Önsöz
Bu kitapta ardında hiçbir iz bırakmadan kaybolan Atlantis, Mu ve Lemurya gibi efsanevi dünyalardan değil, sırlarla dolu bıraktığı olağanüstü güzellikte mimari eserler ve sanat harikalarıyla sırra kadem basan kayıp uygarlıklardan bahsedilmektedir. Anadolu’daki uygarlıklar "Kadim Medeniyetlerde İlahi Sırlar" adlı ayrı bir kitapta anlatıldığı için burada diğerlerinden, dünyanın dört bir yanında dünya sahnesine bir döneme damgasını vuran uygarlıklardan bahsedilecektir. Tac Mahal'in mimarını, kubbenin altında oturmuş çizim yaparken görmesek de, onun taşlarının tesadüfen değil bir akıl tarafından itinayla dizildiğini aklen gördüğümüz gibi, teleskobumuzla yıldızları seyrederken Allah'ı hâşâ göklerde bir yerde otururken görmesek de tüm kainatın ve içindeki mahlukatın sonsuz akıl sahibi bir Yaratıcı tarafından tasarlandığını aklen görürüz. Eserden müessire geçip dünyanın esrarengiz yerlerine yapılacak bu yolculukta, kadim uygarlıkların ardında kalan izlerin ve görkemli kalıntılarının altında kaybolan “İlahi Mühür”ün sırlarını keşfetmeye ve gün yüzüne çıkartmaya hazır olun.
1- TERRAKOTTA ORDUSU - ÇİN 1974’te üç yerel çiftçi bir kuyu kazarken, pişmiş topraktan gerçek boyutta binlerce askerlerin bulunduğu bir çukura rastladı. Kazılar hemen başladı. MÖ 221’de tahta çıkan ilk Çin İmparatorunun Anıtmezarı olduğu anlaşıldı. Yüz binden fazla işçi günlerce uğraşarak üstün dehasıyla yaptıkları, gerçek boyutta olan pişmiş toprak askerlerin hiçbiri birbirine benzemez; atları, arabaları, silahlarıyla gerçekliğinin şaheserleridir. Şimdi biri dese ki, “Bu toprak askerler ordusu, toprağın altındaki killi tabakanın, yeraltı sularının binlerce yıl aşındırmasıyla erozyona uğrayıp kendiliğinden şekillenerek en son bu mükemmel halini aldı!” Buna hiçbir akıl sahibi inanmaz.
2
Bu anıtmezarı yukarıdan platformdan seyredenler Çinli ustaların üstün dehasını takdir ederken, biraz ötedeki futbol stadyumunu dolduran binlerce kişiyi helikopterle tepeden görseler, bunlara kim böyle şekil ve suret verdi diye düşünebilen milyonda bir çıkar mı acaba? Topraktan insanların kendi kendine veya tabiatın tesiriyle oluşamayacağına inanıyoruz ama etten ve kemikten yaratılmış ve bunlardan binlerce kez daha mükemmel, hikmetli ve sanatlı insanları hangi akla hizmet edip tesadüflere havale edebiliyoruz?
3
HUANG LONG VADİSİ – ÇİN Eşsiz bir manzaraya, zengin doğal kaynaklara ve çok eski zamanlardan kalma bir ormana sahip 700 kilometrekarelik bir alan kaplayan bölge; ihtişamlı, benzersiz zümrüt gölleri, kat kat şelaleleri, renkli ormanları, karla kaplı zirveleri ve Tibet halk köyleri, mücevher gibi parıldayan dağlarla uyum içinde birleşerek, buraya “dağlardaki peri ülkesi” yakıştırmasını kazandırmıştır. Huang Long “Sarı Ejderha” anlamına gelir ve efsaneye göre yaklaşık 4000 yıl önce büyük bir sarı ejderha krala sel sularını denize yönlendirerek Minjiang Nehri’ni oluşturmasında yardım etmiştir. Suyunun kalsiyum karbonat yüklü ve altın sarısı rengi nedeniyle nehir, sarı bir ejderin kuyruğunu andırıyor. Sarı ejderha vadiye ismini vermiş ve onuruna bir tapınak inşa edilmiş. Şimdi Huang Long Vadisi’ndeki şelalelerin aktığı sarı zemine, kalsiyum karbonat tortularından dev panda, ayı, maymun, leopar, geyik, kartal heykellerini yapıp diksek, oraya gelen Yaratıcı’yı hiç düşünmemeyi kendilerine bir yaşam felsefesi edinmiş Çinlilere desek; Bu nehir tabanına sizce bu altın renkli hayvan suretleri nasıl oluşmuştur? Birileri yapmış olmalı diyecektirler. 4
Sarı ejderha, tapınağına bu heykellerin konulmasını arzu ettiği için bizzat kendi yapmış olamaz mı? Bu bir efsane, mümkün değildir diyeceklerdir. Dağlardan inen sel gibi kalsiyum karbonat yüklü sular sayesinde tesadüfen kendiliğinden oluşmuş olamaz mı? Bu çok saçma ve mantıksız. Peki, bunları ünlü heykeltıraş Chengli yaptı desem? Ha bak bu oldu diyeceklerdir. Daha sonra Çinliler koruma alanında gezinen bu heykellerin asılları olan yabani hayvanları gördüklerinde onlara desek; sizce bu vadide gezinen bu hayvanlar nasıl oluşmuştur? Kimdir onlara kusursuzca şekil ve suret veren sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Sanatkarı? Tabiat efsaneleri, tesadüf saçmalıkları, sarı ejderhanın kuyruğu gibi uzadı gitti, kimse bunlar üstün ilim sahibi bir Yaratıcı tarafından yaratılmış olmalı diyemedi. Çünkü akıl ve idrakleri şu karlı dağların zirvesine çökmüş bulut gibi gaflet örtüsüyle kaplı ve bulanık. Hakikatleri net görebilmeleri kolay değil. Zaten böyle şeyleri düşünmemeyi de yaşam felsefesi haline getirmişler. Akılları bulanık perili, şuurları yere serili, renkleri sarı derili, gözleri çekik sürmeli, idrakleri çekik zırdeli, işte size Çin'i yutan inkar seli!
5
2- ÇİN SEDDİ “Dünya’nın Ejderhası” olarak bilinen, efsanelere de konu olan bu dünyanın en uzun savunma duvarının yapımına MÖ 221 yılında başlanmış ve MS 17. yüzyıla kadar Çinliler tarafından devam edilmiştir. Kuzeyden rüzgar gibi gelip geçen kavimlerin saldırılarına karşı set çekmek amacıyla inşa edilen bu 8850 kilometre uzunluğundaki duvar bir çok efsaneye de konu olmuştur. Geneli esirlerden oluşan yaklaşık 1 milyon işçi inşaatın yapım aşamasında ölmüş ve Çin Seddi’nin altına gömülmüştür. Bundan dolayı yapı, dünyanın en uzun mezarlığı olarak da bilinir. Çin Seddi’nin Ay’dan görüldüğü tamamen bir efsanedir. Çin Seddi’ni Ay’dan görmekle, 4 kilometre mesafeden bir insanın saç telini görmek aynı şeydir. Esasen 40 kilometre yukarıdan bile çıplak gözle görülmeyen Çin Seddi’ni bazı astronotlar gördüklerini iddia etmişler ancak daha sonra bunların nehir, vs olduğu anlaşılmıştır. Efsaneye göre duvarın yapım güzergahı, çalışmaları izleyen bir ejderhanın bıraktığı izler takip edilerek oluşturulmuştur. Bazılarına göre duvarın kendisi de dağların üzerinde kıvrılmış yatan bir ejderha şeklindedir. Herkes gibi biz de bir efsane söylesek; “Çin Seddi’nin inşasında hiçbir insan çalışmamıştır. Dağların muhtelif yerlerine dağılan taşlar, kuzey rüzgarlarının esmesi sonucu ejderhanın bıraktığı izlerde toplanıp tesadüfen kendiliğinden oluşmuştur ya da yağmacı kavimlerden bu güçsüz insanları korumak amacıyla dağların ana tanrıçası tarafından yapılmıştır!” desek, herkes bu efsaneye gülüp geçer.
6
Bir efsane daha söylesek; “Ana rahminde insan vücudu şekillenirken, dağdaki taşlar gibi bedende muhtelif yerlere dağınık duran damar hücreleri, birden bire uygun yerlerde toplanıp birbirlerine tesadüfen tutunup ve kendi aralarında bağlantılar kurarak kendiliğinden ve doğa harikası olarak Çin Seddi’nden de uzun dünyanın en uzun damar yolunu oluşturdular!” diye dünyanın en uzun bir kuyruklu yalanını söylesem, bu Ay’dan bile görülemeyecek kadar akıldan uzak ve imkansız ve saçma efsanelere inanmayan neredeyse yok gibi! Bu batıl efsanelerle büyülenmiş akılları bağlı, idrakleri tutuk, gözleri kapalı uyuyan cinliler yarın mahşerde şeytan çarpmış gibi uyandıklarında Çin Seddi’nin gerçek yapılışını görecekler ama kervan çoktan yola çıkmış olacak. Cehennem Ejderhası’nın ağzına doğru bölük bölük yol alıp Çin Seddi gibi sıralanan bu alçaklar güruhuna uzaktan bakıldığında kıl kadar ehemmiyet verilmeyecektir. O küfredenler, bölük halinde cehenneme sürülür. Nihayet oraya geldikleri zaman kapıları açılır, bekçileri onlara: Size, içinizden Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi? derler. “Evet geldi” derler ama, azap sözü kafirlerin üzerine hak olmuştur. Onlara: İçinde ebedi kalacağınız cehennemin kapılarından girin; kibirlenenlerin yeri ne kötü! denilir. (Zümer Suresi, 71-72)
7
İÇİMİZDEKİ ÇİN SEDDİ Çin Seddi boyunca düzenli aralıklarla yerleştirilmiş olan gözetleme kulelerindeki askerler dumanla, bayrakla, flamayla haberleşme için işaretler verirlermiş. Bak senin damarlarındaki askerler de duman çıkarıp bayrak sallıyorlar. Düşman saldırısı olduğunda bu mikroplara karşı kale gibi vücudumuzu koruyan mızraklı özel kamuflaj elbiseler giyen makrofajlar var. Nice dağları, taşları, ormanları kat edip surların bir bölgesinden bir bölgesine bayrak sallayıp haber taşıyan flamalı hormonlar var. Surların belli bir bölgesi yıkılıp düşman mı girecek? Anında onarım için koşan, ellerinde trompet çalan Sultan’ın trombosit askerleri var. Tüm bunları bu içimizdeki askerlerin tesadüfen öğrenmeleri veya kendi çabalarıyla yapmaları mümkün değildir.
8
Akıl sahibi insanların bile böyle detaylı bir sistemi var etmesi, neler yapacaklarını hücrelere öğretmesi mümkün değildir. Akıl ve şuur sahibi olmayan doğanın da böyle bir sistemi var etmesi, neler yapacaklarını hücrelere öğretmesi mümkün değildir. Hücrelerin sergiledikleri bu akıl elbette ki kendilerine ait değildir. Allah onlara ilham eder ve böylece hücreler kusursuz bir planla hareket ederler. Ey gaflete dalıp uyuyan, bu mucizeleri görmeyen gafil pijamalı! Bu flamaları anlayıp uyanman için mutlaka İsrafil aleyhisselamın surunu mu işitmen gerekecek? Kendi vücudunda çalan trompetler sana yetmez mi be ölü uykucusu! Ya da yanında uyanman için top mu patlatalım? Ya da top güllesi hükmünde sana bir kitap mı verelim? Al oku onu, namluyu çevir kendine, vücudunu saran tüm inkar surları yıkılıp dağılsın içine iman askerleri hücum etsin! Gazan mübarek olsun!
9
3- POTALA SARAYI VE TAPINAĞI – TİBET Budizm’in Tibet’teki en kutsal merkezi olan Lhasa, dünyadaki en yüksek şehirlerden biridir. 7. yüzyıldan beri Dalay Lama’nın kışlık sarayı olan Potala Sarayı, Tibet Budizmini ve Tibet’in geleneksel yönetimindeki merkezî rolünü simgeler. Yine 7. yüzyılda kurulan Jokhang Tapınak Manastırı olağanüstü bir Budist kompleksidir. Çok uzaklardan bazı Budistler günlerce yürüyerek ve üç adımda bir yere kapanarak hacı olmak için bu tapınağa doğru gelirler. Şehirde bir çok tapınak vardır. Çevredeki dağlarda yazın açan güller sebebiyle ismi “gül” anlamına gelen Sera Manastırı’nın önünde kadınlar oturmuşlar, geleneksel Tibet kilimlerini satıyorlar. Rengarenk kilimlerde bir çok çiçek, motif motif işlenmiş. Tam önünden de yerlere üç adımda bir sürünerek geçen hac kafilesinin önünü kesip desek; “Ey hacılar! Gelin size manastırın bahçesinde yak çayı ısmarlayıp biraz yağlı sohbet yapalım. Şu kadınların sattığı kilimler bence Tibet Platosu’nda toplanan pamuk yığınlarının Himalayalar’dan esen rüzgarların savurması sonucu kendiliğinden oluşmuştur. O yüzden onlara 500 rupi değil 5 rupi yeter. Ey alaturka! Tibet’in yüksek havası seni biraz çarpmış galiba, istersen gel bizimle alçaklarda sürünüp manastıra sokalım seni, belki açılırsın. Kadınlar, günlerce uğraşıp ilmik ilmik dokumuşlar, bak kilimde Tibet çiçekleri kel kafan gibi ne güzel parlıyor, ey Rumi 500 rupiyi bayıl, hiç bunlar tesadüfen kendiliğinden oluşabilir mi?
10
Ey dokumacı neredesin? Ey dokumacı neredesin? Ey dokumacı neredesin? Ne bağırıyorsun be Tibet yakları gibi kimi arıyorsun? Nasıl bu rengarenk kilimlerdeki motif motif işlenen çiçeklerin bir nakkaşı varsa, bu kilim gibi bahçedeki güllerin, dağlarda açan çiçeklerin nakkaşını, dokuyucusunu arıyorum. Evet nasıl tesadüf rüzgarlarının esmesi sonucu pamuklar ipliklere, iplikler de renk renk ve desen desen işlenen bu kilimlere dönüşemezse, bu kilimlerdeki çiçeklerden binlerce kez mükemmel, estetik ve sanatlı bu canlı çiçekler de tesadüfen kendiliğinden veya tabiatın tesiriyle değil, tüm alemlerin Rabbi olan, sonsuz ilim sahibi Allah tarafından dokunmuştur. Nasıl bu kilimlerin bir nakkaşı, bu manastırın bir mimarı, önünde dikilen heykellerin bir sanatkarı varsa, bu kainatın ve içindeki mahlukatın da bir Nakkaşı ve Sanatkarı vardır. Kendi ilahlaştırdığınız, kendiniz gibi aciz, güçsüz ve sizleri işitmeyen putlara değil; sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi olan ve her zaman herkesi gören, işiten ve duasına cevap veren Allah’a iman edin. Ey alaturka! Kafamız oldu alafranga. Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, çekil yolumuzdan, bir yakını içelim dedik haccımızı yakma. Biz atalarımızdan böyle gördük böyle gideriz kusurumuza bakma. Ömrü boyunca bir Yaratıcı’yı düşünmeden bir hayat geçiren, dünyevi meşru nimetlerden mahrum kalarak kendisine eziyet edip Buda’nın ruhuna erişip aydınlanacağını düşünen bu zavallılara yarın mahşerde; “Size sayısız nimetler vermişken Rabbinizi unutup, kendiniz gibi aciz kullara ilah diye taptınız. Ta beş yüz kilometre öteden Buda için sürünüp geleceğinize, Allah için günde beş defa eğilip buraya gelseydiniz ya ey düşüncesiz inkarcılar. Haydi alın şu yakları, cehenneme atın yakın” demezler mi? Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin" denildiğinde, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler. (Peki,) Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse? (Maide Suresi, 104) 11
HİMALAYA DAĞLARI – NEPAL Himalaya Dağları dünyanın en yüksek dağlarıdır. 7.600 metrenin üzerinde 31 zirveden 22’si Nepal’dedir ve bunlar arasında 8.000 metrenin üzerindeki Everest ile yedi devasa zirve bulunur. Şimdi karla kaplı Himalayalar’ın en görkemli dağlarına bakan muhteşem manzaralarını tepeden seyretmek için bir uçağa binip Everest ve yedi devasa zirvenin her birinin tepesinde buzlardan yapılmış devasa kar leoparı, Himalaya kara ayısı, goral, mavi koyun, Tibet sığırı, dağ keçisi, kırmızı panda ve Şerpa heykellerini görsek, bunların hiçbir zaman doruklarda esen sert rüzgarların buzulları aşındırmasıyla kendiliğinden oluşamayacağını veya Şerpaların inandıkları “Dağların Ana Tanrıçası'nın” bizzat kendisinin yaptığını iddia edemeyiz. Sonra uçaktan inip Himalayalar’ın göz alıcı muhteşem dağ manzaralarını görmek için uzun ve heyecan dolu bir yürüyüşe çıkıp dağların yamaçlarında yaşayan bu Şerpaları görsek, yanlarına gidip uzun bir hac yolculuğu için üç adımda bir yere kapanan hacı kafilesine “namaste” deyip selam versek ve sorsak; Bu sabah uçaktan Himalayalar’ın zirvelerinde buzdan mükemmel yapılmış devasa hayvan heykellerini gördük. Bunları kim yapmış olabilir? 12
Doruklarda esen sert rüzgarların buzulları aşındırması sonucu kendiliğinden oluştuğunu söyledi kaptan bu doğru mudur? O kaptanın kafa olmuş viran, konuşmuş size yalan dolan. Ortada varsa heykeller olmalı akıl sahibi bir heykeltıraşı, dağcılar yapmış olmalı o kaptanın kafası olmuş şaşı. Dağların Ana Tanrıçası bizzat kendisi yapmış olamaz mı? Şaka mı yapıyorsun? Şimdiye kadar atalarımızdan ne duyduk ne de gördük. Olması çok zor, imkânsız. Peki zirvedeki heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı şu yamaçlarda gezinen Tibet sığırları, dağ keçileri, mavi koyunlar ve bölgede yaşayan kar leoparı, Himalaya kara ayısı, goral, kırmızı panda ve diğer canlıların, sizlerin ve bizlerin mucidi, her birine mükemmel bir ölçü ve düzen içinde şekil ve suret veren Sanatkarı kimdir? Kör kuvvetler, serseri tesadüfler, sağır tabiat ve cansız sebepler mi bunların yaratıcısı? İnan hiçbir fikrimiz yok, hiç düşünmedik şimdiye kadar. Hem bizi etmez alakadar. Biz Buda'ya inanırız başkası zarar. O bizi kötülüklerden korur bizlere bakar, gel sen de Ona inan kendini kurtar. Ey Şerpalar selamınız namazımıza, secdeniz secdemize yakın, elinizde tespih, aklınıza söylediklerim olsun tembih! İlah diye taptığınız Buda sizin gibi aciz bir kul. Her şeyin hayatını ve rızkını veren, yaşatan, öldüren, mülkün yegane sahibi, hadsiz bir ilim, sınırsız bir hikmet ve her şeyi kuşatan irade sahibi, âlemlerin Rabbi olan Allah var. Gönderdiği Kur’an ve Resul var. Gelin dolaşmayın bu çıkmaz sarp yokuşlarda, girin kurtuluş dini İslam’a olmayın kör, sağır, düşüncesiz ama. Katılın darüsselama, söylediklerim kulaklarınıza olsun yama. Yeter artık ey gezgin, aklımız oldu müzmin, ruhumuz çöktü bitkin, çekip buradan gidin. Biz böyle gördük atalarımızdan vazgeçmeyiz yak ve kımızdan. Yolumuz sarp ve çıkmaz yokuşlar olsa da senin kıblen Mekke, bizimse dağlardaki tekke. Çekil! Yolumuz uzun Lhasa-Şigaste, sana namaste, ruhun kafeste, gel bizimle dağlara çık aheste aheste, Buda de kurtul son nefeste. 13
4- PATTADAKAL VE AİHOLE HİNDU TAPINAKLARI – HİNDİSTAN Hindistan’ın Karnataka Eyaleti’nde 12. yüzyıldan kalma Pattadakal Tapınağı’nda tanrı Şiva’nın boğası Nandi’nin 1659 yılında tek blok siyah granitten yapılmış bir heykeli bulunmaktadır. Tapınakların taş duvarları tanrı Şiva’nın kabartma heykelleriyle işlenmiştir. Tapınaklarda bir çok taştan yapılmış inek heykelleri bulunmaktadır. Çevresinde en az 125 tapınak bulunan Aihole’de kendisine ilah diye tapınılan bir çok taştan yapılmış inek heykellerine ve meydanda dolaşan canlı ineklere ve onlara eğilip tapan Hindulara rastlarsınız. Şimdi bu ana heykelin yanında tapınan Hindulara; “Bence bu heykel, yıllar önce buraya konulan tek blok siyah granit kütlesinin tesadüf rüzgarlarının aşındırması sonucu kendiliğinden oluşmuştur.” deseniz, buna hiçbir Hindu inanmaz ve “Mutlaka bir yontucusu vardır.” diyecektir. Ama kainatın ve içindeki mahlukatın yaratılışı hakkında hiç düşünmeden bir ömür geçiren bu beyinleri yontulmamış insanlara; "Sizin de bir yontucunuz, sizlere şekil ve suret vereniniz vardır.
14
Ey Hindular! Size can verip yaşatan; göz, kulak ve kalpler veren, gökten su indirip onunla türlü türlü rızıklar veren bu inek mi ki ona ilah diye tapıyorsunuz? Sizleri işitmeyen, görmeyen ve bir faydası olmayan şeylere tapmayın, gelin âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman edin" desem. Acaba dinleri gibi kafaları da Karmayla karmakarışık olan, Allah’ın ayetlerine karşı kulakları sağır, gözleri kör, akılları taka olmuş bu Karnatakalı Hindular öğüt alıp imana gelirler mi, yoksa tanrılarına dil uzattım diye beni kurban etmeye mi götürürlerdi. Alo hatta kal sizce hangisi? Allah; sizi yarattı, sonra size rızık verdi, sonra sizi öldürmekte, daha sonra sizi diriltmektedir. Ortaklarınızdan bunlardan herhangi birini yapacak var mı? O, şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir. (Rum Suresi, 40)
15
VARANASİ – HİNDİSTAN Renkli kutsal şehir Varanasi, Ganj Nehri’nin kıyısına konuşlanmış, Hindular için önemli bir dini ziyaret yeri. Burası 5.000 yıldan fazla bir süredir, Hindistan'ın önemli bir kültürel, tarihi ve dini merkezidir. Müslümanlar için Mekke, Hristiyanlar için Kudüs’teki Kutsal Kilise neyse, Şiva’nın korumasında olan Varanasi de Hindular için o. Nehir kıyısındaki taş basamaklar (ghat) dini törenlerin odak noktasıdır. Buradaki suda hacılar bir ritüel olarak yıkanırlar ve güneş doğarken yüzyıllardan beri olduğu gibi puja gerçekleştirirler.
16
Kutsal sularda yıkanan kişinin günahlarından arındığı ve burada ölenin yeniden doğacağı inancı vardır. Bu nedenle şehre çok sayıda hasta ve yaşlı Hindu gelerek son günlerini burada geçirmektedirler. Cenazeleri nehir kenarında yapılır ve cesetler yakılarak külleri suya dökülür. Karışık saçlı, turuncu cübbeli Sadhular etrafta esrar içerken, ona desem; “Ey Sadhu! Şu meditasyon yapana sordum, bu nehrin kıyısındaki basamakları ve tapınakları kim yapmıştır?” dedim, “Ganj’ın kutsal suları yamaçlardaki taşları aşındırarak kendiliğinden oluşmuştur.”dedi. “Adamın dedikleri doğru mudur ey Sadhu?” Ey fizanlı! Başım dumanlı, o yılanlı konuşmuş sana yalanlı, hiç böyle işler tesadüfen olur mu mizanlı? Ey Sadhu! Nasıl bu tapınak ve basamaklar tesadüfen değil bir akıl tarafından inşa edildiyseler, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı şu kainat ve bizler de tesadüfen veya tabiatın tesiriyle değil, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından yaratılmışızdır. Gel iman et göklerin ve yerin tek İlahına, tövbe et günahına, ölünce eresin Cennetin aydınlık sabahına, yoksa gidesin kabrin karanlık berzahına! Ey fizanlı! Başım dumanlı, söylediklerin mantık beyanlı, lakin benim kafa hurda viranlı, bunları anlamıyor delikanlı. Veresin bana on rupi canlı, sarayım biraz tütün samanlı. Ey yaşlı! Ben sana anlatmaya çalışıyorum kainatın esrarını, sen ise tutulmuşsun esrarın derdine. Bırak gidince zaten duman altında kalacaksın. Gel duman içinden kurtulmaya çalış! Ey Müslüman! Başım duman duman. Gözlerim kan, aklım saçlarım gibi perişan, iki büklüm bedenim ömrüm gibi çökmüş viran, isteme benden bu yaştan sonra iman, kulaklarım sağır olmuş işitmez kelam, bana uzaktır çağırdığın o darüsselam, haydi sana aleykümselam!
17
5- KATMANDU VADİSİ – NEPAL Katmandu, Patan ve Bhaktapur kentlerinin bulunduğu vadi, dünyada eşi benzeri olmayan bir anıtlar topluluğuna sahiptir. Kırmızı kiremitli ev öbekleriyle kaplı sayısız Budist ve Hindu tapınakları, türbeleri, insan ve hayvan heykelleriyle egzotik ve büyüleyici bir kültür, sanat ve gelenek vitrinidir. Şimdi Durbar Meydanı’nda insanların yoğun bulunduğu alanda şöyle bir mucize yaşansa: Tapınakların önünde dikilen aslan heykelleri kükreyip ineğe, maymuna, sıçana, puta tapan insanlara dile gelip;
18
“Ey gafiller! Bırakın artık bu saçmalıkları, âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman ediniz!” dese, herhalde bu Hindu ve Budistler kısa süren bir şaşkınlıktan sonra, sırtlarında gezdirdikleri yılanları fırlatıp; “Bre kafir! Sen nasıl bizim ilahlarımıza dil uzatırsın.” deyip bu aslan heykellerini alır, az ötede nehrin yanındaki ölü yakma alanı olan Paşupati’ye götürür ve ateşe verirler. Yarın Mahşer Meydanı’nda toplanan bu putperestlere; “ Size verilen her türlü nimetlere karşı nankörlük edip, asilik yapıp dağlara, taşlara, putlara, hayvanlara ilah diye taptınız. Haydi şimdi yalvarıp bekleyin, ilahlarınız size medet versin.” deyip ölü yakma alanı Paşupati gibi bir yere götürmezler mi adamı?
