Doğal Harikalar Diyarında Allah'ı Bulmak - Cemil Metin

Page 1



Önsöz Doğal harikalar diyarına yapılacak bu yolculukta dünyamızın ilginç oluşumlarına ve doğal manzaralarına uğrayıp; uçsuz bucaksız mavi göklerin önünde tüm heybetiyle görünen sarp ve karlı dağların, yemyeşil ormanların mavi-yeşil göletleri ve denizleriyle büyülü dünyamızın cennet bahçelerinde açan tevhid çiçeklerini koparmaya hazır olun.


LOS GLACIARES BUZULU – ARJANTİN Arjantin’deki Los Glaciares, Güney Amerika’daki buzulları hareket halinde görmek için en iyi yerdir. Gökdelen gibi kocaman mavi aysbergler, gök gürültüsünü andıran çatırtılarla aslan gibi kükreyerek suya düşerler. Bu ölümsüz anı görmek için turistler uzak yerlerden gemiyle buzulun yanına yaklaşırlar. Şimdi bu buzullar çatırdayıp suya düşerken şöyle bir mucize yaşansa; düştüğü gölde devasa büyüklükte buzdan kuğu, ördek, kaz, flamingo gibi su kuşlarının heykelleri oluşsa ve turist gemisine doğru sürüklenseler, turistler bu olağanüstü manzara karşısında Los Glaciares buzulu gibi donup kalmazlar mı? Ardından çatırdayan aysberg gibi korkudan çığlık atmazlar mı?


Turist gemisi, buzulu izledikten sonra turistleri limana geri getirdi. O sırada göldeki kuğular, ördekler, kazlar ve flamingolar gemiye doğru yaklaştılar. Ama bu buz heykellerinden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu su kuşları karşısında hiç kimsede bir heyecan görülmedi. Sadece fotoğraf makinelerinin deklanşörlerine bastılar, kimse çığlık atmadı. Halbuki her gün yüz binlercesi yumurtalarını çatırdatıp dünyaya gözlerini açıyorlar ama bizler üzerimizi saran kalın gaflet kabuğunu kırıp hakikati göremiyor bu yüzden bu mucizeler karşısında gözlerimiz kapalı. Buzulların çatırdamasıyla üç beş heykel oluşsa mucize diyeceğiz, her gün yüz binlerce su kuşlarının yumurtalarından çatırdayıp çıktığına şahit olduğumuz bu mucizeler karşısında hayretimizden aysberg gibi buz kesilip gök gürültüsü gibi gürlememiz gerekmez mi?


SERENGETİ ULUSAL PARKI – TANZANYA Serengeti ovasına yaban yaşamı gözetlemeye gelen turistlere milli parkın girişinde çakıl taşlarından yapılmış aslan, leopar, zürafa, çita, kurt, çakal, su aygırı, timsah gibi hayvanların heykellerini gösterseniz ve bunların; “Karşıdaki Klimanjaro Dağı’nın eteklerindeki taşların depremlerle ufalanıp, rüzgarlarla savrulup buraya taşınmasıyla kendiliğinden oluştu!” deseniz, Afrika’nın en ilkel kabilesindeki bir yerliyi dahi bu saçmalığa inandıramazsınız. Turistler diyecektir;”Kardeşim açlıktan kafayı mı yediniz, hiç çakılların tesadüfen dizilmesiyle bu çakallar kendiliğinden oluşur mu? Bırak gırgırı, al şu mangırı, aç kapıyı da görelim biraz su aygırı.” Az sonra turistler üstü açık ciplere binip, geniş ovayı gezerken antilop sürüsüne saldıran aslanları, kaplanları, sırtlanları; ırmağı geçerken yaban öküzlerini dişleyen timsahları, uzaktan zebraları takip eden çakalları görseler, sadece vahşi yaban hayatı gözlemleyip memleketlerine dönseler…


Aslî memleketlerine dönünce o adama demezler mi? “Bre yabani vahşi, bre çakal! Çakılların tesadüfen heykellere dönüşemeyeceğini idrak ediyordun ama bu heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı canlı suretlerinin Sanatkarını niye hiç düşünmedin? Gittin Serengeti ovasına sadece poz verip fotoğraf çektirdin. Hangi akla hizmet edip onların sanatkarını kör kuvvetlere, serseri tesadüflere ve sağır tabiata havale ettin?” “Rabbim beni affet, bir defa daha beni gönder dünyaya, tekrar gideyim Serengeti’ye, Senin adına aslanları, timsahları, pitonları seveyim biraz.” Zebaniler: “Bırak şimdi gırgırı, yakın mangırı, içine atın şu yabani aygırı.” deyip aslanlar, yılanlar, çıyanlar içine selfi çektirmeye göndermezler mi?


DARJEELİNG HİMALAYA DEMİRYOLU – HİNDİSTAN Himalaya Dağları’nda 2134 metre yükseklikte, Sikim ile Nepal arasındaki sınırda bulunan “Tepelerin Kraliçesi” takma isimli Darjeeling Hindistan’daki en dağlık bölgelerden biridir ve dünyadaki en muhteşem dağ manzaralarından birine sahiptir. 150 yıllık Darjeeling Nostalji Treni’ne binip, Himalayalar’ın muhteşem manzarasını seyredebilirsiniz. Şimdi bu çok vagonlu nostaljik trenin vagonlarından her birini bir öndeki vagonun çektiği söylenebilir. Fakat iş lokomotife dayandığında, artık lokomotifi kim çekiyor diye bir sual sorulmaz. Zira çeken fakat çekilmeyen bir lokomotif olmazsa, trendeki nizam bozulur ve hareket meydana gelmez.


Bir er, emri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve nihayet başkumandan da emri padişahtan alır. “Ya padişah kimden emir alıyor?” şekilde bir soru sorulmaz. Zira padişah da birinden emir alsa, o da raiyyet derecesine iner ve onun emir aldığı zat padişah olur. Yani emir veren fakat emir almayan bir zatın varlığı muhakkaktır ve o da padişahtır. Verilen misallerden anlaşılacağı gibi, mahlukatın birbirini silsileler halinde meydana getirmesi mümkün değildir ve onları yaratan, fakat kendisi yaratılmamış olan bir kudretin varlığı zaruridir. Evet, bu hakikatler bütün açıklığıyla ortada dururken, “Cenab-ı Hak’kı hâşâ kim yarattı?” diye sual soranlar, sadece cahilliklerini ortaya koymuş olacaklardır.


TUNA DELTASI – ROMANYA Karadeniz’e dökülen Tuna’nın suları, Avrupa’nın en büyük ikinci deltasını oluşturur. Tatlı su gölleriyle, sazlıkları, söğüt ve kavak ormanları, ıslak çayırları, çamurlu kıyılarıyla Avrupa’daki en büyük aralıksız bataklık alanıdır. Bu geniş yaşam alanı bir çok hayvan türüne ev sahipliği yapmaktadır. Şimdi bu bataklıkta, deltada yaşayan hayvan türlerinin bazılarının tanıtım için çamurdan heykelleri yapılıp dikilse, hiç kimse diyemez ki, “Balkanlardan esen rüzgarlar toz toprağı savurup yağan yağmurlarla ıslanıp çamurdan bu heykeller kendiliğinden oluştu.” Yine hiç kimse diyemez ki; "Bataklık arazideki çamurların sel sularıyla sürüklenmesi sonucu bu heykeller kendiliğinden oluştu." Delta’ya gelen Avrupalı ateistler sazlıklara giren mandaları, merada otlayan inekleri, dallara konup uçuşan bir çok kuş türlerini, karabatakları, pelikanları, gölde yüzen ördekleri, kazları, çayırlarda gezinen tayları, görünce “Oh my God” deyip ürktüğü yılanları görseler…


Çamurdan yapılan heykellerin tozların tesadüf rüzgarlarıyla veya doğa etkisiyle oluşamayacağını çok iyi bildikleri halde, bu heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı canlıların mutasyonlar ve doğal seleksiyonlar sonucu kendiliğinden oluştuğuna yani toz gibi atomların tesadüf rüzgarlarıyla savrulup kendi kendine doğal yollarla ya da doğa harikası olarak oluştukları saçmalığına inanırlar. Şimdi Allah’ı inkar etmeyi kendilerine meziyet sayan, tesadüfleri kendilerine ilah edinen, bu hakikatleri inek gibi hiç düşünmeden yaşayan bu toylara, bu gaflet batağına dalıp hakikatleri göremeyen bu karabataklara desek ki; "Nasıl bu çamur heykeller tesadüfen ya da doğal yollarla oluşamazsa, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı, canlı et ve kemikten asıllarının da kendiliğinden oluşması imkansızdır. Gelin bunları, sizi bizi ve tüm mahlukatı yaratan bir olan Allah’a iman edelim." Bunu duyan gafillerin çoğu bana kaz gibi bakmazlar mı? Bu top güllesi gibi etkili hakikat karşısında yaban ördeği gibi kaçmazlar mı? İman ve itaat eden akıllılar, yarın mahşer deltasını inşallah tay gibi koşup geçerlerken, bu süfliler yılan gibi sürünmezler mi? Halbuki kendilerine ömrü boyunca tüm kainatın ve içindeki mahlukatın kör tesadüfler sonucu oluştuğu anlatılan Batılıların bu korkunç yalandan “Oh my God” deyip yılandan akrepten kaçar gibi uzaklaşmaları ve hakikate yarış atı gibi koşmaları gerekmez miydi? Çevremizde gördüğümüz her şey, tüm varyasyonları ile yaratılışın birer kopyasıdır ve hepsi çok üstün ve mutlak akıl sahibi bir varlık olan Allah tarafından yaratılmıştır. Prof. Kenneth Cumming, biyokimya profesörü Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45)


ALP DAĞLARI - İSVİÇRE Jungfrau-Aletsch Bölgesi, Alpler’in en buzullu kısmıdır; Avrupa’nın en geniş buzulunu ve bir dizi klasik buzul özelliğini içinde barındırır. Bölge, Alpler’in en etkileyici doğal güzelliklerine ve estetik çekiciliğine sahiptir. Alanın etkileyici kuzey duvarı Eiger, Mönch ve Jungfrau dağlarının büyüleyici manzarasını görmeye ve çevrede kayak yapmaya her yıl binlerce turist akın eder. Şimdi bu dağdaki buz mağarasında buzdan heykellerin sergilendiği ayı, kurt, çakal, kartal, baykuş, kar tavuğu gibi hayvanların heykellerini alıp Aletsch Buzulu’nun olduğu geniş alana sersek ve seyir terasından buraya bakan turistlere; “Doğanın sanatı Aletsch Buzulu’nda kendisini gösterdi. Kar fırtınalarını estirmesi sonucu doğa dehasını gösterip, buz bloklarını yontarak bu harika buzdan heykelleri oluşturdu." desek turistler diyecektir; "Şaka mı yapıyorsunuz? Bu doğanın aklı, fikri, şuuru, gözü, parmakları mı var ki, heykeltıraş gibi hassas rötuşlarla temas edip bu buzdan sanat harikalarını yapabilsin?"


Yani hiçbir Avrupalı, Amerikalı, Asyalı, Afrikalı bu saçmalığa inanmaz. Ama gözlem terasında bu buz heykellere bakarken tepelerinde kartal, baykuş, serçeler, uçuşsa; ötelerde ayı, kurt, tilki, tavşanlar görünse, buzdan heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu hayvanları rahatlıkla kör kuvvetlere, serseri tesadüflere, sağır tabiata havale edip kar zerresi kadar Yaratıcı’yı akıllarına getirmezler. Çünkü, okullarda öğrendiği ders kitaplarında ve medyada defalarca inkarcı telkinlerle akılları uyuşturulduğu için sağlıklı düşünemezler. Akılları Aletsch Buzulu gibi gaflet örtüsüyle kaplı olduğu için puslu beyinleriyle hakikati göremezler. Ey Avrupalı! Gündüz pistte kayak yaptın, gece barda kafa kıyak. Yediğin elmayı likörün yanına kattığın meyve suyunu hep ağaç, toprak ve doğadan bildin. Sadece batnın ve fercin hizmetine mi münhasırdır ki, keyfince bir hayat sürüp, ömür sermayeni berbat edip kendi yaratılışını, kainatı ve tüm mahlukatı tabiata ve tesadüflere havale ettin. Bu dünya pistinden kayınca yarın mahşerde seni nereye havale edeceklerini hiç düşünmüyor musun? Onlar, dinlerini bir eğlence ve oyun (konusu) edinmişlerdi ve dünya hayatı onları aldatmıştı. Onlar, bugünleriyle karşılaşmayı unuttukları ve bizim ayetlerimizi yok sayarak tanımadıkları gibi, biz de bugün onları unutacağız. (A'raf Suresi, 51)


