Ölüm adın...
...kalleş olsun
1
Yazar, bulunduğu toplumun, yaşadığı çağın akımları ve iletişim araçları içinde, onlar yönünde davranan kişi değil, aksine bütün bu kuruluşlara yeni yollar arayan, akıntıya karşı yol alan yalnız insandır. Tezer Özlü, 1983
Bu sayıda: Genç ölümleri – Erken ölümler (S. Şiriner, M. Ergen, U. Büyükaşık, Dantellientel) Tezer Özlü üzerine (G. Ocak, C. F.) Aykırı Kuş'lardan öyküler, şiirler (M. Öztürk, Ö. Alptekin, B. M. Tez, K. B. Selvin, M. İnan, P. Üretmen) Márquez'e Veda (C. Fidaner)
Tarifi mümkün edebiyat dergisi
Aykırı Kuş'tan Hangi ölüm erken ölümdür? Aykırı Kuş bu sayısında pek netameli bir başlığa el atıyor: Ölüm. Sözünü etmekten ne kadar kaçınsak da Gezi direnişinde kaybedilen canlardan işçi ölümlerine, kadına yönelik şiddetten savaşlarda ölen çocuklara kadar pek çok alanda bu tatsız gerçek her gün bize kendisini hatırlatıyor. İnsan olarak temel bir çatışmamız var: Zihnimiz öyle gelişmiş ki sonsuzluk kavramından haberdarız, ama bir gün bir şekilde kendi yaşamımız sonlu olduğunu, biteceğini farkediyoruz. Buradan doğan çelişkinin yarattığı gerginlik pek dayanılır gibi değil. Bu yüzden ya ölüm kavramını yok sayıyoruz ya da çocuklarımızla, ürünlerimizle kendimizi geleceğe taşımaya çalışıyoruz. Ölenleri “yaşatmak” için mozoleler, mezarlar, türbeler yapıyoruz. Koca bir ülkeyi yönetmek bile insana yetmemiş ki firavunlar bir gün hayata dönebilme umuduyla devasa piramitler inşa ettirmişler. Evet, her ölüm geride kalanları aynı derecede etkilemiyor; çocuk ölümleri, genç ölümleri, intiharlar bizi ileri yaştakilerin kaybından çok daha fazla üzüyor. Belki de böylelikle ölüm düşüncesini kendimizden uzaklaştırmayı kolaylaştırıyoruz. Fakat gün geliyor, anlıyoruz ki bize dokunan aslında şu ya da bu kişinin başına gelmiş olması değil, ölüm kavramının kendisidir. İşte o zaman Cemal Süreya'nın hangi sırrı çözdüğünü anlıyoruz, biz de onunla beraber “Her ölüm erken ölümdür” diyoruz, “Üstü kalsın”. İleriki sayfalarda göreceksiniz ki biz Aykırı Kuş'lar olarak ölüm düşüncesinden kaçınmak yerine onun üstüne gitmeyi seçtik, şiirle, öyküyle, düşünceyle. Bu arada Arkadaş Z. Özger'den Didem Madak'a, Sevgi Soysal'dan Nilgün Marmara'ya kadar genç yaşta bu dünyadan ayrılmış edebiyatçıları da saygıyla anıyoruz. Dergimizin son düzeltmelerini yaparken aramızdan ayrılan Gabriel Garcia Marquez'e, hepimize yaşattığı okuma keyfi, bizlere verdiği yazma dersleri için şükranlarımızı sunarken arka kapak yazımızla veda ediyoruz.
ODTÜ'de şiir ve direniş:
Velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim Ece Ayhan'a saygılarımızla.
Aykırı
2
Жuş
Ölüm ve Ölüm Korkusu Melih Ergen - Sabri Şiriner 1. Sevdiklerimizi, kaybetme korkusu ürkütücü gelir bize. En basit deyişle onları bir daha göremeyeceğimiz için korkarız da kendi ölümümüzden bu denli korkmak niye? 2. Ölüm korkusu sonradan edinilmiş bir duygu değil midir? Lineer düşünmeye alışkın zihnin belirsizlikten korkma hali diyebilir miyiz bu korkuya? Hayatın “tek ölçütünün ölüm” olması gerçeğini kabullenmekten neden kaçıyoruz? 3. Küçük hazlarımız, tutkularımız, ölümden kaçış yollarımız mı bizim?
Sorular: Sabri Şiriner
Yanıt: Melih Ergen Öncelikle sonda söyleceklerimi baştan dile getireyim ki, bu kısa söyleşimizin açılışı da olsun. Senin de çoğu zaman tanık olduğun gibi, yeryüzünde üzerinde söylenecek sözlerin tükenmeyeceği iki temadan biri aşksa, ötekisi ölümdür derim hep. Sonra da eklerim: Her ikisi de metafizik bir kavramdır çünkü; nitekim biri bizi bu alemde uçururken göğe, ötekisi bir başka aleme uçurur.
