Önsöz
Uygarlığın beşiği Anadolu’da birçok kadim medeniyetler ardında sırlarla dolu olağanüstü güzellikte mimari eserler ve paha biçilmez sanat harikalarıyla derin izler bırakarak dünya sahnesine bir dönem damgasını vurmuşlardır. “Kayıp Dünyalarda Allah’ın Mührü” adlı diğer kitapta dünyanın dört bir yanındaki uygarlıklardan bahsedildiği için burada sadece Anadolu’daki medeniyetlerden bahsedilecektir. Efes Antik Kenti'nin mimarını sütunlu yollarda dolaşırken görmesek de, onun taşlarının tesadüfen değil, bir akıl tarafından itinayla dizildiğini aklen gördüğümüz gibi; teleskobumuzla yıldızları seyrederken Allah'ı hâşâ göklerde bir yerde otururken görmesek de tüm kainatın ve içindeki mahlukatın sonsuz akıl sahibi bir Yaratıcı tarafından tasarlandığını aklen görürüz. Eserden müessire geçip Anadolu’nun esrarengiz yerlerine yapılacak bu yolculukta, kadim uygarlıkların ardında kalan izlerin ve görkemli kalıntılarının altında kaybolan “İlahi Sırlar”ı keşfetmeye ve gün yüzüne çıkarmaya hazır olun.
NEMRUD DAĞI - ADIYAMAN Kuzey Suriye ile Doğu Toroslar arasında kalan topraklarda kurulan Antik Kommagene Krallığı’nın hükümdarları, arkalarında nefes kesici güzellikte mezar mabetler bıraktı. Nemrud Dağı’nın doruğuna, taş kırıklarından oluşan konik bir tümülüs hakimdir. İç planı bilinmeyen bu mezar büyük yapay teraslarla çevrilidir. Doğu terasında bir tarafında kartal, diğer tarafında arslan bulunan ortada beş adet tanrı heykeli vardır. Teras zemininden 7 m yükseklikte, tahtlarının üzerine oturmuş olan heykellerin her biri 7-8 ton ağırlığındaki taş bloklarından yapılmıştır. Günümüzde depremlerden dolayı heykellerin başları kopmuş ve terasa dağılmış durumdadır. Heykellerin sırası bir arslan ve kartal heykeliyle başlar. Hayvanların kralı olan arslan yeryüzündeki gücü, tanrıların habercisi olan kartal ise göklerdeki gücü temsil eder. Şimdi desen ki; “Nemrud Dağı’nın zirvesinde uçuşan kutsal kartallar, dağın eteklerinden pençelerinde taşıdığı taş kırıklarını tümülüsün önüne getirip, üst üste koymasıyla, arslan da tükürük ve çamurla sıvayıp Tanrı Zeus’a sunmak üzere bu harika kafa heykelleri oluştu!” Ona bakarsan kartal ve arslan canlı, eli kolu ve belli bir şuuru var ama yine de üç beş tane kafa heykellerini yapmaktan acizdirler. Oysa tabiat ve tesadüfler ise cansız, akılsız ve şuursuzdur. Eli, kolu ve beyni yoktur. Binlerce defa kartal ve arslanlardan acizdirler. Nemrud Dağı’nda yedi tane kafa sureti duruyorsa, yeryüzünde yedi milyar insan suretleri dolaşıyor ve bu heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı ama binlerce kez cehalete ve inkâra soyunup, nasıl bunları tabiata ve tesadüflere havale edebiliyorlar?
2
Bari kartallara ve arslanlara verseler de bir tık daha mantık çöküntüsünden yukarı çıksalar! Avrupa ve Amerika’da dinsizlik hakim olduğu için ölünce toprağa gömülmek yerine, kendilerini Hindu gibi fırınlarda yaktırmak moda olmuş. Tibet’in bir bölgesindeki Budistler ölülerini gök defniyle gömüyorlar. Yani ölüyü yüksek bir dağa çıkarıp, rahip balta ve satırla bedenini doğrayarak gökte uçuşan kartallara veriyor. Bu batık Batılılar da hindi gibi kendilerini yakacaklarına gök defniyle gömülseler arslan gibi olmaz mı? Kendilerine bir tık daha iyi alternatif bir ayin sunulmuş olmaz mı? Ne yakıyorsun kendini? Nasıl olsa ölünce cehennemin dibine göçüp yanacaksın. Gel gök defniyle gömül! Kartalların midesine geçip göklerde biraz dolaş ki, sana ufak bir kıyak olsun!
3
EFLATUNPINAR ANTİK HAVUZU - KONYA Konya Beyşehir’e bağlı Sadıkhacı Beldesi sınırları içerisinde yer almaktadır. Hitit döneminden kalma bir su anıtı olup, yapılışı MÖ 13. yüzyılın son çeyreğine tarihlendirilmiştir. Lahit taşının üstüne işlenen Hitit dönemi kabartmaları ile ünlüdür. Kayalar üzerine kabartma tekniğinde yapılmış tanrı ve tanrıça figürlerinden oluşmaktadır. On adet hayvan başlı hibrit figürler ve gölet çevresinde çeşitli başka heykel parçaları bulunmuştur. Bunların en büyüğü üçlü boğa heykelidir. Şimdi başka antik yerlerde bulunan yunus, köpek, fok balığı, timsah, su aygırı gibi hayvan heykellerini alıp bu antik havuzun duvar taşlarının üstlerine dizsek, heykelleri gören hiç kimse bunları kör tesadüflere havale edemez. Şimdi Beyşehir'de balık pazarını gezerken tezgâhta dizilen hamsi, uskumru, istavrit, çinekop, levrek balıklarını görsek ve onların Sanatkarını hiç düşünmeyip; “Acaba tavada mı daha iyi pişer yoksa ızgarada mı? Yanında çoban salatası mı iyi gider yoksa mevsim salatası mı?”
4
diye sadece mideni düşünsen, aklını çalıştırmasan, yani Yaratıcı’yı hiç akla getirmeyip balık akıllı bir hayat sürdürsen yarın mahşerde; “Tavada mı yanmayı tercih edersin yoksa ızgarada mı? Yanında çoban sopası mı istersin yoksa odun sopası mı?” diye adamın karşısına yemek menüsünü çıkarmazlar mı? Üstüne irmik helvası bekleme gelmez. Korda balık gibi pişip pişman oldukça acılı pişmaniyeyi bolca yersin. Nasıl bu balık heykelleri tesadüfler sonucu oluşamazsa, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı olup suda yüzen bu canlılar da ancak alemlerin Rabbi olan Allah tarafından yaratılabilir. Kör kuvvetler, serseri tesadüfler, sağır tabiat bunların sanatkârı olamaz. Lokantada balığı yedikten sonra üstüne mahşerde çoban sopası yememek için git Beyşehir Eşrefoğlu Camii'ne şükür için vakit namazını kıl ki, yarın Cennet konaklarında şerefli bir bey gibi karşılanıp ağırlanasın.
5
TRUVA ATI – ÇANAKKALE Truva atı, Odysseus’un, Troya kentinin surlarını aşmak ve şehre gizlice girmek için yaptırdığı tahtadan at maketidir. Savaş yaklaşık 10 yıldır sürüyordu. Askerler bıkkın ve yorgundur. Odysseus’un aklına tahtadan bir at yapma fikri gelir. Plana göre Akhalılar yani Yunanlılar savaştan çekiliyor gibi gözüküp sahile, içerisine en iyi ve cesur askerleri doldurdukları bir at maketi bırakıp, gemileriyle birlikte ortadan kaybolurlar yakın bir adaya gizlenirler. Truva’ya bir hediye olarak geldiği sanılan atı, Truva Kenti hâşâ tanrılarının bir lütfu olduğunu düşünür ve maket heykeli şehrin içerisine götürür. Tabi Truva Kenti, Yunanlıları yendiğini sandığından kutlamalar yapılır. Gece yarısına kadar içip sarhoş olunca Truvalılar, attan inen askerler şehrin surlarının kapılarını açarlar, dışarıda saklanan binlerce askerler içeri girerler ve katliam başlar. Şimdi hiç kimse diyemez ki; “Kenti istila için gelen Yunanlıların ahşap kadırgaları, sert dalgalarla boğuşurken kayalıklara çarpıp parçalara ayrıldı. Suda yüzen tahta parçaları dalgalarla tekrar birleşip kendiliğinden bu Truva atını oluşturdu!” Şimdi hiç kimse diyemez ki; “206 kemik parçası tesadüfen birleşip kendiliğinden insan vücudunun iskeletini oluşturdu!” Yine hiç kimse diyemez ki; “Yeryüzü havzasındaki kemik parçaları, sel gibi akan unsurlarla sürüklenip, tesadüf rüzgârlarıyla birleşip at, deve, inek, koyun, keçi gibi yüzbinler mahlûkatın ayrı ayrı iskelet sistemlerini oluşturdu!” Nasıl tahta parçalarının rastgele sürüklenmesiyle bu tahta at oluşamazsa ve onu yapan bir ustası varsa, bu tahta attan binlerce kez mükemmel, hikmetli, sanatlı ve yürüyen atların, develerin, ineklerin, insanların iskeletleri de kemik parçalarının rastgele dizilmesiyle değil, üstün bir akıl sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah tarafından inşa edilmişlerdir.
6
… Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz… (Bakara Suresi, 259)
7
PAMUKKALE ANTİK KENTİ – DENİZLİ Pamukkale’de yerden çıkan mineral yüklü sıcak su, taşlaşmış şelalelerden ve bir dizi teras havuzundan oluşan gerçek dışı bir manzara sunmaktadır. Pamukkale kenti, Türkçe kelime anlamı pamuk kalesi olan ismini, sıcak su kaynaklarının oluşturduğu beyaz kalker çökeltilerinden alır. Oysa, on sekizinci yüzyıl gezginleri buraya “Pambouk Kalesi” yani düzlüğe yayılmış olan binlerce lahite bakarak, “Mezarlar Kalesi” adını vermişlerdir. Çevresi antik yerleşimle dolu alanda birçok bina kalıntıları, sütunlar, tapınaklar, tiyatro, hamam, mezarlar ve heykeller görürsünüz. Şimdi antik tiyatro binasının sahnesinde dikilen mermer insan heykellerini alıp taşlaşmış şelalelerin ve teras havuzların yanına dikseniz; “Bunlar da mineral yüklü sıcak suların taşlaşmasıyla binlerce yılda kendiliğinden oluştu!” deseniz, turistler; “Senin anlattığın bu beyaz yalanlara pamuk helvası yiyen çocuklar bile inanmaz!” demezler mi? Heykelin hemen yanında havuz sefası yapan Beyaz Rusları görseniz, hemen akla taşlaşmış şeytan gelir. Bakarsan günaha girersin. 8
Ama turiste desen; “Şu havuz sefası yapan insanları görüyor musun? Nasıl sel gibi akan unsurların toplanmasıyla tesadüfen bu heykeller oluşamazsa, onlardan binlerce kez mükemmel ama günahkâr bu et ve kemikleşmiş insanlar da tesadüfen kendiliğinden oluşamazlar. Onlara da şekil ve suret veren bir sanatkâr vardır. O sanatkar da alemlerin Rabbi olan Allah’tır.” Turist taşlaşmış heykel gibi şaşırıp kalmaz mı bu hakikat karşısında. Diyecektir; “Thank you, thank you bana yeni ufuklar açtınız. Saçım başım ağardı, bu yaşıma kadar hiç böyle düşünmemiştim.” Ona deseniz; “Ey Michael amca, senin ülkende ve dünyanın çoğu yerinde tüm okullarda, üniversitelerde, medyada hep böyle beyaz yalanlar anlatılıyor. Evrenin, dünyanın ve içindeki bitki, hayvan ve insanların yaratılışı “kendi kendine, tesadüflere ve tabiata” havale ediliyor. Ama hiç kimse, "hey dur bi dakika senin bu anlattıklarına pamuk helvası yiyen çocuklar bile inanmaz demiyor." “Neden söyleyeyim mi? Kafanı şu havuza sokup etrafına baksan, herşeyi puslu bulanık görürsün. Aynı bunun gibi dünyanın dört bir yanını gaflet büyüsü, inkâr sisi sarmış, insanlar hakikati göremiyor, düşünüp idrak edemiyorlar. Yani basiretler körelmiş, kulaklar sağır olmuş, inkâr yüklü sıcak yalanlarla kalpler bu şelaleler gibi taşlaşmış.” 9
EFES ANTİK KENTİ – İZMİR Helenistik ve Roma döneminin üstün kentleşme, mimarlık ve dini tarihe ışık tutan simgeleri barındıran Efes’te farklı dönemlere ait en üstün mimari ve kent planlama örnekleri bulunmaktadır. MÖ 8. yüzyıla tarihlenen ve antik dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı’nın da ev sahibi olan Efes Antik Kenti, Antik Tiyatrosu, Celsus Kütüphanesi, sütunlu caddeleriyle gizemli, etkileyici ve tarih yüklüdür. Bu antik kenti dolaşırken, Roma döneminden kalma Celsus Kütüphanesi’nin önünden geçerken bir mucize yaşansa; kütüphanenin önünde dikilen heykeller birden yerlerinden çıkıp kütüphanenin içine girseler ve ellerine aldığı rulo halinde el yazmalarını eski Yunanca okumaya başlasalar, yaşanan tüm bu olağanüstü haller karşısında yabancı turistler, dünyanın son yedi günü mü geldi diye Meryem Ana Evi’ne koşup hınca hınç doldurmazlar mı? Antik kentin girişindeki kafeteryada turistler oturmuş çaylarını yudumlayıp gazetelerini okuyorlar. Taştan heykellerin yürümesine mucize diyoruz da etten kemikten oluşan insanların yürüyüp konuşmalarına ne diyelim? Semadan ezan sesleri geliyordu. Selçuk İsa Bey Camii’ne koşan var mı? Yatsı namazında 20 kişi saf tuttu, İbrahim Hoca namazdan sonra vaaz vereceğim dedi yedi kişi dinledi. Aynı saatlerde biraz ötedeki Kuşadası’nda bir diskotek hınca hınç doluydu. Dj mikrofonu eline almış karşısında bin
10
kişi zıplıyordu. Sabaha kadar içip, dans edip kuş gibi uçtular. Biraz öte zamanda kitaplar sağdan soldan verilmeye başlandı. Bir kavimden cennete yedi kişi girdi diğerleri naneyi yedi. Binlerce kişi cehennemde ateş dansı yapıp zıplıyordu. Zebani gittikçe dansın şiddetini artırdı. Tempo yükseldikçe dansçılar tepelerinde dönen ışıklı tokmakların altında kaz gibi tepinip yanıyorlardı.
