Rabbimizi Bize Gösteren Pencereler - Cemil Metin

Page 1



Dünyanın gizemli yerlerine yolculuğa çıkıp, uğradığımız yerlerde Rabbimizin varlığını ve birliğini aklî, mantıkî ve ilmî delilleriyle sanki karşımızda bir resim tablosu izler derecesinde akıl gözümüzle görüp, haşrin, yani ölümden sonraki hayatın gelmesini gelecek baharın gelmesi kuvvetinde sanki ahiretin caddelerinde gezer derecesinde anlayarak, Peygamber Efendimizin (S.A.V) risaletinin ve Kur’an’ın hak olduğunun birçok parlak delilleriyle ispat edileceğine şahit olunacak inşallah.


1- TOPRAK ASKERLER ORDUSU 1974’te üç yerel çiftçi bir kuyu kazarken, pişmiş topraktan gerçek boyutta binlerce askerlerin bulunduğu bir çukura rastladı. Kazılar hemen başladı. MÖ 221’de tahta çıkan ilk Çin İmparatorunun Anıtmezarı olduğu anlaşıldı. Yüz binden fazla işçi günlerce uğraşarak üstün dehasıyla yaptıkları, gerçek boyutta olan pişmiş toprak askerlerin hiçbiri birbirine benzemez; atları, arabaları, silahlarıyla gerçekliğinin şaheserleridir. Şimdi biri dese ki, “Bu toprak askerler ordusu, toprağın altındaki killi tabakanın, yeraltı sularının binlerce yıl aşındırmasıyla erozyona uğrayıp kendiliğinden şekillenerek en son bu mükemmel halini aldı!” Buna hiçbir akıl sahibi inanmaz.

2


Bu anıtmezarı yukarıdan platformdan seyredenler Çinli ustaların üstün dehasını takdir ederken, biraz ötedeki futbol stadyumunu dolduran binlerce kişiyi helikopterle tepeden görseler, bunlara kim böyle şekil ve suret verdi diye düşünebilen milyonda bir çıkar mı acaba? Topraktan insanların kendi kendine veya tabiatın tesiriyle oluşamayacağına inanıyoruz ama etten ve kemikten yaratılmış ve bunlardan binlerce kez daha mükemmel, hikmetli ve sanatlı insanları hangi akla hizmet edip tesadüflere havale edebiliyoruz?

3


2- KUMDAN KALE Sahil boyunda kör dalgaların vurduğu kumsalda belli belirsiz figürler, şekiller, yarıklar oluşur. Ama o sahilde haşin ve kör dalgaların vurduğu kumsalda kumdan yapılmış sanatlı kulübe gibi ufak bir kale görsek, kalenin kapıları, pencereleri, çatısında bayrağı, etrafında surları, surlarında ellerinde silah tutan kumdan askerleri görsek yani bir ölçü, plan, tasarımla karşılaşsak bunları hiçbir zaman kör dalgalara, sert rüzgarlara, serseri tesadüflere havale edemeyiz. Ortada belli bir ölçü ve düzen varsa, onu ölçüp biçen biri vardır. Plan ve tasarım varsa onu tasarlayan vardır. Sanat varsa sanatkâr vardır. Nasıl kumlar sel gibi akan dalgalarla, tesadüf rüzgarlarıyla savrulup kendiliğinden bu kaleyi ve tasarımları oluşturamazsa, kum misali cansız ve şuursuz atomların da ani bir kararla bir araya gelip, olağanüstü bir organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir sistemle işleyen evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini ve sayısız kompleks sistemlerle donatılmış canlıları tesadüfen kendiliğinden meydana getirmesi akıl ve mantık dışıdır.

4


Amerikalı astrofizikçi Prof. Hugh Ross, "Dizayn ve İnsani İlke" başlıklı bir makalesini şöyle bitirir: Akıllı ve üstün bir Yaratıcı evreni yoktan var etmiş olmalıdır. Akıllı ve üstün bir Yaratıcı evreni dizayn etmiş olmalıdır. Akıllı ve üstün bir Yaratıcı Dünya gezegenini dizayn etmiş olmalıdır ve yine akıllı ve üstün bir Yaratıcı hayatı ve canlıları tasarlamış olmalıdır. Aslında yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilmediğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmemesinin) nedeni, bilimsel değil, psikolojiktir. Prof. Sir Fred Hoyle Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah herşeyi kuşatandır. (Nisa Suresi,126)

5


3- PETRA ANTİK KENTİ Dünyanın en gizemli kentlerinden Petra, Arabistan yarımadasında yer alan Ürdün'de, MÖ 400 ve 106 yılları arasında Nebati krallığına başkentlik yapmıştır. Kaya bloklarına oyulmuş tapınaklar, amfi tiyatro, kral mezarları ve kabartma figürlerin her biri hayranlık uyandırıcı türden. Özellikle kayalara oyulmuş, 12 katlı bina yüksekliğindeki El-hazne (hazine) tapınağı, gösterişli ön cephesindeki sütunlar, kabartma heykeller, hayvan ve çiçeklerle süslü figürler göz kamaştırıyor. Arap çöllerinde kayıp bir mücevher gibi parlayan bu yapıyı hiç kimse diyemez ki, binlerce yıl esen çöl rüzgârlarının kumları savurmasıyla kayaları aşındırarak kendiliğinden şekillendi. Yine hiç kimse diyemez ki bu yapıyı ve ön cephede dikilen heykelleri kör kuvvetler, serseri tesadüfler, sağır tabiat, cansız ve şuursuz sebepler kendiliğinden inşa etti. 6


Şimdi medeniyetten tamamen uzak Amazonların balta girmemiş ormanlarında yaşayan bir yerliyi ya da Patagonya'nın insan ayağı basmamış ormanlarında yaşayan bir yamyamı getirin Petra'ya, bu yapının ve önündeki heykellerin tesadüflerle kendiliğinden oluştuğunu söyleseniz; "Ago migo yamo çigo!" Yani bu kadar da yamyam değiliz diyecektir. Deseniz ki, bu fikri kabul edersen seni fakülteye kaydettirir, beyaz önlük giyer, doktor olursun yoksa kabilene döner ha böyle tam tam çalıp oynarsın. "Ey efendiler varsın medeniyetiniz benden dünyam kadar uzak olsun. Bu önlüğü giymektense boynuma sarmaşıkları bağlayıp kabilemdeki kamp ateşinin etrafında dönüp dans etmeyi yeğlerim!" deyip bu fikri kabul etmeyecektir. Dünyanın çoğu ülkelerinde tıp fakültelerine gitseniz profesörler insan vücudu anatomisini anlatırken sık sık doğa, tabiat, tesadüfen, kendiliğinden gibi inkar kelimelerini duyarsınız. Ben buna çok şahit oldum. Allah diyen yüzde ya da binde bir çıkar. Halbuki çok kompleks sistemlerle yaratılan insan vücudu, Petra'daki insan heykellerinden binlerce kez daha mükemmel, hikmetli ve sanatlı değiller mi? Tıp fakültelerinde kadavranın yanında hocalarını dinleyen beyaz önlüklülerin, koro halinde "Ago migo yamo çigo!" demeleri gerekmez mi? Ama diyen yüzde ya da binde bir çıkar mı? Hadi uyarıcı gelmedi duymadık deseler onlar yırttı, ya bizler? Yarın mahşerde kamp ateşinin etrafında boyunlarına bükülmüş bir ip bağlayıp tam tam çalıp yamyam gibi dans ettirmezler mi? Yarın mahşerde bunları muaf kendinizi yamyam suretinde görürseniz, hemen tam tam çalıp dans etmeye başlayın onların sınıfına kendinizi dahil etmek için ama nafile orada çiğ et yemezler!

7


4- SAATİN DİŞLİ ÇARKLARI Nasıl ki bir saat içinde birbiriyle bağlantılı küçüklü büyüklü birçok dişli çarkların dönmesiyle çalışır. Bir çark eksik ya da yanlış yerde olsa saat işlemez. Nasıl ki bir saatin çarkları doğadaki demir, çelik ve plastiğin kendiliğinden işlenip tesadüfen yerinde dizilmesiyle oluşamazsa ve onu yapan bir ustası varsa, birbiriyle bağlantılı dişli çarklar hükmünde olan ve mükemmel işleyen vücudumuz ve içindeki dolaşım, sindirim boşaltım, solunum, hormonal gibi sistemler de tesadüflerin değil sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Rabbimizin eseridir. Ülkemizde binlerce kilometre karayolları ve içinde birçok köprü, 8


viyadük, tünel, kavşak ve bağlantı yolları vardır. Nasıl ki kum, çakıl, zift ve betonun tesadüfen tarlalara dökülmesiyle kendiliğinden bu yollar oluşamazsa ve onu yapan mimar, mühendis ve işçiler varsa, bu yollardan çok daha mükemmel ve uzun içimizdeki yaklaşık 100 bin kilometrelik ulaşım ağı olan kan damar yolları da tesadüfen oluşamaz. Hiç damar bulunmayan bir insan bedeni olduğunu varsayalım ve bir mühendisten bu bedenin içine döşenecek damarlar ile ilgili bir plan yapmasını isteyelim. Bu planda karaciğerin derinliklerinden kemik dokularının içine, göz kapaklarından böbreklere, mideden pankreasa, beyinden kaslara kadar her hücreye gerekli bağlantılar sağlanmalıdır. Ayrıca her organın işlerine göre damar kalınlıkları ve özellikleri de belirlenmelidir. Bir insanın böyle bir planı tek başına yapamayacağı çok açıktır. Ancak dünya üzerindeki tüm insanlar toplansa da sonuç değişmeyecektir. Bunların tümünün ne ömrü ne de aklı, sonsuz kombinasyona sahip kan dolaşım ağının planını tasarlamaya yetmez. Milyonlarca insanın bir araya gelerek tasarlayamayacağı kadar mükemmel bir planın, kör tesadüflerle ortaya çıktığını iddia etmek ise elbette mümkün değildir. Tek bir aşamasında dahi tesadüfe asla yer vermeyen bu sistem, insanın Allah tarafından yaratıldığını çok açık bir biçimde gözler önüne sermektedir. "Eğer doğanın derinliklerinde gerçekleşen işlerin kompleksliği dünyanın en zeki beyinleri tarafından bile zor anlaşılıyorsa, bu işlerin sadece birer kaza, birer kör tesadüf eseri olduğunu nasıl düşünebiliriz?" Prof. Paul Davies, fizik profesörü

9


5- AHŞAP KİLİSE - RUSYA Rusya’nın Onega Gölü’ndeki Kizhi Adası’nda “Kizhi Pogost” ahşap kiliseleri, yerel mimarinin başyapıtı olarak tanınır. Hiç çivi kullanılmadan tamamen ahşaptan yapılan üç yapıdan oluşmaktadır. 22 kubbeden oluşan 37 metre yüksekliğindeki Transfiguration Kilisesi’nin 1714 yılında yapımının bitiminde marangoz başının, baltasını göle fırlatıp zaferle şöyle bağırdığı söylenir: “Böyle bir kilise hiç yapılmamıştır, hiçbir yerde yoktur, asla da olmayacaktır!” Şimdi burayı ziyarete gelen bir Rus’a deseniz; kiliseye ibadete mi geldiniz? Yok ziyarete. Gelmişken ibadet de etseydiniz? O eskilerin masalı, Darwin her şeyi açıklamış, Yaratıcı’ya inanmaya gerek yok, bunlar hayal ürünüdür. Deseniz; “Bence bu kilise yıllar önce şu ormandaki ağaçların çakan şimşekler düşen yıldırımlarla devrilip, sel sularıyla buraya sürüklenmesi sonucu kendiliğinden oluşmuştur. Yani bir ustası yoktur.” Delikanlı şaka yapıyorsun herhalde. Hiç tesadüfen bu harika kilise kendiliğinden oluşabilir mi? Senin kafa tahtalarının çivisi mi çıkmış? 10


Siz de şaka yapıyorsunuz herhalde. Hiç kendi vücudunuza ya da şu muntazam kainata ibret gözüyle baktınız mı? Bak sizin vücudunuzda da 206 adet kereste gibi kemik hiç çivi kullanılmadan oyma çakma tekniğiyle vücut binanıza muntazaman yerleştirilmiş. Hiç bunun ustasını düşündünüz mü? Nasıl bir kasırganın ahşap malzeme deposundaki keresteleri savurarak kaza sonucu bu kiliseyi oluşturması mümkün değilse, vücudundaki kereste gibi kemiklerin de tesadüf rüzgarlarıyla savrulup kendiliğinden oluşması mümkün değildir. Nasıl ki bir kasırga tesadüfler sonucu bu ahşap kiliseyi meydana getiremiyorsa, bu kainatın ve içindeki mahlukatın da plansız olaylarla sadece birer kaza, birer kör tesadüf eseri meydana gelmesi ve üstelik de son derece kompleks yapıları içinde barındırması mümkün değildir. Dahası kainat ve içindeki mahlukat bu kiliseyle karşılaştırma yapılamayacak kadar sayısız detayla donatılmıştır. Ey tavariş! Senin bu kasırga misalin çok mantıklı ve tutarlı. Zihnimdeki köhne fikirleri rüzgar gibi kasıp savurdu. Keşke bu misalleri sizler yıllar önce Kremlin’in önündeki kilisede Duma’ya karşı haykırsaydınız, baştakiler de duysaydılar bunları. İnkarcı masallarla topyekûn bir milleti dinsizlik bataklıklarına gömmeseydik. Bizler çara kadar dindar bir millettik. Ne zaman çekiç ve orak geldi dinimizi yıkıp biçtiler. Rus milletinin ahlakını enkaza çevirdiler. “Din afyondur” dediler görüyorsun ortada ayık gezen yok. Herkes votka müptelası olmuş. Gençlerimizin çoğu madde bağımlısı, yetişkinler de maddeperest, kalmamış Allah’a iman eden bir hakikatperest. Aklın yolu birdir. Bu millete bir asır boyunca bu kainatın ve içindekilerin kör tesadüfler ve rastlantılar sonucu oluştuğu masalını anlatan bunlar gelsinler bu dört asırlık ahşap yapının kendiliğinden oluşabileceği teorilerini bilimsellik kılıfı adı altında anlatmaya çalışsınlar. Buna muvaffak olabilirlerse ki olamazlar, bundan çok daha zor işlere kalkışıp bu kainatın ve içindeki mahlukatın bir Ustası yoktur desinler. Ey tavariş! Sana eşşed sıpasiba, çok teşekkürler. Ben şimdi anladım ki, bu ahşap kilise gibi bu kainatın ve içindeki mahlukatın tesadüfen oluştuğunu söyleyen keresteler tam bir eşşek sıpasıdır. 11


6- LESHANLI DEV BUDA HEYKELİ – ÇİN Çin’de Sichuan Eyaleti’nde bir tepenin yamacına oyulan, 8. yüzyıldan kalma 71 metre yüksekliğinde (yaklaşık 25 katlı apartman yüksekliğinde) dev Buda heykeli, dünyanın en büyük Budasıdır. Her gün bu heykeli görmeye binlerce ziyaretçi gelmektedir. Şimdi buraya gelenlere; “Sert esen rüzgarların binlerce yıl kayayı aşındırıp şekillendirmesiyle bu heykel kendiliğinden oluştu.” desek bu dev gibi yalana hiçbir Çinli, Japon, Koreli, Uzakdoğulu inanmaz. Çünkü onlar da gayet iyi biliyorlar ki, tesadüflerin eline sınırsız zaman ve sınırsız malzeme versek de değişen hiçbir şey olamaz. Yani bir yere tahta, çivi, çekiç koysak binlerce yıl geçse de akıl sahibi bir usta olmadan tesadüfler sonucu bir sehpa oluşamaz. Arazinin ortasına blok bir kaya koysak, yanına da çekiç, keski gibi yontu aletlerini bıraksak, akıl sahibi bir ustanın hassas rötuşları olmadan tesadüf rüzgarlarının esmesi sonucu kendiliğinden Davud Heykeli gibi bir sanat harikası oluşamaz. 12


Ama bu heykelden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı kendi suretlerinin bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını, kendilerine şekil ve suret verenin kör kuvvetlerin, serseri tesadüflerin ve sağır tabiatın değil, üstün bir ilim sahibi Allah olduğunu söylesek şaşkın şaşkın bakınır. Buna neredeyse hiçbir Uzakdoğulu inanmaz. Çünkü gaflet sisi tüm toplumu sarmış, hakikati göremiyorlar. Tesadüf saçmalıkları her yeri tsunami gibi kasıp kavurmuş dev bir mantık çöküntüsü içindeler. Hakikatleri düşünemiyorlar, söylense de anlayıp idrak edemiyorlar. Gözleri görüyor ama basiretleri kör, akılları bağlanmış. İşte bu heykelden binlerce kez mükemmel bir ölçü ve düzen içinde yaratılan kendi vücutlarının icadını sonsuz bir ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Allah'a vermeyip; mizansız kör kuvvetlerin, maksatsız serseri tesadüflerin, şuursuz zulmetli tabiatın camid ve karışık ellerine veren hakikate uzak doğuluların dev bir mantık çöküntüsü! Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir ayet getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsa (yap). Eğer Allah dileseydi, onların tümünü hidayet üzerine toplardı. Öyleyse sakın cahillerden olma. (En'am Suresi, 35)

13


7- HAMUR BEBEK Sanatkâr bir usta hamur teknesine bir lokmalık hamur koyup, üstüne unlar serpeleyerek yavaşça hamuru kabartıp elleriyle şekillendirmeye başladı. Hamur kabardıkça gövde, kafa, el, kol, bacak, parmaklar ortaya çıkmaya başladı. Sanatkâr usta maharetli elleriyle kafada göz, kulak, burun, ağız yapıp bebeğin simasını da oluşturdu. Eline aldığı jiletle parmak aralarını kesti, eğri büğrü şekiller verip tırnaklarını da yaparak minnacık parmaklarını da tamamladı. Dış hatların hepsi tamamlanınca fırına pişim için verdi. Neticede uzun dikkat, uğraş ve yetenek sonucu ortaya hamurdan harika bir bebek çıktı. Sanatkâr bir Usta rahim teknesine bir çiğnemlik cenin koyup, hücreleri bölüp çoğaltarak yavaşça cenini kabartmaya başladı. Cenin kabardıkça gövde, kafa, el, kol, bacak, parmaklar belirmeye başladı. 4 haftalıkken kafanın her iki tarafına birer oyuk açıldı ama içi boş acaba niye? 6.haftada o boşluklara gözler oluşmaya başladı. Önce binanın pencere boşlukları sonra çerçeveler yerleştirildi, ölçü tam uyuyor, sapma ve yanılma yok. Ha ha bu hamur bebeğin gözleri kadar da basit değilmiş. Hem de 40 ayrı parçadan oluşuyor. 14


Bakın bazı hücreler korneayı, bazı hücreleri göz bebeğini, bazı hücreler de merceği yapıyor. Adeta biri camı, biri çerçeveyi, biri menteşeyi, biri kolu yapıyor. Her hücre inşa ettiği bölümün bitiş sınırına geldiğinde duruyor. Her biri gözün ayrı bir parçasını oluşturup sonra mükemmel bir şekilde birleşiyorlar. Cam, demir, plastik usta olmadan kendiliğinden bir araya gelip pencere olabilir mi ve yerine geçip takılabilir mi? Kim onu yapan ve monte eden? Ey hücreler siz kimsiniz? Kimden emir alıyorsunuz? Tabakaların başlangıç ve bitiş sınırlarına nasıl karar veriyorsunuz? Komutayı size kim veriyor, böyle ki, hiç şaşırıp karıştırmıyor ve unutmuyorsunuz? Örneğin göz merceği olmasa göz hiçbir işe yaramaz. Ya da mercek ile göz bebeği yer değiştirse göz görevini yerine getiremez. Hangi detayını anlatsam ki, göz, kalp, beyin, karaciğer her birinde binlerce mucizevi sistemler işliyor. Sindirim, solunum, dolaşım, hormonal gibi sistemler her biri kusursuz bir mühendislik harikası ve üstün bir aklın ürünü. "30 yıldan bu yana canlıların anatomilerini inceliyorum. Her araştırmamda karşılaştığım gerçek, Allah'ın kusursuz yaratışı oldu." Prof. David Menton, Washington Üniversitesi, anatomi profesörü Tüm detaylarıyla ana rahminde şekil ve suretlendirilen insanın yaratılışında, şuursuz hücreler sonsuz bir akılla hareket ederler ve tüm organları ve sistemleriyle bir bebeği ana rahminde inşa ederler. Elbette ki bu olağanüstü olayı başaranlar bu hücrelerin kendileri değildir. Bebeği oluşturan hücreler sonsuz güç sahibi olan Allah'ın ilhamı ile hareket ederler. Allah bir ayetinde insana şekil ve suret veren olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur. Ana rahimlerinde size dilediği gibi şekil ve suret veren O'dur. O'ndan başka ilah yoktur; üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Al-i İmran Suresi, 6) 15


8- DAVUD HEYKELİ Yılda sekiz milyon turist Michalengelo’nun 1504 yılında tamamladığı “David” heykelini görmek için İtalya Floransa’ya gelir, hayranlıkla bakarlar ve sanatkârını takdir ederler. Michalengelo tek parça halinde bir mermer bloğu ince rötuşlarla oyarak, beş metre boyundaki heykelini hapsolduğu yerden çıkarmış ve sanatını göstermiştir. Şimdi biri dese; “Bu heykel arazinin ortasında duran bir kaya kütlesinin, sert rüzgârların binlerce yıl esmesiyle kayayı aşındırarak kendiliğinden oluştu biz de alıp müzeye koyduk!” Aklı başında dünyada 7 milyar insandan bir kişiyi bile bu saçmalığa inandırabilir miyiz? Dünya’nın dört bir yanından gelen turistler heykelin sanatkârını takdir ediyorlar buna mukabil aynada kendisine bakınca tahminen sadece kendisi ile alakadar oluyorlar. Hâlbuki kendi yaratıcısı ve sanatkârı olan Rabbini düşünmeleri icap etmez mi? Peki bunu düşünen kaçta kaçıdır acaba? Binde biri mi yahut milyonda biri mi? Heykelin yanında durup hayran hayran izleyen turiste desen, “Hey seni yaratan, şekil ve suretlendiren sanatkârın bir Allah var, ona iman et.” What? What? der şaşırır gider ya da tuhaf tuhaf bakar. Heykelin sanatkârını takdir edip, kendi sanatkârını sağır tabiata, kör kuvvetlere, serseri tesadüflere, camit ve şuursuz sebeplere isnad etmek veya hiç alakadar olmamak tam bir akılsızlık ve tam bir ihanettir. Bunun da cezası ahirette çok çetin ve vahim olacaktır.

16


Bakın benim de gözlerim var ve hem de görüyor, onun ise görmüyor. Bakın kulaklarım duyuyor, ağzım konuşuyor. Parmağımı ani uzatıp heyt! desem irkilmez ben de ise refleks var, kalbim hızlı atar. Bakın akciğerlerim nefes alıyor onun ise almaz zaten yok ortadan ikiye bölsek mermer blok çıkar. Benim ise içimde mükemmel sistemlerle işleyen iç organlarım var. Hangimiz daha sanatlı, hikmetli ve harika? Yıllarca tıp fakültelerinde okuyup bir de ihtisas yapıyor doktorlar gözü, kalbi, beyni… daha iyi anlayıp öğrenebilmek için. Binlerce sayfa kitaplar okuyorlar Allah’ın sanatındaki detayları kavrayabilmek için. Arkadaşım dişin uzmanlığına hazırlanıyordu. Yayınevinden kitapları almış eve taşımak için hamal tutmuş. Heykele bakıp heykeltıraşı bir defa takdir ediyorsa insan aynada kendisine bakıp sanatkârı olan Allah’ı binlerce defa takdir etmesi gerekmez mi? İşte 7 milyar insanın çoğuna hâkim olan bir akıl tutulması var. Dinsizlik, inkâr ve gaflet büyüsü her yeri sarmış. Dalalet, safsata, kibir, inat, görenek gibi şeytani hilelerle insanlar inkâr ve küfür bataklığına saplanmışlar ve hakikati göremiyorlar. Gözler kör değil, basiretler kör olmuş, akıllar bağlanmış. And olsun cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalpleri vardır bununla kavrayıp anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler… İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)

17


9- ÇÖLÜN ORTASINDAKİ UÇAK Çölün ortasında bir uçak görsek; lastikleri patlamış, camları kırılmış, kaportası paslanmış, motoru çürümüş bir haldeki bu uçağın yıllar önce buraya düştüğü veya terk edildiği kanaatine varırız. Biri dese ki çölün altındaki madenlerin zamanla kendiliğinden bir araya gelip şekillenmesiyle bu uçak tesadüfen oluştu. Demir sıcaktan eridi, aktı, gece soğudu, uçağın iskeletini oluşturdu. Kumlar eridi camlara dönüştü. Petrol aktı, lastikler oldu. Bakırlar inceldi, kablolara dönüştü. Uzaklardan pamuklar uçuştu, koltuklar oluştu… Akıllı bir ustanın çekici, bir mühendisin tasarımı olmadan doğadaki madenlerin kendiliğinden bir araya gelip tesadüf rüzgârlarıyla savrulmasıyla bir uçağın montajı olabilir mi? Bir uçak kanatlar, pervaneler, motor, kumanda sistemi, türbinler, tekerlekler, radar sistemi ve benzeri çeşitli parçalardan oluşur. Vücudumuzdaki birçok sistemlerde de örneğin sindirim sistemimizde de aynı şekilde çeşitli parçalar vardır. Bunlar mide, yemek borusu, yutak, dişler, dil, bağırsaklar gibi çeşitli organlarımızdır.

