En büyük gerçek...
...büyülü gerçek!
BÜYÜ LÜ GER ÇEK ÇİLİK
BU SAYIDA: Soma için: gidenlerin ardından (Harman), Dosya: Kırmızı Pazartesi üzerine
Deneme (Ö. Kabacaoğlu) Fotoğraf-desen (E. Elmastaş, D. Moralıgil) Şiirler (Ö. Alptekin, U. Büyükâşık), Öyküler (P. Üretmen, G. Ocak, K. B. Selvin, N. Taze, E. Kayın, b. me.tez.) Haikular (E. Temur), Öykü Rafı (C. Fidaner) Haber (O. Esgin) Aykırı 1 Жuş
Tarifi mümkün edebiyat dergisi
Bu sayıda Aykırı Kuş'un bu sayısında iki ağırlık noktamız var, birincisi Soma katliamının uyandırdığı izlenimler. Bu konuda çok sayıda arkadaşımızın katkısıyla hazırlanmış kolaj ya da “harman” ilginizi çekecektir, umuyoruz. İkincisi ise Marquez Usta'nın ölümü nedeniyle yeniden gözden geçirilmeyi hak eden büyülü gerçekçilik. Dergi kapağımızı kimi ünlü kitapların ilk baskılarının kapak resimleriyle zenginleştirmeye çalıştık, böylece büyülü gerçekçiliğe saygılarımızı sunuyoruz. Ayrıca Kırmızı Pazartesi'yi yeniden okuduk, bu roman üzerine çeşitli notları ve yorumları da iç sayfalarımızda bulacaksınız. Bu sayımızı haikular, şiirler, öyküler, fotoğraflar ve desenler ile çeşitlendirmeye çalıştık, görsel malzemelere her zamankinden fazla yer verdik. ”Öykü Rafı”nda ise yakın zamanda kitapçı raflarında yerini almış birkaç öykü kitabını sizlere anımsatmak istedik. İyi okumalar.
Bir not: Márquez, ilk dört kitabını yazdıktan sonra elinin durduğunu, ancak 1961'de Pedro Páramo'yu keşfetmesiyle hayatının değiştiğini söylemişti. Yazarın bu keşfinden yalnızca altı yıl sonra,1967'de Yüzyıllık Yalnızlık yayımlanacaktır. Kapaktaki görseller (Sol üst köşeden, saat yönünde): (1) Pedro Parámo (Juan Rulfo, 1955, Meksika): İlk baskısının kapağı. (2) Kırmızı Pazartesi (Cronaca di una morte annunciata, Francesca Rosi'nin yönettiği 1987 tarihli filmin afişi) (3) Görünmez Kentler (Le città invisibili, Italo Calvino, 1971, İtalya): İlk baskının kapağı. René Magritte'tin, “Pirenelerdeki Kale” adlı 1959 tarihli tablosu kullanılmış. (4) Yüzyıllık Yalnızlık (Cien años de soledad, Gabriel García Márquez, 1967 Kolombiya): İlk baskının kapağı. (5) Artemio Cruz'un Ölümü (La muerte de Artemio Cruz, Carlos Fuentes, 1962, Meksika): İlk baskının kapağı
Aykırı Kuş, Sayı 6, Temmuz – Ağustos 2014 Katkıda bulunanlar: Demet Aksu, Özer Alptekin, Müge Buluç, Utkun Büyükaşık, Mehtap Çakır, Figen Uğur Dölek, Efe Elmastaş, Oktay Esgin, Caner Fidaner, Özgün Kabacaoğlu, Seher Kaya Kayacık, Emel Kayın, Gonca Keskin, Deniz Moralıgil, Gönül Ocak, Seher Sarıoğlu, Kadir Burak Selvin, Aydın Şimşek, Sabri Şiriner, Naime Taşdöğen, Nilgün Taze, Evrim Temur, Burcu M. Tez, Pınar Üretmen, Hikmet K. Yılmaz. Bu sayının sanat yönetmeni: Caner Fidaner
Aykırı
2
Жuş
Haikular Eylem Temur geceye sarhoş uykuya uzak gözler sızmış, lacivert
söz oluyor bak aman çalmadan gelme düş kapısını
"tutmaz mayamız senin saçların uzun benim hikayem"
denizi yitik bir yakamoz ağlıyor gözbebeğimde sildi pasını yürek gıcırtısının lacivert gece
söz bitti dünden gölgesi var seslerin şimdilerimde
bir eylem vakti özgür oldu mavi kuş kuzeye uçtu
mitlerden söz et tanrıların aşkından bizi sonsuz kıl
benekli fincan uzatma vakitleri yol yarılandı
elimde kaldı ruhuma taç yaptığım yüreğin sapı
al gözlerimi mavi bak yüce tanrı azad et bizi
Zehir Pınar Üretmen İşte bu sesle kırılıyor şişe. Cam kırıkları saçılıyor yere. Ve kara bir sıvı. Ölümün gözyaşları. Zehir. Parmaklarının ucuyla toplayıp yerden, sürüyorsun dudaklarına. İçmeden yudumluyorsun acıyı. Bir nefeste lanetler çıkıyor boğazından. Kadere, kedere, öfkeye öfkeleniyorsun. Oyuncaklarına veda edemeden çocukluklarına veda etmek zorunda bırakılan sabiler. Karabatakları petrole bulayan caniler. Kendi ölümlerinden kaçmak için yeni ölüler yaratan katiller. Kara elmas. Hayatı yeşil kağıtlar ederince sanan hain yürekler. Terk etmeyi ve ihaneti erkek-kadın ilişkilerine sığdıracak kadar sığ beyinler. Özüne ihanet edenler. Sözüne sırt çeviren hainler. Şerefi ve haysiyeti bacak arasına sokan arsızlar. Yürekteki inancı yüzdeki sakalda arayanlar. Sakalı olmayan diğer cinsi hiçlikten sayanlar. Hayatı devam ettirme gücüne sahip olanı, yılan kıvrımlı büyüsünü gözler önüne sermesin diye, siyah örtülerle örtenler. Kendini yok sayabilmek için kara örtülerle örtünenler. Renkleri tende sınayanlar. Özü, gözde değil de gösterişte arayanlar. İçeri bakmayı bilmeyenler. İçindeki karanlık kuyudan korkanlar. Kendi karanlıklarında kaybolanlar. Yedi iklimi sanal çizgilerle sınırlayanlar. Aidiyet ödülü için komşusunu boğazlayanlar. Yedi kıtayı yatırıp bir masa üzerine, parça parça ufalayanlar. Bir parça toprak için savaş naraları atarak çocukları oyuncaklarından koparanlar. Öyle bir çığlık kopuyor ki yüreğinden. İşte bu sesle kırılıyor şişe. Yere saçılıyor zehir. Tüm kötülükler. Ve yerden toplayıp cam kırıklarını. Can kırıklarına ekleyerek. Kanatarak parmak uçlarını. İçinden yükselen derin bir nefesle. Kanayarak ve ağlayarak tekrar şekil veriyorsun şişeye. Ve içine bir mektup koyuyorsun. Ölüm olmasın diye. Belki de bir şiir, kimbilir. Ama inadına ve mutlaka yaşama dair… 6 Haziran 2014