19
NAMCHE BAZAR - EVEREST Dünyanın çatısı Himalaya Dağları’nda Sagarmatha Ulusal Parkı’nın bulunduğu alanda dünyanın en yüksek tepesi (8848 metre) olan Everest bulunmaktadır. Bölge eşsiz kültürleri ve Budist ritüelleriyle yaşayan Şerpaların anavatanıdır. Himalaya Dağları’nın eteklerinde Everest’in gölgesinde eşsiz bir pırlanta gibi parlayan Namche Bazar Köyü, dağcıların da uğrak yeridir. Buraya gelen dağcılar, Şerpaların yardımıyla kamp yerlerine ve zirveye doğru yaklaşık 2 ay süren yürüyüşe çıkarlar. Şerpaların çoğu geçimlerini dağcıların yüklerini sırtlarında taşıyarak sağlarlar. İlginç inanç ve ritüelleri vardır. Everest’teki ana tanrıçaya inanırlar. Dağcılarla birlikte yola çıkarken ve uğradıkları manastırlarda, tütsüler yakıp pirinç taneleri savurarak her türlü zorluklardan kendilerini koruması için Dağların Ana Tanrıçası’na dua ederler ve dua bayraklarını asarlar. Dünyanın en yüksek dağlarında yaşıyorlar ama ufukları köyleri kadar dar. Everest’teki ana tanrıçaya inanacaklarına, Everest gibi binler20
ce dağlardan müteşekkil bu dünya ve yüzbinlerce dünya ve yıldızlardan oluşan Samanyolu galaksisi ve yüzbinlerce galaksiden müteşekkil tüm kainatın ve içindeki mahlukatın yaratıcısı ve koruyucusu olan bir Allah’a iman etseler ya! Hiç kendi yaratılışı hakkında ve mahlukatın Rabbini düşünmeden bir hayat geçiren, kendilerine verilen nimetleri tabiata ve tesadüflere vermekle nankörlük eden bu zavallıları, yarın kendileri gibi kafirlerin yüklerini mahşer pazarında, Cehennem ana kampına taşımakla vazifeli kılmazlar mı? Bu hakikatleri onlara anlatmayıp eşek gibi evlerinde yatan biz sıpaların da ifadeleri alınmaz mı? Bu zavallılara, bu iman hakikatlerini kim anlatacak? Hâşâ Everest’in ana tanrıçası mı? Hani sahabelerdeki ve şanlı ecdadımızdaki o hicret ruhu, cihad aşkı? Yoksa üzerimize Everest’in dorukları gibi tembellik ve miskinlik karları mı çöktü ki, bir yere kalkıp kımıldayamıyoruz? Sahabeler, tebliğ için at üstünde ta Çin’e kadar gitmişler. Şanlı ecdat, ila-yı kelimetullah için Viyana kapılarına dayanmış. Ya bizler? Uçakla dağları Burak gibi aşıp kutuplara kadar gitmemiz gerekmez mi? Gittin de Eskimolar mı dinlemedi seni be antika? Orada bir kişiyi kurtarsan, Antarktika’daki penguenler sayısınca koyunlar kesmiş kadar sevap kazanırsın. Eskimolar dinlemese de in biraz aşağı yenimolara anlat. Adamlar inek gibi Yaratıcı’yı düşünmeden ateist ve nefsani yaşıyorlar. Ama sen gittin Bulgaristan, Romanya, Rusya’ya pavyon açtın, kumarhaneler işlettin. Ecdat verdi vaazı, sense al kızı ver papazı. Ecdat gibi eline kılıç alıp düşman mı kovaladın be voyvoda kazıklısı! Eline sopa alıp içki parasını ödemeyen ayyaşları kovaladın. Yarın mahşer pazarında bu şerli sıpaları, sırtlarına Cehennem odunlarını yükleyip kazıklarla kovalamazlar mı? Ana kampında Şerpa dansı yaptırıp, al birini ver ötekini deyip bu maçolara sinek kadar ehemmiyet vermeyip kızıp kupa kupa Cehennem’e yığmazlar mı? 21
6- ELLORA KUTSAL MAĞARALARI - HİNDİSTAN Aurangabad şehrine 30 kilometre mesafede, kayalara oyulmuş çok eski tapınaklardan oluşan toplam 34 mağaranın 12’si Budist, 17’si Hindu, geri kalan 5’i de Jain tapınaklarıdır. İlk önce MS 600800 arasında Budist mağaraları, MS 900 civarında Hindu mağaraları, MS 800-1000 arasında da Jain mağaraları kazılıyor. Tapınakların her tarafı kaya oyma heykelleri ile dolu. Meditasyon halinde Buda’nın kayaya oyulmuş tasvirleri, Şiva’nın binlerce tanrısal heykelleri, filler, aslanlar, ceylanlar ve nice hayvan tasvirleri ile çeşitli çiçek, bitki, meyve ve ağaç figürleri Hint kaya oyma sanatının en görkemli örnekleridir. 22
Şimdi bu mağaralara tapınmaya gelen bu dinlerin mensuplarına desek; “Sizce bu tapınaklardaki binlerce bitki, hayvan ve insan figürlerini kim yaptı?” Anında eski taş işçileri yaptı diyeceklerdir. Onlara desek; “Bence bu kaya oyma heykellerini ve figürlerini kutsal mağara kendisi kazımıştır. Yani kayalar kabararak bu şekilleri kendisi yapmış olmalı veya sert rüzgarların mağaranın içine girip binlerce yıl kayaları aşındırması sonucu kendiliğinden oluşmuş olmalı.” Diyecektirler; “Sen kafayı mı aşındırdın? Baksana şu binlerce muntazam yapılmış heykellere, şekil ve suretlere, nasıl bu işler tesadüfen olabilsin?” Sonra mağaralardan çıkıp binlerce bahar çiçekleri ile bezeli vadiyi ve üstünde yetişen ağaçları ve meyveleri gösterip desek ki; “Sizce bu topraktaki çiçeklerin, ağaçların ve meyvelerin Sanatkarı kimdir?” Anında sonsuz akıl sahibi Allah diyen bir tane içlerinden çıkar mı acaba? Bunu hiç düşünmeden yaşayan veya doğa tabiat ve tesadüflerin karışık ellerine veren onlara desek; “Kayalara işlenmiş bu çiçek, ağaç ve meyvelerin akıl sahibi bir sanatkarı varsa, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli, sanatlı, estetik, mis kokulu ve lezzetli toprağa işlenmiş bu canlı asıllarının sanatkarı nasıl akıl, ilim, şuur, kudret, irade ve hayattan yoksun toprak, tabiat ve tesadüfler olabilsin? Beni bu konuda aydınlatır mısınız, ey aydınlanmak için buraya gelen sizler. Bu kayalar gibi cansız ve şuursuz toprağın bundan binlerce kez mükemmel asıllarını icat ettiklerine inanmak, yani çiçeği, ağacı topraktan; elmayı, armudu, portakalı, kirazı ağaçtan; sütü inekten, ipeği böcekten, yumurtayı tavuktan, kuşu yumurtadan, balı arıdan, balığı denizden, yağmuru buluttan, yavruyu rahimden bilmek, yani rahmet-i ilahiyeden bize gönderilen çeşit çeşit rızık ve ihsanları Rahman ve Rahim olan Allah’tan değil, tabiat ve sebeplerden bilmek tam bir akılsızlık, ahmaklık ve cehalettir. Nimetlere ihanettir, ahirette durum felakettir, kendi kendini helakettir. Asıl göndereni bilmek selamettir. O’na iman etmek ibadettir. Ondan başka yollar ötede nedamettir. Kuran ruhlara şifa hidayettir. Resulullah alemlere rahmettir.
23
KARAİN MAĞARASI - ANTALYA Eski dönemlere ait en büyük yerleşim alanlarından biri olan Karain Mağarası, Antalya ve Burdur karayolu arasında kalan bir mağaradır. Günümüzde yapılan arkeolojik kazı çalışmaları sonucunda eski zamanlara dair pek çok yerleşim kalıntısı bulunmuştur. Bulunan bu önemli kalıntılar, Antalya içindeki müzelerde sergiye açılmıştır. Anadolu hakkında geçmişten gelen önemli ip uçları veren Karain Mağarası, aynı zamanda Roma dönemine ait kalıntıları da barındırmaktadır. Eski yıllarda var olan mağaralar sadece tek bir katmanı temsil ederken, Karain Mağarası’nda birçok tabaka bulunmaktadır. Karain Mağarası’ndan yerleşim kalıntılarının çıkarılmasının yanı sıra, sanata dair bulguların da ele geçirilmesi, Anadolu sanatı hakkında aydınlatıcı fikirler vermektedir. Duvarlarına çizilen şekiller de Allah’ın sanatı hakkında aydınlatıcı fikirler verir, şöyle ki: Uzun yıllar içine girilmeyen bu mağaranın içine girdiğimizde topraktan duvarlarına basitçe çizilmiş elma, portakal, kiraz, muz gibi meyve şekillerini ve incir, dut, mandalina gibi ağaçların resimlerini görsek; bu çizimlerin kendi kendine veya tesadüfler sonucu oluştuğunu ya da toprağın kendisinin üzerine resmettiğini asla düşünmeyiz. Mutlaka mağaranın içine giren şuur ve akıl sahibi biri tarafından çizilmiştir kanaatine varırız. Mağaradan çıkarken hemen bitişikteki duvarlarda çıkan incir ağacı ve sarmaşıkları, az ötede sıra sıra dizilen portakal ağaçlarını görsek bu üç boyutlu ve canlı resimlerin kendi kendine veya tesadüfler sonucu oluştuğunu ya da toprağın bizzat kendisinin üzerine resmettiğini mi düşünürüz? Halbuki bu aciz, cansız ve şuursuz toprağın daha meyvelerin ve ağaçların alelade çizimlerini bile yapamayacağını bildiğimiz halde, aklımız küfür ve isyan sarmaşıklarıyla sarmaş dolaş, inkarcı fikirlerle karışık olduğundan hakikati göremeyip, yine bu aynı toprağın bu meyvelerin ve ağaçların çizimlerinden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı canlı asıllarını bizzat kendileri icat ediyor deyip kütük kafalılık yapabiliyoruz. 24
Kaldı ki canlı ve şuurlu biz insanlar bile ağaçların resmini çizmeye kalksak köklerindeki ve dallarındaki sayısız ayrıntıyı çizmeyi başaramayız. Ama cansız ve şuursuz toprağın bundan bilerce kez mükemmel asıllarını icat ettiklerine inanma gafletini gösterebiliyoruz. Misali şöyle düşünebiliriz: Yeni doğmuş bir bebeğin üstüne küçük hikaye kitapçığı koyup desek: “Bu resimli kitapçığı bu bebek bizzat kendi yazdı.” Çocuk mu kandırıyorsun diye gülümserler. Mutlaka biri yazıp koymuştur diye düşünürüz. Yine yeni doğmuş bebeğin yanına 22 ciltlik Ana Britannica Ansiklopedisi’ni koyup “Bu bebek bunları kendi yazdı” desek, atma Recep din kardeşiyiz demezler mi? Hikaye kitapçığı mağaradaki alelade çizimlere, ansiklopedi ise canlı ağaçlara misaldir. Kör, sağır, düşüncesiz ve cansız toprak icat fiilinde kundaktaki bebekten binlerce kez acizdir. Meyveyi ağaçtan, ağacı topraktan, tabiattan bilen ve şirke düşen bu kundaktaki bebekten daha akılsız ve şuursuz tabiatperest kütüklere, atma Recep din kardeşiyiz denilmesi gerekmez mi? Peki bebeğin yanına o bilgi yüklü ansiklopediyi kim bıraktı? Peki toprağın bağrına o bilgi yüklü tohumu kim bıraktı ve ondan sayfalar dolusu yaprak, çiçek açan ve meyve veren ağacı kim yazdı? “Şimdi ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık…” (Vakıa Suresi, 63-65)
25
7- LESHANLI DEV BUDA HEYKELİ – ÇİN Çin’de Sichuan Eyaleti’nde bir tepenin yamacına oyulan, 8. yüzyıldan kalma 71 metre yüksekliğinde (yaklaşık 25 katlı apartman yüksekliğinde) dev Buda heykeli, dünyanın en büyük Budasıdır. Her gün bu heykeli görmeye binlerce ziyaretçi gelmektedir. Şimdi buraya gelenlere; “Sert esen rüzgarların binlerce yıl kayayı aşındırıp şekillendirmesiyle bu heykel kendiliğinden oluştu.” desek bu dev gibi yalana hiçbir Çinli, Japon, Koreli, Uzakdoğulu inanmaz. Çünkü onlar da gayet iyi biliyorlar ki, tesadüflerin eline sınırsız zaman ve sınırsız malzeme versek de değişen hiçbir şey olamaz. Yani bir yere tahta, çivi, çekiç koysak binlerce yıl geçse de akıl sahibi bir usta olmadan tesadüfler sonucu bir sehpa oluşamaz. Arazinin ortasına blok bir kaya koysak, yanına da çekiç, keski gibi yontu aletlerini bıraksak, akıl sahibi bir ustanın hassas rötuşları olmadan tesadüf rüzgarlarının esmesi sonucu kendiliğinden Davud Heykeli gibi bir sanat harikası oluşamaz. 26
Ama bu heykelden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı kendi suretlerinin bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını, kendilerine şekil ve suret verenin kör kuvvetlerin, serseri tesadüflerin ve sağır tabiatın değil, üstün bir ilim sahibi Allah olduğunu söylesek şaşkın şaşkın bakınır. Buna neredeyse hiçbir Uzakdoğulu inanmaz. Çünkü gaflet sisi tüm toplumu sarmış, hakikati göremiyorlar. Tesadüf saçmalıkları her yeri tsunami gibi kasıp kavurmuş dev bir mantık çöküntüsü içindeler. Hakikatleri düşünemiyorlar, söylense de anlayıp idrak edemiyorlar. Gözleri görüyor ama basiretleri kör, akılları bağlanmış. İşte bu heykelden binlerce kez mükemmel bir ölçü ve düzen içinde yaratılan kendi vücutlarının icadını sonsuz bir ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Allah'a vermeyip; mizansız kör kuvvetlerin, maksatsız serseri tesadüflerin, şuursuz zulmetli tabiatın camid ve karışık ellerine veren hakikate uzak doğuluların dev bir mantık çöküntüsü! Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir ayet getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsa (yap). Eğer Allah dileseydi, onların tümünü hidayet üzerine toplardı. Öyleyse sakın cahillerden olma. (En'am Suresi, 35)
27
HAMUR BEBEK Sanatkâr bir usta hamur teknesine bir lokmalık hamur koyup, üstüne unlar serpeleyerek yavaşça hamuru kabartıp elleriyle şekillendirmeye başladı. Hamur kabardıkça gövde, kafa, el, kol, bacak, parmaklar ortaya çıkmaya başladı. Sanatkâr usta maharetli elleriyle kafada göz, kulak, burun, ağız yapıp bebeğin simasını da oluşturdu. Eline aldığı jiletle parmak aralarını kesti, eğri büğrü şekiller verip tırnaklarını da yaparak minnacık parmaklarını da tamamladı. Dış hatların hepsi tamamlanınca fırına pişim için verdi. Neticede uzun dikkat, uğraş ve yetenek sonucu ortaya hamurdan harika bir bebek çıktı. Sanatkâr bir Usta rahim teknesine bir çiğnemlik cenin koyup, hücreleri bölüp çoğaltarak yavaşça cenini kabartmaya başladı. Cenin kabardıkça gövde, kafa, el, kol, bacak, parmaklar belirmeye başladı. 4 haftalıkken kafanın her iki tarafına birer oyuk açıldı ama içi boş acaba niye? 6.haftada o boşluklara gözler oluşmaya başladı. Önce binanın pencere boşlukları sonra çerçeveler yerleştirildi, ölçü tam uyuyor, sapma ve yanılma yok. Ha ha bu hamur bebeğin gözleri kadar da basit değilmiş. Hem de 40 ayrı parçadan oluşuyor. 28
Bakın bazı hücreler korneayı, bazı hücreleri göz bebeğini, bazı hücreler de merceği yapıyor. Adeta biri camı, biri çerçeveyi, biri menteşeyi, biri kolu yapıyor. Her hücre inşa ettiği bölümün bitiş sınırına geldiğinde duruyor. Her biri gözün ayrı bir parçasını oluşturup sonra mükemmel bir şekilde birleşiyorlar. Cam, demir, plastik usta olmadan kendiliğinden bir araya gelip pencere olabilir mi ve yerine geçip takılabilir mi? Kim onu yapan ve monte eden? Ey hücreler siz kimsiniz? Kimden emir alıyorsunuz? Tabakaların başlangıç ve bitiş sınırlarına nasıl karar veriyorsunuz? Komutayı size kim veriyor, böyle ki, hiç şaşırıp karıştırmıyor ve unutmuyorsunuz? Örneğin göz merceği olmasa göz hiçbir işe yaramaz. Ya da mercek ile göz bebeği yer değiştirse göz görevini yerine getiremez. Hangi detayını anlatsam ki, göz, kalp, beyin, karaciğer her birinde binlerce mucizevi sistemler işliyor. Sindirim, solunum, dolaşım, hormonal gibi sistemler her biri kusursuz bir mühendislik harikası ve üstün bir aklın ürünü. "30 yıldan bu yana canlıların anatomilerini inceliyorum. Her araştırmamda karşılaştığım gerçek, Allah'ın kusursuz yaratışı oldu." Prof. David Menton, Washington Üniversitesi, anatomi profesörü Tüm detaylarıyla ana rahminde şekil ve suretlendirilen insanın yaratılışında, şuursuz hücreler sonsuz bir akılla hareket ederler ve tüm organları ve sistemleriyle bir bebeği ana rahminde inşa ederler. Elbette ki bu olağanüstü olayı başaranlar bu hücrelerin kendileri değildir. Bebeği oluşturan hücreler sonsuz güç sahibi olan Allah'ın ilhamı ile hareket ederler. Allah bir ayetinde insana şekil ve suret veren olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur. Ana rahimlerinde size dilediği gibi şekil ve suret veren O'dur. O'ndan başka ilah yoktur; üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Al-i İmran Suresi, 6) 29
8- LONGMEN MAĞARALARI - ÇİN Longmen Mağaraları Çin’in Henan eyaletinde bulunan Buda ve öğrencilerinin on binlerce heykelini barındıran mağaralardır. Longmen toplam 2,345 mağara ve 100 bin heykele ev sahipliği yapmaktadır. Heykellerin çoğu MS 5. yüzyılla 9. yüzyıla kadar olan dönemde Çinli ustalar tarafından kayalar işlenerek Çin’in taş heykel sanatının şaheserlerini oluşturmuşlardır. Longmen Mağaraları’nın en meşhuru Frengxian Mağarası. Bu mağarada ortada bir Buda, onun iki yanında bir seri heykeller var. Bu heykele “Mona Lisa Buda” da deniyor. 17 metre boyunda ve kulakları iki metre olan heykel 676 yılında bitirilmiş. 7. yüzyıl Çin sanatının en seçkin örneklerinden birisi olarak her gün binlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor. Şimdi bu Buda heykeli ve diğerleri için desek ki; “Bu heykeller sert rüzgarların binlerce yıl esmesiyle kayaları aşındırarak kendiliğinden oluşmuştur. Yani akıl sahibi bir sanatkarı yoktur.” Bu saçmalığa hiçbir Çinli, Japon, Koreli, Taylandlı, Burmalı, Kamboçyalı… inanmaz. Uzakdoğu'nun dört bir yanından gelen turistler heykelin sanatkârını takdir ediyorlar buna mukabil aynada kendisine bakınca tahminen sadece kendisi ile alakadar oluyorlar. Hâlbuki kendi yaratıcısı ve sanatkârı olan Rabbini düşünmeleri icap etmez mi? Peki bunu düşünen kaçta kaçıdır acaba? Binde biri mi yahut milyonda biri mi? Heykelin yanında durup hayran hayran izleyen turiste desen, “Hey seni yaratan, şekil ve suretlendiren sanatkârın, sonsuz akıl sahibi Allah var, O'na iman et.” Buna da neredeyse hiçbir Çinli, Japon, Koreli, Taylandlı, Burmalı, Kamboçyalı... inanmaz. Heykelin sanatkârını takdir edip, kendi sanatkârını sağır tabiata, kör kuvvetlere, serseri tesadüflere, camit ve şuursuz sebeplere isnad etmek veya hiç alakadar olmamak tam bir akılsızlık, gaflet ve cehalettir.
30
Bakın benim de gözlerim var ve hem de görüyor, onun ise görmüyor. Bakın kulaklarım duyuyor, onun iki metre ama yine de duymaz. Ağzım konuşuyor, parmağımı ani uzatıp heyt! desem irkilmez ben de ise refleks var, kalbim hızlı atar. Bakın akciğerlerim nefes alıyor onun ise almaz zaten yok ortadan ikiye bölsek taş blok çıkar. Benim ise içimde mükemmel sistemlerle işleyen iç organlarım var. Hangimiz daha sanatlı, hikmetli ve harika? Yıllarca tıp fakültelerinde okuyup bir de ihtisas yapıyor doktorlar gözü, kalbi, beyni… daha iyi anlayıp öğrenebilmek için. Binlerce sayfa kitaplar okuyorlar Allah’ın sanatındaki detayları kavrayabilmek için. Arkadaşım dişin uzmanlığına hazırlanıyordu. Yayınevinden kitapları almış eve taşımak için hamal tutmuş. Heykele bakıp heykeltıraşı bir defa takdir ediyorsa insan aynada kendisine bakıp sanatkârı olan Allah’ı binlerce defa takdir etmesi gerekmez mi? İşte Uzakdoğu'da insanların çoğuna hâkim olan bir akıl tutulması var. Dinsizlik, inkâr ve gaflet büyüsü her yeri sarmış. Dalalet, safsata, kibir, inat, görenek gibi şeytani hilelerle insanlar inkâr ve küfür bataklığına saplanmışlar ve hakikati göremiyorlar. Gözler kör değil, basiretler kör olmuş, akıllar bağlanmış. And olsun cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalpleri vardır bununla kavrayıp anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler… İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179) 31
ÇÖLÜN ORTASINDAKİ UÇAK Çölün ortasında bir uçak görsek; lastikleri patlamış, camları kırılmış, kaportası paslanmış, motoru çürümüş bir haldeki bu uçağın yıllar önce buraya düştüğü veya terk edildiği kanaatine varırız. Biri dese ki çölün altındaki madenlerin zamanla kendiliğinden bir araya gelip şekillenmesiyle bu uçak tesadüfen oluştu. Demir sıcaktan eridi, aktı, gece soğudu, uçağın iskeletini oluşturdu. Kumlar eridi camlara dönüştü. Petrol aktı, lastikler oldu. Bakırlar inceldi, kablolara dönüştü. Uzaklardan pamuklar uçuştu, koltuklar oluştu… Akıllı bir ustanın çekici, bir mühendisin tasarımı olmadan doğadaki madenlerin kendiliğinden bir araya gelip tesadüf rüzgârlarıyla savrulmasıyla bir uçağın montajı olabilir mi? Bir uçak kanatlar, pervaneler, motor, kumanda sistemi, türbinler, tekerlekler, radar sistemi ve benzeri çeşitli parçalardan oluşur. Vücudumuzdaki birçok sistemlerde de örneğin sindirim sistemimizde de aynı şekilde çeşitli parçalar vardır. Bunlar mide, yemek borusu, yutak, dişler, dil, bağırsaklar gibi çeşitli organlarımızdır.
32
Nasıl bir uçak güçlü türbinleri, motoru, kanatları, pervaneleri, uydu sistemi olmadan hareket edip uçamaz. Ancak her parçası bir arada ve yerinde olduğu takdirde çalışır. İşte sindirim sistemimiz için de aynı şey geçerlidir. Yemek borusu olmadan midenin olmasının bir anlamı yoktur. Çünkü yiyecekleri mideye taşıyan yemek borusudur. Veya mide olmadan bağırsakların bir işe yaraması mümkün değildir. Çünkü midede sindirilen besinler bağırsaklara geçerek kan dolaşımı yoluyla hücrelerimize kadar ulaştırılacak hale getirilirler. Nasıl bir uçak tüm parçalarıyla birlikte tesadüfen çöl şartlarında kendiliğinden oluşamazsa, ondan binlerce kez mükemmel işleyen vücudumuz ve çeşitli parçalardan oluşan sistemler de tesadüfen bir araya gelip oluşamazlar. Ancak üstün akıl sahibi, âlemlerin Rabbi tarafından yaratılıp monte edilebilir. De ki: "Sizi inşa eden yaratan, size kulak, gözler ve gönüller veren Allah'tır. Ne az şükrediyorsunuz?" (Mülk Suresi, 23)
33
9- SUZHOU BAHÇELERİ – ÇİN Güzel bahçeleriyle tanınan Suzhou, sekiz yüzyıldan uzun bir süre Wu Krallığı’nın başkenti olmuş bir ipek endüstri merkezidir. Sıklıkla “Doğu’nun Venedik’i” olarak anılır. Hemen hemen nereye dönseniz bir pagoda, tapınak veya güzel bir bahçeyle karşılaşırsınız. Şimdi Soğuk Dağ Tapınağı’nı ziyarete gittiğimizde Budist rahipler bize teveccüh edip, bahçeden topladıkları kiraz, kayısı, şeftali gibi meyveleri ikram için önümüze koysalar ve biz de desek; Bizde adettir yemeden önce ikramın asıl sahibine teşekkür etmeden tadamayız. Söyleyin kime teşekkür edelim? Talebeler bahçeden az önce topladılar, tazedir buyurun yiyiniz. Ben kim topladı demedim, onları damağımıza uygun hale kim getirdi, kime teşekkür edelim? Yaşlı rahip Yuan bu ağaçları kendi elleriyle dikti, o dikmeseydi bunları yiyemezdik. Öyleyse ona teşekkür ediniz. Yaşlı Yuan bu fidanları dikti, yetiştirdi ağaç oldu. Ama bu kiraz, kayısı ve şeftali meyvelerini tek tek o mu şekillendirip tatlandırdı? Tabiat ana bizlere her mevsim en uygun meyveleri sunuyor. Bu tabiidir tüm yeryüzünde olduğu gibi! 34
Kapkara bir çamurun içinden rengarenk, farklı farklı tatlarda, kokularda içleri mis gibi tertemiz, lezzetli bu meyveleri bize sunan kör, sağır, düşüncesiz ve cansız tabiat mı demek istiyorsunuz? Bakın bu sabunlardan yapılan muz, portakal, elma, armut gibi meyve sabunlarının bir sanatkarı olduğu gibi bu ağaçlara dizilen meyvelerin de şekil ve suret veren bir sanatkarı olmalı. Hiç düşündünüz mü? Muz, mandalina, portakal, kavun, karpuz hep ambalajları ile gönderilmişler. Hepsinin kabuğu meyveyi çürümekten, bozulmaktan korur, kokuları da ambalajlarının içinde saklıdır. Portakal ve mandalina dilimlenmişlerdir, yemesi kolay olsun diye. Elma, armut dilimlenmemiş zaten gerek de yok. Tam tersi olsaydı hikmetsiz ve müşkilatlı olurdu. Kışın hastalıkların arttığı bir zamanda C vitamini bakımından zengin mandalina, portakal, greyfurt gibi meyvelerin olması, yazın da hararetin arttığı bir zamanda susuzluğu giderip ferahlanmamızı sağlayacak kiraz, kayısı, şeftali, kavun, karpuzların olması… tüm bunlar kör kuvvetler, serseri tesadüfler ve sağır tabiatın eseri olamaz. Böyle garip bir gayb perdesinden, böyle acayip lütufları ve hediyeleri bizlere sunan Zat’ı tanımamak, O’na teşekkür etmemek ne kadar divanece bir hareket olduğunu ve O’nu düşünüp memnun etmeden aydınlanmaya gidilen yolların tamamen karanlık ve zulmetler içinde olduğunu idrak edebiliyor musunuz? desem dağ gibi hakikatleri söylesem tapınakta soğuk rüzgarlar esmeye başlamaz mı?
35
PLASTİK AĞAÇLAR Bir çiçek mağazasına gitsek, orada plastikten yapılmış ve Çin’den ithal edilmiş ağaçlar görsek, şöyle ki bembeyaz çiçek açmış kiraz ağacı, yemyeşil yaprakların arasında sapsarı limon ağacı, gelin çiçeği gibi pembe beyaz çiçek açmış şeftali ağacı… Şüphesiz bu süs ağaçları Çinli ustaların maharetlerini gösterir. Diyemeyiz ki plastikler kendi kendine akıp şekillendi, yaprak, çiçek ve meyve verdi. Mağazadan çıkıp az ötedeki orman parkına gitsek, orada sayısız ağaçları görsek, binlerce defa plastik ağaçlardan daha mükemmel, sanatlı, harika ve canlı bu ağaçların Sanatkârını hangi tezgâha havale edebiliriz? Şimdi plastik ağaçların icatlarını rahatlıkla Çinli ustalara verebiliyoruz ama nasıl oluyor da bunlardan binlerce kez mükemmel, sanatlı, hikmetli ve canlı sayısız ağaçların icatlarını kör kuvvetlere, serseri tesadüflere, sağır tabiata, şuursuz ve karanlık toprağa havale edebiliyoruz?
36
Bu ağaçların köklerine botanik profesörlerini gömüp bağlantı yapsak, elmayı, armudu, portakalı oluşturmak için toprağın içindeki mineralleri seçip, süzüp toplayamazlar, köklerinden geçirip ağaçlara nakledemezler. Ama şuursuz kökler pardon şuurlandırılmış kökler bunu yapabiliyorlar. Allah dilerse olur. Kökler kendiliğinden işlemez, işletilirler. “Hiç şüphesiz ki, her şey Allah’ın yüce kudreti ile meydana gelmiştir. Her şeye gideceği yolu gösteren ve çizen O’dur. Toprak ve bitkilerle ilgili araştırmalarda derinleştikçe Allah’a imanım da o nispette arttı” (Prof. Dr. Lestergon Simurden, Cochin Üniversitesi Tarım ve Matematik Profesörü) “Asmalı asmasız bahçeleri, hurmaları, tatları farklı ekinleri, zeytinleri ve narları-birbirine benzer ve benzeşmez-yaratan O’dur.” (En’âm Suresi, 141)
37
10- KAİLASA KUTSAL ZİRVESİ – TİBET Tibet Himalayaları’ndaki Budistlere göre dünyanın doğum yeri, Hindu inancına göre tanrı Şiva’nın tüm dünyanın doğum yeri olarak görülen efsanevi Kailasa Dağı’nın kristal zirvesinde yaşıyor. Ruhların nihai mekanı, Kailasa’nın kutsal zirvesi, erişmesi ve hele de etrafında gezinmesi çok zor olan, soğuk ve çok eski bir dini ziyaret yeridir. Dini ziyaret amacıyla gelenlerin, dağı çevreleyen 52 kilometrelik yolu takip etmeleri gerekiyor. Dağı kutsal kabul eden dinlere göre, yamaçlarına adım atmak korkunç bir günah. Bu inancı haksız çıkarmaya girişenlerin, bu çabası sırasında öldükleri iddia ediliyor. Dağı çevreleyen 52 kilometrelik yürüyüş sırasında Kora ya da Parikrama diye bilinen törensel adetler yaptıkları yolculuklar, dindar ziyaretçinin dayanıklılığına bağlı olarak bir gün ile üç hafta arasında sürüyor. Dağın etrafında 108 tur tamamlayan kişinin, aydınlanmaya ulaşacağı söyleniyor.
38
Kailasa’ya dini ziyarete gelenlerin çoğu buradan, yakınlardaki Mansoravar Gölü’nün kutsal sularında yıkanmadan gitmiyor. Bilinç ve Aydınlanma Gölü diye de bilinen Mansoravar Gölü, 4585 metrede bulunuşuyla, dünyanın en yüksek tatlı su gölü kabul ediliyor. Şimdi Kailasa’nın kutsal zirvesine ilahlık atfeden bu Budist, Hindu ve Şamanlara; “Yükseklere çıktıkça Himalayalar’ın binlerce tepesi arasında kaynaşıp kaybolan bu ilahınız nasıl binlerce dağdan oluşan dünyaya, yüz binlerce yıldızlara, yüz milyonlarca galaksilere hükmedebilsin? Beni bu konuda aydınlatır mısınız? Gelin buna değil tüm âlemlerin Rabbi olan, sizleri daima gören, işiten, dualarınıza cevap veren Allah’a iman edin’” deseniz, bu dar görüşlü, Mansoravar’ın suları gibi düşünceleri sığ olan bu insanlar, bu tatlı ikazı kabul ederler mi? Yoksa hakkı söyleyen Mansur gibi canavarca katletmeye mi çalışırlar beni? İşte böyle; şüphesiz Allah, O, Hak olandır ve şüphesiz O'nun dışında taptıkları (tanrılar) ise batıldır. Şüphesiz Allah yücedir, büyüktür. (Lokman Suresi, 30)
39
NAM CO GÖLÜ – TİBET Tibet’in Nyainqentanglha Sıradağları üzerinde yer alan Nam Co Gölü, 4.627 metre yüksektedir ve Tibet’in üç kutsal gölünden biridir. Tibet dilinde “Cennetten Gelen Göl” anlamına gelen Nam Co bir hac yeridir ve gölün çevresinde yürüyüş ritüelini gerçekleştirmek için buraya sadece Çin’den değil, Hindistan, Nepal, Bhutan ve Sikkim’den de Budistler gelir. Göl Tanrıçası Dorje Gongzhama, aynı zamanda Nyainqentanglha Dağları’nın da tanrıçasıdır. Her ikisi de Tibet takvimine göre koyun yılında doğmuşlardır ve özellikle o yılların yaz aylarında buraya şans ve verimli hasat için daha kalabalık hacı grupları gelir. Doğudan batıya 70 km, kuzeyden güneye 30 km uzunluğunda ve en derin yeri 33 metre olan gölün çevresini yürümek, hacıların rota üzerinde meditasyon ve dua sürelerine bağlı olarak, 10 gün ile bir ay arasında tamamlanır. Gölün çevresinde dört manastır ve eski zamanlarda inzivaya çekilmek üzere kullanılmış mağaralar bulunmaktadır.