18


Nasıl bir uçak güçlü türbinleri, motoru, kanatları, pervaneleri, uydu sistemi olmadan hareket edip uçamaz. Ancak her parçası bir arada ve yerinde olduğu takdirde çalışır. İşte sindirim sistemimiz için de aynı şey geçerlidir. Yemek borusu olmadan midenin olmasının bir anlamı yoktur. Çünkü yiyecekleri mideye taşıyan yemek borusudur. Veya mide olmadan bağırsakların bir işe yaraması mümkün değildir. Çünkü midede sindirilen besinler bağırsaklara geçerek kan dolaşımı yoluyla hücrelerimize kadar ulaştırılacak hale getirilirler. Nasıl bir uçak tüm parçalarıyla birlikte tesadüfen çöl şartlarında kendiliğinden oluşamazsa, ondan binlerce kez mükemmel işleyen vücudumuz ve çeşitli parçalardan oluşan sistemler de tesadüfen bir araya gelip oluşamazlar. Ancak üstün akıl sahibi, âlemlerin Rabbi tarafından yaratılıp monte edilebilir. De ki: "Sizi inşa eden yaratan, size kulak, gözler ve gönüller veren Allah'tır. Ne az şükrediyorsunuz?" (Mülk Suresi, 23)

19


10– DİVRİĞİ MUCİZESİ - SİVAS Anadolu Selçuklu Devleti’ne bağlı Mengücek Beyliği döneminde inşa edilmiştir. Ulu Cami, Süleyman Şah’ın oğlu Ahmet Şah tarafından, Darüşşifa ise eşi Melike Turan Melek tarafından yaptırılmıştır. 1228 yılında başlanıp 1243 tarihinde tamamlanan yapı kompleksinin baş mimarı Ahlat’lı Hürrem Şah’tır. Başta taç kapılar olmak üzere, külliyenin bir çok yerinde bulunan, Ahlatlı ve Tiflisli ustaların ellerinden çıkan, taş işçiliğinin en nadide ve en ince örneklerini yansıtan harikulade motifler tüm dünyanın ilgi ve dikkatini çekmektedir. Taş kapılara nakşedilen binlerce yaprak, çiçek ve ağaç motifleri, geometrik şekiller ve büyüleyici eseri görünce Evliya Çelebi şöyle demiştir: “Methinde diller kısır, kalem kırıktır.” Görenleri kendisine hayran bırakan bu muhteşem abide eser, sanat tarihçileri tarafından “Divriği Mucizesi”, “Anadolu’nun Elhamrası”, “Asya’nın Tac Mahali” gibi ifadelerle tanımlanmıştır. Şimdi biri dese ki; “Cennet Kapı’daki o muhteşem cennet bahçesi gibi taşa işlenmiş çiçek motifleri, sert kuzey rüzgârlarının esmesi sonucu taşları aşındırarak, gökteki güneş ışınlarını yansıtarak, yağan fırtınalı yağmurlar ıslatarak, çakan şimşekler lazer gibi taşları yontarak doğa harikası olarak oluştu!” Buna yeryüzünde hiçbir akıl sahibi mümkün diyebilir mi? Az ötede yemyeşil Divriği Ovası’na gitseniz; ağaçlar pembe beyaz çiçek açmış, erguvanlar, leylaklar, zambaklar, papatyalar, laleler, menekşeler, nergisler, ismini bilmediğimiz daha nice çeşit çiçekleri görüp bu cennet bahçesi gibi toprağa işlenmiş ve taşa işlenenlerden binlerce kez daha mükemmel, renkli, desenli, sanatlı, hoş kokulu ve canlı bu çiçeklerin sanatkârı kim diye hiç düşünüp takdir ettiniz mi? Yoksa kuzey kapıdaki birinin dediği gibi kara toprağın, sarı güneşin, mavi göklerin, beyaz bulutların tesadüf rüzgârlarıyla bir araya gelip bu sanatlara vakıf olabileceğini mi hep düşündük? Cennet kapısının önüne işlenmemiş taştan bir kapı koysak, yüz tane kör, sağır, düşüncesiz ve cahil insanı önüne getirip, ellerine çekiç, keski gibi aletleri versek, haydi cennet bahçesi gibi işleyin desek, herhalde taş kapıyı yıkıp, tuz buz edip cehenneme çevirirler. 20


Yüz cahil bir araya gelse, yüzü birden bir âlim olamazlar. Yani ilim sıfatı onlarda tecelli etmez. Matematik diliyle ifade edersek, yüz sıfır toplansa, netice yine sıfırdır, sıfır olacaktır. İşte kör, sağır, düşüncesiz ve cansız, üstelik eli, kolu, çekici olmayan; ilim, irade, kudret, şuur, akıl ve hayattan yoksun olan tabiat ve tesadüfler nasıl bu işlere ve sanata sahip olabilsin? Divriği Ovası'nda açan bu ağaç ve çiçekler ancak Alim-i Mutlak, Kadir-i Mutlak, Hayy u Kayyum bir Zat’ın eseridir. Yeryüzünde özellikle Avrupa, Amerika, Güney Afrika, Rusya ve Uzakdoğu’da bu “Divriği Mucizesi'ne” inanacak bir akıl sahibi hiç kimse yok mu? Dünyanın çoğuna hakim olan bu körlüğün, bu akıl tutulmasının anlatımında diller kısır, kalem kırıktır! 21


11- SANAT GALERİSİ Geleneksel el sanatlarıyla kumaş üzerine çiçek desenlerinin yapıldığı bir atölyeyi geziyoruz. Bayanlar önce şablon kağıtlara, kimisi de doğrudan keten kumaşlar üzerine kurşun kalemler ile muhtelif çiçek desenleri çizdiler. Sonra paletlerinin üzerine döktükleri kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, mor renkli boyalara samur fırçalarını sürüp kumaşlara çizdikleri desenleri hassas rötuşlarla boyamaya başladılar. Neticede kumaşlarda harika ve rengarenk gül, menekşe, karanfil, lale, sümbül gibi çiçekler oluştu. Yan taraftaki hanımlar da kumaşlara rengarenk kuşlar, balıklar, ağaçlar, kelebek ve tavus kuşları çizdiler. Daha sonra eserleri bir sanat galerisinde sunmak için sergi açtılar. Gelen ziyaretçiler hayranlıkla tablolara bakıp sanatkarlarının hünerlerini takdir ettiler. Hiç kimse bu harika tablolar için boyaların tesadüfen kumaşların üzerine sel gibi dökülüp kendiliğinden oluştuğunu iddia etmedi. Sonra ziyaretçiler başka bir sanat galerisini gezmeye gittiler. Açık hava galerisinde bir kır gezisine! Yemyeşil otlar arasında lale, sümbül, menekşe, papatyalar rengarenk açmıştı. Erguvan ağaçları, leylaklar, zambaklar ayrı bir güzellik oluşturuyordu. Şu pembe beyaz açan kiraz ağacındaki renkli kuşlar da ne böyle? Kelebekler daldan dala uçuşuyorlar. Ha ha? Şu tavus kuşunun kanatlarındaki ihtişamı görüyor musunuz? Bol bol fotoğraflarını çektiler, dere kenarındaki çay bahçesinde akvaryumdaki renkli balıklara bakarak çaylarını yudumlayıp çekip gittiler. 22


Hiç kimse bu harika tabloların Rabbimizin güneş paletine döktüğü kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, mor boyaları kudret fırçasıyla yerdeki tuvale aktardığını düşünmedi ve Sanatkâr’ın hünerlerini takdir etmediler. Nasıl bu el sanatları galerisinde duvarlara asılı tablodaki resimler, boyaların tesadüfen kumaş üzerine dökülmesiyle kendiliğinden oluşamazsa, bu kumaştaki desenlerden binlerce kez canlı, parlak ve göz alıcı olan şu kainat galerisinin toprak ve gökyüzü tuvallerine asılı şu tablolardaki canlıların desen ve renklerinin de kendiliğinden oluşması imkansızdır. Canlılardaki bu harika estetiği ve renk sanatını, ortadan Alim-i Mutlak, Kadir-i Mutlak, Cemil-i Zülcelal olan Allah’ı ekarte edip, güneş ışınlarının farklı boylarda kırılıp yansımasına, pigmentlere ve tesadüflere havale etmek, Afrika’nın yağmur ormanlarında yaşayan Pigmeliler kadar ilkel düşünüp akılsızlıktır ve şirk katmaktır ve renk körlüğüdür. Yarın mahşer gezisinde, Kololo kabilesinin bireyleri gibi suratlarımızı renkli kök boyalarıyla rengarenk boyayıp ateş üstünde yamyam dansı yaptırırlarsa hiç şaşırmayalım. Ardından nağmeler eşliğinde rengarenk cennet bahçelerine gönderileceğini zannetme. Gideceğin yer belli, yerli diliyle Mosi-oa-Tunya! Nedir o bilir misin? Gümbürtüsü tâ uzaklardan duyulan Gümbürdeyen Duman! Onların çoğu Allah'a iman etmezler de ancak şirk katıp-dururlar. (Yusuf Suresi,106)

23


12- TARLAYA DÖKÜLEN UNLAR İhtiyar bir köylü eşeğine yüklediği buğdayları değirmene götürür. Dönüşte eşeği tökezleyince un çuvalları yere düşüyor ve tarlaya dökülüyor. Eve boş gelince hanımı diyor, be adam bari toplayabildiğini getirseydin ya, bak yağmur çiseliyor rüzgâr da çıktı unlar telef olmuştur şimdi. Gün doğunca Şükrü dede gidiyor bir bakıyor ki tarlada tuhaf şeyler olmuş: Adamın biri ağaca yaslanmış, inek, koyun, keçi yerde otlar, tavuk eşeleniyor, köpek havlıyor vaziyette ama hepsi hamurdan yapılmış tıpatıp aynı. Eve koşup geliyor, koş hanım tarlada garip şeyler olmuş. Unların döküldüğü yerde hamurdan heykel gibi yapılmış şu şu suretler vardı. Şaşırdım kaldım bu nasıl oluşmuş olabilir? Şimdi tüm ihtimalleri birlikte değerlendirelim: 1- Ya unlar yani un zerreleri mükemmel bir bilinç ve şuur gösterip bir araya gelmeye karar vermişler ve birlikte hareket edip rüzgârın da sırtına binerek bu mahlûkatın ayrı ayrı kalıplarını icad etmişler ve suretlerini oluşturmuşlardır. Bu şık tamamen imkânsızdır. Çünkü un zerreleri cansız ve şuursuzdur. Akledip düşünemezler ve bir araya gelip büyük bir disiplin içinde hareket ederek, bu kalıplara bu şekle ve şemale dönüşemezler. 2- Ya kendi kendine oldubitti. Yani kör kuvvetlerle serseri tesadüflerin bir araya gelmesiyle rastlantı sonucu oluştu. Bu sık da tamamen imkânsızdır. Çünkü sel gibi akan unsurların toplanmasıyla çamur gibi bir hamur yığını oluşur. Mükemmel bir ölçü, düzen ve plan gerektiren bu şekil ve suretler oluşamaz. 3- Ya doğa, tabiat kendi yaptı. Yani tabiat akledip rüzgârlarını gönderdi, yağmurun çiselemesi, şimşeğin çakması depremin sallaması, güneşin ısıtması, suların buharlaşması gibi müşterek hareketler sonucu oluştu. Bu şık da tamamen imkânsızdır. Çünkü kör, sağır, düşüncesiz ve

24


cansız tabiat yani güneş, hava, su, toprak, mineraller, madenler, ultraviyole ışınları... Hepsi bir araya gelip istişare sonucu karar vererek her biri ayrı ve mükemmel bir ölçü, düzen ve plan gerektiren bu şekil ve suretleri oluşturamazlar. Haydi, yüz derece cehalete soyunup aklı ve şuur var desek bile, tabiatın eli, kolu ve teması mı var ki heykeltıraş gibi eliyle dokunup ince ince rötuşlar yapıp her birine ayrı şekil ve suretler versin? 4- Ya da akıl ve şuur sahibi bir zat tarafından yapılmıştır. Her ne kadar o kişiyi tarlada bağdaş kurup yerde oturarak görmesek de bir akıl tarafından yapıldığı kanaatine varırız. Tarlaya dökülen unlar misali canlı cansız tüm mahlûkat da un zerreleri gibi çok çok daha ufak cansız ve şuursuz atom zerrelerinden yaratılmıştır. Ha unlar ha bunlar. Hepsi cansız ve şuursuzlukla aynı birbiriyle eşittirler. Sel gibi akan unsurların bir araya gelip toplanmasıyla her biri mükemmel bir ölçü, düzen ve plan gerektiren canlı insan, ağaç, meyve, sebze, çiçek, böcek, inek, koyun, kurt, kuş... kalıpları, şekil ve suretleri kendi kendine, tesadüfen veya tabiatın tesiriyle oluşamazlar tüm âlemlerin Rabbi olan Allah'ın ol demesiyle ve emriyle oluşabilir. Nasıl unların rüzgârda uçuşması, yerde sel gibi toplanıp akmasıyla bu hamur heykeller oluşamazsa, bunlardan binlerce kez daha mükemmel canlı suretleri de, cansız ve şuursuz atomların kendi kendine, tesadüflerle ya da tabiatın tesiriyle oluşabilmeleri akıl ve mantık dışıdır. Ancak üstün bir akıl sahibi Allah'ın dilemesiyle olur. Evet, tüm mahlûkatı oluşturan atom zerreleri kendi kendine işlemez, işletilirler. "Gerçeklerin akıl süzgecinden geçirilerek yorumlanışı ortaya koymaktadır ki, üstün bir Akıl fiziğe, kimyaya ve biyolojiye müdahale etmiş ve doğada varlığından söz etmeye değer bilinçsiz güçler yoktur." İngiliz matematikçi ve astronom Prof. Sir Fred Hoyle O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, "şekil ve suret" verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hâkimdir. (Haşr Suresi, 24)

25


13- GELENEKSEL MARDİN EVLERİ Mardin kenti, temel yapı malzemesi olarak kolay işlenebilen sarı kalker taşının kullanıldığı, çeşitli motiflerle bezenmiş geleneksel evleriyle ünlüdür. Mardin evlerinin en önemli özelliği taş işçiliğidir. Bölgedeki çok sayıda ocaktan çıkarılan sarı kalker taşı, yapı üretimine egemen olmuş, kapı ve pencereleri, sütuncuklar, kemerler… değişik motiflerle süslenmiştir. Mardin’deki evler, kalenin eteklerinden ovaya kadar birbiri üzerine yükselen teraslar şeklinde, tepenin güney tarafına yapılmıştır. Kentin dar ve merdivenli sokaklarına araçlar giremediği için çöp toplama işi sigortalı eşeklerle yapılmaktaymış. Şimdi hep birlikte bir Mardin evinin odalarını geziyoruz. İlk odaya bakıyoruz ki duvarlarındaki raflara kırmızı, mavi, sarı ana renklerle; yeşil, mor, turuncu ara renklerin bulunduğu boya şişeleri dizilmiş. Yere de boydan boya boş bir kumaş serilmiş duruyor. İkinci odaya bakıyoruz, aynı şekilde raflarda boya şişeleri duruyor ama yerdeki bezin üzerinde elma ağacı altında ip atlayan bir kız çocuğu ve yanında kanatlarını açmış tavus kuşu resmi çizilmiş. Acaba hiçbir yönle imkan ve ihtimal var mı ki, o yerdeki harika tablo gibi resim, akıllı bir ressamın fırçasının hassas rötuşlarıyla, ince ince dokunuşlarıyla değil de, boya şişelerinin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpması sonucu yere devrilip, boyaların akıp gitmesiyle toplanıp kendiliğinden o resmi oluştursunlar. Acaba bundan daha saçma, imkansız ve mantıksız bir şey olabilir mi?

26


İşte bu misal gibi her bir bitki, hayvan ve insan suretleri çok hassas rötuşlarla dokunmuştur ki, eğer kör sebeplere, unsurlara dayandırılsa ve sebepler icat etti denilse, aynen kumaştaki resmin, şişelerin devrilmesinden vücud bulması gibi, yüz derce akıldan uzak, imkansız ve batıldır. Allah’ın hadsiz bir hikmet ve sınırsız bir ilim ve her şeyi kuşatan irade ile vücuda gelen yeryüzü kumaşında nakşettiği resimden binlerce kez mükemmel, sanatlı, üç boyutlu ve canlı sayısız bitki, hayvan ve insan suretlerinin, dünya odasına dizilen hava, su, toprak, ışık atomlarının bulunduğu ana şişelerle; rüzgar, dalga, şimşek, radyasyon sebeplerinin bulunduğu ara şişelerin hudutsuz sel gibi akan yüzlerce maddi unsurların akıp toplanmasıyla oluştuğunu iddia eden bedbaht, o harika resmin kendi kendine şişelerin devrilmesinden çıkıp oluşmuştur diyen deli saçmalayıcısı sarhoş ahmak, Mardin sokaklarında çöp toplayan eşeklerden daha fazla eşektir. Şimdi ilk odaya tekrar giriyoruz. Raflarda boya şişeleri, yerde de boş bir kumaş serilmiş duruyor. İçeriye dünyanın en usta ressamları girdiler. Acaba bu canlı, şuurlu ve usta ressamlar, fırçalarıyla beze dokunmadan, hiç temas etmeden sadece uzaktan yakından boyaları yere sıçratarak, hassas rötuşlar ve ince ince dokunuşlar isteyen o harika resmi yapmalarını istesek bunu başarabilirler mi? Kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiata, hadsiz bir cehalete bürünüp akıl, şuur, bilinç ve can isnat etsek bile; eli, kolu, fırçası ve teması olmayan tabiat, heykeltıraş gibi nasıl bu hadsiz harika canlıların her biri ayrı ayrı şekil ve suretlerini oluştursun? Akıl ve şuur sahibi usta ressamların yapamadıklarını, resimlerden binlerce kez mükemmel, hikmetli, sanatlı ve canlı suretlerini bu kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiata isnad eden bu Mardin evleri gibi taş kafalı bu kör, sağır, düşüncesiz ve camidler, yarın mahşerde daracık sokaklarına cehennem yükü taşıyan sigortalı eşeklere dönüşmezler mi? Primlerinin dolmasını hiç beklemesinler, eşekleri orada, buradaki gibi emekli etmezler! 27


14- KARAİN MAĞARASI - ANTALYA Eski dönemlere ait en büyük yerleşim alanlarından biri olan Karain Mağarası, Antalya ve Burdur kara yolu arasında kalan bir mağaradır. Günümüzde yapılan arkeolojik kazı çalışmaları sonucunda eski zamanlara dair pek çok yerleşim kalıntısı bulunmuştur. Bulunan bu önemli kalıntılar, Antalya içindeki müzelerde sergiye açılmıştır. Anadolu hakkında geçmişten gelen önemli ip uçları veren Karain Mağarası, aynı zamanda Roma dönemine ait kalıntıları da barındırmaktadır. Eski yıllarda var olan mağaralar sadece tek bir katmanı temsil ederken, Karain Mağarası’nda birçok tabaka bulunmaktadır. Karain Mağarası’ndan yerleşim kalıntılarının çıkarılmasının yanı sıra, sanata dair bulguların da ele geçirilmesi, Anadolu sanatı hakkında aydınlatıcı fikirler vermektedir. Duvarlarına çizilen şekiller de Allah’ın sanatı hakkında aydınlatıcı fikirler verir, şöyle ki: Uzun yıllar içine girilmeyen bu mağaranın içine girdiğimizde topraktan duvarlarına basitçe çizilmiş elma, portakal, kiraz, muz gibi meyve şekillerini ve incir, dut, mandalina gibi ağaçların resimlerini görsek; bu çizimlerin kendi kendine veya tesadüfler sonucu oluştuğunu ya da toprağın kendisinin üzerine resmettiğini asla düşünmeyiz. Mutlaka mağaranın içine giren şuur ve akıl sahibi biri tarafından çizilmiştir kanaatine varırız. Mağaradan çıkarken hemen bitişikteki duvarlarda çıkan incir ağacı ve sarmaşıkları, az ötede sıra sıra dizilen portakal ağaçlarını görsek bu üç boyutlu ve canlı resimlerin kendi kendine veya tesadüfler sonucu oluştuğunu ya da toprağın bizzat kendisinin üzerine resmettiğini mi düşünürüz? Halbuki bu aciz, cansız ve şuursuz toprağın daha meyvelerin ve ağaçların alelade çizimlerini bile yapamayacağını bildiğimiz halde, aklımız küfür ve isyan sarmaşıklarıyla sarmaş dolaş, inkarcı fikirlerle karışık olduğundan hakikati göremeyip, yine bu aynı toprağın bu meyvelerin ve ağaçların çizimlerinden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı canlı asıllarını bizzat kendileri icat ediyor deyip kütük kafalılık yapabiliyoruz. 28


Kaldı ki canlı ve şuurlu biz insanlar bile ağaçların resmini çizmeye kalksak köklerindeki ve dallarındaki sayısız ayrıntıyı çizmeyi başaramayız. Ama cansız ve şuursuz toprağın bundan bilerce kez mükemmel asıllarını icat ettiklerine inanma gafletini gösterebiliyoruz. Misali şöyle düşünebiliriz: Yeni doğmuş bir bebeğin üstüne küçük hikaye kitapçığı koyup desek: “Bu resimli kitapçığı bu bebek bizzat kendi yazdı.” Çocuk mu kandırıyorsun diye gülümserler. Mutlaka biri yazıp koymuştur diye düşünürüz. Yine yeni doğmuş bebeğin yanına 22 ciltlik Ana Britannica Ansiklopedisi’ni koyup “Bu bebek bunları kendi yazdı” desek, atma Recep din kardeşiyiz demezler mi? Hikaye kitapçığı mağaradaki alelade çizimlere, ansiklopedi ise canlı ağaçlara misaldir. Kör, sağır, düşüncesiz ve cansız toprak icat fiilinde kundaktaki bebekten binlerce kez acizdir. Meyveyi ağaçtan, ağacı topraktan, tabiattan bilen ve şirke düşen bu kundaktaki bebekten daha akılsız ve şuursuz tabiatperest kütüklere, atma Recep din kardeşiyiz denilmesi gerekmez mi? Peki bebeğin yanına o bilgi yüklü ansiklopediyi kim bıraktı? Peki toprağın bağrına o bilgi yüklü tohumu kim bıraktı ve ondan sayfalar dolusu yaprak, çiçek açan ve meyve veren ağacı kim yazdı? “Şimdi ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık…” (Vakıa Suresi, 63-65)

29


15- PLASTİK AĞAÇLAR Bir çiçek mağazasına gitsek, orada plastikten yapılmış ve Çin’den ithal edilmiş ağaçlar görsek, şöyle ki bembeyaz çiçek açmış kiraz ağacı, yemyeşil yaprakların arasında sapsarı limon ağacı, gelin çiçeği gibi pembe beyaz çiçek açmış şeftali ağacı… Şüphesiz bu süs ağaçları Çinli ustaların maharetlerini gösterir. Diyemeyiz ki plastikler kendi kendine akıp şekillendi, yaprak, çiçek ve meyve verdi. Mağazadan çıkıp az ötedeki orman parkına gitsek, orada sayısız ağaçları görsek, binlerce defa plastik ağaçlardan daha mükemmel, sanatlı, harika ve canlı bu ağaçların Sanatkârını hangi tezgâha havale edebiliriz? Şimdi plastik ağaçların icatlarını rahatlıkla Çinli ustalara verebiliyoruz ama nasıl oluyor da bunlardan binlerce kez mükemmel, sanatlı, hikmetli ve canlı sayısız ağaçların icatlarını kör kuvvetlere, serseri tesadüflere, sağır tabiata, şuursuz ve karanlık toprağa havale edebiliyoruz?