Aykırı
3
Жuş
Emrivaki Özer Alptekin ey kutsal halı! bütün pislik senin başının altındadır
Fotoğraf: Efe Elmastaş
Yaşanan Utkun Büyükâşık yazın bunu alınlarınızın kenarına alanların tozuyla temizlenir dünya metresi kaçtan satılır umudun kumaşı ekmeğe kan doğrayan yüreğin dipsiz denize ulaşabilme telaşı çok üşümüş karanlık tünellerdir girdiğim suriyeli çocuk dilenir eşiğinde günlerimin kıyıda öylece çaresiz kalamaz şiir oturur yazdırır kendini bir ağacın kanayan topuğundan öptü milyonlar gözler yaşardı yaşlandı analar Mayıs 2014
Aykırı
4
Жuş
Hırsız Gönül Ocak Adam arka masada telefonla konuşanın “Onun düşlerini çaldım abi” lafını duyar duymaz o tarafa döndü. Kalkıp yanına gitti. Kendini tanıtmasına gerek yoktu, herkes tanırdı onu. “Düş hırsızı mısın sen?” diye sordu. Hırsız gözlerini karşıdakinin gözünden ayırmadan, “Evet” dedi. Adam elini kalbinin üstüne götürdü. Göğsünde bir kıpırtı olmuştu sanki. Sık aralıklarla solumaya başladı. Avuçlarının içi terlemişti. Buluşmaları gerekiyordu. Buluştular, konuştular... İlk paketini bir deniz kıyısında verdi hırsız. Adam heyecanla kaptı elinden. Parasını verip gönderdi. Genç bir çocuğa aitti düş. Tazeydi, canlıydı, hesapsızdı. Uzandı ağaçların altına, yumdu gözlerini. Uzun uzun hayal kurdu. O hayali yaşayıp hayata geçirmek değildi amaç, daha çok zihinsel süreci keyif veriyor, o insanların düşsüz kalması eğlendiriyordu onu. Birkaç gün sonra yeniden aradı hırsızı. “Çabuk bir tane daha,” dedi. Bu kez bir dağın başında yaşlı bir adamın hayali vardı elinde. Ertesi gün ormanın içinde genç bir kızın hayaliydi uzatılan. Issız yolların birinde annenin, teknede bir babanın, sürüp gidiyordu böyle. Adam istemeye, hırsız getirmeye doymuyordu. Ölümler, sakatlıklar, bitkisel hayatlar yarım kalmış ya da düşü tükenmiş insanlardan ibaretti şehir. Başka kentlere, köylere, kasabalara, uzaklara en uzaklara ulaşmaya başladılar. Derken adam, hırsızın kendisi gibi hırslı olmasının yanında dipsiz hayalini de gördü. Ona da sahip olmalıyım diye düşündü... Ekim 2009 Kollarımın Çapı Kadar Mutluluk Kadir Burak Selvin Çok gençtim. O kadar gençtim ki hangi meyvenin hangi ayda yeneceğini bilmiyordum. İnsanları göz renklerine göre ayırıp onları gruplaştırabilecek kadar gençtim. Büyüyünce annemin yanında sigara içebilecektim. Öyle zannediyordum. Bunu basit bir yaş sorunu zannediyordum. Kırk yaşına geldim annemin yanında hala sigara içemiyorum. İçtiğimi biliyor saklamıyorum ama yanında içmiyorum. On yedi yaşındayken de böyleydi biliyor ama birbirimize bahsetmiyorduk bazı şeylerden. Saklıyor gibiydik birbirimizden, gizli anlaşmalarımız çoktu. Anneler ile çocukları arasında hep gizli anlaşmalar olur. Sessizce. Birbirimize hissettirmeden. Odamda yakaladığı porno dergilerinden hiç bahsetmediğinde anlamıştım bu gizli anlaşmayı. Ben ağlayınca çirkinleşirim. Annem yine de alırdı beni kollarının arasına. Annemi kan tutardı ama her zaman yıkadı musluğun altında kanayan burnumu. Başka yöne bakıyordu ama sorun değildi. Benden değil kandan tiksiniyordu. Kandan herkes iğrenmeliydi zaten. Akan insan kanıysa yas ilan edilmeliydi. Hiçbir insan ölmeyi hak etmiyordu belki de. Fakat o zamanlar insanın vurulabilecek bir canlı olduğunu bilmiyordum. Hatta canlılara şiddet göstermenin ne demek olduğunu bile bilmiyordum. Babam anneme tokat attığında öğrenmiştim bir insana şiddet gösterilebileceğini annelere de vurulabileceğini. Bir insana şiddet gösterebileceğimi bilmiyordum anneme tokat atan babama saldırdığımda öğrenmiştim bunu da. Yine aynı şekilde içimdeki, nefretimi, sevgimi de bu sayede öğrenmiştim. Dünyayı bile değiştirebileceğimi zannetmiştim. Bunu düşünen tek kişi olduğumu zannetmiştim. Sonradan öğrendim zaten insanın o yaşlarda dünyayı değiştirebileceğini zannettiğini.