40
Şimdi buraya hac için gelen kafilelere desek; “Bu manastırı ve önünde meditasyon yapıp oturan taştan Buda heykellerini, bu göl tanrıçası gizemli dalgalarıyla dağın yamacındaki taşları yıllarca aşındırarak kendisi inşa etmiştir!” Buna hiçbir akıl sahibi inanmaz. Yol üzerinde göçebe çadırlarıyla Tibet sığırlarını, ovalarda at süren erkekleri, canlı renklerde kıyafetleriyle yüklü yakları güden kadınları görüp bu Budizm’in eski şamanik gizemlerinin sindiği büyüleyici tablonun ressamı, şekil ve suret vereninin bu tanrıça mı olduğunu sorsak bu konu hakkında ömrü boyunca yak öküzü gibi hiç düşünmediklerini ima edeceklerdir. “Ey yabancı! Gel kötü ruhlardan arın, göle gir. Tanrıça seni kutsasın!” diyen bu Budistlere; “Ben batıp kaybolan şeylere ilah diye tapmam. Yükseklere çıktıkça dağların arasında gözlerden kaybolan, deryada damla bile olamayan bu ilah nasıl tüm evrenin hâkimi olabilsin? Mükemmel bir ölçü ve düzen içinde işleyen bu kâinatın ve içindeki mahlûkatın nasıl müdebbiri, idare ve sevk edeni olabilsin?” deseniz tüm mantık ve şuurları gölün 33 metre koyu derinliklerine batıp kaybolan bu Budistler acaba gerçeği düşünüp hakikati bulabilirler mi? Ellerinde taşıdıkları 100'lük tesbihlerini 99'a tebdil ederler mi?
41
11- GANGTOK – HİNDİSTAN Tibet Budist kültürünün merkezi olan Gangtok’ta çok sayıda pagoda çatılı ev, manastır, stupa, park ve rüzgarda uçuşan dua bayrakları görülebilir. Şehir Aşağı Himalaya Dağları’nın çiçeklerle kaplı eteklerinde çok güzel bir konumda bulunmaktadır. 1780 metre yüksekliğinde bir dağın kenarında kurulmuş olan şehir, bir hac merkezi ve Sikkim’in başkenti olmuştur. Şehrin üstünden geçen ve kenarları çiçeklerle dolu yoldan Himalaya Dağları’nın manzarası nefes kesicidir. Kırmızı ve altın renkli giysileriyle lamalar Lal Pazarda dua çarklarını çevirir ve manastırlardan gelen borazan sesleri vadide yankılanır. Budizm’in büyülü havası her yerde hissedilmektedir. Himalaya Dağları’na bakan Tashi Tapınağı’nın ağaç oyma süslemeleri ve duvar resimleri arasında Himalayalar’ın yağlı boya tablosunu görsek; uzaklarda heybetli, karlı dağlar bulutları aşmış, önünde nehir akıyor, iki yanında çiçekli vadi uzanmış yemyeşil ormanların arasında üstünde kartallar uçuşuyor. Şimdi, bu manastırda dini ritüellerini yapanlara desem; “Ey Budistler! Şu duvarda asılı harika tablo, bence yağlı boyaların tesadüfen tuval üzerine dökülmesiyle kendiliğinden oluşmuştur. Yani bir ressamı yoktur!” “Ey yabancı! Seni Budizm’in büyülü havası mı çarptı? Ya da borazan sesleri mi bozdu? Hiç böyle bir tablo kendiliğinden oluşabilir mi? Elbette bir ressamı var.” “Ey Lamalar! Kafanızı çevirin, şu karşı manzaraya bir bakın. Karlı dağlar nasıl heybetli duruyor. Şu nehrin aktığı vadideki çiçekler nasıl rengarenk açmış, yemyeşil ormanların üstünde kartallar uçuşuyor. Peki bu harika tablonun ressamı kim? Hiç düşündünüz mü? Ya da aydınlanmaya giden yolda buna hiç vakit bulamadınız mı?
42
Nasıl bu duvardaki manzara tablosu, boyaların tesadüfen tuval üzerine dökülmesiyle oluşamazsa bundan binlerce kez mükemmel, sanatlı ve canlı bu dışarıdaki tablo gibi manzaralar da sel gibi akan unsurların (güneş, hava, su, toprak) yeryüzü tuvaline tesadüfen dökülmesiyle kendiliğinden oluşamaz. Bu yeryüzü tuvalindeki eşsiz manzaraların ressamı, bu kainatı ve içindeki mahlukatı yaratan, kusursuzca var eden, şekil ve suret veren âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Ey Budistler! Yaratıcı’yı hiç akla getirmeden ve O’na inanmadan huzura ulaşmak mümkün değildir. Kur’an ışığından mahrum yollar karanlıktır, aydınlanmaya ulaşamazsınız. Gelin âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman edin!” desem, bu Lamalar lal kesilmezler mi? Sonra imana mı gelirler yoksa borazan sesleri gibi her kafadan bozuk sesler çıkıp beni dua çarkları gibi çevirerek ipe dua bayrağı gibi asmazlar mı?
43
HİMACHAL PRADEŞ BÖLGESİ – HİNDİSTAN Himalaya dağ sırasının Himachal Pradeş Bölgesi’nin yüzyıllarca “Devabhoomi” yani tanrıların mekânı olarak bilinen, harika doğa manzarası ve verdiği ruhani huzur havasıyla muhteşem tepeleri Hindular, Budistler ve Sihler arasında çeşit çeşit dini ziyaretçi için hac mekânı olan binlerce tapınaklarla dolu. Dünyadan soyutlanmış vadiler ve yüksek dağ sıralarıyla kaplı bölge, çeşitli türlerde tapınak mimarisi örneklerine sahip. Bunlar arasında birçok başka tipin yanında, taştan oyma Shikharalar, Pagoda Mabetleri, Budist Gompalarını andıran tapınaklar ve Sih Guduwaraları sayılabilir. Tepeleri karla kaplı etkileyici dağların ihtişamlı görüntülerine sahip bölge, Hinduizm, Budizm ve Sihizm’in temel dinler olduğu sıra halinde on iki bölüme ayrılmış. Eyaletin batı kısmındaki Dharamsala Dalai Lama’nın ve başka 80 bin Tibetli sığınmacının da barındığı yer. Şimdi bu iç dinin temsilcilerinden oluşan yüzlerce rahipleri bir yere davet edip onlara desek; “Bu yüce dağlardaki binlerce tapınak ve önlerindeki Hindu, Budist ve Sih heykelleri Himalayalar’dan esen sert rüzgârların dağlardaki taşları savurup yontması sonucu zamanla oluşmuştur. Yani hiçbir akıl sahibi müdahil olmadan, tabiat ve tesadüflerin etkisiyle, kendiliğinden oluşmuştur!” Bu akıl ve mantık dışı saçmalığı hiçbir rahip sahiplenmez. Peki, bu kâinat ve içindeki mahlûkatın, yani her biri kusursuz sistemlere sahip bitki, hayvan ve insan vücutlarının icadlarını üstün ilim sahibi, âlemlerin Rabbi olan Allah’a isnad etmeden tabiatın sel gibi 44
akan unsurlarına, camid sebeplere ve serseri tesadüflere havale edip ya da bu mevzuları hiç düşünmeden bir inzivaya çekilmek sizce makul bir düşünce midir? Tanrıların mekânı olarak bilinen ey bu Himayalar’ın engin dağlarını aydınlanmak için kendilerine mesken edinen rahipler! Şunu bilin ki, her şeyin yaratıcısı, şekil ve suret vereni olan Allah’a inanmadan, verdiği nimetleri düşünmeden iman nurundan mahrum yollar; sarp, çıkmaz ve karanlıktır. Dünya ve ahirette kendinizi ve tebaanızı zulümattan kurtarmak için gelin âlemlerin Rabbi olan tek Allah’a iman edin ki kurtuluşa eresiniz. Tanrıların mekânı olarak bilinen yer birden ismi gibi karışık çok seslerin yükseldiği yere dönüştü. Hindular; “Ruhların şifası ancak Tanrı Şiva’dır.” Budistler; “Sadece Buda’nın kutsal gözü her yerde, buradadır!” Sihler; “Guru Nanak’tan başka yollar çıkmaz sapaktır!” deyip her kesim kendi inancını savunmaya çalıştı ve zaman geçtikçe ortam güneşin batışı gibi alevlendi. Hindular; “Tanrı Şiva olmadan hayat boş havadır!” Budistler; “Buda’dan başka yolda gitmek budalalıktır!” Sihler; “Guru Nanak’a tabi olmayan güruhlar salaktır!” Tanrıların mekânı dedikleri dağlar bozuk borazan gibi seslerle yankılanırken, bize düşen cahillerden yüz çevirip mekânı terk etmektir. Hakikatin değil, atalarının dinlerine sımsıkı bağlı bu batılın savunucuları, bu hak ve makul çağrı karşısında Himalaya yakı gibi hiç düşünmeden birden kar leoparı gibi saldırganlaşmaya başlayacaklarına, hakikat zirvesine ulaşmak için soğuk rüzgârlara göğüs gerip dorukları aşan dağ kartalı gibi gerçeğe kanat açmaları gerekmez miydi? 45
12- TAC MAHAL – HİNDİSTAN Dünyanın yeni yedi harikasından biri olan, dünyanın efsanevi aşk hikayelerinden birisine sahip sarayların tacı, aşkın sembolü ve sanatın mücevheri Tac Mahal, 1631 ile 1648 yılları arasında Agra’da Babür İmparatoru Şah Cihan’ın emriyle 1631’de ölen en gözde hanımı Mümtaz Mahal’in anısını ebedileştirmek için anıt mezar olarak yapılmıştır. Tac Mahal’in yapımında parlak, ince, mavi damarları olan beyaz mermerler kullanılmıştır. Dört bir yanı beyaz mermerden çiçek süslemeleriyle süslendirilmiş ve hat sanatıyla işlenmiştir. Tac Mahal’in yüz binlerce akik, sedef ve firuze gömülü olan duvarlarında, ayrıca 42 zümrüt, 142 yakut, 625 pırlanta ve 50 adet oldukça iri inci vardır. Tac Mahal, gün içinde farklı renklere bürünür. Gün doğumu ile beraber pembemsi ve en güzel rengini gösteren Tac Mahal kısa bir süre sonra beyaz görünümüne geçer. Ayışığı ile beraber de altın rengini alır. Mehtaplı gecelerde bile aydan daha parlak görünen yapı, romantik görünüşüyle herkesi büyülüyor. Dış tasarımındaki çiçek motifleri, mermerlerin içi oyulup titizce kesilerek minicik taşların, mermerlerin içine teker teker yerleştirilmesiyle oluşturulmuştur. Her gün güneşin yedi ayrı rengiyle sulanan mücevherler arasında açan bu çiçeklerle, adeta ebedi bir cennet bahçesi tasviri yapılmıştır.
46
Şimdi buraya ziyarete gelen yerli ve yabancı turistlere desek; “Nasıl bu beyaz mermerlere işlenen çiçeklerin bir nakkaşı varsa, bahçedeki kara topraklara işlenen ve rengarenk açan şu çiçeklerin de bir Nakkaşı olmalı. Nasıl bu harika yapının bir sanatkarı varsa, şu harika dizayn edilen kainatın ve dünyanın da bir Sanatkarı olmalı. Doğadaki bilinçsiz güçlere ilahlık verip, kainat ve içindeki tüm mahlukatı yaratan ve daima gözetip kollayan bir Zat’ın kusursuz sanat eserlerini doğa ve tesadüflere havale edeceğinize, gelin sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi olan Allah’a iman edelim.” Yarın cennet bahçelerinde açan bir çiçek olmayı akıldan uzak görüyorsanız gelin şu Tac Mahal’in duvarlarında açan çiçeklerin arasında hat yazısıyla mücevher gibi parlayan şu Kur’an ayetlerine bir kulak kabartalım: “İnsan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu? Şimdi o, apaçık bir düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: ‘Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş? De ki: ‘Onları ilk defa yaratıp inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir.” (Yasin Suresi, 77-78-79)
47
AHLAT MEZAR TAŞLARI – I – BİTLİS Van Gölü kıyısında yer alan MÖ 900’e uzanan Ahlat yerleşimi, Selçuklu dönemi taş işçiliği, inanışları ve yaşam biçimini en güzel şekilde yansıtan mezar taşları ile yaşayan bir kültür hazinesidir. Ahlat Selçuk Mezarlığı’na ilkbaharda gelirseniz, mezar taşlarının arasında pembe beyaz açan badem ağaçlarını ve az ötede çiçek gibi açan armut, kiraz, dut ağaçlarını görür ve adeta “İşte bak Allah’ın rahmet eserlerine, yeryüzündeki ölmüş toprağa nasıl hayat veriyor! İşte bunları yapan kim ise, ölüleri de O diriltecektir. O her şeye hakkıyla kadirdir.” (Rum Suresi, 50) ayetini okursunuz.
48
Ama kışın gelseniz ölmüş kurumuş kemik gibi kalan odunları görürsünüz. Evet kışın ölmüş kurumuş kemik gibi odunları, her baharda yaprak, çiçek ve meyve açtırarak yeniden yeşertip dirilten Allah, bu mezar taşlarının altında bekletilen odun gibi kemikleri de, mahşer baharında yeniden yaprak, çiçek ve meyve açtırarak, kaşıyla, kirpiğiyle, parmak uçlarına kadar yeşillendirip hesaba çekmek üzere diriltecektir. Armut piş ağzıma düş yok. Bu hakikatleri kavramak için biraz çabalamak lazım. Put gibi yerimizde boş oturmayıp ayet ve hadisleri okumak lazım.
49
AHLAT MEZAR TAŞLARI-II İbn Mes’ud’dan nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde insanoğlu şu beş şeyden hesaba çekilmedikçe Rabbinin huzurundan bir yere kımıldayamaz: Ömrünü nerede ve nasıl geçirdiğinden, gençliğini nerede yıprattığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, bildiği ile amel edip etmediğinden.’’ (T2416 Tirmizi, Sıfatu’l-kıyame,1) Kitabı sol tarafından verilene gelince, o: Keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi! (Hakka Suresi,25-27) Şeddad b. Evs’ten nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Akıllı kişi kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır. Aciz kişi ise arzularına uyup bir de Allah’tan (bağışlanma) umandır.” (T2459 Tirmizi, Sıfatü’l-kıyame, 25) Onlar orada: Rabbimiz! Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım! diye feryad ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın (azabı)! Zalimlerin yardımcısı yoktur. (Fatır Suresi, 37) Esma bnt. Umeys el-Has’amiyye’nin işittiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “…(Gaflete) dalan, gülüp oynayan, kabirleri ve toprak altında çürümeyi unutan kul ne bedbahttır! Azan,
50
haddi aşan, nereden geldiğini ve nereye gittiğini unutan kul ne bedbahttır!...” (T2448 Tirmizi, Sıfatü’l-kıyame, 17) Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında: “Rabbim! der, beni geri gönder; ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş(ve hareketler) yapayım.” Hayır! Bu onun ağzından çıkan (boş) bir laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır. (Mü’minun Suresi, 99100) İbn Ömer anlatıyor: “Resulullah (sav) ile birlikte idim. Ensardan bir adam gelerek Hz. Peygamber’e (sav) selam verdi. Sonra şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Resulü! Müminlerin hangisi daha faziletlidir!’ Hz. Peygamber, ‘Ahlak bakımından en güzel olanları.’ buyurdu. Sonra adam, ‘Müminlerin hangisi daha akıllıdır?’ diye sordu. Hz. Peygamber, ‘ Ölümü en çok hatırlayanları ve ölümden sonrası için en güzel şekilde hazırlananları. İşte onlar en akıllı olanlardır.’ diyerek cevap verdi.” (İM4259 İbn Mace, Zühd, 31) Kitabı sağ tarafından verilen: Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum, der. Artık o, meyveleri sarkmış yüce bir cennette hoşnut kalacağı bir hayat içindedir. (Hakka Suresi, 19-23) Ben öyle tahmin ediyorum ki, Ahlat Selçuklu Mezarlığı’nda yatan 6 bin 208 kişinin çoğuna kitaplar sağ tarafından verilecektir. Ya biz kitapsız solaklar, kitapları malum taraftan görünce; "Ah, keşke ben bir toprak oluverseydim" demez miyiz? Allah korusun!
51
13- ANGKOR TAPINAKLARI – KAMBOÇYA Angkor, Güneydoğu Asya’nın en önemli arkeolojik sit alanlarından biridir. 400 kilometrekareden fazla bir alana yayılan Angkor Arkeoloji Parkı, 9. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar Khmer İmparatorluğu’nun farklı başkentlerinin muhteşem kalıntılarını barındırır. Angkor Thom’da sayısız heykel süslemeleriyle Bayon Tapınağı ve ünlü Angkor Wat Tapınağı’nı içine alır. Bütün sit alanında toplam yüzden fazla tapınak vardır. Küp küp taşlara işlenmiş devasa insan kafası kabartmaları, Buda ve Vişnu heykelleri; aslan, fil, ejderha heykelleri duvarlarda bitki, ağaç ve çiçek motifleri bulunmaktadır. Angkor, devrinin kültürel, dini ve sembolik değerlerini en iyi biçimde yansıtan, yüksek bir mimari, estetik ve sanatsal öneme sahip eşsiz bir yapı topluluğudur. Evet, çevredeki küp küp taşların, esen rüzgarlarla uçuşarak bu alanda çarpışmasıyla bu tapınakların ve önündeki kabartmaların, heykellerin ve figürlerin tesadüfen, kendiliğinden ya da tabiatın tesiriyle oluşması imkansız ve saçmadır.
52
Bir ziyaretçi taşa basit bir çizik atıp bir ağaç resmi çizse, “Kim bu tapınağa zarar verdi” deriz. Yani mutlaka bir çizeni vardır. Halbuki kökleri tapınağın duvarlarını sarmış o devasa ağaçları rahatlıkla tabiata ve tesadüflere havale etmedeki o mantık çöküntüsünü, o şuursuzluğu ve aklın dumura uğramasını anlamak çok zor. Burayı ziyarete gelen tahminen çoğunluğu ateist, dinsiz ve deist Batılı ve Uzakdoğulu turistlere desek; “Burası Angkor, giden bir daha gelmiyor, kafanı biraz yor, gel bilene sor, dinsiz gidersen işin zor, mahşerde halin hor, yatağın kor, vücudun mosmor, ama sen beni dinlemiyor!” Evet, akıl bellekleri dinsiz materyalist felsefenin işgaliyle çökmüş bu kişilerin, bu basit hakikatleri görüp idrak edebilmeleri çok zor. Önce bu tapınakların sayısız heykelleri adedince vücudunu saran inkarcı virüslerin iman hakikatleriyle temizlenmesi gerekiyor. Nasıl bu tapınak kompleksinde yüksek bir mimari estetik ve sanat harikası olan eserler kendi sanatkarını gösteriyorsa, bundan binlerce kez mükemmel, estetik, sanatsal ve kompleks yapılara sahip kainat ve içindeki mahlukat da kendi sanatkarı olan, sonsuz akıl sahibi Allah’ı gösterir.
53
BAGAN TAPINAKLAR VADİSİ – MYANMAR (BURMA) Dünyanın en zengin mimari alanlarından biri olan Bagan’da, 11. ve 13. yüzyıllar arasında, Bagan Hanedanı’nın kralları, burada binlerce Budist pagoda ve tapınakları inşa ettirmiş. Geniş alanda pagoda ve tapınaklardan başka bir yapı yoktur. Puslu sabahlarda, altın kaplı stupalar adeta havada asılı duruyor gibi görünüyor. Buraya gelen turistlerin gözdesi tapınak dolu vadiyi balonlara binip yukarıdan kuşbakışı seyretmek. Şimdi bir balona binip manzarayı seyrederken yanımızdaki kaptana desek, aşağıda birine “Bu tapınakları kim inşa etmiş?” diye sordum, “Depremler sonucu şu karşı dağlardaki taşların bu vadiye dökülüp kasırgalarla savrulması sonucu kendiliğinden oluşmuştur” diye cevap verdi. Bu doğru mu? Onu söyleyen Burma sana ineklik yapmış. Hiç bu sanat harikaları tesadüfen olabilir mi? Bunları yaptıran krallara saygısızlık yapmış. Ey Burmalı hakikati bulmalı. Yani sen diyorsun ki bu tapınaklar ve içindeki Buda heykelleri tesadüfen, kendiliğinden değil, akıl sahibi bir sanatkar tarafından inşa edilmişlerdir. Doğru mu? Doğru. Peki bu dünya tapınağı ve içindeki insan heykellerinin sanatkarını hiç düşündünüz mü? Tesadüfen, kendi kendine bu sanat harikaları oluşabilir mi? Kim bunları böyle kusursuzca inşa etmiştir?
54
Benim mevzum Burma, başka bir şey sorma. Yanımda durma, kafamı yorma karıştırma, yolumu şaşırttırma. Yolunu şaşırmaz hakikati bulursun. Gel mantığını biraz zorla, ey Burma, İslam’a gir, gaflette durma. Yeni bir din, yeni bir ayin, yeni bir fikir, yeni bir zikir, yeni bir kelam, yeni bir selam. Bu yaştan sonra İslam hakikati, yaşatacak bana bir çok müşkilatı. Ey Burma, İslam zor mu diye sorma, kafanı buna yorma, böcek yerine yersin hurma, şehadet getir durma. Yeni bir isim yeni bir cisim. Sırtıma cübbe kafama takke. Ayağıma çarık başıma sarık. Ağzıma misvak sakalıma tarak. Avucuma koku yüreğime korku. Tut ki müslüman olduk hatayla, bu yaştan sonra bizi sünnet ederler baltayla. Ey müslim yakacaksın bizi küllüm. Ey Burma kendi kendine hayal kurma, kafanı bununla sıyırma. Şehadet getir durma, adını koydum Kırma. Hadi beni kırma. Yeni bir kimlik yeni bir benlik. Yeni bir kütük yeni bir düdük. Yeni bir hüküm yeni bir yüküm. Müslim olurdum fakat namaz oruç zekat, yaşatacak bana bir çok müşkilat. Ey Burma başka soru sorma, yanımda durma. Senin kafa yitik benim şevkim bitik. Sen devam et kendi yoluna, dikkat et sağına soluna, balonun dümenini kırma, gözünü doğru yoldan ayırma, istikameti şaşırma, Müslümanı kırma...
55
14- LUANG PRABANG – LAOS Luang Prabang, dünyadaki en güzel şehirlerden biridir. Güneydoğu Asya’daki en iyi korunmuş şehir olarak 1995’te UNESCO Dünya Mirası Alanı olarak ilan edilmiştir. Şehir, tapınakları ve manastırlarıyla ünlüdür. Altın renkli tapınak çatıları, tarihi şehre hakimdir. Dua bayrakları rüzgarla dalgalanır ve tüm bölgede gongların sesi duyulur. Palmiyeler ve çiçekli ağaçlarla gölgelenen güzel sokaklar içinde bu şirin şehirde gezinirken, Buda’nın duvar resimleriyle süslenmiş bir çok altın renkli kubbeleri olan tapınaklarla karşılaşırsınız. Tapınakların duvarlarındaki dekorlar, adeta desen desen işlenmiş renkli bir kumaşın motifleri gibi canlı, renkli ve göz alıcıdır.
56
Şimdi bu renkli tapınakların önünden geçen turuncu örtülere bürünmüş yüzlerce Budist talebelere desen; “Nasıl boyaların çatıların tepesinden dökülmesiyle tesadüfen bu desenler oluşamazsa; bu çiçeklerin, çiçeklerin üzerinde uçuşan kelebeklerin, bu renk renk bezenmiş kuşların, papatya, orkide, leylakların, o akvaryumda yüzen rengarenk balıkların üzerlerindeki desenler de tesadüfen oluşamaz. Nasıl bu tapınakların bir nakkaşı varsa, tüm mahlukatın da bir nakkaşı vardır. O nakkaş tüm âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Gelin batıl putlara değil Allah'a iman ve ibadet edin." Ömrü boyunca sadece acı ve eziyet çekerek, tüm meşru dünyevi güzelliklerden soyutlayarak Buda’nın ruhuna erişmeyi düşünen ve Yaratıcıyı hiç aklına getirmeden erdemli olacağını zanneden gafiller, bu cehaletleri yüzünden, yüzleri bu kelamı işitince üstlerindeki örtülerinin rengine bürünüp kızarmazlar mı? Ya da tapınağın önündeki aslan heykelleri gibi kükreyip, kutsal ruh Buda’ya saygısızlık yapan bu kafiri yakalayın deyip beni Mekong Nehri’ne kadar kovalamazlar mı? Onlara: "Rahman (olan Allah)a secde edin." denildiği zaman, "Rahman da neymiş? Biz senin bize emrettiğine mi secde edecek mişiz?" derler ve bu onların nefretini artırır. (Furkan Suresi, 60)
57
KAVANOZ DÜZLÜĞÜ – LAOS Kavanoz Düzlüğü, Kuzeydoğu Laos’ta adını burada bir düzine kadar farklı yerde gruplar halinde gizemli taş kavanozlardan almış, geniş inişli çıkışlı bir plato. Düzlüğe ve çevredeki tepelerin üzerine dağılmış daha birçok taş kavanoz daha var. 1. Alan’da, ağırlıkları 600 kilo ile 1 ton arasında değişen 250 kavanoz bulunuyor, düzlükteki en ağır kavanoz ise 6 ton ağırlığında. Bazılarının yakınlarında kapak da duruyor. Bunların yapılış amaçlarına dair öne sürülmüş birçok farklı teori var, fakat başka herhangi bir nesne bulunmadığından hâlâ gizemlerini koruyorlar. Bir şeyler saklamakta kullanılmış veya cenaze kupaları (ölünün küllerinin saklandığı yerler) olmaları mümkün. Tam yapılış tarihlerini belirlemek de bir o kadar zor, fakat arkeologlar yaklaşık 2000 yıllık olduklarına dair fikir birliğine varmış gibi görünüyorlar.
58
Şimdi bu bölgeyi gezen turistlere desek; “Bu düzlükteki taş kavanozlar zamanla rüzgâr, yağmur ve sel sularının dağlardaki taşları aşındırması sonucu kendiliğinden oluştu!” Buna hiçbir akıl sahibi mümkündür diyemez. Çünkü çok kompleks olmasa da ortada belli bir ölçü ve düzenle işlenmiş eserler var. Kör, sağır, düşüncesiz ve camid sebeplerin, tesadüflerin ve tabiatın işi olamaz. Yani taşlara akıl sahibi bir ustanın müdahalesi aşikar görünüyor. Daha sonra geniş düzlükte gezinen Asya fili, kaplan, dumanlı pars, kurt, çakal, kartal gibi hayvanları görüp her birinin mükemmel ölçü ve düzenle işlenmiş şekil ve suretlerinin icadlarını üstün ilim sahibi Allah’ın kudret çekicine vermeyip kör kuvvetler, serseri tesadüfler, sağır tabiat gibi doğadaki bilinçsiz güçlere teslim eden bu akılları materyalist felsefenin büyüsüne teslim olmuş, kalpleri inkârcı virüslerle dolu, şuurları gaflet şarabıyla sersemleşmiş bu inkârcı zihniyete ne demeli? Ne yazık ki dünya genelinde insanların çoğunun akılları inkârcı virüslerden temizlenmemiş bir şekilde, şuurları gaflet sisi içinde, yaşamlarını dinsiz sürdürmektedir. Yani zerreden şemse tüm kâinata mutlak hükmeden, mülkün tek sahibi Allah inancı tencere kapak gibi insanların zihinlerine tam oturmamış.