11
KÜLTEPE TABLETLERİ - KAYSERİ Kaniş Krallığı'nın başkenti ve Anadolu’daki Asur Ticaret Kolonileri sisteminin merkezi olan Kültepe, Kayseri’nin 20 km kuzeydoğusundadır. Tarihi ve doğal anayolların birleştiği bir noktada yer alması, Kültepe’nin eski dünya ticaretinde önemini arttırmış ve MÖ 2000’in ilk çeyreğinde Anadolu – Suriye – Mezopotamya arasında önemli bir ticaret ve kültür merkezi olmasını sağlamıştır. Kültepe’yi çok değerli kılan ve tarihçiler tarafından “Anadolu’nun hafızası” kabul edilmesine sebep olan özelliği, kazılar esnasında bulunan yaklaşık 23.000 kil tablettir. Akadça’nın eski bir lehçesiyle yazılmış olan bu tabletler, Anadolu’ya ticari amaçlarla gelmiş Asurlu tüccarların ve onların iş yaptıkları yerli tüccarların kişisel kayıtlarından oluşmaktadır. 23.000 tabletin büyük çoğunluğu tüccarların kendi aralarındaki yazışmalar, yerli tüccarlarla yapılan senetler, ticari kayıtlar ve mahkeme tutanakları gibi belgeler oluşturmaktadır. Bunların dışında nafaka, evlenme, boşanma ve miras hukuku gibi konuların da işlendiği az sayıda tablet de mevcuttur. Kültepe’de ticareti yapılan iki önemli mal vardı. Tekstil ve kalay. Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki Mezopotamya’da yaşayan Asurlulardan kervanlarla gelen rengârenk ve dayanıklı kumaşlar ve kıyafetler çok rağbet görüyordu. Halk zevkine ve ihtiyacına göre sipariş verebiliyordu. Asurlu kadınlar çoğunlukla dokumacılık işiyle uğraşırlar ve dokunan kumaşları pazarlaması için Anadolu’ya gönderirlerdi. Yazın yeşil ota alışıp kışın kuru samanları yemeyince Kültepeli, koyunların gözlerine yeşil camlar bağlayıp yedirmeye çalışırken, Asurlu bir kervancı onu ağılın önünde görür. Ne yapıyorsun böyle merak ettim der. Yaptığı kurnazlığını gizlemek için hayvanların gözleri şaşı, otları göremiyorlar der. Adam ver bitane de bana deveme takayım kalastan geçerken az kalsın beni dereye atacaktı. Yok yok veremem bunlar şaşı develeri büsbütün kör eder.
12
Kültepeli bakar Asurlu adamın deve, eşek, katır kervanında öbek öbek yüklü renkli kumaşlar. İçinden der acaba bu kumaşları bunlar nasıl yapıyorlar, işi kavrasam da Kültepe’de bir dükkan açsam bu basurlulara da gerek kalmasa. Adamların her yıl çek senet tabletlerini ödemekten kabızlık illetine tutulduk! Asurlu Kültepeli’nin niyetini anlayınca büsbütün ticareti kül olmasın diye der; Hemşerim bizim memlekette tarlalarımızdan çıkan pamuklar, rüzgarların havada savurması sonucu ipliklere dönüşürler. İplikler de ha bu senin ağılın önüne çektiğin çitler gibi tarlalarımızı çevirdiğimiz çalılara takılması sonucu ha bu kumaşlar oluşuyor. Bizler de toplayıp size satıyoruz. Tıpkı tarladan patlıcan toplar gibi. Bana bak ne verimli topraklarınız varmış ki şaşırdım ha bu eşekler de tarlalarınızdan mı çıkıyor? Tıpkı tarladan sıçan çıkar gibi. Ya bu günümüz İpek Yolu’na çıkan tüccarlar, neyin endişesini taşıyorlar da kervanlarında büsbütün yalanlar taşıyorlar. Bir tarlaya pamuk yığınlarını yığsak, tesadüf rüzgârlarının esmesi sonucu iplikler kendiliğinden rengarenk desen ve motiflerdeki bu Asur kumaşlarına dönüşebilir mi? Bir yere atom yığınlarını yığsak, tesadüf rüzgârlarının havada savurması sonucu kendiliğinden eşek, katır, deve, koyun, keçi, kedi, köpek, fare, yerdeki yalanlara gökteki efsanevi simurg kuşlarına dönüşebilir mi? Bu develerin gözlerine Kültepeli’nin taktığı yeşil camları taksak da büsbütün şaşı olup eşekleriyle birlikte uçuruma yuvarlansalar, insanlık da dinsizlik illetinden kurtulabilse! 13
BERGAMA ZEUS SUNAĞI – I - İZMİR 1878 yılında başlayan Bergama kazıları sırasında çıkarılan en önemli eser olan Zeus Sunağı, bugün anavatanından binlerce kilometre uzakta, Berlin’deki Pergamon Müzesi’nde sergilenmektedir. Zeus Sunağı’nın çalınarak Berlin’e götürülüşünün başrolünde Carl Human isimli bir Alman mühendis oynar. Carl Human 1865 yılında Bergama karayolunun yapımı için Anadolu’ya gelen Alman bir mühendistir. Sadece bir mühendis değil, aynı zamanda bir arkeoloji meraklısıdır da. Daha da ilginci ise içindeki Zeus Sunağı tutkusuydu. Human, görev yaptığı tüm süre boyunca aslında tüm enerjisini ve dikkatini Zeus Sunağı'na adamıştı. Çünkü Zeus Sunağı ve Antik Anadolu ile ilgili birçok kitap okuyup, araştırma yapan Human, bölgede toprak altında uyuyan bir Zeus Sunağı olduğunu çok iyi biliyordu. İncil’de bile yer alan Bergama Zeus Tapınağı, Human için adeta bir saplantıydı. Human, o yıllardaki tüm çalışma hayatı boyunca her yerde ve hiç hissettirmeden sürekli olarak bu eşsiz tapınağı arayıp durdu. Birçok farklı alanda kazılar yaptıktan sonra neticede sunağın mermer merdivenlerine ulaştı. Human, artık Zeus Sunağı'nı bulduğundan emindi. O tarihe kadar yaptığı kaçak kazılar sonucu ne bulduysa bunları gizliden gizliye Almanya’ya yollamaya başardı.
14
Yol yapımı için sürekli taş ihtiyacını dile getiren Human oluşturduğu kalabalık ekip sayesinde geceler boyunca yol yapımı için taş taşıdıkları bahanesiyle katırlar ve develer ile sandıklanan her tapınak parçasını, Çandarlı Körfezi'ndeki Alman gemilerine taşımayı başardı. Birgün tüm Bergama halkı toplanarak sandık sandık taşınan büyük kervanın önünü kesse ve içinde eşsiz kabartma heykellerini görseler ve deseler; “Bu ne hal be adam, sen yol için taş mı taşıyorsun yoksa yolunu bulup memleketine heykel mi kaçırıyorsun?” Human dese ki; “Yol için taş taşıyordum ama katırların sırtındaki taşlar birbirine sürte sürte kendiliğinden ha bu heykellere dönüşmüş!” diye bir Alman palavrası atsa, halk diyecektir; “Bre beygir hırsızı senin bu anlattıklarına katırlar bile inanmaz!” Aynı yıllarda bir adam çıktı tüm evren ve içindeki tüm canlılar tesadüfen kendi kendine oluştu diye bir İngiliz palavrası attı, sandık sandık saçmalıklar tüm dünyaya ulaştı. Avrupa’daki tüm papazlar ve bilim adamları Darwin’in önünü kesip; “Dur bakalım bu kervanda sen ne taşıyorsun böyle? Bre iman hırsızı senin bu saçmalıklarına katırlar bile inanmaz!” demeleri gerekmez miydi?
15
BERGAMA ZEUS SUNAĞI – II Yine yakın yıllarda kuzeyden başka biri çıktı, din afyondur deyip kızıl yalanlar söyledi beyinleri uyuşturdu. Sandıklar dolusu Rus palavralarını, komünizm zehrini yüklenmiş kervanlar Asya’ya, Uzak Doğu'ya ve tüm dünyaya ulaştırdılar. Halbuki Rusların Lenin’in kervanının önünü kesip; “Stoy! Stoy! Ey yoldaş dur bakalım. Senin bu kızıl vaatlerin Kremlin’in damındaki karlara benzer, eninde sonunda erimeye mahkûmdur. Bizler çarın çarıklarını senin çekiç ve oraklarına tercih ederiz. Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye! Sana bu diyarlarda yer yok, sür eşeğini Sibirya’nın ıssız bozkırlarına. Belki oradaki donmuş ayıları, tilkileri, yaban domuzlarını kızıl vaatlerinle biraz ısıtabilirsin. Bizim senin meşalene ihtiyacımız yok keza bu yangın tüm Rusya ve dünyayı yakıp kavurabilir!” demeleri gerekmez miydi? Yine sonraki yıllarda başka bir Alman çıktı, üstün ırk dedi faşist yalanlar söyledi. Sandıklar dolusu pagan kültürü İtalya’ya, Avrupa’ya, Afrika’ya yayıldı ve tüm dünyayı kavgaya sürükledi. Halbuki aklı başındaki Almanlar; “Bre boyacı çırağı, senin bu kavgan sonunda tüm Alman ırkını elindeki fırça gibi süpürüp Rus bozkırlarına gömecek!” demeleri gerekmez miydi? İşte böyle tüm dünyayı kırk türlü bela istila etti. Hatırlar kırılmasın diye katırlara yol verildi. Fincanlar kırıldı imanlar kırıldı. Tüm dünyada halkın gönlündeki fincan gibi kırık iman, tıpkı Zeus Sunağı gibi
16
yerinden sökülüp ta uzaklara taşındı. Yerinde birçok ısırganlar dikenler, zararlı otlar çıktı. Tekrar yerine taşınması için çok uğraş, zaman ve çaba gerek. İşte Kırkpınar Er Meydanı! Rakibiyle dövüşecek Kel Aliço, Kurtdereli, Koca Yusuf gibi yiğit pehlivanlar ister. O pehlivanlar ne Amerika ne de Avrupa, Allah’ın izniyle Anadolu’dan çıktı. Son Osmanlı’nın nice yiğit pehlivanları er meydanında dinsizlik cereyanıyla güreşip rakiplerinin sırtlarını yere yatırdılar. Küfür ve inkâr yüklü bu kervanların önünü ellerinde Kuran hakikatleriyle kesip “Bre beygir hırsızları sizin bu anlattıklarınıza katırlar bile inanmaz!” deyip Osmanlı tokadıyla onları eşekleriyle beraber cehennem derelerine yuvarladılar. Yenilen pehlivan güreşe doymazmış. Cihan er meydanında nice rakip pehlivanlar ellerini ve kollarını sallayarak peşrev yapıyorlar. Cazgırlar; “Yok mu bunlarla güreşecek pehlivanlar!” diye bağırıyorlar. Ustalarının yetiştirdiği nice çıraklar, kispetlerini giymiş, ibriklerle üstlerine yağları döküp peşrev yapıyorlar. “Hayda bre pehlivan!” diye bağırıyorlar. Kıran kırana güreşe tutuldular. Allah’ın izniyle çıraklar ustaları gibi rakiplerini elense atıp kurt kapanıyla sırtlarını yere serdiler. Ama görüldü ki, yenilen hiçbir pehlivan zembilini duvara asmadı. Anlaşıldı ki ancak İsrafil’in suru bu güreşe nihayet verebilecek!