30


Bu ağaçların köklerine botanik profesörlerini gömüp bağlantı yapsak, elmayı, armudu, portakalı oluşturmak için toprağın içindeki mineralleri seçip, süzüp toplayamazlar, köklerinden geçirip ağaçlara nakledemezler. Ama şuursuz kökler pardon şuurlandırılmış kökler bunu yapabiliyorlar. Allah dilerse olur. Kökler kendiliğinden işlemez, işletilirler. “Hiç şüphesiz ki, her şey Allah’ın yüce kudreti ile meydana gelmiştir. Her şeye gideceği yolu gösteren ve çizen O’dur. Toprak ve bitkilerle ilgili araştırmalarda derinleştikçe Allah’a imanım da o nispette arttı” (Prof. Dr. Lestergon Simurden, Cochin Üniversitesi Tarım ve Matematik Profesörü) “Asmalı asmasız bahçeleri, hurmaları, tatları farklı ekinleri, zeytinleri ve narları-birbirine benzer ve benzeşmez-yaratan O’dur.” (En’âm Suresi, 141)

31


16- SUZHOU BAHÇELERİ – ÇİN Güzel bahçeleriyle tanınan Suzhou, sekiz yüzyıldan uzun bir süre Wu Krallığı’nın başkenti olmuş bir ipek endüstri merkezidir. Sıklıkla “Doğu’nun Venedik’i” olarak anılır. Hemen hemen nereye dönseniz bir pagoda, tapınak veya güzel bir bahçeyle karşılaşırsınız. Şimdi Soğuk Dağ Tapınağı’nı ziyarete gittiğimizde Budist rahipler bize teveccüh edip, bahçeden topladıkları kiraz, kayısı, şeftali gibi meyveleri ikram için önümüze koysalar ve biz de desek; Bizde adettir yemeden önce ikramın asıl sahibine teşekkür etmeden tadamayız. Söyleyin kime teşekkür edelim? Talebeler bahçeden az önce topladılar, tazedir buyurun yiyiniz. Ben kim topladı demedim, onları damağımıza uygun hale kim getirdi, kime teşekkür edelim? Yaşlı rahip Yuan bu ağaçları kendi elleriyle dikti, o dikmeseydi bunları yiyemezdik. Öyleyse ona teşekkür ediniz. Yaşlı Yuan bu fidanları dikti, yetiştirdi ağaç oldu. Ama bu kiraz, kayısı ve şeftali meyvelerini tek tek o mu şekillendirip tatlandırdı? Tabiat ana bizlere her mevsim en uygun meyveleri sunuyor. Bu tabiidir tüm yeryüzünde olduğu gibi! 32


Kapkara bir çamurun içinden rengarenk, farklı farklı tatlarda, kokularda içleri mis gibi tertemiz, lezzetli bu meyveleri bize sunan kör, sağır, düşüncesiz ve cansız tabiat mı demek istiyorsunuz? Bakın bu sabunlardan yapılan muz, portakal, elma, armut gibi meyve sabunlarının bir sanatkarı olduğu gibi bu ağaçlara dizilen meyvelerin de bir şekil ve suret veren, bir sanatkarı olmalı. Hiç düşündünüz mü? Muz, mandalina, portakal, kavun, karpuz hep ambalajları ile gönderilmişler. Hepsinin kabuğu meyveyi çürümekten, bozulmaktan korur, kokuları da ambalajlarının içinde saklıdır. Portakal ve mandalina dilimlenmişlerdir, yemesi kolay olsun diye. Elma, armut dilimlenmemiş zaten gerek de yok. Tam tersi olsaydı hikmetsiz ve müşkilatlı olurdu. Kışın hastalıkların arttığı bir zamanda C vitamini bakımından zengin mandalina, portakal, greyfurt gibi meyvelerin olması, yazın da hararetin arttığı bir zamanda susuzluğu giderip ferahlanmamızı sağlayacak kiraz, kayısı, şeftali, kavun, karpuzların olması… tüm bunlar kör kuvvetler, serseri tesadüfler ve sağır tabiatın eseri olamaz. Böyle garip bir gayb perdesinden, böyle acayip lütufları ve hediyeleri bizlere sunan Zat’ı tanımamak, O’na teşekkür etmemek ne kadar divanece bir hareket olduğunu ve O’nu düşünüp memnun etmeden aydınlanmaya gidilen yolların tamamen karanlık ve zulmetler içinde olduğunu idrak edebiliyor musunuz? desem dağ gibi hakikatleri söylesem tapınakta soğuk rüzgarlar esmeye başlamaz mı?

33


17- DİYARBAKIR SURLARI VE HEVSEL BAHÇELERİ Bölgede hüküm süren medeniyetlerin, kültürlerin ve dönemin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenerek özgünlüğünü ve 7 bin yıllık tarihsel varlığını sürdüren Diyarbakır Kalesi, Surları ve Burçları hâlâ orijinal ve özgün kültür varlıkları olarak yaşamakta, Dünya tarihi için önemli bir evrensel miras özelliğini korumaktadır. Diyarbakır’ın sebze deposu olarak bilinen tüm şehrin sebze ve meyve ihtiyacını karşılayan Hevsel Bahçeleri, Dicle Nehri kıyısında, Diyarbakır Kalesi ile nehir vadisi arasında yer alan yaklaşık 7 bin dönümlük verimli topraklardan oluşur. Otuzdan fazla uygarlığın izlerini taşıyan bir bölgede 8 bin yıl gibi çok uzun süredir bahçe olarak var olmasıyla, tarımsal değerinin dışında, kültürel ve tarihi olarak da özgün bir yere sahiptir. Şimdi tanıtım için Hevsel Bahçeleri’nde yetişen domates, patlıcan, biber, hıyar, soğan, marul, karpuz, armut, kabak, mısır gibi ürünlerin balmumundan benzerleri yapılıp surların duvarlarına asılsa bunların tesadüfler sonucu değil mutlaka akıl sahibi biri tarafından yapıldığına kesin kanaat getiririz.

34


Şimdi surların üstünü toprakla doldursak ve tanıtım için Hevsel Bahçeleri’nde yetişen bu ürünleri eksek ve boy gösterseler, gelen turistlere; “Doğanın bizlere sunduğu Hevsel Bahçelerimizde yetişen bu ürünleri afiyetle yiyiniz!” diye ilan assak hıyarlık yapmış olmaz mıyız? Şimdi balmumundan yapılıp surun duvarına asılan domates, biber, patlıcan, kabak, mısır gibi ürünleri görünce “Bunları mutlaka akıl sahibi biri yapmıştır.” diyoruz da, bunlardan binlerce kez mükemmel, sanatlı ve yenilebilen asılları için mutlaka ilim sahibi biri tarafından yaratıldıklarına kesin kanaat mi getiririz? Yoksa kabak kafalılık yapıp bunları toprak, tabiat, tesadüfler gibi bilinçsiz güçlere havale ya da taksimat yaparak, gözleri kapalı her yeri sargılı Mısır’daki mumyalardan daha mumya, camid ve şuursuz olup, aklımızı, ruhumuzu ve bedenimizi kendi kendimize mumyalaştırmış olmaz mıyız? Yarın Cehennem kazanlarının içinde bizleri Zebaniler ellerinde odun kaşıklarıyla dövüp, domates gibi salçamızı kaynatmazlar mı? Acı biber gibi yakıp, tatlı canımızı patlıcan gibi kızartmazlar mı? Ey kendini tohum gibi gaflet zarının içine hapsetmiş olan gafil! Ne zaman üzerini saran gaflet zarını delip, iman suyuyla beslenip, Kur’an ahkamıyla yeşerip, sünnet ile filizlenerek Tuba gibi dal ve budak salacaksın?

35


18- TUNA DELTASI – ROMANYA Karadeniz’e dökülen Tuna’nın suları, Avrupa’nın en büyük ikinci deltasını oluşturur. Tatlı su gölleriyle, sazlıkları, söğüt ve kavak ormanları, ıslak çayırları, çamurlu kıyılarıyla Avrupa’daki en büyük aralıksız bataklık alanıdır. Bu geniş yaşam alanı bir çok hayvan türüne ev sahipliği yapmaktadır. Şimdi bu bataklıkta, deltada yaşayan hayvan türlerinin bazılarının tanıtım için çamurdan heykelleri yapılıp dikilse, hiç kimse diyemez ki, “Balkanlardan esen rüzgarlar toz toprağı savurup yağan yağmurlarla ıslanıp çamurdan bu heykeller kendiliğinden oluştu.” Yine hiç kimse diyemez ki; "Bataklık arazideki çamurların sel sularıyla sürüklenmesi sonucu bu heykeller kendiliğinden oluştu." Delta’ya gelen Avrupalı ateistler sazlıklara giren mandaları, merada otlayan inekleri, dallara konup uçuşan bir çok kuş türlerini, karabatakları, pelikanları, gölde yüzen ördekleri, kazları, çayırlarda gezinen tayları, görünce “Oh my God” deyip ürktüğü yılanları görseler…

36


Çamurdan yapılan heykellerin tozların tesadüf rüzgarlarıyla veya doğa etkisiyle oluşamayacağını çok iyi bildikleri halde, bu heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı canlıların mutasyonlar ve doğal seleksiyonlar sonucu kendiliğinden oluştuğuna yani toz gibi atomların tesadüf rüzgarlarıyla savrulup kendi kendine doğal yollarla ya da doğa harikası olarak oluştukları saçmalığına inanırlar. Şimdi Allah’ı inkar etmeyi kendilerine meziyet sayan, tesadüfleri kendilerine ilah edinen, bu hakikatleri inek gibi hiç düşünmeden yaşayan bu toylara, bu gaflet batağına dalıp hakikatleri göremeyen bu karabataklara desek ki; "Nasıl bu çamur heykeller tesadüfen ya da doğal yollarla oluşamazsa, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı, canlı et ve kemikten asıllarının da kendiliğinden oluşması imkansızdır. Gelin bunları, sizi bizi ve tüm mahlukatı yaratan bir olan Allah’a iman edelim." Bunu duyan gafillerin çoğu bana kaz gibi bakmazlar mı? Bu top güllesi gibi etkili hakikat karşısında yaban ördeği gibi kaçmazlar mı? İman ve itaat eden akıllılar, yarın mahşer deltasını inşallah tay gibi koşup geçerlerken, bu süfliler yılan gibi sürünmezler mi? Halbuki kendilerine ömrü boyunca tüm kainatın ve içindeki mahlukatın kör tesadüfler sonucu oluştuğu anlatılan Batılıların bu korkunç yalandan “Oh my God” deyip yılandan akrepten kaçar gibi uzaklaşmaları ve hakikate yarış atı gibi koşmaları gerekmez miydi? Çevremizde gördüğümüz her şey, tüm varyasyonları ile yaratılışın birer kopyasıdır ve hepsi çok üstün ve mutlak akıl sahibi bir varlık olan Allah tarafından yaratılmıştır. Prof. Kenneth Cumming, biyokimya profesörü Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45)

37


19- KUM, ÇAKIL, ÇİMENTO KENDİLİĞİNDEN BU HEYKELLERE DÖNÜŞEBİLİR Mİ? İnşaat malzemeleri satan bir arazide kum, çakıl, çimento malzemelerinin yığıldığını farz edelim. Sanatkâr bir kişi tarafından çakıl taşlarından at, köpek, kedi, tavuk, tavşan, fiil, aslan, ceylan, kartal gibi yüzlerce hayvan heykellerinin; ağaç, çiçek, meyve ve sebze gibi bitki şekillerinin yapıldığını ve oraya dizildiğini görsek, diyemeyiz ki yerdeki bu çakıl taşları tesadüfler sonucu rüzgârların esmesiyle kendiliğinden bu şekil ve suretlere büründüler. Bekçi kulübesinde kimseyi görmesek de akıl ve şuur sahibi biri tarafından bu ufak taşların itinayla dizilip, şekil ve suret verilmek üzere bu heykellerin oluştuğunu hemen anlarız. Çevremizde gördüğümüz canlı cansız her şey, cansız ve şuursuz atomların bir araya gelmesiyle oluşur. Bir atomun ne kadar küçük olduğunu anlamak için bir misal verelim. Elinizde bir anahtar olsun, kuşkusuz bu anahtarın içindeki atomları görebilmemiz mümkün değildir. Ama elimizdeki anahtarı dünya boyutunda büyütürsek, işte o zaman anahtarın içindeki her bir atom bir çakıl taşı büyüklüğüne ulaşır ve biz de onları görebiliriz.

38


Nasıl çakıl taşlarının tesadüf rüzgârlarının esmesi sonucu bu heykel suretleri oluşamazsa, çünkü her birinin belirli bir ölçü ve düzen içinde yapılmış muayyen kalıpları var, öyle de bu çakıl taşları gibi cansız ve şuursuz atomların tesadüfen kendi kendine bir araya gelip toplanmasıyla her biri ayrı bir tasarım harikası olan bu canlı cansız mahlûkatı oluşturması imkansızdır. Evren’in şu anki yapısının tümüyle bir tesadüf eseri olabileceği düşüncesi, tümüyle delice bir düşüncedir. Delilik kavramını argovari bir hakaret niyetle değil, tamamen psikolojideki teknik anlamıyla kullanıyorum. Gerçekte bu tür bir düşünce ile şizofrenik düşünce tarzı arasında büyük benzerlikler vardır. Karl Stern, Montreal Üniversitesi Psikiyatristi Atomları bir araya getirip tüm evreni; yıldızları, güneşi, gezegenleri, dünyayı ve içindeki hayvanları, bitkileri ve insanları yaratan, her birine muayyen ve ölçülü şekil ve suret verdiren tesadüf rüzgarları değil, âlemlerin Rabbi olan Allah'tır. O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, "şekil ve suret" verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hâkimdir. (Haşr Suresi, 24) 39


20- MANYAS KUŞ CENNETİ – BALIKESİR Kuş Cenneti Milli Parkı, birçok kuş türüne ev sahipliği yapar. Tepeli ve ak pelikanlar, karabataklar, kasıkçı, çeltikçi, küçük balaban, gece balıkçısı, tepeli dalgıç, sakar meke, su tavuğu, yaban ördeği, alacabalıkçıl, erguvani balıkçıl, saz bülbülü, dik kuyruk, flamingolar ve daha niceleri… Milli parkın girişindeki idari binada, kuş türlerinin tanıtım vitrininin yer aldığı bir müze bulunmaktadır. Gölde ölen her tür kuşun içi boşaltılıp mumyası vitrinlerde sergilenmektedir. Şimdi duvarlarda ressamların yaptığı kuş türlerinin resimlerini görüp bunların, boyaların tuvallere tesadüfen dökülmesiyle oluştuğunu hiç kimse iddia edemez. Ancak bir ressam fırçası tarafından bilinçli ve ince rötuşlarla resmedilmiş kanaatine varırız. Ressamını tabloların karşısında, ağzında purosuyla oturarak görmesek de.

40


İdari binadaki müzeden çıkıp az ötedeki gözlem kulesine çıkıp dürbünle göldeki kuş türlerini seyretsek ve bunların Sanatkarını hiç düşünmesek ya da tabiat, doğa harikası desek ne kadar divanelik yapmış olmaz mıyız? Daha duvardaki resimlerin bile kendi kendine boyaların tuvale dökülmesiyle oluşamayacağını bildiğimiz halde, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli, sanatlı ve canlı asıllarını üstün Sanatkarına vermeyip, sel gibi akan unsurların kendiliğinden oluştuklarını iddia edip, doğa ve tesadüflere havale edersek, yarın mahşerde bizleri “Bre kuş beyinli!” deyip fırçalamazlar mı? Kartal pençesine takıp eşek cennetine uçurtmazlar mı? Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126) O'nun alnından yakalayıp-denetlemediği hiç bir canlı yoktur. (Hud Suresi, 56)

41


21- MAELSTROM’UN AZGIN GİRDAPLARI - NORVEÇ Korku romanlarının usta yazarı Edgar Allen Poe tarafından türetilen hayali Maelstrom gerçekten vardır ve Norveç’in kuzeyindeki Lotofen Adaları çevresindeki sularda görülen pek çok güçlü akıntı içinde en şiddetlisidir. Günde iki kez oluşan gelgitler Vestfjord sularının ana akıntısının tersine dönmesine ve Maelstrom’un uyanmasına sebep olur. Bunlar saatle 11 km hızla dönen büyük girdaplardır. Aynı ölçüde büyüleyici ve korkutucu olan Maelstrom dünyanın en güçlü anaforlarından biridir. Yöre halkı Maelstrom’un dramatize edilen yanlarına fazla itibar etmez, varlığına müteşekkirdir ve ona son derece büyük bir saygıyla yaklaşırlar. Çünkü adalıların yaşamını son derece zorlaştırsa da, akıntı aynı zamanda geçim kaynakları olan büyük balık sürülerini bölgeye getirir. Şimdi şöyle bir deneyim sunulsa; Maelstrom’un azgın girdaplarının arasında kıyıya ahşaptan yapılmış uskumru, morina, somon, ringa, halibut gibi büyük balık sürüleri vursa, yöre halkı Allah Allah kim bu tahta balıkları yapıp denize atmış diye tuhaf tuhaf bakınacaklardır. Onlara desek bu ahşap balık sürüleri Vestfjord’un yamaçlarındaki ağaçların denize düşüp, azgın dalgalarla sürüklenip parçalanmasıyla zamanla kendiliğinden oluşmuş olmalıdır. Yani ağaçlar evrim geçirdi yakında canlanacaklar köpek balıklarından koruyun kendinizi. Balıkçılar diyecektirler sizlerde balık kadar akıl yok. Yoksa korku romanının yazarından mı esinlenip türettiniz bu hayali senaryoları. Az sonra Maelstrom görüldü. Dev girdaplarının arasında kıyıya doğru canlı uskumru, morina, somon, ringa, halibut gibi büyük balık 42


sürüleri vurdu. Hiç kimse kim bu balıkları denize atmış deyip Allah demedi. Balığı bildiler ama Halık’ı bilemediler. Onları kendilerine şükür için gönderenin varlığına müteşekkir olamadılar, büyük bir saygıyla itibar etmediler. Çünkü adalılar dağ yüksekliğinde arka arkaya gelen inkarcı dalgaların azgın girdaplarına devamlı maruz kaldıklarından hakikati görüp uyanamadılar. Korkutucu ve büyüleyici olan dünyanın en güçlü anaforlarından birine yakalanmışlardı. Akıntı bu balık akıllı insan sürülerini karanlık denizlerin diplerine doğru sürüklüyordu. Nasıl ki balık suretindeki ahşap maketler tesadüfen değil, kütüklerin bilinçli bir şekilde şekillendirilmesiyle oluşuyorsa, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli, sanatlı ve canlı bu yenilebilen balıklar da bu kütüklerin inandıkları gibi tesadüfen veya tabiatın tesiriyle değil, sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah tarafından kusursuz bir şekil ve suret verilerek mükemmel bir ölçü, düzen ve lezzet içinde yaratılmışlardır. Pazardaki tezgaha dizilen bu balıkları görsek ve onların Sanatkarını hiç düşünmeyip; “Acaba tavada mı daha iyi pişer yoksa ızgarada mı? Yanında çoban salatası mı iyi gider yoksa mevsim salatası mı?” diye sadece mideni düşünsen, aklını çalıştırmasan, yani Yaratıcı’yı hiç akla getirmeyip balık akıllı bir hayat sürdürsen yarın mahşerde; “Tavada mı yanmayı tercih edersin yoksa ızgarada mı? Yanında çoban sopası mı istersin yoksa odun sopası mı?” diye adamın karşısına yemek menüsünü çıkarmazlar mı? Üstüne irmik helvası bekleme gelmez. Korda balık gibi pişip pişman oldukça acılı pişmaniyeyi bolca yersin. Sizin Rabbiniz, fazlından aramanız için denizde gemileri sizin için yürütür. Gerçekten O, size karşı merhametlidir. (İsra Suresi, 66) 43


22- POTALA SARAYI VE TAPINAĞI – TİBET Budizm’in Tibet’teki en kutsal merkezi olan Lhasa, dünyadaki en yüksek şehirlerden biridir. 7. yüzyıldan beri Dalay Lama’nın kışlık sarayı olan Potala Sarayı, Tibet Budizmini ve Tibet’in geleneksel yönetimindeki merkezî rolünü simgeler. Yine 7. yüzyılda kurulan Jokhang Tapınak Manastırı olağanüstü bir Budist kompleksidir. Çok uzaklardan bazı Budistler günlerce yürüyerek ve üç adımda bir yere kapanarak hacı olmak için bu tapınağa doğru gelirler. Şehirde bir çok tapınak vardır. Çevredeki dağlarda yazın açan güller sebebiyle ismi “gül” anlamına gelen Sera Manastırı’nın önünde kadınlar oturmuşlar, geleneksel Tibet kilimlerini satıyorlar. Rengarenk kilimlerde bir çok çiçek, motif motif işlenmiş. Tam önünden de yerlere üç adımda bir sürünerek geçen hac kafilesinin önünü kesip desek; “Ey hacılar! Gelin size manastırın bahçesinde yak çayı ısmarlayıp biraz yağlı sohbet yapalım. Şu kadınların sattığı kilimler bence Tibet Platosu’nda toplanan pamuk yığınlarının Himalayalar’dan esen rüzgarların savurması sonucu kendiliğinden oluşmuştur. O yüzden onlara 500 rupi değil 5 rupi yeter. Ey alaturka! Tibet’in yüksek havası seni biraz çarpmış galiba, istersen gel bizimle alçaklarda sürünüp manastıra sokalım seni, belki açılırsın. Kadınlar, günlerce uğraşıp ilmik ilmik dokumuşlar, bak kilimde Tibet çiçekleri kel kafan gibi ne güzel parlıyor, ey Rumi 500 rupiyi bayıl, hiç bunlar tesadüfen kendiliğinden oluşabilir mi?