Aykırı
3
Жuş
Şimdi soruya dönecek ve hatta ikinci ve üçüncü soruyla da birleştirecek olursak, doğada ölüme ilişkin bilgi ya da bilinç, sadece insana hastır. Hayvanlardan farklı olarak bu bilinçse, bir başkasının ölümü üzerinden sağlanır. Ne ki, acısı tatlısıyla bu hayata doyamayan insanoğlu, yine de ürkütücü olan bu duygudan kurtulmanın yolunu cennet tasvirlerinde ve böylece de yeni bir hayat arayışında bulur. Belki de kimi insanların yaşlanıp ölüme yaklaştıkça dine sarılmalarının nedeni de bu olabilir. Öte yandan senin sorularında adı geçen bu korkudan kurtulmanın başka yolları da vardır. Bana kalırsa en önemlisi de, insanın kendi ölümüyle barışabilmesidir. Kuşkusuz bu cennet arayışları kadar kolay bir yol değildir; zira insanın biriciklik duygusuyla çelişir, gizini çözemediğimiz şu koca evrenin içinde küçücük bir zerre olduğumuzu kolaycacık kabul etmeyiz. Öte yandansa başkalarının ölümü üzerinden öğrendiğimiz bir başka gerçeği, yani insanın ancak unutulduğunda ölmüş olabileceğini fark ederiz. İşte bu da bizi, üçüncü soruna götürür ya da süregelen akıl yürütmemi o sorunun yanıtına ulaştırır.
Ölümden kaçış yollarımız, şu koca evrende küçücük de olsa bir iz bırakma isteği, böylece unutulmayarak ölümü yenme çabalardır. Ancak üçüncü sorunda geçen şu küçük hazlar ya da tutkularımız değildir bizim ölümden kaçış yollarımız, tam tersine, hatta kaldığım yerden devam edecek olursam eğer, küçük hazların ötesinde şu koca evrende küçücük de olsa bir iz bırakma isteği, böylece unutulmayarak ölümü yenme çabalardır ki, bunun da örneklerini politika yapan siyasi kimliklerde ama en çok da sanatçılarda görürüz. Neden sanatçıları, yani yaratıyı esas alanlarını söylediğimi de açayım biraz. Çünkü Marks'ın alt yapı diyerek toplumda üretim ilişkilerinin belirleyici olduğunu belirttiği, üst yapı diyerek de sanatı, dini, siyaseti vb. yerleştirdiği şemasından farklı olarak, sanatın bütün bunların ötesinde ve öncelikli olarak bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Nitekim devrim önderleri olarak dünyanın dört yanında heykelleri dikilen kimi politik kimliklerin bu heykelleri değişen çağın değişen siyasi anlayışları doğrultusunda yıkılırken, Homeros ve çağımızın yeni Homerosları dimdik ayaktalar... Yani bana göre sanat, sadece kendimizi değil, siyaseti de anlayabilmemizin en temel disiplinlerinden biridir. Baştan söylemiştim, bana ölüm ya da aşk konusunu verecek olursan derginin tüm sayfaları yetmez, hatta bu hepimiz için de böyledir demek istemiştim. Yine de bana bunları söyleyebilme fırsatını verdiğin için sana çok teşekkür ediyorum sevgili Sabri!
Aykırı
4
Жuş
Gök Ekini Biçmiş Gibi Utkun Büyükaşık ‘’Gidersen Bin yıl daha ülkesiz bir çocuk kalır Yıldızsız, pusulasız, mülteci, kanamalı Gidersen fırtınada en ince söğüt dalı O sabah kırılırım toprağıma düşemem Yüzünü dön Yüzünü dön Gülümse baharıma’’ (ADNAN SATICI – ÜLKESİZ ŞARKILAR)
Bir bağ hissetmiyorsa yaşadığı toprağa insan ya da hissetmiyorlarsa, yaşamın kısalığının ya da uzunluğunun ne anlamı var ki! Kutsal kitaplardan kovulan şair, kime inandırabilir ki kendini? ‘’el ele yürüdüğümüz bu yolda sen gitgide büyürsen Benim içimde çok beklemiş çok eski bir yer kanar’’ (TURGUT UYAR) Zaten ömrümüz hep kanamalı. Erkenci horozların (ki burada horoz’u eril anlamda kullanmıyorum) bu dünyadan erken göçmeleri daha anlaşılır bir durum sanırım. ‘’Ay mıdır kar mıdır pencerede Boğulmuş çocukları martılara taşıyan Kara köpek karşı kıyıda uyuyor Bence o çocuk öyle gülmemeli ……………………………………………………………………… Ölüm alışsın artık bize Bir dans gibi bahçemize gelsin Gelsin otursun ılık minderimize’’ (ERGİN GÜNÇE – GENCÖLMEK) Öleceği vakti beklemek, ya da öldüğünün farkına varmak. Tanrısal bir yan yüklenmesi boşuna değil şairlere ilk çağlardan bu yana.