17
ASSOS ANTİK KENTİ – ÇANAKKALE Zeytin ağaçlarının çepeçevre sardığı saklı kent Assos, diğer adıyla Behramkale, binlerce yıllık geçmişiyle pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış. En çok da Yunan Uygarlığı’nın izleri kalmış bu kentte. Aristo MÖ 348-345 yılları arasında Assos’ta kalarak ilk felsefe okulunu kurmuş ve bu okulda felsefe dersleri vermiş. Behramkale Köyü olarak anılan Assos Antik Kenti girişine, 2009 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca ilk felsefe okulunun kurucusu Aristo’nun heykeli dikildi. Şimdi şöyle bir mucize yaşansa; Aristo heykeli yerinden çıkıp yürüyerek Akropol’de yer alan Athena Tapınağı’na gelse ve karşıdaki Midilli Adası’na yönelip turistlere eski Yunanca şöyle seslense; “O hominum! Ey insanlar! Kör kuvvetler, serseri tesadüfler, sağır tabiata değil, âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman edin!” Bu mucize karşısında tapınaktaki turistlerin çoğu belki de iman edecek hemen yakınındaki Hüdavendigar Camii’ne koşup secdeye varacaklar. Behramkale Köyü Camii’nde öğle ezanı okunuyor. İmam, insanları Allah’a iman etmeye davet ediyor. Haydi namaza, haydi kurtuluşa diyor. Üç-beş kişi camiye geldi. Caminin karşısındaki kahvehaneler tıklım tıklım dolu. Kimi okey, kimi pişpirik oynayıp boş vakit geçiriyorlar.
18
Şimdi kim daha gavur? Bir Aristo mucizesi karşısında hemen okey deyip imana gelecek turistler mi, yoksa binlerce Hz. Muhammed (sav)’in mucizelerine tanık olup işitip iman etmeyen bizler mi? Ey kendini Müslüman telakki eden insan! Kafir dediğin elin oğluna bir Aristo mucizesi kafi gelirken, sana Peygamberimiz Hz Muhammed (sav)’in binlerce yaşanmış ve binlerle tasdik edilmiş mucizeleri kafi gelmez mi? Kahvehanede okey oynayacağına turist gibi okey deyip camiye koşman gerekmez mi? Ey ezanı duyduğu halde pişpirik oynayıp boş vakit geçiren! Yarın mahşerde kimin daha fazla kaz gibi pişip hoş vakit geçireceğini Allah bilir! Dikkat! Bu tablo sadece Behramkale'yi değil ülkemizin çoğu yerlerini anlatmaktadır. Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, herşeyi sarıp-kuşatandır. (Fussilet Suresi, 54)
19
Göstermiş Olduğu Binlerce Mucize, O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. • Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi, • “(Ey Muhammed) attığın zaman da sen atmadın”1 ayetinin işaretiyle, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde, onları bozguna uğratması, • “Ay yarıldı.”2 ayetinin açık işaretiyle, aynı avucunun parmağıyla ayı iki parçaya ayırması, • ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi, • ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek elin, ne kadar harika bir İlahi Kudret mucizesi olduğunu gösterir. Güya, dostları içinde o elin avucu küçük bir Sübhânî zikir meclisidir ki, küçücük taşlar dahi içine girse zikir ve tesbih ederler. Ve düşmana karşı küçücük bir Rabbânî cephaneliktir ki, içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir Rahmânî eczahanedir ki, hangi derde temas etse, derman olur. Ve celâl ile kalktığı vakit, ayı parçalayıp, kàb-ı kavseyn yani iki yay şeklini verir. Ve cemâl ile döndüğü vakit, Kevser suyu akıtan on musluklu bir rahmet çeşmesi hükmüne girer. Acaba böyle bir zâtın birtek eli böyle harika mucizelere mazhar ve kaynak olsa, o Zâtın (asm), Kâinat’ın Yaratıcısı yanında ne kadar makbul olduğu ve dâvâsında ne kadar doğru bulunduğu ve o el ile biat edenler ne kadar bahtiyar olacakları, açıkça anlaşılmaz mı? 1 ) Enfal Sûresi, 8;17. 2 ) Kamer Sûresi, 54:1. 20
“Rahmânü’r-Rahîmden, Arş-ı Âzamdan gelen Furkan-ı Hakîmin kendisine indiği Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin hasenatı adedince milyonlar salât ve milyonlar selâm olsun. Risaleti Tevrat, İncil ve Zebur’da müjdelenen; nübüvveti irhâsâtla, cinlerin hâtifleriyle, insanlık âleminin evliyalarıyla, beşerin kâhinleriyle müjdelenen; bir işaretiyle ay parçalanan Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin hasenâtı adedince milyonlar salât ve selâm olsun. Davetine ağaçların koşup geldiği, duâsıyla yağmurun hemen iniverdiği, sıcaktan korumak için bulutların ona gölge yaptığı, bir ölçek yemeğiyle yüzlerce insanın doyduğu, parmaklarının arasından üç defa kevser gibi suların çağladığı, O’nun hürmetine Allah’ın, kertenkeleyi, ceylânı, ağaç kütüğünü, zehirli keçinin kolunu, deveyi, dağı, taşı ve toprağı konuşturduğu, Miracın sahibi ve gözünün asla şaşmadığı o mu’cize-i kübrâda ruyetullaha mazhar olan Efendimiz ve Şefîimiz Muhammed’e, Kur’ân’ın ilk indiği zamanın sonuna kadar onu okuyan herbir okuyucunun okuduğu herbir kelimenin hava dalgalarının aynalarına Rahmân’ın izniyle yansıyan bütün kelimelerinin bütün harfleri adedince, milyonlar salât ve selâm olsun. Bütün bu salâvatlardan herbiri hürmetine bizi bağışla, ey İlâhımız, bize merhamet et. Âmin.”
21
AFRODİSİAS ANTİK KENTİ – AYDIN Bir zamanlar Lidya eyaletinin başkenti olan Afrodisias Antik Kenti, Aydın ilinin Karacasu ilçesi sınırlarında yer alır. Ara Güler’in 1958 yılında Aydın’a baraj açılışına giderken, köy yollarında kaybolması sonucu bu antik kentin ortaya çıkmasını sağladı. 1961 yılında Prof. Dr. Kenan Erim tarafından kazılar başlamış ve bu şaheser kent yeniden gün yüzüne çıkmıştır. Afrodit Tapınağı, Tetrapylon Anıtsal Kapısı, Antik Tiyatro, Stadyum, Sebasteion, Agora, Hadrian Hamamı, Odeon Sarayı, heykel kabartmalarla işlenmiş lahitler ve yüzlerce heykelleriyle tam bir sanat harikası olan kent, dünyanın en iyi on antik kenti listesine girmiştir. Turistler, Antik Tiyatro’yu hınca hınç doldurmuşlar basamaklı taşlarında oturuyorlarken birden bir deprem olsa, yer feci bir şekilde sallanıp gökler şimşeklerle yarılsa, Afrodit Tapınağı’nın sütunları yıkılsa, ören yerindeki müzede sergilenen heykeller yerlere devrilse ve bir mucize yaşansa; heykeller kalkıp kentte yürümeye başlasalar ve “Kaçın! Kaçın!” diye çığlık atıp şehri terk etseler, turistler “Kıyamet mi kopuyor?” diye çığlık çığlığa bağırıp kaçışmazlar mı?
22
Yıllardır toprağın barında saklı kalan ve sonra kazı çalışmalarıyla ortaya çıkarılan bu kenti ve içindeki Afrodit Tapınağı, Antik Tiyatro ve Afrodisias’ın usta heykeltıraşlarının hünerli elleriyle yonttuğu yüzlerce heykeli hiç kimse diyemez ki, tabiat depremlerle içindeki taşları parçaladı, volkanlarla eritti, yağan yağmur çakan şimşeklerle yontup, sel sularının taşıdığı alüvyonlarla cilalayıp; fırtına, tipi ve rüzgarlarla en son bu şeklini verdi. Yine hiç kimse diyemez ki; “Bu evren, güneş, yıldızlar, dünya gezegenimiz ve içindeki yüz binlerce bitki, hayvan ve insanların yapı taşları olan atomlar kendiliğinden bir araya gelip, tabiat tarafından depremlerle sallanıp, volkanlarla haşlanıp, yağan yağmurlarla ıslanıp, çakan şimşeklerle parçalanıp, sel sularının taşıdığı alüvyonlarla cilalanıp, fırtına, tipi ve rüzgarlarla son rötuşları verilip bir heykeltıraş gibi her birinin ayrı ayrı şekil ve suretleri oluştu!” Ama diyen ve dinleyen çok demeyen ve dinlemeyen az. Hangisi size tuhaf geldi? Heykellerin kaçışması mı, tabiatın karıştırılması mı, yoksa ikisi de mi? Dünyanın dört bir yanında üniversite amfilerinde bilimsel teori olarak bu saçma ve mantıksız iddiaları dinleyen talebelerin, Afrodisias’taki heykeller gibi “Kaçın! Kaçın!” diye çığlık atıp bu hurafe ve tutarsız fikirleri terk etmeleri gerekmez mi?