44


Ey dokumacı neredesin? Ey dokumacı neredesin? Ey dokumacı neredesin? Ne bağırıyorsun be Tibet yakları gibi kimi arıyorsun? Nasıl bu rengarenk kilimlerdeki motif motif işlenen çiçeklerin bir nakkaşı varsa, bu kilim gibi bahçedeki güllerin, dağlarda açan çiçeklerin nakkaşını, dokuyucusunu arıyorum. Evet nasıl tesadüf rüzgarlarının esmesi sonucu pamuklar ipliklere, iplikler de renk renk ve desen desen işlenen bu kilimlere dönüşemezse, bu kilimlerdeki çiçeklerden binlerce kez mükemmel, estetik ve sanatlı bu canlı çiçekler de tesadüfen kendiliğinden veya tabiatın tesiriyle değil, tüm alemlerin Rabbi olan, sonsuz ilim sahibi Allah tarafından dokunmuştur. Nasıl bu kilimlerin bir nakkaşı, bu manastırın bir mimarı, önünde dikilen heykellerin bir sanatkarı varsa, bu kainatın ve içindeki mahlukatın da bir Nakkaşı ve Sanatkarı vardır. Kendi ilahlaştırdığınız, kendiniz gibi aciz, güçsüz ve sizleri işitmeyen putlara değil, sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi olan ve her zaman herkesi gören, işiten ve duasına cevap veren Allah’a iman edin. Ey alaturka! Kafamız oldu alafranga. Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, çekil yolumuzdan, bir yakını içelim dedik haccımızı yakma. Biz atalarımızdan böyle gördük böyle gideriz kusurumuza bakma. Ömrü boyunca bir Yaratıcı’yı düşünmeden bir hayat geçiren, dünyevi meşru nimetlerden mahrum kalarak kendisine eziyet edip Buda’nın ruhuna erişip aydınlanacağını düşünen bu zavallılara yarın mahşerde; “Size sayısız nimetler vermişken Rabbinizi unutup, kendiniz gibi aciz kullara ilah diye taptınız. Ta beş yüz kilometre öteden Buda için sürünüp geleceğinize, Allah için günde beş defa eğilip buraya gelseydiniz ya ey düşüncesiz inkarcılar. Haydi alın şu yakları, cehenneme atın yakın” demezler mi? Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin" denildiğinde, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler. (Peki,) Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse? (Maide Suresi, 104) 45


23- KSANTHOS ANTİK KENTİ - ANTALYA Antalya – Fethiye arasında yer alan, Likya’nın en eski başkenti olan Ksanthos Antik Kenti’nde, Likya’nın ünlü mezar anıtları bulunur. Bunlardan en dikkat çekeni MÖ 5. yüzyıla ait Harpy Anıtı ve yanındaki MÖ 4. yüzyıla ait Likya lahdidir. Harpiler Anıtı, adını üzerindeki yarı insan, yarı kuş yaratık Harpiler’den alır. Harpiler Anıtı, 30 ton ağırlığındadır; dikdörtgen ve tek parça (monolit) kayadan yontulur; beş buçuk metre yüksekliğindedir; dört ayak üzerinde yükselen ve kapısı olan gömüt odasıdır. Dört cephesindeki kabartmalarda, mezar sahibinin yaşantısından sahneler sunulur. Kuzey cephesinde taht üzerinde oturan mezar sahibi, savaşçı miğferi uzatır; karşı cephede de benzer bir sahne vardır. Diğer cephelerde, Harpiler yer alır. Pagan inancına göre Harpiler, ölülerin ruhlarını göğe taşır. Başka bir cephede, Tanrıçaya adaklar sunulur; kadınlar ve genç kızlar ellerinde çiçeklerle ilerler. Şimdi yurt dışından gelen antik sanat tarihi profesörü ve asistanlarından oluşan bir grup, bu anıtın karşısına geçip dört cephesindeki kabartmalarda işlenen sanatı ve sahneleri anlatsa, özellikle başları çiçeklerle bezeli kadınlar ve genç kızların ellerinde taşıdığı çiçeklerden bahsetse; “Margit çiçeği bolluğu, leylaklar aşkı, nergis Apollon’a duyulan saygıyı, orkide Leto’nun gücünü, sardunya halkın ‘Her zaman sizin yanınızdayız.’ demesini temsil ediyor.” diye uzun uzun anlatsa… Mezar anıtların bulunduğu alanda asistanlar otların içinde açan sağır kulak, destenbel, tavşan topuğu, pamukluk, morca, lale kovan,

46


karagöz gibi kır çiçeklerinin arasında oturarak hocalarını ilgi ve dikkatle yaklaşık 40 dakika dinlediler. Profesör ve asistanları yerdekilere ot kadar ehemmiyet vermediler, üstlerine basıp geçtiler. 40 dakika lahitteki taşa işlenmiş çiçekleri anlatıp dinlediler, toprağa işlenmiş ve bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı açan yaban çiçeklerine yabani ve destenbel kaldılar, sağır kulak kesildiler, gözlerini kapatıp karagöz oldular! Bir dakika bile bu çiçekler neyi ve kimi temsil ediyor diye düşünmediler! Ey tüm bu hakikatler karşısında yabani ve destenbel kalan, sağır kulak kesilen, karagöz gibi gözlerini kapatan! Ey Allah’ın kusursuz yaratmasıyla toprağa işlediği bu her biri ayrı sanat harikası olan çiçekleri toprağa, doğaya ve tesadüflere havale eden veya hiç alakadar olmayan gafil! Yarın mahşerde Cehennem anıtının önünde Zebaniler tarafından ellerinde sardunyalarla karşılaşırsan hiç şaşırma. Orada zakkumlar ve kaktüslerin neyi temsil ettiğini iyi anlarsın. Girince bolca öksek otu yesen de, bi dünya petunya koklasan da fayda vermez, çörek otu gibi yanarsın! Antik çağda darda kalan insanlar bolca öksek otu yiyip petunya koklarlarmış. Yani “Sorunların üstesinden geleceğim.” “Umudunu yitirme!” demek isterlermiş. Benden sana nasihat! İman zafiyetin var darda kaldıysan gel bu hakikatlerden tavşan topuğu gibi kaçma. Antik çağdaki antikalar gibi bolca öksek otu yiyip petunya kokla. Margit gibi bolca faydalı kitapları oku, kulağına küpe çiçeği olsun!

47


24- ANİ HARABELERİ – KARS Ani Antik Kenti kalıntıları, Kars’a 48 km. uzaklıkta yer almaktadır. Arpaçay Nehri kenarında konumlanan kentin kuruluşu MÖ 350-300 yıllarına dayanmaktadır. Eski kervanların geçit yolu üzerinde olan Ani, zamanın en büyük ticaret merkezlerinden biri olup, kalesi güvenlik amacıyla kurulmuştur. Ani Kenti’nin en parlak dönemi 10. yüzyıldır. Bu dönemde şehir yerli Hristiyan beyliğinin başkentliğini üstlenmiş, pek çok kilise ve sivil binayla donatılmıştır. Bu yapıların bir kısmı hâlen ayaktadır. Kars gibi Ani de jeopolitik durumu dolayısıyla bir çok devletin istilasına ve yıkımına uğramıştır. 1064 yılında Selçuklu Sultanı Alparslan Ani’yi alarak onarmış, kenti Selçuklu soyundan olan Şeddatoğulları’na bırakmıştır. Şeddatlılar Ani’de Türk Selçuklu mimarisinin en güzel örneklerini oluşturan camiler, hamamlar, saraylar, konutlar, pazar yerleri ile kenti zenginleştirmişlerdir. Ani, bu dönemde doğunun en güzel kentlerinden biri olmuş, ticaret ve kültür merkezi haline gelmiştir. 14. yüzyılda meydana gelen bir deprem sonucu kent büyük ölçüde yıkıma uğramış, ticaret yollarının da değişmesi sonucu, bir daha eski konumuna ulaşamamıştır. Ani’de Arpaçay’a bakan dik yamacın üzerinde Selçukluların Anadolu’da ilk yaptırdıkları yarı yıkık bir cami bulunuyor. Şeddatoğulları’ndan Ebu Süca Menuçehr tarafından 1072 yılında yaptırılan Menuçehr Camii’nin gözcü kulesi olarak da kullanılan 99 basamaklı minaresinin külah kısmı yıkık, şerefesi altında renkli taşlarla yazılmış Allah yazısı okunmaktadır.

48


Şimdi Menuçehr Camii’nin gözcü kulesi olarak kullanılan minaresine çıkıp, Firavun gibi göklere bakarak, hani Allah nerede göremiyorum diyen ey arpa akıllı yabani! Ömür kervanı geçti, uhrevi ticaret yolculuğunda bir arpa boyu kadar yol alamadın. Göklere boşluğa bakma, bak Allah’ın isim ve sıfatları Arpaçay deresinde tecelli ediyor! İçinde yüzen alabalıklarda, üstünde kurulan İpek Yolu köprüsünde, üstünden geçen kervanda, kervancıların taşıdığı ipek kumaşların renkli desenlerinde, çevresinde uçuşan kelebeklerin kumaş gibi desenli ipek kanatlarında, kervanı taşıyan develerde, su içmeden bir ay çölü aşan hörgüçlerinde, kervancıların dilinde, yüreğinde, beyninde, damarlarında uzun yollar kat eden iskelet, eklem ve kas sisteminde, kervancılara gece yol gösteren yıldızlarda… Her nereye baksan Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellileri orada. Yani Allah’ın kusursuz yaratma sanatıyla yarattığı tüm evren ve içinde barındırdığı canlı cansız tüm mahlukat aklî, mantıkî ve ilmî sayısız delilleriyle Rabbimizin varlığını ve birliğini bizlere gökteki yıldızlar gibi parlak gösterir. Bakmasını bilen gözler bu gök kubbenin altındaki her yerde renkli taşlarla yazılmış Allah yazısını okur. Allah’ı görmek için 99 basamaklı gözlem kulesine çıkmaya gerek yok. Her nereye baksan 99 isminin tecellileriyle Allah sana kusursuz yaratma sanatını gösterip, Kendisini tanıtıyor. Sen de O’nu imanla tanı ve ibadetle sev. Bak kervanda deve yük taşıyıp kendi vazifesini yapıyor. Sen de asli vazifen olarak iman etmezsen, O’nun önünde secde etmezsen deveden daha deve olmaz mısın? Yarın mahşerde kervan meşalesini taşıyan Firavunların, Nemrutların arkasında Ateş Yolu kervanına kendini dâhil ettirmez misin? Ateşgede Tapınağı’nda baş rahiplerle beraber konaklamaz mısın?

49


25- PATAGONYA SAHİLLERİ – ARJANTİN - 1 Patagonya sahillerinin rüzgârlı kıyıları ve mavi suları, kişiye ilham verecek güzellikler sunmaktadır. Rengârenk çakıl taşlarıyla kaplı sahilleri, dik yamaçları, sivri kayalıkları ve kilometrelerce uzunlukta, kumlarla kaplı düzlükleriyle bu büyüleyici bölge, dünya üzerindeki en değerli doğal yaşam alanlarından biridir. Burada çok sayıda deniz ve kara canlısının yanında birbirleriyle oynayan yunuslar, fok avına çıkan katil balinalar ve güney gerçek balinalarının dünyadaki en büyük üreme alanını görebilirsiniz. Şimdi bu doğal yaşam alanını incelemek üzere dünyanın en gözde üniversitelerinde çoğunluğu Darwinist ve ateist olan en seçkin biyologları deney için buraya davet etsek. Onlar gelmeden önce rengârenk çakıl taşlarıyla kaplı sahilde, usta çakıl taşı ressamlarına renkli çakıl taşlarından balina, yunus, fok, deve kuşu, koyun, tavşan, tilki, penguen gibi çeşitli deniz ve kara canlılarının yere tablo gibi mükemmel resimlerini yaptırsak ve buraya gelen profesörlerden oluşan heyete desek; Burası doğal yaşam alanıdır. Burada her şey kendiliğinden doğal seyrinde gelişir. Şu sahilde gördüğünüz hayvan resimleri de rüzgârlı dalgaların sahildeki renkli çakıl taşlarını yıllarca savurması sonucu kendiliğinden oluşmuştur.

50


Heyettekiler kısa süren bir şaşkınlıktan sonra diyecektirler; Şaka yapıyorsunuz herhalde, hiç deniz dalgalarının çakıl taşlarını rastgele savurmasıyla bu harika tablolar oluşabilir mi? Baksanıza ressam burada fok yavrusunu avlayan katil balinayı ne güzel resmetmiş! Hiç bunlar tesadüf rüzgârlarının esmesiyle kendiliğinden oluşabilir mi? Sonra heyete desek, şu denizde yüzen yunusları, fok avına çıkan katil balinaları ve şu karada gezinen deve kuşlarını, tavşanları, koyunların arasında serbestçe dolaşan tilkileri, şu ilerideki binlerce deniz kuşunu ve penguenleri görüyor musunuz? Bana bu canlıların icadlarını, her biri kusursuz inşa edilmiş şekil ve suretlerinin nasıl oluştuğunun mantıklı bir izahını yapabilir misiniz? Bu canlıların yerde renkli çakıl taşlarından yapılmış iki boyutlu resimlerini gördünüz hemen akıl sahibi ressamı aklınıza geldi. Peki, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu üç boyutlu canlıları görünce kim bunların sonsuz akıl sahibi Sanatkârı diye hiç düşünmüyor musunuz?

51


26- PATAGONYA SAHİLLERİ – ARJANTİN - 2 Sizler bundan beş milyar yıl önce bazı atomların tesadüfen bir araya gelerek hücreleri ve sonrasında mutasyon ve doğal seleksiyon yoluyla yani rüzgâr, fırtına, tipi, şimşekler, ultraviyole ışınları, rastlantısal kazalar ve doğal yollarla bu yüzbinlerce çeşit kusursuz mahlûkatın tesadüfen, kendiliğinden oluştuğuna inanırsınız. Soruyorum sizlere: Kendilerine sonsuz bir ilim, güç, hikmet, sanat ve irade isnad ettiğiniz bu mizansız kör kuvvetlerin, maksatsız serseri tesadüflerin, zulmetli sağır tabiatın, düşüncesiz sel gibi akan unsurların (hava, su, toprak, ışık) akılsız camid esbabın (rüzgâr, fırtına, yağmur, deprem, ultraviyole ışınları…) bu yüzbinlerce çeşit canlı mahlûkatın her birinin ayrı ayrı kusursuz icadlarını, mükemmel bir ölçü ve düzen içindeki şekil ve suretlerini yapabilecek sonsuz ilim sahibi, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın kutsi sıfatlarını kendilerinde taşıyabilecek bir istidada sahip olduklarını mı söylemek istiyorsunuz? Veya kendilerine ilahlık atfettiğiniz bu bilinçsiz güçler, bu hadsiz canlıları yoktan icad etmek için kâinat büyüklüğünde bir meşveret meclisi bulundurup, tabiatlar, tesadüfler, kör kuvvetler o meclisin azaları olup, koca kâinatın ve içindeki tüm mahlûkatın mükemmel bir ölçü, düzen, plan ve sanat içindeki icadlarını, şekil ve suretlerini bilecek, görecek, düşünecek, dokunacak, işitecek ve ona göre davranacak bir kabiliyette olduklarını mı söylemek istiyorsunuz? Bu akıldan millerce uzak saçmalıklardan daha hurafe, imkânsız batıl ve mantıksız bir şey olabilir mi?

52


Ey saygın profesörler! İnsafınıza soruyorum: Bu adaya odun yığınlarını yığsak yanına sınırsız zaman ve sınırsız malzeme de koysak, akıllı bir ustanın çekici işlemeden kerestelere isabet eden bir kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen dün gece konakladığınız ahşap konaklara dönüşebilir mi? Veyahut bu adaya demir yığınlarını yığsak yanına sınırsız zaman ve sınırsız malzeme de koysak akıllı bir mühendisin tasarımı olmadan, bu hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen dün gece uçup geldiğiniz Boeing-747 yolcu uçağına dönüşebilir mi? Ya da evrendeki bu dünya adasına atom yığınlarını yığsak yanına sınırsız zaman ve sınırsız tesadüfleri de koysak sonsuz ilim sahibi bir Yaratıcı’nın tasarımı olmadan, bu atom yığınlarına isabet eden tesadüf rüzgârlarının savurduğu parçalarla ahşap konak ve uçaklardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu sayısız canlı mahlûkata kendiliğinden dönüşebilirler mi? "Gerçeklerin akıl süzgecinden geçirilerek yorumlanışı ortaya koymaktadır ki, üstün bir Akıl fiziğe, kimyaya ve biyolojiye müdahale etmiş ve doğada varlığından söz etmeye değer bilinçsiz güçler yoktur." İngiliz matematikçi ve astronom Prof. Sir Fred Hoyle O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, "şekil ve suret" verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hâkimdir. (Haşr Suresi, 24)

53


27- İSKELET SAHİLİ - NAMİBYA Güney Afrika’daki Namibya kıyısındaki İskelet Sahili, Kunene Nehri’nden Ugab Nehri’ne güneye doğru 500 km boyunca uzanır. Burası, dünyanın en az gidilen ve üzerinde barınması en zor topraklardan biridir. Gayet yerinde ismiyle bu sahil, tenha ve ulaşılmaz kıyılarındaki hayalet gibi sayısız gemi batığıyla ünlüdür. Namib Çölü’ndeki kuru hava ile deniz üzerindeki nem yüklü havanın etkileşimi sonucu kalın bir sis tabakası meydana gelir ve kuzeyde bu sis tabakası yüzünden yolunu kaybedip güçlü akıntılara yenik düşmüş gemilerin yattığı İskelet Sahili uzanır. Albert Einstein’in “bütün bilimlerin birinci kanunu” dediği Termodinamiğin ikinci kanunu, evrende kendi haline, doğal şartlara bırakılan tüm sistemlerin, zamanla doğru orantılı olarak düzensizliğe, dağınıklığa ve bozulmaya doğru gideceğini söyler. Aynı gerçek “Entropi Kanunu” olarak da ifade edilir. Örneğin çöldeki bir sahile doğal şartlara terk edilen bir gemi mutlaka paslanır ve çürür. Yıllar sonra durumunu kontrol etseniz, elbette ki onun eskisinden daha gelişmiş, daha bakımlı bir hale gelmesini bekleyemezsiniz. Aksine kaportası paslanmış, camları kırılmış, motoru çürümüş her yerinin dökülmüş olduğunu görürsünüz. Evrendeki tüm maddeler de, bir düzenleme olmadıkça, hep düzensizliğe ve bozulmaya doğru sürüklenir. Şimdi bu bilimadamlarına desek; “İskelet Sahili’nde yatan bu binlerce hurda yığını gemi batıkları evrim geçiriyorlar. Demir, çelik, ham petrol ve diğer madenlerin binlerce yılda tesadüfen buluşmasıyla ve kimyasal reaksiyonlara girmesiyle şimdilik bu hale geldiler. Tabiat ve tesadüflerin hünerli elleriyle yani güneş, hava, su, toprak, fırtına, şimşek, yağmur, rüzgar, ultraviyole ışınları, lavlar ve erozyonların yardımıyla binlerce yıl sonra her yeri gıcır gıcır parlayan lüks yolcu gemilerine dönüşecekler. Kimisi daha da gelişim gösterip Boeing-747 uçağına, kimisi de uzay gemisine bile dönüşebilir. Yeter ki zamanın mucizevi ellerine bırakalım.” Bu saçmalığa hiçbir kimse inanmaz. Ama bundan binlerce kez büyük ve acayibine inanmayan yok gibi. Şöyle ki: 54


Bu İskelet Sahil Parkı, 2 milyon hektarlık kumullar, kanyonlar, dağ sıraları ve fantastik kaya oluşumlarını barındıran hüzünlü ve şaşırtıcı bir araziye yayılmış. Şimdi bu sahili doğal şartlara bırakır ve milyarlarca yıl beklesek bile fantastik kayaların arasından gürültülü bir fısıltıyla uğuldayan rüzgarların ve erozyonların yonttuğu ilginç kaya oluşumlarından başka bir manzarayla karşılaşamayız. Ama milyarlarca yıl sonra bu kayalardan yapılmış zürafa, sırtlan, devekuşu, antilop, gergedan ve aslan gibi hayvanların ince ince ustalıkla işlenmiş heykellerini görsek bu düzenliliğin doğa kanunları ile açıklanamayacağına hemen karar veririz. Yapılacak tek açıklama bu kayaların bir akıl tarafından düzenlenmiş olduğudur. İskelet Sahili Parkı’nda Afrika antilobu, zürafa, kahverengi sırtlan, devekuşu, gergedan ve aslanlar geziniyorlardı. Belgesel kanallarında dünyanın bir çok yerindeki insanlar onları hayranlıkla izlediler ve dünyanın dört bir yanındaki kişiler bu canlıların cansız ve şuursuz atomların tesadüfen gelişen olaylar sonucunda kendiliğinden oluştukları saçmalığına inandırıldılar. Yeryüzüne uzaydan bakıldığında doğudan esen inkarcı hava ile batı üzerinde etkili materyalist yüklü havanın etkileşimi sonucu kalın bir gaflet tabakası meydana gelmiş ve tüm dünyaya hakim bu yoğun sis tabakası yüzünden yolunu kaybedip güçlü inkarcı akımlara yenik düşmüş insanların yattığı İskelet Sahili uzanır. Namibya’daki İskelet Sahili’nde 500 km boyunca sayısız gemi batığı duruyorken, dünyanın dört bir yanına hüzünlü ve şaşırtıcı şekilde yayılmış yüzbinlerce akılları hurda yığını olmuş, gözleri kör, kulakları paslanmış, kalplerindeki iman direkleri kırılmış idrak mengeneleri çürümüş bu gaflet kumuna gömülmüş iskelet enkazlarına ne demeli? 55


28- İLKEL ÇORBA Ünlü İngiliz astronom ve matematikçi Sir Fred Hoyle maddenin kendi kendine hayat oluşturamayacağını şöyle bir örnekle anlatır: İlkel çorbayı temsil eden bir yüzme havuzunu deney için kullanın. Böyle bir havuzu istediğiniz her türlü cansız kimyasalla doldurun. Ona istediğiniz her türlü gazı pompalayın, ya da üzerine istediğiniz her türlü radyasyonu verin. Bu deneyi bir yıl boyunca sürdürün ve (hayat için gerekli olan) 2000 enzimden kaç tanesinin sentezlendiğini kontrol edin. Ben size cevabı şimdiden vereyim ve böylece bu deneyle zamanınızı harcamayın: Kesinlikle hiçbir şey bulamazsınız, belki oluşacak birkaç aminoasit ve diğer basit kimyasal maddeler dışında. Evrimci biyolog Andrew Scott ise aynı gerçeği şöyle kabul etmektedir: Biraz madde alın, karıştırın, ısıtın ve bekleyin. Bu, hayatın kökeninin modern versiyonudur. Yer çekimi, elektromanyetizma, zayıf ve güçlü nükleer kuvvetler gibi “temel” güçler gerisini halledecektir... Peki, ama bu kolay hikâyenin ne kadarı sağlam temellere oturmaktadır ve ne kadarı umuda dayalı spekülasyonlara bağlıdır? Gerçekte, ilk kimyasal maddelerden canlı hücrelere kadar giden aşamaların bütün mekanizmaları ya tartışma konusudur ya da tamamen karanlık içindedir.

56


Bataklık içindeki cansız ve şuursuz atomların tesadüfen gelişen olaylar sonucunda, kendi kendilerini düzenleyip protein ve canlı hücrelere dönüşüp, kendi içindeki etkileşimlerle yani yağan yağmurlar, çakan şimşekler, ultraviyole ışınlarıyla yıllar sonra bataktan çıkan balıklara, timsahlara, zürafalara, kaplanlara, geyiklere, kuşlara, kartallara, insanlara, bilim adamlarına dönüşmesi aynen bu hurda yığını batık geminin zaman içinde limana demirlemiş lüks bir yata ve diğerlerine dönüşmesine benzer. İddia ediyorum ki ne tesadüfler, ne prebiotik doğal seleksiyon, ne de fiziksel-kimyasal gereklilik, ilk hücredeki bilginin kaynağını açıklayamaz. Hücrede akıllı tasarımın kanıtlarını görürsünüz. Prof. Steven Meyer, Whitewort Üniversitesi, felsefe profesörü Soru şudur: Bana evrimle ilgili tek bir şey söyleyebilir misiniz, gerçekten doğru olan bir şey? Bu soruyu Doğa Tarihi Müzesi'ndeki tüm jeoloji ekibine sordum ve aldığım cevap tam bir sessizlik oldu... Sonrasında tüm yaşamımın, evrimin açık bir gerçek olduğuna inanarak aldatılmakla geçtiğini fark ettim. Colin Patterson, İngiltere Doğa Tarih Müzesi paleontoloğu, Evolution (Evrim) adlı kitabın yazarı.

57


29- STONEHENGE – İNGİLTERE Stonehenge MÖ 3100’den 1100’e kadar birkaç farklı evrede inşa edilmiş ve büyüklüğü, yüksekliği ve kusursuzluğuyla dünyadaki en etkileyici megalit anıtlardan biri olmuştur. Planı eş merkezli bir çembere dayanır ve kullanılan taş blokları, menhirler oldukça büyüktür. Yapımının üçüncü evresinden itibaren dikey blokların üzerine üst pervazlar yerleştirilmiş, böylece bir bağlı saçaklık tipi oluşturulmuştur. Stonehenge’nin dinsel işlevi ayrıntılı olarak bilinmemesine rağmen binanın kozmik göndermeleri oldukça önemlidir. Eski bir teoriye göre, bu alan bir güneşe tapınma mabedidir. Türlerin Kökeni isimli kitabın yazarı İngiliz Charles Darwin’i bu alana kitabını tashih için getirseler ve ona “Türlerin kökenini bırak da bu taşların kökenini bul, bu taşları buraya kim ve niçin dikti?” deseler, “Bilmiyorum sizin görüşünüz nedir?” dese, “Bizce bu taşlar doğal yollar ve mutasyonlar sonucu yani yıllar içinde tesadüf rüzgarlarının esmesiyle rastlantısal kazalar sonucu yuvarlanarak kendiliğinden buraya dikilmiş olmalı!”