Aykırı
5
Жuş
“Öleceğim vakti bekliyorum Bilinmez hangi gün hangi saat Kimbilir belki öldüm Bir şeyin farkına varmadan Ama henüz veda etmedim Ellerime ayaklarıma’’ (RÜŞTÜ ONUR) Ve yakılan ozanlar şehrinden seslenir öleceğini bilerek belki erkenden Behçet Aysan: ‘’sen bu şiiri okurken Ben belki başka bir şehirde ölürüm’’ Ölümden yaşama dönüş dizelerini ancak hep ölüme yakın yaşamış şair yazabilir: “Ilık bir süzülüşle Geri dön hayat Bırakma yeryüzü salına Tünemiş pek kara kuşlar Örtsün bakışımı Görmek acısı sürsün Pencere tutsağının Düşsün hayatı suya’’ (NİLGÜN MARMARA) İnancı uğruna dünyaya erken veda eden, yazıhanesinde silahlı saldırı sonucu öldürülen, bu ölümle ‘burası bizim değil / bizi öldürmek isteyenlerin (ülkesi)‘’ diyen Tezer Özlü’yü haklı çıkartan Ceyhun Can'ın cinayetinin öncesi yazdığı umut dolu dizeler hafızamdadır hâlâ. Ceyhun Can’lar hâlâ yaşıyor. Ve ölüm yaşı düşmededir bu topraklarda! “uzandım yeniden öptüm ağzımda Kimin ellerimde uzayan saçlar kiminle geldi bahar’’ Genç ölenleri Hasan Hüseyin’in dizeleriyle uğurlayalım: “elbet bir bildiği var bu çocukların kolay değil öyle genç ölmek’’
Aykırı
6
Жuş
Siyah Eller Mert Öztürk Suratında meymenet yoktu, yol bile sorulmayacak bir tipti, sabahın karasında o önde ben arkada hızlı hızlı yürüyorduk Bahariye’de, kendi kendine mi homurdanıyordu yoksa bana mı bir şey söylüyordu anlamıyordum, şu iş bitse de bu adamdan hemen kurtulsam diye geçirdim içimden sanki duymuş gibi pat diye arkasını döndü, ne kadar para var yanında dedi, para konusunu şimdiden konuşmak işime gelmiyordu ama bu adamın vazgeçmesi demek tamamiyle planımın altüst olması anlamına geliyordu. Heey sana diyorum üzerimde para yok deme sakın diye çıkıştı, var var da ne kadar vardır diye düşünüyordum dedim, çıkar say dedi cüzdanı çıkardım mecburiyetten gözünün önünde dün bankadan çektiğim paraları saymaya başladım tamı tamına iki bin lirayı bir arada görünce rahatladı yüzüne iğrenç sırtlanımsı bir gülümseme yapıştı, iyi dedi tedbirli gelmişsin, merak etme dedim şu iş bitsin seni ayrıca görücem. Haydarpaşa'nın arkasındaki eski tren raylarının bulunduğu bölgeye gelmiştik, bu saatte bizi buralarda gören bir bekçi polis falan olsa zaten daha şimdiden enselenmiştik. Daha uzakta mı nerelere geldik dedim yine homurdandı yine anlamadım. Tren raylarından gardan biraz uzaklaşıp bir mezarlığa girdik, hristiyan mezarlığıydı, yıllardır Kadıköy’de oturmama rağmen ilk defa görüyordum burayı, girişin yanındaki tabeladan İngiliz Mezarlığı olduğunu okudum. Bizim mezarlıklarımızdan daha düzenli ve yürümesi çok daha kolaydı. “Sen burada bekle” dedi cevap vermedim cevap versem de pek bir anlamı olmuyordu nasıl olsa. Beklerken yine aynı soru geldi aklıma sabahın ilk ışıklarında bu soğukta beni burada birisi görse kesinlikle anlatamam kendimi, çömeldim en azından görülme olasılığımı düşürürüm diye düşündüm, cılız bir çaba olsa da. Aradan on dakika geçmemişti ki çıktı geldi yanında kendinden daha normal görüntülü arkadaşıyla, telefonda konuştuğum bu olmalıydı, merhaba demeden üç binden aşağı olmaz kardeş dedi, şaşırdım daha