23
HATTUŞAŞ ŞAŞKINLIĞI – ÇORUM Günümüzden 5.000 yıl öncesine ait kültürel verilere rastlanan Çorum Bağazkale’de, ilk organize devleti kuran Hititler’in, ilk başkenti Hattuşaş bulunmaktadır. Hitit Uygarlığı en az Mısır Uygarlığı kadar eski ve zengin bir uygarlıktır. Hititlerle Mısırlılar arasında yapılan Kadeş Antlaşması metin tabletleri Boğazkale’de bulunmuştur. Ayrıca, Hattuşaş’ın en büyük ve etkileyici kutsal mekanı şehrin dışında yer alan yüksek kayalar arasında saklanmış Yazılıkaya Tapınağı’dır. Tapınak’ta 90’dan fazla tanrı, tanrıça, hayvan ve hayal ürünü yaratıklar kaya yüzeyine işlenmiştir. Şimdi Hattuşaş Harabeleri’ni gezerken, çok kuvvetli kasırga ve hortumların yerdeki taşları savurmasıyla akropoldeki saray, tapınak, gimnazyum, hamam gibi yapıların temel kalıntıları üstüne bindirmesi sonucu birden asılları oluşsa, tapınağın önünde tanrılara adak sunan rahiplerin heykelleri dikilse, yaşanan bu mucizeler karşısında orada bulunan ziyaretçi; “Ha ha burada acayip şeyler oldu. Az önce geldim ortada bir şey yoktu, sadece temel kalıntıları vardı. Şimdi ise birden 3.000 yıl önceki asılları oluştu. Bu nasıl olur şaştım doğrusu.” deyip Hattuşaş şaşkınlığı
24
geçirmez mi? Beyninin yapı taşları olan nöronlar, bu harabedeki taşlar gibi alabora olmaz mı? Şimdi size biri dünya harabelerinde tesadüf rüzgarlarının esip yerdeki mahlukatın yapı taşları olan atomları savurması sonucu kusursuz işleyen bu evren, dünya ve içindeki bitki, hayvan ve insan yapılarının kendiliğinden oluştuğunu iddia etse, bu şaşkının aklındaki nöronların tıpkı Hattuşaş’taki taşlar gibi alabora olduğunu anlayıp itiraz edecek kimseler yok mu? Şaşıracaksan tapınakların önünde tanrılara adak sunan rahiplerin dikilmesine değil, amfilerde avanakların önünde dikilen ve talebelerine pagan sunan bu delilere hayret et. Alemlerin Rabbi olan Allah’ın varlığına ve birliğine dair sayısız deliller karşısında kör, sağır ve dilsiz kesilen arkasına dönüp giden bu heykellere şaşır. Dünyanın çoğuna hâkim olan bu akıl tutulması mucizesine bakıp, Hattuşaş şaşkınlığı geçirecek kimseler yok mu?
And olsun cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalpleri vardır bununla kavrayıp anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler… İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
25
KSANTHOS ANTİK KENTİ - ANTALYA Antalya – Fethiye arasında yer alan, Likya’nın en eski başkenti olan Ksanthos Antik Kenti’nde, Likya’nın ünlü mezar anıtları bulunur. Bunlardan en dikkat çekeni MÖ 5. yüzyıla ait Harpy Anıtı ve yanındaki MÖ 4. yüzyıla ait Likya lahdidir. Harpiler Anıtı, adını üzerindeki yarı insan, yarı kuş yaratık Harpiler’den alır. Harpiler Anıtı, 30 ton ağırlığındadır; dikdörtgen ve tek parça (monolit) kayadan yontulur; beş buçuk metre yüksekliğindedir; dört ayak üzerinde yükselen ve kapısı olan gömüt odasıdır. Dört cephesindeki kabartmalarda, mezar sahibinin yaşantısından sahneler sunulur. Kuzey cephesinde taht üzerinde oturan mezar sahibi, savaşçı miğferi uzatır; karşı cephede de benzer bir sahne vardır. Diğer cephelerde, Harpiler yer alır. Pagan inancına göre Harpiler, ölülerin ruhlarını göğe taşır. Başka bir cephede, Tanrıçaya adaklar sunulur; kadınlar ve genç kızlar ellerinde çiçeklerle ilerler. Şimdi yurt dışından gelen antik sanat tarihi profesörü ve asistanlarından oluşan bir grup, bu anıtın karşısına geçip dört cephesindeki kabartmalarda işlenen sanatı ve sahneleri anlatsa, özellikle başları çiçeklerle bezeli kadınlar ve genç kızların ellerinde taşıdığı çiçeklerden bahsetse; “Margit çiçeği bolluğu, leylaklar aşkı, nergis Apollon’a duyulan saygıyı, orkide Leto’nun gücünü, sardunya halkın ‘Her zaman sizin yanınızdayız.’ demesini temsil ediyor.” diye uzun uzun anlatsa… Mezar anıtların bulunduğu alanda asistanlar otların içinde açan sağır kulak, destenbel, tavşan topuğu, pamukluk, morca, lale kovan,
26
karagöz gibi kır çiçeklerinin arasında oturarak hocalarını ilgi ve dikkatle yaklaşık 40 dakika dinlediler. Profesör ve asistanları yerdekilere ot kadar ehemmiyet vermediler, üstlerine basıp geçtiler. 40 dakika lahitteki taşa işlenmiş çiçekleri anlatıp dinlediler, toprağa işlenmiş ve bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı açan yaban çiçeklerine yabani ve destenbel kaldılar, sağır kulak kesildiler, gözlerini kapatıp karagöz oldular! Bir dakika bile bu çiçekler neyi ve kimi temsil ediyor diye düşünmediler! Ey tüm bu hakikatler karşısında yabani ve destenbel kalan, sağır kulak kesilen, karagöz gibi gözlerini kapatan! Ey Allah’ın kusursuz yaratmasıyla toprağa işlediği bu her biri ayrı sanat harikası olan çiçekleri toprağa, doğaya ve tesadüflere havale eden veya hiç alakadar olmayan gafil! Yarın mahşerde Cehennem anıtının önünde Zebaniler tarafından ellerinde sardunyalarla karşılaşırsan hiç şaşırma. Orada zakkumlar ve kaktüslerin neyi temsil ettiğini iyi anlarsın. Girince bolca öksek otu yesen de, bi dünya petunya koklasan da fayda vermez, çörek otu gibi yanarsın! Antik çağda darda kalan insanlar bolca öksek otu yiyip petunya koklarlarmış. Yani “Sorunların üstesinden geleceğim.” “Umudunu yitirme!” demek isterlermiş. Benden sana nasihat! İman zafiyetin var darda kaldıysan gel bu hakikatlerden tavşan topuğu gibi kaçma. Antik çağdaki antikalar gibi bolca öksek otu yiyip petunya kokla. Margit gibi bolca faydalı kitapları oku, kulağına küpe çiçeği olsun!
27
ANİ HARABELERİ – KARS Ani Antik Kenti kalıntıları, Kars’a 48 km. uzaklıkta yer almaktadır. Arpaçay Nehri kenarında konumlanan kentin kuruluşu MÖ 350-300 yıllarına dayanmaktadır. Eski kervanların geçit yolu üzerinde olan Ani, zamanın en büyük ticaret merkezlerinden biri olup, kalesi güvenlik amacıyla kurulmuştur. Ani Kenti’nin en parlak dönemi 10. yüzyıldır. Bu dönemde şehir yerli Hristiyan beyliğinin başkentliğini üstlenmiş, pek çok kilise ve sivil binayla donatılmıştır. Bu yapıların bir kısmı hâlen ayaktadır. Kars gibi Ani de jeopolitik durumu dolayısıyla bir çok devletin istilasına ve yıkımına uğramıştır. 1064 yılında Selçuklu Sultanı Alparslan Ani’yi alarak onarmış, kenti Selçuklu soyundan olan Şeddatoğulları’na bırakmıştır. Şeddatlılar Ani’de Türk Selçuklu mimarisinin en güzel örneklerini oluşturan camiler, hamamlar, saraylar, konutlar, pazar yerleri ile kenti zenginleştirmişlerdir. Ani, bu dönemde doğunun en güzel kentlerinden biri olmuş, ticaret ve kültür merkezi haline gelmiştir. 14. yüzyılda meydana gelen bir deprem sonucu kent büyük ölçüde yıkıma uğramış, ticaret yollarının da değişmesi sonucu, bir daha eski konumuna ulaşamamıştır. Ani’de Arpaçay’a bakan dik yamacın üzerinde Selçukluların Anadolu’da ilk yaptırdıkları yarı yıkık bir cami bulunuyor. Şeddatoğulları’ndan Ebu Süca Menuçehr tarafından 1072 yılında yaptırılan Menuçehr Camii’nin gözcü kulesi olarak da kullanılan 99 basamaklı minaresinin külah kısmı yıkık, şerefesi altında renkli taşlarla yazılmış Allah yazısı okunmaktadır.
28
Şimdi Menuçehr Camii’nin gözcü kulesi olarak kullanılan minaresine çıkıp, Firavun gibi göklere bakarak, hani Allah nerede göremiyorum diyen ey arpa akıllı yabani! Ömür kervanı geçti, uhrevi ticaret yolculuğunda bir arpa boyu kadar yol alamadın. Göklere boşluğa bakma, bak Allah’ın isim ve sıfatları Arpaçay deresinde tecelli ediyor! İçinde yüzen alabalıklarda, üstünde kurulan İpek Yolu köprüsünde, üstünden geçen kervanda, kervancıların taşıdığı ipek kumaşların renkli desenlerinde, çevresinde uçuşan kelebeklerin kumaş gibi desenli ipek kanatlarında, kervanı taşıyan develerde, su içmeden bir ay çölü aşan hörgüçlerinde, kervancıların dilinde, yüreğinde, beyninde, damarlarında uzun yollar kat eden iskelet, eklem ve kas sisteminde, kervancılara gece yol gösteren yıldızlarda… Her nereye baksan Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellileri orada. Yani Allah’ın kusursuz yaratma sanatıyla yarattığı tüm evren ve içinde barındırdığı canlı cansız tüm mahlukat aklî, mantıkî ve ilmî sayısız delilleriyle Rabbimizin varlığını ve birliğini bizlere gökteki yıldızlar gibi parlak gösterir. Bakmasını bilen gözler bu gök kubbenin altındaki her yerde renkli taşlarla yazılmış Allah yazısını okur. Allah’ı görmek için 99 basamaklı gözlem kulesine çıkmaya gerek yok. Her nereye baksan 99 isminin tecellileriyle Allah sana kusursuz yaratma sanatını gösterip, Kendisini tanıtıyor. Sen de O’nu imanla tanı ve ibadetle sev. Bak kervanda deve yük taşıyıp kendi vazifesini yapıyor. Sen de asli vazifen olarak iman etmezsen, O’nun önünde secde etmezsen deveden daha deve olmaz mısın? Yarın mahşerde kervan meşalesini taşıyan Firavunların, Nemrutların arkasında Ateş Yolu kervanına kendini dâhil ettirmez misin? Ateşgede Tapınağı’nda baş rahiplerle beraber konaklamaz mısın?
29
ÇATALHÖYÜK NEOLİTİK KENTİ – KONYA Çumra’da Konya Ovası’na hâkim bir noktada yer alan Çatalhöyük, günümüzden 9.000 yıl önceye tarihlenen bir yerleşimdir. 2.000 yıl boyunca kesintisiz yerleşim gören Çatalhöyük, dönemin en büyük ve en kalabalık yerleşimlerinden biri olarak kabul ediliyor. Mezopotamya’da yer alan Eriha, Çatalhöyük’ten 1.000 yıl kadar daha eski fakat Çatalhöyük, barındırdığı nüfus ve yüz ölçümü bakımından çok daha değerli olarak görülüyor. Dönem içerisinde Çatalhöyük’te en az 8.000 insanın yaşadığı düşünülüyor. Burası sadece nüfus büyüklüğü ile değil, bu dönemde Mezopotamya dışında böylesine büyük bir yerleşimin olması dolayısı ile de oldukça şaşırtıcı bir yerdir.
30
Evlerin en belirgin özellikleri, kümelenmiş şekilde birbirleriyle bitişik olmaları ve içlerine çatıda açılmış bir delikten merdivenle giriliyor olmasıdır. Kentte sokak bulunmamaktadır. Çatılar sokak işlevi görmekte, dolayısıyla ulaşım damlar üzerinden yapılmaktaydı. Tek katlı olan evler kerpiç tuğlalardan ve ağaçtan yapılmıştır. Duvarlara geometrik şekiller, kilim desenleri iç içe geçmiş daireler, yıldızlar, çiçek motifleri yapılmıştır. Ev içi duvarlarda, çizimlerin ve resimlerin dışında, kille sıvanmış gerçek boğa, geyik ve koç başları da yer almaktadır. Evlerin içinde pişmiş topraktan yapılan 5-15 cm büyüklüğünde pek çok kadın figürü bulunuyor. Bu kadın heykelcikleri genellikle genç kadın, doğuran kadın ve yaşlı kadın olarak betimlenmiş. Toplumda prestij elde etmiş yaşlı kadınları temsil ettiği düşünülüyor. Çatalhöyük’ün bitişiğindeki merada çoban eşeğine binmiş koyunlarını otlatıyor. Az ileride kadınlar tarladan patates, kuru soğan, sarımsak, havuç, turp topluyorlar. Toprak altında köstebekler, fareler, yılanlar yuva yapmışlar. Şimdi Çatalhöyük’te toprak altında kazılarda çıkan pişmiş toprak heykelcikleri ve kesik koç başlar nasıl kendi kendine olması, veyahut toprağın oluşturması veya tesadüflerle ya da canlı köstebek, fare ve yılanların iş birliğiyle oluşması imkansızsa; Bu tarlada toprağın altında pişen patates, soğan, turpların, buralara yuva yapan köstebek, sıçan ve yılanların da tesadüfen kendiliğinden oluşmasını iddia etmek tam bir körlük, saçmalık ve yalandır. Ancak âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından yaratılabilir. Şimdi eşek kafalılık yapıp, şu merada otlayan, toprağın üstünde gezinen koç başlarını, altında pişen patates, soğan, turpları, içinde yuva yapan köstebekleri kendi kendine veya toprağın icat etmesiyle veyahut tesadüflerle ya da tabiatın tesiriyle oluştuğunu iddia eden bu kütükler mahşerde kesik başlı dirilip, boyunlarına eşek başları aşılanarak kendi kendilerini eşek cennetine sokmuş olmazlar mı?