Aykırı
5
Жuş
OKURKEN: Kırmızı Pazartesi'nin ardından Gönül Ocak Cinayetin işleneceği herkes tarafından bilinen bir roman Kırmızı Pazartesi. Yarı ciddi yarı komik haliyle Gabriel'in bu romanına aldırmazlık ve kabulleniş romanı dersek aslında hiç abartmış olmayız. Romanda ikizleri kullanarak insanların vicdanı ve aklıyla olan hesaplaşmasını ve aslında batıl inançların, namus kavramının insanların vicdanını nasıl da kör edip aklı devre dışı bıraktığını anlatır. Kahramana öleceği sabah beyaz giydirerek asıl tecavüz edenin aslında o olmadığını, gerçek suçlunun gizlendiğini anlatmaya çalışır. Genç ikizlerin cinayeti işlememek için kendilerini durdurmaları adına toplumdan yardım istediklerini, herkese bağıra çağıra İlk özgün baskı: öldüreceklerini söylediklerini, yine uyuşup kalmak için içkiye bile başvurduklarını, 1981 ancak toplumun onları durdurmak için hiç bir çaba sarfetmediğini görürüz. Kırmızı renk, aşk ve şidettin rengi, bunu son derece bilinçli kullanan Marquez aslında her bir satırını oya işler gibi işleyerek, boşuna dünyaca ünlü GABO olmadığını gösterir. Kızın aşık olduğu adam tarafından baba evine getirilmesi, tüm hayallerinin yerle bir olmasıyla toplumdan intikam almak istercesine, suçu masum birine yüklemesi ayrıca ince bir kurgudur. Marquez bu toplumu; hem kadın kahramanıyla, hem de kendisi bilinçli olarak cezalandırmıştır kanımca.
Naime Taşdöğen Marquez “Kırmızı Pazartesi” romanında insan olma hallerinin bireysel ve toplumsal psikolojisini bir cinayetin işlenişi üzerinden anlatmış. Romanda birey-toplum ilişkisi ve etkileşmesi de gözler önüne seriliyor Olay tekdüze bir yaşamın hüküm sürdüğü, küçük değişikliklerin büyük etkilere yol açtığı bir kasabada geçiyor. Bu durağanlığın kasaba insanlarının düşünce ve davranışlarını belirlemesi kaçınılmazdır. Kasabalarda katı kurallar, dedikodu ve “başkaları ne der” baskısı vardır. Namus kavramı kadının cinselliği üzerine odaklanır, bekaret evlenene kadar korunması gereken bir tabudur. Nitekim cinayet, evlendiğinde bekaretini kanıtlayamamış bir kadın yüzünden işlenmiştir. O gün ziyareti beklenen piskopos nedeniyle hareketlenen kasabada, işleneceği önceden duyurulmasına rağmen bu cinayet, kendi küçük dünyalarına hapsolmuş insanların vurdumduymaz tavırları nedeniyle engellenememiştir. Herkesin birbirini tanıdığı küçük ve kapalı toplumlarda beklenenin aksine iletişim zayıf, ön yargılar güçlü olmaktadır. Özellikle farklı etnik kökenli insanların ve farklı kültürlerin bir arada yaşamak durumunda olduğu topluluklarda bu durum daha belirgin oluyor. Üç-dört kuşaktır kasabada yaşayan ve artık oralı olmuş ancak yine de daha çok birbirleriyle iletişim kuran bir Arap olan Santiago Nasar’ın ölümünden sonra kasabada oluşan misilleme beklentisi, Albayın Arap ailelerini ziyaretiyle aşılıyor. Cinayetin gerçekleşmesinde tesadüflerin rolü de küçümsenemez. Yine de Santiago Nasar’ın annesinin oğlunun evde olduğunu düşünüp, kasap kardeşlerin ve arkalarındaki kalabalığın eve doğru koştuğunu görmesi ama kaçan oğlunu görmeyip kapıyı kapatması, oğlunun ölümünü engelleyememesi de romanda okuyanı sarsan bir trajedidir. Belki de sadece gördüklerimizle yetinmememiz gerektiğini, birçok bakış açısına ihtiyaç duyduğumuzu hissettirmesi açısından da bence romanın önemli bir bölümüdür. İkiz kardeşlerden Pedro Vicario’nun sorgu yargıcına cinayeti anlatırken "Ona en az üç kez vurdum, tek bir damla kan bile akmadı" şeklindeki ifadesi de dikkat çeken bölümlerindendir. Yazar kurbanın suçsuzluğunu anlatmak için mi böyle yazmıştır, yoksa insanın öfkenin ve şartlanmışlığın şehveti içindeyken yaptıklarının sonucunu değerlendiremediğini mi anlatmak istemiştir? Angela Vicario’nun bakire olmadığı için kendisini babaevine gönderen, birçok insanın acı çekmesine neden olan Bayardo Roman’a yanıt alamamasına rağmen yıllarca mektup yazması da insanın kendisine acı çektirenlere karşı duyduğu tuhaf ve anlaşılmaz ilgiyi anlatır. Romanda insanın ve insan topluluklarının çoğu zaman yaşanan, gözlenen, hissedilen halleri usta yazarın anlatımıyla okuyucuyu şaşırtarak çarpıcı bir etki yaratmaktadır.