NAMCHE BAZAR - EVEREST Dünyanın çatısı Himalaya Dağları’nda Sagarmatha Ulusal Parkı’nın bulunduğu alanda dünyanın en yüksek tepesi (8848 metre) olan Everest bulunmaktadır. Bölge eşsiz kültürleri ve Budist ritüelleriyle yaşayan Şerpaların anavatanıdır. Himalaya Dağları’nın eteklerinde Everest’in gölgesinde eşsiz bir pırlanta gibi parlayan Namche Bazar Köyü, dağcıların da uğrak yeridir. Buraya gelen dağcılar, Şerpaların yardımıyla kamp yerlerine ve zirveye doğru yaklaşık 2 ay süren yürüyüşe çıkarlar. Şerpaların çoğu geçimlerini dağcıların yüklerini sırtlarında taşıyarak sağlarlar. İlginç inanç ve ritüelleri vardır. Everest’teki ana tanrıçaya inanırlar. Dağcılarla birlikte yola çıkarken ve uğradıkları manastırlarda, tütsüler yakıp pirinç taneleri savurarak her türlü zorluklardan kendilerini koruması için Dağların Ana Tanrıçası’na dua ederler ve dua bayraklarını asarlar. Dünyanın en yüksek dağlarında yaşıyorlar ama ufukları köyleri kadar dar. Everest’teki ana tanrıçaya inanacaklarına, Everest gibi binler-


ce dağlardan müteşekkil bu dünya ve yüzbinlerce dünya ve yılzdızlardan oluşan Samanyolu galaksisi ve yüzbinlerce galaksiden müteşekkil tüm kainatın ve içindeki mahlukatın yaratıcısı ve koruyucusu olan bir Allah’a iman etseler ya! Hiç kendi yaratılışı hakkında ve mahlukatın Rabbini düşünmeden bir hayat geçiren, kendilerine verilen nimetleri tabiata ve tesadüflere vermekle nankörlük eden bu zavallıları, yarın kendileri gibi kafirlerin yüklerini mahşer pazarında, Cehennem ana kampına taşımakla vazifeli kılmazlar mı? Bu hakikatleri onlara anlatmayıp eşek gibi evlerinde yatan biz sıpaların da ifadeleri alınmaz mı? Bu zavallılara, bu iman hakikatlerini kim anlatacak? Hâşâ Everest’in ana tanrıçası mı? Hani sahabelerdeki ve şanlı ecdadımızdaki o hicret ruhu, cihad aşkı? Yoksa üzerimize Everest’in dorukları gibi tembellik ve miskinlik karları mı çöktü ki, bir yere kalkıp kımıldayamıyoruz? Sahabeler, tebliğ için at üstünde ta Çin’e kadar gitmişler. Şanlı ecdat, ila-yı kelimetullah için Viyana kapılarına dayanmış. Ya bizler? Uçakla dağları Burak gibi aşıp kutuplara kadar gitmemiz gerekmez mi? Gittin de Eskimolar mı dinlemedi seni be antika? Orada bir kişiyi kurtarsan, Antarktika’daki penguenler sayısınca koyunlar kesmiş kadar sevap kazanırsın. Eskimolar dinlemese de in biraz aşağı yenimolara anlat. Adamlar inek gibi Yaratıcı’yı düşünmeden ateist ve nefsani yaşıyorlar. Ama sen gittin Bulgaristan, Romanya, Rusya’ya pavyon açtın, kumarhaneler işlettin. Ecdat verdi vaazı, sense al kızı ver papazı. Ecdat gibi eline kılıç alıp düşman mı kovaladın be voyvoda kazıklısı! Eline sopa alıp içki parasını ödemeyen ayyaşları kovaladın. Yarın mahşer pazarında bu şerli sıpaları, sırtlarına Cehennem odunlarını yükleyip kazıklarla kovalamazlar mı? Ana kampında Şerpa dansı yaptırıp, al birini ver ötekini deyip bu maçolara sinek kadar ehemmiyet vermeyip kızıp kupa kupa Cehennem’e yığmazlar mı?


VİCTORİA ŞELALELERİ – ZAMBİA VE ZİMBABVE Bölgede yaşamış Kololo Kabile Halkı’nın “Mosi-oa-Tunya” “Gürüldeyen Duman” olarak bildiği Viktoria Şelaleleri, dünyanın en görkemli şelaleleri arasındadır. Yaklaşık 2 kilometre genişliğinde ve 108 metreden tek seferde gürültülü bir şekilde aşağıya dökülen şelalenin oluşturduğu sis perdesi ve duman 65 kilometre uzaktan bile görülebilir. Ve çoğu zaman bu sislerin güneş ışıklarını kırması sonucu şelalelerin üstünde gökkuşağı çıkar. Şimdi şelaleleri boydan boya kaplayan rengarenk gökkuşağı kemerinin içinde devasa fil, zürafa, zebra, aslan, leopar, antilop, kartal, şahin, akbaba ve ağaç resimleri oluşsa, gökkuşağı kaybolup bu hayvan suretleri gök gürlemesi gibi kendi korkunç sesleriyle gürleyip havada uçuşsalar; aslanlar kükreyip antilopları kovalayarak ağacın altında parçalasalar, akbabalar çığlık çığlığa başlarına toplansalar ve ağaç da başlarına yıkılsa, bu olağanüstü sahneler karşısında insanlar “Mosi-oa-Tunya” gibi gürüldemezler mi? Sağa sola kaçışıp duman olmazlar mı?


Zambezi Ulusal Parkı’na gittin, ovanın içinde fil, zürafa, zebra, leopar, antilopları ve kartal, şahin, akbaba ve ağaçları gördün. Aynı sahnelere şahit oldun ama sinek vızıltısı kadar sende bir heyecan ve ürperti oluşmadı. Göklerde bir perdesi sahnelense mucize diyoruz da her gün binlerce perdesi yerde sahnelenen bu mucizeler karşısında niye hiçbir heyecan ve ürperti duymuyoruz? Mutlaka kafamıza odun mu yıkılsın? Nasıl ışık fotonlarının havada kırılması ve toplanması sonucu bu renkli, somut, hareketli ve sesli hayvan suretleri tesadüfen, kendiliğinden oluşamazsa, bu suretlerden binlerce kez mükemmel, mucizevi ve sanatlı, canlı asılları da atom parçacıklarının yerde kırılması ve toplanması sonucu oluşamaz. Ancak üstün ilim sahibi, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından bu atomlar birleştirilip çeşit çeşit binlerce farklı bitki, hayvan ve insan şekil ve suretleri oluşabilir. Kololo Kabile Halkı’nın bile inanmayacağı, türlü türlü teoriler ve saçmalıklar üretip aksini iddia etmek tam bir delilik, saçmalık ve mantıksızlıktır. Yarın mahşerde homurtusu tâ uzaklardan duyulan dumanlı Hâviye’ye kendini atmaktır. “Sen Hâviye’nin ne olduğunu ne bileceksin? O, kızgın bir ateştir.” (Kari’a Suresi, 10-11)


BAKİR KOMİ ORMANLARI – RUSYA Sibirya’ya kışın Bakir Komi Ormanları’na gitseniz orada sanatkârların mat buzları kesip yontarak yaptıkları ayı, kurt, geyik, tilki, tavşan gibi buzdan hayvan heykellerini görseniz, bunları hiçbir zaman kutuplardaki sert rüzgarların, fırtına ve tipinin esmesiyle, kar tanelerini savurup toplamasıyla veya buzulları aşındırmasıyla tesadüfen kendiliğinden oluştuğunu hiç kimse iddia edemez. Peki az ileride soğuktan donup kaskatı kesilmiş ayı, kurt, tilki, domuz gibi hayvanları görsek bunlara hangi heykeltıraş böyle şekil ve suret vermiş diye düşünebilen hiç çıkar mı acaba? Oradaki votkayı çeken bekçi çocuklara bu buzdan heykellerin sert rüzgarların esmesi sonucu tesadüfen kendiliğinden oluştu masalını anlatsa çocuklar herhalde bu sarhoşa durak! durak! deyip gülerler.


Bir gün tüm insanlığa Darwinizm ile uyuşturulan beyinler tüm canlıların tesadüfler sonucu kendiliğinden oluştuğunu anlattılar ve bu masala inanan zavallılar yarın mahşerde dirilecekleri gün, “Tüh! Bizim kalın kafamıza, nasıl bu hurafelere kanıp da hakikati görememişiz. Yazıklar olsun bize, nasıl apaçık gerçekleri göremeyecek kadar kör ve akılsızmışız ki Allah’ı inkar etmişiz. Türlü türlü saçmalıklara inanmışız.” diye hayretler, pişmanlıklar ve şaşkınlıklar içinde buz kesilip ormandaki donmuş ayı, tilki, domuz gibi bakakalmazlar mı? “Ben kendim, evrim teorisinin, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük alay konularından biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşaklar, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaklardır.” (Malcolm Muggeridge, Felsefe Profesörü) Demişlerdir ki: "Eyvahlar bize, uykuya bırakıldığımız yerden bizi kim diriltip kaldırdı? Bu Rahman (olan Allah)ın vaadettiğidir, (demek ki) gönderilen (elçi)ler doğru söylemiş." (Yasin Suresi, 52)


TASSİLİ N’AJJER - CEZAYİR Burası, Sahra Çölü’nün Cezayir’in güneydoğusunda kalan bölümünde yaklaşık 500 kilometre uzunluğunda devasa bir dağ platosudur. Dik yamaçlar, hiç ummadığınız anda karşınıza çıkan derin yarıklar ve 300’den fazla kaya kemerin yer aldığı çölde rüzgarların savurduğu kum taneleri yumuşak kum taşını oyarak fantastik arazi şekilleri arasında büyük bir uğultuyla geçer. Bu belli belirsiz figürler, yarıklar, fantastik şekillerin bulunduğu arazide çöl rüzgarlarının savurduğu kum tanelerinin yumuşak kum taşlarını oyarak bir kale oluşsa, kalenin özenle işlenmiş kapıları, pencereleri, sütunları olsa, çatısında bayrağı, etrafında surları olsa, surlarında ellerinde kılış tutan kum taşından askerleri görsek… yani bir ölçü, plan, sanat ve tasarımla karşılaşsak; bunları hiçbir zaman çöl rüzgarlarına, serseri tesadüflere veya sağır tabiata havale edemeyiz. Ortada belli bir ölçü ve düzen varsa, onu ölçüp biçen biri vardır. Sanat ve tasarım varsa, onu tasarlayıp işleyen bir sanatkar vardır.


Nasıl bu çöl rüzgarları tesadüfler sonucu kum taşlarını oyarak kendiliğinden bu kaleyi ve sahip olduğu tasarımları oluşturamazsa, kusursuz sistemlerle işleyen ve dizayn edilen evren ve dünya gezegenimiz ve içindeki mahlukatı da tesadüf rüzgarları kendiliğinden oluşturamaz. Ancak sonsuz bir ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Rabbimizin izniyle yaratılabilir. “Çok küçük sayısal değişikliklere hassas olan evrenin şu andaki yapısının, çok dikkatli bir bilinç tarafından ortaya çıkarıldığına karşı çıkmak çok zordur. Doğanın en temel dengelerindeki hassas sayısal dengeler, kozmik bir tasarımın varlığını kabul etmek için oldukça güçlü bir delildir.” Prof. Dr. Paul Davies, Fizik Profesörü “İçinde yaşadığımız dünya ve bu dünyanın kanunları; biz insanların yaşamalarına en uygun biçimde Allah tarafından yaratılmıştır.” Prof. Dr. Edward Boudreaux, New Orelans Üniversitesi, Kimya Profesörü Gökten yere her işi O evirip düzene koyar... (Secde Suresi, 5)


TSINGY DE BEMARAHA – MADAGASKAR Madagaskar’ın batı kıyısında yer alan rezervin büyük bölümü sivri kenarlı kalker kayalıklardan oluşur. Madagaskar dilinde “tsingy” adı verilen bu kayalıkların bazıları 50 metre yüksekliğindedir ve kanyonlar ve koyaklarla birbirinden ayrılır. Madagaskar’a özel bu tuhaf oluşumlar, yağmur suyundaki asidin yüzyıllar içinde yavaş yavaş kireçli platodaki taşları eriterek aşındırması sonucu oluşmuştur. Kayalıklar birbirine o kadar yakındır ki, insanların bölgeye girmesi imkansızdır. Jilet keskinliğindeki taşlar buna engel olur. Şimdi bu kayalıkların arasına mecburi iniş yapmış bir jet uçağı görsek, bunun yağmur suyundaki asidin yüzyıllar içinde yavaş yavaş kireçli platodaki taşları eriterek aşındırması sonucu oluştuğunu söyleyemeyiz. Yani asit kayalıklar altındaki demiri eritti, aktı, soğudu, uçağın iskeletini oluşturdu. Kumlar eridi, camlara dönüştü. Petrol aktı, lastikler oldu. Uzaklardan pamuklar uçuştu koltuklar oluştu... diyemeyiz. Doğadaki madenlerin tesadüf rüzgarlarıyla savrulup kendiliğinden bir araya gelmesiyle akıllı bir ustanın çekiciyle işlenmeden bu uçağın montajı olabilir mi? Nasıl bir uçak; gövde, kanat, kuyruk takımı, iniş takımları, pistonlu pervane ve motorları gibi birçok parçalardan oluşuyorsa, vücudumuzdaki tüm sistemler de aynı şekilde çeşitli parçalardan oluşur. Örneğin; sindirim sistemimiz mide, yemek borusu, yutak, dişler, dil, bağırsaklar gibi çeşitli aksamlardan oluşmuştur.


Nasıl bir uçak; türbinli motorları, pistonlu pervaneleri, kanatları… olmadan hareket edip uçamaz. Ancak her parçası bir arada ve yerinde olduğu takdirde çalışır. İşte sindirim sistemimiz için de aynı şey geçerlidir. Yemek borusu olmadan midenin olmasının bir anlamı yoktur. Çünkü, yiyecekleri mideye taşıyan yemek borusudur veya mide olmadan bağırsakların bir işe yaraması mümkün değildir. Çünkü, midede sindirilen besinler bağırsaklara geçerek kan dolaşım yoluyla hücrelerimize kadar ulaştırılacak hale getirilirler. Nasıl bir uçak, tüm parçalarıyla birlikte tesadüfen bu kayalıklarda kendiliğinden oluşamazsa, ondan binlerce kez mükemmel işleyen vücudumuz ve çeşitli parçaların toplanmasıyla oluşan sistemler de tesadüfen bir araya gelip oluşamazlar. Ancak sonsuz bir ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Allah tarafından yaratılıp monte edilebilir. "30 yıldan bu yana canlıların anatomilerini inceliyorum. Her araştırmamda karşılaştığım gerçek, Allah'ın kusursuz yaratışı oldu." Prof. David Menton, Washington Üniversitesi, anatomi profesörü De ki: "Sizi inşa eden yaratan, size kulak, gözler ve gönüller veren Allah'tır. Ne az şükrediyorsunuz? (Mülk Suresi, 23)


BANFF ULUSAL PARKI – KANADA Uçsuz bucaksız mavi göklerin önünde tüm heybetiyle görünen Rocky Dağları’nın sarp ve karlı dağları, yemyeşil ormanları, mavi-yeşil göletleriyle cennet misal Banff’ın büyülü manzarasını görmek için, her yıl dünyanın dört bir yanından dört milyondan fazla turist gelir. Büyük bir alana yayılan park, heybetli dağlarla turkuaz göletlerle, yemyeşil ormanlarla; köknar, çam, titrek kavlan ve ladin ağaçlarıyla büyülü manzarasının yanında, yaban hayatıyla da ünlüdür. Geyik, dağ keçisi, Kanada koyunu, puma, boz ayı, karibu sürüsü parka ayrı bir güzellik katar. Sonbaharda Rocky Dağları; kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, mor rengarenk sonbahar yapraklarıyla muhteşem bir görüntü sunuyor.