31
ASPENDOS ÖREN YERİ – ANTALYA Antalya – Alanya karayolunun 44. kilometresinde yer alan Aspendos, sadece Anadolu’nun değil tüm Akdeniz dünyasının en iyi korunan Roma Dönemi tiyatrosuna sahip olmasıyla ünlüdür. Aspendos’ta bugün çoğunlukla tiyatro ve su yolları ziyaret edilir. Şehre ait diğer yapıların kalıntıları ise tiyatronun yaslandığı tepenin düzlüğünde yer alır. Yer yer sur duvarları ile çevrili tepenin üzerinde agora, bazilika, anıtsal çeşme, meclis binası ile anıtsal tak, cadde ve Hellenistik tapınak görülmesi gerekli kalıntılardır. Aspendos, Büyük İskender’e hileli yollarla direnme göstermeye çalışsa da sonuçta teslim olup, şehirde yetiştirilen ünlü atlar ve altınlar karşılığındaki vergi borcunu kabul etmişlerdir. İskender’in ölümünden sonra Ptolemaios egemenliğine giren şehrin bilge bir düşünürü Djamilus tarafından Büyük İskender’in ölümüne ithafen taşa kazıdığı grekçe “Kral Mezarı” yazıtı, tiyatronun önüne dikse kimse bunun tesadüf rüzgarlarının taşı yontup şekillendirerek kendiliğinden yazıldığını söyleyemez. 32
KRAL MEZARI Nice krallar gelmiş bu dünya hanına Vaktiyle hepsi katılmış göç kervanına Saraylarının kubbesi altın varak imiş Şimdi yastığı taş, yorganı toprak imiş Bunlar ki beğenmezlerdi nice sarayları Şimdi penceresiz topraktandır dört duvarı Ne ihtişamlıymış mermer sütunlu konakları Şimdi yerlerinden yükselmiş buğday başakları Yüzlerce hizmetçileri varmış yanlarında Şimdi karıncalar nöbet tutar mezarında Nerde köşkünde gezinen o ay yüzlü dilberler Kemiklerinden dahi kalmamış hiçbir eser Emrine tabiymiş Rumu, Yemeni, Çini Şimdi kovamaz üstünde yatan güvercini Nice ülkeler onlar için birer vilayetti Şimdi iki metrelik toprak olmuş mülkiyeti Ordularıyla meydan okurmuş tüm cihana Şimdi sırt üstü yatar yenik düşmüş zamana Nasıl bu anlam ve mana yüklü yazıt, rüzgarların tesadüfen taşı aşındırmasıyla oluşamazsa, yine nasıl mürekkebin tesadüfen aharlı kağıda dökülmesiyle bir hat yazısı oluşmazsa, bu yazıt ve hüsn-ü hattan binlerce kez mükemmel, hikmetli, manalı ve sanatlı her bir canlı mahlukat tesadüf rüzgarlarıyla değil ancak üstün bir ilim ve hat sahibi Rabbimizin kalemi ve hokkasıyla yazılıp şekil ve suretlendirilebilir. Aksini söyleyen hokkabazlar yarın mahşerde derileri aharla cilalanıp mührelenerek cehennem fırınlarında ütülenmeye gönderilmezler mi?
33
GÖBEKLİTEPE ARKEOLOJİK ALANI – ŞANLIURFA Dünya’nın en eski “tapınak merkezi” olduğu belirtilen Göbeklitepe, Şanlıurfa’ya 20 kilometrelik bir mesafede, Örencik Köyü yakınlarındadır. Mezopotamya’daki ilk şehirlerden 5500 yıl, İngiltere’deki ünlü Stonehenge’den 7000 yıl, Mısır Piramitleri’nden ise 7500 yıl daha eski. Medeniyetten ve her şeyden önce Göbeklitepe vardı. Göbeklitepe tarihin gelmiş geçmiş en büyük arkeolojik keşfi. Burası insan aklının anlamakta zorlanacağı kadar olağanüstü. Tüm kanıtlar gösteriyor ki burası insanlığın doğduğu yer… Bu ifadeler batılı arkeolog ve bilim adamlarına ait. Göbeklitepe’deki kazılarda elde edilen bulgular, dünyanın bilinen en eski tapınak merkezi olduğunu göstermiştir. Mağara duvarlarındaki hayvan figürleri tek ve kabartma olarak işlenmiş, sanatsal açıdan farklı bir anlayışı etkileyici biçimde yansıtmaktadır. Taşlar üzerinde işlenmiş akrep, tilki, boğa, yılan, yaban ördeği, yaban domuzu, yaban eşeği figürleri yer almaktadır. Bir kısım arkeoloğa göre bu hayvan figürleri tapınağı ziyaret eden farklı kabilelerin sembolü olarak nitelendiriliyor.
34
İnşa edildikten bin yıl sonra üstleri insanlar tarafından kapatılarak gömülen bu tapınak merkezi, 12 bin yıl boyunca doğal çevresi içinde dokunulmadan kaldığından çok önemli arkeolojik buluntuları yeniden gün ışığına çıkıyor. “Şimdi yaklaşık 12 bin yıl boyunca üzeri toprakla kapatılıp gömülen bu taş sütunlar, binlerce yıl toprak altındaki sel sularının taşıdığı erozyonlarla ve mineral yüklü sıcak suların taşları aşındırıp şekillendirmesiyle kendiliğinden bu taşa işlenmiş hayvan figürleri oluştu!” deseniz, bunu 12 bin yıl önce buraya tapınmaya gelen eski insanlara söyleseniz, bu fikirden yılandan akrepten kaçar gibi kaçacaklardır. Ama bu hayvan figürlerinden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu canlı hayvanları tesadüf rüzgarları ve sel gibi akan unsurların (su, toprak, hava, ışık) toplanmasıyla oluştuğunu iddia eden neredeyse Avrupa, Amerika, Rusya ve Uzakdoğu’nun tamamına “Bu mahlukatı ve kainatı sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi âlemlerin Rabbi olan Allah yaratmıştır.” deseniz, bu taş kafalılar üniversitelerinden sizi yaban ördeği kovalar gibi kovalarlar. Bu insanların görünümleri ve kıyafetleri medeni olabilir ama akıl ve mantıkları, sözüm ona o taş devri insanlarından daha kaba ve tevhid delilleriyle cilalanması gerekir. Yaratıcıyı hiç düşünmeden sadece yiyip içip hiç şükretmeden bir hayat sürdüren bu tabiatperest kel tepeli göbekliler yarın mahşerde, taşa işlenmiş hayvan figürlerine dönüştürülüp, Ateş tapınağında tepinip tapınmazlar mı?
35
AHLAT MEZAR TAŞLARI – I – BİTLİS Van Gölü kıyısında yer alan MÖ 900’e uzanan Ahlat yerleşimi, Selçuklu dönemi taş işçiliği, inanışları ve yaşam biçimini en güzel şekilde yansıtan mezar taşları ile yaşayan bir kültür hazinesidir. Ahlat Selçuk Mezarlığı’na ilkbaharda gelirseniz, mezar taşlarının arasında pembe beyaz açan badem ağaçlarını ve az ötede çiçek gibi açan armut, kiraz, dut ağaçlarını görür ve adeta “İşte bak Allah’ın rahmet eserlerine, yeryüzündeki ölmüş toprağa nasıl hayat veriyor! İşte bunları yapan kim ise, ölüleri de O diriltecektir. O her şeye hakkıyla kadirdir.” (Rum Suresi, 50) ayetini okursunuz.
36
Ama kışın gelseniz ölmüş kurumuş kemik gibi kalan odunları görürsünüz. Evet kışın ölmüş kurumuş kemik gibi odunları, her baharda yaprak, çiçek ve meyve açtırarak yeniden yeşertip dirilten Allah, bu mezar taşlarının altında bekletilen odun gibi kemikleri de, mahşer baharında yeniden yaprak, çiçek ve meyve açtırarak, kaşıyla, kirpiğiyle, parmak uçlarına kadar yeşillendirip hesaba çekmek üzere diriltecektir. Armut piş ağzıma düş yok. Bu hakikatleri kavramak için biraz çabalamak lazım. Put gibi yerimizde boş oturmayıp ayet ve hadisleri okumak lazım.
37
AHLAT MEZAR TAŞLARI-II İbn Mes’ud’dan nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde insanoğlu şu beş şeyden hesaba çekilmedikçe Rabbinin huzurundan bir yere kımıldayamaz: Ömrünü nerede ve nasıl geçirdiğinden, gençliğini nerede yıprattığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, bildiği ile amel edip etmediğinden.’’ (T2416 Tirmizi, Sıfatu’l-kıyame,1) Kitabı sol tarafından verilene gelince, o: Keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi! (Hakka Suresi,25-27) Şeddad b. Evs’ten nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Akıllı kişi kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır. Aciz kişi ise arzularına uyup bir de Allah’tan (bağışlanma) umandır.” (T2459 Tirmizi, Sıfatü’l-kıyame, 25) Onlar orada: Rabbimiz! Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım! diye feryad ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın (azabı)! Zalimlerin yardımcısı yoktur. (Fatır Suresi, 37) Esma bnt. Umeys el-Has’amiyye’nin işittiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “…(Gaflete) dalan, gülüp oynayan, kabirleri ve toprak altında çürümeyi unutan kul ne bedbahttır! Azan,
38
haddi aşan, nereden geldiğini ve nereye gittiğini unutan kul ne bedbahttır!...” (T2448 Tirmizi, Sıfatü’l-kıyame, 17) Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında: “Rabbim! der, beni geri gönder; ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş(ve hareketler) yapayım.” Hayır! Bu onun ağzından çıkan (boş) bir laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır. (Mü’minun Suresi, 99100) İbn Ömer anlatıyor: “Resulullah (sav) ile birlikte idim. Ensardan bir adam gelerek Hz. Peygamber’e (sav) selam verdi. Sonra şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Resulü! Müminlerin hangisi daha faziletlidir!’ Hz. Peygamber, ‘Ahlak bakımından en güzel olanları.’ buyurdu. Sonra adam, ‘Müminlerin hangisi daha akıllıdır?’ diye sordu. Hz. Peygamber, ‘ Ölümü en çok hatırlayanları ve ölümden sonrası için en güzel şekilde hazırlananları. İşte onlar en akıllı olanlardır.’ diyerek cevap verdi.” (İM4259 İbn Mace, Zühd, 31) Kitabı sağ tarafından verilen: Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum, der. Artık o, meyveleri sarkmış yüce bir cennette hoşnut kalacağı bir hayat içindedir. (Hakka Suresi, 19-23) Ben öyle tahmin ediyorum ki, Ahlat Selçuklu Mezarlığı’nda yatan 6 bin 208 kişinin çoğuna kitaplar sağ tarafından verilecektir. Ya biz kitapsız solak salaklar, kitapları malum taraftan görünce; "Ah, keşke ben bir toprak oluverseydim" demez miyiz? Allah korusun!
