca telaffuzundaki eksikleri de gidermesi için baskı yapan Asso ile turnelere çıkmaya başlayan küçük Piaf, Edith Piaf ismini aldı. Uluslararası üne kavuşan Piaf artık sadece Fransızlar tarafından değil Avrupa ve Amerika’daki insanlar tarafından da sevilen bir sanatçı olmaya başlamıştı. Ancak ilerde de bahsedeceğim bazı konuları dikkate alırsak Piaf ömrü boyunca hiçbir erkekle uzun seneler geçiremeyecekti. Hayatına hangi sıfatla
girerse girsin hiç bir erkek bir kaç yıldan fazla onunla kalamıyordu. Raymond Asso ile de yolları 2. Dünya Savaşı sırasında ayrıldı. Müzikallerde rol almaya başlayan Piaf bu alanda da oldukça başarılıydı. New York’ta gösterilere çıkan kaldırım serçesi herkesi şaşırtıyordu. O dönemler sahneye çıkan güzel kadınlara pekte benzemeyen Piaf son derece sade ve kapalı siyah elbise, dağınık ve özensiz saçlar ile sahne alıyordu. Çünkü ona göre onu dinleyenler için önemli olan şarkıyı nasıl söylediği idi. Gerçek şu ki bunda en azından kendi için haklıydı, onu dinleyenler kalça genişliği ya da bacak boyundan daha fazlasına önem veriyorlardı. Kaldırım serçesi sahnede devleşiyordu. Sevdiğinin ölüm haberi Kariyerinin en parlak döneminde ışıltılı bir New York gecesi yolu kendi gibi bir Fransız olan orta siklet boksör Marcel Cerdan’la kesişti. Üç çocuk babası Cerdan evliydi. Ancak bu onu, Piaf tarafından hayatının aşkı olarak tanımlanmasına engel olamadı. Piaf’la tanıştıktan sonra dünya orta siklet boks şampiyonu olan boksör de Edith’e deliler gibi aşıktı. Ancak hayat ne yazık ki kaldırım serçesine pek cömert davranmıyordu. 1949 yılının ekim 26 gecesi Piaf New York’ta bir partiden Marcel’i aradı ve ona “sensizliğe dayanamıyorum, çok özledim ne olur gel dedi.” Çılgınca aşık olduğu kadın onu çağırıyordu, genç adam kayıtsız kalamadı. 27 ekim sabahı uçakta yer bulamayan Cerdan onu tanıyan bir çifte “Edith Piaf’a aşığım ve o beni çağırıyor, ona gitmeliyim” dedi. Aşıkları kavuşturmak isteyen çift biletlerinden vazgeçerek Marcel’e yerlerini
44
verdiler. Ancak ne yazık ki Cerdan’ın bindiği uçak asla New York’a varamadı. Kaza geçiren uçaktan sağ kurtulan olmadı. Ona kavuşmayı beklediği sabah, ölüm haberini alan Edith, hayatında yaşadığı en büyük ikinci acıyla sarsıldı. Ağrı kesici, alkol ve morfin bağımlısı haline gelen Piaf’ı içinde yaşadığı acıdan hiçbir şey uzaklaştıramıyordu. Daha sonrada hayatına erkekler giren Piaf 20 Eylül 1952’de Fransız aktör ve şarkıcı Jacques Pilss’le evlendi. Ancak evliliği bilinmeyen bir nedenden 1956 senesinde son buldu. 1959 yılında rahatsızlanan şarkıcıya 1960 yılında doktorlar müziği bırak dediler. Ancak bu onun için kabul görülecek türden bir şey değildi. Geçirdiği bir trafik kazası sonucu omuriliğini zedeleyen ve yarı kambur olan Piaf, karaciğer kanseri ile mücadele etmeye başladı. Hastalık mı kaybettiklerinin acısı mı bilinmez, kaldırım serçesi yorulmuş ve bitkin bir haldeydi. 1962 yılında kuaförlükten gelen Yunan asıllı genç sarkıcı Theo Sarapo ile evlendiğinde Piaf 46, eşi ise 26 yaşındaydı. Onca yıl yaşadığı tüm acılarından intikam alırcasına vücudunu pervasızca hırpalayan sanatçı 4 trafik kazası, 7 ameliyat , dördü uyuşturucu ikisi sinir olmak üzere 6 kriz geçirmiş ancak hayata karşı tuhaf bir şekilde ayakta kalmış; yaşadığı hiçbir şeyden pişman olmamıştır. Yüzmeyi ve örgü örmeyi seven Edith, hayatı boyunca mütevazi bir yaşam sürdü. Onun için en eşsiz anlar sahne perdeleri açıldığında dinleyicileri ile buluştuğu anlardı. Dönemin en prestijli mekanları olan Olympia ve Moulin Rouge’da sahne alan sanatçı; geceyi aydınlıksa seven, ölümden yalnızlıktan korktuğu kadar korkmayan, ne olursa olsun aşka inancını kaybetmeyen minik ama
45
güçlü bir kadındı. Cenazesine binlerce insan katıldı... 10 Ekim 1963’de karaciğer kanserinden en sevdiği renk olan mavi ile hayat bulan gökyüzüne, sevdiklerinin yanına göç ettiğinde 47 yaşında ve sadece 30 kilo ağırlığındaydı minik serçe. Tıpkı onu ölümsüzleştiren lakabı kadar hafif ve narin bir şekilde kanat çırptı sonsuzluğa. Öldüğü duyulduğunda sevenleri gözyaşlarına boğuldu ve kilisenin yapmayı günahkar olduğu gerekçesi ile reddettiği cenaze kortejine katılmak için dünyanın dört bir yerinden Fransa’ya akın ettiler. Piaf’ın cenazesine 100 binden fazla insan katıldı. Son eşi Theo Sarapo ile dünyanın en çok ziyaret edilen mezarlığı olan Pere-Lachaise’de yan yana gömülü olan Edith Piaf’ın mezarı yine bugün en çok ziyaret edilen mezarlardan biri olma niteliğini hala korumaktadır. Kaldırım serçesi, bu dünyaya biz gelmeden çok önce gelmiş ve gitmiştir. Ancak bugün bile onu dinlerken, bir çoğumuzun anlamadığı sözlerle ruhumuza dokunmaktadır. Sesi ile kulağımızdan girerek yüreklerimizde adeta büyülü bir ahenkle kanat çırpan bu minik kuşun kalp atışlarını hala duyabilirsiniz ve belki de ölümün bile bazı şeyleri tamamen yok edemediğine dair aradığınız kanıtı burada bulabilirsiniz. Size son öğüdü “sev” olan bu kadını dikkate alınız, “Sev”iniz. Ancak bu özel eyleme, kendinizden başlamayı unutmayarak…
46