Aykırı
6
Жuş
Gonca Keskin Kitap “işleneceğiniz herkesin bildiği bir cinayet öyküsü” diye başlar. İlk cümle de bunu doğrular niteliktedir. Santiago Nasar’ın öldürüleceği, okura en başından söylenmiştir. Cinayetin kim ya da kimler tarafından ve ne yolla işleneceği detaylarını da daha sonra öğreniyoruz. Cinayetin işleneceğini, duyduğu, bildiği, hissettiği halde bunu önlemek için kimse bir çaba göstermiyor. Kaderi değiştirmek istemiyorlar. Bir dizi tesadüf sonucu Santiago Nasar hem de kaçabilecek olmasına rağmen kendi evinin kapısında öldürülüyor. Bu olanlar bir namus davasıdır ve Angela Vicario, Nasar’ın adını fısıldamıştır. Sorgu yargıcı anlatılanlardan Nasar’ın aleyhine kanıt bulamamış ve şöyle bir not düşmüştür: “Bana bir ön yargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.” Ayrıca o gün olanlardan yola çıkarak Nasar'ı gören bir kişi aramış ama anlatıcı gibi o da bulamamıştır. Düştüğü not “Kader bizi görünmez kılar” olacaktır. En çarpıcı olansa Santiago Nasar’ın “Beni öldürdüler Wene Hala” dedikten sonra Wene Hala’nın ifade ettiği gibi dışarıya sarkan bağırsaklarını temizleme titizliği göstermesiydi. Öldürüldüğüne inanmıyor olması, yazılmış kaderini yaşamasıydı.
Figan Uğur Dölek ...Pedro Vicaro, kasap bileğinin gücüyle bıçağı geri çekmiş, neredeyse aynı yere ikinci bir darbe indirmişti. “İşin tuhafı, bıçak her defasında tertemiz çıkıyordu,” diye sorgu yargıcına ifade vermişti Pedro Vicaro. “Ona en az üç kez vurdum, tek bir damla kan bile akmadı.”... Üç yıl cezasını çektikten sonra yeniden Silahlı Kuvvetler’e dönen Pedro, ... “Allah kahretsin, kuzenim, bir insanı öldürmenin ne kadar zor bir şey olduğunu tahmin edemezsin!”... Üç yıl cezasını çektikten sonra işe-eşe sahip olan Pablo, sanki korkuyu da aşıp öte yanda buldukları göz kamaştırıcı bir su birikintisinin üzerinde yüzercesine, sanki dörtnala giden bir atın sırtındaymışcasına, sayısız bıçak darbeleriyle öldürdükleri Santiago Nasar’dan neden ilk üç vuruşta kan çıkmadığı, sorusunu kucağımıza bırakıp gitti Usta Gabo (izniyle), Türkçeleştirilmiş adını daha çok sevdiğim “Kırmızı Pazartesi” romanında, hınzırca gülümsüyordur, mutlaka.