39
ZEUGMA MOZAİKLERİ – GAZİANTEP Gaziantep ili, Nizip ilçesi sınırları içerisinde yer alan Zeugma Arkeolojik Siti, Helen ve Roma dünyasının doğu sınırının en önemli şehri olup, Kommagene Krallığı döneminde benzersiz özelliklere erişen iki adet bütünleştirilmiş tapınak ile çoğu MÖ 2. ve 3. yüzyıllara tarihlenen muhteşem mozaiklerle süslenmiş Roma evleri gibi şekli ve süslemesi açısından ünik olarak değerlendirilen yapıları içinde barındırmaktadır. Zeugma’da çoğu MÖ 2. ve 3. yüzyıllara tarihlenen göz alıcı mozaik ve fresklerle süslenmiş pek çok Roma evi bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi bir villada, yemek odasının 300 m2’lik taban kısmında yer alan “Çingene Kızı Mozaiği” bulunmuştur. İnanılmaz canlı renkler içeren ve paha biçilmez bir değere sahip mozaikteki insan figürü, gözlerindeki hüzün ve bakışlarındaki gizem ile her gün binlerce turisti kendisine çekiyor. Şimdi oraya gelen turistlere; “Bu Çingene Kızı Mozaiği, karşıdaki cam atölyelerindeki renkli küçük cam parçacıklarının tesadüf rüzgarlarıyla savrulup bu tabana muntazam dizilerek kendiliğinden oluştu!” 40
deseniz bunu dinleyen turistler size Çingene Kızı Mozaiği gibi tuhaf tuhaf bakmazlar mı? Şimdi oraya gelen turistlerin önüne plastik boya kovalarını koysak bu mozaiğe bakıp aynısını yandaki odanın boş tavanına fırça kullanmadan, elleriyle temas etmeden uzaktan yakından boyaları bilinçli bir şekilde sıçratmakla resmetmelerini istesek bunu başarabilirler mi? Netice tabanın boyalar ile batması olmaz mı? Haydi cansız ve şuursuz tabiata yüz derece cehalete bürünüp akıl isnat etsek bile; aklı, şuuru, eli, kolu, teması, fırçası, kalemi olmayan tabiat ve tesadüfler nasıl bu insan suretlerinin asıllarını, canlı şekil ve suretlerini icat ediyor deme gafletini gösterebiliyoruz? Aklı ve şuuru olan bizler iki boyutlusunu dahi yapamazken; bu kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiatın, bundan binlerce kez mükemmel ve kompleks, üç boyutlu siyah, beyaz, sarı, kırmızı ırklarını resmedip hâşâ yarattığını düşünen bu gafiller yarın mahşerde dirilecekleri gün bu ahmaklıklarına, bu saçmalıklarına, bu tuhaf aldanışlarına Çingene Kızı Mozaiği gibi bakmazlar mı? Suçlu günahkarlar ateşi görmüşlerdir, artık içine kendilerinin gireceklerini de anlamışlardır; ancak ondan bir kaçış yolu bulamamışlardır. (Kehf Suresi, 53)
41
SAGALASSOS ANTİK KENTİ – BURDUR Burdur’un Ağlasun ilçesine 7 kilometre uzaklıktaki kentte ilk yerleşim izleri günümüzden 12.000 yıl öncesine kadar uzanmaktadır. Sagalassos Antik Kenti, orijinal yapı taşlarının neredeyse tamamının bulunabildiği anıtsal yapıları ile son derece iyi korunmuş durumdadır. Roma İmparatorluğu’nun en ihtişamlı dönemlerine ev sahipliği yapan kentteki kazılar sonucu Roma Hamamı, Heroon’u, Agorası, Neon Kütüphanesi, Antik Tiyatro, tapınaklar ve özellikle Antoninler Çeşmesi ile kent tam bir doğa, kültür ve tarih hazinesini barındırıyor. Antoninler Çeşmesi, MS 161-180 yılları arasında zamanın Roma İmparatoru tarafından prestij göstergesi olarak inşa edilmiştir. MS 650 yılında meydana gelen depremlerle yıkılmış; taşları, sütunları ve heykelleriyle parçalanıp dağılarak enkaz halinde toprak altında kalmış. Yerli ve yabancı arkeologlardan oluşan ekip, yıllarca uzun uğraşlar verdikten sonra, sadece ufak bir duvarı kalan bu enkazın parçalarını, bir yap-bozun parçaları gibi bulup birleştirerek bu anıtsal çeşmeyi ve önünde 3 metre boyundaki parçalanmış heykelleri yeniden dikmeyi başarabildiler. 28 metre uzunluğunda, 9 metre yüksekliğindeki bu anıtsal çeşmenin açılışı 2010 yılında yapıldı. 42
Şimdi hiç kimse diyemez ki; "Bu sanat, mimari ve ihtişam içeren Antoninler Çeşmesi ve önündeki heykellerin rekonstrüksiyonu yani yeniden inşası, Toroslarda esen sert rüzgârların toprak altına göçen taş, sütun ve heykel enkazının parçalarını savurup kendiliğinden birleştirerek tekrar eski ihtişamlı haline dönüştü!" Ey bu anıtsal çeşmeye ve önünde dikilen heykellere hayranlıkla bakıp çekip giden turist! Orada bir şey unutmadın mı? Pasaportunu, ahirete geçiş vizeni! Heykellere bakıp Sagalassoslu heykeltıraşları takdir ettin ama aynanın karşısına geçip hiç kendi heykeltıraşını merak ettin mi? Seni yoktan yaratan, şekil ve suret veren Rabbini hiç düşündün mü? Yoksa Toroslarda esen tesadüf rüzgârlarının bodoslamasına mı havale ettin durdun ya da hiç düşünmedin mi? Bu turist gibi kafasını tabiat bataklığına sokmuş aklı sakat Salagassoslu bizlere yarın mahşerde; “Antoninler Çeşmesi gibi ne kan ağlasun, Afrodisisas çığlığı gibi ne bağrısun? Kendin ettin kendin buldun, sana oradayken gösterilen delillere hep arkanı dönesun. Şimdi de yolun açık olsun, cehenneme gidesun!” demezler mi? 43
ANTİK LİKYA YOLU Doğal güzellikleri ve tarihi kalıntılarıyla, Fethiye ile Antalya arasında kalan bu uzun yürüyüş yolu “Dünyanın En İyi 10 Uzun Mesafe Yürüyüş Rotası” listesinde bulunuyor. Yaklaşık 535 km uzunluğundaki bu Likya Yolu, tamı tamına 19 antik kenti birbirine bağlıyor. Pınara Antik Kenti’nden geçerken depremleri nedeniyle bu zamana kadar çok zarar görmüş olsa da bugüne ulaşan birçok kaya, lahit mezarı, hamam, tiyatro gibi antik yapıları; Sidyma Antik Kenti’ndeki yüksek anıt mezarları ve muhteşem süslemeli sütunları; Xanthos Antik Kenti’ndeki Harpyler Mezar Anıtı’nı; Letoon Antik Kenti’ndeki Leto, Artemis ve Apollon tapınaklarını…
44
Antiphellos Antik Kenti’ndeki antik tiyatroyu, Phellos Antik Kenti’ndeki Likya’nın ahşap ev mimarisini kayaya yansıtan en özgün ev tipi kaya mezarını, Simena Antik Kenti’ndeki, depremlerden dolayı sular altında kalan kaya mezarlarını görsek hiçbir akıl sahibi bunları, dağlardaki taşların tesadüf rüzgârlarının esmesi sonucu veya kendi kendine ya da tabiatın tesiriyle yan yana dizilip bu harika yapıları vücuda getirdiklerini iddia edemez. Ortalama 60 yıl uzunluğunda Dünya Yolu’na çıkan bizler inkârcı fikir depremleriyle aklımız fena yıpranmışsa da gökler, yeryüzü, vücudumuz, bitki ve hayvanlar kentine, her nereye rastlasak orada mükemmel bir ölçü, düzen, plan ve tasarımla karşılaşırız. Nasıl bu antik yapılar ve lahitlerin üzerindeki kabartma bitki, hayvan ve insan figürleri kendiliğinden değil, usta bir el tarafından nakşedilmişse, bu kâinat ve dünya yapısı ve içine nakşedilen bitki, hayvan ve insan suretleri de usta bir kudret eli tarafından nakşedilmiştir. Bu nakışları nakşeden nakkaş tüm âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Ama Simena Antik Kenti’ndeki depremlerden dolayı sular altında kalan kaya mezarları gibi, taş kafalarımızı gaflet suyuna gömdüğümüzden gözlerimiz bulanık ve kör, kulaklarımız sağır, kalplerimiz ölü ve taşlaşmış. Çevremizdeki yaratılış delillerini göremiyor, işitemiyor ve idrak edemiyoruz.
45
HEKATOMNOS ANIT MEZARI – MUĞLA Antik dünyanın yedi harikasından biri sayılan ve günümüze “Mozole” (Mausoleum) kavramını taşıyan, “Halikarnas Mozolesi”nden (Halicarnassus Mausoleum) daha erken bir dönemde, aynı boyutlarda Mausolus’un babasına ait olan ve günümüze kadar ulaşabilmiş tek örnek olan ve eşsiz bir değer taşıyan Anıt, Karya Bölgesi’nin en önemli kentlerinden olan Muğla’nın Milas ilçesinde 2010 yılında bulundu. MÖ 4. yüzyıla tarihlenir. Lahdin ön yüzünde Hekatomnos bir veda sahnesiyle betimlenmiş. Arka yüzünde ise oğlu Maussollos aslan avındayken betimlenmiştir. Lahdin dört bir yanını çevreleyen frizlerde Kral Hekatomnos’un yaşamına ilişkin sahnelerin, dönemin en usta heykeltıraşları tarafından işlendiği görülmektedir. 46
Şimdi hiçbir zaman diyemeyiz ki, 2400 yıl öncesine ait toprak altında kalan mermer bloklar zamanla çevresel etkilerden etkilenerek dört bir yanında kendiliğinden bu kabartma heykeller oluştu. Anıtın heykeltraşını yanında duruyorken görmesek de kanıtı ortada duruyor. Şimdi hiçbir zaman diyemeyiz ki binlerce yıl öncesine ait cansız ve şuursuz atomlar, zamanla çevresel etkilerden etkilenerek dünyanın dört bir yanında kendiliğinden bu kabartma heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı canlı suretlerine dönüştüler. Bu mahlûkatın Sanatkarını hâşâ bir yerde oturuyorken görmesek de kanıtı ortada duruyor. Yeter ki aklımızdaki mantık ve izan, kalbimizdeki iman, hırsız soyguncular tarafından Hekatomnos’un altın tacı gibi çalınmasın. 47
PERGE ANTİK KENTİ – ANTALYA Antalya kent merkezine 17 km uzaklıktaki Roma döneminin önemli şehirlerinden Perge Antik Kenti, aşağı kentin kuzey-güney eksenini oluşturan sütunlu cadde iyi korunmuş günümüze kadar ayakta kalmayı başarabilmiştir. Diğer yandan kuzey-güney doğrultulu sütunlu caddeyi ortasından boylu boyunca kat eden su kanalı ise, bu anlamda önemli bir tasarımdır. Kanal, kentteki dört anıtsal çeşme yapısı ve iki büyük hamam ile beraber, sıcak Pamphylia ovasındaki Perge’ye bir “su kenti” kimliği kazandırmıştır. Antik tiyatronun ön çaprazında yer alan MS 2. yüzyıldan kalma 12 bin kişilik Anadolu’nun en büyük stadyumu bulunmaktadır. Şimdi Perge Antik Kenti’ndeki 12 bin kişilik stadyumun bulunduğu çukuru çok önemli bir deney için kullanalım. İçine canlılığın oluşması için her ne lazımsa koyup atalım. Karbon, fosfor, azot, potasyum, sülfat gibi elementleri, aminoasitleri, proteinleri içine atıp dolduralım. Isı, ışık, nem, dalga, rüzgâr, radyasyon, ultraviyole ışınları hazır olsun. Güneş tepede dönsün, sağanak yağmurlar yağsın, şimşekler çaksın, karışımı çalkalasın.