dün konuştuğumuzda sen iki bin dedin ya dedim, keyfin bilir kurtarmaz iki bin deyiverdi pişkince, içimden ya sabır derken at hırsızı kılıklı ilkine baktım, o da oldukça keyifliydi. Bakın dedim dün iki bindi şimdi üç bine çıktı tamam üç olsun ama başka bir değişiklik olursa ben vazgeçiyorum bilesiniz. Sen merak etme dediler üç bin son, yemin billahlar edildi İngiliz Mezarlığı'nda ve ben bunlara bin lira verdim iki bini de sonra vereceğim. Yeldeğirmeni tarafından Bahariye’ye dogru yürürken bin liramın üzerine soğuk su içme ihtimalimin çok yüksek olduğunu bilmeme karşın bu adamların iki bin daha almak için bu işi yapabileceklerine kendimi inandırmaya çalışıyordum, saat sekize geliyordu yollar yavaş yavaş işe gidenlerle dolmaya başlamıştı, soğuktu ve ben nelerle uğraşıyordum. Eve geldim hemen çay suyu koyup ısınmak için kombinin derecesini arttırdım, bundan sonrası beklemekti, belki de en zor olan kısım elden bir şey gelmeden beklemek, kandırılıp Aykırı
7
Жuş
kandırılmadığım bu akşam belli olacaktı eğer ki söz verdikleri gibi bu akşam yedide ararlarsa işler yolundaydı. Gün geçmek bilmedi, uzadıkça uzadı zaman, her dakika hissettirdi geçişini, heyecandan bir şey yiyemedim, şanslıydım ki evde kimse yoktu, yoksa yüzüme bakan anlar n'oluyor neyin var senin derdi. Nihayet saat yedi oldu kahretsin ki çalmadı telefon, çalmadı üçkağıtçı herifler kandırdılar şerefsizler derken 0216’lı bir numaradan arama geldi, açtığım gibi tanıdım, mezarlıkta buluştuğumuz adamdı, senin işin tamam dedi, yarın aynı saatte mezarlığa gel verelim iki bini unutma, yalnız gelmezsen bir daha bulamazsın bizi, tamam dedim. Sabaha kadar uyumadım, hayatımda yaşadığım en uzun gündü bir ara bankamatiğe gidip bin lira daha çektim, başıma bir iş gelmesine karşı bir arkadaşıma haber versem mi diye düşündüm ilkin, sonra vazgeçtim bir de kahramanlık yapıp beni kurtarma sevdasına girişirlerse planlarım altüst olurdu. Uyku da tutmayınca erkenden mezarlığa gittim, kimsecikler yoktu, selvilere konan kuşları izledim, bir de köpek vardı mezar aralarında dolaşan, derken bizimkiler geldiler ellerinde siyah bir kutu, daha merhaba demeden para tamam mı dediler başımı salladım ama ben de kuşkulanıyordum ben ne bilecektim o siyah kutunun içinde olduğunu. Kutu gözüme küçük gelmişti, sığar mıydı bilemiyordum, hoş daha önce hiç “hayâl” görmemiştim ki. “Ne bakıyorsun öyle, yakalanıcaz o olucak, al şunu ver parayı” demeleri ile kendime geldim. Parayı aldıkları gibi koşar adım uzaklaştılar, ben elimde başkasının hayâli ile duruyordum, kutuyu açtım evet sözlerinde durmuşlardı körpecik bir hayâl’di ve bana bakıyordu, yine kapadım üzerini, çok yabancıydı. Yaparım sandım ama yapamıyordum, benim olmasa da küçücük de olsa bir hayâl beni hayata bağlar sandım ama şu an anlıyorum ki bana göre değilmiş, çünkü kutuyu tekrar açamıyorum bile. Pişmanlık sağanak oldu yağıyor üzerime, kutudan kurtulmak için hızla toprağı kazıyorum, ellerimle. Bir hayâl çalıp onu diri diri mezarlık köşesine gömen eller bunlar, belki de artık hep lekeli kalacak eller, benim ellerim. Nasıl temizlenir ki ayıbın karası?