Caner Fidaner Márquez Kolombiya'da 1981'de yeni bir kitap çıkardı. Ertesi yıl Nobel alması ile dikkatleri üzerine çeken bu kitabın özgün adı "Crónica de una muerte anunciada" idi, yani "Önceden haber verilmiş bir cinayetin güncesi". Kitap Türkçeye ilk kez Faik Baysal tarafından çevrildi ve 1982'de basıldı, fakat Türkçe baskıda kitabın adı Kırmızı Pazartesi olmuştu. Okurlar kısa sürede yeni baskılar yapan bu kitabı çok sevdi, birçoğu Márquez'i Kırmızı Pazartesi ile tanımıştı. Bugün aynı isimle ve İnci Kut'un çevirisi ile kitabın kırkıncı baskısını raflarda bulabilirsiniz. Fakat İnci Kut başlığa bir alt başlık eklemiş: "İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü". Çeviride konan ad pek az durumda özgün adı unutturacak kadar baskın olur, Kırmızı Pazartesi bu nadir örneklerden biri. Herhalde yazarın koyduğu ad ile amaçladığı bir şey vardı, okura sürpriz olmayan bir cinayet öyküsü anlatmayı vaad ediyordu. Bu şekilde yazar adeta okura meydan okuyor, sonu bilinen bir cinayet öyküsünü de okutmayı başaracağını iddia ediyordu. Bu iddiayı ortadan kaldırmaya, çevirinin hakkı var mı? Tartışılır. Yine de konuya çok uygun olduğu olan Kırmızı Pazartesi adı, Türkiye'de hem Márquez'in hem de bu kitabın yaygın biçimde okunmasında ciddi bir pay sahibidir, diye düşünüyorum. Kitabın okura asıl seslenen yönü, yazarın “Bir cinayetin müsebbbibi katil değil, İlk Türkçe ona fırsat veren toplumdur” der gibi bize sorumluluklarımızı hatırlatması olsa gerek.
baskı: 1982
Aykırı
7
Жuş
Yazık Nilgün Taze Hava soğuk ve yağmurluydu. Sıcacık yatağında keyifli olduğundan başını yastıktan kaldırmak istemedi. “Burada her şey ne kadar güzel. Sorumluluklar, isteklerinin yerine getirilmesini bekleyen yaşları kırkı geçmiş çocuklar yok” diye geçirdi içinden. Huzur dolu bu kucakta birazcık daha vakit geçirebilmek için saatini akşamdan otuz dakika erkene kuran başka biri daha var mıydı acaba? Annesi, Sevgi’yi sıcacık sarmalayan sığınağını hızla kaldırırken üstünden, yine yüzüne vuracaktı bu halini, “Ellerin çocukları gibi neden zamanında kalkıp işine gidemiyorsun? Allah akıl dağıtırken benimkiler nerdeydi bilmem ki?” Sevgi annesinin her zamanki serzenişlerine yine içerledi; “Annemin beni olduğum gibi kabul edebilmesini beklerken ben de onun benim istediğim gibi bir anne olmasını bekliyorum. Ne komik bir kısır döngü. Belki sevgili annem hayatı boyunca beni eleştirmeye devam edecek. Bence artık bu tutumuna üzülmeyi bırakma zamanı geldi.” Kat kat giyinerek dışarı çıktı. Arabasının yanına geldiğinde sileceklerine sıkıştırılmış park cezasını gördü. Park yasağı olmayan bu yerde bu ceza da neyin nesiydi? Geceden yağan yağmurun yollarda oluşturduğu su birikintilerini etrafa saça saça ilerlerken telefonu çaldı. Bir eli direksiyonda diğeri çantada telefonunu aramaya başladı. Gözünü bir anlık yoldan ayırmasının ardından ani bir bağırışla irkildi; “Hay Allah senin belanı versin!” Dikiz aynasından baktığında kendisinden gitgide uzaklaşan, üstü başı çamur içinde kalmış, sinirle belalar okumaya devam eden kadını gördü. “Ne yapacağım şimdi? Durup özür dilesem özürüm kabul edilmeyecek, daha çok gerildiğim, küfür yediğimle kalacağım. Devam etsem vicdanım…” Birden arabayı geri vitese aldı. Issız sokağın başına doğru ilerledi. Altmışlı yaşlarında, hafif kamburu çıkmış, gözlerini dışarıdan kocaman gösteren gözlükleriyle bakan kadının yanında durdu. Kadın bir taraftan üstünü başını temizlemeye çalışıyor bir taraftan da nefret dolu bakışlarla söylenmeye devam ediyordu. Sevgi tüm cesaretini toplayarak “Özür dilerim sizi görmedim. İsterseniz evinize üstünüzü değiştirebilmeniz için bırakabilirim” dedi. Sözleri biter bitmez kadın hiç beklemediği bir ruh haline girerek; “A yok aslında çok da önemli değil. Aslında iyi olur, çünkü hastanede yatan eşimin yanına gitmem gerekiyor.” Bu sözler üzerine kendisinin de aniden rahatladığını fark etti. “Öyleyse lütfen sizi hastaneye bırakmama izin verin” dedi. Kadın gülümseyerek arabaya bindi. Önce adının Emine olduğunu öğrendiği kazazedenin evine gittiler. Döndüğünde kadın yeni kıyafetleriyle yanında oturuyordu. Derin bir sessizlik içinde hastaneye bıraktığı Emine Hanım’ı dikiz aynasından izledi. Akşam işten eve döndüğünde mis gibi kokan ev yemeklerini derin derin kokladı. “İşte hayat bu” diye geçirdi içinden. Günlük sohbetlerini yaparken annesi kendisi için sıradışı mahalle dedikodusunu anlatmaya başladı. “Biliyor musun? Bugün bizim arka mahallede oturan Emine Hanım’ın üstünü başını bir kız çamur içinde bırakmış. Kız, kız olacak bir de. Yaşlı kadıncağıza gidip özür dileyeceğine üstüne üstlük “Kör müsün be moruk, o büyüteçleri boşa mı takıyorsun?” diyerek bir de dalga geçmiş. Dünyanın çivisi çıkıyor. Artık ne edep kaldı ne haya. Büyük, küçük hak getire. İnsanlar nasıl evlat yetiştiriyorlar böyle anlamıyorum. Yazık.”