48
Güneş, hava, su, toprak, ultraviyole ışınları… Yani tabiat bir araya gelip ellerine gaybi kepçeler alıp çorba gibi bu karışımı iyice karıştırsınlar, ısıtsınlar, düşünsünler, taşınsınlar, birlikte istişare yapsınlar; binlerce, milyonlarca yıl beklesinler. Acaba bilinçsiz ve şuursuz atomlar, bir araya gelerek hücreyi ve bunlardan müteşekkil canlıları aslanları, kartalları, zürafaları, yunusları, tilkileri, tavşanları, timsahları, insanları oluşturabilirler mi? Bu bataktan bu mükemmel şekil ve suretlere bürünmüş hayvanatın çıkmasını bekleyebilir miyiz? Bırakın bu canlı hayvanları, bunların tek bir hücresi bile elde edilemez. Ünlü Fransız Biyolog Louis Pasteur, yaptığı uzun çalışma ve deneyler neticesinde vardığı sonucu şöyle özetlemiştir: “Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür.” Bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler bir araya getirilerek canlı bir hücre üretilmezken, nasıl bu ilkel çorbadan, milyarlarca hücrenin bir araya gelip muntazam dizilerek her biri ayrı güzellikte olan; Perge’deki heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı mahlûkatın pişip çıkmasını bekleyebiliriz?
49
İLKEL ÇORBA Ünlü İngiliz astronom ve matematikçi Sir Fred Hoyle maddenin kendi kendine hayat oluşturamayacağını şöyle bir örnekle anlatır: İlkel çorbayı temsil eden bir yüzme havuzunu deney için kullanın. Böyle bir havuzu istediğiniz her türlü cansız kimyasalla doldurun. Ona istediğiniz her türlü gazı pompalayın, ya da üzerine istediğiniz her türlü radyasyonu verin. Bu deneyi bir yıl boyunca sürdürün ve (hayat için gerekli olan) 2000 enzimden kaç tanesinin sentezlendiğini kontrol edin. Ben size cevabı şimdiden vereyim ve böylece bu deneyle zamanınızı harcamayın: Kesinlikle hiçbir şey bulamazsınız, belki oluşacak birkaç aminoasit ve diğer basit kimyasal maddeler dışında.
50
Evrimci biyolog Andrew Scott ise aynı gerçeği şöyle kabul etmektedir: Biraz madde alın, karıştırın, ısıtın ve bekleyin. Bu, hayatın kökeninin modern versiyonudur. Yer çekimi, elektromanyetizma, zayıf ve güçlü nükleer kuvvetler gibi “temel” güçler gerisini halledecektir... Peki, ama bu kolay hikâyenin ne kadarı sağlam temellere oturmaktadır ve ne kadarı umuda dayalı spekülasyonlara bağlıdır? Gerçekte, ilk kimyasal maddelerden canlı hücrelere kadar giden aşamaların bütün mekanizmaları ya tartışma konusudur ya da tamamen karanlık içindedir.
51
AİZANOİ ANTİK KENTİ – KÜTAHYA Kütahya İli, Çavdarhisar İlçesi sınırları içerisinde yer alan Aizanoi Antik Kenti, Zeus Tapınağı, Stadyum- Tiyatro Kompleksi ve Macellumu ile Roma Dönemi’nin en önemli kentlerindendir. Bir tepe üzerine kurulmuş olan ve şehrin önemli dinsel yapısı olarak görülen Zeus Tapınağı dünyanın en iyi korunmuş Zeus Tapınaklarından biridir. Etrafındaki sütunla çevrili mekanın üstünün mermer kirişlerle kaplı olması nedeniyle Zeus Tapınağı pseudodipteros plandaki tek örnektir. Şehrin kuzeyinde 13.500 kişi kapasiteli stadyum ve 20.000 kişi kapasiteli tiyatronun bir kompleks şeklinde yapılması antik dönemde Aizanoi’den başka hiçbir yerde görülmemektedir. MS 2. yüzyılın 2. yarısına tarihlenen Aizanoi Macellumu, dünyanın ilk borsalarından biridir. Macellum’un duvarlarında İmparator Diocletian'ın M.S. 301
52
yılında enflasyonla mücadele için tespit ettiği imparatorluk pazarlarında satılan malların fiyatlarının yer aldığı ve günümüze kadar oldukça iyi durumda korunmuş olan yazıtlar bulunmaktadır. Sürekli artan enflasyona karşı, halkın aynı ürünü her yerde aynı fiyata (zamsız) alabilmesi için aklınıza gelebilecek her şey için fiyatlar saptanmış. Köleden ayakkabıya, asker ücretinden buğday ve arpa fiyatına, cam bardaklardan seramiklere, çivilerden öğretmen maaşlarına kadar her türlü hizmet ve ürünün fiyatı burada görülebilir. Macellum borsa yapıtı etrafındaki taşlar üzerinde imparatorluk pazarlarında satılan kuvvetli bir köle iki eşeğin fiyatına, bir at ise üç köle fiyatına eşit olduğu yazmaktadır. Nasıl bu Zeus Tapınağı, Stadyum-Tiyatro Kompleksi, Macellum, Roma köprüleri ve hamamı çevredeki taş kütlelerinin tesadüf rüzgarlarıyla savrularak kendiliğinden oluşamazsa, bunlardan binlerce kez mükemmel şu kainat ve içindeki canlı yapılar da tesadüfen oluşamaz. Ancak üstün bir akıl sahibi âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından inşa edilebilir. Aksini söyleyen aklını yitirmiş inkarcılar, yarın Mahşer Borsası’nda İlahi pazarda bir eşek fiyatına eşit gelebileceğini sanmasınlar. Orada değerleri bir arpa tanesi bile etmeyecektir!
53
SARDES ANTİK KENTİ – MANİSA Manisa İli, Salihli İlçesi, Sart Beldesi sınırları içerisinde yer alan Sardes Antik Kenti, Lidya Krallığı’nın başkentidir. Batı Anadolu’yu hakimiyeti altına almış bir imparatorluğun başkenti, sikkenin doğum yeri ve adı hayal bile edilemeyecek zenginlikle özdeşleşen Krezüs’ün (Karun) vatanı olan Sardes, antik dünyanın önde gelen şehirleri arasında yer almaktaydı. Günümüze kadar koruna gelmiş olan dünyanın belki de en görkemli ion düzeni tapınaklarından birine ev sahipliği yapan antik kent, korunmuş Roma yapıları içerisinde anıtsal bir hamam-gymnasium kompleksi ve antik dünyanın en büyük havrasına sahiptir. Lidya tümülüs mezarlık alanı olan Bin Tepeler, dünyanın en büyük tümülüs alanıdır. Lidya tümülüsleri, M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda bu peyzajın önemini ortaya koyan unsurlardır. Kraliyet mezarlığı olarak Sardes’e sıkı bir şekilde bağlı olan Bin Tepe, Lidya dönemine ait sadece bir kültürün de devamını gösteren bir anıttır. 54
Şimdi Bin Tepe Tümülüsleri’nde maceraperest amatör mezar soyguncuları gece kaçak kazı yaparken, başka soyguncular tarafından bulunup, kırık içi boş bir lahde ulaşsalar, tam da o sırada jandarmalar tarafından yakalansalar, kolay gelsin ne böyle deseler, hevesi kursağında kalıp tıkandıklarından, şey efendim kem küm, tarladan patates toplamaya gelmiştik. Gece vakti mi? Gündüzler çuvala mı girdi? Şey efendim çok yoğunuz ondan. Bu dedektörlerle mi patates topluyordunuz? Şey efendim kazmaların saplarına dolanıp takılmışlar. Bana bak kazma belli ki burada dolap çeviriyorsunuz, şimdi binin arabaya da ifadenizi alalım deyip bu sapları ciplere bindirip karakolda patates çuvalı gibi tekmelemezler mi? “Nerede lan kralın tacı!” diye bu acemi çaylakları, eşek sudan gelinceye kadar ıslamazlar mı? Patates toplamaya giderken, kabak bunların başına patlamaz mı? Ya hazineyi bulup getirirsiniz ya da bu Lidya yazıtlarını çözüp okursunuz yoksa çivi gibi çakılı kalırsınız buraya deseler kısa sürede ana dili gibi Lidyaca konuşmazlar mı? Karakoldan harabe gibi çıkınca Lidyaca küfürler savurup, tümülüslerden bin tövbe etmezler mi? Nasıl bu antik kent, vadiye yayılan taşların tesadüf rüzgarları sonucu kendiliğinden oluşamazsa, bu kentten binlerce defa antik ve sanatlı şu kainat ve içindeki mahlukatın tesadüfen oluştuğunu söyleyen profesyonel iman soyguncuları, yarın Cehennem karakoluna götürülüp, niye iman edip itaat etmediniz, başkalarının da kalbindeki altın tacı çaldınız deyip ifadeleri alınmaz mı? Antik dünyanın tüm dillerini çorap söküğü gibi sökseler de, deve iğne deliğinden geçinceye dek bunları yaptıkları bu eşekliklerinden dolayı ıslamazlar mı?
55
ANAVARZA ANTİK KENTİ - ADANA Tarihi 2100 yıl öncesine giden ve en parlak dönemini Roma İmparatoru Septimius Severus’un ödüllendirmesiyle MS 2. yüzyılda yaşamaya başlayan Anavarza, zaman içinde önemli bir kent haline gelerek 408 yılında Kilikya başkent unvanına kavuşmuştur. Bizans Dönemi’nde önemini devam ettiren, sonraki yıllarda Ermeniler, Abbasiler, Selçuklular, Ramazanoğulları, Osmanlılar gibi çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapan Anavarza’da farklı kültürlere ait izleri bir arada görmek mümkün. Stadyum ile tiyatro kalıntılarını gördüğünüzde bir zamanlar sahnelenen oyunlar ve heyecanlı yarışlar gözünüzün önünde canlanacaktır. Antik kentte sütunlu yol, mozaikli havuzlar ziyaretçilerin ilgisini çeken diğer kalıntılardır. 6. yüzyıla ait Kaya Kilisesi ve Havariler Kilisesi Bizans Dönemi’ne, batı kapısının dışındaki bir kulede görülen Arapça kitabe ise Abbasi Dönemi’ne işaret ediyor. Anavarza ören yerini çevreleyen surlar 1500 metre uzunluğunda ve giriş kapılarından 3. yüzyıla tarihlendirilen bir tanesi zafer takı biçiminde tasarlanmış. 56
Kentin yüzlerce yıl stratejik önemini yitirmeyen 11. yüzyıldan kalma 200 metre yüksekliğinde ovaya hâkim bir tepedeki kale, adeta ada gibi yükseliyor. 18. yüzyıla kadar bütün modern ülkelerin tıp fakültelerinde temel eserlerden biri olarak okutulan, De Materia Medica isimli beş ciltlik eserin sahibi, dünyaca ünlü Farmakolog Dioskurides’in Anavarzalı olması da kentin dünya bilim tarihine katkısı açısından dikkate değerdir. Şimdi ahmaklığında zirve yapmış biri, Anavarza Kalesi’nin yüksek burçlarına çıkıp, Çukurova’nın panoramik manzarasını seyrederek; “Bu kale ve görünen antik yapılar, ovadaki taşların tesadüf rüzgarlarının esmesi sonucu kendiliğinden oluşmuştur!” dese, aynen mürekkebin tesadüfen kağıtların üzerine dökülüp kendiliğinden “De Materia Medica” kitaplarının oluşması kadar saçma ve mantık dışıdır. Şimdi ahmaklığında zirve yapmış üniversite kalelerinin en yüksek burçlarına çıkan zatlar, kainat manzarasını seyrederek; “Bu kainat ve içindeki canlılar, çevredeki atomların tesadüf rüzgarlarının esmesi sonucu kendiliğinden oluştu!” diyorlar. Bu akıl sağlığı arızalı, canavar ruhlu zatlara, Anavarzalı Dioskurides’in beş ciltlik kitaplarını, kalenin eteklerinde açan şifalı bitkiler gibi yedirip okutsak düzelirler mi acaba? Yoksa bu antikaların beyinlerinin yapı taşları olan nöronlar, tıpkı Anavarza’nın antik dünyanın en uzun caddesi olan ve ihya olmayı bekleyen taş ve sütunları gibi yıkık ve dağınık mı? Arkeologların bunlara da el atması gerekmez mi?