Şimdi, ziyaretçiler bu renkler senfonisi harikulade doğal tuvalin tadını çıkarmak için balonlara binseler, aşağılarda rengarenk ağaçların bir araya gelmesiyle devasa geyik, dağ keçisi, Kanada koyunu, puma, boz ayı, karibu sürüsü şekil ve suretleri görünse; turistler harikulade bu tablolar karşısında hayret edip bunları ağaçların tesadüfen dizilmesiyle veya kendi kendine ya da tabiatın tesiriyle oluştuklarına mı inanırlardı, yoksa bunların bir akıl tarafından tasarlanıp dizildiklerine mi kanaat getirirlerdi? Balonlardan aşağı indiler, çevrede aynı manzarayla karşılaştılar. Hem de gezinen, bağıran ve binlerce kez mükemmel, harika ve sanatlı bu canlıları hiç kimse sonsuz ilim sahibi bir Zat tarafından tasarlanıp yürütüldüklerine kanaat getirmedi. Kör kuvvetler, serseri tesadüfler, sağır tabiat ya da doğadaki bilinçsiz güçler, bunları tasarlayıp vücuda getirmiş olmalıydı. Çünkü heyelan gibi göçük beyinlerinin bilinçaltılarına yıllarca bu inkarcı fikirler empoze edilerek gaflet gölüne dalmışlardı. Hakikatleri görmeleri Rocky Dağları’nın sarp, karlı zirveleri gibi güç ve zordur. Ancak bir rehberin eşliğinde olabilir.


FUJİ DAĞI – JAPONYA Japonya’nın en çok tanınan görüntüsü 3.776 metre yükseklikte ve zirvesi Ekim-Mayıs arası karla kaplı olan Fuji Dağıdır. Tokyo’nun yaklaşık 100 kilometre batısında yer alan bu dağın zirvesine yazları şafak vaktini seyretmek için zirvesine çıkmak halk tarafından seviliyor, geceleriyse fenerlerinin ışığı kimi zaman dağ yamaçlarında ince lav hatları gibi görünüyor. Şimdi, kışın yanındaki Hakone Ulusal Parkı’ndan Fuji Dağı’nın zirvesine Japonlar bakarken bir deprem olsa, zirvedeki karlar çığ gibi yuvarlanıp büyüyerek aşağılara düşse ve dağın yamaçlarında düştüğü yerlerde karlardan devasa ayı, kurt, tilki, karaca, tavşan heykelleri oluşsa, Japonlar bu olağanüstü durum karşısında şaşırıp hayrete düşmezler mi? Tüm akademisyenler “Bu nasıl olmuş olabilir?” diye incelemek için Fuji Dağı’na çığ gibi düşmezler mi? Günlerce kafa yormazlar mı? Fuji Dağı’nın eteklerinde yaşanan bu mucize karşısında hiçbir Japon zirvedeki kar tanelerinin bir çığ sonucu yuvarlanıp çoğalarak kendiliğinden bu kardan heykellere dönüşebileceğine ihtimal vermez.


Ama ana rahmindeki tek bir hücrenin bölünüp çığ gibi çoğalarak bu heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı hayvanat ve insanlar taifesinin tesadüfen, kendiliğinden veya doğa harikası olarak oluşabileceğine çok rahat inanırlar. Bu kainat ve içindeki mahlukatın sonsuz ilim, kudret, hikmet ve irade sahibi Allah tarafından yaratılıp, şekil ve suret verildiğine neredeyse hiç ihtimal vermez, bir an bile düşünmezler. Zekaları yanardağ gibi yükseklere çıkan ama idrakleri sönmüş bir volkan gibi uykuya dalan bu sarı ırk daha ne zamana kadar kırmızı ışıkta durup Hak bir deyip İslam yoluna geçmeyecek? Dedi ki: "İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum." (Ahkaf Suresi, 23)


GRÖNLAND ILULISSAT BUZFİYORDU Grönland’ın karlarla kaplı başkenti Nuuk’ta, İnuit yerli insanları yaşamaktadır. Adanın neredeyse tamamı 3 kilometre kalınlığındaki bir buz tabakasıyla kaplıdır. Muazzam büyüklükteki buzullar, buz dağları oluşturacak şekilde dağılırlar. Her yıl Kuzey ışıklarının kutlandığı Noel gecesinde, Ilulissat Buzfiyordu’nun üzerinden gökyüzünde yemyeşil yansıyan Aurora Borealis ışıklarını görmek için Avrupa ve Amerika’dan insanlar bölgeye gelirler. Şimdi insanların toplandığı Noel gecesinde, gökyüzünde Aurora Borealis’in yeşil, sarı, kırmızı ışıkları içinde canlı gibi ren geyiği, misk sığırı, kutup ayısı, kurt, fok balığı, kartal, kar tavuğu yansımaları belirse, havada çığlık çığlığa bağırıp tur atsalar, kurtlar bir ren geyiğini kovalayıp boğazlasalar, karlar bakanların yüzleri gibi kıpkırmızı boyansa yaşanan tüm bu mucizeler karşısında bu insanların nutku tutulmaz mı? Otellerin suit odalarına kaçıp gece 00:00’da attıkları çığlıkları atmazlar mı?


Ertesi gün öğleden sonra insanlar içki sersemliğinden yavaş yavaş ayıldılar. Köpeklerin çektiği kızaklara binip araziyi dolaşmaya çıktılar. Çevrede gezinen bir çok ren geyiği, misk sığırı, kutup ayısı, kartal, kar tavuğu ve çeşitli kuşlara rastladılar. Ama hiç kimsenin nutku tutulmadı, gırtlaklarındaki ses telleri kutup rüzgarlarına maruz söğütler gibi eğilip savrulmadı. Halbuki yerdeki yansımalar gökteki yansımalardan binlerce kez harika, sanatlı ve mükemmel, ama neredeyse gelenlerin tamamının şuurları geceden kalma içki sersemliği gibi, bir ömür boyunca damarlarına enjekte edilen inkarcı morfinlerden 3 kilometre kalınlığındaki gaflet tabakasıyla kaplı olduğundan, 365 gün yerde yaşanan bu mucizeleri görüp idrak edemediler. Nasıl olsa kör kuvvetler, serseri tesadüfler ve sağır tabiat dedikleri mevhum sanatkarlar birleşip bu canlıları icad etmişlerdi. Her şey olağandı, onlar için olağanüstü bir şey yoktu.


GANGTOK – HİNDİSTAN Tibet Budist kültürünün merkezi olan Gangtok’ta çok sayıda pagoda çatılı ev, manastır, stupa, park ve rüzgarda uçuşan dua bayrakları görülebilir. Şehir Aşağı Himalaya Dağları’nın çiçeklerle kaplı eteklerinde çok güzel bir konumda bulunmaktadır. 1780 metre yüksekliğinde bir dağın kenarında kurulmuş olan şehir, bir hac merkezi ve Sikkim’in başkenti olmuştur. Şehrin üstünden geçen ve kenarları çiçeklerle dolu yoldan Himalaya Dağları’nın manzarası nefes kesicidir. Kırmızı ve altın renkli giysileriyle lamalar Lal Pazarda dua çarklarını çevirir ve manastırlardan gelen borazan sesleri vadide yankılanır. Budizm’in büyülü havası her yerde hissedilmektedir. Himalaya Dağları’na bakan Tashi Tapınağı’nın ağaç oyma süslemeleri ve duvar resimleri arasında Himalayalar’ın yağlı boya tablosunu görsek; uzaklarda heybetli, karlı dağlar bulutları aşmış, önünde nehir akıyor, iki yanında çiçekli vadi uzanmış yemyeşil ormanların arasında üstünde kartallar uçuşuyor. Şimdi, bu manastırda dini ritüellerini yapanlara desem; “Ey Budistler! Şu duvarda asılı harika tablo, bence yağlı boyaların tesadüfen tuval üzerine dökülmesiyle kendiliğinden oluşmuştur. Yani bir ressamı yoktur!” “Ey yabancı! Seni Budizm’in büyülü havası mı çarptı? Ya da borazan sesleri mi bozdu? Hiç böyle bir tablo kendiliğinden oluşabilir mi? Elbette bir ressamı var.” “Ey Lamalar! Kafanızı çevirin, şu karşı manzaraya bir bakın. Karlı dağlar nasıl heybetli duruyor. Şu nehrin aktığı vadideki çiçekler nasıl rengarenk açmış, yemyeşil ormanların üstünde kartallar uçuşuyor. Peki bu harika tablonun ressamı kim? Hiç düşündünüz mü? Ya da aydınlanmaya giden yolda buna hiç vakit bulamadınız mı?


Nasıl bu duvardaki manzara tablosu, boyaların tesadüfen tuval üzerine dökülmesiyle oluşamazsa bundan binlerce kez mükemmel, sanatlı ve canlı bu dışarıdaki tablo gibi manzaralar da sel gibi akan unsurların (güneş, hava, su, toprak) yeryüzü tuvaline tesadüfen dökülmesiyle kendiliğinden oluşamaz. Bu yeryüzü tuvalindeki eşsiz manzaraların ressamı, bu kainatı ve içindeki mahlukatı yaratan, kusursuzca var eden, şekil ve suret veren âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Ey Budistler! Yaratıcı’yı hiç akla getirmeden ve O’na inanmadan huzura ulaşmak mümkün değildir. Kur’an ışığından mahrum yollar karanlıktır, aydınlanmaya ulaşamazsınız. Gelin âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman edin!” desem, bu Lamalar lal kesilmezler mi? Sonra imana mı gelirler yoksa borazan sesleri gibi her kafadan bozuk sesler çıkıp beni dua çarkları gibi çevirerek ipe dua bayrağı gibi asmazlar mı?


KEUKENHOF BAHÇELERİ – HOLLANDA Her yıl ilkbahar aylarında ünlü Keukenhof Bahçeleri’nde yedi milyondan fazla çiçek açmaktadır ve bunların sadece bin türü lalelerden oluşmaktadır. Hollanda çiçek sanayinin sergilendiği bir yer olan 280 dönümlük bu bahçeye, rengarenk çiçeklerin manzarasına tanıklık etmek için yılda yaklaşık bir milyon ziyaretçi gelir. Fulyalar, nergisler, çiğdemler, laleler ve sümbüller sarının, altın renginin, morun, kırmızının ve turuncunun birçok tonunda ve baş döndürücü kokularla muteşem bir manzara sunarlar. Usta peyzajcıların rengarenk çiçeklerden değişik motif ve desenler sergilediği bu bahçede kanatlarını açmış kocaman bir tavus kuşunun çiçeklerle resmedildiğini görsek hiç kimse diyemez ki sandıklardaki lale ve çiçek soğanlarının tesadüfen tarlaya savrulmasıyla bu harika desenler kendiliğinden oluştu!


Tam da yanına kanatlarını açmış canlı tavus kuşları gelse ve görseler, oraya gelen bir milyon turist vay be çiçeklerle tavus kuşunu ne güzel nakşetmişler deyip sanatkarını takdir ederken, binde biri bundan binlerce kez mükemmel, harika, canlı ve gerçeğini görüp Sanatkarını düşünerek takdir edemediler. Her şey doğaldı onlar için, nasıl olsa tabiat, tesadüfler her sanata malik ve her şeyin üstesinden gelebiliyordu. O tablo gibi harika ve rengarenk motifleri de tabiat, tavus kuşunun kanatlarına hünerli elleriyle resmetmişti. Tıpkı sandıklardaki lale ve çiçek soğanlarının tesadüfen tarlaya savrulması gibi! İşte bilim ve teknolojide zirveye çıkan, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla Allah’ı inkar edip imansızlıkta dibe inen Avrupalıların beyin soğanlarındaki mantık salgılarının tesadüf tarlalarına döküldüğünün bir kanıtı! Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak. (Neml Suresi, 14)


ON İKİ HAVARİ KAYALIKLARI – AVUSTRALYA Victoria’nın güneyindeki kıyıların biraz açıklarında kalker kaya sütunlarından oluşan olağanüstü bir grup yer alır. Güney Okyanusu’nun uğultulu rüzgârları ve engin sularının buradaki kalker duvarları yavaş yavaş oymasıyla denizin kıyısında ilginç kaya oluşumları meydana gelmiştir. Buradaki falezler 70 metre yüksekliğindedir ve havarilerin en yükseği 45 metredir. Şimdi denizin kıyısındaki falezler, teknolojik aletlerle kesilip kayalardan devasa koala, kanguru, panda, deve kuşu, dingo gibi hayvanların şekil ve suretleri yapılsa; göz, kulak, burun, ağız tüm dış hatları mükemmelce işlense ve on iki havariler gibi ilerideki kıyıya dizilseler; Yamacın tepesinden bunlara bakan turistlere desek; “Kayalıklara çarpan dalgalar, binlerce yıl kalker duvarları yavaş yavaş oymasıyla bu kaya hayvan suretleri kendiliğinden oluştu!” Turistler diyeceklerdir: “Hadi on iki havari kayalıklarında belli belirsiz girinti, çıkıntı, oyuklar, kemerler oluşmuştur. Ama bu tarafta belli bir plan, ölçü ve düzen gerektiren oluşumlar var. Nasıl bunlar tesadüfen oluşsun? Belli ki burada bir akıl devreye girmiş olmalı. Bu uğultulu rüzgârların ve engin dalgaların işi olamaz.”