Aykırı
8
Жuş
Sağırlaşmış Bir Adamın Hayat Hikâyesi Emel Kayın Hayatını, daima açık duran dört gözleri olduğu halde hiçbir şey göremeyen insanların yaşadığı kör bir kentin sokaklarında duvarlara çarparak yürürken karanlığın içinde saklanan hakikate dair tek bir cümle bile duyamadığı için sağırlaşmış biri olarak geçirdi.
Fotoğraf: Efe Elmastaş
Soma'dan Sinop'a Nükleer Kaza Özgün Kabacaoğlu Elbette sizler bu yazıyı okurken gündem ya değişmiş olacaktır ya da çok hafiflemiş fakat bizler yine de hatırlatmalı, hatırlamalıyız. Soma maden kazasında(Ben kaza değil, ihmal, facia demeyi tercih ederim) çok can yandı, çok can gitti. Analar ağladı elbette. Kaza olduğu yönünde görüş bildirildi, buyruldu. Yine türlü gruplar işin içine girdi, çekildi. Olaylar insani boyuttan, kirli siyasi, iktisadi çıkarlara doğru kaymaya başladı bile. Biz ise bu noktada bir mevzuya dikkat çekmeliyiz. Olası nükleer kaza… Bu işin kaderinde bu var mı? Bu soruya cevap evettir(Kaderci bakarsak) Zira nükleer tarihimiz gösterir ki Çernobil, Fukuşima gibi bir çok elim hadise yaşanmıştır. Nasıl ki İngiltere’de, Hollanda’da türlü maden kazaları yaşanmışsa nükleer santrallerde de yaşanabilir. İşin boyutu bu kadar basit mi yani? Elbette hayır. Nükleer enerjiyi ilke olarak savunan benim için hayır. Mevzu ihmallere, insan hatalarına, kader – kaza diye bakmamızda ya da böyle dillendirmemizde. Kader ile kaderciliği ayırt edemememizde. Marmara depremini yaşadı bu ülke, peki ne oldu. İnsanlar öldü. Çok küçüktüm hatırlıyorum. Depremin sonunda ölenleri, o bahriyeli subayları türlü iğrençliklerle suçlayanları. O gün deprem dedemiz rahmetli Ahmet Metin Işıkara güzel hatırlatmıştı; “Depremler değil, binalar insanları öldürür” Literatürde yaygın bir deyimdir. Nükleer enerji bence bu ülke için gerekli. Böyle olup olmadığının tartışmasıda buranın yeri değil. Mevzu ise şuan başka… Birgün ülkedeki bir nükleer santral, iki torpilci siyasinin rant hesabı uğruna, yetkin olmayan mühendislerin ve patronların eline düşünce ne olur. “Düşmez abi” diyebiliyor muyuz? Ben diyemiyorum. Hatta düşer zaten şimdiden düşmüştür diyorum. Kıssadan hisse; Nükleer enerji şakaya gelmez. Çocuklarınızın ulaşamayacağı yerde saklayınız.
Aykırı
9
Жuş
gidenlerin ardından …evde bir silah sesi çınladı. Kan, kapının altından süzüldü, oturma odasına geçti, sokağa çıktı, inişli çıkışlı yoldan karşıya ulaştı, kaldırımları indi çıktı, Türkler Sokağı'nı geçti, once sağa, sonra sola saptı, Buendiaların evinin tam karşısına geldi, kapalı kapıların altından sızdı, halıları kirletmemek için duvar diplerinden dolanarak salonu geçti, oturma odasına girdi, yemek masasının çevresinde geniş bir kavis çizdi, begonyalı terasa uzandı, Aureliano Jose'ye matematik dersi veren Amaranta'nın sandalyesinin altından görünmeden süzüldü, kileri geçti, ekmek pişirmek için tam otuzaltı yumurta kırmak üzere olan Ursula'nın bulunduğu mutfağa girdi. Ursula, "AmanTanrım! Vay anacığım!" diye haykırdı. Kanın geçtiği yolları ters yüzüne izleyerek kilerden geçti… * Hangi kıta, hangi ana, hangi dil; tek tek duydum. * Ecelimizle ölmek yasaktı nicedir buydu bize çizilen tarihin resmi bütün harflerde ölüydük * ...Çelikten bir gün, ansızın bin parçaya bölündü. Bir hayvan gibi masaya yapıştım, yararsız pençelere benzeyen ellerimse düz, ahşap yüzeyde kasılmıştı. Kuytulardan ve ruhlarımızdan ruhsuz bir ışık fışkırmıştı ve hemen yakındaki tepelerden bir dağ çatırtısı yuvarlanmış, uçurumun ipeklerini bir çığlıkla yırtmıştı. Kalbim durdu, nabzım gırtlağımda atıyordu. Bilincim, bir kağıttaki mürekkep lekesinden başka bir şey göremedi... * Maden, az önce çökmüş madenin altında, Lamba söndükten sonra yıkılmış tavanın Ve duvarı tutan kalasın altında Tek başınaydı işçi, karanlık Yok etmiş gözlerini ama Kendindeydi daha ufak bir güneş, Dünyanın en ufak güneşi, Çocukluk gibi, düşüncesiz kuşlar gibi, Duydu demir aldığını geminin Gürültülerle. * …böyle evlerde herkes gerçeği fark etmemiş gibi yapıyordu. Ayrıca hiçbiri bahçesinde, sokağında öylece dikilip durmaktan başka bir şey yapmadığını sandığı ağaçlardan kaçının uzadığını, kaç dalın kırıldığını ya da çürüdüğünü, kaç yaprak döküp kaç meyve verdiğini merak da etmiyordu. O ağaçlardaki sessiz kuş doğum ve ölümlerini de… Geceleri de gündüzleri de her zamanki gibiydi: Zaman işçiliğinde vardiyaları hiç aksamıyor, kimsenin kimseye en ufak bir zararı dokunmuyordu. Zaten şimdiye kadar onların, bir kez bile nöbeti birbirlerine yıktığını bilen gören olmamıştı ki. *