Aykırı
8
Жuş
Kan-ı Reyhan Özer Alptekin susadık çok susadık su, petrol ve kana ölüm vakti kapıları tek tek çalan saatleri kurulmuş kampanalar hazır acısını kokladık reyhanın anne dedik hep bir ağızdan bugün annelerin gülü soldu günü soldu kan-ı reyhan akıyor lebbeyk lebbeyk lebbeyk barış barış barış Uykuya Ağıt
Uykuya Ağıt Burcu M. Tez Akrep, yelkovanla yarışır İnsanlar durmaz koşuşur İşler düşlerle şavaşır Uyku, kollarına al bizi Yorgunluk işlemiş eklemlerimize Bir lacivert çökmüş gecelerimize Yaşama aşkı yüreklerimizde, Uyku, kollarına al bizi Tel tel dökülür kimi saçlar Her yenilik bir sonla başlar Hayat yılgın, stresi suçlar Uyku, kollarına al bizi Aldatmış hep insanı sağlık Garip bir uyanış hastalık Mutluluğa hasret kaldık Uyku, kollarına al bizi İnsan insana dalaşır Yeminler yalanlara karışır An olur her uyuyan uyanır Uyku, kollarına al bizi
Aykırı
9
Жuş
Gitmek Gönül Ocak
Kaçmayı, gitmeyi, ağırlığı olmayan bir nefes almayı, kendi sınırlarım içinde sınırsızlığımı istediğim, özgürlüklerin daha yaşanır olduğu bir yeri düşlerken daha önceleri okuduğum Tezer Özlü'nün “Yaşamın Ucuna Yolculuk” kitabı yeniden merhaba dedi bana. Edebiyatımızın en önemli yazarlarından olan Tezer Özlü hakkında şimdiye kadar çok şeyler yazılmış, anlatılmış. Ancak hepsi de birbirine benzer yorumlar ve değerlendirmeler gibi geldi bana. Hüzünlü, hastalıklı, gamlı, narin, kırılgan, gitgelleri olan, intihara yatkın, bitkin, umutsuz... Bunlar tüm duyarlı kişiliklerde, bazen hepsi bazen bir kısmı, görülmez mi zaten? Bana göre özellikle de “Yaşamın Ucuna Yolculuk”ta yaşamı bütün olumsuzluğuna rağmen dolu dolu, coşkulu, istekli ve o hayatı kendi elleriyle yeniden doğurmaya çalışan biri var. Tüm kalıplardan kurtulmak, yeniden insana özgü bir hayatın peşine düşmek, ancak içinde yeşeren hayatla olabilir. Yazar kendi yaşamını sıklıkla yerleştirdiği satırlara, “ben” anlatısını da kullanarak sanki otobiyografik bir metne dönüştürmüş. Ancak ben anlatıcısıyla yaşadığı şeyleri kendini acındırmadan, doğrudan ortaya koymadan özenli bir kurguyla yapmış. Kendi ben'inde duyduklarını açık ifadelerle anlatarak, okuyucuların da dahil olmasını sağlayarak çoğu zaman şaşırtıcı olmuş; “Aa, bunları yaşamış mı yazar?” dedirtmiştir. Tezer Özlü yaşadığı ortamın sınırlarına katlanamamış, başka ülkelerin sınırlarını aşarak oradaki yolların sınırsızlığını yakalamak istemişse de yine aradığını bulamayıp tekrar yurda dönmüştür. Aidiyetsiz, köksüz yaşamdır içinde taşıdığı. Ama ruhunda yaşadığı kırılmalar, bir mekana yerleşip kalmasına izin vermez. Hem kendisiyle hem de çevresiyle durmadan hesaplaşma yoluna gider. Korkmadan yüzleşerek, yaşam istenciyle. “Yaşamın Ucuna Yolculuk”, Almanca “Bir İntiharın İzinde” adıyla yazılmış, yazar tarafından Türkçe'ye 1984 yılında çevrilmiş. Kendisiyle aynı günde doğan Cesare Pavese'nin nefes alıp verdiği yerleri merak ederken yolculuğu sırasında Franz Kafka'nın, Italo Svevo'nun mezarlarını da ziyaret eder. Kitapta sık sık Pavese'nin sözleri alıntılanır. Ona hayrandır. Aynı zamanda onun yaşadığı acılar da acısıdır. Bu kitabı okumayanlara okumalarını önerirken, bu yazıyı Tezer Özlü'nün sözleriyle bitirmek istiyorum: “Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur.” “Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum.”