58


“Eşeğin sırtına koysak, bu taşlar buraya kalkmaz, rüzgar bu blokları nasıl sürükleyip diksin? Bırakın bu saçmalıkları bunları muntazam olarak mutlaka akıl sahibi birileri dikmiş olmalı.” Ona deseler; “Sen bu taş blokların dahi tesadüfen dizilemeyeceğini idrak ediyorsun da bu taşlardan binlerce kez mükemmel, ölçülü ve düzenli bu kainatın ve içindeki mahlukatın kör tesadüfler, rastlantısal kazalar ve doğal yollarla veya tabiatın tesiriyle oluşacağını mı söylemeye çalışıyorsun? Bu gördüğün eserin bile bir mimarı, bir sanatkarı varsa, bu kainatın ve içindeki mahlukatın da bir mimarı ve sanatkarı olmalı. Bu mahlukatı buraya kim ve niçin dikti? Sen onu bulmaya çalış ey amatör düşünceli!” “Eğer bu taş blokların buraya tesadüfen kendiliğinden dikildiğini ispatlayabilecek ilginç teoriler bulabilirsen ki bulamazsın, kitabın baş göz üstüne; yoksa yırt o lanet kitabını gel bu taşların dibine göm. Milleti de eşek yerine koyup, kandırmaya çalışma. Defol git bu camiadan!” demeleri gerekmez miydi zamanın bilgeleri?

59


30- FASİLİDES’İN SARAYI – ETİYOPYA On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda, surlarla çevrili kraliyet şehri Gonder, başkenti MS 1636 yılında buraya taşımış olan Etiyopya İmparatoru Fasilides’in ikametgahıydı. 1640’ların sonlarında, Fasilides buraya muhteşem bir kale inşa ettirdi. Bu bina, yakınlarda restore edilen Fasilides Sarayı’dır. Devasa kuleleri ve kale burçlarındaki heybetli, mazgallı siperleriyle sanki Ortaçağ Avrupası’ndan bir parça, Etiyopya’ya taşınmış gibi duruyor. Şimdi, buraya ziyarete gelen turistlere deseniz; “Bu yüce saray, İmparator Fasilides’e bağlılıklarının bir nişanesi olarak, İmparatorun katırları, sığırları ve develeri tarafından dağlardaki taşları yontup işleyerek inşa edilmiştir. Yapımında hiç bir insan müdahale etmemiştir!”

60


Buna hiçbir akıl sahibi inanmaz. Diyecektirler; “Bu İmparatorun katırları, sığırları ve develerinin aklı, şuuru ve bilinci mi var ki bu işleri akledip düşünüp yapabilsinler!” Bu saraydan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı şu kainat sarayı ve içindeki mahlukat müzeyyenatının oluşumunda sonsuz bir ilim sahibi olan Allah’ı inkar edip, kör kuvvetler, serseri tesadüfler ve sağır tabiata ilahlık isnad eden bu zavallılara ne demeli? Aslında katır, sığır ve develer tabiat ve tesadüflerle kıyaslandığında bir tık daha önde, en azından canlılar. Ama küllüm kör, sağır, düşüncesiz ve camid bu tabiat ve tesadüflere hâşâ yaratıcılık vasfını isnad eden bu küllüm idrakleri kör, sağır, düşüncesiz ve camid inkarcılara yarın mahşerde tüh sizlere Fasilides’in katırları, sığırları ve develeri kadar olamadınız, yuh sizlere Kalirides’in eşekleri demezler mi?

61


31- HUANG LONG VADİSİ – ÇİN Eşsiz bir manzaraya, zengin doğal kaynaklara ve çok eski zamanlardan kalma bir ormana sahip 700 kilometrekarelik bir alan kaplayan bölge; ihtişamlı, benzersiz zümrüt gölleri, kat kat şelaleleri, renkli ormanları, karla kaplı zirveleri ve Tibet halk köyleri, mücevher gibi parıldayan dağlarla uyum içinde birleşerek, buraya “dağlardaki peri ülkesi” yakıştırmasını kazandırmıştır. Huang Long “Sarı Ejderha” anlamına gelir ve efsaneye göre yaklaşık 4000 yıl önce büyük bir sarı ejderha krala sel sularını denize yönlendirerek Minjiang Nehri’ni oluşturmasında yardım etmiştir. Suyunun kalsiyum karbonat yüklü ve altın sarısı rengi nedeniyle nehir, sarı bir ejderin kuyruğunu andırıyor. Sarı ejderha vadiye ismini vermiş ve onuruna bir tapınak inşa edilmiş. Şimdi Huang Long Vadisi’ndeki şelalelerin aktığı sarı zemine, kalsiyum karbonat tortularından dev panda, ayı, maymun, leopar, geyik, kartal heykellerini yapıp diksek, oraya gelen Yaratıcı’yı hiç düşünmemeyi kendilerine bir yaşam felsefesi edinmiş Çinlilere desek; Bu nehir tabanına sizce bu altın renkli hayvan suretleri nasıl oluşmuştur? Birileri yapmış olmalı diyecektirler. 62


Sarı ejderha, tapınağına bu heykellerin konulmasını arzu ettiği için bizzat kendi yapmış olamaz mı? Bu bir efsane, mümkün değildir diyeceklerdir. Dağlardan inen sel gibi kalsiyum karbonat yüklü sular sayesinde tesadüfen kendiliğinden oluşmuş olamaz mı? Bu çok saçma ve mantıksız. Peki, bunları ünlü heykeltıraş Chengli yaptı desem? Ha bak bu oldu diyeceklerdir. Daha sonra Çinliler koruma alanında gezinen bu heykellerin asılları olan yabani hayvanları gördüklerinde onlara desek; sizce bu vadide gezinen bu hayvanlar nasıl oluşmuştur? Kimdir onlara kusursuzca şekil ve suret veren sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Sanatkarı? Tabiat efsaneleri, tesadüf saçmalıkları, sarı ejderhanın kuyruğu gibi uzadı gitti, kimse bunlar üstün ilim sahibi bir Yaratıcı tarafından yaratılmış olmalı diyemedi. Çünkü akıl ve idrakleri şu karlı dağların zirvesine çökmüş bulut gibi gaflet örtüsüyle kaplı ve bulanık. Hakikatleri net görebilmeleri kolay değil. Zaten böyle şeyleri düşünmemeyi de yaşam felsefesi haline getirmişler. Akılları bulanık perili, şuurları yere serili, renkleri sarı derili, gözleri çekik sürmeli, idrakleri çekik zırdeli, işte size Çin'i yutan inkar seli!

63


32- YAKUT TÜRKLERİ – SİBİRYA Sibirya tundralarında geyiklerin çektiği kızaklara binmiş kalın kürklerine bürünmüş bir grup Saha Türkleri kar fırtınasına tutulmuş bir halde ıssız sahada ilerlerken onları görüp desek; Ey yaman Şamanlar, bu yaban yaşamda hakikati bulmalı. Sizlere sorum, bu Sibirya tundralarında günlerce esen kar fırtınaları sonucu bu geniş arazide kardan yapılmış mükemmel birebir aynı ayı, geyik, kurt, tilki, kartal gibi kutup hayvanlarının heykellerini görseniz ne yorum yapardınız? Bunların günlerce esen kar fırtınalarının kar tanelerini savurması veya buzulları aşındırması sonucu kendiliğinden oluştuğunu söylesem bana inanır mıydınız? Tabii ki, olamaz bu imkansız deyip bu saçmalığa inanmazdınız. Çünkü sizler de gayet iyi biliyorsunuz ki, binlerce, yüz milyonlarca yıl geçse de kar fırtınalarının kar tanelerini savurması, buzulları aşındırması sonucu sadece belli belirsiz figürler, kar yığınları ve tepecikler oluşur. Ama bu mükemmel ölçü ve düzen içindeki heykellerin dikildiğini görseniz mutlaka bir akıl sahibi devreye girmiştir kanaatine varırsınız. Ey yabancı ne anlatmaya çalışıyorsun, seni dinliyoruz kaz gibi! Lafı uzatma kış gibi, kısa tut yaz gibi! Peki bundan çok daha acayip bir manzara ile karşılaşsak ne yorum yapardınız? Yani şu Sibirya tundralarında kar fırtınasına tutulmuş geyik sürülerini, onları güden siz Sahalı çobanları, uzaktan sürüyü takip eden ayı, kurt, tilki ve kartalları görsek, bu mahlukatın mucidi, her birine kusursuz şekil ve suret veren Sanatkarı kimdir diye hiç düşündünüz mü? Nasıl kar fırtınalarının kar zerrelerini tesadüfen savurması sonucu kendiliğinden bu kardan heykeller oluşamazsa, bundan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu canlı mahlukat da binlerce yüz milyonlarca yıl geçse de tesadüf rüzgarlarının atom zerrelerini savurması sonucu kendiliğinden oluşamaz. 64


Ancak sonsuz bir ilim, güç, hikmet ve irade sahibi olan Allah tarafından bu cansız atomlar işlenip canlı mahlukat olarak yaratılabilir. Sizler de gelin kör kuvvetlere, serseri tesadüflere, sağır tabiata ve doğadaki bilinçsiz güçlere, dağlara, putlara ilah diye tapmayın, âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman edin. Ey yabancı! Söylediklerin çok tesirli Sibirya’daki kış gibi, misalin içimize işledi ilmik ilmik nakış gibi. Kalın gaflet örtüsü her yanımızı sarmış üstümüzdeki kürk gibi, sana kanımız kaynadı geldin bize Türk gibi. Evet ben Türküm. Dinim İslam, kimliğim Müslüman, sizlere hak dini tebliğe geldim. Kur’an’a iman edin. Ey can karındaş! Sizler bize topraklarımız kadar uzak ve soğuk kaldınız. Lakin bizler size kalplerimiz kadar sıcak ve yakınız. Sizler yıllar önce göçtünüz oldunuz Müslüman, bizler ise kaldık Şaman. Aynı milletiz damarlarımızda taşıyoruz aynı kan, ama birbirimize kalmışız hep yaban. İki bin yıldır nerede kaldınız el aman! Kimse soğuk yurdumuza gelip vermedi bir sıcak selam. Anlatsaydınız karındaşlarınıza iki kelam, belki bizler de şimdi olurduk İslam. Yabancılar gelip açtılar bize kucak. Sahaya doldu kiliseler köşe bucak. Uşaklarımızın çoğu papaz oldu bellerinde kuşak. Şamanlık yakında tarihe karışacak. Bizden Müslüman desen vardır binde bir ancak. Sizler rahat yataklarınızda yatarken sıcak, onlar soğukta çalışıp açtılar ocak. Kusura bakma şimdi herkes duruma katlanacak. Boşuna bekleme başımızda takke, kıblemiz Mekke, köşe bucak olsun tekke. Misyonerler bize gelip sordular hal hatır, boş durmayıp çalıştılar çatır çatır, Sahada bozkırlar doldu manastır, uşaklar İncil'i ezberlediler satır satır, hani bak nerede bir Müslüman yatır, bak rahip mezarları haç işlemeli bakır, var sen neticeyi araştır! 65


33- PAMİR KARAYOLU – TACİKİSTAN / ÇİN Pamir Karayolu, dünyanın en yüksek, en heyecan verici, en az ziyaret edilen rotalarından biridir. Tanrı, Hindikuş ve Karakoram Dağlarının buluştuğu bu yer, dünyadaki en olağanüstü ve güzel bölgelerden biridir. Burası dünyanın en yüksek dağlarının karla kaplı muhteşem zirveleri arasına yerleşmiş koyu sarı kayalıklar, sıcak su kaynakları ve turkuaz rengi buzul göllerden oluşan esrarengiz bir bölgedir. Ruslar tarafından Sovyet ikmal yolu olarak inşa edilen Duşanbe’den Oş’a uzanan 1.250 kilometre uzunluğundaki karayolu; erozyonlara, deprem ve toprak kaymalarına maruz kaldığından sürekli tamirat halindedir. Şimdi 4x4 ciplere binip Rus mühendislerle yolda ağır ağır ilerlerken terk edilmiş paslı Rus tanklarını ve maden sahalarını gösteren soluk tabelaları, tarlalara düzenli istif edilmiş saman balyalarını ve karşı yamaçta kayalarda puslu yansıyan keçi resmini görüp deseniz; Şu karşı kayada uzaktan görülen keçi resmini görüyor musunuz? Bence bu sürü güden çobanlar tarafından değil, dağlarda esen rüzgarların kayayı aşındırması sonucu, kendiliğinden oluşmuştur. Şu saman balyaları tesadüf rüzgarlarının savurması sonucu kendiliğinden toplanıp buraya istif edilmişlerdir. 66


Şu tanklar maden sahasındaki demir yığınlarına isabet eden bir kasırganın, hurdaları savurması sonucu kazayla, kendiliğinden oluşmuş olmalı. Yani bir ustası yoktur. Şu uzun Pamir Karayolu da araziye dökülen kum, çakıl, zift ve betonun kendiliğinden bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Yani bunun da bir ustası yoktur. Ey Alaturka! Anlaşılan senin kafa olmuş taka. Hiç bu resim ressamsız, bu tanklar çekiçsiz, bu saplar oraksız, bu yollar işçisiz ve köylüsüz olabilir mi? Ey ateizmi kendilerine din edinmişler! Sizlere kayaya çizilmiş zannettiğim resmi sordum. Elbette var bir ressamı dediniz. Resim kımıldadı meğer kayaya dikilen keçi imiş, indi kayboldu gitti. Sanatkarı kim dedim. İşin içine keçi inadı girdi, tabiat ve tesadüfler karıştı, sanatkarı kendi gibi kayboldu. Yollara düzenli istif edilmiş saman balyalarını sordum. Elbette var bir biçeni, dizeni dediniz. Paslı tankları ve yolları sordum. Elbette var bir ustası dediniz. Ya şu tank gibi sağlam vücudumuz ve içindeki 100 bin kilometre yol kat eden kan damar yolunun ustası, mühendisi, sanatkarı kim dedim işin içine kör kuvvetler, serseri tesadüfler, sağır tabiat ve camid unsurlar harçlarını döküp ustasız bir yol inşa etmeye çalıştınız. Tıpkı kum, çakıl, zift ve betonun rastgele tarlalara dökülüp bu karayolunun kendiliğinden olmasını beklemek gibi. Ortada varsa Pamir, onu yapan bir zamir olmalı. Ey yoldaşlar! Sizlere 4x4 yalanlarla konuştum, sizler komünist propagandasıyla doğrusunu söylediniz. Ardından doğrularla sordum bu sefer 4 çeker yalanlarla bu virajlı yollar gibi kıvırdınız. Ey yoldaşlar gittiğiniz yollar sarp, çıkmaz ve sapaktır. Çekiç ve orak hakikate ıraktır. Aklın yolu imanın nuru binilecek buraktır. Allah ve Resulü’nden başka yollar kurak ve çoraktır. Gelin rehberiniz olsun Kur’an ve Sünnet, çekiç ve orağın sonu hüsrandır elbet! 67


34- LİMA – HUANCAYO TRENİ – PERU 2005’te Tibet’te açılan Pan-Himalaya Trenyolu'ndan sonra ikinci olan Lima-Huancayo hattı And Dağları’nda 4.829 metre yüksekliğe çıkan bir mühendislik harikası ve heyecan verici bir yolculuktur. 335 kilometre uzunluğundaki demiryolunun inşası 38 yıl sürmüştür. Yol boyu dönemeçlerle dik yamaçlara tırmanan tren, 59 köprü, 66 tünel ve 22 dönemeçten geçer. Lima-Huancayo treni oldukça konforlu bir trendir. Deniz seviyesindeki Lima’dan 6 saatte And Dağları’nın dondurucu soğukluktaki vahşi doğasına çıkarken, bir yandan koka çayını yudumlarsınız. Dünyanın en yüksek tren istasyonu olarak kabul edilen Ticlio’da (4.758 metre) ayaklarınızı uzattığınızda, nefes almakta zorluk çekebilir ve trende gezinen oksijen hemşiresinin yardımına ihtiyaç duyabilirsiniz. Şimdi vagonda pencere kenarından koka çayını yudumlayıp, And Dağları’nın nefes kesen manzaralarına dalmış, yan koltuktaki Peruluya desek; Geçenlerde Cuzco’dan Machu Picchu’ya doğru gittim. İnka Harabeleri’ni gördüm. Taşlarda son derece ustalıkla işlenmiş çeşitli geometrik şekiller ve değişik hayvan figürlerine rastladım. Bence bu çizimler Dağların Ana Tanrıçası tarafından ya da And Dağları’nın tozu dumana katan rüzgarlarıyla taşları aşındırması sonucu, kendiliğinden oluşmuş olmalı.

68


Ey yabancı! İstersen oksijen hemşiresini çağırayım. Buraların yüksek havaları seni çarptı galiba. Kafan gibi boş ciğerlerine biraz hava versinler belki açılırsın. Şu dışarıdaki manzarayı görüyor musun ey Perulu? Uçuşan kıyafetleriyle ata binmiş yöre insanları, önünde tozu dumana katan lamalar koşuyor. Bu toprağa ustalıkla işlenen kaktüs şekilleri, çiçekler, kelebekler, bu koşuşan figürler... kimdir sence bunların Sanatkarı, düşünmemek değildir akıl kârı. Evlat! Evrende doğa kanunları var. Tabiatın tesiriyle her şey doğal ortamda kendiliğinden gelişir. Yüksek rakımdayız. Bunları düşünüp kafayı daha fazla üşütme. Nasıl olmuşsa olmuşlar. Bunlardan bize ne? Ey Perulu! İstersen hemşireyi kendine çağır, koka çayını yudumlarken biraz oksijen koklatsınlar sana belki açılırsın. Taşa ustalıkla işlenmiş şekillerin akıl sahibi bir sanatkarı varsa, bundan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu toprağa işlenen geometrik şekillerin ve üstünde gezinen figürlerin Sanatkârı, nasıl kör, sağır, düşüncesiz ve cansız tabiat ve tesadüfler olabilsin? İlim, akıl, hayat, şuur ve iradeden yoksun tabiatın eline sel gibi akan unsurları; hava, su, toprak, güneş ve yel gibi esen tesadüfleri; rüzgar, şimşek, deprem, ultraviyole ışınları gibi bilinçsiz güçleri verip, birlikte düşünüp taşınıp istişare sonucu karar verip uygulayıp bu her biri kusursuz bir ölçü ve düzen içindeki mahlukatın şekil ve suretlerini oluşturmalarını senin insafına soruyoruz. Bin defa körlük, sağırlık ve akılsızlık değil mi? Evlat! Senin bu söylediklerini bizden bilen, düşünen vardır ancak binde biri, yaşam felsefemiz ye, iç, eğlen, başka bir derdimiz yok gayri. Tanrı’yı unutup ilah edinmişiz tabiat ve tesadüfleri, meğer yüksek trene binmiş gibi hepimizin aklı olmuş serseri. Ey Perulu, bundan sonra rehberin olsun Allah ve Resulü. Kurtuluş yoludur Kuran ve Sünnet'e tebaiyyet. Gel sen de tasdik et benimle beraber getir şehadet. 69


35- TANK MİSALİ Çölün ortasına terkedilen mükemmel bir tankın mühendisini aradığımızda, bize bu tankı yapan kişinin kör bir zat olduğu söylense inanmayız. Hem kör, hem de sağır olduğu söylense bu fikri katiyetle reddederiz. Hem kör, hem sağır, hem de şuursuz olduğu söylense bu iddiaya ancak güleriz. Hem kör, hem sağır, hem akılsız ve hem de hayatsız olduğu söylense bu hurafeyi tavsif edecek söz bulamayız. İşte tabiat bu son iddiada belirtilen mevhum sanatkardan yani gerçekte olmayıp var sanılan sanatkardan başka bir şey değildir. Ya da bize bu tankın çevrede bulunan demir madenlerindeki hurdalara isabet eden bir kasırganın malzemeleri savurarak kaza sonucu kendiliğinden oluştuğunu söyleseler bu tesadüf saçmalığını asla kabul etmeyiz. Sonra tankın içine girip kumanda koltuğuna bırakılan, tankın nasıl hareket ettiğini ve nasıl atış yapıldığını anlatan ve idare kanunları içinde yazılı olan defteri görsek; "1500 beygir güç üreten ve dizel yakıt sistemiyle motorunun çalışması, 120 mm’lik 55 kalibre yivsiz topların namluya sürülmesi, gelişmiş görüş ve algılama sistemiyle hedefe kilitlenmesi, fırlatma düğmesine basılması…" gibi hareket ve atış kanunlarının yazılı olduğu defteri görüp "İşte bu teknik donanıma sahip tankı harekete getiren benzinin yanma kabiliyetidir, topu hedefe götüren havanın hidrodinamik kanunudur" deyip tankın mühendisini ve kumandanını görmemek ve tankın icadını ve işleyişini bu elsiz, gözsüz ve çekiçsiz deftere vermek tam bir akılsızlıktır. Aynen bu misal gibi hadsiz derecede bu misaldeki tanktan daha muntazam, daha mükemmel ve bütün etrafı mucizane hikmetle dolu şu kainat ve içindeki tüm bitki, hayvan ve insan taifelerinin kusursuz yaratılışlarını Cenab-ı Hakk’ın icratında uyguladığı bir takım kanunlar mecmuası olan yerçekimi, cazibe, termodinamik, hidrodinamik, suyun kaldırma kuvveti, ısının genleşme katsayısı gibi isimlendirdiğimiz kanunlara vermek yani yaratılış eserlerini sonsuz akıl sahibi Allah’tan yüz çevirip gözsüz, şuursuz, kudretsiz bir defter hükmünde olan tabiat kanunlarına isnad etmek tam bir ahmaklıktır. 70


Çünkü bu kanunlar Halık olup, bu mahlukatı yoktan yaratamazlar. Musavvir olup her birinin mükemmel şekil ve suretlerini veremezler. Rezzak olup bütün mahlukatın rızkını verip ihtiyacını karşılayamazlar. Rahman olup bütün mahlukata merhamet edip türlü türlü nimetler ihsan edemezler. Müheymin olup her şeyi görüp gözetemezler. Selam olup bizleri her türlü tehlikelerden koruyamazlar. Semi ve Basir olup her şeyi en iyi işiten, gizli açık her şeyi en iyi gören olamazlar. Rakib olup her varlığı, her işi her an görüp, gözeten, kontrolü altında tutan olamazlar. Şehid olup her zaman her yerde hazır ve nazır olamazlar. Mucib olup duaları, istekleri kabul edemezler. Vasi olup rahmet, kudret ve ilmi ile her şeyi kuşatamazlar. Hakim olup her işi hikmetli, her şeyi hikmetle yaratamazlar. Vedud olup kullarını en fazla seven, sevilmeye layık olamazlar. Hamid olup her türlü övgü, hamd ve senaya layık olamazlar. Vali olup bütün kainatı idare edemezler. Muktedir olup dilediği gibi tasarruf edip, her şeyi kolayca yaratan kudret sahibi olamazlar. Malik-ül Mülk olup mülkün, her varlığın sahibi olamazlar... Hülasa 99 Esma-ül Hüsna ile müsemma olan, şirkten münezzeh Allah-u Teala’nın vasıflarına malik olamazlar. Not: Bu konu "Tabiat Kanunları" adı altında ayrıntılı olarak "Gizemli Dünyalara Yolculuk - Nur Ekspresi" adlı kitapta ayrı bir bölüm halinde yazılmıştır. İsteyenler müracaat edebilir.