Aykırı
10
Жuş
Kaldırımlarda kömür tozları Bacalarda koyu bir duman var Kara bir gökyüzü tek özelliği bu kentin Çiçekçi bana bir gül ver .... - Beyim, gül olmaz ki bu mevsimde! * ...Uyumuyorum, bekliyorum. Köy meydanına salıvermediler ki beni, tutup babamı getireyim. Küçüksün, diyorlar. Büyük eller, amcalar, beyler çıkartamadılar babamı. Ben olsam şöyle güçlü bir tekme atar tepeliğe, yarar geçerdim içeri. Elimi uzatıp çekerdim babamı sonra. Büyüdüm ki ben, güçlendim. Hem kamyonlarım, kepçelerim var benim. Küreğim bile var. Babam söz verdi, yeni araba alacak bana, kırmızı... * az gittiler uz gittiler ana avrat düz gittiler buralara bir daha gelmeyelim anne *
* Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü kör oldum Yıkadılar aldılar götürdüler Babamdan ummazdım bunu kör oldum… * Madenci karısı olmanın en zor yanı, yıllarca evinin direğinin işten sağ salim bekledikten sonra, artık oğlunun da yolunu beklemeye başlamaktır. * ...onu vurdular, gözümle gördüm onu ak bir zambağa binmiş gidiyordu zambak dur, sana da bulaştı kan. bir damla gözyaşından doğurmuştu anası onu... * C.Z. kendisi gibi sabah vardiyasına yetişecek MÇ, SA, KO, TF VE EG ile her zamanki durakta Kader adını taktıkları minibüsü bekliyordu. Belki de tam şu anda babasının ayak izlerinin üstündeydi. Karşı kaldırımdan eski sınıf arkadaşları geçti… *
Aykırı
11
Жuş
* Çocuk çek kaşlarını Onursuz şeyler üstünden Kirpiğin yüzüne düşürme Bütün dünyaya gövdenle Gülümseme öyle Ağıdımı bozacaksın * Ve, fırtınalı gecelerde, gözlerim çakmak çakmak, saçlarım fırtınada kamçı gibi savrulurken, ben, tıpkı yol ortasında yapayalnız bir taş gibi, insan konutlarının çevresinde dolaştığım sırada, bacaların içine sıvanan kurum gibi kapkara bir kadife parçasıyla örterim yıpranmış yüzümü:Yüce Yaratıcı'nın güçlü bir kin gülümsemesiyle bana bağışladığı çirkinliği kimsenin görmesi gerekmez. * Elden ayaktan oldun kardeşim Kalem parmaktan, tırnaktan Bir canın vardı cıvıl cıvıl Candan oldun kardeşim. * Kalk oğul! Hadi kalk o taşın üstünden. Oku bize o güzel şiirlerinden birini. Hem, öyle boylu boyunca yatarken, ne kadar yükseğe atabilirsin ki kepini.
Cerrahpa şa TıpFakültesi 2014 mezunları ...Ardından çok sevdiği yağmur yağmaya başladı. Yıkanmaya karar verdi o zaman. Lime lime olmuş zırhını değiştirdi. Yarasına bastı acı suları. İyi geldi. * Ocağı tüter, çocuğu güler, karısı onu koca bilir. Allah'ı sever, patronu sayar. Bıyıklıları hem sever, hem sayar, hem korkar.” * ilaç milaç bok püsür. şuramda bir şeyler var sahiden bir şeyler var haykırmadan anlatamam. *
Aykırı
12
Жuş
Onları hep düşünüyorum, yediğim ekmekte içtiğim suda zerrelerini görüyorum... Düşündükçe Borges' n yeraltındaki Alef'te gördükleri geliyor aklıma onları düşündükçe genişleyen ufukları ile bizimde dünyamızı genişletebilmelerini diliyorum. * ... Ben bir dev saniye içinde hem fevkalade hem korkunç olan milyonlarca eylem gördüm; hiç biri beni hepsi mekanda aynı noktayı kapladıkları halde birbirlerini gölgelememeleri, örtmemeleri kadar etkilemedi... Denizin dalgalanışını gördüm, günün doğuşunu, batışını gördüm... Amerika'daki insan yığınlarını gördüm, siyah bir piramidin ortasındaki örümcek ağını gördüm. Parçalanmış bir labirentgördüm, bitmez tükenmez sayıda gözün bir aynaya bakar gibi bende kendilerine baktıklarını gördüm; yeryüzünün bütün aynalarını gördüm, hiçbiri beni yansıtmıyordu. * Özgürce uzat ayağını Ruhunun yorganı sandığından da, söylediklerinden de uzundur belki. * Ölümün ruhunu yumuşatıyor ellerimiz Biz kardeşiz, ölülerimiz aynı kefende kardeş Gökyüzü, su ve topraktan geliyoruz Ödünç aldığımız her şeyi götüreceğiz barışa Güneşin evine aşka ait olan ne varsa Ilgarlar inecek vahşi atların tırnaklarıyla Ey tanrı! Sus, bu kez sus! Sırtımızı dayadığımız kutsal orman Ve tek ağaç Biz kardeşiz. * Serin, nemli ve küf kokulu karanlığın sonsuzluğuna indiler. Orada ne bir çiçek, ne bir kedi, ne de bir çocuk vardı. Öylece düşsüz, dilsiz bir geceye yitip gittiler... * Siz çok daha yaşlısınız bizden, gün görmüş, umur görmüşsünüz, dağlar, taşlar ayıplamayın bizi kurtlar, kuşlar bizi ayıplamayın, bizi ayıplamayın komşular; öfkeden ağlanasıya sersem, gaddarcasına bedbahtız fakat asla umutsuz değil.