Turistler bölgedeki bir hayvanat bahçesine gittiler. Orada koala, kanguru, panda, deve kuşu, dingolar ve daha pek çok hayvan türlerini gördüler ama hiç kimse bunların ilim sahibi bir Sanatkâr tarafından yaratıldığı şekil ve suretlendirildiklerini akledip düşünemedi. Zamanın derin sularında çalkalanan dalgalar ve uğultulu rüzgârlar, sel gibi akan unsurların toplanması ve tabiatın da tesiriyle başta kaya gibi duran atom yığınlarından binlerce farklı bitki, hayvan ve insan şaheserlerini oluşturmuştu. Her birini kusursuzca şekil ve suretlendirip hayat ve can verdiğine doğal olarak inanmışlardı. Yani, her şey olağandı, acayiplik yoktu! “Hey! Dur bi dakika. Bu tabiat ve tesadüf dediğiniz bilinçsiz güçlerin; kör, sağır, düşüncesiz ve cansız unsurların (hava, su, toprak, güneş) belli bir akıl, şuur, güç ve iradesi mi var ki, her biri mükemmel bir ölçü ve düzen gerektiren bu mahlukatı icat edecek sanata vakıf olabilsin?” diye tüm yeryüzüne Tasmanya Canavarı gibi çığlık atıp haykırabilecek oralarda on iki tane kaya gibi sağlam iradeli kimse yok mu?


BEYAZ ÇÖL – MISIR Beyaz Çöl, Batı Mısır’da en çok ziyaret edilen yerlerden biri. Buradaki inanılmaz kaya oluşumları ve bembeyaz kumlar, çölün sarılığı ile etkileyici, keskin bir zıtlık ortaya koyuyor. Kayalar, gün batımında mavi, pembe ve turuncuya çalan tonlara bürünüyor, geceleyinse kumlar bembeyaz karları andırıyor. Sıcaklık olmasa, bir kutup manzarası sanılabilir. Tebeşir taşı ve kireçtaşı bileşimi kaya oluşumları, rüzgâr erozyonuyla meydana gelmiş. Bunlar çeşitli şekillerde, kimileri iyice incecik tabanlar üzerine tehlikeli bir şekilde tünemiş devasa kayalar ve belli belirsiz ilginç oluşumlar halinde vadiye yayılmışlar. Şimdi Mısırlı sanatkârlar, bu kaya oluşumlarının arasına bu tebeşir ve kireç taşlarından deve, aslan, tilki, kobra yılanı, kartal gibi hayvan suretlerini yapsalar ve buraya gelen turistlere bir çöl esprisi yapıp deseler; “Bu gördüğünüz hayvan heykelleri çöl rüzgârlarının bu kireçtaşlarını binlerce yıl aşındırması sonucu kendiliğinden oluşmuştur. Tıpkı diğerleri gibi. Biz atalarımızdan böyle duyduk!”


Bu çöl yalanına hiçbir akıl sahibi inanmaz. Ama onlara bu çölde gezinen hayvan suretlerinin nasıl oluştuğunu sorsanız, çöl rüzgârları gibi esen serseri tesadüflerin binlerce yıl atom yığınlarını aşındırması sonucu kendiliğinden oluştuğunu rahatlıkla söylerler. Çünkü atalarından böyle duymuşlardır!


HUANG LONG VADİSİ – ÇİN Eşsiz bir manzaraya, zengin doğal kaynaklara ve çok eski zamanlardan kalma bir ormana sahip 700 kilometrekarelik bir alan kaplayan bölge; ihtişamlı, benzersiz zümrüt gölleri, kat kat şelaleleri, renkli ormanları, karla kaplı zirveleri ve Tibet halk köyleri, mücevher gibi parıldayan dağlarla uyum içinde birleşerek, buraya “dağlardaki peri ülkesi” yakıştırmasını kazandırmıştır. Huang Long “Sarı Ejderha” anlamına gelir ve efsaneye göre yaklaşık 4000 yıl önce büyük bir sarı ejderha krala sel sularını denize yönlendirerek Minjiang Nehri’ni oluşturmasında yardım etmiştir. Suyunun kalsiyum karbonat yüklü ve altın sarısı rengi nedeniyle nehir, sarı bir ejderin kuyruğunu andırıyor. Sarı ejderha vadiye ismini vermiş ve onuruna bir tapınak inşa edilmiş. Şimdi Huang Long Vadisi’ndeki şelalelerin aktığı sarı zemine, kalsiyum karbonat tortularından dev panda, ayı, maymun, leopar, geyik, kartal heykellerini yapıp diksek, oraya gelen Yaratıcı’yı hiç düşünmemeyi kendilerine bir yaşam felsefesi edinmiş Çinlilere desek; Bu nehir tabanına sizce bu altın renkli hayvan suretleri nasıl oluşmuştur? Birileri yapmış olmalı diyecektirler.


Sarı ejderha, tapınağına bu heykellerin konulmasını arzu ettiği için bizzat kendi yapmış olamaz mı? Bu bir efsane, mümkün değildir diyeceklerdir. Dağlardan inen sel gibi kalsiyum karbonat yüklü sular sayesinde tesadüfen kendiliğinden oluşmuş olamaz mı? Bu çok saçma ve mantıksız. Peki, bunları ünlü heykeltıraş Chengli yaptı desem? Ha bak bu oldu diyeceklerdir. Daha sonra Çinliler koruma alanında gezinen bu heykellerin asılları olan yabani hayvanları gördüklerinde onlara desek; sizce bu vadide gezinen bu hayvanlar nasıl oluşmuştur? Kimdir onlara kusursuzca şekil ve suret veren sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Sanatkarı? Tabiat efsaneleri, tesadüf saçmalıkları, sarı ejderhanın kuyruğu gibi uzadı gitti, kimse bunlar üstün ilim sahibi bir Yaratıcı tarafından yaratılmış olmalı diyemedi. Çünkü akıl ve idrakleri şu karlı dağların zirvesine çökmüş bulut gibi gaflet örtüsüyle kaplı ve bulanık. Hakikatleri net görebilmeleri kolay değil. Zaten böyle şeyleri düşünmemeyi de yaşam felsefesi haline getirmişler. Akılları bulanık perili, şuurları yere serili, renkleri sarı derili, gözleri çekik sürmeli, idrakleri çekik zırdeli, işte size Çin'i yutan inkar seli!


MEKONG DELTASI – VİETNAM 4000 kilometre üzerinde uzunluğuyla, Mekong Nehri, dünyanın en uzun on ikinci akarsuyu. Tibet platosunda yükseklere çıkıyor. Güneybatı Çin’den Myanmar’dan geçiyor, Tayland ve Laos’ta aşağılara doğru akarak bir sınır oluşturuyor, Kamboçya üzerinden nihayet Vietnam’a ulaşıyor ve burada bereketli deltası, ülkenin tarım açısından kalbini oluşturuyor. Alüvyonların sağladığı zengin besinler, Vietnam’ın yiyecek ihtiyacının %% 40’ının temin edilmesine olanak sağlıyor. Nehrin taşıdığı alüvyonlu çamurlardan Asya fili, yaban öküzü, dumanlı pars, mermer kedisi; karabatak, leylek, turna kuşları; dev yayın balığı ve yunus heykellerini yapıp deltaya diksek, festival var diye binlerce Vietnamlıyı çağırsak ve heykelleri göstersek, bunları bu alana kim dikti diye düşüneceklerdir.


Onlara desek; “Bu gördüğünüz çamurdan hayvan suretleri, muson yağmurlarıyla taşan nehirlerin taşıdığı alüvyonlu tortularla kendiliğinden oluşmuştur!” Bu akıldan uzak, batıl saçmalığa hiçbir Uzak doğulu inanmaz. Ama bölgede yaşayan yabani hayvanları görüp; "Yahu bunları kim böyle yarattı, şekil ve suret verdi?" diye düşünebilen vahit namlı bir Vietnamlı çıkar mı acaba? Alemlerin Rabbi olan Allah’ı inkar edip, bu kainatın ve içindeki mahlukatın sel gibi akan unsurların (hava, su, toprak, ışık) toplanmasıyla oluştuğunu iddia eden ve tüm dünyayı sarıp kuşatan bu inkarcı zihniyet, adeta nehirlerin taşıdığı alüvyonlar gibi akılları gaflet çamuruyla örtüp kaplamış ve insanlar düşünüp hakikati göremiyorlar.Hakikat güneşini görebilmeleri için bolca iman sabunuyla yıkanıp inkar kirlerinden temizlenmeleri gerekiyor.


GOBİ ÇÖLÜ – MOĞOLİSTAN Gobi Çölü, Moğolistan’ın güneyinde uçsuz bucaksız bir alandır. Ülkenin yüzde 30’unu kaplayan çöl, kayalık çıkıntılarla büyük oranda taşlı çöl alanlar ve çakıl kaplı düzlüklerden oluşur, ancak geri kalan yerlerde dağlar, çayırlar, çöl stepleri, kum tepeleri ve vahalar da görülür. Bu haşin bölgede pek çok nadir bitki ve hayvan türü yaşar ve yüzyıllardır göçebe çobanların yaşadığı bir yerdir. Burada iklim son derece serttir. Yağışlar son derece azdır ve yağışların ardından sürekli esen rüzgarlar yüzlerce metre öteye kum taşır. Bölgede 76 metre yüksekliğe ulaşan kum tepeleriyle 180 kilometre uzunluğunda bir kum denizi bulunur. Şimdi bu kum tepelerinin önündeki kayalara Asya devesi, Gobi ayısı, kurt, çöl tilkisi, kar leoparı, ceylan, dağ keçisi, argali koyunları gibi pek çok hayvan figürlerini çizip yontsak, bölgede develeriyle gezinen Batılı turistlere göçebe bir çoban dese; “Bu kayalardaki hayvan kabartmaları, çöl rüzgarlarının kumları tesadüfen savurması sonucu kayaları aşındırarak binlerce yılda kendiliğinden oluşmuştur!” Bu çöl yalanına hiçbir akıl sahibi inanmaz.


Daha sonra 4 çeker araçlarla araziyi dolaşan turist kafilesi çevrede gezinen bu hayvanların asıllarına rastlasalar, onlara bu canlılar nasıl oluşmuşlardır acaba diye sorulsa, kör kuvvetler, serseri tesadüfler, sağır tabiat, camid sebepler deyip 4 çeker yalanlarla çevresi kum tepeleri gibi bir yığın saçmalıklar ileri süreceklerdir. Onlara desek; Nasıl bu kayalara yontulan hayvan figürleri çöl rüzgarlarının kumları savurmasıyla tesadüfen oluşamazsa, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu canlıların şekil ve suretleri de tesadüfi süreçler ve tabiatın tesiriyle kendiliğinden oluşamazlar. Ancak hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve her şeyi kuşatan bir irade sahibi bir Zat tarafından yaratılabilirler. Sizler de gelin varlığından söz etmeye değmeyen doğadaki bilinçsiz güçlere değil, üstün akıl sahibi Allah’a iman edin. Acaba kendilerine yapılan bu çağrıyı dinleyip hörgüçlerinde taşıdıkları kibir ve inanç cehaletlerini Gobi Çölü’nün kumlarına gömüp, hakikat vahasına ulaşabilirler mi?


MUZTAGH ATA – DOĞU TÜRKİSTAN “Buz Dağları’nın Babası” anlamına gelen Muztagh Ata, Çin’in Sincan bölgesinde, Tibet Platosu’nun kuzey kenarında 7.546 metre yüksekliğinde bir dağdır. Dağcılar arasında son derece gözde bir yer olan Buz Dağları’nın Babası’na tırmanmak için baba yürek ister. Ama her yıl Rus, Çin, Japon, Güney Kore ve bir çok ülkeden dağcılar gelir ve başarılı tırmanışlar yaparlar. Şimdi zirveden inen bu dağcıları dine aklimate etmek için dağ yamaçlarının kapladığı buzullara buzdan kartal, öküz, sığır, koyun, köpek, eşek, katır heykellerini yontsak ve bunların karlı, soğuk rüzgarların dağ yamaçlarını dövmesiyle, kendiliğinden oluştuğunu söylesek, buna hiçbir dağcı inanmaz.


Dağın eteklerinde sığır ve koyun güden Sincanlı çobanlar, eşeklerine binmiş, yanlarında köpekler, havada kartallar uçuşuyor. Buzdan heykellerin tesadüfen oluşamayacağını çok iyi bilen bu kişilere, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu görünen canlıların bir Yaratıcısı olduğunu söylesek, tabiat ve tesadüf bataklığına saplanmış akılları Muztagh Ata gibi gaflet buzuluyla kaplı bu dağcılar acaba bu aklimitasyona uyum sağlayıp hakikatin zirvesine ulaşmak için çaba sarf ederler mi yoksa yaban öküzleri gibi gerisin geri aşağılara mı kaçışırlar?


NAM CO GÖLÜ – TİBET Tibet’in Nyainqentanglha Sıradağları üzerinde yer alan Nam Co Gölü, 4.627 metre yüksektedir ve Tibet’in üç kutsal gölünden biridir. Tibet dilinde “Cennetten Gelen Göl” anlamına gelen Nam Co bir hac yeridir ve gölün çevresinde yürüyüş ritüelini gerçekleştirmek için buraya sadece Çin’den değil, Hindistan, Nepal, Bhutan ve Sikkim’den de Budistler gelir. Göl Tanrıçası Dorje Gongzhama, aynı zamanda Nyainqentanglha Dağları’nın da tanrıçasıdır. Her ikisi de Tibet takvimine göre koyun yılında doğmuşlardır ve özellikle o yılların yaz aylarında buraya şans ve verimli hasat için daha kalabalık hacı grupları gelir. Doğudan batıya 70 km, kuzeyden güneye 30 km uzunluğunda ve en derin yeri 33 metre olan gölün çevresini yürümek, hacıların rota üzerinde meditasyon ve dua sürelerine bağlı olarak, 10 gün ile bir ay arasında tamamlanır. Gölün çevresinde dört manastır ve eski zamanlarda inzivaya çekilmek üzere kullanılmış mağaralar bulunmaktadır.