59
15- BOROBUDUR TAPINAĞI – ENDONEZYA Java’nın orta bölgesinde Kedu düzlüğünde bulunan, sekizinci yüzyıldan kalma Borobudur Tapınağı, Asya’nın mimari açıdan en müthiş anıtlarından biridir. Budist tapınağı olan Borobudur, dikdörtgen şekilli altı kattan, üç dairesel terastan ve zirveyi oluşturan merkezi bir stupadan meydana gelen basamaklı bir piramit yapı Buda’nın kutsal çiçeği olan lotus çiçeğinin biçiminde inşa edilmiş. Duvarları kabartma figürlerle süslü dairesel platformların etrafında 72 açık stupa ve bunların her birinin içinde bir Buda heykeli bulunuyor. Şimdi burayı ziyarete gelen Uzakdoğulu turistlere desek; “Bu tapınak ve içindeki stupa ve Buda heykelleri çevredeki küp küp taşların rüzgar, yağmur, şimşek ve depremlerin etkisiyle tesadüfen bu Kedu düzlüğüne taşınıp zamanla kendiliğinden şekillenerek oluşmuştur!” Bu akıl ve mantık dışı saçmalığı hiçbir Budist, Hindu, Şinto kabul etmez. 60
Nasıl bu tapınak ve stupalar ve içindeki 72 Buda heykeli ve duvarlarındaki sayısız kabartma figürler; tesadüfen, kendi kendine veya tabiatın tesiriyle oluşamazsa bundan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu kâinat, dünyamız ve içindeki 72 farklı millet ve tabanındaki sayısız bitki ve hayvan türlerinin icadları, şekil ve suretleri de sel gibi akan unsurların tesadüfen kendi kendine bir araya gelmesiyle oluşamaz. Ancak sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Rabbimizin üstün aklıyla bu tasarımlar gerçekleşebilir. Bu budur, burası Borobudur, başka açıklaması yoktur! Tabiat dediğimiz dört ana unsur ve diğerleri: Hava, su, toprak, ışık, rüzgar, yağmur, fırtına, sel, bulut, madenler, mineraller, depremler, güneş, ultraviyole ışınları… hepsi yüzlercesi kör, sağır, düşüncesiz ve camiddirler. Yüz tane kör, sağır, düşüncesiz ve cahil adamı bir araya getirip Kedu düzlüğüne koysak Borobudur Tapınağı ve içindeki heykelleriyle bir benzerini yanına yapın desek, kedi kadar aklı ve şuuru olmayan bu adamlar bunun yanına yaklaşamazlar. Yüz cahil bir araya gelse, yüzü birden bir âlim olamazlar. Yani ilim sıfatı onlarda tecelli etmez. Oysa tabiat dediğimiz oluşumların yüzlercesi kör, sağır, düşüncesiz ve camiddirler. Hayat, ilim, irade, hissiyat, şuur, akıl, karar verme gibi sıfat ve hususiyetlerden mahrumdurlar. Matematik diliyle ifade edersek, yüz sıfır toplansa, netice yine sıfırdır, sıfır olacaktır. Tabiat ve yüz küsur sebeplerin bir araya gelmesiyle onlarda mevcut olmayan bu sıfat ve hususiyetlere sahip hadsiz mahlukatın zemin yüzünde vücuda geldiğini görüyoruz. Demek ki, bu tabiat ve sebepler Alim-i Mutlak, Kadir-i Mutlak, Hayy-u Kayyum bir Zat’ın kudret çekicinin yontusu hükmündedir. Asıl faaliyet yapan sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Rabbimizdir. Bu budur, burası Borobudur, başka açıklaması yoktur!
61
BANAUE PİRİNÇ TARAÇALARI – FİLİPİNLER Birçokları tarafından dünyanın sekizinci harikası olarak görülen Banaue Pirinç Taraçaları, Batad halkı tarafından son 2000 yıl içinde yapılmış, mühendislik açısından inanılmaz bir başarı. Bu bölge, Kuzey Filipinler’in güzel Luzon eyaletinde yer alıyor ve deniz seviyesinin 1500 metre daha fazla üzerine yükselen sarp, ormanlık dağlara sahip. Dağ yamacından oyulmuş, insanı hayrete düşüren taraçalar, göz alabildiğine uzanıyor. Adeta sonsuz görünen basamaklar halinde, ekili pirinç ve sebze tarlalarından oluşan taraçalar, büyük ölçüde elle, taşların teker teker yerleştirilmesiyle inşa edilmiş ve yamacın 10.500 kilometrelik alanını kaplıyor. Burada yol veya elektrik yok, çünkü Batad halkı, yüzyıllardır yaşadıkları şekilde yaşamayı, yeryüzü ve çevreleriyle ruhani bağı korumayı tercih ediyorlar. Burada hâlâ ata ruhlarına tapılıyor ve öfkeli bir ruhu hoşnut etmek için üç tavuk ya da bir domuzun kurban edilmesini görmek olağandışı değil. Şimdi pirinç taraçalarında çalışan Batadlılara desek; Manzara büyüleyici ve çok harika. Bence dağların zirvelerinden inen seller, önlerine kattığı çamur ve taşları sürükleyerek binlerce bu set gibi taraçalar kendiliğinden oluşmuş olmalı! Ey yabancı! Şu dağlara bir bak. Yamaçlarında binlerce basamaklar duruyor. Sen keçileri mi kaçırdın? Bak şu bedenlerimize, çalışmaktan her yerimiz taraça gibi olmuş. Sen diyorsun ki tüm bunlar tesadüf, tüf senin taraça gibi aklına! Ey Batadlı! Peki dağ gibi bedenlerinizin yamaçlarına oyulmuş bu göz, kulak, burun, ağız, kafa, gövde, el, kol, bacak, ayak taraçalarını hiç düşündünüz mü? Acaba nasıl oluşmuşlar? Yeryüzünün hareketli bu yüz milyonlarca dağ ve taraçalarını görebiliyor musun? Bunlara kusursuz ve aynı biçimde kim şekil ve suret vermiş hiç düşündünüz mü?
62
Tüm bunların dağ zirvelerinden inen sel gibi suların önlerine topladığı toprak, hava, su, ışık unsurlarıyla tesadüfen, kendiliğinden oluşabilmesi mi daha makul, yoksa sonsuz bir ilim, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir kudret sahibi olan Allah tarafından yaratılması mı? Ey yabancı! Bak rüzgar esiyor, ata ruhlarımızı kızdırdın, kesecek tavuğumuz da kalmadı. Söyle bana sen hangi dinin mensubusun? Dinim İslam, kitabım Kur’an, gelin siz de buna iman edin! Ey yabancı sizde var beş vakit namaz, bir ay oruç; içki, kumar, zina yasak. Bizde ise üç tavuk kes tamam, bırak domuz gibi yaşayalım. Ey Batadlı! Gel iman et, bataklıktan kurtul. Banane banane sorumluluk alamam beş vakit yerine üç tavuk bizde şahane. Ey Batadlı! Gel iman et olma divane. Banane banane şarap, kumar, kadın, ye, iç, eğlen böyle keyfince yaşamak şahane, gönlüm deli divane, üç tavuk bahane. Ey Batadlı, hayat yalnız bu dünyadan ibaret değil, ölüm var hesap var. Pirinçleri hasat edince karşımda kadehler masamda şarap var. Ey Batadlı, gayri meşru eğlencelerin sonu helakettir. Luzon'un kızları sürme çekik gözlü uf anam felakettir. Bre Batadlı, Allah sana insaf versin gel hidayete, uyma Şeytana. Hele ürünler bolca çıksın paranın yarısını yatıracağım ganyana. Ey Batadlı, tekerlemeyi bırak, tövbe et şehadet getir. Harman olsun cebimde mangır, keyifler gıcır, gönlüm fıkır fıkır, şarabı çek lıkır lıkır, ye iç eğlen hayat bence gırgır.
63
16- NİKKO TOSHOGU MABEDİ – JAPONYA Dini ziyaret kenti Nikko, Tokyo’dan iki saatten kısa bir yolculukla ulaşılabilen, dağlık bir araziyle çevrili, dikkat çekici bir Şinto ve Budist mabet kompleksidir. 1616’da güçlü Japon Hükümdarı Ieyasu, burada onuruna bir mabed inşa edilmesini vasiyet etti. Bölge zaten dini öneme sahipti, Budist tapınağı Rinnoji sekizinci yüzyılın ortasından beri ayaktaydı. Ieyasu’nun mabedi bir yıl içinde tamamlandı, fakat torunu Tokugawa Iemitsu, dedesi için çok daha gösterişli bir yapı dikmeye karar vererek Toshogu Mabedi’ni inşa ettirdi. Her yıl Mayıs ayında buraya Ieyasu’nun gömme törenini canlandırma amacıyla 1.000 ya da daha fazla kostümlü rahip ve savaşçıyla büyük bir şenlik düzenleniyor. 64
Japonlar, yüksek teknolojiyle iki tane robot yapıp tapınağın önünde savaşçı kostümleri giydirip samuray gibi ellerindeki kılıçları basit ve yavaş hareketlerle birbirlerine değdirseler, binlerce insanın takdirini kazanırlar. Hiç kimse demir ve kablo yığınlarının tesadüf rüzgârlarıyla savrulması sonucu, kendiliğinden bu teknoloji harikası robotlara dönüştüğünü iddia edemez. Şimdi Japonlara desek, çok takdir ettiğiniz bu robotlar mı daha mükemmel, kompleks ve işlevsel yoksa her biri kusursuz sistemlerle işleyen insan vücudu mu? Tabii ki “insan vücudu” diyeceklerdir. Peki, “Bu tapınağın önünde az önce elindeki kılıçlarla göz kamaştırıcı hareketlerle savaş gösterisi yapan bu binlerce samurayın mucidi, şekil ve suret vereni kimdir? Onların bu mükemmel, pratik ve atik organlarını ve duygularını vücutlarına kim monte etmiş olabilir? Bunun bana mantıklı bir açıklamasını yapar mısınız?” desek; Bu gibi konuları ömürleri boyunca düşünmemeyi ilke edinen ve bir Yaratıcı’ya inanmadan sadece tapınaklardaki ritüelleri yapıp kendi kendilerini batıl putlarla avutan, dünyaya hükmeden üstün teknolojiye sahip olmalarına rağmen, evrene hükmeden üstün ilim sahibi Yaratıcı'yı bulamayan bu Uzakdoğuluların akıl ve mantıktan ne kadar uzak, basiretsiz, ferasetsiz, kör ve sağır olduklarını bu samuray misali kılıç gibi keskin göstermez mi?
65
FUJİ DAĞI – JAPONYA Japonya’nın en çok tanınan görüntüsü 3.776 metre yükseklikte ve zirvesi Ekim-Mayıs arası karla kaplı olan Fuji Dağı'dır. Tokyo’nun yaklaşık 100 kilometre batısında yer alan bu dağın zirvesine yazları şafak vaktini seyretmek için zirvesine çıkmak halk tarafından seviliyor, geceleriyse fenerlerinin ışığı kimi zaman dağ yamaçlarında ince lav hatları gibi görünüyor. Şimdi, kışın yanındaki Hakone Ulusal Parkı’ndan Fuji Dağı’nın zirvesine Japonlar bakarken bir deprem olsa, zirvedeki karlar çığ gibi yuvarlanıp büyüyerek aşağılara düşse ve dağın yamaçlarında düştüğü yerlerde karlardan devasa ayı, kurt, tilki, karaca, tavşan heykelleri oluşsa, Japonlar bu olağanüstü durum karşısında şaşırıp hayrete düşmezler mi? Tüm akademisyenler “Bu nasıl olmuş olabilir?” diye incelemek için Fuji Dağı’na çığ gibi düşmezler mi? Günlerce kafa yormazlar mı? Fuji Dağı’nın eteklerinde yaşanan bu mucize karşısında hiçbir Japon zirvedeki kar tanelerinin bir çığ sonucu yuvarlanıp çoğalarak kendiliğinden bu kardan heykellere dönüşebileceğine ihtimal vermez.
66
Ama ana rahmindeki tek bir hücrenin bölünüp çığ gibi çoğalarak bu heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı hayvanat ve insanlar taifesinin tesadüfen, kendiliğinden veya doğa harikası olarak oluşabileceğine çok rahat inanırlar. Bu kainat ve içindeki mahlukatın sonsuz ilim, kudret, hikmet ve irade sahibi Allah tarafından yaratılıp, şekil ve suret verildiğine neredeyse hiç ihtimal vermez, bir an bile düşünmezler. Zekaları yanardağ gibi yükseklere çıkan ama idrakleri sönmüş bir volkan gibi uykuya dalan bu sarı ırk daha ne zamana kadar kırmızı ışıkta durup Hak bir deyip İslam yoluna geçmeyecek? Dedi ki: "İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum." (Ahkaf Suresi, 23)
67
17- MACHU PİCCHU – PERU Machu Picchu, And Dağları’nın yamacında, tropikal bir dağ ormanının ortasında, deniz seviyesinden 2430 metre yükseklikte, olağanüstü güzel bir ortamda bulunur. Kent, olasılıkla İnka İmparatorluğu’nun en büyük kent başarısıydı. Devasa surları, yamaçları ekilen ve asma bahçelere dönüştürülen terasları, rampaları İnkalar’ın mimarlık ve sanat dehasıyla oluşmuşlardır. Şimdi burayı gezmeye geldiğimizde bizi göbekli, başı peruklu bir Perulu rehber karşılasa ve bölgeyi anlattıktan sonra ona desek; “Ya hemşehrim, bu taşları buraya kim dikti, ondan hiç bahsetmedin?” “Bu bir sır, muamma. Ama ben inanıyorum ki, rüzgarların savurduğu, erozyonun yonttuğu bu granit dağdaki taşların devrilip buraya dökülerek kendiliğinden oluşmuştur ya da yemin olsun ki, bu dağdaki ana tanrıça bunu kendi yapmıştır!” dese, o sırada da sert rüzgarlar esip adamın keli gözükse;
68
Bu başı peruklu, aklı perili, tepesi iki telli, dili kelli felli Perulu’ya oradakiler, “Yapma be kardeşim, git adama küfür ettirme, bu saçmalıkları dinlemek için mi seni tuttuk? Sende lama kadar akıl yokmuş!" demezler mi? Tüm insanlığa materyalist görüş sunmayı kendi kendilerine and içmiş, tüm kainatın ve içindeki mahlukatın tesadüf rüzgarlarının savurmasıyla kendiliğinden oluştuğunu iddia eden ve tesadüfleri kendilerine ilah edinen bu göbekli, yaşlı başlı adamların hâlâ perukları uçup kelleri görünmedi mi? Onlara; “Ya hemşehrim! Bu mahlukatı buraya kim dikti? Git adama kafir dedirtme. Bu saçmalıkları dinlemek için mi sizi kürsüye oturttuk? Sizde zeka var ama lama kadar idrak yokmuş!” diyen yok mu?
69
LİMA – HUANCAYO TRENİ – PERU 2005’te Tibet’te açılan Pan-Himalaya Trenyolu'ndan sonra ikinci olan Lima-Huancayo hattı And Dağları’nda 4.829 metre yüksekliğe çıkan bir mühendislik harikası ve heyecan verici bir yolculuktur. 335 kilometre uzunluğundaki demiryolunun inşası 38 yıl sürmüştür. Yol boyu dönemeçlerle dik yamaçlara tırmanan tren, 59 köprü, 66 tünel ve 22 dönemeçten geçer. Lima-Huancayo treni oldukça konforlu bir trendir. Deniz seviyesindeki Lima’dan 6 saatte And Dağları’nın dondurucu soğukluktaki vahşi doğasına çıkarken, bir yandan koka çayını yudumlarsınız. Dünyanın en yüksek tren istasyonu olarak kabul edilen Ticlio’da (4.758 metre) ayaklarınızı uzattığınızda, nefes almakta zorluk çekebilir ve trende gezinen oksijen hemşiresinin yardımına ihtiyaç duyabilirsiniz. Şimdi vagonda pencere kenarından koka çayını yudumlayıp, And Dağları’nın nefes kesen manzaralarına dalmış, yan koltuktaki Peruluya desek; Geçenlerde Cuzco’dan Machu Picchu’ya doğru gittim. İnka Harabeleri’ni gördüm. Taşlarda son derece ustalıkla işlenmiş çeşitli geometrik şekiller ve değişik hayvan figürlerine rastladım. Bence bu çizimler Dağların Ana Tanrıçası tarafından ya da And Dağları’nın tozu dumana katan rüzgarlarıyla taşları aşındırması sonucu, kendiliğinden oluşmuş olmalı.
70
Ey yabancı! İstersen oksijen hemşiresini çağırayım. Buraların yüksek havaları seni çarptı galiba. Kafan gibi boş ciğerlerine biraz hava versinler belki açılırsın. Şu dışarıdaki manzarayı görüyor musun ey Perulu? Uçuşan kıyafetleriyle ata binmiş yöre insanları, önünde tozu dumana katan lamalar koşuyor. Bu toprağa ustalıkla işlenen kaktüs şekilleri, çiçekler, kelebekler, bu koşuşan figürler... kimdir sence bunların Sanatkarı, düşünmemek değildir akıl kârı. Evlat! Evrende doğa kanunları var. Tabiatın tesiriyle her şey doğal ortamda kendiliğinden gelişir. Yüksek rakımdayız. Bunları düşünüp kafayı daha fazla üşütme. Nasıl olmuşsa olmuşlar. Bunlardan bize ne? Ey Perulu! İstersen hemşireyi kendine çağır, koka çayını yudumlarken biraz oksijen koklatsınlar sana belki açılırsın. Taşa ustalıkla işlenmiş şekillerin akıl sahibi bir sanatkarı varsa, bundan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu toprağa işlenen geometrik şekillerin ve üstünde gezinen figürlerin Sanatkârı, nasıl kör, sağır, düşüncesiz ve cansız tabiat ve tesadüfler olabilsin? İlim, akıl, hayat, şuur ve iradeden yoksun tabiatın eline sel gibi akan unsurları; hava, su, toprak, güneş ve yel gibi esen tesadüfleri; rüzgar, şimşek, deprem, ultraviyole ışınları gibi bilinçsiz güçleri verip, birlikte düşünüp taşınıp istişare sonucu karar verip uygulayıp bu her biri kusursuz bir ölçü ve düzen içindeki mahlukatın şekil ve suretlerini oluşturmalarını senin insafına soruyoruz. Bin defa körlük, sağırlık ve akılsızlık değil mi? Evlat! Senin bu söylediklerini bizden bilen, düşünen vardır ancak binde biri, yaşam felsefemiz ye, iç, eğlen, başka bir derdimiz yok gayri. Tanrı’yı unutup ilah edinmişiz tabiat ve tesadüfleri, meğer yüksek trene binmiş gibi hepimizin aklı olmuş serseri. Ey Perulu, bundan sonra rehberin olsun Allah ve Resulü. Kurtuluş yoludur Kuran ve Sünnet'e tebaiyyet. Gel sen de tasdik et benimle beraber getir şehadet. 71
TANK MİSALİ Çölün ortasına terkedilen mükemmel bir tankın mühendisini aradığımızda, bize bu tankı yapan kişinin kör bir zat olduğu söylense inanmayız. Hem kör, hem de sağır olduğu söylense bu fikri katiyetle reddederiz. Hem kör, hem sağır, hem de şuursuz olduğu söylense bu iddiaya ancak güleriz. Hem kör, hem sağır, hem akılsız ve hem de hayatsız olduğu söylense bu hurafeyi tavsif edecek söz bulamayız. İşte tabiat bu son iddiada belirtilen mevhum sanatkardan yani gerçekte olmayıp var sanılan sanatkardan başka bir şey değildir. Ya da bize bu tankın çevrede bulunan demir madenlerindeki hurdalara isabet eden bir kasırganın malzemeleri savurarak kaza sonucu kendiliğinden oluştuğunu söyleseler bu tesadüf saçmalığını asla kabul etmeyiz. Sonra tankın içine girip kumanda koltuğuna bırakılan, tankın nasıl hareket ettiğini ve nasıl atış yapıldığını anlatan ve idare kanunları içinde yazılı olan defteri görsek; "1500 beygir güç üreten ve dizel yakıt sistemiyle motorunun çalışması, 120 mm’lik 55 kalibre yivsiz topların namluya sürülmesi, gelişmiş görüş ve algılama sistemiyle hedefe kilitlenmesi, fırlatma düğmesine basılması…" gibi hareket ve atış kanunlarının yazılı olduğu defteri görüp "İşte bu teknik donanıma sahip tankı harekete getiren benzinin yanma kabiliyetidir, topu hedefe götüren havanın hidrodinamik kanunudur" deyip tankın mühendisini ve kumandanını görmemek ve tankın icadını ve işleyişini bu elsiz, gözsüz ve çekiçsiz deftere vermek tam bir akılsızlıktır. Aynen bu misal gibi hadsiz derecede bu misaldeki tanktan daha muntazam, daha mükemmel ve bütün etrafı mucizane hikmetle dolu şu kainat ve içindeki tüm bitki, hayvan ve insan taifelerinin kusursuz yaratılışlarını Cenab-ı Hakk’ın icratında uyguladığı bir takım kanunlar mecmuası olan yerçekimi, cazibe, termodinamik, hidrodinamik, suyun kaldırma kuvveti, ısının genleşme katsayısı gibi isimlendirdiğimiz kanunlara vermek yani yaratılış eserlerini sonsuz akıl sahibi Allah’tan yüz çevirip gözsüz, şuursuz, kudretsiz bir defter hükmünde olan tabiat kanunlarına isnad etmek tam bir ahmaklıktır. 72
Çünkü bu kanunlar Halık olup, bu mahlukatı yoktan yaratamazlar. Musavvir olup her birinin mükemmel şekil ve suretlerini veremezler. Rezzak olup bütün mahlukatın rızkını verip ihtiyacını karşılayamazlar. Rahman olup bütün mahlukata merhamet edip türlü türlü nimetler ihsan edemezler. Müheymin olup her şeyi görüp gözetemezler. Selam olup bizleri her türlü tehlikelerden koruyamazlar. Semi ve Basir olup her şeyi en iyi işiten, gizli açık her şeyi en iyi gören olamazlar. Rakib olup her varlığı, her işi her an görüp, gözeten, kontrolü altında tutan olamazlar. Şehid olup her zaman her yerde hazır ve nazır olamazlar. Mucib olup duaları, istekleri kabul edemezler. Vasi olup rahmet, kudret ve ilmi ile her şeyi kuşatamazlar. Hakim olup her işi hikmetli, her şeyi hikmetle yaratamazlar. Vedud olup kullarını en fazla seven, sevilmeye layık olamazlar. Hamid olup her türlü övgü, hamd ve senaya layık olamazlar. Vali olup bütün kainatı idare edemezler. Muktedir olup dilediği gibi tasarruf edip, her şeyi kolayca yaratan kudret sahibi olamazlar. Malik-ül Mülk olup mülkün, her varlığın sahibi olamazlar... Hülasa 99 Esma-ül Hüsna ile müsemma olan, şirkten münezzeh Allah-u Teala’nın vasıflarına malik olamazlar. Not: Bu konu "Tabiat Kanunları" adı altında ayrıntılı olarak "Gizemli Dünyalara Yolculuk - Nur Ekspresi" adlı kitapta ayrı bir bölüm halinde yazılmıştır. İsteyenler müracaat edebilir.
73
18- NASCA ÇİZGİLERİ - PERU Nasca Çizgileri; Güney Peru’daki Nasca Çölü’nde kimi canlı biçimlerini ya da çeşitli geometrik şekilleri betimler tarzda çizilmiş, bazıları kilometrelerce uzunlukta olan çizgilere verilen genel addır. Düz çizgi, üçgen, sarmal, kuş, maymun, köpek, örümcek, çiçek gibi şekiller çok büyük olduğu için yerden bakıldığında anlaşılmaz, ancak çok yüksekten bakıldığında görülür. 1920’li yıllarda küçük bir uçak Nasca Platosu’nun üzerinde uçuyorken, ancak çok yüksekten bakıldığında görülebilen hayvan şeklinde çizilmiş devasa figürler, büyük geometrik şekiller ve boyu 200 metreye ulaşan çizimlere rastladı. Ancak Nascalıların erişemeyeceği bir yüksekten görülebiliyorlardı. 1300 kilometre karelik bir alanda ve toprağın derinliğine fazla inilmeden çizilmiş bu çizgiler, o zamandan beri Nascalıların gizemi olmayı sürdürüyor. 74
Bunları kimin, ne zaman çizdiği bilinmemekle birlikte, 12. yüzyıldaki İnka uygarlığından eski oldukları kesindir. MÖ 200 ile MS 700 arasında tarihlendirilmektedirler. Bazılarının takvim ya da gök bilimle ilişkili olduğu, bazılarının ise doğa ayinlerinin bir parçası olarak yapıldığı sanılmaktaysa da, ne amaçla yapıldıkları hakkında kesin bir veri elde edilememiştir. Bölgenin aşırı kurak iklimi, bu çizgilerin bugüne değin bozulmadan kalmasında yardımcı olmuştur. Nasıl bu Nasca Çizgileri rüzgarların tesadüfen taşı toprağı aşındırmasıyla oluşamazsa ve onları çizen bir akıl varsa, yine nasıl mürekkebin tesadüfen aharlı kağıda dökülmesiyle bir hat oluşamazsa, bu yazıt ve hüsn-ü hattan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu canlı mahlukat da bu hokkabazların dedikleri gibi tesadüfen değil, üstün bir ilim ve hat sahibi Rabbimizin kalemi ve hokkasıyla yazılıp şekil ve suretlendirilebilir. İnsan vücudunda Rabbimizin yaratılış mucizelerine işaret eden sayısız deliller dururken, bunu kör tesadüflere havale edip şöyle düşünebilir miyiz? Ebed Yolu’na çıkan kervandaki insanlara doğa acıyıp onlara şefkat gösterdi. Kendi ihtiyaçlarını karşılamak için uzuvlar verdi. Yürümek için ayaklar, tutup çalışmak için eller, görmek için gözler, duymak için kulaklar, sindirim için ağız, diş, dil, tükürük salgısı, yutak, yemek borusu, mide, asitler, ince ve kalın bağırsak ve müştemilatını verdi. İnsan vücudundaki tıbbi mucizeleri saymaya kalksak 22 ciltli Ana Britannica Ansiklopedisi’ni geçer. Nasıl mürekkebin masaya dökülmesiyle kendiliğinden bu bilgi ve yazılar vücuda gelemezse, yine nasıl bir sanayi bölgesindeki fabrikalar bir hurda yığınına isabet eden bir kasırganın demirleri savurarak kaza sonucu kendiliğinden oluşamazsa, insan vücudundaki bu binlerce fabrika misilli organlar, sistemler ve içindeki olağanüstü bilgiler de kör, sağır, düşüncesiz ve camid doğanın bize acıyıp yaratmasıyla veya tesadüflerle değil, sonsuz ilim, kudret, hikmet ve irade sahibi Rabbimizin emri ve iradesiyle oluşmuştur.
75
EL CHORA - BOLİVYA Bolivya Güney Amerika’nın en yoksul ülkesidir, ancak maddi olarak eksikliğini çektiği konforun yerine geçen bir kültürel mirasa ve görkemli doğal güzelliklere sahiptir. 70 km uzunluğunda tarihi bir İnka yolu olan El Chora, Altiplano'nun yüksek dağlarıyla Los Yungas’ın astropikal ormanını birbirine bağlar. La Paz yakınındaki çıplak dağ yamacından yukarı ağaç çizgisinin üzerine, yaklaşık 5000 m yükseklikteki Chucura Geçidi'ne tırmanıp, bin yıl önce dağların arasına döşenmiş, bugün insan ve hayvanların ayak izleriyle yıpranıp parlaklaşmış taşlarla döşenmiş yolda ilerleyip, aşağı doğru gür şelaleler ve coşkun nehirlerin yanından giden eski ahşap köprüden tam geçerken bir kafileye rastlıyoruz. Lamalara yükledikleri malları satmak için Altiplano’ya giden geleneksel rengarenk kıyafetleri içinde tüccar Aymara Kızılderilileri. Onlara Selatu deyip desek; Yüklediğiniz malları yüksek fiyata satmak istiyor musunuz? O halde durun indirin kumaşlarınızı açın ve gösterin. Alpaka yünlerinden dokudukları rengarenk halıların birisinde dağlarda kaktüslerin arasında alpaka sürülerini güden çoban, yanında köpeği ve gökte süzülen akbabalar vardı. Açtıkları diğer halıda renkli kıyafetleriyle başında tüyler, elinde mızraklarla ateşin etrafında dans eden Kızılderili savaşçılar, bir diğerinde de dağlarda ateş yakıp dans eden ilginç kıyafetleriyle dini ritüeller yapan Şaman Kızılderililer vardı. Şöyle bir baktıktan sonra desek; Bence bu halılar dağlarda otlayan alpakaların yünlerinin rüzgarda savrulup kaktüslere dokunmasıyla kendiliğinden dokunmuş olmalı. Renkli desenler de boya kutularının rastgele üstlerine dökülmesiyle tesadüfen oluşmuştur. Bedeli olmalı lakin bedava yapılan işlerin bedeli de olmalı tek haneli. O yüzden bunlara 1 bolivyanos yeter. Fiyatı ancak bu kadar eder. Ey şaşkın karşımıza nereden çıktın. Boşuna tuttun bizleri ettin esir, anlaşılan dağların yüksek havası dokunmuş sana çıplak kafana etmiş tesir. Bu lamaların tezeği bile 40 bolivyanos eder. Ey yabancı buranın 76
rakımı yüksek sen de rakamı yükselt. 1000 bolivyanosu devir, halıyı çevir, kendini köprüden sağ salim geçir. Sakin ol Carlos tamam vereceğim 1000 bolivyanos, lakin sizlere sorum şu; Size halılara nakşedilen bitki, hayvan ve insan şekillerini sordum, mutlaka akıl sahibi bir nakkaşı dokuyucusu var demek istediniz. Peki bu halılardaki resimlerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı şu rengarenk yeryüzü halısına nakşedilen canlı şu kaktüslerin, lamaların, sizlerin ve bizlerin hülasa şu kainatın ve içindeki mahlukatın çok hassas ölçü ve ilmikler içindeki şekil ve suret veren Sanatkarı kimdir, bunu hiç düşündünüz mü? Nasıl tesadüf rüzgarlarının esmesiyle bu yünler kendiliğinden bu mükemmel dokunmuş halılara ve içindeki motiflere dönüşemezse bu yün yumakları gibi yeryüzü havzasına yığılan camid ve şuursuz atom yığınlarının da akıl sahibi bir Nakkaşı olmadan, sınırsız zaman, mekan ve malzeme de olsa, kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiatın ve serseri tesadüflerin etkisiyle kendiliğinden yüzbinler çeşit farklı bitki, hayvan ve insan taifelerine dönüşebilmesi yüzbinler defa imkansızdır. Bu gün gibi açık gerçeğe karşı gözleri yumak yapmak ahmaklıktır. Ey aklı perili Şaman Kızılderililer. Gelin dağa, taşa, ateşe, tabiat ve tesadüflere ilah diye tapacağınıza, hadsiz bir ilim, nihayetsiz bir hikmet ve her şeyi kuşatan irade sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah’a iman edin, Resulüne tabi olun ki kurtuluşa eresiniz. Üzerinde taşıdığınız emaneti O’na satın, O’nun yolunda harcayın ki, beyhude zayi olmasın fiyatı birden bine yükselsin yoksa ötede kırk para etmeyecektir. Ortalama 70 yıl uzunluğunda beşeri bir imtihan yolu olan ömrünüzü heba etmeyin. Sizlerden istenen şu kainatın yaratıcısı olan Allah’ı tanımak, O’na iman edip ibadet etmektir. Bakın selamınız selatu, o zaman Allah’a iman edip kılın selatu, verin zekatu, geçin sıratu. Ötede yüksek rakımda olacağız ay Carlos rakamını yükselt. Seccade halıyı karşına çevir, bin bolivyanosu devir, kendini sağ salim köprüden geçir.