Aykırı
10
Жuş
Aykırı Kuş sizin için okudu:
“Yeryüzüne Dayanabilmek İçin”
Önceki sayfalardaki söyleşisinde Melih Ergen'in dediği gibi, insan ancak unutulduğunda ölmüş olur. Yazarlar da kitapları basıldıkça, okundukça yaşamaya devam ederler. Bazen yayıncılar bir sürpriz yapar ve sevdiğimiz bir yazarın dergilerde ya da dosylarda kalmış yazılarını kitaplaştırırlar. Böyle kitaplarla karşılaştığımda ben yıllar önce yasını tuttuğum yazarla sokakta karşılaşmış gibi hissederim kendimi. İşte Yapı Kredi Yayınları Tezer Özlü'nün okurları için böyle güzel bir projeye imza atmış, yazarın dergilerde kalmış yazılarından bir seçme yapıp kitap haline getirmiş. Özellikle Milliyet Sanat Dergisi'nde seksenli yılların ilk yarısında yayımlanmış bu yazılar yalnızca edebiyattan söz etmiyor, Tezer Özlü'nün sinemadan resme, festivallerden güncel kültürel olaylara kadar farklı alanlarda kaleme aldığı notları kapsıyor. Böylece 1986'da, yaşı henüz 43 iken meme kanserinden kaybettiğimiz yazarın ilgi alanının ne kadar geniş olduğunu görme fırsatımız oluyor. Hem Tezer Özlü'nün sanat anlayışını daha iyi anlayabilmek ve onun lezzetli Türkçesi ile yeniden buluşabilmek, hem de o yılların kültür yaşamını bir ölçüde de olsa tanıyabilmek için bu kiabı okumak gerekiyor. C. F. -
Gezi direnişinin duvar yazılarından:
Hasan Hüseyin'e saygılarımızla.
Aykırı
11
Жuş
Ehliyetsiz Ruhlar Kadir Burak Selvin
içine çekti tüm kokusunu nefretin o terli vücudundan. Sevişti doyasıya tanımadığı, tanımak istemediği et parçasıyla; doyamadı da. Doyuramadılar. Vegandı. Et sevmezdi, kendisini de sevmezdi, yedi bitirdi kendini ama. Sömürdü kendini, tüketti. Son dedi, son bir kez daha yıpratacağım benliğimi; başka vücutlarda türeyip ötekileşeceğim. Yapamadı. Oysa vegandı. Et sevmezdi. 'artık hayallerde yok gitme vakti' dediğimde yutkunuyordu. Boynundan aşağı göğüs kafesinden içeri dekoltenin arasından akan ter bana ilk sevişmemizi hatırlatmıştı… 'Artık kelimelerin de bir anlamı yok gözyaşlarımın da yok. Artık adımın da bir anlamı yok' diye bağırdı. Ürpermiştim o anda oysa onunla geleceğe dair çok planlarımız vardı. Şizofren olduğumun farkında değildi ama onu seviyordum bir önemi yoktu şizofren olmamın ikimiz de seviyorduk ama ben daha çok seviyordum ben! ceketimi alıp çıktı evden kendimle baş başa kaldım. O böcek yuvasında, o dört duvar cehenneminde, ceketimi satacaktı muhtemelen. Karnını doyurması lazımdı ama ceketim para etmezdi ki en az umutlarımız kadar eskiydi, en az tanrım kadar eskiydi modası geçmişti tanrımın. Kendime ‘Sen normal biri değilsin hemen öl yoksa ben öleceğim ikimiz birlikte öleceğiz buna müsaade etme Varg’ kendimin ismi Varg’dır tanıştırayım: Ben İlkelbenlik bu da kendim Varg! Eski bir film repliğini hatırlattı bana Varg ‘Kafama bir silah daya ve duvarları beynimle boya” -Seni çok seviyorum -Hassiktir oradan. Radyoda hala Nirvana çalıyordu Lithium…
Aykırı Kuş, Sayı 5, Mayıs – Haziran 2014 Katkıda bulunanlar: Demet Aksu, Özer Alptekin, Sevin Aydınoğlu, Müge Buluç, Utkun Büyükaşık, Mehtap Çakır, Figen Uğur Dölek, Melih Ergen, Oktay Esgin, Caner Fidaner, Ahu Güzeldiyar, Mehtap İnan, Deniz Moralıgil, Gönül Ocak, Mert Öztürk, Kadir Burak Selvin, Aydın Şimşek, Sabri Şiriner, Naime Taşdöğen, Burcu M. Tez, Pınar Köksal Üretmen, Hikmet K. Yılmaz. Bu sayının sanat yönetmeni: Caner Fidaner
Aykırı
12
Жuş
Silikon Anıt Mehtap İnan