71


36- LAUCA - ŞİLİ Lauca, Tibet’ten sonra dünyanın en geniş yüksek platolarının yer aldığı ve Şili’nin en güzel bölgelerinden biri olan Altiplano’dadır. Burası Şili ile Bolivya arasındaki sınır boyunca uzanan 3.600 kilometrekare alana sahip ve UNESCO Dünya Biyosfer Rezervi olarak koruma altında bir bölgedir. Deniz seviyesinin 3000 metre üzerinde yer alan Altiplano, zengin bir kültüre sahip Aymara Kızılderililerinden geriye kalan ve sayıları giderek azalan lama ve alpaka çobanlarının yurdudur. Şimdi Dünya Biyosfer Rezervi’ni incelemek için bölgeye gelen bilimadamlarının oluştuğu heyete ders vermek için bir deney yapsak, sanatkar bir alpaka çobanına tuzladaki biriken tuzlardan ustaca yaptırdığımız And devesi, lama, alpaka, akbaba, martı, filamingo, tilki gibi bölgede bulunan hayvanların heykellerini tuzlaya dikip sergilesek ve gelen heyete desek; “Sizce bu heykelleri kim yapmıştır?” Anında "Kim yapacak tabii ki adamın biri yapmıştır." diyecektirler. Sonra heyete; “Bu heykeller dağlardan esen rüzgarların tuzları savurup bir araya gelmesiyle, sel sularının sürüklenmesiyle, lavların akmasıyla, erozyonun aşındırmasıyla gibi müşterek olaylar sonucunda binlerce yılda doğal seyrinde kendiliğinden oluştular.” desek; bu saçmalığı hiçbiri kabul etmeyecektir. Sonra heyete heykellerin canlılarını gösterip; “Peki şu platoda gezinen bu hayvanatın her birine mükemmel bir ölçü ve düzen içinde sanatkarane şekil ve suret veren üstün akıl sahibi Sanatkarı kimdir?” desek, anında alemlerin Rabbi olan Allah diyen içlerinden bir tane idrak sahibi çıkar mı acaba? Doğal seleksiyon, doğanın dengesi, tabiat kanunları, tabiatın etkisiyle gibi bir yığın inkar sözcükleri havada dolaştı durdu. Bazısı da biraz Allah, yanında doğal seleksiyon, tabiatın tesiri, tesadüfi süreçler ve kendi kendine gibi doğada varlığından söz etmeye değ-

72


meyen bilinçsiz güçleri katıp kapuçino yapar gibi Allah’ın mülküne şirk katıp tabiat ve tesadüflere taksimat yaparak bu mahlukatın oluştuklarını anlatmaya çalıştılar. Onlara desek; “ Nasıl bu tuz zerreleri tesadüf rüzgarlarının esmesi sonucu bu hayvan heykellerini oluşturamazsa, öyle de bu tuz zerreleri gibi cansız ve şuursuz atom zerrelerinin de tesadüf rüzgarlarıyla sürüklenip kendiliğinden bir araya gelip toplanmasıyla her biri ayrı bir tasarım harikası olan bu mahlukatı oluşturması imkansızdır. Evet nasıl bu havzaya yayılan tuz yığınları tesadüf rüzgarları sonucu kendiliğinden bu hayvan heykellerine dönüşemezse, bu kainat ve dünya havzasına yayılan atom yığınları da, yüzbinlerce yıl geçse de tesadüf rüzgarları sonucu sadece savrulup dururlar. Belli belirsiz yığınlar oluşturabilirler. Ama yüzbinlerce farklı türde bitki, hayvan ve insan suretlerine dönüşemezler. Atomları bir araya getirip tüm evreni, galaksileri, yıldızları, güneşi, gezegenleri, dünyayı ve içindeki bitki, hayvan, ve insanları yaratan, onların her birine ayrı ayrı şekil ve suret veren kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiat ve tesadüfler değil, sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi, mülkünde iştirak asla kabul etmeyen, şirkten münezzeh, mülkün yegane sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah’tır. Gelin tabiat ve tesadüfleri kendinize ilah diye tapacağınıza Rabb-ül alemine iman ediniz.” desem vicdanları kabul ettiği halde, kibir ve büyüklenme dolayısıyla Allah’ı ömrü boyunca inkar eden bunlardan bir tane akıl ve idrak sahibi çıkar mı acaba? Onların eline rüzgarları, sel sularını, lav akıntılarını, erozyonları… versek yani bilimadamlarını tuzladaki tuz yığınlarının yanına getirip bilinçsiz güçlerin başına dikip doğal seyrini takip ederek ya da yönlendirerek ama elleriyle temas etmeden binlerce yıl idare ve sevk edip bekleseler acaba bu alpaka çobanının yaptığı heykelleri yapabilmelerini bekleyebilir miyiz? Sonuç binlerce yıl geçse de havzaya belli belirsiz yayılan tuz yığınları olmaz mı? Yoksa tabiat ve tesadüflerin akıldan, ilimden, hayattan, düşünmeden, temastan yoksun olduklarını hiç düşünmüyorlar mı?

73


37- EL CHORA - BOLİVYA Bolivya Güney Amerika’nın en yoksul ülkesidir, ancak maddi olarak eksikliğini çektiği konforun yerine geçen bir kültürel mirasa ve görkemli doğal güzelliklere sahiptir. 70 km uzunluğunda tarihi bir İnka yolu olan El Chora, Altiplano'nun yüksek dağlarıyla Los Yungas’ın astropikal ormanını birbirine bağlar. La Paz yakınındaki çıplak dağ yamacından yukarı ağaç çizgisinin üzerine, yaklaşık 5000 m yükseklikteki Chucura Geçidi'ne tırmanıp, bin yıl önce dağların arasına döşenmiş, bugün insan ve hayvanların ayak izleriyle yıpranıp parlaklaşmış taşlarla döşenmiş yolda ilerleyip, aşağı doğru gür şelaleler ve coşkun nehirlerin yanından giden eski ahşap köprüden tam geçerken bir kafileye rastlıyoruz. Lamalara yükledikleri malları satmak için Altiplano’ya giden geleneksel rengarenk kıyafetleri içinde tüccar Aymara Kızılderilileri. Onlara Selatu deyip desek; Yüklediğiniz malları yüksek fiyata satmak istiyor musunuz? O halde durun indirin kumaşlarınızı açın ve gösterin. Alpaka yünlerinden dokudukları rengarenk halıların birisinde dağlarda kaktüslerin arasında alpaka sürülerini güden çoban, yanında köpeği ve gökte süzülen akbabalar vardı. Açtıkları diğer halıda renkli kıyafetleriyle başında tüyler, elinde mızraklarla ateşin etrafında dans eden Kızılderili savaşçılar, bir diğerinde de dağlarda ateş yakıp dans eden ilginç kıyafetleriyle dini ritüeller yapan Şaman Kızılderililer vardı. Şöyle bir baktıktan sonra desek; Bence bu halılar dağlarda otlayan alpakaların yünlerinin rüzgarda savrulup kaktüslere dokunmasıyla kendiliğinden dokunmuş olmalı. Renkli desenler de boya kutularının rastgele üstlerine dökülmesiyle tesadüfen oluşmuştur. Bedeli olmalı lakin bedava yapılan işlerin bedeli de olmalı tek haneli. O yüzden bunlara 1 bolivyanos yeter. Fiyatı ancak bu kadar eder. Ey şaşkın karşımıza nereden çıktın. Boşuna tuttun bizleri ettin esir, anlaşılan dağların yüksek havası dokunmuş sana çıplak kafana etmiş tesir. Bu lamaların tezeği bile 40 bolivyanos eder. Ey yabancı 74


buranın rakımı yüksek sen de rakamı yükselt. 1000 bolivyanosu devir, halıyı çevir, kendini köprüden sağ salim geçir. Sakin ol Carlos tamam vereceğim 1000 bolivyanos, lakin sizlere sorum şu; Size halılara nakşedilen bitki, hayvan ve insan şekillerini sordum, mutlaka akıl sahibi bir nakkaşı dokuyucusu var demek istediniz. Peki bu halılardaki resimlerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı şu rengarenk yeryüzü halısına nakşedilen canlı şu kaktüslerin, lamaların, sizlerin ve bizlerin hülasa şu kainatın ve içindeki mahlukatın çok hassas ölçü ve ilmikler içindeki şekil ve suret veren Sanatkarı kimdir, bunu hiç düşündünüz mü? Nasıl tesadüf rüzgarlarının esmesiyle bu yünler kendiliğinden bu mükemmel dokunmuş halılara ve içindeki motiflere dönüşemezse bu yün yumakları gibi yeryüzü havzasına yığılan camid ve şuursuz atom yığınlarının da akıl sahibi bir Nakkaşı olmadan, sınırsız zaman, mekan ve malzeme de olsa, kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiatın ve serseri tesadüflerin etkisiyle kendiliğinden yüzbinler çeşit farklı bitki, hayvan ve insan taifelerine dönüşebilmesi yüzbinler defa imkansızdır. Bu gün gibi açık gerçeğe karşı gözleri yumak yapmak ahmaklıktır. Ey aklı perili Şaman Kızılderililer. Gelin dağa, taşa, ateşe, tabiat ve tesadüflere ilah diye tapacağınıza, hadsiz bir ilim, nihayetsiz bir hikmet ve her şeyi kuşatan irade sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah’a iman edin, Resulüne tabi olun ki kurtuluşa eresiniz. Üzerinde taşıdığınız emaneti O’na satın, O’nun yolunda harcayın ki, beyhude zayi olmasın fiyatı birden bine yükselsin yoksa ötede kırk para etmeyecektir. Ortalama 70 yıl uzunluğunda beşeri bir imtihan yolu olan ömrünüzü heba etmeyin. Sizlerden istenen şu kainatın yaratıcısı olan Allah’ı tanımak, O’na iman edip ibadet etmektir. Bakın selamınız selatu, o zaman Allah’a iman edip kılın selatu, verin zekatu, geçin sıratu. Ötede yüksek rakımda olacağız ay Carlos rakamını yükselt. Seccade halıyı karşına çevir, bin bolivyanosu devir, kendini sağ salim köprüden geçir.

75


38- GALAPAGOS ADALARI - EKVATOR Güney Amerika’nın 965 km batısında Ekvator çizgisinin her iki yanına dağılan Ekvator’un Galapagos Adaları, Charles Darwin’in doğal seleksiyonla evrim teorisini geliştirmesine sebep olan canlıları gözlemlediği yer olarak tanınır. Dev kara kaplumbağaları, deniz aslanları, deniz iguanaları, susamuru, albatroslar, sümsük kuşları, uçamayan karabataklar, fırkateyn ve fregat kuşları… bölgede yaşayan canlıların bazılarıdır. Yıl 1835 uzaklardan denizde bir gemi görünüyor. Adaya yaklaştı, genç bir sarışın adam adaya indi, yanında siyah elbiselere bürünmüş yamyam kılığında garip bir mahluk. Dedim siz kimsiniz ey yabancılar, ne alırsınız ne satarsınız, ne için geldiniz ta uzaklardan buraya? Dedi adım Çarlis bu da arkadaşım İblis, teşhis için geldik beraber, bu da bana olacak rehber. İçimden dedim Şeytansa bir insanın kılavuzu, hile yapıp helal diye yedirir domuzu. Dedi kitap yazacağım tüm dünya okusun bu eseri, hülasa tanrı diye bir şey yok her şey tabiatın tesiri. İkna edeceğim ülkemde bir çok rahibi, bu mahlukatın yoktur diye bir sahibi. Dedim kitabını tashih için mi getirdin bu yamyamı, dedi bu benim ilham kaynağım değiştirdi dünyamı. Dedi hacetim var bana bir yer göster olmasın günah, dedim istediğin yere çövdür sana her yer mübah. Şeytana dedim bre melun niye inkar ettirirsiniz Sanatkarı, dedi bilim kılıfı altında tüm dünyaya yayacağız inkarı. Dedim sizinle müsabaka yapalım kim kazanırsa şayet, davasından vaz geçip hak neyse ona etsin tebaiyyet. İblis tamam dedi Çarlis’i alıp yarın geleceğim meydana, yanımda getirdiğim taştan heykelleri dizdim Darwin’le Şeytana. Kaplumbağa, deniz aslanı, albatros, sümsük, fırkateyn kuşları… Dedim bunları kim şekillendirdi haydi yapalım vuruşları. 76


Şeytan başladı elindeki sopayla heykelleri dövmeye, davayı iptal ettirecek bunlar diye ağzıyla sövmeye. Dedim korkma bunların eli kalkmaz size vermez zarar, ama içinizdeki inkarı yıkar fikrinizi bozar. Dedim rüzgarların kayaları aşındırmasıyla tesadüfen, bunların oluşabilme ihtimali sizce var mı söyleyin lütfen? Bu heykellerin kendiliğinden oluşması mümkün mü yapın deneyi, İblis Çarlis’e fısıldayıp dedi teorin buysa yedik naneyi. Şeytan dedi Şeytanız ama yok milyarda bir ihtimal, doğal seleksiyon dedi ikisi arasında çıktı ihtilal. Adada gezinen mahlukatı gösterip kim dedim Sanatkarı, Şeytan dedi ben O’nu iyi bilirim sen ikna et bu cüretkarı. Dedim nasıl kayaların tesadüfen aşınmasıyla olmazsa bu sanat, atomların da savrulmasıyla kendiliğinden oluşamaz bu hayvanat. Kör, sağır, düşüncesiz, camid tabiat değildir bu mahlukatın sahibi, sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibidir bu kainatın Rabbi. Varsa bir heykel olmalı akıl sahibi bir heykeltıraşı, İblis dedi Çarlis’e ben gidiyorum kes artık şu tıraşı. Şeytan kaçarken dedi bre nerden rastladık bu Macıra, Ey Allah’ım madem o vardı beni niye bindirdin gırgıra. Çarlis kaldı tek başına müsabakaya etti devam, ölsem de vazgeçmem dedi bu benim yegane davam. Dedim karabatak gibi kafanı sokmuşsun gaflet çamuruna, gel kaplumbağa gibi girme kabuğuna bak şu susamuruna. Aslan gibi iman et bırak egoyu tabiat anayı, aklın tesadüf rüzgarlarıyla alabora olmuş bul rotayı. Bak sümsük gibi kaçtı sen de feragat et git bin fırkateyne, dedi Şeytan bile bu fikirden kaçsa ben halka yuttururum yine.

77


1- GÖKLERDEKİ İHTİŞAM VE ALLAH'IN AZAMETİ Gökleri ve yeri yaratan Allah onlar gibisini yaratmaya kâdir değil midir? Elbette kadirdir, güç yetirendir. O yaratandır, bilendir. (Yasin Suresi, 81) Şimdi hep birlikte nazarlarımızı göklere çevirip devasa uzayın büyüklüğünü ve içindeki dengeleri kavramaya çalışalım. Dünyamız bilindiği gibi Güneş Sistemi’nin bir parçasıdır. Uzayda sadece Samanyolu galaksisinde 250 milyar tane Güneş gibi yıldız bulunmakta ve bu yıldızların her biri Güneş gibi yanıyor, dönüyor ve kendi gezegenleriyle birlikte yörüngelerinde akıp gidiyorlar. Kimisi Güneşimizden bin katı büyüklüğünde, kimisi milyon, kimisi milyar katı büyüklüğünde tam 250 milyar yıldız! Şimdi isterseniz bu 250 milyar sayısının büyüklüğünü hep birlikte kavramaya çalışalım. Bir insan ömrü boyunca her saniye bir yıldızın ismini saymaya kalkışacak olsun. Bir, iki, üç, dört… her saniye bir yıldızın ismini saysın; saatlerce, günlerce, aylarca, yıllarca tam yüzyıl aralıksız saysın yine sadece Samanyolu galaksisindeki bu 250 milyar yıldızı saymaya ömrü yetmez. Çünkü altı bin yıl yaşaması lazım. İşte bu denli büyük bir rakamdır bu sayı!

78


Oysa uzayın geneli düşünüldüğünde Samanyolu galaksisi gibi uzayda sayılabilen yaklaşık 300 milyar tane daha galaksiler bulunmakta ve bunların her birinde de yüz milyarlarca yıldızlar! Uçsuz bucaksız evrendeki sayısız yıldızlar bir araya gelip kümelenerek galaksileri oluşturmuşlar. Sanki binaların bir araya gelip şehirleri oluşturdukları gibi ve galaksilerin aralarındaki mesafeler korkunç uzaklıktadır. Bu yıldızların bizlere ve birbirlerine olan uzaklıkları ışık hızıyla hesaplanabilmektedir. Işığın bir saniyedeki hızı 300 bin kilometre, yani bir saniyede Dünyamızın ekvator çevresinde 7,5 sefer dolaşabilecek bir hız! Siz bu hızla uzaya gidebilseniz Güneş’e 8 dakikada, en yakın Alpha Centauri yıldızına 40 bin saatte (yaklaşık 4,2 yıl) diğer yıldızların kimisine 100 yıl, kimisine 500 yıl, kimisine 100 bin yıl, bize en yakın Andromedia galaksisine 2 milyon 200 bin yıl, diğerlerine 100 milyon yıl, 1 milyar yıl, 10 milyar yılda ancak varabilirsiniz. Evet, unutmayın saniyede ekvator çevresinde 7,5 sefer dolaşabilecek bir hızla! İşte bu denli kalabalık ve bu denli uzak yıldızlar! İsterseniz aralarındaki mesafeleri göz önüne almadan bu yıldızların çokluğunu anlamak için bir misal verelim: Lapa lapa yağan kar tanelerinin hepsi bir Güneş olsun yıldız olsun, işte kafanı kaldır bak göklerdeki sayısız yıldızların çokluğunu ürpertiyle seyret! Evrende Dünya’daki kum tanesi sayısından daha fazla yıldız olduğu tahmin ediliyor. Dünya’daki tüm çölleri, sahraları, kumsalları düşün, hepsini savur gökyüzüne, en az 10 katı kadar yıldız var semada! Evrendeki milyarca yıldız ve galaksiler hepsi mükemmel bir uyum içinde kendileri için tespit edilmiş yörüngelerinde hareket ederler. Yıldızlar, gezegenler ve uydular hem kendi etraflarında hem de bağlı oldukları sistemlerle birlikte dönerler. Hatta bazen içinde 200-300 milyar yıldız ve trilyonlarca gezegen ve uyduları bulunan galaksiler birbirinin içinden geçip giderler. Bu geçişte evrendeki büyük düzeni bozacak herhangi bir çarpışma olmaz. 79


2- DEVASA BÜYÜK YILDIZLAR VE GALAKSİLER Şimdi çıtayı biraz daha yükseltelim. Gerçeklere uygun bir model yapmak için Samanyolu galaksisini Atlas Okyanusu haline getirdik yani küçülttük. Güneşimizi de kum tanesi yaptık. Suyun içinde yüzen sayısız (250 milyar tane) kum tanesi, nohut, kayısı, portakal, karpuz ve dubalar var. Yani kum tanesi gibi Güneşimize nispet binler yüzbinler milyonlarca kez daha büyük devasa yıldızlar var. Hepsi de Güneş gibi yanıyor dönüyor ve kendi gezegenleriyle beraber uzay denizinde olağanüstü hızlarla akıp gidiyorlar. Aralarında da çok uzaklıklar var. Dünyamız kum tanesi bile değil, plankton yani zerreden de küçük bir şey! Evet uzayda bizim dev Güneşimizden çok çok daha büyük yıldızlar var. Örneğin Arturus, Güneş’ten hacim olarak 16 bin kat daha büyük. Alpha Scorpri A, Güneş’ten hacim olarak 690 milyon daha 80


büyük. VY Canis Majoris, Güneş’ten hacim olarak 2 milyar 900 milyon kat daha büyük. Bu ölçekte Güneş neredeyse fark edilemeyecek. İnanılmaz görünüyor ama bunları bir galaksiyle karşılaştırınca daha da hayret ederiz. İçinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisi yaklaşık 100 bin ışık yılı mesafededir. Bizim galaksimiz bile diğer galaksilerle karşılaştırılınca çok küçük kalıyor. Örneğin IC 1011 galaksisi 6 milyon ışık yılı genişliğinde ve bu onun yanında bizim galaksimiz adeta bir geminin yanında can simidi gibi küçük kalıyor. Şimdi hayalimizi biraz daha zorlayalım. Boğulursak büyük denizde boğulalım. Hubble teleskobuyla uzayı seyredelim. İçinde yaklaşık 300 milyar galaksiyi barındıran tüm evreni okyanus haline getirdik yani küçülttük. Hubble helikopterimize binip düşük irtifada suyun üzerinde hareket ediyoruz. Bakın suda bir can simidi yüzüyor. İşte bu bizim Samanyolu galaksimiz. Az ötede başka bir can simidi yüzüyor. Bu da Andromedia galaksisi. Daha ötelerde de bir sürü daha var. Şurada da bir kayık yüzüyor. İleride bir yelkenli, ötede bir vapur ilerliyor. Biraz yükseliyoruz aman Allah’ım bu devasa savaş gemisi de ne böyle hem de yüzlercesi var. Bir yerde toplanıp kümelenmişler, sanki donanma gibi. Yanlarında da birçok fırkateyn, kalyon, kadırga ve can simitleri dizilmiş yüzüyorlar. Hepsinin tepelerinde tevhid sancağı dalgalanıyor. Yani Samanyolu galaksimizden çok çok daha büyük devasa büyük galaksiler bulunmaktadır. Birçok farklı boyuttaki yüzbinlerce savaş gemileri (galaksiler) bir araya gelip kümelenerek donanmaları (galaksi kümeleri) oluşturmuşlardır. Gemilerin her birinde de yıldız gibi parlayan binlerce askerler var.

81


3- DEVASA DONANMALAR NOKTA GİBİ Helikopterimizle biraz daha yükseklere çıktık. Kümelenmiş sayısız donanmalar gördük. Donanmalar içindeki o devasa gemiler oyuncak gemiler gibi küçüldüler. Daha yukarılara çıktık binlercesi görüş alanımıza girdiler ama nokta gibi küçüldüler. Samanyolu galaksimiz iyice kayboldu. Deryada damla bile değil. 7 bin fite çıktık. Donanmalar artık nokta gibi görünüyor. Peki Güneş nerde, Dünya nerde? Ağaç nerde balta kesti, balta nerde suya düştü, su nerde inek içti, inek nerde dağa kaçtı, dağ nerde yandı bitti kül oldu. “Helikopterimizle biraz daha yükseklere çıktık. Kümelenmiş sayısız donanmalar gördük.” demiştik. Yani her birinde yüzbinlerce savaş gemileri (galaksiler) bulunan donanmalar (galaksi kümeleri) da kümelenerek donanmışlar. Bizim kafalar da dondu pusulalar işlemiyor artık. Bu akıl almaz büyüklükteki devasa uzayı akla sığdırıp biraz olsun anlayabilmek için temsiller suretiyle anlatmaya devam edelim. Çünkü temsiller uzak hakikatleri dürbün gibi akla yaklaştırıp anlaşılmalarına olanak sağlıyorlar. Donanmalar (galaksi kümeleri) kümelenmiş dedik. Çin Deniz Kuvvetleri, Japon donanması, Kore donanması, Rus donanması, Hindistan donanması Pasifik Okyanusu’nda bir araya gelmişler UZAKDOĞU donanması ismini alıp Amerika’ya doğru ilerliyorlar. Gemilerdeki askerler sarı turuncu üniformalarıyla yıldız gibi parlıyorlar. Ha ha Pasifiğin öbür tarafındaki devasa donanmalar ve içlerindeki binlerce savaş gemileri de ne böyle? Amerikan, Kanada, İngiliz, Fransız, İspanyol donanmaları bir araya gelip NATO donanması adı altında ilerliyorlar. Yakında bir dünya savaşının çıkması kaçınılmaz görülüyor.