•[Gabriel Garcia Marquez]•[F.U.D.]•[U.B.]•[Fernando Pessoa]•[Melih Cevdet Anday] •[H.K.] • [Ahmet Erhan]•[G.K.]•[Ö.A.]•[CemalSüreya]•[D.M.]•[Behçet Aysan]•[H.K.]• [S.Ş.]•[Gülten Akın]•[Comte de Lautréamont]•[Oktay Rıfat Horozcu]•[S.S.]• [B.M.T]•[S.K.]•[Turgut Uyar]•[D.B.Ş.]•[Jorge Luis Borges] •[M.Ç.]•[Aydın Şimşek]• [G.O.]•[Nâzım Hikmet Ran]•
Aykırı
13
Жuş
Desen: Deniz Moralıgil
Aykırı
14
Жuş
Yengeç burcu me.tez. Hastalığının adını duyunca, suda yansımasını gördü: Asık suratlı, hantal bir yengeç. Kendisinden kaçmaya çalıştı. Beceremedi. Eskiden okyanusları hayal ederdi. Ömrü sularda geçse de derinlere açılmaya cesaret edemememişti. İki taş arasında ölümü bekledi. Ziyaretçileri oldu. Haline acıyıp telaşlandılar. Aralarına katıp götürmek istediler. Kabuğuna pansuman yaptılar. İyileşmedi. Ne de olsa yarası derindeydi. Bu şefkat ayinleri çok da uzun sürmedi. Kocaman kıskaçlarını fark eden herkes gidiverdi. Sonra yabancı kıyılardan tatlı tuzlu melodiler esti. Yosun kokusuna karışıp sarhoş etti yengeci. Dalgalar da onlarla işbirliği yaptı. Sürüklendi. Kayboldu, kendisini yeni bir kayalıkta bulana kadar. Bu yeni ıssızlıkta deli güneş bir uyudu bir uyandı. Bir daha bir daha. Ardından çok sevdiği yağmur başladı.Yıkanmaya karar verdi o zaman. Lime lime olmuş zırhını değiştirdi. Yarasına bastı acı suları. İyi geldi.
ÖYKÜ RAFI Caner Fidaner "Yalnızlık Yengen Olur" (Onur Akyıl): Yalnız, ama çevresindekilerle iletişim çabasından hiç vaz geçmeyen insanlar tanıyoruz bu kitapta. Öykü adlarıyla akrostiş yapmak gibi hoş buluşlar da var. "Hiç Kuşu" (Yıldız İlhan): Her mahalle gibi her öykü kitabı da eninde sonunda insanlardan oluşur. Bu kitapta da kanlı canlı komşular sayfalardan fırlayıp sohbet etmeye yanımıza geliyorlar. "Antabus" (Seray Şahiner): Başarılı iki öykü kitabıyla tanıdığımız yazar bu uzun öyküsüne bağımlılığı tedavi eden ilacın adını vermiş. İki farklı son ile kadere karşı koymayı öğütlüyor sanki. "Yüklük" (Ahmet Büke): Kendi dilini oluşturmuş yazarımızın bu kitabının ilk bölümünde son derece akıcı öyküler var, son bölümde ise geçmişin yeniden tanımlanması ile ustalarla buluşuyoruz. "İşte Deniz, Maria" (Ferit Edgü): 35 öyküyü derleyen ve eylül 1999'da ilk kez yayımlanmış bu kitabı Sel Yayıncılık güzel bir kapakla yeniden bastı. Girişte anlattığına göre öykü için "minimal" sözcüğünü ilk kullanan Ferit Edgü imiş, 1991'de, Binbir Gece adlı kitabında. Yazarın şu cümleleri "çok kısa öykü" yazanların ilgisini çekecektirr: 'Yontuç, mermerin içinde saklı biçime (yoksa cevhere mi demeliydim?) ulaşmaya çalışıyor; bense "dil"in içindeki cevhere. Hiçbir zaman varamayacağımı bile bile. Ama gene de--' Kitap (kendi başına bir öykü sayılabilecek) şu satırlarla bitiyor: "(...) Ama havadaki o üç sözcük ve ayağını suya değdiren yaşlı, küçük kadın imgesi orda, havada asılı duruyordu. - Ecco il mare, Maria!"
Aykırı
15
Жuş
Haber: Oktay Esgin
Aykırı
16
Жuş