77
19- CHİCHEN ITZA PİRAMİDİ – MEKSİKA Ünlü Chichen Itza piramitleri ve tapınakları Yucatan Yarımadası’nda Maya – Toltec Uygarlığı’nın en önemli antik anıtlarıdır. Bu taş kütleli piramitler MS 10. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar bütün Yucatan kültür bölgesinde etkili olmuşlardır. Bölgenin en çok tanınan anıtı Kukulcan Piramidi’nin etrafı kuş tüylü yılanlar, savaşçılar, kartallar ve jaguarlar da dâhil Toltec motifleriyle süslenmiştirler. Kukulcan Piramidi'nin önüne tanıtım için başında kuş tüylü yılanlar ve kartallar bulunan savaşçı Kızılderililerin heykelleri konulsa, gelen turistlere bu piramit ve heykellerin tabiat ve tesadüfler sonucu oluştuğunu söyleseniz hiç kimse bu saçmalığa inanmaz. Şimdi piramidin önüne binlerce turist gelmiş bakınırken, gündüz vakti birden hava kararsa, fırtınalar esip şimşekler çaksa, ardından deprem olup yer yerinden oynasa, piramidin taşları dökülse, savaşçı Kızılderili heykellerin kafalarındaki taş yılanlar yere düşüp insanlara doğru kafasını kaldırarak saldırsa, kartallar çığlık atıp kenti terk etseler, Kızılderililer mızraklarıyla savaş dansına başlasa… Yaşanan tüm bu olağanüstü olaylar karşısında bu turistler noluyor diye şok geçirip çığlık çığlığa kaçışmazlar mı?
78
Hava güneşliydi, heykellerin önüne ilginç kıyafetleriyle Kızılderililer geldi. Başlarına kuş tüyleri ve yılanlar takmışlar, sırtlarında kartal kanatları, ellerinde mızraklarla savaş dansı yapmaya başladılar. Turistler alkışladılar ama savaşçılardan başka hiç kimse çığlık atmadı. Taşların yürüyüp hareket etmesine mucize diyoruz da, et ve kemiklerin yürüyüp çığlık atmasına ne diyelim? Nasıl olsa her şey alışılagelmiş, tabiiydi. Zaten doğa ve tesadüf denilen bilinçsiz güçler her şeyi yapmayı akledip güç yetirendi. O yüzden şaşıracak bir şey yoktu!
79
LAUCA - ŞİLİ Lauca, Tibet’ten sonra dünyanın en geniş yüksek platolarının yer aldığı ve Şili’nin en güzel bölgelerinden biri olan Altiplano’dadır. Burası Şili ile Bolivya arasındaki sınır boyunca uzanan 3.600 kilometrekare alana sahip ve UNESCO Dünya Biyosfer Rezervi olarak koruma altında bir bölgedir. Deniz seviyesinin 3000 metre üzerinde yer alan Altiplano, zengin bir kültüre sahip Aymara Kızılderililerinden geriye kalan ve sayıları giderek azalan lama ve alpaka çobanlarının yurdudur. Şimdi Dünya Biyosfer Rezervi’ni incelemek için bölgeye gelen bilimadamlarının oluştuğu heyete ders vermek için bir deney yapsak, sanatkar bir alpaka çobanına tuzladaki biriken tuzlardan ustaca yaptırdığımız And devesi, lama, alpaka, akbaba, martı, filamingo, tilki gibi bölgede bulunan hayvanların heykellerini tuzlaya dikip sergilesek ve gelen heyete desek; “Sizce bu heykelleri kim yapmıştır?” Anında "Kim yapacak tabii ki adamın biri yapmıştır." diyecektirler. Sonra heyete; “Bu heykeller dağlardan esen rüzgarların tuzları savurup bir araya gelmesiyle, sel sularının sürüklenmesiyle, lavların akmasıyla, erozyonun aşındırmasıyla gibi müşterek olaylar sonucunda binlerce yılda doğal seyrinde kendiliğinden oluştular.” desek; bu saçmalığı hiçbiri kabul etmeyecektir. Sonra heyete heykellerin canlılarını gösterip; “Peki şu platoda gezinen bu hayvanatın her birine mükemmel bir ölçü ve düzen içinde sanatkarane şekil ve suret veren üstün akıl sahibi Sanatkarı kimdir?” desek, anında alemlerin Rabbi olan Allah diyen içlerinden bir tane idrak sahibi çıkar mı acaba? Doğal seleksiyon, doğanın dengesi, tabiat kanunları, tabiatın etkisiyle gibi bir yığın inkar sözcükleri havada dolaştı durdu. Bazısı da biraz Allah, yanında doğal seleksiyon, tabiatın tesiri, tesadüfi süreçler ve kendi kendine gibi doğada varlığından söz etmeye değ-
80
meyen bilinçsiz güçleri katıp kapuçino yapar gibi Allah’ın mülküne şirk katıp tabiat ve tesadüflere taksimat yaparak bu mahlukatın oluştuklarını anlatmaya çalıştılar. Onlara desek; “ Nasıl bu tuz zerreleri tesadüf rüzgarlarının esmesi sonucu bu hayvan heykellerini oluşturamazsa, öyle de bu tuz zerreleri gibi cansız ve şuursuz atom zerrelerinin de tesadüf rüzgarlarıyla sürüklenip kendiliğinden bir araya gelip toplanmasıyla her biri ayrı bir tasarım harikası olan bu mahlukatı oluşturması imkansızdır. Evet nasıl bu havzaya yayılan tuz yığınları tesadüf rüzgarları sonucu kendiliğinden bu hayvan heykellerine dönüşemezse, bu kainat ve dünya havzasına yayılan atom yığınları da, yüzbinlerce yıl geçse de tesadüf rüzgarları sonucu sadece savrulup dururlar. Belli belirsiz yığınlar oluşturabilirler. Ama yüzbinlerce farklı türde bitki, hayvan ve insan suretlerine dönüşemezler. Atomları bir araya getirip tüm evreni, galaksileri, yıldızları, güneşi, gezegenleri, dünyayı ve içindeki bitki, hayvan, ve insanları yaratan, onların her birine ayrı ayrı şekil ve suret veren kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiat ve tesadüfler değil, sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi, mülkünde iştirak asla kabul etmeyen, şirkten münezzeh, mülkün yegane sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah’tır. Gelin tabiat ve tesadüfleri kendinize ilah diye tapacağınıza Rabb-ül alemine iman ediniz.” desem vicdanları kabul ettiği halde, kibir ve büyüklenme dolayısıyla Allah’ı ömrü boyunca inkar eden bunlardan bir tane akıl ve idrak sahibi çıkar mı acaba? Onların eline rüzgarları, sel sularını, lav akıntılarını, erozyonları… versek yani bilimadamlarını tuzladaki tuz yığınlarının yanına getirip bilinçsiz güçlerin başına dikip doğal seyrini takip ederek ya da yönlendirerek ama elleriyle temas etmeden binlerce yıl idare ve sevk edip bekleseler acaba bu alpaka çobanının yaptığı heykelleri yapabilmelerini bekleyebilir miyiz? Sonuç binlerce yıl geçse de havzaya belli belirsiz yayılan tuz yığınları olmaz mı? Yoksa tabiat ve tesadüflerin akıldan, ilimden, hayattan, düşünmeden, temastan yoksun olduklarını hiç düşünmüyorlar mı?
81
20- TEOTİHUACAN PİRAMİTLERİ - MEKSİKA Tanrıların yeri anlamına gelen Teotihuacan şehri, kimler tarafından, ne için kurulduğu ve aniden terk edilmesi halen gizemini korumakta. Bir başka sır ise şehri kuran topluma ait. Bugün nereden geldikleri ve kim oldukları hakkındaki bilgiler sadece varsayımdan ibaret. MÖ 100 yılında kurulduğu tahmin edilen ve çok sayıda piramit yapı içeren Teotihuacan, bir zamanlar 100 bin kişinin yaşadığı bir kent haline gelse de, Azteklerin bölgeye gelmesinden en az 600 yıl önce, MS 700’de bilinmeyen sebeplerden dolayı terk edildi. Yaklaşık 2.500 yıl önce 100 bin kişilik bir nüfusu barındırdığı sanılan kentin ana caddesi bölgeye sonradan yerleşen Azteklerin verdiği adla “Ölüler Yolu” denilen, Güneş Piramidi, Ay Piramidi ve Tüylü Yılan Tapınağı ve ikinci derece öneme sahip tapınak ve saraylarla çevrelenen 1,5 km. uzunluğundaki yoldur. Güneş Piramidi, 75 metre yüksekliğiyle dünyada bilinen piramitler içinde üçüncü yüksek piramid olarak kabul edilir. Piramidin taban ölçüleri 110x130 metredir. Diğer uygarlıklardan farklı olarak geride hiç yazılı kayıt bırakmadı ve Aztekler hükmetmeye başlamadan çok önce kentte yaşayanlar henüz anlaşılamayan bir nedenle kenti terk ettiler. Şimdi aniden kaybolup sırra kadem basan bu topluluk yedi uyurlar 82
gibi uyandırılıp piramitlerin altındaki gizli yollardan aniden çıkarılsalar ve Ölüler Yolu’nda yürüyüp ayakta uyuyan turistlere şöyle seslenseler: “Kendinize gelin ey gafiller! Kendinize bizler gibi ilah edindiğiniz kör kuvvetler, serseri tesadüfler ve sağır tabiat putlarına tanrı diye tapacağınıza, alemlerin Rabbi tek olan Allah’a iman ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” deseler ve yine aniden kaybolsalar, bu insanlar güneş çarpması gibi sarsılmazlar mı? Ay gibi tutulmazlar mı? Yılan derisi gibi kafayı sıyırmazlar mı? Sonra Ölüler Yolu’nda yaşanan bu mucize karşısında kalplerindeki inkar yaralarına az iman mayasını katıp tek Allah’a iman edip ölü kalplerini diriltmezler mi? Ölüler Yolu’nda yürüyüp uykuda oldukları halde kendilerini uyanık zanneden dünyanın yedi ayrı iklimindeki bu gaflet uykusunda kör kütük uyuyan bu gafiller, uyanmaları için mutlaka yedi uyurlar gibi mucizelerin yaşanmasını mı bekliyorlar? Dünyanın gerçek gizeminin görünmeyende değil, görünende olduğunu bilmiyorlar mı? İbret gözüyle şu kainat kitabının gökler, yer, vücudumuz, bitkiler ve hayvanlar hangi sayfasına baksalar “Kendinize gelin ey gafiller!” yazısını okuyacaklar. Sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Rabbimizin kusursuz sanatını görüp, O’nun varlığına ve birliğine şehadet eden sayısız yaratılış mucizelerine şahit olacaklardır. Yeter ki göz bakmasını bilsin. Görmek istemeyen gözler için ne gözlük ne de güneş kişiye fayda vermez. 83
TİTİCACA GÖLÜ - PERU VE BOLİVYA Peru ile Bolivya arasında 3,812 metre yükseklikteki Titicaca Gölü dünyanın ticari seferlere açık en yüksek gölüdür. Göl 281 metre derinliğe ulaşan sularıyla 176 km uzunluğunda ve 50 km genişliğindedir. Bu devasa gölü 25’den fazla akarsu ve dağ buzulu beslemektedir. Titicaca büyüleyici bir görünüme sahiptir. Uzaktaki karla kaplı Cordillera Sıradağları ile Altiplano’nun uçsuz bucaksız gökyüzü altında göl sonsuza uzanır gibidir ve efsanevi İnka medeniyeti ortama daha da esrarengiz bi hava yaymaktadır. Göl üzerinde kendine geleneksel kültürlerini koruyan Uros Kızılderililerin yaşadığı sazlardan yapılma küçük yüzen adalar bulunmaktadır. Gölde yetişen ve totora adı verilen kamışlar çapraz olarak biraraya getirilerek büyük sazlıklar oluşturan Uroslar, bu adacıkların üzerinde kulübe evler de inşa etmişlerdir. Bazılarında on-on beş ev ve aile bulunan bu adadaki evler, yataklar, kayıklar… herşey kamışlardan yapılmıştır ve göl üzerinde yüzmektedir. Geleneksel rengarenk kıyafetleri içinde yüzen adalarına gelen turistleri karşılayan Uros yerlileri yaşam biçimlerini sergileyip ürettikleri etnik giysi ve hediyelik eşyaları satarak geçimlerini sağlamaktadır. Bir de Titicaca Gölü’nde gerçek toprak adalar bulunmaktadır. Bunların en büyüğü Isla del Sol yani Güneş Adası. Güneş Adası, İnka yaratılış efsanesine göre Güneş Tanrısı, İnti’nin evidir. İnkalar, Titicaca Gölü’nün insan ırkının başlangıçtaki yeri olduğu ve ölen ruhların bu göle geri döneceğine inanıyor. Efsaneye göre dünya buradan doğmuş, Güneş, Ay ve yıldızlar gölün sularından çıkmıştır. Adada Aymara Kızılderililerine mensup yaklaşık 800 aile yaşıyor. İnka döneminden kalma 80 civarında tapınak ve bina kalıntıları bulunuyor. Tepeye doğru tırmandıkça kutsal çeşmeye ulaşıyoruz. İnkalar bu kutsal suda yıkandıktan sonra ilerdeki tapınağa gidip orada Güneş Tanrısı’na dua ederlermiş. Adanın yüksek noktasına ulaştığımızda ise bir süprizle karşılaşıyoruz. Güneş Tanrısı, İnti’ye yapılan bir Şaman ayini. Kırmızı kıyafetler içinde yerli halk ve göle sırtını vererek oturan Şaman rahibin ayinine tanık oluyoruz. Bir taş sütunun üstüne kırmızı örtü üstüne çeşitli taş parçacıkları, taşlar, objeler ve boynuzlu hayvan kafatası duruyor. Rahip avuçlarını açıp diğerlerinin avuçlarına daha evvel okunmuş sudan bir kaç damla döküyor ve sonra yerine geçip ayin başlıyor. Davul çalıp, tütsüler yakıp, kafatasının etrafında bilemediğimiz anlayamadığımız ilahiler söyleyip tam bir konsantrasyon içinde Şamanlar ayini tamamladılar. Gölün maviliği, Şamanların kırmızı elbiselerinin birlikte ortaya 84
koyduğu kontrast içindeki görüntü Şamanik gizemleri barındıran ortama esrarengiz bir hava katmaktaydı. Ayinin sonunda Şamanlar, Güneş Tanrısı İnti’ye dua edip kötü ruhların yok edildiğini ve korunduklarını öğreniyoruz. Ayin bitince onlara selam verip desek, Ey Şamanlar şu uzaklarda gölde yüzen kamıştan adacığı, üstündeki evleri, balık görünümlü tekneleri görüyor musunuz? Bunlar nasıl oluşmuş diye rehbere sordum; “Bunlar gölün kıyılarında yetişen totoraların rüzgarlarla sürüklenmesi sonucu gölün ortasında çarpa çarpa çaprazlanıp kendiliğinden oluşmuşlardır.” dedi. Başka birine sordum o da “Güneş Tanrıçası İnti bunları kendi inşa etti” dedi. Adamların dedikleri doğru mudur ey Şamanlar? O totoraların kafaları olmuş papara, sana yapmışlar makara. Hiç bu işler rüzgarların sürüklenmesiyle tesadüfen olabilir mi be ey aklı fukara? Bak şu ellerimize ne haldeler? Kamışları örmekten camış gibi yorulduk. Paramızı da alamadık dua ediyoruz İnti’ye. Pinti adam hem paramızı vermedi hem de bizleri aç çalıştırdı. Yemek diye kamışları verdi bize üç öğün bunları yiyin dedi. Kalsiyum açısından zenginmiş, kanı dengelermiş. Kendisi kulübenin arkasında ızgarada balıkları götürürken iyi ya! Neymiş yersek dokunurmuş, hay sana şeytan dokunsun! Açlıktan kolestrolümüz taban yapacağına bırak tokluktan tavan yapsın, razıyız. Biraz potasyum alsaydık, açlıktan şaşı gözlerimiz dengelenseydi. Be adam diyetisyen misin, akademisyen misin, müzisyen misin anlamadık seni, oyun yapma bize, paramızı getir. Ey Güneş Tanrıçası İnti, ya paramızı getirsin ya da sen yak o pintiyi. “Ey Şamanlar şu kamıştan adaların, evlerin ve balık görünümlü kayıkların bir ustası varsa, şu insan görünümlü sizlerin, şu dağlarda otlayan lamaların, çiçeklerin, böceklerin, şu havada süzülen akbabaların şu gölde yüzen balıkların hülasa şu kainat ve içindeki mahlukatın yok mudur bir ustası? Kimdir bu her biri mükemmel bir ölçü ve düzen içinde yaratılan, şekil ve suretlendirilen mahlukatın Sanatkarı? Kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiat yani Güneş, hava, su, toprak, rüzgar, fırtına, şimşek, yağmurlar bu küllüm hayat, ilim, irade, düşünme ve tüm kabiliyetlerden mahrum bu tabiat ve tesadüfler bu işlerin üstadı olabilir mi? Gelin doğada varlığından söz etmeye değmeyen bilinçsiz güçlere ilah diye tapacağınıza, sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah’a iman edin. İndirdiği Kuran’a ve elçisi Muhammed aleyhisselatü vesselama tabi olun” desem akılları İnka efsaneleriyle antika olmuş, totora kafalı paparalar atalarımız bizlere makara yapmış deyip hakikate sicim sarıp beyin loblarını çalıştırabilirler mi? 85
21- RORAİMA DAĞI - VENEZUELA Venezuela’nın masa dağları ya da diğer adıyla tepuileri içinde en yükseği olan Roraima, Güney Amerika’nın kalbinde, Canaima Ulusal Parkı’nda dünyanın en gizemli doğal alanlarından biridir. Venezuela, Brezilya ve Guyana’nın sınırında, karanlık ve gizemli ormanın içinden 2770 metre yüksekliğinde bir dağ yükselir. Etrafı sislerle kaplı ufku aşan, Roraima Dağı’nın zirvesi, bulutların ötesinde bir yer gibi görünür. Yüksek ve üstü masa gibi düz Roraima Dağı, insan eliyle yapılmış gibi görünen figürü ve tepelerinden akan şelaleleriyle gerçek üstü bir dünyaya aitmiş gibi durur. Son derece sert kuvars taşından oluşan bu ilginç dağ, bir mimarın elinden çıkmış görüntüsü verir. Bu görüntü yüzünden yerliler, uzun süre bu dağı burada yaşayan insanların yapmış olabileceğini düşündü. Ancak bu tezi doğrulayacak bir bulguya rastlanmadı. Bölgede yaşayan Pemon yerlileri için Roraima kutsal bir dağdır. Pemon efsanesine göre Roraima “tüm suların anası” ve “tüm insanlığın ninesi” sayılan tanrıça Kuin’in evidir. Pemon yerlileri dağın tepesinde ruhları çalan şeytani hayaletlerin gizlendiğine ve dinozor, ejderha, vampir, dev gibi yaratıkların dolaştığına inanırlar. Dağa çıkmaya hiç kimse cesaret edemez. Şimdi bölgeye gelen turistleri helikoptere bindirip dağın zirvesine çıkarsak, karşılarına önceden taşlardan yaptırdığımız dinozor, ejderha, vampir, dev gibi yaratıkların heykellerini göstersek ve onlara desek; “Bu yaratıklar dağın zirvesinde binlerce yıl esen sert rüzgarların kuvars taşlarını aşındırması sonucu kendiliğinden oluştular.” Bu saçmalığa hiçbiri inanmayacaktır.
86
Sonra desek; “Dağların tanrıçası Kuin bunları kendi inşa etti, yakında canlanacaklar. Çabuk helikoptere binin, hayatınızdan olun emin, yoksa sizi cezalandıracak tanrıça Kuin.” Bize Pemon efsanesi anlatmayın deyip bu saçmalığa gülüp geçeceklerdir. Daha sonra dağın eteklerinde gezinen maymun, puma, dev karınca yiyenler, kirpi, kurt, tilki gibi yaratıkları gösterip; “Taşlardan yapılmış heykellerin akıl sahibi bir sanatkarı varsa, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli, sanatlı ve canlı herbiri kusursuz ölçü ve düzene sahip bu gezinen yaratıkların sonsuz akıl sahibi Sanatkarı kimdir” desek; Yıllarca tabiat ve tesadüf efsaneleriyle yetişen, kalplerindeki inkar tohumları dinozor gibi büyüyüp, ejderha gibi tüm vücudunu saran, vampir gibi içlerini kemiren ve kalplerinde hiçbir iman emaresi bulunmayan “Beş milyar yıl önce cansız ve şuursuz atomlar rastgele bir arada bulunurken rüzgar, fırtına, tipi, şimşekler, ultraviyole ışınları, depremler gibi doğada varlığından söz etmeye değmeyen bilinçsiz güçlerin, doğal seleksiyon ve rastlantısal kazaların yardımıyla bu her biri kusursuz canlıların kendiliğinden oluştukları gibi” Pemon yerlilerinin bile gülüp geçtikleri bu hayali senaryolara, bu dev gibi yalanlara inanan bu gafiller “Bu kainatın ve içindeki mahlukatın yaratıcısı, tabiat ve tesadüfler değil, sonsuz akıl sahibi Allah’tır” dememekte, yerlilerin dağa çıkmaya direndikleri gibi halen direnmektedirler. 87
ANGEL ŞELALESİ – VENEZUELA Niagara’dan 16 kat büyük olan Angel Şelalesi, yolunun üzerinde hiçbir engelle karşılaşmadan 979 metre yükseklikten aşağı dökülmektedir ve dünyanın en yüksek şelalesidir. Şelale, bölgenin en büyük mesalarından (sık tropik ormanlarla kaplı dik yamaçlı dağlar) aşağı dökülür. Bu dağlara Pemon yerlileri tarafından “Kötülük Tanrısının Evi” denmektedir ve yerliler bu dağa çıkmaya asla cesaret edemezler. Şimdi sık tropikal ağaçlarla kaplı ıssız ormanlarda ilerlerken ağaç evlerde yaşayan Pemon yerlilerine rastlayıp nehirdeki kanoya binen yerliye desek; Angel Şelalesi’ne gitmek istiyorum tek yol ormandan geçen bu nehri takip etmekmiş. Bu kanoyla gitmek kaç gün sürer? 6-7 gün sürer. Çok yoruldum. Bu gece bu tahta evlerinizde konaklayayım yarın sabah gideriz. Yalnız konaklama ve kanoya para vermem. Niye yerliler paranı mı yediler şaşırdım doğrusu? Ben bedava yapılan işlere para vermem. Bence bu kanolar ve evler bu sık ormandaki ağaçların rüzgarlarla devrilip sel sularıyla sürüklenip buraya taşınması sonucu kendiliğinden oluşmuş olmalı. Yani bir ustası yoktur, bir bedeli de olmamalı. Ey medeni! Bizler ilkel, ama senin aklın olmuş kafan gibi kel. Bizim üstümüzde don yok gezeriz çıplak, senin kafada nöron yok olmuşsun bunak. Şu nehre dizilen kanolara ve evlere bir bak, hiç bu işler tesadüfen olabilir mi ey ahmak? Ey Pemonlu! Senin kafa iyi çalışıyor pistonlu. Tamam mangırı fazlasıyla veriyorum bırakalım gırgırı. Yalnız şelaleye varınca üstündeki dağa çıkıp manzarayı da seyretmek istiyorum. Sen de bana rehberlik yapacaksın.
88
Ey şaşkın! Sakın kalkışma buna. Kötülük Tanrıçası seni çarpar kalırsın şebek gibi, kulakların uzar eşek gibi, ağzın burnun yamulur kaput gibi, ortada kalırsın armut gibi. Ey Pemonlu tanrılarından bahset biraz. Şu uzak dağda oturan Kötülük Tanrıçası Lat, bizi ve kavmimizi her türlü kötülük ve lanetten korur. Şu karşı dağda oturan İyilik Tanrıçası Uzza, elini üzerimize uzatır, nimetler gönderir. Şu karşı dağdaki Bereket Tanrıçası Menat, tepemize yağmurlar yağdırır, rızık gönderir. Şu karşı dağdaki Güzellik Tanrıçası Yesuk, bizlere sağlık, sıhhat ve mutluluk gönderir. Biz de onlara adaklar keser şükranlarımızı sunarız. Ey Simon! Ben dünyanın bir ucundan geldim. Bak benim de gözlerim iki tane senin de. Hem de aynı yerde montajlanmış. Kulaklarım, ağzım, burnum, ellerim, ayaklarım, kalbim, karaciğerim seninle hep aynı. Dünyadaki 7 milyar insanın da hep aynı. Bizlere görmek için gözler, işitmek için kulaklar, yaşamak için azalar, türlü türlü nimetler, rızıklar, hayat veren acaba bu karşı dağlardaki hangi tanrıça söyler misin? Ey Simon! Kabilendeki dört yüz kişinin idaresini bir şefe versek mi yönetim kolay olur; yoksa her birinin başına 10 şef koysak, şefler keşmekeş doğurmaz mı? Doğru peronu bul, doğru yolu seç ey Pemon! Efsanelerle dolu onlarca meçhul tanrılarla birlikte kör kuvvetler, serseri tesadüfler ve sağır tabiata ilah diye tapacağına; hadsiz bir ilim, nihayetsiz bir hikmet ve her şeyi kuşatan bir irade sahibi âlemlerin Rabbi olan tek Allah’a iman et. Dostum misalin çok tutarlı etkiledi beni. Dağlarda bir çok tanrılarımızın olmasının nedeni, bize doğruyu anlatmadı hiçbir medeni. Bana anlat sizlere gelen gideni. Dinleyeyim can kulağıyla seni. Rabbim Allah’tır, dinim İslâm, kitabım Kur’an, son Peygamberim Hazreti Muhammed (sav) gel sen de benimle getir şehadet. Tamam bundan sonra adın Sinan, giyim kuşamın da olsun Müslüman. Al bakalım şu takkeyi kafana geçir, ört önünü, şu cübbeyi de sırtına geçir. Bundan sonra yaşayacağım Allah ve Resulüne göre, hayatımı tanzim edeceğim dinin husulüne göre. Dini tebliğ ettin, iman ettim Kur’an ve Sünnet’e. Uğraşacağım inşallah kavmim de girer hidayete. 89
22- PASKALYA ADASI – ŞİLİ Pasifik Okyanusu’nun ortasında yer alan Paskalya Adası ya da Rapa Nui’de kıyı şeridinden denize doğru bakan taştan oyulmuş 600 kadar heykel (moai) vardır. Adadaki devasa moai heykelleri 9 metre yüksekliğinde ve çok da geniş. Şimdi dünyanın en ilkel kabilelerinden biri Amazon yerlilerini bu adaya getirip onlara; “Bu moai heykelleri okyanus akıntılarına maruz kalan adadaki kayaların haşin rüzgarlarla yontulması sonucu zamanla doğa harikası olarak kendiliğinden oluşmuştur!” deseniz, diyeceklerdir ki; “Amma uzun saçmaladın be kardeşim, yerliyiz ama bu yalanı da yemeyiz. Baksana adamların hepsinde koca kafalar var. Göz, kaş, kulak, burun, ağızlar var. Ama sizde kafa yok. Hiç bunlar tesadüfen oluşabilir mi?”
90
Şimdi dünyanın en zeki beyinlerinden biri olan tıp fakültelerinde okuyanların derslerine girseniz; Avrupa, Amerika, Afrika, Asya farketmez, hocaları onlara insan vücudundaki sayısız detayları anlatırken sık sık doğa harikası, tesadüfen, kendiliğinden gibi inkar kelimelerini duyarsınız. “Amma uzun saçmaladın be hocam, yerliyiz ama bu yalanı da yemeyiz. Nasıl anfideki Avicenna heykelinin akıl sahibi bir yontucusu varsa, bundan binlerce kez mükemmel bizlerin de sonsuz ilim sahibi bir yontucusu olmalı. Bakın hepimizde göz, kulak, kalp, kafa var ama idrak yok. Gözler kör, kulaklar sağır, kalpler körelmiş. Hiç bu ansiklopediler dolusu bilgiler içeren vücudumuz ve içindeki sistemler tesadüfen, kendiliğinden veya tabiatın tesiriyle oluşabilir mi?” diyen hiç kimse duyamazsınız. Birkaç cılız ses haricinde... Şeytanın aldatmacası garip bir çelişki. Herkes hak olan hakikate yabanileşmiş. Dünyanın dört bir yanına hakim olan bu mantık çöküntüsü, basiret körlüğü ve akıl tutulmasını ortadan kaldırılıp yerine moai heykelleri gibi kalplere imanın rükünlerini dikecek sağlam yerliler yok mu?