82


Başka diyarlarda uzaydan dönen astronotlar çok uzaklardan nokta küçüklüğündeki dünyamızı zor fark edebildiler. Yaklaştıkça uzayın karanlıkları içinde mavi beyaz dünyamız pinpon topu büyüklüğünde görünmeye başladı. Daha da yaklaştıkça futbol topu büyüklüğüne gelip denizler ve bulutların arasında kıtalar belli olmaya başladı. Çok daha yaklaştıkça dünyamız stadyum büyüklüğüne ulaştı. Çim sahada iki tane karınca gibi bir şeyler var. Daha da yaklaştık. Yoksa deryada iki tane kurbağa yavrusu mu yüzüyor? Yaklaştıkça büyüdüler. Ha ha bunların her biri çoğaldı sanki istavrit sürüsü oldular. Ha ha bu bölük bölük sıralanmış oyuncak gemileri koca deryada kim yüzdürüyor böyle? Aman Allah’ım aşağıda devasa donanmalar ve her birinde binlerce savaş gemileri var gözlerime inanamıyorum. Yaklaştıkça savaş gemilerinin her biri devasa gibi görünmeye başladılar. Askerler de parlak elbiseleriyle yıldız gibi parlamaya başladılar. Yaklaştıkça askerler izbandut gibi göründüler. Askerlerin tüfeklerindeki saçmalar da ne böyle? Yoksa dünyamızı yakmaya mı hazırlanıyorlar? Saçmalamasınlar bu bir tatbikat. Şimdi hakikatleri tatbik etmeye başlayalım. İşin aslını anladıkça koca dünya saçma gelecek size, bir kavgaya değmez. Öyle ise ey insan kalbinde zerre kadar insaf varsa, namlunun ucundaki barutu alevlendirecek bir kıvılcım olma. 7 milyar ışık yılı mesafeden baktığımızda ortada biz yokuz, yokmuş gibiyiz. Ama o kalabalığın içinde galaksimiz bile nokta halinde değilken, galaksinin içinde nokta bile olmayan Güneşimizin dibinde bir gezegende nokta halinde bile olmayan bizi, kalbimizin en ince sızılarını bilecek, duyacak kadar önemseyen, şah damarımızdan bile bize yakın olan bir Yaratıcımız var. Âlemlerin Rabbi olan Allahu Ekber! Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben onlara çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulsunlar. (Bakara Suresi, 186) 83


4- GÖKLERDEKİ KUSURSUZ DÜZEN Kütleleri küçüklük-büyüklük itibariyle pek çok farklı ve mevkileri uzaklık-yakınlık noktasında pek çok çeşitli ve hareket süratleri çok değişik olan göklerdeki bu kadar çok yüz milyarlarca kör, sağır ve düşüncesiz yıldızları mükemmel bir düzen ve hikmetle ve kusursuz bir ölçü ve bir saniye kadar şaşırmayarak birbirine çarpmadan, vurmadan, savurmadan, kargaşa ve ihtilal çıkartmadan döndürüp hareket ettirmek büyük bir ölçekte Allah’ın kudretinin sonsuz büyüklüğünü ve her şeyi idaresi altında bulunduran Allah’ın birliğini gösterir. Çünkü o cansız cisimleri, o şuursuz büyük kütleleri nihayet derecede düzen ve hikmet ölçüsü içinde, çeşitli şekillerde, farklı mesafelerde ve değişik hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti ispat ettiğini kıyas et. Yoksa, eğer başıboş olsaydılar, birbiri içinde o dehşetli sınırsız yıldızlar, o gayet büyük küreler ve gayet süratli hareketleriyle öyle bir gürültü çıkarmaları lazımdı ki, kainatın kulağını sağır edeceklerdi, hem öyle bir karma karışıklığın sarsıntısı içinde karışıklık olacaktı ki, kainatı dağıtacaktı. Yirmi manda birbiri içinde hareket etse ne kadar gürültülü bir karma karışıklığa sebebiyet verdiği malum. Hâlbuki dünyamızdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa süratli hareket edenler, yıldızlar 84


içerisinde var olduğunu astronomi söylüyor. (Dünya’nın Güneş etrafındaki hızı merminin yaklaşık 60 katıdır: Saatte 108 bin km. Güneş Sistemi’nin galaksi merkezi etrafındaki dönüş sürati: Saatte tam 720 bin km. 250 milyar yıldızı bünyesinde barındıran Samanyolu galaksisinin uzay içindeki hızı ise saatte 950 bin km. dir.) İşte sakinlik içindeki yıldızların sessizliğinden sonsuz güç, kudret ve azamet sahibi Cenab-ı Allah’ın güç ve emri altında bulundurma derecesini ve yıldızların O’na boyun eğme ve itaat derecesini anla. Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı dağıtacak. Çünkü bir dakika tesadüf birisini durdursa, yörüngesinden çıkmasına sebebiyet verir, başkalarıyla çarpışmasına yol açar. Dünyamızdan bin defa büyük cisimlerle çarpışmanın ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin. Koca semavat o dehşetli azametiyle, hadsiz yıldızlarıyla ve o yıldızlar da çeşitli büyüklükleriyle ve gayet şiddetli hareketleriyle beraber, zerre miktar ve bir saniyecik kadar hudutlarından tecavüz etmemeleri, bir saniyecik kadar vazifelerinden geri kalmamaları sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Sani-i Zülcelallerinin ne kadar ince bir özel ölçüyle rablığını icra ettiğini dikkatli bakışa gösterirler. Ey astronomici efendi! Hangi tesadüf bu işlere karışabilir? Hangi sebeplerin eli buna ulaşabilir? Hangi kuvvet buna yanaşabilir? Haydi, sen söyle hiç böyle bir Sultan-ı Zülcelal aczini gösterip mülküne başkasını karıştırır mı? Özellikle kâinatın meyvesi, neticesi, gayesi, esası olan canlıları başka ellere verir mi? Başkasını müdahale ettirir mi? Özellikle o meyvelerin en kapsamlısı ve o neticelerin en mükemmeli ve zeminin halifesi ve o sultanın aynadar bir misafiri olan insanları başıboş bırakır mı? Ve onları tabiata ve tesadüfe havale edip saltanatının haşmetini hiçe indirir mi? Mükemmel hikmetini aşağı düşürür mü? Allah yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir bunların arasında durmadan iner, sizin gerçekten Allah’ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12) 85


5- GÖKLERDEKİ HAKİMİYET Amirlik ve hükmediciliğin gereği rakip kabul etmeyip ortaklığı reddetmektir, müdahaleyi ortadan kaldırmaktır. Onun içindir ki, küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını düzenini bozarlar. Bir kasabada iki kaymakam bir vilayette iki vali bulunsa karma karışıklık çıkarırlar. Bir memlekette iki padişah bulunsa, fırtınalı karma karışıklığa sebebiyet verirler. Madem hükmedicilik ve amiriyetin gölgesinin zayıf bir gölgesi ve cüzi bir numunesi, yardıma muhtaç, aciz insanlarda böyle rakip ve zıddı ve benzerlerinin müdahalesini kabul etmezse, acaba sonsuz saltanat suretindeki hâkimiyet ve tüm varlıkları terbiye ve idare etme derecesindeki amiriyet, bir Kadir-i Mutlak olan Allah’ta ne derece o müdahale etmeme kanunu ne kadar esaslı bir surette hükmünü icra ettiğini kıyas et. Demek ilahlık ve rablığın en kesin ve daimi lazımı, tek ve yalnız olmadır. Buna apaçık bir delil ve kesin şahit, kainattaki en mükemmel düzen ve en güzel uyumluluktur. Sinek kanadından tut tâ semâvât kandillerine kadar öyle bir düzen var ki, akıl onun karşısında hayretinden ve güzel karşılamasından “Sübhanallah, Maşaallah, Bârekâllah” der secde eder. Eğer zerre miktar ortağa yer bulunsaydı müdahalesi olsaydı “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı ikisi de (yer de gök de) harap olup giderdi.” (Enbiya Suresi, 22) ayet-i kerimesinin işaretiyle düzen bozulacaktı, suret değişecekti, fesatın eserleri görünecekti. Halbuki, “O, biri diğeriyle tam bir uyum (mutabakat) içinde yedi 86


gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah) ın yaratmasında hiçbir çelişki ve uygunsuzluk (tefavüt) göremezsin. İşte gözü (nü) çevirip gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir.” (Mülk Suresi, 3-4) işaretiyle ve şu ifade ile insan bakışı, kusuru aramak için ne kadar çabalasa hiçbir yerde kusuru bulamayarak yorgun olarak menzili olan göze gelip, onu gönderen tenkitçi akla diyecek: “Boşuna yoruldum, kusur yok” demesiyle gösteriyor ki, düzen ve ölçü gayet mükemmeldir. Demek kainattaki düzen Allah’ın birliğinin kesin şahididir. Ya İlahî ve ya Rabbî! Ben imanın gözüyle ve Kur’an’ın talimiyle ve nuruyla ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle ve İsm-i Hakîm’in göstermesiyle görüyorum ki: Semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki; böyle düzeniyle Senin varlığına işaret etmesin. Ve hiçbir gök cismi yoktur ki; sessizliğiyle gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, Senin terbiye ve idare ve sevk edişine ve birliğine şahitlik ve işareti olmasın. Ve hiçbir yıldız yoktur ki; ölçülü yaratılışıyla düzgün vaziyetiyle ve nuranî tebessümüyle ve bütün yıldızlara benzeyiş ve benzerlik mührüyle Senin ilahlığının haşmetine ve birliğine işaret ve şahitlikte bulunmasın. Ve hiçbir gezegen, yıldız yoktur ki; hikmetli hareketiyle ve itaatli boyun eğmeleriyle ve düzenli vazifesiyle ve önemli uydularıyla Senin varlığının zaruri oluşuna şahitlik ve ilahlığının saltanatına işaret etmesin!.. Ey varlığı zaruri olan Vâcib-ül Vücud! Ey Vâhid-i Ehad! Bu hârika yıldızlar, bu acib güneşler, aylar; Senin mülkünde, Senin semavatında, Senin emrin ile ve kuvvetin ve kudretin ile ve Senin idare ve tedbirin ile itaatkâr ve düzenlenmiş ve vazifelendirilmişlerdir. Bütün o ulvi cisimler kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden birtek Hâlık’a tesbih ederler, tekbir ederler, kendilerine özgü dil ile “Sübhanallah, Allahü Ekber” derler. O Alllah ki geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürür. Güneş, Ay ve bütün yıldızlar hep O'nun buyruğu ile hareket ederler. (Araf Suresi, 54) 87


6- SALTANAT DELİLİ “Hiç mümkün müdür ki, bu âlemin sultanı olan Zat-ı Zülcelâl, nihayetsiz kemalini göstermek için bu kâinatı gayet âli gayeler ve yüksek maksatlarla icad etsin ve sonra o gaye ve maksatlara karşı iman ve ibadetle karşılık verenlere bir mükâfatı bulunmasın? Ve o gayelere, red ve isyanla karşılık verenlere bir cezası olmasın? Bu mükâfat ve ceza burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde bir mükâfat ve ceza yeri vardır ve olmalıdır.” Zerrelerden yıldızlara ve atomlardan galaksilere kadar şu kâinatta muhteşem bir saltanat gözükmekte ve bu saltanat her yerde hükmetmektedir. Bir köyün muhtarsız, bir şehrin valisiz, bir memleketin sultansız ve bir sarayın meliksiz olması mümkün olmadığı gibi; bu kâinatta hükmeden saltanatın da sultansız olması mümkün değildir. Bu sultanı kabul etmemek, ancak göz önündeki şu saltanatı inkâr etmekle mümkündür; göz önündeki saltanatı inkâr etmek ise aklını kaybetmemiş hiçbir kimse için mümkün değildir. 88


Sultanlar, kendilerine hizmet edenlere mükâfat verirler. Bu, saltanatın izzetini muhafaza etmek içindir. Hâlbuki bu âlemin Sultan’ına hizmet edenler bu dünyada hakkıyla mükâfat görmemektedirler. O hâlde bu mükâfatın verileceği başka bir memleket olmalıdır, ta ki saltanatın izzeti muhafaza edilebilsin. Sultanlar, kendilerine isyan edenlere ceza verirler, ta ki saltanatlarının haşmet ve izzetlerini koruyabilsinler. Hâlbuki bu âlemin Sultan’ı olan Allah Teâlâ’ya isyan edenler bu dünyada hakkıyla ceza görmemektedirler. O hâlde bu cezanın verileceği başka bir memleket olmalıdır, ta ki saltanatın izzeti ve haşmeti muhafaza edilebilsin. Ahireti inkâr edebilmek için, ilk önce Cenab-ı Hakk’ın “Sultan” ismini inkâr edebilmek gerekir. Cenab-ı Hakk’ın “Sultan” ismini inkâr edebilmek için de şu kâinatta gözüken haşmetli saltanatı inkâr edebilmek lazımdır. Demek, kâinatta gözüken haşmetli saltanatı inkâr edemeyen, bu saltanatın sultanı olan zatı inkâr edemez. Ve bu Sultan’ı inkâr edemeyen de ahireti inkâr edemez, zira saltanatın izzeti ancak ahiretin gelmesiyle muhafaza edilebilir. 89


7- İZZET DELİLİ “Hiç mümkün müdür ki, şu âlemin izzet ve celal sahibi olan mutasarrıfı, izzetinin hukukunu çiğneyen ve celalinin haşmetine karşı hürmetsizlik eden edepsizleri edeplendirmesin, izzet ve celaline yakışır bir tarzda onları cezalandırmasın? O ceza ve terbiye, bu dünyada yok hükmündedir; demek başka yerde bir ceza yeri vardır ve olmalıdır.” Evet, Allah Aziz’dir. Zira şu kâinata bakıyoruz ve görüyoruz ki: -İmtihan sırrından dolayı- İnsan ve bazı canavarlardan başka, Güneş, Ay ve yeryüzünden tutun, ta en küçük mahlukata kadar her şey kemal-i dikkatle vazifesinde çalışıyor. Hiç bir mahluk zerre miktar haddinden tecavüz etmiyor. Koca güneşler ve yıldızlar intizamı bozamıyor. Hiç biri vazifelerinden geri kalamıyor ve O’na itaatsizlik yapamıyor. Her şey bir itaat tahtında hareket ediyor. İşte, her şeyin azim bir heybet tahtında umumi bir itaatte bulunması ispat eder ki, büyük bir celal ve izzet sahibinin emriyle hareket ediyorlar ve O’na itaat ediyorlar. Başta demiştik: Hiç mümkün müdür ki, şu âlemin izzet ve celal sahibi olan mutasarrıfı, izzetinin hukukunu çiğneyen ve celalinin haşmetine karşı hürmetsizlik eden edepsizleri edeplen90


dirmesin, izzet ve celaline yakışır bir tarzda onları cezalandırmasın? Hayır, asla olamaz! Zira nihayetsiz celal ve izzet, edepsizlerin tedibini ister. Hâlbuki şu dünyada o izzet ve celale yakışır bir ceza yoktur. Çünkü ekseriya zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp bu dünyadan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa bakılmıyor değil. Hem bazen dünyada dahi ceza verir. Geçmiş asırlardaki asi ve inatçı kavimlere gelen azaplar gibi... İşte bu cezalar gösterir ve ispat eder ki, insan başıboş değildir; bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur. Acaba hiç mümkün müdür ki, insanın umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi ve ehemmiyetli bir kabiliyeti olsun ve daha sonra: Cenab-ı Hakk’ın bu kadar muntazam eserleriyle kendini tanıttırmasına mukabil, insan iman ile O’nu tanımasın, Hem rahmetinin bu kadar süslü meyveleriyle kendini sevdirmesine mukabil, insan ibadetle kendini O’na sevdirmesin, Hem bu kadar türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini insana göstermesine mukabil, insan şükür ve hamd ile O’na hürmet etmesin ve bu cinayetler cezasız kalsın, insan başıboş bırakılsın, o izzet ve celal sahibi olan Zat-ı Zülcelal bir ceza yeri hazırlamasın? Hâşâ ve kella! 91


8- MANTIK DELİLİ Hiç mümkün müdür ki, bütün yüzyirmidört bin peygamberler, mucizelerine dayanarak sözünü destekledikleri ve bütün yüzyirmidört milyon evliyalar, keşif ve kerametlerine dayanıp davasını tasdik ettikleri ve bütün ilim ve takva sahibi büyük zatların geniş araştırmalarına dayanarak şahitlik ettikleri Resul-i Ekrem Sâllâllahu Aleyhi ve Sellemin gerçekleşmiş bin mucizelerinin kuvvetine dayanıp bütün kuvvetiyle, hem kırk yönü ile mucize olan Kurân-ı Hakim binler kesin ayetlerine dayanarak bütün kesinliğiyle açtıkları ahiret yolunu ve Cennet kapısını, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan zayıf kuruntular, önemsiz zanlar, ne haddi var ki kapatabilsin? Bir fennin veya bir sanatın tartışma sebebi olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar ne kadar büyük âlim ve sanatkâr da olsalar, sözleri onda geçmez hükümleri delil olmaz; o fennin alimlerinin görüşbirliğine dahil sayılmazlar. 92


Meselâ; büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez Ve özellikle, maddiyatta çok meşgul olan ve gittikçe maneviyattan uzaklaşan ve nura karşı körleşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir ya da binler filozofun inkarcı sözü maneviyatta dikkate alınmaz ve kıymetsizdir. Acaba yerde iken arş-ı âzamı seyreden, harika bir kudsi deha sahibi olan ve doksan sene maneviyatta ilerleyip çalışan ve iman hakikatlerini ilmi, akli ve hatta hakiki suretinde keşfeden Şeyh Geylani (k.s) gibi yüzbinler islam alimlerinin ittifak ettikleri Allah’a ve ahirete iman ve kudsi ve manevi meselelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en küçük teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan filozofların sözleri kaç para eder ve inkarları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?

93


9- VAAD ETME DELİLİ “Hiç mümkün müdür ki, nihayetsiz bir ilmin ve hadsiz bir kudretin sahibi olan şu âlemin Rabbi; emirlerine itaat eden kullarına cenneti vadetsin, isyan edenleri ise cehennemi ile korkutsun ve bu vaad ve korkutmayı da bütün peygamberleri ve bütün kitaplarıyla yapsın da, daha sonra o vadettiği şeyleri yerine getirmeyip -hâşâ- cehaletini ve âcizliğini göstersin? Bu hiç mümkün müdür?” Hâlbuki vadettiği şeyler, O’nun kudretine hiç ağır gelmez. Aksine, O’na pek hafif ve pek kolaydır. Geçmiş baharın sayısız varlıklarını gelecek baharda yeniden yaratması kadar kolaydır. Hem vadettiği şeyler öyle şeylerdir ki, bütün peygamberler aynı şeyleri haber vermiş ve bütün evliyalar aynı hadiselerin vukuuna şehadet etmişlerdir. Hem Allah’ın vaadini yerine getirmemesi ve sözünden dönmesi, O’nun izzetine zıttır ve zatına yakışmaz!

94


Acaba hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak tekrar ve tekrar vadettiği ve kendisiyle korkuttuğu şeyleri yerine getirmeyerek -hâşâ- hem kendi cehaletini ve âcizliğini göstersin hem de peygamberlerini ve evliyasını yalancı çıkartsın? Hayır, asla olamaz! Aynen bu misal gibi, Cenab-ı Hak da müminlere cenneti ve kâfirlere cehennemi vadetmiştir. Bu vaadi gerçekleştirmemek Allah Teâlâ hakkında düşünülemez. Zira ifade ettiğimiz gibi sözünü yerine getirmemek ya cehaletten ya âcizlikten ya da yalan söylemektendir. Hâlbuki bütün bunlar Cenab-ı Hakk’ın izzetine zıt, ilminin her şeyi kapsadığı hakikatına ters ve zatının doğruluğuna muhaliftir. Şimdi ey inkârcı insan! Bilir misin ki küfür ve inkârınla ne kadar ahmakça bir cinayet işliyorsun! Kendi yalancı vehmini, hezeyancı aklını ve aldatıcı nefsini tasdik edip hiçbir cihetle yalan ve sözünden dönmek zatına yakışmayan bir zatı yalancılıkla suçluyorsun. Hâlbuki bu âlemdeki her şey O’nun doğruluğuna şehadet ediyor ve O’nun nihayetsiz ilim ve kudretini ispat ediyor.

95


PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V) NÜBÜVVET DELİLLERİ Ümmiliği ile Yani Okuma - Yazma Bilmemesi ile Beraber Dininin ve Tebliğinin Mükemmel Olması, O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. Şimdi şöyle bir düşünelim: Okuma yazması olmayan birisi, bütün dünyayı ilgilendiren bir plan ve program geliştirmeye niyetlensin. Sonra bu zat, projesini onlarca yıl boyunca kimseye sezdirmeden geliştirsin ve sonra da bunu insanlara ömrünün sonuna doğru duyursun. Duyurduktan sonra da bütün plan ve projelerinde; en ufak bir çelişki ve hata olmadan, geri adım atmadan vefatına kadar bütün zorluklara rağmen davasından vazgeçmeden devam ettirsin ve sonunda davası onun planladığı gibi bütün dünyaya yayılsın. Bu mümkün müdür? Hem de bu anlattığı dava, öyle bir dava olsun ki, bütün duyurduğu insanların kavim, kabile, alışkanlık, örf, âdet, din yani alışa geldiği ve bağlana geldiği ne varsa hepsini kökten değiştirsin. Ümmi birisinin böyle bir inkılâbı yapması ve muvaffak olması imkânsızdır. İşte Hazreti Muhammed (asm), daha evvelden peygamberlik gibi bir plan ve projesi olmadan birden İslam davasıyla meydana çıkmış ve bütün insanlığa davasını tebliğ etmiştir. Bunu yaparken de zerre kadar bir tereddüt, korku, çelişki eseri göstermemiş ve on sene gibi kısa bir sürede üç milyon kilometre kare gibi devasa bir bölgede yüz binlerce insanın kalplerine ve gönüllerine hükmetmiştir. Mazide canlı canlı evlatlarını toprağa gömecek kadar cani olan bir toplumdan kısa sürede öyle medeni bir toplum meydana getirmiştir ki, vefatından on beş sene gibi kısa bir zaman sonra dini üç kıtaya ve milyonlarca insana ulaşmıştır. Şimdi soruyoruz; eğer peygamberlik iddiası -hâşâ- kendi uydurduğu bir dava olsaydı ve yıllarca hazırlık yaptıktan sonra kırk yaşında tebliğe başlasaydı, bunu kendi akrabaları ve hatta eşi bilmez miydi? Hem eğer bu büyük ve iddialı davasında doğru olmasaydı, O’na (asm) ilk iman edenler, bütün canlarını ve mallarını, bu uğurda feda ederler miydi? İlk dönem Müslümanların çektikleri sıkıntılar ortadadır. 96


Şimdi düşünelim; eğer Peygamberimiz (asm) -hâşâ- peygamber olmasaydı ve -hâşâ- İslamı kendisi uydurmuş olsaydı, bunu hangi nedenlerden dolayı uydurabilirdi? • Rahat yaşamak için mi? Oysa bütün hayatının çileyle geçtiği, mal-mülk namına elinde ne varsa insanlara dağıttığı ve hatta ölürken borç karşılığında rehinde eşyası olduğu bir gerçektir. Demek ki, rahat yaşamak için böyle bir iddiada bulunmuş olamaz. • Liderlik için mi? Hâlbuki bütün hayatı şahittir ki, kendisi insanlardan bir insan olmuş, asıl efendiliğin ve liderliğin hizmetkârlıkla olduğunu hayatıyla ispat etmiştir. Savaşta en önde savaşmış, kendi yırtığını dikmiş, bir hizmet vaktinde arkadaşlarıyla beraber çalışmıştır. Demek liderlik iddiasında bulunmuş olması da geçerli bir iddia olamaz. Hem böyle bir iddiası olsaydı, Mekke müşriklerinin teklif ettikleri liderlik ve mal mülk tekliflerini reddedip sefaleti tercih eder miydi? • İnsanları, içinde bulunduğu kötü durumlardan kurtarmak için böyle bir iddiayla ortaya çıkmış olabilir mi? Hâşâ; bu iddia da geçersizdir. Çünkü insanları din namına kurtarmak isteyen dindar birisi -hâşâ- Allah nanıma yalan söyleyemez. Yalan söylese hakiki dindar olamaz ve yalanı er-geç ortaya çıkar. Hem getirmiş olduğu din emsalsizdir. Bütün dinlerin esasını özünde içermekle beraber, hepsinden farklıdır, orjinaldir. Ümmi bir Zatın kabiliyetinin üstünde mükemmellikte bir dindir. Demek ki bu iddia da geçersizdir. Demek bu iddiaların tamamı, şeytanın bir telkini ve nefsimizin vesvesesinden ibarettir. Hazret-i Muhammed (asm) Allah’ın son ve en üstün peygamberidir. Bütün insanlığa önderdir. Daha önceden en ufak bir iddiası yokken, kırk yaşında kendisine nübuvvet verilmiş ve hayatının sonuna kadar her türlü çileye göğüs gererek vazifesini ifa etmiştir.

97


İnsanları, içinde bulundukları kötü durumlardan kurtarmak için, bir insan Kur’an’ı yazıp daha sonra da insanlar üzerindeki tesirini arttırmak için “Bu Allah’ın kelamıdır” demiş olamaz mı? Şeytan döndü, yine dedi ki: Kur’an’ın meseleleri gibi çok kişiler o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir insanın, din namına böyle bir şey yapması mümkün değil mi? Cevaben Kur’an’ın nuruyla dedim ki: Evvelâ, dindar bir adam din muhabbeti için “Hak böyledir. Hakikat budur. Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz. “Allah’a iftira atandan daha zalim kimdir?” tehdidinden titrer. Ayrıca, bir insan kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir. Belki de imkânsızdır. Çünkü birbirine yakın kimseler birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar, birbirinin şekline girebilirler. Mertebece birbirine yakın zatlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler. Geçici olarak insanları aldatırlar, fakat daimî aldatamazlar. Çünkü dikkat ehli nazarında, eninde sonunda tavırları ve halleri içindeki yapmacık hareketleri ve zoraki davranışları sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.