Şimdi buraya hac için gelen kafilelere desek; “Bu manastırı ve önünde meditasyon yapıp oturan taştan Buda heykellerini, bu göl tanrıçası gizemli dalgalarıyla dağın yamacındaki taşları yıllarca aşındırarak kendisi inşa etmiştir!” Buna hiçbir akıl sahibi inanmaz. Yol üzerinde göçebe çadırlarıyla Tibet sığırlarını, ovalarda at süren erkekleri, canlı renklerde kıyafetleriyle yüklü yakları güden kadınları görüp bu Budizm’in eski şamanik gizemlerinin sindiği büyüleyici tablonun ressamı, şekil ve suret vereninin bu tanrıça mı olduğunu sorsak bu konu hakkında ömrü boyunca yak öküzü gibi hiç düşünmediklerini ima edeceklerdir. “Ey yabancı! Gel kötü ruhlardan arın, göle gir. Tanrıça seni kutsasın!” diyen bu Budistlere; “Ben batıp kaybolan şeylere ilah diye tapmam. Yükseklere çıktıkça dağların arasında gözlerden kaybolan, deryada damla bile olamayan bu ilah nasıl tüm evrenin hâkimi olabilsin? Mükemmel bir ölçü ve düzen içinde işleyen bu kâinatın ve içindeki mahlûkatın nasıl müdebbiri, idare ve sevk edeni olabilsin?” deseniz tüm mantık ve şuurları gölün 33 metre koyu derinliklerine batıp kaybolan bu Budistler acaba gerçeği düşünüp hakikati bulabilirler mi? Ellerinde taşıdıkları 100'lük tesbihlerini 99'a tebdil ederler mi?


HİMACHAL PRADEŞ BÖLGESİ – HİNDİSTAN Himalaya dağ sırasının Himachal Pradeş Bölgesi’nin yüzyıllarca “Devabhoomi” yani tanrıların mekânı olarak bilinen, harika doğa manzarası ve verdiği ruhani huzur havasıyla muhteşem tepeleri Hindular, Budistler ve Sihler arasında çeşit çeşit dini ziyaretçi için hac mekânı olan binlerce tapınaklarla dolu. Dünyadan soyutlanmış vadiler ve yüksek dağ sıralarıyla kaplı bölge, çeşitli türlerde tapınak mimarisi örneklerine sahip. Bunlar arasında birçok başka tipin yanında, taştan oyma Shikharalar, Pagoda Mabetleri, Budist Gompalarını andıran tapınaklar ve Sih Guduwaraları sayılabilir. Tepeleri karla kaplı etkileyici dağların ihtişamlı görüntülerine sahip bölge, Hinduizm, Budizm ve Sihizm’in temel dinler olduğu sıra halinde on iki bölüme ayrılmış. Eyaletin batı kısmındaki Dharamsala Dalai Lama’nın ve başka 80 bin Tibetli sığınmacının da barındığı yer. Şimdi bu iç dinin temsilcilerinden oluşan yüzlerce rahipleri bir yere davet edip onlara desek; “Bu yüce dağlardaki binlerce tapınak ve önlerindeki Hindu, Budist ve Sih heykelleri Himalayalar’dan esen sert rüzgârların dağlardaki taşları savurup yontması sonucu zamanla oluşmuştur. Yani hiçbir akıl sahibi müdahil olmadan, tabiat ve tesadüflerin etkisiyle, kendiliğinden oluşmuştur!” Bu akıl ve mantık dışı saçmalığı hiçbir rahip sahiplenmez. Peki, bu kâinat ve içindeki mahlûkatın, yani her biri kusursuz sistemlere sahip bitki, hayvan ve insan vücutlarının icadlarını üstün ilim sahibi, âlemlerin Rabbi olan Allah’a isnad etmeden tabiatın sel gibi


akan unsurlarına, camid sebeplere ve serseri tesadüflere havale edip ya da bu mevzuları hiç düşünmeden bir inzivaya çekilmek sizce makul bir düşünce midir? Tanrıların mekânı olarak bilinen ey bu Himayalar’ın engin dağlarını aydınlanmak için kendilerine mesken edinen rahipler! Şunu bilin ki, her şeyin yaratıcısı, şekil ve suret vereni olan Allah’a inanmadan, verdiği nimetleri düşünmeden iman nurundan mahrum yollar; sarp, çıkmaz ve karanlıktır. Dünya ve ahirette kendinizi ve tebaanızı zulümattan kurtarmak için gelin âlemlerin Rabbi olan tek Allah’a iman edin ki kurtuluşa eresiniz. Tanrıların mekânı olarak bilinen yer birden ismi gibi karışık çok seslerin yükseldiği yere dönüştü. Hindular; “Ruhların şifası ancak Tanrı Şiva’dır.” Budistler; “Sadece Buda’nın kutsal gözü her yerde, buradadır!” Sihler; “Guru Nanak’tan başka yollar çıkmaz sapaktır!” deyip her kesim kendi inancını savunmaya çalıştı ve zaman geçtikçe ortam güneşin batışı gibi alevlendi. Hindular; “Tanrı Şiva olmadan hayat boş havadır!” Budistler; “Buda’dan başka yolda gitmek budalalıktır!” Sihler; “Guru Nanak’a tabi olmayan güruhlar salaktır!” Tanrıların mekânı dedikleri dağlar bozuk borazan gibi seslerle yankılanırken, bize düşen cahillerden yüz çevirip mekânı terk etmektir. Hakikatin değil, atalarının dinlerine sımsıkı bağlı bu batılın savunucuları, bu hak ve makul çağrı karşısında Himalaya yakı gibi hiç düşünmeden birden kar leoparı gibi saldırganlaşmaya başlayacaklarına, hakikat zirvesine ulaşmak için soğuk rüzgârlara göğüs gerip dorukları aşan dağ kartalı gibi gerçeğe kanat açmaları gerekmez miydi?


TAŞLAŞMIŞ ORMAN – ABD Dünyanın en büyük ve en renkli taşlaşmış ağaç koleksiyonu olan bölge, yüzbinlerce yıllık ağaç kalıntılarından oluşmaktadır ve bölgede hayvanlara ait fosiller de bulunmuştur. Burası bir zamanların taşkın ovasıdır ve ağaçlar buraya sürüklenmiştir. Ağaçların üzerine serilen volkanik kül ve kum tabakası çürüme sürecini yavaşlatır. Silika içeren su, yavaş yavaş ağaçların içine sızarak üstlerini örter ve sonunda onları kristalize ederek kuvars taşına çevirir. Daha sonra su baskınına uğrayan bölge çöker ve bir sonraki yükselme döneminde ağaçlar dev kütükler halinde kırılır. Bugün bile erozyon, kütükleri parçalamaya ve yer yüzeyinin altında kalanları ortaya çıkarmaya devam etmektedir. Bazı yerlerde 92 metre derinliğe ulaşan hayvan fosilleri ortaya çıkmayı beklemektedir. Şimdi, toprağın 92 metre altında bulunan yüzbinlerce yıl önce ani bir yanardağ patlamasıyla ölüp, üstleri volkanik küller ve silikayla kaplanıp vücutları kristalize olarak kuvars taşına dönüşen ayı, kurt, tilki, domuz ve geyikleri görüp; bu et ve kemikleri taşlaşmış hayvanların şekil ve suretlerinin yüzbinlerce yıl toprak altındaki kireç taşının; mineraller, yeraltı suları ve volkanik küllerle etkileşimi sonucu, doğal olaylarla, zamanla, tesadüfen, kendiliğinden oluştuğunu söylesek yani, tabiatın tesiriyle bu taşlaşmış hayvanların toprağın altında, yoktan, tesadüfen veya atomların parçalanıp çoğalmasıyla, kendiliğinden oluştuğunu söylesek, bu saçmalığa hiçbir akıl sahibi Amerikalı mümkündür diyemez. Hemen hemen hepsi; “Toprağın altındaki minerallerin, yeraltı sularının ve volkanik küllerin akıl ve iradesi mi var ki, her biri mükemmel ölçü ve düzen içindeki bu hayvanların usta bir heykeltıraş gibi şekil ve suretlerini oluşturabilsinler?” diye düşüneceklerdir.


Peki, bu toprağın üstünde gezinen bu sayısız hayvanları görüp, bunların icatlarını kör kuvvetlere, serseri tesadüflere ve sağır tabiatın gizemli ellerine veren, hemen hemen çoğu üstün ilim sahibi Allah’ı inkâr eden bu kalpleri taşlaşmış, gözleri kör, kulakları sağır, basiretleri paslanmış, şuurları fosilleşmiş inkârcı Batılıların mantık çöküntüsüne ne demeli? “Toprağın üstündeki bu sel gibi akan unsurların (güneş, hava, su, toprak) radyasyon, ultraviyole ışınları, rüzgâr, kasırga, yağmur, şimşek gibi külliyen bilinçsiz güçlerin akıl ve iradesi mi var ki, her biri mükemmel bir ölçü ve düzen içindeki bu sayısız mahlûkatın icatlarını, şekil ve suretlerini yapabilsinler?” diye düşünüp tabiata taksimat yapmadan Allah’a tam iman eden %8 akıllı çıkar mı acaba bu Batı dünyasındaki Hıristiyan topluluklarından? Bugün, dinsizliğin hâkim olduğu, akılları volkanik küller gibi gaflet örtüsüyle kaplı, inkârcı fikirlerin içlerine kadar girip sızdığı ve sonunda kalpleri kristalize olup taşlaşmış, Allah’ın rahmetinden uzak olan bu ateist Batılılar, ölüm erozyonuyla cehennemin metrelerce dibinde taşlaşmış kütükler olup yanmaya doğru sürüklenmezler mi? Not: Günümüzde Allah’ı inkâr edip, tüm canlıların tesadüfi süreçler ve doğal yollarla kendiliğinden oluştuğunu iddia eden evrim teorisine inanmayan kişileri, Batı ülkelerinde üniversitelere asistan olarak almazlar. Çünkü bir Yaratıcı’ya inanmayı bilime ve ideolojilerine aykırı görüp ilkel düşünmekle yadırganırlar. Tıpkı dünyanın döndüğünü söyleyen Galileo’nun zamanın ilkel görüşüne ters düşmekle suçlanması gibi.


MONUMENT VADİSİ – ABD Monument Vadisi binlerce yıl içinde nehir hareketlerinin Colorado Platosu'ndan oyup şekillendirmesiyle oluşan muhteşem kumtaşı kaya oluşumlarıyla dolu bir bölgedir. Çöl tabanında kahverengi, kırmızı ve gri renklerde katmanlar halinde 300 metre yükselen killi kumtaşı kayalıklar, rüzgârın ve yağmurun etkisiyle aşınarak çarpıcı şekiller almıştır. Şimdi bu vadide yaşayan Amerika yerlileri Navajoluların kumtaşı kayalarının üzerine çizdiği bizon, ayı, kurt, geyik, akbaba, kartal gibi hayvan figürlerini turistlere gösterip desek; “Bu vadideki ilginç kaya oluşumları ve üzerlerindeki bu hayvan figürleri binlerce yıl sel suları, rüzgâr ve yağmurların kumtaşı kayalarını aşındırmasıyla kendiliğinden oluştu!”


Turistler diyeceklerdir; “Hadi kaya oluşumlarını anladık, ya şu figürler? Baksana Kızılderili şef mızrağını bizonun sırtına saplamış, hayvancağız nasıl acıyla bakıyor, tepede akbabalar da payını bekliyor. Bu somut şekil ve sahnelerin tesadüfen oluşması hiç mümkün müdür?" Sonra turistler çölle çevrili bu Amerika’nın vahşi batısını gezerken vadide bizon sürüsüne saldıran kurt, çakal, kaya kartallarını görseler, kayalardaki figürlerin kendiliğinden oluşamayacağını bilen ama bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu canlı hayvanların şekil ve suretlerinin icadını üstün ilim sahibi Yaratıcı yerine tabiat ve tesadüflerin camid ve karışık ellerine, doğadaki bilinçsiz güçlere veren, idrakleri bu Navajo yerlilerinden de ilkel, tüm Batı medeniyetini sel gibi istila eden inkârcı felsefenin etkisiyle bu şuurları gaflet çamuruna batmış batık Batılılara ne demeli?


ALTAY DAĞLARI – RUSYA Çin, Moğolistan, Kazakistan ve Sibirya sınırları arasında kalan Altay Dağları, engebeli bir yabanıl bölgedir. Burası, çayırları ve ormanlarında yabani hayvanların dolaştığı, az sayıda insanın seyrek alanlarda yaşadığı karla kaplı dağlardan, coşkun ırmaklardan, buzullar, göller ve şelalelerden oluşan uzak ve uçsuz bucaksız bir diyardır. Burası bir zamanlar dağlardan Orta Asya düzlüklerine inen Moğol göçebe topluluklarının ve Türk boylarının yerleştiği alandır. Onların torunları bugün hayvanlarıyla dağlarda geleneksel yaşamlarına devam eden barışçıl göçebelerdir. Eski çoban yollarını takip ederek mis kokulu çam ormanları arasında ağır ağır ilerleyip engebeli dağ sıralarında ağaç çizgisinin üzerine doğru tırmanırken taşlık alanlarda güçlükle ilerleyip, Beluha Dağı’nın zirvesine bakan yabani çiçeklerle dolu, ıssız vadiler arasında dolanırken, hoppala siz de nereden çıktınız tombaladan mı? “Şambala kumbela dumbela, hoppala zıppala cuppala, kötü ruhları kovala, Şambala kumbela dumbela!” Taş yığınlarına bezler bağlayıp ateşin etrafında davul çalıp zıplayıp dans ederek ilginç kıyafetlerle garip ritüeller yapan bir topluluk.