91
PATAGONYA SAHİLLERİ – ARJANTİN - 1 Patagonya sahillerinin rüzgârlı kıyıları ve mavi suları, kişiye ilham verecek güzellikler sunmaktadır. Rengârenk çakıl taşlarıyla kaplı sahilleri, dik yamaçları, sivri kayalıkları ve kilometrelerce uzunlukta, kumlarla kaplı düzlükleriyle bu büyüleyici bölge, dünya üzerindeki en değerli doğal yaşam alanlarından biridir. Burada çok sayıda deniz ve kara canlısının yanında birbirleriyle oynayan yunuslar, fok avına çıkan katil balinalar ve güney gerçek balinalarının dünyadaki en büyük üreme alanını görebilirsiniz. Şimdi bu doğal yaşam alanını incelemek üzere dünyanın en gözde üniversitelerinde çoğunluğu Darwinist ve ateist olan en seçkin biyologları deney için buraya davet etsek. Onlar gelmeden önce rengârenk çakıl taşlarıyla kaplı sahilde, usta çakıl taşı ressamlarına renkli çakıl taşlarından balina, yunus, fok, deve kuşu, koyun, tavşan, tilki, penguen gibi çeşitli deniz ve kara canlılarının yere tablo gibi mükemmel resimlerini yaptırsak ve buraya gelen profesörlerden oluşan heyete desek; Burası doğal yaşam alanıdır. Burada her şey kendiliğinden doğal seyrinde gelişir. Şu sahilde gördüğünüz hayvan resimleri de rüzgârlı dalgaların sahildeki renkli çakıl taşlarını yıllarca savurması sonucu kendiliğinden oluşmuştur.
92
Heyettekiler kısa süren bir şaşkınlıktan sonra diyecektirler; Şaka yapıyorsunuz herhalde, hiç deniz dalgalarının çakıl taşlarını rastgele savurmasıyla bu harika tablolar oluşabilir mi? Baksanıza ressam burada fok yavrusunu avlayan katil balinayı ne güzel resmetmiş! Hiç bunlar tesadüf rüzgârlarının esmesiyle kendiliğinden oluşabilir mi? Sonra heyete desek, şu denizde yüzen yunusları, fok avına çıkan katil balinaları ve şu karada gezinen deve kuşlarını, tavşanları, koyunların arasında serbestçe dolaşan tilkileri, şu ilerideki binlerce deniz kuşunu ve penguenleri görüyor musunuz? Bana bu canlıların icadlarını, her biri kusursuz inşa edilmiş şekil ve suretlerinin nasıl oluştuğunun mantıklı bir izahını yapabilir misiniz? Bu canlıların yerde renkli çakıl taşlarından yapılmış iki boyutlu resimlerini gördünüz hemen akıl sahibi ressamı aklınıza geldi. Peki, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu üç boyutlu canlıları görünce kim bunların sonsuz akıl sahibi Sanatkârı diye hiç düşünmüyor musunuz?
93
PATAGONYA SAHİLLERİ – ARJANTİN - 2 Sizler bundan beş milyar yıl önce bazı atomların tesadüfen bir araya gelerek hücreleri ve sonrasında mutasyon ve doğal seleksiyon yoluyla yani rüzgâr, fırtına, tipi, şimşekler, ultraviyole ışınları, rastlantısal kazalar ve doğal yollarla bu yüzbinlerce çeşit kusursuz mahlûkatın tesadüfen, kendiliğinden oluştuğuna inanırsınız. Soruyorum sizlere: Kendilerine sonsuz bir ilim, güç, hikmet, sanat ve irade isnad ettiğiniz bu mizansız kör kuvvetlerin, maksatsız serseri tesadüflerin, zulmetli sağır tabiatın, düşüncesiz sel gibi akan unsurların (hava, su, toprak, ışık) akılsız camid esbabın (rüzgâr, fırtına, yağmur, deprem, ultraviyole ışınları…) bu yüzbinlerce çeşit canlı mahlûkatın her birinin ayrı ayrı kusursuz icadlarını, mükemmel bir ölçü ve düzen içindeki şekil ve suretlerini yapabilecek sonsuz ilim sahibi, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın kutsi sıfatlarını kendilerinde taşıyabilecek bir istidada sahip olduklarını mı söylemek istiyorsunuz? Veya kendilerine ilahlık atfettiğiniz bu bilinçsiz güçler, bu hadsiz canlıları yoktan icad etmek için kâinat büyüklüğünde bir meşveret meclisi bulundurup, tabiatlar, tesadüfler, kör kuvvetler o meclisin azaları olup, koca kâinatın ve içindeki tüm mahlûkatın mükemmel bir ölçü, düzen, plan ve sanat içindeki icadlarını, şekil ve suretlerini bilecek, görecek, düşünecek, dokunacak, işitecek ve ona göre davranacak bir kabiliyette olduklarını mı söylemek istiyorsunuz? Bu akıldan millerce uzak saçmalıklardan daha hurafe, imkânsız batıl ve mantıksız bir şey olabilir mi?
94
Ey saygın profesörler! İnsafınıza soruyorum: Bu adaya odun yığınlarını yığsak yanına sınırsız zaman ve sınırsız malzeme de koysak, akıllı bir ustanın çekici işlemeden kerestelere isabet eden bir kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen dün gece konakladığınız ahşap konaklara dönüşebilir mi? Veyahut bu adaya demir yığınlarını yığsak yanına sınırsız zaman ve sınırsız malzeme de koysak akıllı bir mühendisin tasarımı olmadan, bu hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen dün gece uçup geldiğiniz Boeing-747 yolcu uçağına dönüşebilir mi? Ya da evrendeki bu dünya adasına atom yığınlarını yığsak yanına sınırsız zaman ve sınırsız tesadüfleri de koysak sonsuz ilim sahibi bir Yaratıcı’nın tasarımı olmadan, bu atom yığınlarına isabet eden tesadüf rüzgârlarının savurduğu parçalarla ahşap konak ve uçaklardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu sayısız canlı mahlûkata kendiliğinden dönüşebilirler mi? "Gerçeklerin akıl süzgecinden geçirilerek yorumlanışı ortaya koymaktadır ki, üstün bir Akıl fiziğe, kimyaya ve biyolojiye müdahale etmiş ve doğada varlığından söz etmeye değer bilinçsiz güçler yoktur." İngiliz matematikçi ve astronom Prof. Sir Fred Hoyle O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, "şekil ve suret" verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hâkimdir. (Haşr Suresi, 24)
95
23- PETRA ANTİK KENTİ - ÜRDÜN Dünyanın en gizemli kentlerinden Petra, Arabistan yarımadasında yer alan Ürdün'de, MÖ 400 ve 106 yılları arasında Nebati krallığına başkentlik yapmıştır. Kaya bloklarına oyulmuş tapınaklar, amfi tiyatro, kral mezarları ve kabartma figürlerin her biri hayranlık uyandırıcı türden. Özellikle kayalara oyulmuş, 12 katlı bina yüksekliğindeki El-hazne (hazine) tapınağı, gösterişli ön cephesindeki sütunlar, kabartma heykeller, hayvan ve çiçeklerle süslü figürler göz kamaştırıyor. Arap çöllerinde kayıp bir mücevher gibi parlayan bu yapıyı hiç kimse diyemez ki, binlerce yıl esen çöl rüzgârlarının kumları savurmasıyla kayaları aşındırarak kendiliğinden şekillendi. Yine hiç kimse diyemez ki bu yapıyı ve ön cephede dikilen heykelleri kör kuvvetler, serseri tesadüfler, sağır tabiat, cansız ve şuursuz sebepler kendiliğinden inşa etti. 96
Şimdi medeniyetten tamamen uzak Amazonların balta girmemiş ormanlarında yaşayan bir yerliyi ya da Afrika'nın insan ayağı basmamış ormanlarında yaşayan bir yamyamı getirin Petra'ya, bu yapının ve önündeki heykellerin tesadüflerle kendiliğinden oluştuğunu söyleseniz; "Ago migo yamo çigo!" Yani bu kadar da yamyam değiliz diyecektir. Deseniz ki, bu fikri kabul edersen seni fakülteye kaydettirir, beyaz önlük giyer, doktor olursun yoksa kabilene döner ha böyle tam tam çalıp oynarsın. "Ey efendiler varsın medeniyetiniz benden dünyam kadar uzak olsun. Bu önlüğü giymektense boynuma sarmaşıkları bağlayıp kabilemdeki kamp ateşinin etrafında dönüp dans etmeyi yeğlerim!" deyip bu fikri kabul etmeyecektir. Dünyanın çoğu ülkelerinde tıp fakültelerine gitseniz profesörler insan vücudu anatomisini anlatırken sık sık doğa, tabiat, tesadüfen, kendiliğinden gibi inkar kelimelerini duyarsınız. Ben buna çok şahit oldum. Allah diyen yüzde ya da binde bir çıkar. Halbuki çok kompleks sistemlerle yaratılan insan vücudu, Petra'daki insan heykellerinden binlerce kez daha mükemmel, hikmetli ve sanatlı değiller mi? Tıp fakültelerinde kadavranın yanında hocalarını dinleyen beyaz önlüklülerin, koro halinde "Ago migo yamo çigo!" demeleri gerekmez mi? Ama diyen yüzde ya da binde bir çıkar mı? Hadi uyarıcı gelmedi duymadık deseler onlar yırttı, ya bizler? Yarın mahşerde kamp ateşinin etrafında boyunlarına bükülmüş bir ip bağlayıp tam tam çalıp yamyam gibi dans ettirmezler mi? Yarın mahşerde bunları muaf kendinizi yamyam suretinde görürseniz, hemen tam tam çalıp dans etmeye başlayın onların sınıfına kendinizi dahil etmek için ama nafile orada çiğ et yemezler!
97
SAATİN DİŞLİ ÇARKLARI Nasıl ki bir saat içinde birbiriyle bağlantılı küçüklü büyüklü birçok dişli çarkların dönmesiyle çalışır. Bir çark eksik ya da yanlış yerde olsa saat işlemez. Nasıl ki bir saatin çarkları doğadaki demir, çelik ve plastiğin kendiliğinden işlenip tesadüfen yerinde dizilmesiyle oluşamazsa ve onu yapan bir ustası varsa, birbiriyle bağlantılı dişli çarklar hükmünde olan ve mükemmel işleyen vücudumuz ve içindeki dolaşım, sindirim boşaltım, solunum, hormonal gibi sistemler de tesadüflerin değil sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Rabbimizin eseridir.
98
Ülkemizde binlerce kilometre karayolları ve içinde birçok köprü, viyadük, tünel, kavşak ve bağlantı yolları vardır. Nasıl ki kum, çakıl, zift ve betonun tesadüfen tarlalara dökülmesiyle kendiliğinden bu yollar oluşamazsa ve onu yapan mimar, mühendis ve işçiler varsa, bu yollardan çok daha mükemmel ve uzun içimizdeki yaklaşık 100 bin kilometrelik ulaşım ağı olan kan damar yolları da tesadüfen oluşamaz. Hiç damar bulunmayan bir insan bedeni olduğunu varsayalım ve bir mühendisten bu bedenin içine döşenecek damarlar ile ilgili bir plan yapmasını isteyelim. Bu planda karaciğerin derinliklerinden kemik dokularının içine, göz kapaklarından böbreklere, mideden pankreasa, beyinden kaslara kadar her hücreye gerekli bağlantılar sağlanmalıdır. Ayrıca her organın işlerine göre damar kalınlıkları ve özellikleri de belirlenmelidir. Bir insanın böyle bir planı tek başına yapamayacağı çok açıktır. Ancak dünya üzerindeki tüm insanlar toplansa da sonuç değişmeyecektir. Bunların tümünün ne ömrü ne de aklı, sonsuz kombinasyona sahip kan dolaşım ağının planını tasarlamaya yetmez. Milyonlarca insanın bir araya gelerek tasarlayamayacağı kadar mükemmel bir planın, kör tesadüflerle ortaya çıktığını iddia etmek ise elbette mümkün değildir. Tek bir aşamasında dahi tesadüfe asla yer vermeyen bu sistem, insanın Allah tarafından yaratıldığını çok açık bir biçimde gözler önüne sermektedir. "Eğer doğanın derinliklerinde gerçekleşen işlerin kompleksliği dünyanın en zeki beyinleri tarafından bile zor anlaşılıyorsa, bu işlerin sadece birer kaza, birer kör tesadüf eseri olduğunu nasıl düşünebiliriz?" Prof. Paul Davies, fizik profesörü
99
24- BAALBEK ANTİK KENTİ - LÜBNAN UNESCO Dünya Mirası’na dahil edildiğinde Baalbek “Roma İmparatorluk mimarisinin ulaştığı doruk noktasının en önemli örneklerinden biri” olarak tanımlanıyordu. Lübnan’ın doğusundaki Beka Vadisi’nde yer alan antik Baalbek tapınak şehri, “Dünyanın en görkemli tapınak şehri” olarak kabul ediliyor. Yaklaşık 5 bin yıllık geçmişi olduğu tahmin edilen Baalbek, Fenike ve Roma inanç kültürlerinin iç içe geçmesiyle oluşan ve sırasıyla Baal, Zeus ve Jüpiter tanrılarının adına kurulan şehir, Romalıların çok tanrılı inanış sistemini bırakmasından sonra önemini yitirmiş. Buradaki kütlesel taşlar daha önceki uygarlıkların kanıtlarını oluşturur. Şehrin bazı bölümlerinin temelinde kullanılan yaklaşık 500 ton ile bin ton ağırlığındaki (tır kasası büyüklüğünde) taşların ne kadar derine indiği henüz belirlenememiş. Antik kentte son olarak MÖ 27 yılına ait olduğu tahmin edilen devasa “Hamile Kadın Taşı” adlı bin tonluk yekpare taş bloğu ve insan eli ile işlenmiş dünyanın en büyük bin 650 tonluk taş bloğu bulunmuş. Antik çağ madenciliği, bu taşların işlenmesi ve taşınması üzerine günümüz bilim dünyasının ulaşamadığı sırlar olarak duruyor. Jüpiter, Baküs ve Venüs adında üç büyük tapınağı olan Baalbek şehrinin tam merkezindeki Jüpiter tapınağı 22 metre yüksekliğindeki 84 devasa sütunundan günümüze sadece 6’sı ayakta kalabilmiş. Söz konusu 300 tonluk sütunlar halen dünyanın en uzun sütunları olarak kabul ediliyor. Tapınağın temelinde bulunan dev anıt taşlarının tapınağa nasıl taşındığı ve işlendiği bilinmiyor. Antik dönemde yapılmış ve günümüze kadar sağlam kalmış Roma tapınağı olan Baküs, halen modern mimarlar için bir esin kaynağı olmaya devam ediyor. 18 metre (6 katlı apartman) uzunluğunda ve 46 sütunu bulunan antik çağın devasa yapısıdır. Venüs tapınağından ise günümüze çok az bir bölümü ulaşmış durumdadır. Şimdi burayı ziyarete gelen turistlere desek; “Bu tapınak, devasa sütunlar, ağır taş blokları ve üzerlerine ustalıkla işlenen çiçek, bitki, hayvan, insan ve geometrik şekiller Beka Vadisi’nde dağınık bulunan taşların sel sularının sürüklemesi ve rüzgarların aşındırması sonucu binlerce yılda kendiliğinden oluşmuştur.” Bu saçmalığa hiç biri inanmayacaktır. 100
Sonra bu taş bloklardan çok daha ağır bir yalan söylesek; “Evren Vadisi’nde dağınık bulunan atom yığınlarının sel gibi akan unsurların yani güneş, hava, su, toprak ile sürüklenmesi ve tesadüf rüzgarlarının binlerce yıl aşındırması sonucu bu gezegen ve içindeki her biri sanat eseri olan bu bitki, hayvan ve insan taifeleri kendiliğinden oluştular.” Fenikeliler, Asurlular, Mezopotamyalıların bile akıldan uzak gördükleri bu saçmalığa inanmayan yok gibi. Kafaları tabiat bataklığına saplanmış, vücutları Baküs gibi sapasağlam, ama akılları evrim senaryoları ile allak bullak olup Venüs tapınağı gibi dağılmış bu kişiler, günümüzden beş milyar yıl önce bazı atomların tesadüfen bir araya gelerek kusursuz bir plan yaptıklarına inanırlar. Bu hayali senaryolara göre, cansız ve şuursuz atomlar rastgele bir arada bulunurken rüzgar, fırtına, tipi, şimşekler, ultraviyole ışınları ve depremlerin yardımıyla her biri kusursuz tasarım harikaları olan canlıları oluşturmuşlardır. Nasıl bu tapınakları ve heykelleri tesadüf rüzgarlarının oluşturması imkansızsa ve bunları yapan bir akıl varsa, öyle de çok hassas ölçülere sahip tüm evrenin; yıldızlar, güneş, dünyamız ve içindeki yüz binlerce bitki, hayvan ve insan taifelerinin de cansız ve akılsız atomların, sel gibi akan unsurlarla bir araya gelerek kendiliğinden oluşması yüz milyonlarca kez imkansız, batıl ve saçmadır. Ancak sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah tarafından yaratılıp şekil ve suret verilebileceğine inanacak Jüpiter’in kalıntıları gibi Batı dünyasında inkar yıkıntılarına direnebilen yüzde 6 ayakta kalabilen akıl ve idrak sahibi kimseler yok mu? “Çok küçük sayısal değişikliklere hassas olan evrenin şu andaki yapısının, çok dikkatli bir bilinç tarafından ortaya çıkarıldığına karşı çıkmak çok zordur… Doğanın en temel dengelerindeki hassas sayısal dengeler, kozmik bir tasarımın varlığını kabul etmek için oldukça güçlü bir delildir.” Prof. Paul Davies, fizik profesörü. “İçinde yaşadığımız dünya ve bu dünyanın kanunları biz insanların yaşamalarına en uygun biçimde Allah tarafından yaratılmıştır.” Prof. Edward Boudreaux, New Orleans Üniversitesi, kimya profesörü. Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah herşeyi kuşatandır. (Nisa Suresi,126) 101
AKVARYUM DÜNYAMIZ Dünya, atmosferinden yeryüzü şekillerine, Güneş'e olan mesafesine kadar, her türlü dengesiyle, tamamen yaşam için özel olarak yaratılmıştır. Örneğin, Dünyamız'ı bir akvaryuma benzetebiliriz. Akvaryum, içindeki balıkların yaşamına en uygun şartları sağlar. Suyun ısısını sağlayan termostat ve havalanmasını sağlayan bir motor, dibe konan kum, suya atılan ilaçlar, akvaryumun koruyucu kapağı, suyu sürekli olarak süzen filtre sistemi, eksildikçe takviye edilen besinler... Tüm bunlar, akvaryumdaki balıkların hayatta kalmasını sağlar. Ama akvaryumun içindeki balıkların bu yapay ortamdan haberi yoktur. Onlar "doğal", yani kendiliğinden oluşan bir ortamda yaşadıklarını sanırlar. Birinin ısıtıcıyı, suyun seviyesini, hava motorunu ayarladığını bilmezler. Suyun üzerinde aniden beliren yemlerinin kaynağını da bilmezler. Oysa kaynak açıktır; akvaryumun sahipleri onlar için gerekli olan herşeyi sağlamaktadır. Elbette Dünya'daki hayat akvaryumdaki hayattan çok daha detaylı ve çok daha hassas sistemlere sahiptir. Dünyamız sahip olduğu tüm özelliklerle canlılığın sürdürülebilmesine uygun olacak şekilde son derece hassas dengeler üzerinde yaratılmıştır. Dünyanın güneşe olan uzaklığı, ekseninin yörüngesine olan eğimi, atmosferdeki dengeler, oksijen ve azot oranı, ozon tabakasının kalınlığı, dünyanın kendi etrafında ve güneşin etrafındaki dönüş hızları, dünyanın manyetik alanı, dünya üzerindeki okyanusların, dağların fonksiyonları, canlıların sahip oldukları özellikler ve bunların birbirleriyle olan bağlantıları gibi binlerce etken bu ekolojik dengelerin parçalarından sadece birkaçıdır. Akıllı bir insan, akvaryumdaki balıklar gibi hiçbir şeyin farkında olmadan yaşayamaz. Kendisi için "dayanıp-döşenmiş" olan Dünya'nın bir Yaratıcısı ve düzenleyicisi olduğunu anlar. Hiç şüphesiz, Dünya üzerindeki yaşamı sağlayan bu hassas dengeleri ve düzeni, Allah kurmuştur. İşte, akıllı bir insan kendisine tüm bu nimetleri veren Rabbimiz'i tanımak, O'nun bizden neler istediğini öğrenmek ister. 102
Allah tüm insanlara gönderdiği kitabı Kuran'da, bize Kendini tanıtmakta ve bizden neler istediğini bildirmektedir. Ey kendisini dünya akvaryumunun içine hapsedip, atmosferden ilerisini göremeyen, Biri'nin ısıtıcıyı, suyun seviyesini, hava motorunu ayarladığını bilmeyen ve dünyanın üzerine atılan yemlerin kaynağını düşünmeyen balık akıllı insan! Oysa kaynak açıktır; akvaryumun sahibi, alemlerin Rabbi bizler için gerekli olan herşeyi sağlamaktadır. Ecel çengeline gafil takılmadan evvel bu gerçeği öğren ve şu ayetlere bir kulak ver: "Sizin için gökten su indiren O’dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır. Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O’nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır. Denizi de sizin emrinize veren O’dur, ondan taze et yemektesiniz ve giyiminizde ondan süs-eşyaları çıkarmaktasınız. Gemilerin onda (suları) yara yara akıp gittiğini görüyorsun. (Bütün bunlar) O’nun fazlından aramanız ve şükretmeniz içindir. Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da (kıldı). Umulur ki doğru yolu bulursunuz. Ve (başka) işaretler de (yarattı); onlar yıldız(lar)la da doğru yolu bulabilirler. Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz?" (Nahl Suresi, 10-17)
103
25- PALMYRA ANTİK KENTİ - SURİYE Şam’ın kuzeydoğusunda, Suriye Çölü’nde bir vaha olan Palmyra Antik Kenti, ünlü ticaret yolu olan “İpek Yolu” üzerinde olduğundan tüccarların uğrak yeri olmuştur. Suriye Çölü’nün ticaret kervanlarının geçiş noktası olması sebebiyle ismi “Çölün Gelini” olarak adlandırılmıştır. İnşa edildiği yıllarda döneminin en gösterişli mimarilerinden biri özelliğinde olan Palmyra, ilk yükseldiği yıllarda hiçbir imparatorluğun hakimiyeti altında bulunmuyordu. Romalıların hakimiyetine geçmesi ile birlikte Palmira mimarisine oldukça katkı sağlanmış ve birçok yapı inşa edilmiştir. Çok sayıda olan Palmira anıtları, heykelleri ve tapınakları ile bugüne kadar ulaşmış en önemli yapıtlar arasındadır. Mimarisinde yer alan Agora girişi adı verilen 1100 metre uzunluğunda inşa edilen sütunlu yol 975 adet gösterişli sütunlardan oluşmaktadır. Yabancı turistlerin her yıl merakla ziyaret ettikleri bu sütunlu yolda gezerken aniden fırtınalı bir yağmur çıksa, hava kararsa şimşekler çaksa; toz, toprak ve çerçöpler havada uçuşup birden o İpek Yolu’nda kerpiçten bir deve kervanı ve üzerinde oturan bedevi tüccarları ve yollarda da palmiyeler oluşsa ve canlanıp İpek Yolu’nda ilerlemeye başlasalar, o an bu mucizeyi gören kişiler korku dolu bakışlarla paniklemezler mi? Kıyamet mi kopuyor diye Allah diyerek kaçışmazlar mı?
104
Balçık ve saman karışımı kerpiçten suretlere mucize deyip, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı ve her zaman binlercesi et ve kemikten ve odundan yaratılan bu asıl mucizeleri kafaları tabiat balçığına batık ve materyalist felsefeyle saman gibi karışık olduğundan göremiyorlardı. Nasıl bu cansız ve şuursuz toz zerreleri, yağmur ve çerçöp tesadüf rüzgarlarıyla karışıp kendiliğinden bu kerpiçten deve, insan ve ağaç suretlerine dönüşemezse, aynen öyle de bu toz zerreleri gibi cansız ve şuursuzlukta eşit olan atom zerreleri de fırtınalı yağmurlar, şimşekler, depremler, radyasyonlar gibi kör kuvvetler, camid sebepler ve sel gibi akan unsurlarla savrulup kendiliğinden bir araya gelerek her biri ayrı bir sanat harikası olan bu sayısız canlı bitki, hayvan ve insan suretlerine dönüşemez. Ancak hadsiz bir ilim, nihayetsiz bir kudret ve her şeyi kuşatıcı bir irade sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah tarafından bu camid ve şuursuz atomlar işlenip şekil ve suretlendirilerek bu hadsiz mahlukat yaratılabilir. Bu hakikati anlamak ve iman etmek için mutlaka sütunlu yoldaki mucizeyi görmek mi gerekir? Sütun gibi duran vücudundaki gizemi görsen, asıl mucizenin görünmeyen olağanüstü olaylarda değil, her zaman görünen olağanüstü durumlarda gizli olduğunu anlayacaksın. “30 yıldan bu yana canlıların anatomilerini inceliyorum. Her araştırmamda karşılaştığım gerçek, Allah’ın kusursuz yaratışı oldu.” Prof. David Menton, anatomi profesörü
105
GÖZDEKİ TASARIM Çölde yürürken yerde bir kamera görsek, hiçbir zaman doğadaki demir, bakır, plastik ve diğer madenlerin ve elementlerin bir araya gelip yıllarca radyasyonlara maruz kalıp kimyasal tepkimelere uğrayarak çöl fırtınalarının esmesi sonucu tesadüfen bu cihazı oluşturduklarını iddia edemeyiz. Nasıl ki bir kamera tesadüfen oluşamazsa, ondan binlerce kez üstün tasarıma sahip gözlerimiz de kendiliğinden oluşamaz. 40 ayrı parçadan oluşan gözümüzün, yani mercek, kornea, konjonktiva, iris, gözbebeği, retina, koroid, göz kasları, gözyaşı bezleri gibi diğer tüm parçaların tesadüfen oluşmaları ve uygun bir şekilde biraraya gelmeleri imkânsızdır. Bir saatin dişli çarkları gibi 40 parçadan oluşan gözümüzün tek bir tanesi bile eksik olsa iş görmez. Örneğin göz merceği olmasa göz hiçbir işe yaramaz. Dahası sadece mercek ile gözbebeğinin yer değiştirmiş bile olsa göz görevini yerine getiremez.
106
Gözyaşı salgılamayan bir göz, çok kısa bir sürede kurur ve kör olur. Yine gözyaşı antiseptik özelliği ile gözü mikroplara karşı korur. Modern teknoloji sonucunda 10-15 yılda otomatik odaklama yapan kameralar üretilmiştir ama hiçbir zaman göz kadar hızlı ve kusursuz odaklama yapamamaktadır. Göz merceği her saniye hiç durmadan otomatik odaklama yapar. Nasıl kameralar tesadüfen değil yüksek teknoloji ve akıl sayesinde üretiliyorsa, kameralardan binlerce kez mükemmel gözlerimiz de kendiliğinden değil, sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi Allah tarafından kusursuz bir şekilde tasarlanmıştır ve işlev görmektedir. Rastgele meydana gelen hangi işlem bir insanın beynini veya bir insan gözünün sistemini oluşturabilir? Wernher Braun, uzay bilimcisi
107
26- PERSEPOLİS ANTİK KENTİ - İRAN Persepolis, MÖ 518’de Pers Kralı I.Dara tarafından yapılmış muhteşem bir saray kompleksidir. Bir yüzyıl içinde, Ahameniş hanedanlarının hükümet merkezi ayrıca törenlerin ve kutlamaların yapıldığı yer olarak kullanılmak üzere inşa edilmiştir. Apadana Sarayı, Kral Dara’nın çeşitli ülkelerden gelen elçileri huzuruna kabul ettiği yerdir. Apadana’ya kuzeyden ve güneyden iki merdivenle giriliyor. Merdivenlerin iki yanındaki taş duvarlarda yer alan rölyeflerde değişik ülkelerden gelen elçiler, ellerinde krala sunacakları hediyeleri taşırken yapılmış kabartma heykelleri görülüyor. Pers kralına hediyeler sunan elçilerle çıkıyoruz merdivenleri. Dönemin sahnesinde bulunan otuz iki ülkenin (Babilliler, Ermeniler, Lidyalılar, İyonyalılar, Suriyeliler, İskitler…) sekiz yüz kadar elçisi bu seremonide yer alıyor. Nevruz döneminde çeşitli yerlerden gelen elçiler envai çeşit hediyeler getiriyorlar krala. İnsanlarla beraber hayvanlar da yer alıyor bu resmi geçitte sunu olarak. Kocaman gözlü zürafalar, sevimli ceylanlar, yelesini savuran atlar, gücü burnundan fışkıran boğalar, salına salına yürüyen develer, kıvrık boynuzlu koçlar krala sunulmak üzere dolaşıyor göz alıcı taşlarda. İmparatorluğun dört bir yanından gelen halkları kendine özgü kıyafetleriyle seyretmek geçmiş zamana yapılan görkemli bir yolculuk. Antik kentin çıkışında hediyelik eşyalar satılan yerde İsfahan’dan gelen dokuma halılardaki renk ve desenler göz kamaştırıcı güzellikte. Persepolis Antik Kenti, halılara da işlenmiş. "Aslanın biri boğaya dişlerini geçirmiş paramparça ediyor." deseni göz kamaştırıyor. Şimdi buraya gelen turistlere desek ki; “Bu sarayın duvarlarına ustalıkla kazınmış kabartma hayvan suretleri, Rahmet Dağı’ndan esen rüzgarların yıllarca kayaları aşındırması sonucu kendiliğinden oluşmuştur. Halılardaki desenler de tarlalardaki pamukların rüzgarlarla uçuşup çalılara takılması sonucu tesadüfen dokunan halılara boya kutularının rastgele dökülmesiyle kendiliğinden oluştular.” Bu saçmalığa hiçbiri inanmayacaktır. 108
Sonra Alman, İngiliz, Fransız, Amerikan, Rus, Çin, Japon… heyetlerden oluşan otuz iki farklı millet kaya mezarlarını görmeye gittiler. Kendileri için hazırlanan at, deve, katır ve eşeklere binip yokuşları çıktılar. Çevrede de çobanlar, koyun ve keçi sürülerini otlatıyorlardı. Sonra onlara; “Bu sırtlarına bindiğiniz ve gördüğünüz her biri mükemmel bir ölçü, düzen ve sanat içinde şekil ve suret verilen bu hayvanların Sanatkarı kimdir?” desek. Kör kuvvetler, serseri tesadüfler, sağır tabiat, camid sebepler, doğal yollar seremonisi sarayın merasim merdivenleri gibi uzayıp gitti. Onlara; “Bu hayvanatın taşa işlenmiş suretlerini görünce hemen akıl, ilim, şuur ve idrak sahibi Persli sanatkarlar aklınıza geldi. Peki bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı bu dünya sarayına işlenmiş bu canlı hayvanları sorunca kör, sağır, düşüncesiz ve cansız tabiat ve tesadüfler deyip tersli cevaplar veriyorsunuz. Akıl, ilim, şuur, irade ve hayattan yoksun tabiat ve tesadüfler nasıl bu sanata sahip olabilsinler?” desek, gaflet uykusuna dalan bu gafiller burada uyanıp hakikati düşünebilirler mi? Nasıl bir yere pamuk yığınlarını, iplik yumaklarını yığsak tesadüf rüzgarlarının esmesi sonucu kendiliğinden çeşitli renk, desen ve motiflerde dokunmuş “Aslanın biri boğaya dişlerini geçirmiş paramparça ediyor” gibi İsfahan halıları oluşamazsa, dünya sahrasına yığılan atom yığınları, hücre yumakları da tesadüf rüzgarlarının binlerce yıl esmesi sonucu kendiliğinden mükemmel bir ölçü, düzen, sanat, şekil ve suret içindeki bu at, deve, katır ve eşeklere dönüştüğünü söyleyen, akılları tabiat bataklığına saplanmış materyalist felsefesiyle yoğrulmuş bu tabiatperest inkarcı otuz iki farklı millet, ötede uyandıklarında Hutame’nin kızgın sütunlarına sırtlarında odun taşıyacaklarına ters yüz olup Persepolis’te at, deve, katır, eşek olmayı kendilerine minnet bilmezler mi? Ama geri dönebilmelerine izin çıkmadı asla. Aslan yelesi gibi kükremiş cehennemin alevleri onlara dişlerini geçirmiş paramparça ederken boğa gibi böğürüp, dügah makamında çalan ney gibi inliyorlardı.