Memesi olmayan bir kadın erkekleşir mi Tanrım? Güçlenir mi? Kafa tutarak hayata çat kapı çıkabilir mi evden? Öpülebilir mi arzuyla yeniden? Ellerini “çiçek yapamadan” göğsü üstünde, dinleyebilir mi ilgiyle birini? Ve memesi olmadan sevişebilir mi? Terinin yolu değişir mi, teki olmasa mesela…? Yitik bir adres gibi, emziremezse doğurduğunu, Sütünü haram edebilir mi? Tanrım, muaf olabilir mi memesiz bir kadın bir erkekten? Acıları hep göğsüne atmayı bildiğinden Almaz değil mi artık acıları bünyesi kökten! Memesi olmayan bir kadın bir kıyafet giyse etekli, İskoç erkeklerine benzer mi? Bir kadeh doldursalar, acı bir de şarkı çalsa Arabeskin dibine dibine vursalar! O esnada göğsüne vura vura şarkıya eşlik edebilir mi? Tanrım, söyle bana memesiz olmaya mutlaka ki katlanılıyor Ya bir silikon parçasının bir erkeğin elleri altında anlaşılmasına??? eksik yanıma basılmış bir temel... Benden uzak, benden yabancı, sadece bana da değil, erkeğime bile el!... 11 Mart 2014
Aykırı
13
Жuş
Tekbir Pınar Üretmen Her ölüm erken ölümdür Biliyorum Tanrım. Cemal Süreya Hani sen, öylece. Gittin ya. Bitti. Yoksun. Ben de. Hiçliğin ortasına, yokluğa düştüm. Kanadı düşlerim. Aklımda bir düşünce. Belki sadece bir düştün. Ama yine de. Keşke gitmeseydin. Sayılarla bitmek bilmeyen bir hesabım var benim. Bir, iki, üç deyip duruyorum. Üçü hep kavga halinde olduğundan mıdır bilinmez sonrası hiç gelmiyor. Dört yok mesela, beş, altı nedir bilmem. Ve hepsi senin yüzünden. Birken iki, ikiyken hiç olduğumuz için. Ben birdim, biriciktim. Sonra sen geldin. Birbirine yaslanan iki diş fırçası olduk. Aynı yatakta iki yastık. Cümleyi birleştiren iki harf. Aynı anda bulutlara ulaşan. İki olup büyüyen, tek olup devleşen, eriyen iki beden. Sonra üç geldi girdi aramıza. Sen, ben ve ortamızda aşılamaz bir boşluk. Kopukluk, yokluk. Gözlerinde başka bir alem, bir başka keder. Sen, ben ve hüzün. Ayrı dünyalar. Suskun zamanlar. Çiseleyen yağmurun gözyaşları. Uzaklaşan bir sevdadan kalan son bahar kokuları. Hepsine katlanılırdı bir yere kadar. Yok sayardım belki de. Hala ikiyken tekmişiz gibi, bizi yaşatırdım içimde. O gün eve gelip de. O yatakta. Sen onun kollarında. Sarmaşdolaş. Onun içinde yok olmuş. Tek bile değil hiç olmuş. Artık geri dönmemecesine onun olmuş. Nasıl kızmam sana. Aldattın beni. Nasıl affederim seni. Gizemli bir kadına, yokluğa verdim seni. Ellerim boş. Kolum kanadım kırık. Ellerim, göğe bakıyor. Senin olduğun yere. Orda mısın bilmem ki. Ben toprağın altına koymuştum oysa. Neredesin şimdi? Hem ne farkeder. Beni terkettin. İkiyken hiç oldum. Bittim. Yok oldum. Karanlığın yuttu beni. Yerde miyim, gökte miyim, toprağın altına giren ben miyim bilemedim. Sustum. Hep sustum. Sessizliği içtim günler boyu. Sensizliğe yandım geceler boyu. Sonra bir oldu her şey. Sen, yoktun; ben, yoktum; öfkem vardı. Kırgınlığım. Kızgınlığım. Kederim, hüznüm. Sorularla dolu yarım aklım. İsyan içinde paramparça kalbim. Yokluğun. Gidişin. Tek bir neden bile bulamayışım. Binlerce neden içinden çıkamayışım. Suç. Günah. Masumiyet. Ama alıştım artık. Hatta iyileştim. Tekrar iki olmayı bile becerdim. İki beden. Unuttum seni, sana inat. Başardım işte sonunda. Kalbim tekrar tutkun. Sana değil, yokluğuna. Doyasıya sarılabiliyorum boşluğa. İki yastık var yatağımda, ne çıkar biri boş olsa. Sesin yok belki ama soluğun kulağımda. Bak nasıl da alıştım sensizliğe. Artık ne gökteyim ne de yerde. Ben seni düşlemekteyim. Sen. Belki de sadece bir düştün. Dilimde bir tek dua. Tekbir. Kalbimde bir düşünce. Keşke gitmeseydin...