Burası iki zirveden oluşan, karla kaplı ve bir bulut örtüsü ardında gizlenen 4.506 metre yüksekliğinde Şamanist geleneğine göre kutsal dağ yani Şambala. Şamanlar, kötü ruhlardan arınmak için dağ tanrısına ayin yapıyorlar. Ey Şamanlar! Boşuna davul çalmayın sizi duymaz Şambala. Tapmayın dağa, taşa, puta, kula olmayın budala. Göklerin ve yerin hâkimi Allah-u Teâlâ, O’ndan başkası yok, gelin doğru yola. Uymayın davula, uyun Resula! Şambala kumbela dumbela, bu kötü ruhu yakala, dil uzattı davula, yakala koy çuvala, taşa bağla zımbala, kırk pala hırpala sopala, ateşe at cumbala, zıplasın hoppala, külleri savrula! Şambala kumbela dumbela, bu kötü ruhu kovala… Baktım bana doğru gelirler kol kola, anladım durum kötü ola, ufak ufak sıyrıldım aşağı yola, koşunca onlar topukladım dört nala, patikalardan heyamola, tepelerden attık takla, derelerden geçtik salla, bula bula ayı ininde verdik mola, Şamanlar gitti başka yola, saman gibi yanmaktan kurtulduk güç bela, derken uykudan uyandık hayrola!


LUT GÖLÜ – ORTADOĞU İsrail, Ürdün ve Batı yakası arasındaki sınırda yer alan Lut Gölü, dünyadaki en derin göldür ve deniz seviyesinden en aşağıdaki noktadır. Gölde yüzenler suda batmaya çalışsalar da bu çabaları sonuçsuz kalır. Olağanüstü tuzluluk seviyesi suyun insan vücudundakinden daha yoğun olmasına neden olur bu yüzden suya batmak imkansızdır. Göle aynı zamanda “ölü deniz” denir. Çünkü yüksek tuz oranı balık ve diğer suda yaşayan canlıların burada yaşayamadığı anlamına gelmektedir. Şimdi gölün kıyısında kar gibi biriken tuz ve kalsiyum çökeltilerinin olduğu yerde, bu yığınlardan deve, keçi, tavşan, çakal, tilki, leopar gibi hayvanların tuz heykelleri yapılsa ve gölde yüzen Batılı turistlere desek; “Gördüğünüz bu hayvan heykelleri, dalgaların göldeki mineralleri kıyıya yığıp savurmasıyla, binlerce yıl süren doğal yollarla, kendiliğinden oluşmuştur!” Turistler diyeceklerdir; “Bizimle dalga geçmeyin. Bu dalgaların aklı ve mizanı mı var ki, her biri mükemmel tasarlanmış bu hayvanların suretlerini yapabilsinler?”


Sonra gölden çıkıp etraftaki dağlarda gezinen deve, dağ keçisi, yabani tavşan, çakal, tilki, leoparlara rastlasalar ve onlara desek; “Hiç düşündünüz mü bu hayvanlar nasıl oluştular?” Yıllarca tabiat yaptı, tesadüf oluşturdu, kendi kendine oldu gibi inkarcı felsefeyle şuurları gaflet altında kalan ve üstün ilim sahibi Allah’a inanmayan bu basiretleri kör, kulakları sağır, kalpleri Lut Gölü gibi ölü ve içinde hiçbir iman emaresi bulunmayan bu inkâr batağına batık gafillere desek; “Bizimle dalga geçmeyin! Bu dalga gibi yayılan unsurların, tabiat ve tesadüflerin aklı ve mizanı mı var ki, her biri mükemmel bir ölçü ve hassas bir düzen içindeki bu sayısız hayvanların icatlarını, şekil ve suretlerini oluşturabilsinler? Gelin! Doğada varlığından söz etmeye değmeyen bilinçsiz güçlere değil, âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman edin. Yoksa bu dünyadan buharlaşınca sonunuz Sodom ve Gomorra gibi feci olur!” Acaba öğüt alıp dinlerler mi, yoksa bu tuzu kurular, inkârcı batık görüşlerinde direnip sabun köpüğü gibi çeşitli safsatiyatlar söyleyip suyun üstünde kalmaya mı çabalarlardı?


KALLAVESİ GÖLÜ – FİNLANDİYA Finlandiya’nın en kuzeyindeki Kallavesi Gölü üzerinden gece yarısı güneşini izlemek için her yıl bir çok Avrupalı turist gelir. Finlandiya’nın dörtte birinden fazlası Kuzey Kutup Dairesi’nin üzerinde yer alır. Güneş ışıkları Kuzey Kutbu üzerine düştüğünde Güneş’in ufka doğru battığını ancak asla ufuk çizgisinin altına düşmediğini görürsünüz. Finlandiya’nın en kuzeyinde yer alan Utjoki şehrinde yazın 73 gün boyunca (16 Mayıs’tan 27 Temmuz’a kadar) güneş hiç batmaz. Şimdi bu bölgeye Gece Yarısı Güneşi Romantizmi’ni izlemek için gelen turistler ufuk çizgisine baktıklarında ufuklarını açacak şöyle bir mucizeyle karşılaşsalar; Ufuk çizgisindeki Güneş’in üstünden televizyon görüntüleri gibi Ren Geyiği Göçü izlense, kar fırtınaları ve kar yığınları arasında zorlu yolculuklarını yaparken birden üzerlerine kurt, ayı, çakal, vaşak, kaya kartalı gibi yırtıcı hayvanlar saldırsa, yırtıcıların ve geyiklerin çığlıkları, duyma eşiğini aşsa… Yaşanan tüm bu olağanüstü durum karşısında izleyiciler Ren geyikleri gibi paniğe kapılmazlar mı? Şimdi hiç kimse bu gökyüzündeki mucizevi görüntülerin, Güneş ışınlarının veya ışık fotonlarının atmosferde kırılmasıyla rastgele, kendiliğinden oluştuğunu iddia edemez. Olaya şahit olan herkes gökyüzünde bu canlıların görüntülerini dizen akıl sahibi kimdir diye meraktan çatlayacaktır.


Gece Yarısı Güneşi Romantizmi’ni izleyen turistler bir başka romantizmi yaşamak için hemen yanlarında gerçekleşen Ren Geyiği Göçü'nü izlemeye gittiler. Kar fırtınaları ve kar yığınları arasında kendilerini ve yavrularını korumaya çalışırken Ren geyikleri birden yırtıcı hayvanların saldırısına uğradılar. Heyecan ve panik had safhadaydı. Ama hiç kimse bu canlıların görüntülerini yeryüzüne dizen akıl sahibi kimdir diye meraklanmadı. Tabiat ve tesadüfler nasıl olsa her şeyin üstesinden geliyordu, bir Yaratıcı aramaya gerek yok, her şey doğa kanunu olarak zaten kendiliğinden doğal yollarla meydana geliyordu! Nasıl gökyüzündeki mucizevi görüntülerin ışın fotonlarının atmosferde rastgele kırılmasıyla kendiliğinden bu hayvan suretleri oluşamazsa, bunlardan binlerce kez mucizevi asıllarının şuursuz ve cansız atomların rastgele yeryüzünde kırılıp toplanmasıyla, kendiliğinden oluşması binlerce kez daha imkansızdır. Ancak sonsuz bir ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Rabbimizin izniyle atomlar bu şekil ve suretlerine dönüşebilirler. Gece Yarısı Karanlığı’nda kalan Avrupa’nın, ufuk çizgilerini aşıp bu hakikat güneşini görmeleri gerekmez mi? Daha ne zamana kadar Batı dünyası bu hakikatlerden Ren Geyiği Göçü gibi kaçacak ve dağların yırtıcı kuşu Cemil de onlara her seferinde kaya kartalı gibi saldırıp inkârcı felsefelerini paramparça edecek!


NEMRUD DAĞI - ADIYAMAN Kuzey Suriye ile Doğu Toroslar arasında kalan topraklarda kurulan Antik Kommagene Krallığı’nın hükümdarları, arkalarında nefes kesici güzellikte mezar mabetler bıraktı. Nemrud Dağı’nın doruğuna, taş kırıklarından oluşan konik bir tümülüs hakimdir. İç planı bilinmeyen bu mezar büyük yapay teraslarla çevrilidir. Doğu terasında bir tarafında kartal, diğer tarafında arslan bulunan ortada beş adet tanrı heykeli vardır. Teras zemininden 7 m yükseklikte, tahtlarının üzerine oturmuş olan heykellerin her biri 7-8 ton ağırlığındaki taş bloklarından yapılmıştır. Günümüzde depremlerden dolayı heykellerin başları kopmuş ve terasa dağılmış durumdadır. Heykellerin sırası bir arslan ve kartal heykeliyle başlar. Hayvanların kralı olan arslan yeryüzündeki gücü, tanrıların habercisi olan kartal ise göklerdeki gücü temsil eder. Şimdi desen ki; “Nemrud Dağı’nın zirvesinde uçuşan kutsal kartallar, dağın eteklerinden pençelerinde taşıdığı taş kırıklarını tümülüsün önüne getirip, üst üste koymasıyla, arslan da tükürük ve çamurla sıvayıp Tanrı Zeus’a sunmak üzere bu harika kafa heykelleri oluştu!” Ona bakarsan kartal ve arslan canlı, eli kolu ve belli bir şuuru var ama yine de üç beş tane kafa heykellerini yapmaktan acizdirler. Oysa tabiat ve tesadüfler ise cansız, akılsız ve şuursuzdur. Eli, kolu ve beyni yoktur. Binlerce defa kartal ve arslanlardan acizdirler. Nemrud Dağı’nda yedi tane kafa sureti duruyorsa, yeryüzünde yedi milyar insan suretleri dolaşıyor ve bu heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı ama binlerce kez cehalete ve inkâra soyunup, nasıl bunları tabiata ve tesadüflere havale edebiliyorlar?


Bari kartallara ve arslanlara verseler de bir tık daha mantık çöküntüsünden yukarı çıksalar! Avrupa ve Amerika’da dinsizlik hakim olduğu için ölünce toprağa gömülmek yerine, kendilerini Hindu gibi fırınlarda yaktırmak moda olmuş. Tibet’in bir bölgesindeki Budistler ölülerini gök defniyle gömüyorlar. Yani ölüyü yüksek bir dağa çıkarıp, rahip balta ve satırla bedenini doğrayarak gökte uçuşan kartallara veriyor. Bu batık Batılılar da hindi gibi kendilerini yakacaklarına gök defniyle gömülseler arslan gibi olmaz mı? Kendilerine bir tık daha iyi alternatif bir ayin sunulmuş olmaz mı? Ne yakıyorsun kendini? Nasıl olsa ölünce cehennemin dibine göçüp yanacaksın. Gel gök defniyle gömül! Kartalların midesine geçip göklerde biraz dolaş ki, sana ufak bir kıyak olsun!


PAMUKKALE ANTİK KENTİ – DENİZLİ Pamukkale’de yerden çıkan mineral yüklü sıcak su, taşlaşmış şelalelerden ve bir dizi teras havuzundan oluşan gerçek dışı bir manzara sunmaktadır. Pamukkale kenti, Türkçe kelime anlamı pamuk kalesi olan ismini, sıcak su kaynaklarının oluşturduğu beyaz kalker çökeltilerinden alır. Oysa, on sekizinci yüzyıl gezginleri buraya “Pambouk Kalesi” yani düzlüğe yayılmış olan binlerce lahite bakarak, “Mezarlar Kalesi” adını vermişlerdir. Çevresi antik yerleşimle dolu alanda birçok bina kalıntıları, sütunlar, tapınaklar, tiyatro, hamam, mezarlar ve heykeller görürsünüz. Şimdi antik tiyatro binasının sahnesinde dikilen mermer insan heykellerini alıp taşlaşmış şelalelerin ve teras havuzların yanına dikseniz; “Bunlar da mineral yüklü sıcak suların taşlaşmasıyla binlerce yılda kendiliğinden oluştu!” deseniz, turistler; “Senin anlattığın bu beyaz yalanlara pamuk helvası yiyen çocuklar bile inanmaz!” demezler mi? Heykelin hemen yanında havuz sefası yapan Beyaz Rusları görseniz, hemen akla taşlaşmış şeytan gelir. Bakarsan günaha girersin.


Ama turiste desen; “Şu havuz sefası yapan insanları görüyor musun? Nasıl sel gibi akan unsurların toplanmasıyla tesadüfen bu heykeller oluşamazsa, onlardan binlerce kez mükemmel ama günahkâr bu et ve kemikleşmiş insanlar da tesadüfen kendiliğinden oluşamazlar. Onlara da şekil ve suret veren bir sanatkâr vardır. O sanatkar da alemlerin Rabbi olan Allah’tır.” Turist taşlaşmış heykel gibi şaşırıp kalmaz mı bu hakikat karşısında. Diyecektir; “Thank you, thank you bana yeni ufuklar açtınız. Saçım başım ağardı, bu yaşıma kadar hiç böyle düşünmemiştim.” Ona deseniz; “Ey Michael amca, senin ülkende ve dünyanın çoğu yerinde tüm okullarda, üniversitelerde, medyada hep böyle beyaz yalanlar anlatılıyor. Evrenin, dünyanın ve içindeki bitki, hayvan ve insanların yaratılışı “kendi kendine, tesadüflere ve tabiata” havale ediliyor. Ama hiç kimse, "hey dur bi dakika senin bu anlattıklarına pamuk helvası yiyen çocuklar bile inanmaz demiyor." “Neden söyleyeyim mi? Kafanı şu havuza sokup etrafına baksan, herşeyi puslu bulanık görürsün. Aynı bunun gibi dünyanın dört bir yanını gaflet büyüsü, inkâr sisi sarmış, insanlar hakikati göremiyor, düşünüp idrak edemiyorlar. Yani basiretler körelmiş, kulaklar sağır olmuş, inkâr yüklü sıcak yalanlarla kalpler bu şelaleler gibi taşlaşmış.”