109
TUNA DELTASI – ROMANYA Karadeniz’e dökülen Tuna’nın suları, Avrupa’nın en büyük ikinci deltasını oluşturur. Tatlı su gölleriyle, sazlıkları, söğüt ve kavak ormanları, ıslak çayırları, çamurlu kıyılarıyla Avrupa’daki en büyük aralıksız bataklık alanıdır. Bu geniş yaşam alanı bir çok hayvan türüne ev sahipliği yapmaktadır. Şimdi bu bataklıkta, deltada yaşayan hayvan türlerinin bazılarının tanıtım için çamurdan heykelleri yapılıp dikilse, hiç kimse diyemez ki, “Balkanlardan esen rüzgarlar toz toprağı savurup yağan yağmurlarla ıslanıp çamurdan bu heykeller kendiliğinden oluştu.” Yine hiç kimse diyemez ki; "Bataklık arazideki çamurların sel sularıyla sürüklenmesi sonucu bu heykeller kendiliğinden oluştu." Delta’ya gelen Avrupalı ateistler sazlıklara giren mandaları, merada otlayan inekleri, dallara konup uçuşan bir çok kuş türlerini, karabatakları, pelikanları, gölde yüzen ördekleri, kazları, çayırlarda gezinen tayları, görünce “Oh my God” deyip ürktüğü yılanları görseler…
110
Çamurdan yapılan heykellerin tozların tesadüf rüzgarlarıyla veya doğa etkisiyle oluşamayacağını çok iyi bildikleri halde, bu heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı canlıların mutasyonlar ve doğal seleksiyonlar sonucu kendiliğinden oluştuğuna yani toz gibi atomların tesadüf rüzgarlarıyla savrulup kendi kendine doğal yollarla ya da rastlantısal kazalar sonucu oluştukları saçmalığına inanırlar. Şimdi Allah’ı inkar etmeyi kendilerine meziyet sayan, tesadüfleri kendilerine ilah edinen, bu hakikatleri inek gibi hiç düşünmeden yaşayan bu toylara, bu gaflet batağına dalıp hakikatleri göremeyen bu karabataklara desek ki; "Nasıl bu çamur heykeller tesadüfen ya da doğal yollarla oluşamazsa, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı, canlı et ve kemikten asıllarının da kendiliğinden oluşması imkansızdır. Gelin bunları, sizi bizi ve tüm mahlukatı yaratan bir olan Allah’a iman edelim." Bunu duyan gafillerin çoğu bana kaz gibi bakmazlar mı? Bu top güllesi gibi etkili hakikat karşısında yaban ördeği gibi kaçmazlar mı? İman ve itaat eden akıllılar, yarın mahşer deltasını inşallah tay gibi koşup geçerlerken, bu süfliler yılan gibi sürünmezler mi? Halbuki kendilerine ömrü boyunca tüm kainatın ve içindeki mahlukatın kör tesadüfler sonucu oluştuğu anlatılan Batılıların bu korkunç yalandan “Oh my God” deyip yılandan akrepten kaçar gibi uzaklaşmaları ve hakikate yarış atı gibi koşmaları gerekmez miydi? Çevremizde gördüğümüz her şey, tüm varyasyonları ile yaratılışın birer kopyasıdır ve hepsi çok üstün ve mutlak akıl sahibi bir varlık olan Allah tarafından yaratılmıştır. Prof. Kenneth Cumming, biyokimya profesörü Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45)
111
27- GİZE PİRAMİTLERİ VE SFENKS – MISIR Gize Piramitleri, dünyanın en eski turistik alanı ve hâlâ gizemle örtülü. Antik dünyanın yedi harikası arasında tek ayakta kalmışları olan piramitler, 19. yüzyıla dek, yani yapılışlarından 5000 yıl sonra bile dünyanın en yüksek yapılarıydı. Neredeyse eksiksiz bir doğrulukla yapılmış üç yapı, yani en büyükleri ve en eskileri olan Kufu (Keops), daha yüksek bir zemine inşa edildiği için daha yüksek görünen Kefren ve en küçükleri olan Mikerinos akla daha derin anlamlarına dair sorular getiriyor.
112
Heybetli Kufu Piramidi’nin yakınında duran büyüleyici yarı aslan (kraliyeti temsilen) yarı insan (gücü simgeleyen geleneksel başlığıyla) bu heykel ortaya nefes kesici bir görüntü çıkarıyor. Şimdi buraya gelen turistlere deseniz; “Bu kadın başlı aslan vücutlu heykeller ve piramitler, çevredeki küp küp taş yığınlarının çöl rüzgârlarının esip savrulmasıyla bu alanda tesadüfen çarpışmaları sonucu kendiliğinden oluştular!” Bu kadarına da pes doğrusu! diyeceklerdir. Onlara; “Şu gezinen kadın başları ve aslan vücutlu erkekler dünya sahrasında kum taneleri gibi yığılan atomların tesadüf rüzgârlarının binlerce yıl esip savurmasıyla kendiliğinden oluştular!” deseniz, buna inanmayacak neredeyse kimse yok. Bu kadarına da pes doğrusu!
113
LUKSOR VE KARNAK TAPINAĞI - MISIR Eski Mısır’ın başkenti olan Teb, Karnak ve Luksor’daki tapınakları ve saraylarıyla, Nil’in karşı kıyısında Krallar Vadisi’nin ve Kraliçeler Vadisi’nin nekropolleriyle (mezarlarıyla), Mısır Uygarlığı’nın çarpıcı bir tanığıdır. Amon’a adanmış olan Karnak Tapınağı devasadır. III. Amenophis ve II. Ramses’in yaptırdığı Luksor Tapınağı, girişine kadar giden uzun bir tören yoluyla muazzam Karnak Mabedi’ne bağlanır, yolun her iki yanında sfenksler bulunur. Sfenks, obelisk, papirüs sütunları, devasa kapılar, heykeller ve muhteşem rölyeflerin bulunduğu bölge kesinlikle görülmelidir. 114
Bir zamanlar bu tapınağın sütunları arasında dolaşan II. Ramses olduğu düşünülen Firavun ve çevresine, Musa aleyhisselam Allah’ın dinini tebliğ etmişti. Ama onların çoğu putlara tapmayı sürdürdüler. Şimdi Musa aleyhisselam’ın dediği gibi buraya gelen tapınağın sütunları arasında dolaşan Batılılara; “Ey insanlar! Nasıl bu tapınağın bir mimarı, heykellerin bir heykeltıraşı varsa, bu kainatın ve içindeki mahlukatın da elbette bir Mimarı ve Sanatkârı vardır. Kör kuvvetler, serseri tesadüfler, sağır tabiat putlarını kendine ilah edinen ey Batılılar! Akılsız ve bilinçsiz güçlere değil, sonsuz akıl ve bilinç sahibi Allah’a iman edin.” desek, acaba öğüt alıp düşünebilirler mi? Gaflet büyüsünden kurtulup gerçeği görebilirler mi? Yoksa sizi kollarınızdan ve bacaklarınızdan çaprazlama keserim diyen Firavun gibi, gittiği fakültelerden, çalıştığı medya ya da kamu kuruluşlarından anti-Darwinizm’den dolayı isimlerinin üzerine çarpı işareti konup, ilişiklerinin kesileceğinden mi endişe edip Allah’a inanmıyorlar? 115
28- KARTACA ANTİK KENTİ - TUNUS MÖ 9. yüzyılda bugün Lübnan’da bulunan Sur’dan gelen Fenikeli tüccarlar tarafından kuruldu ve MÖ 6. yüzyılda Güney Akdeniz’in büyük bölümünü, bugünkü Fas’tan Mısır sınırına kadar uzanan Kuzey Afrika kıyısını denetimi altına aldı. Pön Savaşları olarak bilinen ve Roma’ya karşı gerçekleştirilen savaşlarda güçlü ordusuyla Hannibal Roma’ya geçerek dönemin süper gücü Roma’yı birçok kere mağlup ederek şimdiki ününü kazandı. Uzun yıllar süren savaş nihayetinde Roma’nın kesin galibiyetiyle sonuçlandı. Romalılar Kartaca’yı yerle bir ettiler. MS 1.yüzyılda Roma İmparatoru Augustos kenti Julia Carthago olarak yeniden kurdu. Bu ikinci Roma Kartaca’sı eski Kartaca’nın harabeleri üzerinde yükseldi ve hızlı bir şekilde gelişip ihtişam ve zenginlik bakımından Roma’dan sonra ikinci sırayı aldı.
116
Romalılar şehri klasik bir Roma kentine dönüştürdüler. Roma villaları, Antonius Hamamı, amfitiyatro, tapınaklar, sütunlu yollar ve bir çok tarihi yapılardan oluşan antik bir kent oluşturdular. Mimari yapıları birçok heykeller ve olağanüstü mozaiklerle süslemişlerdir. Tunus’un tamamen İslam egemenliğine girmesinin ardından, Roma kalıntıları çöl kumlarının altına gömülmüş ve bu muhteşem mozaikler günümüze kadar sağlam bir şekilde korunabilmiş. Günümüzde Bardo Müzesi'nde sergilenen bir çok Kartaca Mozaikleri için desek ki; "Bu mor kumaşlar giymiş Kartaca Leydisi Mozaiği ve diğerleri Kartaca sahillerindeki küçücük renkli taşların dalgalarla savrulup rüzgarlarla harabelere taşınıp bir araya gelmesi sonucu kendiliğinden oluştular.” Bu kart ve kabaca yalana karşı herkes bön bön bakıp güleceklerdir. Şimdi oraya gelen turistlerin önüne plastik boya kovalarını koysak bu mozaiğe bakıp aynısını yandaki odanın boş tavanına fırça kullanmadan, elleriyle temas etmeden uzaktan yakından boyaları bilinçli bir şekilde sıçratmakla resmetmelerini istesek bunu başarabilirler mi? Netice tabanın boyalar ile batması olmaz mı? Haydi cansız ve şuursuz tabiata yüz derece cehalete bürünüp akıl isnat etsek bile; aklı, şuuru, eli, kolu, teması, fırçası, kalemi olmayan tabiat ve tesadüfler nasıl bu insan suretlerinin asıllarını, canlı şekil ve suretlerini icat ediyor deme gafletini gösterebiliyoruz? Aklı ve şuuru olan bizler iki boyutlusunu dahi yapamazken; bu kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiatın, bundan binlerce kez mükemmel ve kompleks, üç boyutlu siyah, beyaz, sarı, kırmızı ırklarını resmedip hâşâ yarattığını düşünen Kuran ve Sünnet’ten mahrum bu sünnetsiz imansız gafiller bal gibi ölümü tadıp yarın mahşerde dirilecekleri gün, “Hani be yok olacaktık” deyip aval aval bakınmazlar mı? Karşılarına Kartaca Leydisi gibi taze dilberlerin çıkacağını hiç beklemesinler, kartaca zebaniler onlara eşlik edeceklerdir.
117
SİRENAYKA - LİBYA Libya’nın yüksek Cebel Akdar bölgesinin bereketli, güzel vadisinde harika Akdeniz manzarasının yer aldığı alanda 2005 yılında, MS 2. yüzyıldan kalma 76’nın üzerinde Roma heykeli bulundu. Mimarlara bakılsa, bu kadar çok sayıda heykelin böyle uzun bir zaman keşfedilmeden durmasının nedeni, tapınağın destek duvarının, 365 yılındaki bir deprem sırasında yan tarafının üzerine düşerek, heykellerin üzerini örtmüş olması. Heykeller taş, moloz ve toprağın altında 1600 yıl boyunca saklı kalmış ve her türlü dış etkenden korunmuş. Şimdi, “Toprağın altında bekleyen kaya kütlelerinin yıllarca şifalı yeraltı sularının aşındırması, erozyonların yontması sonucu bu 76 Roma heykeli kendiliğinden oluşmuştur!” deseniz bu saçmalığa dünyada hiçbir akıl sahibi doğru siren yakmaz.
118
Ama “Bu heykellerden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı 7.600.000.000 insan, şekil ve suretlerini ayrı ayrı yontan ilim sahibi bir Sanatkâr vardır. O da âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.” deseniz, 1850 yılında 12,365 şiddetinde bir deprem sırasında, akılları göçük altına düşüp enkaz altında kalması sonucu 160 yıl boyunca idrakleri karanlık kalmış ve her türlü dış etkenlerden kendilerini koruyan bu basiretleri kör, batık Batılılar, bu hakikatlere uzak doğulular, deprem gibi seni tard ederler, “Söylediklerin bilime aykırı defol git camiadan.” deyip üniversitelerinden kaydını Sirenayka gibi silerler, Sezar gibi yakarlar! Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var, yerde kim var tümü Allah'ındır. Allah'tan başkasına tapanlar bile şirk koştukları varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminde bulunarak yalan söylemektedirler. (Yunus Suresi, 66)
119
29- FASİLİDES’İN SARAYI – ETİYOPYA On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda, surlarla çevrili kraliyet şehri Gonder, başkenti MS 1636 yılında buraya taşımış olan Etiyopya İmparatoru Fasilides’in ikametgahıydı. 1640’ların sonlarında, Fasilides buraya muhteşem bir kale inşa ettirdi. Bu bina, yakınlarda restore edilen Fasilides Sarayı’dır. Devasa kuleleri ve kale burçlarındaki heybetli, mazgallı siperleriyle sanki Ortaçağ Avrupası’ndan bir parça, Etiyopya’ya taşınmış gibi duruyor. Şimdi, buraya ziyarete gelen turistlere deseniz; “Bu yüce saray, İmparator Fasilides’e bağlılıklarının bir nişanesi olarak, İmparatorun katırları, sığırları ve develeri tarafından dağlardaki taşları yontup işleyerek inşa edilmiştir. Yapımında hiç bir insan müdahale etmemiştir!”
120
Buna hiçbir akıl sahibi inanmaz. Diyecektirler; “Bu İmparatorun katırları, sığırları ve develerinin aklı, şuuru ve bilinci mi var ki bu işleri akledip düşünüp yapabilsinler!” Bu saraydan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı şu kainat sarayı ve içindeki mahlukat müzeyyenatının oluşumunda sonsuz bir ilim sahibi olan Allah’ı inkar edip, kör kuvvetler, serseri tesadüfler ve sağır tabiata ilahlık isnad eden bu zavallılara ne demeli? Aslında katır, sığır ve develer tabiat ve tesadüflerle kıyaslandığında bir tık daha önde, en azından canlılar. Ama küllüm kör, sağır, düşüncesiz ve camid bu tabiat ve tesadüflere hâşâ yaratıcılık vasfını isnad eden bu küllüm idrakleri kör, sağır, düşüncesiz ve camid inkarcılara yarın mahşerde tüh sizlere Fasilides’in katırları, sığırları ve develeri kadar olamadınız, yuh sizlere Kalirides’in eşekleri demezler mi?
121
MAVİ TREN – GÜNEY AFRİKA Lüks ortamıyla Mavi Tren, dünyanın en prestijli tren yolculuklarından biridir. Trenin tarihi 1923’e İngiltere’ye doğru uzun bir yolculuğa çıkacak yolcuları Johannesburg’dan Cape Town’a taşıyan ilk trenlerin işlediği döneme uzanır. Beş yıldızlı bir konaklama alanına sahip kompartımanlarında yolculuk masal gibi geçer. Tren muhteşem manzaralar arasından kayar gibi ilerler. Trenin pencerelerinden bakıldığında çay ve narenciye ekili alanlar, üzüm bağları, sık ormanlar, yamaçlar ve kayalar ile zürafaların, zebraların ve fillerin sakince gezindiği çöller ile vahşice aslanların kovaladığı antiloplar geniş arazide görülür. Yan masada şık kıyafetli Afrikalı bir aile yemek öncesi içkisini yudumlayıp bir yandan da görkemli günbatımını izliyordu. Yanındaki küçük oğlu oyuncak setinden çıkardığı plastik fil, zürafa, zebra, aslan ve geyikleri masanın üstüne dizdi. Minyatür bir Serengeti manzarası oluştu. Setin üzerinde 100 $ etiketi vardı. Selam verip desek;
122
Mösyö! Bu sete 100 $ fazla ödemişsiniz. Bence bu oyuncaklar Afrika sıcağına maruz kalan plastiklerin kendiliğinden akıp şekillenmesiyle oluşmuş olmalı. Bir ustası yok, yani sizi kazıklamışlar. Ey beyaz adam! Deliye her gün bayram. Hiç bu plastiklerin kendiliğinden akıp şekillenmesiyle olur mu oyuncak, sen kafayı sıyırmış olmalısın ancak. Elbette vardır bir yapan ustası, senin kafanın çıkmış çivisi, tahtası. Ey Afrikalı! Tamam diyelim benim kafa arızalı. Peki bu dışarıda gezinen mahlukatın kimdir sahibi onu bulmalı. Plastik oyuncakların varsa bir emektarı, asıllarının da olmalı bir Sanatkarı. Nasıl olmuşsa olmuşlar bana ne, bunu düşünmek için binmedik trene, içip eğleniyoruz basma frene, keyfimizi kaçırma git sor başka bilene. Ey zenci kavim, açalım yeni bir takvim. Bu işlerin sanatkarı kim? Düşünüp konuya olalım hâkim. Kaçmak değildir davranmak akl-ı selim, sonunda ölüm var, hesap var nitekim. Ey yabancı köpüklü şarabımı ettin harap, bilmem hangi millettensin Acem ya da Arap, istiyorsan kazanmak deve yüküyle sevap, vagonumuzu terk et bize verdin ızdırap! Ey kara gözüm! Sana son sözüm, içini sıkmadan ye üzüm, bir de beni son kez dinle özüm. Nasıl bir hurda yığınına isabet eden kasırganın tesadüfen demirleri savurmasıyla kaza sonucu bu tren ve rayları oluşamazsa, mükemmel bir ölçü ve düzene sahip bu kainat ve mahlukatın da sadece birer kaza, birer kör tesadüf eseri olduğunu düşünmek cehalettir. Sonu hüsran ve helakettir. Sefayı bırak gel iman et alemlerin Rabbine, cefadan kurtul kendini teslim et mülkün sahibine. Bundan sonra rehberin olsun Allah ve Resulü, iman edip kurtulun başka yok çıkış yolu.
123
30- AHŞAP KİLİSE - RUSYA Rusya’nın Onega Gölü’ndeki Kizhi Adası’nda “Kizhi Pogost” ahşap kiliseleri, yerel mimarinin başyapıtı olarak tanınır. Hiç çivi kullanılmadan tamamen ahşaptan yapılan üç yapıdan oluşmaktadır. 22 kubbeden oluşan 37 metre yüksekliğindeki Transfiguration Kilisesi’nin 1714 yılında yapımının bitiminde marangoz başının, baltasını göle fırlatıp zaferle şöyle bağırdığı söylenir: “Böyle bir kilise hiç yapılmamıştır, hiçbir yerde yoktur, asla da olmayacaktır!” Şimdi burayı ziyarete gelen bir Rus’a deseniz; kiliseye ibadete mi geldiniz? Yok ziyarete. Gelmişken ibadet de etseydiniz? O eskilerin masalı, Darwin her şeyi açıklamış, Yaratıcı’ya inanmaya gerek yok, bunlar hayal ürünüdür. Deseniz; “Bence bu kilise yıllar önce şu ormandaki ağaçların çakan şimşekler düşen yıldırımlarla devrilip, sel sularıyla buraya sürüklenmesi sonucu kendiliğinden oluşmuştur. Yani bir ustası yoktur.” Delikanlı şaka yapıyorsun herhalde. Hiç tesadüfen bu harika kilise kendiliğinden oluşabilir mi? Senin kafa tahtalarının çivisi mi çıkmış? 124
Siz de şaka yapıyorsunuz herhalde. Hiç kendi vücudunuza ya da şu muntazam kainata ibret gözüyle baktınız mı? Bak sizin vücudunuzda da 206 adet kereste gibi kemik hiç çivi kullanılmadan oyma çakma tekniğiyle vücut binanıza muntazaman yerleştirilmiş. Hiç bunun ustasını düşündünüz mü? Nasıl bir kasırganın ahşap malzeme deposundaki keresteleri savurarak kaza sonucu bu kiliseyi oluşturması mümkün değilse, vücudundaki kereste gibi kemiklerin de tesadüf rüzgarlarıyla savrulup kendiliğinden oluşması mümkün değildir. Nasıl ki bir kasırga tesadüfler sonucu bu ahşap kiliseyi meydana getiremiyorsa, bu kainatın ve içindeki mahlukatın da plansız olaylarla sadece birer kaza, birer kör tesadüf eseri meydana gelmesi ve üstelik de son derece kompleks yapıları içinde barındırması mümkün değildir. Dahası kainat ve içindeki mahlukat bu kiliseyle karşılaştırma yapılamayacak kadar sayısız detayla donatılmıştır. Ey tavariş! Senin bu kasırga misalin çok mantıklı ve tutarlı. Zihnimdeki köhne fikirleri rüzgar gibi kasıp savurdu. Keşke bu misalleri sizler yıllar önce Kremlin’in önündeki kilisede Duma’ya karşı haykırsaydınız, baştakiler de duysaydılar bunları. İnkarcı masallarla topyekûn bir milleti dinsizlik bataklıklarına gömmeseydik. Bizler çara kadar dindar bir millettik. Ne zaman çekiç ve orak geldi dinimizi yıkıp biçtiler. Rus milletinin ahlakını enkaza çevirdiler. “Din afyondur” dediler görüyorsun ortada ayık gezen yok. Herkes votka müptelası olmuş. Gençlerimizin çoğu madde bağımlısı, yetişkinler de maddeperest, kalmamış Allah’a iman eden bir hakikatperest. Aklın yolu birdir. Bu millete bir asır boyunca bu kainatın ve içindekilerin kör tesadüfler ve rastlantılar sonucu oluştuğu masalını anlatan bunlar gelsinler bu dört asırlık ahşap yapının kendiliğinden oluşabileceği teorilerini bilimsellik kılıfı adı altında anlatmaya çalışsınlar. Buna muvaffak olabilirlerse ki olamazlar, bundan çok daha zor işlere kalkışıp bu kainatın ve içindeki mahlukatın bir Ustası yoktur desinler. Ey tavariş! Sana eşşed sıpasiba, çok teşekkürler. Ben şimdi anladım ki, bu ahşap kilise gibi bu kainatın ve içindeki mahlukatın tesadüfen oluştuğunu söyleyen keresteler tam bir eşşek sıpasıdır. 125
ISSIK GÖL - KIRGIZİSTAN “Tanrı Dağları’nın İncisi” Issık Göl, Kırgızistan’ın kuzeyinde yer alır. Yaklaşık 700 km uzunluğunda bir kıyı şeridine sahip olan göl Bolivya/Peru’daki Titicaca Gölü’nden sonra dünyanın en büyük dağ gölüdür. Gölün boyutları kendine has bir iklim oluşturacak denli büyüktür. Göl 118 nehir ve akarsu ile birlikte kendisini çevreleyen karla kaplı zirvelerden gelen erimiş kar sularıyla beslenir, ama ortasında fokurdayan hafif tuzlu sıcak kaynak suları nedeniyle göl hiç donmaz. gölün adı Kırgız dilinde “sıcak göl” anlamına gelen Issık Kul’dur. Gölün güney kıyıları gözde tatil yerleridir. Sovyetler’den kalma sanatoryum ve pansiyon evleri yavaş yavaş yeni dönemin eko-turistleri ve bölgedeki ünlü plajlar, hidroterapi ve çamur havuzlarına gelen ziyaretçiler için değiştirilmektedir. Kentsel gelişmenin bakir alanlara ulaşmadığı çarpıcı güzellikteki doğu kıyıları Sovyet görevlilere ayrılmıştır ve bu ayrıcalık kendini bugün de gösterir. 126
Şimdi bölgeye tatil ve şifalı çamurlardan faydalanmak için gelen Ruslara çamurlardan şifa için Lenin, Stalin, Troçki gibi komünizmin önde gelenlerinin heykellerini diksek ve bunların alttan kaynayan çamurların fokurdamasıyla zamanla kendiliğinden oluştuklarını söylesek bu saçmalığa hiçbir komünist zihniyet inanmaz. Sonra etrafta çamura tamamen batmış vücutları hasta kafaları da hasta bu heykel gibi duran Rusları gösterip “batak içinde duran cansız atomların çevresel faktörlerden etkilenerek zamanla canlanıp kendiliğinden bu sayısız mahlukata dönüştüler” inkar felsefesine inanan bu gafiller kendilerinin tesadüflerin eseri değil, nasıl bu heykellerin akıl sahibi bir heykeltıraşı varsa, bunlardan binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı çamura batmış inkar batağına saplanmış bu kişilerin de sonsuz akıl sahibi bir Sanatkarı, şekil ve suret veren Musavviri vardır. O sanatkar ilim, hayat, şuur, idrak gibi yeteneklerden mahrum kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiat ve tesadüfler değil; sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah’tır. Sizler de gelin O’na iman edin” desek, kendilerini çevreleyen inkar kaplı zirvelerden gelen materyalist fikirlerle beslenen, kalplerindeki iman ayarları bu tamamen kısık kullar, fokurdayan kaynak su gibi bu sıcak çağrı karşısında donuk akılları yumuşamaz mı? Etrafında gördükleri sanat eserleri karşısında Rabbin sanatını Allah deyip haykırabilirler mi? 127
31- ALTAY DAĞLARI – ORTA ASYA Çin, Moğolistan, Kazakistan ve Sibirya sınırları arasında kalan Altay Dağları, engebeli bir yabanıl bölgedir. Burası, çayırları ve ormanlarında yabani hayvanların dolaştığı, az sayıda insanın seyrek alanlarda yaşadığı karla kaplı dağlardan, coşkun ırmaklardan, buzullar, göller ve şelalelerden oluşan uzak ve uçsuz bucaksız bir diyardır. Burası bir zamanlar dağlardan Orta Asya düzlüklerine inen Moğol göçebe topluluklarının ve Türk boylarının yerleştiği alandır. Onların torunları bugün hayvanlarıyla dağlarda geleneksel yaşamlarına devam eden barışçıl göçebelerdir. Eski çoban yollarını takip ederek mis kokulu çam ormanları arasında ağır ağır ilerleyip engebeli dağ sıralarında ağaç çizgisinin üzerine doğru tırmanırken taşlık alanlarda güçlükle ilerleyip, Beluha Dağı’nın zirvesine bakan yabani çiçeklerle dolu, ıssız vadiler arasında dolanırken, hoppala siz de nereden çıktınız tombaladan mı? “Şambala kumbela dumbela, hoppala zıppala cuppala, kötü ruhları kovala, Şambala kumbela dumbela!” Taş yığınlarına bezler bağlayıp ateşin etrafında davul çalıp zıplayıp dans ederek ilginç kıyafetlerle garip ritüeller yapan bir topluluk.
128
Burası iki zirveden oluşan, karla kaplı ve bir bulut örtüsü ardında gizlenen 4.506 metre yüksekliğinde Şamanist geleneğine göre kutsal dağ yani Şambala. Şamanlar, kötü ruhlardan arınmak için dağ tanrısına ayin yapıyorlar. Ey Şamanlar! Boşuna davul çalmayın sizi duymaz Şambala. Tapmayın dağa, taşa, puta, kula olmayın budala. Göklerin ve yerin hâkimi Allah-u Teâlâ, O’ndan başkası yok, gelin doğru yola. Uymayın davula, uyun Resula! Şambala kumbela dumbela, bu kötü ruhu yakala, dil uzattı davula, yakala koy çuvala, taşa bağla zımbala, kırk pala hırpala sopala, ateşe at cumbala, zıplasın hoppala, külleri savrula! Şambala kumbela dumbela, bu kötü ruhu kovala… Baktım bana doğru gelirler kol kola, anladım durum kötü ola, ufak ufak sıyrıldım aşağı yola, koşunca onlar topukladım dört nala, patikalardan heyamola, tepelerden attık takla, derelerden geçtik salla, bula bula ayı ininde verdik mola, Şamanlar gitti başka yola, saman gibi yanmaktan kurtulduk güç bela, derken uykudan uyandık hayrola!