Aykırı
14
Жuş
Sylvia Plath ve Nilgün Marmara Ekseninden Dantellientel Kaosuna Dantellientel Dağılmış egolarının toplantı yeri daima edebiyat olmuş her iki şair için de. Belki de buydu, yaratılarında onları özgün kılan. Nilgün Marmara şöyle diyor, Sylvia Plath ile ilgili incelemesinde; “…eserleri, doğaçlama yaşanan bu tutkulu hayatın ölüme yenik düşmesinin kanıtıdır…” Şiiri Plath için sığınak olarak niteleyen Marmara da bu sığınağa girmiş ve oradan şöyle seslenmiştir: “Ey, iki adımlık yerküre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben!” Belki arka bahçe belki de sığınak, neredeyse tüm edebiyat yaratıcılarının oyun alanı değil miydi şiirler, öyküler, romanlar… Oyun alanı bazen ölüme eş olabiliyor kiminde. Her intihar girişimi sevgi görmek için atılan çığlık ve aidiyet bilincine erişmek için yapılan eylemdir. Bunlar eylemin naif kısmıysa, Freud’a göre intikam, kin, düzeni bozmak ve “diğerini” öldürmek hisleri de intiharın acıklı temel ögeleridir. İntiharı seçen, kendi varlığının farkındadır ve varlığının tanımını da hiçlikle yapar. Kendini bir şeye adama, aidiyeti derinden hissetme çabasıdır. Adanan nesne, kişi veya hayat çöktüğünde işlevini yitiren intiharı seçen yalnız kalır. İç dünyasındaki çatışmalar su yüzüne çıkar ve iç sesini işitmeye başlar. Yeni bir adanma buluncaya kadar kaotik zamanlar geçirir, sanat da çare olmazsa, ölüme adar kendini. Ve tüm bunlardan bana kalan; Sen ve sen ve hatta sen Ve elbette ben küçük kadınlar, büyük yürekler. Işığa tutup duvara gölgesini yansıttığımız, Sureti aslından sahici hayatlarımızla Beyhude hürmetkârlarıyız ummaların Merceğinde büyürken sevdaların Sığamadık Tanrıların yurduna Kovulduk Geldik, konduk baba ocağına… dantellientel, Nisan 2014
Aykırı
15
Жuş
Gabriel G. Márquez'e Veda Caner Fidaner Azizim Márquez, Sana müteşekkiriz. Bize çok güzel masallar anlattın. Büyükannenden öğrendiklerinle yetinmedin, yenilerini, daha güzellerini yazdın, haydi doğrusunu söyleyelim, uydurdun. Öyle güzel uydurdun ki İspanyolcada senin romanından daha çok okunan tek kitap kaldı, İncil. Seni sevdik. Öyle sevdik ki biz de senin hakkında hikâyeler uydurduk. 1999'da lenf kanserinden hastaneye yattığında seni çok merak ettik. Aylarca kaldın hastanede, sağlığın kötüye değil iyiye gidiyordu. Fakat seni öyle merak ediyorduk ki ölüm döşeğinde olduğun söylentilerine inandık. Tam o sırada, 29 Mayıs 2000'de Peru gazetesi La Republica'da Márquez ve Castro “Márquez” imzası ile “Kukla” başlıklı bir şiir yayımlandı. Üstelik gazete durumunun kötüleştiğini ve senin bu şiiri bir arkadaşınla yolladığını iddia ediyordu. “Tanrı, bir an için samandan bir kukla olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse...” diye başlayan şiir, ardarda sıralanmış lirik ifadeler ve klişelerden sonra “Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü beni bu çantanın içine koyduklarında ne yazık ki ölüyor olacağım." diye bitiyordu. Adeta ışık hızıyla dünyanın her yanına dağılan “Kukla”yı bir iki gün içinde okuyan sayısız kişi, onu senden gelen bir mesaj sanmıştı. Gerçekte sağlığın hiç de kötü değildi. Bu şiiri Meksikalı vantrolog Johnny Welch kuklasının ağzından kaleme almış, altına da "Mofles" diye kuklasının adını yazmıştı. Nasıl oldu da bu isim Márquez'e dönüştü, bilinmiyor. Bence burada bir mucize olduğu çok açık. Yazdıklarını çok iyi bilenler, tanıyanlar bile bu metni senin yazdığına inandı. İmzayı değiştiren mucize, okuyanların zihinlerini de bağlamış olsa gerek. Öyle ki yıllardır internette yolculuğuna devam eden o şiiri birçok insan hâlâ senin sanıyor. Hiçbir mucize gerekçesiz değildir. Bana sorarsan “Kukla şiiri mucizesi” de bir işaret; bu olay senin bir aziz olduğunu bize kanıtlamak için gerçekleşti. Hep biliriz ki insanlar kendi yaşadıkları, yaptıkları, yazdıkları ile aziz olmaz, başkalarının onlar için ya da onlar adına yazdıkları, anlattıkları, hadi doğrusunu söyleyelim, uydurdukları ile azizlik mertebesine erişirler. İşte ben de sana olan hitabımı gerektiği gibi değiştiriyorum: Hoşça kal Aziz Gabriel.
Yaşamda önemli olan ne yaşadığın değil, neyi anımsadığın, hatta onu nasıl anımsadığındır. G. G. Márquez Aykırı
16
Жuş