TUZ GÖLÜ - I Yüz yıl öncesine gidelim. Tuz Gölü’nde biriken tuzları toplamak için yörükler gelmişler. Önce küreklerle tuzları kazarak öbek öbek çadırlar gibi bir yere yığdılar. Daha sonra katır ve deve kervanlarına yükleyip uzak diyarlara taşıyacaklar. İşçiler o gün çok çalıştılar gece olunca çadırlarına geçip uykuya daldılar. Havada da rüzgâr vardı. Veysel Usta ise o gece kovalara doldurduğu tuzlarla sabaha kadar ay ışığında çalıştı. Tuz öbeklerinin arasına at, deve, katır, eşek, öküz, manda gibi yük hayvanlarının tuzdan heykellerini yaptı. Sabah olunca yörükler tuz öbeklerinin arasında bu heykelleri görünce; “Allah Allah bunları böyle kim yapmış? Aramızdaki bu sanatkâr ustayı bulalım da tebrik edelim. Eline koluna sağlık ne güzel maharetini göstermiş” dediler. Sanatkârını görmeseler de hiç kimse bunların dün gece esen rüzgârlarla tuzların tesadüfen savrulup kendiliğinden bir araya gelmesiyle oluşacağına ihtimal vermedi. Hatta binlerce yıl geçse de sadece tuz yığınlarından belli belirsiz figürler oluşacağını ama bu heykellerin oluşamayacağını idrak ediyorlardı.


Yörükler mesaiye başladılar. Az ötede kazıklarına bağlı duran at, deve, katır, eşek, öküz ve mandalarını çekip sırtlarına tuz çuvallarını yüklediler ve kervanlar uzak diyarlara gitmek üzere yola koyuldular. Ama işçilerin birkaçı hariç çoğu orada bir şey unuttular. Hayvanların kazıklarını mı? Hayır! Keşke o olsaydı. “Allah Allah bu yük hayvanlarını böyle kim yaratmış, şekil ve suret vermiş? Sanatkârını bulalım da tebrik edelim, hamd ü sena edelim. Ne güzel maharetini göstermiş ve bizlerin de hizmetine sunmuş. Gelin şükredelim” demedi ve idrak edemediler. Yaklaşık yüz kişilik kervan Tuz Mescidi’nin yanından geçti. Yedi kişi mescide girdi diğerleri beklerken tütünlerini sarıp sigaralarını tüttürdüler. Yanlarına bir gariban geldi birazcık tuza banmak için ekmek istedi, Allah versin deyip gönderdiler. Yarın ahirette tuzu kuru cennetlikler onları uzaktan görünce, söyle seslendiler: “Onlar cennetler içindedir. Günahkârlara: Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir? diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: Biz namaz kılanlardan değildik, yoksulu doyurmuyorduk.” (Müddessir Suresi, 40-44)


TUZ GÖLÜ - II Çevremizde gördüğümüz canlı cansız her şey, cansız ve şuursuz atomların bir araya gelmesiyle oluşur. Bir atomun ne kadar küçük olduğunu anlamak için bir misal verelim. Elinizde bir çakmak olsun, kuşkusuz bu çakmağın içindeki atomları görebilmemiz mümkün değildir. Ama elimizdeki çakmağı Atlas Okyanusu boyutunda büyütürsek işte o zaman çakmağın içindeki her bir atom tuz tanesi büyüklüğüne ulaşır ve biz de onları görebiliriz. Nasıl bu tuz zerreleri tesadüf rüzgârlarının esmesi sonucu bu hayvan heykelleri oluşamazsa, öyle de bu tuz zerreleri gibi cansız, şuursuz ve bilinçsiz atom zerrelerinin de tesadüf rüzgârlarıyla kendiliğinden bir araya gelip toplanmasıyla, her biri ayrı bir tasarım harikası olan bu canlı cansız mahlûkatı oluşturması imkânsızdır. Atomları bir araya getirip tüm evreni, galaksileri, yıldızları, güneşi gezegenleri, dünyayı ve içindeki bitkileri, ağaçları, hayvanları, atları, develeri, katırları, eşekleri, insanları yaratan; onların her birine ayrı ayrı şekil ve suret veren tesadüf rüzgarları değil, alemlerin Rabbi olan Allah’tır.


Nasıl Tuz Gölü havzasına yayılan tuz yığınları tesadüf rüzgârları sonucu kendiliğinden bu katır ve eşek heykellerine dönüşemezse, kainat ve yeryüzü havzasına yayılan atom yığınları da, yüzbinlerce yıl geçse de tesadüf rüzgârları sonucu sadece savrulup dururlar. Ama kendiliğinden yüzbinlerce farklı bitki, hayvan ve insan suretlerine dönüştüğünü söyleyen Allah’a yabani yabancılar bu katır ve eşeklerden kalpleri daha katı ve şeklerle doludur. Ölünce cehennem havzasında kazıklara bağlanıp, sırtlarında semerleriyle odun taşımaya daha layıktırlar. Ey gafil Cemil! Allah'a iman etmeyenlere katır ve eşek yakıştırmaları yapacağına, yarım yamalak da olsa öğrendiğin bilgileri başkalarına anlatıp yaşamazsan ve evinde sıpa gibi yan gelip yatarsan, kitap yükü taşıyan eşeklerden ne farkın olur senin? Poğça yiyip çay içmekten belindeki kemerini gevşeteceğine, sırtına semer takıp köyündeki poça merasında çayırlarda otlamaya ne dersin? Hayatını böyle semeresiz geçirirsen, semerli eşeklerden daha eşek ve bu yakıştırmalara daha layık olmaz mısın? Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür. Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez. (Cuma Suresi, 5)


TARLAYA DÖKÜLEN UNLAR - I İhtiyar bir köylü eşeğine yüklediği buğdayları değirmene götürür. Dönüşte eşeği tökezleyince un çuvalları yere düşüyor ve tarlaya dökülüyor. Eve boş gelince hanımı diyor, be adam bari toplayabildiğini getirseydin ya, bak yağmur çiseliyor rüzgâr da çıktı unlar telef olmuştur şimdi. Gün doğunca Şükrü dede gidiyor bir bakıyor ki tarlada tuhaf şeyler olmuş: Adamın biri ağaca yaslanmış, inek, koyun, keçi yerde otlar, tavuk eşeleniyor, köpek havlıyor vaziyette ama hepsi hamurdan yapılmış tıpatıp aynı. Eve koşup geliyor, koş hanım tarlada garip şeyler olmuş. Unların döküldüğü yerde hamurdan heykel gibi yapılmış şu şu suretler vardı. Şaşırdım kaldım bu nasıl oluşmuş olabilir? Şimdi tüm ihtimalleri birlikte değerlendirelim: 1- Ya unlar yani un zerreleri mükemmel bir bilinç ve şuur gösterip bir araya gelmeye karar vermişler ve birlikte hareket edip rüzgârın da sırtına binerek bu mahlûkatın ayrı ayrı kalıplarını icad etmişler ve suretlerini oluşturmuşlardır. Bu şık tamamen imkânsızdır. Çünkü un zerreleri cansız ve şuursuzdur. Akledip düşünemezler ve bir araya gelip büyük bir disiplin içinde hareket ederek, bu kalıplara bu şekle ve şemale dönüşemezler. 2- Ya kendi kendine oldubitti. Yani kör kuvvetlerle serseri tesadüflerin bir araya gelmesiyle rastlantı sonucu oluştu.


Bu sık da tamamen imkânsızdır. Çünkü sel gibi akan unsurların toplanmasıyla çamur gibi bir hamur yığını oluşur. Mükemmel bir ölçü, düzen ve plan gerektiren bu şekil ve suretler oluşamaz. 3- Ya doğa, tabiat kendi yaptı. Yani tabiat akledip rüzgârlarını gönderdi, yağmurun çiselemesi, şimşeğin çakması depremin sallaması, güneşin ısıtması, suların buharlaşması gibi müşterek hareketler sonucu oluştu. Bu şık da tamamen imkânsızdır. Çünkü kör, sağır, düşüncesiz ve cansız tabiat yani güneş, hava, su, toprak, mineraller, madenler, ultraviyole ışınları... Hepsi bir araya gelip istişare sonucu karar vererek her biri ayrı ve mükemmel bir ölçü, düzen ve plan gerektiren bu şekil ve suretleri oluşturamazlar. Haydi, yüz derece cehalete soyunup aklı ve şuur var desek bile, tabiatın eli, kolu ve teması mı var ki heykeltıraş gibi eliyle dokunup ince ince rötuşlar yapıp her birine ayrı şekil ve suretler versin? 4- Ya da akıl ve şuur sahibi bir zat tarafından yapılmıştır. Her ne kadar o kişiyi tarlada bağdaş kurup yerde oturarak görmesek de bir akıl tarafından yapıldığı kanaatine varırız.


TARLAYA DÖKÜLEN UNLAR - II Tarlaya dökülen unlar misali canlı cansız tüm mahlûkat da un zerreleri gibi çok çok daha ufak cansız ve şuursuz atom zerrelerinden yaratılmıştır. Ha unlar ha bunlar. Hepsi cansız ve şuursuzlukla aynı birbiriyle eşittirler. Sel gibi akan unsurların bir araya gelip toplanmasıyla her biri mükemmel bir ölçü, düzen ve plan gerektiren canlı insan, ağaç, meyve, sebze, çiçek, böcek, inek, koyun, kurt, kuş... kalıpları, şekil ve suretleri kendi kendine, tesadüfen veya tabiatın tesiriyle oluşamazlar tüm âlemlerin Rabbi olan Allah'ın ol demesiyle ve emriyle oluşabilir. Nasıl unların rüzgârda uçuşması, yerde sel gibi toplanıp akmasıyla bu hamur heykeller oluşamazsa, bunlardan binlerce kez daha mükemmel canlı suretleri de, cansız ve şuursuz atomların kendi kendine, tesadüflerle ya da tabiatın tesiriyle oluşabilmeleri akıl ve mantık dışıdır. Ancak üstün bir akıl sahibi Allah'ın dilemesiyle olur. Evet, tüm mahlûkatı oluşturan atom zerreleri kendi kendine işlemez, işletilirler. "Gerçeklerin akıl süzgecinden geçirilerek yorumlanışı ortaya koymaktadır ki, üstün bir Akıl fiziğe, kimyaya ve biyolojiye müdahale etmiş ve doğada varlığından söz etmeye değer bilinçsiz güçler yoktur." İngiliz matematikçi ve astronom Prof. Sir Fred Hoyle


O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Gaybı da, müşahede edilebileni de bilendir. Rahman, Rahim olan O'dur. O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Melik'tir; Kuddûs'tur; Selam'dır; Mü'min'dir; Müheymin'dir; Aziz'dir; Cebbar'dır; Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir. O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 22-24)


KIZILIRMAK DELTASI – SAMSUN Yaklaşık 350 adet kuş türü, manda, yılkı, balık, sürüngen vb. çeşitleri yanında zengin bitki örtüsüyle korunmaya değer bir habitatı içerisinde bulundurmaktadır. Deniz, ırmak, göl, sazlık, bataklık, çayır, mera, orman, kumul ve tarım alanları gibi farklı yaşam alanlarını (habitatları) bir arada bulundurması, Kızılırmak Deltası’nı eşine az rastlanır derecede önemli kılmaktadır. Deltanın girişine mıcır taşları dökülse, bu mıcırların üstüne bu taşlardan yapılmış deltayı tanıtıcı manda, inek, koyun, at, leylek, pelikan, flamingo, ördek, turna, sazan, kefal, yılan gibi hayvan heykellerini görsek, bunların tesadüfen rüzgârların yerdeki mıcırları savurmasıyla oluşturduğunu iddia edemeyiz. Sonra deltanın içine girip bataklığa giren mandaları, merada otlayan koyunları, çayırda koşan atları, tepede uçuşan leylekleri, gölde yüzen ördekleri, kıvrılan yılanları görsek akıldan istifa edip nasıl bunların yaratılışlarını, şekil ve suretlerini sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Allah’a vermeyip; kör kuvvetlere, serseri tesadüflere, sağır tabiata, cansız ve şuursuz sebeplere isnat edebiliriz?