98


Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan; ötekinden gayet uzaksa, meselâ basit bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa elbette hiç kimseyi aldatamayacak. Belki kendisi maskara olacak. Her bir hali bağıracak ki: Bu sahtekârdır. İşte, hâşâ yüz bin defa hâşâ! Kur’an, insan sözü olarak farz edildiği vakit şu imkansızlıkları kabul etmek gerekecektir: Bir yıldız böceği, bin sene hakikî bir yıldız olarak kendini gösterebilir mi? Bir sinek, bir sene tavus kuşu şeklini kendini seyredenlere gösterebilir mi? Sıradan bir asker; namlı, ünlü bir generalin tavrını takınıp, makamında oturup, hilesini hissettirmeden uzun zaman öyle kalabilir mi? Hem iftiracı, itikatsız bir adam; her halini inceden inceye araştıran insanların önünde, ömründe daima en doğru sözlü, en emin, en güvenilir bir kimsenin vaziyetini telaşsız gösterip, dâhilerin nazarında yapmacık hareketlerini saklayabilir mi? Bu saydıklarımızın hepsi hadsiz derecede imkânsızdır ve hiçbir akıl sahibi bunlara mümkün diyemez. Aynen öyle de, Kur›an’ı insan sözü farz edildiği zaman lâzım gelir ki: İslâm âleminin semasında pek parlak ve daima hakikat nurlarını yayan bir hakikat yıldızı, belki bir kemâlât güneşi kabul edilen Kur’an-ı Kerim’in mahiyeti; Hâşâ bir yıldız böceği hükmündeki, bir insanın uydurmalarla dolu bir düzmesi olsun ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın ve onu daima yüksek ve hakikatlerin madeni bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece imkânsız olmakla beraber, sen ey şeytan! Yüz derece şeytanlıkta ileri gitsen buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın! Yalnız mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun! Yıldızı, yıldız böceği gibi böyle küçük gösteriyorsun. 99


İslamiyet’in Kanunlarının Mükemmel Olması, O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. Acaba ümmi olan, yani okuma yazma bilmeyen bir kişinin tek başına kanunlar yapması ve bu kanunların hiç değişikliğe uğramadan tam on dört asrı ve her asırda insanların en az dörtte birini adaletle ve hakkaniyet üzere idare etmesi mümkün müdür? Elbette hayır. Şimdi Hazret-i Muhammed’e (asm) bakıyoruz; ümmi bir Zatta ortaya çıkan kanunlar, on dört asrı ve her asırda insanların dörtte birini adaletle ve hakkaniyet üzere idare etmiş ve ediyor. Bunun yeryüzünde bir tek emsali yoktur. Hatta yıllarca hukuk eğitimi alan onlarca hukukçunun bir araya gelmesiyle yapılan kanunlar üç beş sene bile yaşayamıyor ve eskiyor. Adaletle idare edememesi ise cabası. Şimdi O Zattan (asm) meydana gelen kanunları, Hz. Muhammed’in (asm) vahye mazhar olup, Allah’ın elçisi olmasıyla izah etmezsek, ne ile izah edeceğiz? Ümmi olup okuma yazma bilmeyen bir zatın, kendi kendine bir din çıkarması ve bu dinin on dört asır boyunca, her asırda milyonlarca insanın rehberi, akıllarının muallimi, kalplerinin temizleyicisi, nefislerinin terbiyecisi ve ruhlarının gelişimine maden olması ve her asırda milyonlarca taraftar bulması mümkün müdür? Ve emsali var mıdır? Elbette yoktur… Şimdi yine Hz. Muhammed’e (asm) bakıyoruz; O ümmi Zatın (asm) fiilleri, sözleri, hal ve hareketlerinden çıkan İslamiyet, her asırda milyonlarca insanın rehberi ve kaynağı, akıllarının muallimi ve mürşidi, kalplerinin nurlandırıcısı ve temizleyicisi, nefislerinin terbiyecisi ve ruhlarının gelişiminin ve yükselmesinin sebebi olması yönüyle misli olmamış ve olamaz. Öyleyse bu Zat’ın (asm) peygamberliğini kabul etmezsek, İslamiyet’i ve İslamiyet’in kalplerde, ruhlarda, akıllarda, nefislerde ve gönüllerde yapmış olduğu inkılâbı ne ile izah edeceğiz?

100


Cesareti, O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. Bir insanın, yalan bir davayı ortaya koyduğunu düşünelim. Bu yalan davasından dolayı birisi canına kast etse, elinde silah başına dikilse ve öldürmek istese; o yalancı adam davasını inkâr edip canını kurtarmak isteyecektir. Hatta belki yalvaracak, yakaracak ve yalancı izzetini de ayaklar altına serecektir. İşte Peygamberimiz’in (asm) davasının doğruluğuna yukarıdaki örnekten bakalım. Peygamberimizin (asm) tebliğ ettiği davası, eğer -haşa- yalan bir dava olsaydı; başına kılıç dayadıkları veya ordusu dağılıp yalnız kaldığı zamanlarda yine davasını haykırır mıydı? Elbette ki haykıramazdı. Peygamberimizin (asm) bu şekilde yaşadığı pek çok hadise ispat etmiştir ki, O’nun (asm) davası haktır; içerisinde hilenin zerresi bulunmamaktadır. Bu hadiselerden bir tanesini buraya alarak, detaylı bilgi almak isteyenleri siyer kitaplarına müracaat etmelerini öneriyoruz. Pek çok sahih hadis kaynağından bize nakledilen meşhur bir hadisedir. Peygamberimiz (asm) bir sefer esnasında kabilesinden uzak bir yerde dinlenmektedir. Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimseye gözükmeden, Peygamber Efendimizin (asm) yanına kadar ulaşmayı başarır. Elindeki kılıcı Peygamberimizin (asm) başının üstünde kaldırıp “Seni benim elimden kim kurtaracak?” diye bağırır. O anda uykudan uyanan Peygamberimiz (asm) hiçbir tereddüt, endişe ve korku hissetmeden, “Allah!..” diye cevap verir. Sonra da şöyle dua eder: “Allah’ım! Dilediğin bir şeyle beni ondan kurtar.” O anda Gavres, ansızın gaibden gelen ve sırtına çarpan bir darbe ile yere yuvarlanır. Bu defa elindeki çok güvendiği kılıncı Hazreti Muhammed’in (asm) eline geçmiştir. Şimdi sıra O’ndadır ve sorar: “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” Gavres pişmandır. “Beni kurtaracak kimse yok!..” der.Aman diler. Efendimiz (asm) daha birkaç saniye önce canına kasteden düşmanını affeder, gitmesine izin verir.1 İşte cesaret, işte büyüklük!.. 1 ) Buhârî, cihad 84; megâzî 31; Müslim, fezâil 13; Hâkim, el-Müstedrek, 3/29.

101


KURAN’IN EDEBİ MUCİZELİĞİ "De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler." (İsrâ Sûresi, 88) İnsanların en dâhi şairlerini ve edebiyatçılarını en harika hatiplerini, en büyük alimlerini muarazaya (karşılıklı sözlü mücadeleye) davet edip bin dört yüz senedir meydan okuyor. Onların damarlarına şiddetle dokunuyor. Muarazaya davet ettiği halde, kibir ve gururlarından başını semavata vuran o dâhiler, ona muaraza için ağız açamayıp, zilletle boyun eğdiler. Arap yarımadası halkı o asırda çoğunluk itibariyle ümmi idi. Yani tahsil görmemiş okuma yazması olmayan idi. Ümmîlikleri için, övünmelerini ve tarihi olaylarını ve güzel ahlaka yardım edecek atasözlerini, kitabet yerine şiir ve belagat (bir sözü düzgün olarak yerinde, etkili ve güzel bir şekilde ifade etme) kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Manidar bir kelâm, şiir ve belagat cazibesiyle geçmişten geleceğe hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu fıtri ihtiyaç neticesi olarak, o kavmin manevi ticaret çarşılarında en ziyade revaç bulan, rağbet gören fesahat (bir dilin doğru ve düzgün söylenişi, sözün lafız mana ve ahenk itibariyle kusursuz olması) ve belagat (fesahatin daha yüksek derecesi düşüncenin düzgün olarak süslü sözlerle anlatılması) metaı idi. Hatta bir kabilenin büyük bir şairi, en büyük bir milli kahramanı gibiydi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı. İşte, İslamiyetten sonra alemi zekalarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve övünç vesileleri ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belagatta yeryüzünden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belagat o kadar kıymettar idi ki, bir şairin bir sözü için iki kavim büyük harp ederdi ve bir sözüyle barışıyorlardı. Hatta onların içinde “Muallâkat-ı Seb’a” (Yedi Askı) namıyla yedi şairin yedi kasidesini altınla Kabe’nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.

102


İşte böyle bir zamanda, belagat en revaçlı olduğu bir anda Kur’an-ı Mucizü’l Beyan indi. Nasıl ki Musa aleyhisselam zamanında sihir ve İsa aleyhisselam zamanında tıp revaçta idi; mucizelerin mühimi o cinsten geldi. İşte o vakit. Arap belâgatçılarını en kısa bir suresine mukabeleye davet etti. “Kulumuza (Muhammed (s.a.v) indirdiğimiz Kuran’da bir şüpheniz varsa, onun benzerinden bir sure getiriniz.” (Bakara Suresi, 23) fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem, der ki: “İman getirmezseniz lanetlenmişsiniz, Cehenneme gireceksiniz.” Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını küçümsüyor. Onları önce ebedi idam ile ve sonra da cehennemde ebedi idam ile beraber dünyevi idam ile de mahkum ediyor. Der: “Ya karşılıklı sözlü mücadele ediniz, yahut can ve malınız helakettedir.” İşte eğer muaraza (karşılıklı sözlü mücadele) mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün mü idi ki, bir iki satırla muaraza edip davasını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en zorlu harp yolu tercih edilsin. Evet o zeki kavim, o siyasi millet ki, bir zaman alemi siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belaya atacak uzun bir yolu tercih etsin; hiç uygun mudur? Çünkü, şairleri birkaç harfle muaraza edebilseydi, Kuran davasından vazgeçerdi. Onlar da maddi ve manevi helâketten kurtulurlardı. Halbuki, harp gibi dehşetli uzun bir yolu tercih ettiler. Demek söz yahut yazı ile karşılıklı mücadele mümkün değildi, imkansızdı; onun için kılıçla karşılıklı mücadeleye mecbur oldular.

103


Peygamber Olarak Gönderildiği Toplum Üzerinde Yapmış Olduğu İnkılâplar O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. Küçük bir topluluk düşünelim! Bu topluluk son derece inatçı ve âdetlerine son derece bağlı bulunsun ve bu âdetler onların damarlarına kadar işleyip, benliklerine nüfuz etmiş olsun. Biz de böyle bir toplulukta büyük bir hâkim olduğumuzu farz edelim. Acaba, büyük bir hâkim olmakla birlikte, çok çalışıp gayret göstererek, bu küçük ve inatçı kavimdeki kaç âdeti değiştirip, yerlerine güzel ahlakı tesis edebilirdik? Bu soruya cevap vermeden önce şunları da düşünelim: Bir baba, evladındaki kötü bir ahlakı onlarca nasihatine rağmen bazen değiştiremiyor. Bir öğretmen o kadar çabasına rağmen bazen bir öğrencinin kötü ahlakını yok edemiyor. Bunca kanun koyucu, şiddetli cezalara rağmen hırsızlık gibi bir suçu önleyemiyor. Bir doktor bir tiryakiye sigara gibi küçük bir alışkanlığı bile bıraktıramıyor... Şimdi acaba biz büyük bir hâkim olarak, bu inatçı ve âdetlerine bağlı topluluktan kaç âdeti, ne kadar zamanda kaldırabilirdik? Malumdur ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir toplulukta, büyük bir hâkim, büyük bir gayretle, ancak geçici olarak kaldırabilir. Hâlbuki Hazret-i Muhammed (asm) küçük bir kuvvet ve küçük bir himmetle, birçok büyük âdetleri, hem de inatçı ve âdetlerine çok bağlı olan bir kavimden, az bir zamanda kaldırmış ve yerlerine öyle yüksek bir ahlakı yerleştirmiştir ki, bunun tarihte emsali yoktur. Dünya tarihinde hiçbir reformist, tüm toplumu onlarca ayrı alanda birden etkileyecek reformlar yapamamıştır. Yani örneğin siyaset, ekonomi, sanayi, eğitim, savaş ve benzeri alanlardan sadece bir veya birkaç tanesinde muvaffak olabilmişlerdir. Yine dünya tarihi şahittir ki, ideolojik bazı fikir akımlarının önderleri gibi en dahi insanlar bile muhataplarında sadece milliyetçilik, hürriyetçilik gibi birkaç hissi 104


tahrike muvaffak olmuşlardır. Her alanda muhatapları etkilemekte muvaffak olamamışlardır. Hâlbuki Hz. Muhammed, sanattan sağlığa, adaletten eşitliğe, cahiliye âdetlerinin kaldırılmasından onların yerine en yüksek ahlak kurallarının tesisine, pek çok fen ilimlerinden savaş ilimlerine kadar yüze yakın alanda reformlar yaptığı gibi; âdetlerine son derece bağlı olan o toplumu çok kısa bir zamanda öyle değiştirmiştir ki tarihte emsali yoktur. Peygamberimizin (asm) sadece bir sohbetinde birkaç dakika bulunmakla en medeni insanların seviyesine çıkan ve kendi kavim, kabile veya ülkelerine muallim olarak dönen bedeviler, bir deve güreşçisinden, devasa bir devleti adaletle idare eden Ömer’ler, hep Hz. Muhammed’in meydana getirdiği toplumun meyveleridir. İşte Hazret-i Muhammed’in (asm) Asr-ı saadetini görmeyenlerin veya göremeyenlerin gözüne Arap yarımadasını sokarak diyoruz ki, haydi yüzlerce filozofu, sosyologu alın ve oraya gidin, tam yüz sene çalışın, acaba O Zat’ın (asm) o zamana nispetle bir senede yaptığı icraatın yüzde birini yapabilecek misiniz?..

105


Eğiticilik Vasfı ve İnsanlara Öğrettiği Hakikatler, O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. Peygamberimizin (asm) çok sık nazara verilen bir sıfatı “ümmi” oluşudur. Ümmiliğinin üzerinde bu kadar çok durmamızın nedeni, O’nun (asm) ümmi olarak yaptığı icraatının her birinde ulaştığı başarıya, o konudaki ilim erbabının en uzmanlarının bile erişmesinin imkânsız olmasıdır. Bu yönü Efendimizin (asm) en büyük mucizelerindendir. Eğitim alanındaki icraatları da böyledir. Efendimizin (asm) özellikle medeni bir toplumu inşa ettiği Medine dönemine göz attığımızda, ashabını onlarca ayrı ilim dalında eğittiğini görmekteyiz. Bu ilim dallarının uzunca listesini İslam tarihi kitaplarına havale ederek, birkaç tanesini numune olması için buraya almak istiyoruz: “İman esasları, ibadetler ve ibadetlere ait konular, bazı âyetlerin tefsir ve izahları, toplum hayatına dair edepler ve güzel ahlak, sağlık ve tedavi, zuhur edecek fitne ve fesatlara dair haberler, dualar, Allah yolunda cihad, cihad hukuku, savaş taktikleri, alışverişe ve ticarete ait konular, anlaşma, sözleşme, borçlanma ve kefaletlere ait konular, şirketlere ait konular, ziraat ortaklığına ait konular, ortak mal ve arazinin idaresine ve taksimine ait konular, yitik şeylere ait konular, gasp ve yok etme suçlarıyla ilgili konular, şahitliklere ve beyyinelere ait konular, rehine konuları, kiraya ait konular, veraset ve mirasa ait konular, evlenme ve boşanma ile ilgili konular, hibeye ait konular, cinayetler ve diyetlere ait konular, suçlar ve mahiyetlerine göre uygulanacak cezalar, vergilere ait konular, davalarla ilgili hükümler, hâkimlik ve hâkimliğe ait hükümler...”1 ve daha sayamadığımız onlarca ilim dalına ait ortaya koyduğu hükümler... 1 ) M.Asıl Köksal, İslam Tarihi, Medine Dönemi, Bir Peygamber Şehri Olarak Medine, Peygamberimizin Meşgul Olduğu ve Ashabını Yetiştirdiği Başlıca Konular 106


İşte şimdi soruyoruz: Bir insanın tüm bu ilim dallarında mükemmel hükümler ortaya koyması ve insanları bu ilim dallarında eğitmesi mucize değil de nedir? Hem de ümmi bir Zatın (asm) yukarıda saydıklarımızdan her birisi için günümüzde fakültelerde, ilim adamları yıllarca ter dökmekte ancak yine de şaşmaz ve değişmez kurallar ve hükümler ortaya koyamamaktadırlar. Ancak Efendimizin (asm) İslam ile koymuş olduğu tüm hükümler on dört asırdır tazeliğini korumaktadır. İşte bu O’nun (asm) Allah’ın peygamberi olduğunun en açık delillerinden birisidir...

107


Düşmanlarının Çokluğuna Rağmen Vazifesini Başarıyla Yerine Getirmesi ve İslam Dininin Bütün Dünyada Yayılması, O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. Hiçbir kuvvete dayanmayan ve tek başına yola çıkan bir zatın, son derece kuvvetli düşmanları arasında, kendi davasını korkmadan, tereddütsüz, telaş göstermeden ve son derece cesaretle tebliğ etmesi ve tebliğ ettiği dinin, bütün dinlerden üstün hale gelmesi mümkün müdür? Elbette hayır!.. Şimdi yine Hz. Muhammed’e (asm) bakıyoruz: O Zat (asm), tebliğ ve insanları hakka davette o derece metanet, sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hatta kendi kavim ve kabilesi, hatta amcası O’na (asm) şiddetli düşmanlık gösterdikleri halde, zerre kadar bir tereddüt, bir telaş, bir korkaklık eseri göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başarılı da olması ve İslamiyeti dünyanın dört bir yanına yayması ispat eder ki, tebliğ ve Hakk’a davette dahi misli olmamış ve olamaz. Etrafında bir avuç Müslümanın bulunduğu, henüz kendi kabilesinin bile kendisini dinlemediği zamanlarda, kalkıp dünyanın büyük devletlerini İslam’a davet etmesi, davasının hak olduğunun en büyük delillerindendir. Eğer -hâşâ- yalan bir dava olsaydı, dünyanın büyük devletlerini kendi aleyhinde kışkırtacak böyle bir şeye girişir miydi? Çünkü İslamı henüz kendi kabilesi bile kabul etmemiştir ve bu nedenle O’na (asm) defalarca savaş açmışlardır. Hem de tebliğ ettiği devletler Bizans, İran gibi o dönemin süper güçleridir. Milyonlarca askerleri bulunan dev ordulara sahiptirler. Kendisi ise şehir devleti durumundaki Medine’de, bir avuç Müslümanla sıkışmış durumda yaşamaktadır. O Zatın (asm) yalnızlığı ve zayıflığı ile beraber, böyle büyük bir kuvvet ve cesaret göstermesini, Allah’a dayanması ve O’na tevekkül etmesiyle izah etmezsek ne ile izah edebiliriz? 108


Peygamber Efendimizin (asm) nübuvvetinin en parlak delillerinden biri de, O’nun sadece bulunduğu zamana ve mekâna değil, bütün zamanlara ve mekânlara hitap eden bir dinle gelmiş olmasıdır. Efendimizin (asm) harika tebliği, mekânları aşarak tüm dünyaya yayılmıştır. Hazret-i Muhammed (asm), evrensel çağrısında başarılı olmuştur. Bugün büyük dinler, yavaş yavaş İslam karşısında erimekte, İslam’ın hakkaniyetine onlar da şahitlik etmektedirler.1

1 ) Bu konuda Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Ahmet Akgündüz’ün tespit ettiği, Avrupa Kiliseler Birliği’nin, Hazreti Muhammedi (asm) peygamber kabul ettiğine dair tarihi belgelerini “Çandan Minareye Büyük İtiraf” isimli eserinde bulabilirsiniz. 109


Göstermiş Olduğu Binlerce Mucize, O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. • Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi, • “(Ey Muhammed) attığın zaman da sen atmadın”1 ayetinin işaretiyle, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde, onları bozguna uğratması, • “Ay yarıldı.”2 ayetinin açık işaretiyle, aynı avucunun parmağıyla ayı iki parçaya ayırması, • ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi, • ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek elin, ne kadar harika bir İlahi Kudret mucizesi olduğunu gösterir. Güya, dostları içinde o elin avucu küçük bir Sübhânî zikir meclisidir ki, küçücük taşlar dahi içine girse zikir ve tesbih ederler. Ve düşmana karşı küçücük bir Rabbânî cephaneliktir ki, içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir Rahmânî eczahanedir ki, hangi derde temas etse, derman olur. Ve celâl ile kalktığı vakit, ayı parçalayıp, kàb-ı kavseyn yani iki yay şeklini verir. Ve cemâl ile döndüğü vakit, Kevser suyu akıtan on musluklu bir rahmet çeşmesi hükmüne girer. Acaba böyle bir zâtın birtek eli böyle harika mucizelere mazhar ve kaynak olsa, o Zâtın (asm), Kâinat’ın Yaratıcısı yanında ne kadar makbul olduğu ve dâvâsında ne kadar doğru bulunduğu ve o el ile biat edenler ne kadar bahtiyar olacakları, açıkça anlaşılmaz mı? 1 ) Enfal Sûresi, 8;17. 2 ) Kamer Sûresi, 54:1. 110


“Rahmânü’r-Rahîmden, Arş-ı Âzamdan gelen Furkan-ı Hakîmin kendisine indiği Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin hasenatı adedince milyonlar salât ve milyonlar selâm olsun. Risaleti Tevrat, İncil ve Zebur’da müjdelenen; nübüvveti irhâsâtla, cinlerin hâtifleriyle, insanlık âleminin evliyalarıyla, beşerin kâhinleriyle müjdelenen; bir işaretiyle ay parçalanan Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin hasenâtı adedince milyonlar salât ve selâm olsun. Davetine ağaçların koşup geldiği, duâsıyla yağmurun hemen iniverdiği, sıcaktan korumak için bulutların ona gölge yaptığı, bir ölçek yemeğiyle yüzlerce insanın doyduğu, parmaklarının arasından üç defa kevser gibi suların çağladığı, O’nun hürmetine Allah’ın, kertenkeleyi, ceylânı, ağaç kütüğünü, zehirli keçinin kolunu, deveyi, dağı, taşı ve toprağı konuşturduğu, Miracın sahibi ve gözünün asla şaşmadığı o mu’cize-i kübrâda ruyetullaha mazhar olan Efendimiz ve Şefîimiz Muhammed’e, Kur’ân’ın ilk indiği zamanın sonuna kadar onu okuyan herbir okuyucunun okuduğu herbir kelimenin hava dalgalarının aynalarına Rahmân’ın izniyle yansıyan bütün kelimelerinin bütün harfleri adedince, milyonlar salât ve selâm olsun. Bütün bu salâvatlardan herbiri hürmetine bizi bağışla, ey İlâhımız, bize merhamet et. Âmin.”

111


Allah'ın lütfu ile yazmış olup ücretsiz dağıttığım kitaplarım: 1- Kayıp Dünyalarda Allah'ın Mührü 2- Kadim Medeniyetlerde İlahi Sırlar 3- Dünyanın Yedi Harikasında Tevhidin İzleri 4- Mimari Eserlerde Rabbin Kitabesi 5- Gizemli Dünyalara Yolculuk Nur Ekspresi 6- Doğal Harikalar Diyarında Allah'ı Bulmak 7- Dünyanın Mistik Dinlerine Nur Seyahati 8- Türkiye Unesco Dünya Mirasında Allah'ı Akılla Görebilmek 9- Unesco Dünya Mirasında Allah'ı Akılla Görebilmek 10- Rabbimizi Bize Gösteren Pencereler 11- Semâvât Âleminin Tefekkürü 12- İstanbul Turunda Allah'ı Bulmak 13- Deizmi Çürüten Misaller 14- Kuran ve Sünnet Rehberliğinde Altın Öğütler 15- Unesco Kültürel Mirasımız Köyname 16- Divan Bahçesinin Gülü Aşk-ı Nebi 17- Ahiretin Kesin İspatı 18- Allah'ı Delilleriyle Görebilmek Not: Listedeki kitapların ismini ve yanına Cemil Metin yazıp internetten ücretsiz okuyabilirsiniz. Resulullah'ın (s.a.v) ayağının toprağı Hor, hakir, günahkar, şuursuz, miskin Cemil Metin, 2018 Malkara / TEKİRDAĞ 112


113



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.