57
ARSLANTEPE HÖYÜĞÜ – MALATYA Malatya’nın 7 km. kuzeydoğusunda, Fırat Irmağı’nın batı kıyısı yakınındaki Orduzu Beldesi’nde yer alan Arslantepe Höyüğü’nün kültür dolgusu 30 metre yüksekliğindedir. M.Ö. 5000 yıllarından M.S. 11. yüzyıla kadar yerleşim görmüştür. Höyükte yapılan kazılar sonucunda; M.Ö. 3300-3000 yıllarına ait bir kerpiç saray, M.Ö.3600-3500’lere ait tapınak, iki bini aşkın mühür baskısı, kaliteli metal eserler bulunmuştur. Elde edilen veriler göstermektedir ki o dönemde Arslantepe, aristokrasinin doğduğu ve ilk devlet şeklinin ortaya çıktığı resmi, dini ve kültürel bir merkezdir. Sarayın koridor duvarları baskı motif ve duvar resimleri ile bezenmiştir. Binanın çeşitli bölümlerinde çok sayıda mühür baskısının bulunması, idari etkinliklerin yoğunluğunu, duvarlardaki zengin bezeme ve kabartmalar da gücü simgelemektedir. M.Ö.2000 yılında Arslantepe, Fırat Nehri’ne doğru genişleyen Hitit İmparatorluğu’nun bir kenti olarak kullanılmıştır. MÖ 5000’den MÖ 712 tarihindeki Asur istilasına kadar yerleşim yeri olarak varlığını sürdüren Arslantepe daha sonra bir süreliğine terk edilmiş, M.S. 5-6. yüzyıllar arasında ise Roma Dönemi köyü olarak kullanılmış ve daha sonra Bizans Nekropolü (mezarlık) olarak yerleşimini tamamlamıştır. Şimdi ahmağın biri iş makinasına binip, içinde tarihsel kalıntıların gömülü bulunduğu bu höyüğe, yayvan toprak tepeye doğru sürse, içinde hiçbir şey yok sadece tesadüfler sonucu taş ve toprak yığınlarının birikmesiyle oluşan yapıları ben de tesadüf rüzgarları gibi dağıtıp saçıyorum deyip buldozerle höyüğü düzleyip parsellese, insanlık haysiyetini yıkmış olmaz mı? Tarihi mirasa hıyanet etmiş olmaz mı?
58
Şimdi kalbi mühürlenmiş, Bizans Nekroplü’nde yatan ölülerden daha camid biri iş makinasına binip dünya medeniyetleri höyüğüne sürse, içinde ilahi tecellilerin gömülü bulunduğu insan vücudu, hayvanlar ve bitkiler sarayına inkar kepçeleriyle girse, burada hiçbir Yaratıcı yok, kainat ve içindeki mahlukat tesadüflerle oluşmuştur deyip buldozerlerle insanlık haysiyetini, yaratılış amacını darmadağın edip, kendi inkarcı fikrini parsellemeye kalksa, bu kişi önceki ahmaktan bin kat daha ahmak ve zalim olmaz mı? Yarın mahşerde bu zalimler odun yığınları gibi Cehennem’de höyük höyük birikip istiflenmezler mi? Kendi eliyle parselledikleri cehennem konaklarına konuk olmazlar mı?
59
VAN KALESİ – VAN MÖ 900-600 yılları arasından Van merkez olmak üzere bölgede büyük bir medeniyet kuran Urartuların kralı I. Sardur (M. Ö. 840830) tarafından yaptırılmış, yüzyıl kadar adı geçen krallığın başkenti olan Van Kalesi’nin o zamanki adının Tuşpa olduğunu Asur ve Urartuların çivi yazılı kitabelerinden öğreniyoruz. Dünyadaki sayılı eski yapılardan biri olan Van Kalesi, aradan 3.000 yıl kadar bir zaman geçmiş olmasına rağmen bugün büyük kısmıyla hâlâ ayakta durmaktadır. Şimdi tüm Türkiye’de olduğu gibi burada da yazın bir festival için büyük bir kalabalık, kalenin önündeki düz ovaya toplansa, müzikler dinleyip eğlenseler, namazları hiç önemsemeseler o esnada Van Gölü’nde tuhaf şeyler olmaya başlasa… Dinazor büyüklüğünde canavar gibi bir mahluk kafasını kaldırıp kıyıya doğru yaklaşsa, Dabbet’ül Arz gibi tuhaf görünümüyle kalabalığa doğru yaklaşıp gür sesiyle; “Ey insanlar! Allah’a, ahirete, Peygamber’e, Kur’an’a, ayetlere kesin olarak iman etmiyorsunuz. Etseydiniz namazlarınızı kılar, oruçlarınızı tutar, zekatlarınızı verirdiniz.” dese, bu insanlar panik halinde kaçışmazlar mı? Kıyamet mi kopuyor diye her türlü günahlardan sakınıp istikamet dairesine bu canavardan kaçar gibi koşmazlar mı?
60
Bu dünyaya gönderiliş amacına uygun, Kur’an ve Sünnet rehberliğinde yaşamamız için mutlaka Van Gölü Canavarı mucizesini görmemiz mi icap ediyor? En büyük mucize olan Kur’an ve ayetleri, Resulullah Efendimizin gerçekleşmiş binlerce mucizeleri ve yol gösterici hadisleri biz beyinleri urlu kalpleri virüs sardırmış hakikatleri düşünmeyen turşu akıllılara yetmez mi? Üç bin nüfuslu bir beldeye gittim. Beldenin tek camisinde Cuma namazına seksene yakın insan geldi. Yatsı namazını da orada kıldım. 12 kişiydik. Namazdan sonra yolun iki tarafına sıralanmış kahvehanelere baktım. Hepsi ağzına kadar doluydu. Dedim genel olarak işte ülkemizin tablosu! “Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da insanların ayetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler.” (Neml Sûresi, 82)
61
SAİNT PİERRE KİLİSESİ – HATAY St. Pierre Kilisesi, Asi Nehri’nin batısında, Hac Dağı’nın batı eteklerinde yer alır. Doğal bir mağara olup, eklemelerle kiliseye dönüştürülmüştür. İsa aleyhisselamın 12 havarisinden biri olan St.Pierre (Aziz Petrus), Antakya'ya MS 29-40 tarihleri arasında gelmiş ve Hıristiyanlığı yaymaya çalışmıştır. İlk dini toplantının yapıldığı bu kilisede cemaat ilk kez Hıristiyan adını almış. Bu yüzden St. Pierre Kilisesi Hıristiyanlığın ilk kilisesi olarak bilinir. 1963 yılında Papa VI.Paul tarafından Hıristiyanlar için hac yeri ilan edilmiştir. Özellikle Aziz Petrus’un ilk Papa olarak kabul edilmesinden dolayı Katolik inancının Dünya’ya yayılmasında bir merkez konumunu kazanmıştır. Şimdi bu mağaranın derinliklerinde kazılar sonucu İncil’in ilk nüshası bulunsa, Karbon-14 ile yaş tayini yapılıp 2.000 yıl önce İsa aleyhisselamın ağzından çıkan orijinal sözler olduğu anlaşılsa, Vatikan’a incelemesi için verilse; Troya hazinesinden de değerli bu tahrif olmamış İncil’de yıllarca karanlıklarda gizli kalan hakikatler aydınlığa çıksa, 62
“Bir vakit Meryem oğlu İsa şöyle dedi: ‘Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın Resulüyüm, önümdeki Tevratın doğrulayıcısı ve benden sonra gelecek bir Resul’ün müjdecisi olarak geldim ki onun ismi Ahmed’tir.’ Sonra O onlara açık delillerle gelince ‘Bu apaçık bir sihir’ dediler.” gibi yüzlerce Peygamberimiz Muhammed aleyhisselatü vesselama işaret eden delilleri okuduklardan sonra; Papa eline kılıç alıp tebasıyla Roma’daki Kolezyum’un arenasına girse, gladyatör gibi kılıncını tüm Hristiyan dünyasına karşı kaldırıp dese: “Ey Nasraniler! 2.000 yıl önce Hac Dağı’nın eteklerinden gelen yüce bir sese kulak verin: “Hz. İsa dedi; Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi tutun.” “Benden sonra gelecek bir Resulün müjdecisi olarak geldim ki onun ismi Ahmed’tir.” “Ey kitap ehli! Ben ve tebam İsa Mesih’i seviyoruz, emirlerini tutuyoruz ve müjdelediği Muhammed aleyhisselatu vesselama inanıyoruz ve O’na tabiyiz. Sizler de gelin hak olan İslam dinine tabi olun!” dese ve kendisiyle beraber tüm tebası şehadet getirse; ardından gök yarılsa İsa aleyhisselam mucizeleri ve nübüvvet delilleriyle yeniden yeryüzüne indirilse, Ruh’ul Kudüs ile desteklenip inkarcı Hristiyanların içinde sakladıkları küfürlerini tek tek söyleyip materyalist, esbabperest, darwinizm ve ateizm fikirleriyle cüzzamlı gibi hastalıklı ruhlarını ve bedenlerini ferasetli dokunuşlarıyla tek tek tedavi etse, dinsizlik batağına saplanmış o kör gözleri basiretli dokunuşlarıyla hakikate açsa, mucizevi nefesiyle, telkinleriyle sağır kulakları vahye aşina kılsa, hayat fışkıran nefesiyle, hikmetli sözleriyle ölü kalplerin dirilmesine vesile olsa, tüm Batı ve Hıristiyan dünyasını İslam dinine tabi olmaya çağırsa. Acaba bu yüce sese bunların çoğu kulak verip tabi olarak İslam inancının tüm dünyaya yayılmasına on iki havari gibi yardımcı mı olurlar, yoksa burun kıvırıp asi olarak bu salih çağrının karşısına dokuzlu çete gibi geçip ellerindeki tüm imkanları kullanarak kitlelere seslenip yeryüzünde bozgunculuk yapmaya mı çalışırlardı? Allah’u a’lem. 63
Allah'ın lütfu ile yazmış olup ücretsiz dağıttığım kitaplarım: 1- Kayıp Dünyalarda Allah'ın Mührü 2- Kadim Medeniyetlerde İlahi Sırlar 3- Dünyanın Yedi Harikasında Tevhidin İzleri 4- Mimari Eserlerde Rabbin Kitabesi 5- Gizemli Dünyalara Yolculuk Nur Ekspresi 6- Doğal Harikalar Diyarında Allah'ı Bulmak 7- Helak Olan Kavimlerde İbretlik Deliller 8- Türkiye Unesco Dünya Mirasında Allah'ı Akılla Görebilmek 9- Unesco Dünya Mirasında Allah'ı Akılla Görebilmek 10- Rabbimizi Bize Gösteren Pencereler 11- Semâvât Âleminin Tefekkürü 12- İstanbul Turunda Allah'ı Bulmak 13- Deizmi Çürüten Misaller 14- Kuran ve Sünnet Rehberliğinde Altın Öğütler 15- Unesco Kültürel Mirasımız Köyname 16- Divan Bahçesinin Gülü Aşk-ı Nebi 17- Ahiretin Kesin İspatı 18- Allah'ı Delilleriyle Görebilmek Not: Listedeki kitapların ismini ve yanına Cemil Metin yazıp internetten ücretsiz okuyabilirsiniz. Resulullah'ın (s.a.v) ayağının toprağı Hor, hakir, günahkar, şuursuz, miskin Cemil Metin, 2018 Malkara / TEKİRDAĞ
64
Efes Antik Kenti'nin mimarını sütunlu yollarda dolaşırken görmesek de, onun taşlarının tesadüfen değil, bir akıl tarafından itinayla dizildiğini aklen gördüğümüz gibi; teleskobumuzla yıldızları seyrederken Allah'ı hâşâ göklerde bir yerde otururken görmesek de tüm kainatın ve içindeki mahlukatın sonsuz akıl sahibi bir Yaratıcı tarafından tasarlandığını aklen görürüz. Eserden müessire geçip Anadolu’nun esrarengiz yerlerine yapılacak bu yolculukta, kadim uygarlıkların ardında kalan izlerin ve görkemli kalıntılarının altında kaybolan “İlahi Sırlar”ı keşfetmeye ve gün yüzüne çıkarmaya hazır olun.