Bir yere pamuk yığınlarını iplik yumaklarını yığsak, tesadüf rüzgârlarının esmesi sonucu kendi kendine çeşitli renk, desen ve motiflerde ilmik ilmik kilimler, halılar dokunabilir mi? Bir yere atom yığınlarını, hücre yumaklarını yığsak, tesadüf rüzgârlarının esmesi sonucu kendi kendine her biri ayrı ve mükemmel bir ölçü ve düzen içinde bu kalıplardaki manda, inek, koyun, at, pelikan, turna ve ördekler dokunabilir mi? Tabiat ve tesadüfler yani güneş, hava, su, toprak, bulut, rüzgâr, fırtına, şimşek, erozyon, radyasyon… bir araya gelip bu hayvanların basitçe yapılmış daha mıcırlardan heykellerini yapmaktan acizken nasıl oluyor da bu cansız ve akılsız atomların tesadüf rüzgarlarıyla kendiliğinden bir araya toplanarak bunlardan binlerce kez mükemmel canlı, etten ve kemikten asıllarını yarattı deme gafletini gösterebiliyoruz? Evet mıcırlar gibi cansız ve şuursuz atomlar tesadüf rüzgârları sonucu kendi kendilerine bir araya gelip her bir hayvanın muayyen kalıbını düşünsünler toplanıp öylece dizilsinler ve o mükemmel ölçü ve düzen içindeki şekil ve suretlere dönüşsünler? Bundan daha hurafe, batıl ve saçma bir safsata olabilir mi? Çevremizde gördüğümüz her şey, tüm varyasyonları ile yaratılışın birer kopyasıdır ve hepsi çok üstün ve mutlak akıl sahibi bir varlık olan Allah tarafından yaratılmıştır. Prof. Kenneth Cumming, biyokimya profesörü Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45)


MANYAS KUŞ CENNETİ – BALIKESİR Kuş Cenneti Milli Parkı, birçok kuş türüne ev sahipliği yapar. Tepeli ve ak pelikanlar, karabataklar, kasıkçı, çeltikçi, küçük balaban, gece balıkçısı, tepeli dalgıç, sakar meke, su tavuğu, yaban ördeği, alacabalıkçıl, erguvani balıkçıl, saz bülbülü, dik kuyruk, flamingolar ve daha niceleri… Milli parkın girişindeki idari binada, kuş türlerinin tanıtım vitrininin yer aldığı bir müze bulunmaktadır. Gölde ölen her tür kuşun içi boşaltılıp mumyası vitrinlerde sergilenmektedir. Şimdi duvarlarda ressamların yaptığı kuş türlerinin resimlerini görüp bunların, boyaların tuvallere tesadüfen dökülmesiyle oluştuğunu hiç kimse iddia edemez. Ancak bir ressam fırçası tarafından bilinçli ve ince rötuşlarla resmedilmiş kanaatine varırız. Ressamını tabloların karşısında, ağzında purosuyla oturarak görmesek de.


İdari binadaki müzeden çıkıp az ötedeki gözlem kulesine çıkıp dürbünle göldeki kuş türlerini seyretsek ve bunların Sanatkarını hiç düşünmesek ya da tabiat, doğa harikası desek ne kadar divanelik yapmış olmaz mıyız? Daha duvardaki resimlerin bile kendi kendine boyaların tuvale dökülmesiyle oluşamayacağını bildiğimiz halde, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli, sanatlı ve canlı asıllarını üstün Sanatkarına vermeyip, sel gibi akan unsurların kendiliğinden oluştuklarını iddia edip, doğa ve tesadüflere havale edersek, yarın mahşerde bizleri “Bre kuş beyinli!” deyip fırçalamazlar mı? Kartal pençesine takıp eşek cennetine uçurtmazlar mı? Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126) O'nun alnından yakalayıp-denetlemediği hiç bir canlı yoktur. (Hud Suresi, 56)


KARAİN MAĞARASI - ANTALYA Eski dönemlere ait en büyük yerleşim alanlarından biri olan Karain Mağarası, Antalya ve Burdur kara yolu arasında kalan bir mağaradır. Günümüzde yapılan arkeolojik kazı çalışmaları sonucunda eski zamanlara dair pek çok yerleşim kalıntısı bulunmuştur. Bulunan bu önemli kalıntılar, Antalya içindeki müzelerde sergiye açılmıştır. Anadolu hakkında geçmişten gelen önemli ip uçları veren Karain Mağarası, aynı zamanda Roma dönemine ait kalıntıları da barındırmaktadır. Eski yıllarda var olan mağaralar sadece tek bir katmanı temsil ederken, Karain Mağarası’nda birçok tabaka bulunmaktadır. Karain Mağarası’ndan yerleşim kalıntılarının çıkarılmasının yanı sıra, sanata dair bulguların da ele geçirilmesi, Anadolu sanatı hakkında aydınlatıcı fikirler vermektedir. Duvarlarına çizilen şekiller de Allah’ın sanatı hakkında aydınlatıcı fikirler verir, şöyle ki: Uzun yıllar içine girilmeyen bu mağaranın içine girdiğimizde topraktan duvarlarına basitçe çizilmiş elma, portakal, kiraz, muz gibi meyve şekillerini ve incir, dut, mandalina gibi ağaçların resimlerini görsek; bu çizimlerin kendi kendine veya tesadüfler sonucu oluştuğunu ya da toprağın kendisinin üzerine resmettiğini asla düşünmeyiz. Mutlaka mağaranın içine giren şuur ve akıl sahibi biri tarafından çizilmiştir kanaatine varırız. Mağaradan çıkarken hemen bitişikteki duvarlarda çıkan incir ağacı ve sarmaşıkları, az ötede sıra sıra dizilen portakal ağaçlarını görsek bu üç boyutlu ve canlı resimlerin kendi kendine veya tesadüfler sonucu oluştuğunu ya da toprağın bizzat kendisinin üzerine resmettiğini mi düşünürüz? Halbuki bu aciz, cansız ve şuursuz toprağın daha meyvelerin ve ağaçların alelade çizimlerini bile yapamayacağını bildiğimiz halde, aklımız küfür ve isyan sarmaşıklarıyla sarmaş dolaş, inkarcı fikirlerle karışık olduğundan hakikati göremeyip, yine bu aynı toprağın bu meyvelerin ve ağaçların çizimlerinden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı canlı asıllarını bizzat kendileri icat ediyor deyip kütük kafalılık yapabiliyoruz.


Kaldı ki canlı ve şuurlu biz insanlar bile ağaçların resmini çizmeye kalksak köklerindeki ve dallarındaki sayısız ayrıntıyı çizmeyi başaramayız. Ama cansız ve şuursuz toprağın bundan bilerce kez mükemmel asıllarını icat ettiklerine inanma gafletini gösterebiliyoruz. Misali şöyle düşünebiliriz: Yeni doğmuş bir bebeğin üstüne küçük hikaye kitapçığı koyup desek: “Bu resimli kitapçığı bu bebek bizzat kendi yazdı.” Çocuk mu kandırıyorsun diye gülümserler. Mutlaka biri yazıp koymuştur diye düşünürüz. Yine yeni doğmuş bebeğin yanına 22 ciltlik Ana Britannica Ansiklopedisi’ni koyup “Bu bebek bunları kendi yazdı” desek, atma Recep din kardeşiyiz demezler mi? Hikaye kitapçığı mağaradaki alelade çizimlere, ansiklopedi ise canlı ağaçlara misaldir. Kör, sağır, düşüncesiz ve cansız toprak icat fiilinde kundaktaki bebekten binlerce kez acizdir. Meyveyi ağaçtan, ağacı topraktan, tabiattan bilen ve şirke düşen bu kundaktaki bebekten daha akılsız ve şuursuz tabiatperest kütüklere, atma Recep din kardeşiyiz denilmesi gerekmez mi? Peki bebeğin yanına o bilgi yüklü ansiklopediyi kim bıraktı? Peki toprağın bağrına o bilgi yüklü tohumu kim bıraktı ve ondan sayfalar dolusu yaprak, çiçek açan ve meyve veren ağacı kim yazdı? “Şimdi ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık…” (Vakıa Suresi, 63-65)


PLASTİK AĞAÇLAR Bir çiçek mağazasına gitsek, orada plastikten yapılmış ve Çin’den ithal edilmiş ağaçlar görsek, şöyle ki bembeyaz çiçek açmış kiraz ağacı, yemyeşil yaprakların arasında sapsarı limon ağacı, gelin çiçeği gibi pembe beyaz çiçek açmış şeftali ağacı… Şüphesiz bu süs ağaçları Çinli ustaların maharetlerini gösterir. Diyemeyiz ki plastikler kendi kendine akıp şekillendi, yaprak, çiçek ve meyve verdi. Mağazadan çıkıp az ötedeki orman parkına gitsek, orada sayısız ağaçları görsek, binlerce defa plastik ağaçlardan daha mükemmel, sanatlı, harika ve canlı bu ağaçların Sanatkârını hangi tezgâha havale edebiliriz? Şimdi plastik ağaçların icatlarını rahatlıkla Çinli ustalara verebiliyoruz ama nasıl oluyor da bunlardan binlerce kez mükemmel, sanatlı, hikmetli ve canlı sayısız ağaçların icatlarını kör kuvvetlere, serseri tesadüflere, sağır tabiata, şuursuz ve karanlık toprağa havale edebiliyoruz?


Bu ağaçların köklerine botanik profesörlerini gömüp bağlantı yapsak, elmayı, armudu, portakalı oluşturmak için toprağın içindeki mineralleri seçip, süzüp toplayamazlar, köklerinden geçirip ağaçlara nakledemezler. Ama şuursuz kökler pardon şuurlandırılmış kökler bunu yapabiliyorlar. Allah dilerse olur. Kökler kendiliğinden işlemez, işletilirler. “Hiç şüphesiz ki, her şey Allah’ın yüce kudreti ile meydana gelmiştir. Her şeye gideceği yolu gösteren ve çizen O’dur. Toprak ve bitkilerle ilgili araştırmalarda derinleştikçe Allah’a imanım da o nispette arttı” (Prof. Dr. Lestergon Simurden, Cochin Üniversitesi Tarım ve Matematik Profesörü) “Asmalı asmasız bahçeleri, hurmaları, tatları farklı ekinleri, zeytinleri ve narları-birbirine benzer ve benzeşmez-yaratan O’dur.” (En’âm Suresi, 141)


KAPADOKYA PERİBACALARI - NEVŞEHİR Vadi yamaçlarından inen sel suları ve rüzgârlar tüflü yapıdaki toprağı aşındırır ve tüfe göre daha sert yapılar aşınmayarak şapka gibi ayakta kalır. Yani alt katman olan konik şeklindeki gövde, üst katman olan sert kayaçlardan daha yumuşak olduğu için binlerce yılda daha fazla aşınarak bu ilginç peri bacaları görünümü olmuştur. Bu geniş vadi içinde ilk Hristiyanlar Roma'nın baskı ve zulmünden saklanıp ibadetlerini yapmak için kayaları oyarak içlerine birçok kiliseler yapmışlardır. Vadideki bir manastırın bitişiğindeki peri bacasının duvarını yontup, kilise duvarlarında resmedilen, son akşam yemeği sahnesinde masanın etrafında dizilen havarilerin kabartma heykelleri yapılsa ve oraya gelen turistlere; "Bu suretler de peri bacaları gibi binlerce yılda vadi yamaçlarından inen sel sularının ve rüzgârın tüflü toprağı ve kayaları aşındırmasıyla kendiliğinden oluştu!" denilse. Turistler demez mi; "Yapma be kardeşim hadi peri bacalarını anladık belli belirsiz şekiller, figürler, ilginç oluşumlar ortaya çıkmış. Ama bu sel gibi akan unsurların aklı, şuuru, mizanı mı var ki burada ikişer çift göz ve kulak, burun, ağız, kafa, gövde, el, kol, bacak,


parmaklardan oluşan insan şekil ve suretlerine bürünsün? Baksana adamcağız kızarmış balığı nasıl kesiyor açlıktan içi gitmiş!" Bu turist kafilesindeki kişilerin belki de çoğu ülkelerinde profesördür. Örneğin Oxford Üniversitesi'ndeki kürsü başkanı olan bu tıp profesörü, yüzlerce dünyanın en seçkin beyinlerinden oluşan öğrencilerine konferansta ders verirken insan vücudundaki son derece kusursuz sistemlerle işleyen detaylardan bahsedip gözü, kalbi, beyni, sindirim, dolaşım sistemini anlatırken bunları tabiata ve tesadüflere havale etse, yani sel gibi akan unsurların (Hava, su, toprak, güneş ışığı) binlerce yılda toplanmasıyla bu harika vücut kendiliğinden oluştu dese hiç kimse buna itiraz etmez. Yarın mahşerde o hocaya ve talebelerine; "Yapma be kardeşim haydi peri bacalarını anladık ama sizlere şükredesiniz diye verilen bu gözleri kulakları nasıl sel gibi akan unsurlara verdiniz?" deyip adamın kulaklarını çekmezler mi? Son yemek sahnesindeki havariler; "Baksana adamcağız kızarmış cehenneme nasıl bakıyor, korkudan ödü patlamış" demezler mi? Ey insan; üstün kerem sahibi olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir? Ki O, seni yarattı, sana bir düzen içinde biçim verdi ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir surette seni tertip etti. (İnfitar Suresi, 6-8)


Allah'ın lütfu ile yazmış olup ücretsiz dağıttığım kitaplarım: 1- Kayıp Dünyalarda Allah'ın Mührü 2- Kadim Medeniyetlerde İlahi Sırlar 3- Dünyanın Yedi Harikasında Tevhidin İzleri 4- Mimari Eserlerde Rabbin Kitabesi 5- Gizemli Dünyalara Yolculuk Nur Ekspresi 6- Doğal Harikalar Diyarında Allah'ı Bulmak 7- Helak Olan Kavimlerde İbretlik Deliller 8- Türkiye Unesco Dünya Mirasında Allah'ı Akılla Görebilmek 9- Unesco Dünya Mirasında Allah'ı Akılla Görebilmek 10- Rabbimizi Bize Gösteren Pencereler 11- Semâvât Âleminin Tefekkürü 12- İstanbul Turunda Allah'ı Bulmak 13- Deizmi Çürüten Misaller 14- Kuran ve Sünnet Rehberliğinde Altın Öğütler 15- Unesco Kültürel Mirasımız Köyname 16- Divan Bahçesinin Gülü Aşk-ı Nebi 17- Ahiretin Kesin İspatı 18- Allah'ı Delilleriyle Görebilmek Not: Listedeki kitapların ismini ve yanına Cemil Metin yazıp internetten ücretsiz okuyabilirsiniz. Resulullah'ın (s.a.v) ayağının toprağı Hor, hakir, günahkar, şuursuz, miskin Cemil Metin, 2018 Malkara / TEKİRDAĞ

80



Doğal harikalar diyarına yapılacak bu yolculukta dünyamızın ilginç oluşumlarına ve doğal manzaralarına uğrayıp; uçsuz bucaksız mavi göklerin önünde tüm heybetiyle görünen sarp ve karlı dağların, yemyeşil ormanların mavi-yeşil göletleri ve denizleriyle büyülü dünyamızın cennet bahçelerinde açan tevhid çiçeklerini koparmaya hazır olun.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.