129
ORHON VADİSİ - MOĞOLİSTAN Dağlar, ormanlar, çöller ve platolardan oluşan geniş yabanıl topraklara sahip Moğolistan, dünyanın nüfus yoğunluğu en az bölgesidir. Nüfusun yüzde otuzundan fazlasının hayvancılık yaptığı ve üzerinde çok az yol bulunan bu göçebe ülkede ata binmek çevreyi gezmek için tek seçenektir. Orhon Vadisi’nde atla yapacağınız keşif gezisi gözlerinizi son derece alışılmadık bir yaşam biçimine açacaktır. Orhon, Orta Asya göçebe topluluklarının beşiğidir. Burası doğayla uyum içinde iki bin yıldır değişmeden kalan hayvancılık geleneklerini ve Şaman dini pratiklerini devam ettiren insanların yaşadığı bir bölgedir. Şimdi Orhon Nehri kıyısında yabani çiçeklerle kaplı çayırlarda dolaşırken, göçebe ailelerin çevreye yayıldığı yurt çadırlarını görüp içlerinden birine girip desek; Ey yaşlı Moğol, kımız için sağol, var ol, berhüdâr ol. Sana bir sorum var bana alemdâr ol. Bence bu bozkırdaki göçebe çadırların üzerindeki kilimler ve içindeki desenler tesadüfen kendiliğinden oluşmuşlardır. Yani uçsuz bucaksız bozkırlardaki pamukların rüzgarlarla savrulması sonucu ipliklere, iplikler de kendiliğinden ilmik ilmik işlenen bu kilimlere dönüşmüştür. Yani bir nakkaşı yoktur.
130
Üniversitede hocalarımız söyledi, bu bozkırdaki çiçeklerin, üstündeki hayvanların, insanların hülasa tüm kainatın ve içindeki mahlukatın hepsi birer sanat eseri, lakin tabiat ve tesadüflerin tesiri, değildir Halık-ı Kainatın müessiri. Delikanlı o hocaların hepsinin kafaları kocamış. Hiç yiğit atsız, at süratsız, avrat suratsız olur mu? Güzeller cilveli bakışsız, ata yurdumuz karsız kışsız, bu kilimler nakışsız nakkaşsız olur mu? Evlat varsa bir sanat eseri, sanatkarı olmalı. Varsa bir el emeği, emektarı olmalı. Bozkırdaki Cengiz Han heykelinin varsa bir heykeltıraşı, kilim gibi yeryüzüne ilmik ilmik işlenen bu çiçeklerin, koyunların, çobanların da bir Nakkaşı olmalı. Kardaş o Nakkaş Rabb-ül Alemindir. Ey yaşlı Moğol, izahatına sağol. Söyle bana sen kimsin? Ben Moğol yurdunda yaşarım lakin Müslüman Kazaklardanım, putperest kazıklardan değil. Bu uçsuz bucaksız bozkırlarda süreriz göçebe yaşam. Rabbime hamd ü sena ederim sabah akşam. Kitabımız Kuran-ı azimüşşan, rehberimiz Muhammed aleyhisselatü vesselam. Ey yaşlı bilge, tereciye tere satmak olmaz. Sana yem attım Halık’ı anlatmak için, ama asıl balık bizmişiz. Sen ise mürşid-i kamil, bizler senin yanında kalırız cahil. İzahatın her biri yüksek iman hakikati, evliyaullah’tan olduğunu anladım kati. Dua et bize Rabbim versin bolca hidayeti, üzerimize olsun Allah’ın rahmeti ve bereketi.
131
32- DELPHİ ANTİK KENTİ - YUNANİSTAN Antik Yunanlılar Delphi’yi dünyanın merkezi olarak kabul etmiştir ve bundan neredeyse her Yunan efsanesinde söz edilir. MÖ 4. yüzyılın başlarında inşa edilen muhteşem Tholos Tapınağı (yuvarlak planlı tapınak), 20 sütun bulunan iki daireyle çevrelenmiş yuvarlak kubbeli bir yapıdır. Şimdi şöyle düşünebilir miyiz? Dağdaki dağınık vaziyette bulunan muhtelif kaya parçalarının Parnassus Dağı’nın binlerce yıl esen rüzgarlarıyla taşınıp bir araya gelmesiyle bu muntazam tapınak kendiliğinden oluştu. Şimdi şöyle düşünebilir miyiz? Dünyadaki dağınık vaziyette bulunan muhtelif atom parçalarının binlerce yıl esen tesadüf rüzgarlarının ve sel gibi akan güneş, hava, su, toprak unsurlarının ve kör kuvvetler, serseri tesadüfler, sağır tabiat, camid sebeplerinin önüne kattığı cansız ve şuursuz atom yığınlarının taşınıp bir araya gelmesiyle bu muntazam gezegen ve içinde gezinen canlı mahlukat kendiliğinden oluştu. Nasıl bu mabedi ve sütunlarını muntazam dizen bir akıl varsa, bu mabedden binlerce kez mükemmel, hikmetli ve sanatlı şu muntazam dünya mabedini ve içinde sütun gibi duran bitki, ağaç, hayvan, insan taifelerini yaratan, şekil ve suret veren üstün akıl sahibi bir sanatkarı 132
vardır. O Sanatkar kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiat ve tesadüfler değil, sonsuz ilim, güç, hikmet, sanat ve irade sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah’tır. Antik çağın filozofları bu en ehemmiyetli meseleyi düşüneceklerine başka bir meseleye odaklanmışlardı. Antik Yunanlılar Delphi’deki Tholos Tapınağı’nın dünyanın merkezi olduğunu kesin kabul etmişlerdi. Efsaneye göre Anadolu’da Nasrettin Hoca’nın dünyanın merkezine Konya’yı kondurması antik filozofları çok kızdırmış ve hocayı Akşehir’den Delphi’deki Tholos Tapınağı’na müsabakaya davet ederler. Dünyanın merkezi Tholos’tur diye yaşanırken arbede Hoca eşeğine ters binmiş vaziyette girer mabede Filozoflar toplanıp derler seninle yapalım müsabaka Kim kazanırsa dünyanın merkezi olsun bitsin politika Hocayla beraber kırk filozof girerler Tholos’a Baş filozof der hocanın lafını çıkaracağım fosa Müsabaka başlar filozof Tholos’ta döner çizer bir çember Nasreddin Hoca da mabedin ortasından bir çizgi çizer Filozof bu sefer çemberden dikey bir çizgi çizer Hoca da eliyle üçü benim biri senin der Filozof parmaklarını sallar aşağı doğru Hoca da parmaklarını tutar yukarı doğru Filozof çemberin üstünde gezdirir avucunu Hoca da üfleyip gezdirir dudağının ucunu Filozof çemberin üstüne yumruklar vurur Hoca da hafifçe sallar gibi yapar durur Filozof mabedin çevresinde gezdirir elini ensesini Hocadan enseye tokadı yeyince döner şaşırır eksenini Filozof parmaklarını açar semaya doğru Hoca da parmaklarını sıkar kafaya doğru Filozof parmaklarını sürter sürter avuç içini Hoca da adamın boğazını sıkar döker içini 133
NASREDDİN HOCA İLE FİLOZOF Baş filozof mabedden çıkınca filozoflar merakla der Noldu nasıl buldun ilmini der şaştım hoca alimmiş meğer Dünyayı kast ederek yere çizdim bir çember Hoca da dedi ortasından ekvator geçer Dört parçaya bölünce dedim nedir bu Dedi dörtte biri toprak dörtte üçü su Dedim kaynağı nedir neden yağar nisan yağmurları Dedi yeryüzünden sular buharlaşıp çıkar yukarı Dedim kışın neden Olimpos bembeyaz olur Dedi soğuk rüzgarlar eser atmosfer soğur Dedim peki yer neden sallanır olur depremler Dedi altındaki madenlerde olur değişimler Dedim dünya sabit mi yoksa döner mi yerinde Döndürdü beni hem kendi hem feleğin çemberinde Dedim sizin memlekette yıldızlar gündüz de mi doğar Dedi yıldızların yanında kafaya göktaşları da yağar Yani hoca çakınca adamın ensesine Gündüz vakti yıldız saydırmış sorar döne döne Dedim düşüncen nedir kutuplar küresel ısınma deyince Dedi boğazımıza kadar suda kalacaz kutuplar eriyince Anladım bununla baş edilmez hoca muaazzam alim Dünyanın merkezini Konya Akşehir'e ettim teslim 134
Hoca memleketine dönünce derler Thales ne dedi Der canı tatlı çekmiş kocaman tepsi kadayıf istedi Ortasından bir çizgi çekip dedim yarısı benim Yok olmaz deyince dedim al dörtte biri senin Dedi üstüne serpsek fındık, fıstık, ceviz, badem, darı Dedim iyi olur ha böyle köz köz olursa ateşin ayarı Dedi nasıl olur üzerine tamamen kaymak çeksek Dedim üfff harika olur pişse de çabuk yesek Üstündeki cevizleri ezelim mi dedi herif Dedim şerbetini kaçırırsın sallamalı hafif Dedi hepsini çevirip ben yiyeyim sana kalsın birazcık Dedim aç gözlü olursan böyle döne döne yersin bre zındık Dedi hoca vurma yukarda Allah var tektir Dedim bizde hak yiyenlerin hakkı böyle kötektir Dedi hoca bunu paylaşalım fifti fifti bana iki sana bir Boğazını sıkıp dedim böyle pay mı olur bre yezit bre kafir
135
33- POMPEİİ ANTİK KENTİ - İTALYA MS 79 yılında Vezüv Yanardağı’nın bir volkan patlaması sonucu tüm şehir toksik gaz ve yanan küller altında kalmaya başlamış ve o gün hayat ve zaman durmuş. Dünyanın başka hiçbir yerinde eşi benzeri olmayan geçmişte belirli bir döneme ait toplumun ve günlük yaşamın eksiksiz ve canlı bir resmini sunar. Bir kaç saat içinde “dünya ve zevk cenneti Pompeii” büyük bir mezarlığa döndü. 20 bin insan volkandan çıkan zehirli gazlar ve üzerlerine yağan kızgın küllerle bir anda yok oldu. Pompeii’nin üzerine düşen kızgın küller, Pompeiililer taş kalıplar halinde çıkarıldıkları vakit ölüm anında ne yapıyorlarsa o halde bulundular. Yaklaşık 2.000 yıl önce o görkemli villalar, heykeller, duvar resimleri, mozaikler, tapınaklar ve pazarların dokunulmadan gömülü olarak kaldığı alanda gezerken yerlerde yatan taşlaşmış insan kalıplarını görüp desek; “Yanardağ faciasından 17 yıl önce yaşanan depremle halk burasını terk etmişti zaten. Sonra ard arda yaşanan depremlerle binaların taş ve sütunları yıkılıp, lav akıntılarının bu parçaları sürüklemesiyle bir araya gelip kendiliğinden bu insan kalıplarına dönüşmüşler.” Bu saçmalığa hiç kimse inanmaz. Sonra antik kenti gezip yorulan ve güneşlenmek için çimenlere uzanmış turistleri görüp, bu toprakla bütünleşmiş kalıpların icadlarını kör, sağır, düşüncesiz ve cansız tabiatın ve serseri tesadüflerin bilinç-
136
siz ellerine veren bu gözleri kör, kulakları sağır, kalpleri ölü taşlaşmış kalıpsızlar ve Batı medeniyeti, yıllardır materyalist felsefeden çıkan inkarcı fikirler ve üzerlerine düşen gaflet örtüsüyle büyük bir mezarlığa dönmüştür. Nasıl taş yığınlarının lav akıntılarıyla sürüklenmesi sonucu bu taşlaşmış insan kalıpları kendiliğinden bir araya gelerek oluşamazsa, atom yığınlarının sel gibi akan unsurlarla güneş, hava, su, toprak ve yel gibi esen sebeplerle deprem, kasırga, yağmur, şimşek, radyasyon, ultraviyole ışınları gibi bilinçsiz güçlerin yönlendirmesi ve işbirliğiyle bu et ve kemikleşmiş kalıplar oluşamaz. Ancak sonsuz ilim, güç, hikmet, sanat ve irade sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah tarafından insanlar yaratılıp, kusursuz bir ölçü ve düzen içindeki şekil ve suretleri verilebilir. Toprağın altında yatan kör, sağır, düşüncesiz ve ölü insanların arasına bir taş kütlesi koyup ve yanına çekiç, keski gibi yontu aletlerini bıraksak, binlerce yıl beklesek ve binlerce yıl yalvarsak onlardan taş kütlesini yontup bir insan heykeli yapmasını beklemek nasıl imkansız, saçma ve mantık dışıysa; ilim, şuur, akıl, irade ve hayattan yoksun küllüm kör, sağır, düşüncesiz ve cansız tabiatın, tesadüflerin ve doğada varlığından söz etmeye değmeyen bilinçsiz güçlerin bir araya gelip bu canlıları yaratıp şekil ve suret verdiklerine inanmak binlerce kez imkansız, saçma ve mantık dışıdır. Aksini söyleyen bu akılları inkarcı depremlerle yıkılıp dağılmış, volkanik küller gibi gaflet örtüsüyle kaplı, materyalist fikirlerin içlerine kadar girip sızdığı ve sonunda kalpleri kristalize olup taşlaşmış bu kalıplar, cehennem lavlarının içlerine doğru yanmaya sürüklenmezler mi?
137
GELENEKSEL MARDİN EVLERİ Mardin kenti, temel yapı malzemesi olarak kolay işlenebilen sarı kalker taşının kullanıldığı, çeşitli motiflerle bezenmiş geleneksel evleriyle ünlüdür. Mardin evlerinin en önemli özelliği taş işçiliğidir. Bölgedeki çok sayıda ocaktan çıkarılan sarı kalker taşı, yapı üretimine egemen olmuş, kapı ve pencereleri, sütuncuklar, kemerler… değişik motiflerle süslenmiştir. Mardin’deki evler, kalenin eteklerinden ovaya kadar birbiri üzerine yükselen teraslar şeklinde, tepenin güney tarafına yapılmıştır. Kentin dar ve merdivenli sokaklarına araçlar giremediği için çöp toplama işi sigortalı eşeklerle yapılmaktaymış. Şimdi hep birlikte bir Mardin evinin odalarını geziyoruz. İlk odaya bakıyoruz ki duvarlarındaki raflara kırmızı, mavi, sarı ana renklerle; yeşil, mor, turuncu ara renklerin bulunduğu boya şişeleri dizilmiş. Yere de boydan boya boş bir kumaş serilmiş duruyor. İkinci odaya bakıyoruz, aynı şekilde raflarda boya şişeleri duruyor ama yerdeki bezin üzerinde elma ağacı altında ip atlayan bir kız çocuğu ve yanında kanatlarını açmış tavus kuşu resmi çizilmiş. Acaba hiçbir yönle imkan ve ihtimal var mı ki, o yerdeki harika tablo gibi resim, akıllı bir ressamın fırçasının hassas rötuşlarıyla, ince ince dokunuşlarıyla değil de, boya şişelerinin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpması sonucu yere devrilip, boyaların akıp gitmesiyle toplanıp kendiliğinden o resmi oluştursunlar. Acaba bundan daha saçma, imkansız ve mantıksız bir şey olabilir mi?
138
İşte bu misal gibi her bir bitki, hayvan ve insan suretleri çok hassas rötuşlarla dokunmuştur ki, eğer kör sebeplere, unsurlara dayandırılsa ve sebepler icat etti denilse, aynen kumaştaki resmin, şişelerin devrilmesinden vücud bulması gibi, yüz derce akıldan uzak, imkansız ve batıldır. Allah’ın hadsiz bir hikmet ve sınırsız bir ilim ve her şeyi kuşatan irade ile vücuda gelen yeryüzü kumaşında nakşettiği resimden binlerce kez mükemmel, sanatlı, üç boyutlu ve canlı sayısız bitki, hayvan ve insan suretlerinin, dünya odasına dizilen hava, su, toprak, ışık atomlarının bulunduğu ana şişelerle; rüzgar, dalga, şimşek, radyasyon sebeplerinin bulunduğu ara şişelerin hudutsuz sel gibi akan yüzlerce maddi unsurların akıp toplanmasıyla oluştuğunu iddia eden bedbaht, o harika resmin kendi kendine şişelerin devrilmesinden çıkıp oluşmuştur diyen deli saçmalayıcısı sarhoş ahmak, Mardin sokaklarında çöp toplayan eşeklerden daha fazla eşektir. Şimdi ilk odaya tekrar giriyoruz. Raflarda boya şişeleri, yerde de boş bir kumaş serilmiş duruyor. İçeriye dünyanın en usta ressamları girdiler. Acaba bu canlı, şuurlu ve usta ressamlar, fırçalarıyla beze dokunmadan, hiç temas etmeden sadece uzaktan yakından boyaları yere sıçratarak, hassas rötuşlar ve ince ince dokunuşlar isteyen o harika resmi yapmalarını istesek bunu başarabilirler mi? Kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiata, hadsiz bir cehalete bürünüp akıl, şuur, bilinç ve can isnat etsek bile; eli, kolu, fırçası ve teması olmayan tabiat, heykeltıraş gibi nasıl bu hadsiz harika canlıların her biri ayrı ayrı şekil ve suretlerini oluştursun? Akıl ve şuur sahibi usta ressamların yapamadıklarını, resimlerden binlerce kez mükemmel, hikmetli, sanatlı ve canlı suretlerini bu kör, sağır, düşüncesiz ve camid tabiata isnad eden bu Mardin evleri gibi taş kafalı bu kör, sağır, düşüncesiz ve camidler, yarın mahşerde daracık sokaklarına cehennem yükü taşıyan sigortalı eşeklere dönüşmezler mi? Primlerinin dolmasını hiç beklemesinler, eşekleri orada, buradaki gibi emekli etmezler! 139
34- STONEHENGE – İNGİLTERE Stonehenge MÖ 3100’den 1100’e kadar birkaç farklı evrede inşa edilmiş ve büyüklüğü, yüksekliği ve kusursuzluğuyla dünyadaki en etkileyici megalit anıtlardan biri olmuştur. Planı eş merkezli bir çembere dayanır ve kullanılan taş blokları, menhirler oldukça büyüktür. Yapımının üçüncü evresinden itibaren dikey blokların üzerine üst pervazlar yerleştirilmiş, böylece bir bağlı saçaklık tipi oluşturulmuştur. Stonehenge’nin dinsel işlevi ayrıntılı olarak bilinmemesine rağmen binanın kozmik göndermeleri oldukça önemlidir. Eski bir teoriye göre, bu alan bir güneşe tapınma mabedidir. Türlerin Kökeni isimli kitabın yazarı İngiliz Charles Darwin’i bu alana kitabını tashih için getirseler ve ona “Türlerin kökenini bırak da bu taşların kökenini bul, bu taşları buraya kim ve niçin dikti?” deseler, “Bilmiyorum sizin görüşünüz nedir?” dese, “Bizce bu taşlar doğal yollar ve mutasyonlar sonucu yani yıllar içinde tesadüf rüzgarlarının esmesiyle rastlantısal kazalar sonucu yuvarlanarak kendiliğinden buraya dikilmiş olmalı!”
140
“Eşeğin sırtına koysak, bu taşlar buraya kalkmaz, rüzgar bu blokları nasıl sürükleyip diksin? Bırakın bu saçmalıkları bunları muntazam olarak mutlaka akıl sahibi birileri dikmiş olmalı.” Ona deseler; “Sen bu taş blokların dahi tesadüfen dizilemeyeceğini idrak ediyorsun da bu taşlardan binlerce kez mükemmel, ölçülü ve düzenli bu kainatın ve içindeki mahlukatın kör tesadüfler, rastlantısal kazalar ve doğal yollarla veya tabiatın tesiriyle oluşacağını mı söylemeye çalışıyorsun? Bu gördüğün eserin bile bir mimarı, bir sanatkarı varsa, bu kainatın ve içindeki mahlukatın da bir mimarı ve sanatkarı olmalı. Bu mahlukatı buraya kim ve niçin dikti? Sen onu bulmaya çalış ey amatör düşünceli!” “Eğer bu taş blokların buraya tesadüfen kendiliğinden dikildiğini ispatlayabilecek ilginç teoriler bulabilirsen ki bulamazsın, kitabın baş göz üstüne; yoksa yırt o lanet kitabını gel bu taşların dibine göm. Milleti de eşek yerine koyup, kandırmaya çalışma. Defol git bu camiadan!” demeleri gerekmez miydi zamanın bilgeleri?
141
GALAPAGOS ADALARI - EKVATOR Güney Amerika’nın 965 km batısında Ekvator çizgisinin her iki yanına dağılan Ekvator’un Galapagos Adaları, Charles Darwin’in doğal seleksiyonla evrim teorisini geliştirmesine sebep olan canlıları gözlemlediği yer olarak tanınır. Dev kara kaplumbağaları, deniz aslanları, deniz iguanaları, susamuru, albatroslar, sümsük kuşları, uçamayan karabataklar, fırkateyn ve fregat kuşları… bölgede yaşayan canlıların bazılarıdır. Yıl 1835 uzaklardan denizde bir gemi görünüyor. Adaya yaklaştı, genç bir sarışın adam adaya indi, yanında siyah elbiselere bürünmüş yamyam kılığında garip bir mahluk. Dedim siz kimsiniz ey yabancılar, ne alırsınız ne satarsınız, ne için geldiniz ta uzaklardan buraya? Dedi adım Çarlis bu da arkadaşım İblis, teşhis için geldik beraber, bu da bana olacak rehber. İçimden dedim Şeytansa bir insanın kılavuzu, hile yapıp helal diye yedirir domuzu. Dedi kitap yazacağım tüm dünya okusun bu eseri, hülasa tanrı diye bir şey yok her şey tabiatın tesiri. İkna edeceğim ülkemde bir çok rahibi, bu mahlukatın yoktur diye bir sahibi. Dedim kitabını tashih için mi getirdin bu yamyamı, dedi bu benim ilham kaynağım değiştirdi dünyamı. Dedi hacetim var bana bir yer göster olmasın günah, dedim istediğin yere çövdür sana her yer mübah. Şeytana dedim bre melun niye inkar ettirirsiniz Sanatkarı, dedi bilim kılıfı altında tüm dünyaya yayacağız inkarı. Dedim sizinle müsabaka yapalım kim kazanırsa şayet, davasından vaz geçip hak neyse ona etsin tebaiyyet. İblis tamam dedi Çarlis’i alıp yarın geleceğim meydana, yanımda getirdiğim taştan heykelleri dizdim Darwin’le Şeytana. Kaplumbağa, deniz aslanı, albatros, sümsük, fırkateyn kuşları… Dedim bunları kim şekillendirdi haydi yapalım vuruşları. 142
Şeytan başladı elindeki sopayla heykelleri dövmeye, davayı iptal ettirecek bunlar diye ağzıyla sövmeye. Dedim korkma bunların eli kalkmaz size vermez zarar, ama içinizdeki inkarı yıkar fikrinizi bozar. Dedim rüzgarların kayaları aşındırmasıyla tesadüfen, bunların oluşabilme ihtimali sizce var mı söyleyin lütfen? Bu heykellerin kendiliğinden oluşması mümkün mü yapın deneyi, İblis Çarlis’e fısıldayıp dedi teorin buysa yedik naneyi. Şeytan dedi Şeytanız ama yok milyarda bir ihtimal, doğal seleksiyon dedi ikisi arasında çıktı ihtilal. Adada gezinen mahlukatı gösterip kim dedim Sanatkarı, Şeytan dedi ben O’nu iyi bilirim sen ikna et bu cüretkarı. Dedim nasıl kayaların tesadüfen aşınmasıyla olmazsa bu sanat, atomların da savrulmasıyla kendiliğinden oluşamaz bu hayvanat. Kör, sağır, düşüncesiz, camid tabiat değildir bu mahlukatın sahibi, sonsuz ilim, güç, hikmet ve irade sahibidir bu kainatın Rabbi. Varsa bir heykel olmalı akıl sahibi bir heykeltıraşı, İblis dedi Çarlis’e ben gidiyorum kes artık şu tıraşı. Şeytan kaçarken dedi bre nerden rastladık bu Macıra, Ey Allah’ım madem o vardı beni niye bindirdin gırgıra. Çarlis kaldı tek başına müsabakaya etti devam, ölsem de vazgeçmem dedi bu benim yegane davam. Dedim karabatak gibi kafanı sokmuşsun gaflet çamuruna, gel kaplumbağa gibi girme kabuğuna bak şu susamuruna. Aslan gibi iman et bırak egoyu tabiat anayı, aklın tesadüf rüzgarlarıyla alabora olmuş bul rotayı. Bak sümsük gibi kaçtı sen de feragat et git bin fırkateyne, dedi Şeytan bile bu fikirden kaçsa ben halka yuttururum yine.
143
PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V) NÜBÜVVET DELİLLERİ Ümmiliği ile Yani Okuma - Yazma Bilmemesi ile Beraber Dininin ve Tebliğinin Mükemmel Olması, O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. Şimdi şöyle bir düşünelim: Okuma yazması olmayan birisi, bütün dünyayı ilgilendiren bir plan ve program geliştirmeye niyetlensin. Sonra bu zat, projesini onlarca yıl boyunca kimseye sezdirmeden geliştirsin ve sonra da bunu insanlara ömrünün sonuna doğru duyursun. Duyurduktan sonra da bütün plan ve projelerinde; en ufak bir çelişki ve hata olmadan, geri adım atmadan vefatına kadar bütün zorluklara rağmen davasından vazgeçmeden devam ettirsin ve sonunda davası onun planladığı gibi bütün dünyaya yayılsın. Bu mümkün müdür? Hem de bu anlattığı dava, öyle bir dava olsun ki, bütün duyurduğu insanların kavim, kabile, alışkanlık, örf, âdet, din yani alışa geldiği ve bağlana geldiği ne varsa hepsini kökten değiştirsin. Ümmi birisinin böyle bir inkılâbı yapması ve muvaffak olması imkânsızdır. İşte Hazreti Muhammed (asm), daha evvelden peygamberlik gibi bir plan ve projesi olmadan birden İslam davasıyla meydana çıkmış ve bütün insanlığa davasını tebliğ etmiştir. Bunu yaparken de zerre kadar bir tereddüt, korku, çelişki eseri göstermemiş ve on sene gibi kısa bir sürede üç milyon kilometre kare gibi devasa bir bölgede yüz binlerce insanın kalplerine ve gönüllerine hükmetmiştir. Mazide canlı canlı evlatlarını toprağa gömecek kadar cani olan bir toplumdan kısa sürede öyle medeni bir toplum meydana getirmiştir ki, vefatından on beş sene gibi kısa bir zaman sonra dini üç kıtaya ve milyonlarca insana ulaşmıştır. Şimdi soruyoruz; eğer peygamberlik iddiası -hâşâ- kendi uydurduğu bir dava olsaydı ve yıllarca hazırlık yaptıktan sonra kırk yaşında tebliğe başlasaydı, bunu kendi akrabaları ve hatta eşi bilmez miydi? Hem eğer bu büyük ve iddialı davasında doğru olmasaydı, O’na (asm) ilk iman edenler, bütün canlarını ve mallarını, bu uğurda feda ederler miydi? İlk dönem Müslümanların çektikleri sıkıntılar ortadadır. 144
Şimdi düşünelim; eğer Peygamberimiz (asm) -hâşâ- peygamber olmasaydı ve -hâşâ- İslamı kendisi uydurmuş olsaydı, bunu hangi nedenlerden dolayı uydurabilirdi? • Rahat yaşamak için mi? Oysa bütün hayatının çileyle geçtiği, mal-mülk namına elinde ne varsa insanlara dağıttığı ve hatta ölürken borç karşılığında rehinde eşyası olduğu bir gerçektir. Demek ki, rahat yaşamak için böyle bir iddiada bulunmuş olamaz. • Liderlik için mi? Hâlbuki bütün hayatı şahittir ki, kendisi insanlardan bir insan olmuş, asıl efendiliğin ve liderliğin hizmetkârlıkla olduğunu hayatıyla ispat etmiştir. Savaşta en önde savaşmış, kendi yırtığını dikmiş, bir hizmet vaktinde arkadaşlarıyla beraber çalışmıştır. Demek liderlik iddiasında bulunmuş olması da geçerli bir iddia olamaz. Hem böyle bir iddiası olsaydı, Mekke müşriklerinin teklif ettikleri liderlik ve mal mülk tekliflerini reddedip sefaleti tercih eder miydi? • İnsanları, içinde bulunduğu kötü durumlardan kurtarmak için böyle bir iddiayla ortaya çıkmış olabilir mi? Hâşâ; bu iddia da geçersizdir. Çünkü insanları din namına kurtarmak isteyen dindar birisi -hâşâ- Allah nanıma yalan söyleyemez. Yalan söylese hakiki dindar olamaz ve yalanı er-geç ortaya çıkar. Hem getirmiş olduğu din emsalsizdir. Bütün dinlerin esasını özünde içermekle beraber, hepsinden farklıdır, orjinaldir. Ümmi bir Zatın kabiliyetinin üstünde mükemmellikte bir dindir. Demek ki bu iddia da geçersizdir. Demek bu iddiaların tamamı, şeytanın bir telkini ve nefsimizin vesvesesinden ibarettir. Hazret-i Muhammed (asm) Allah’ın son ve en üstün peygamberidir. Bütün insanlığa önderdir. Daha önceden en ufak bir iddiası yokken, kırk yaşında kendisine nübuvvet verilmiş ve hayatının sonuna kadar her türlü çileye göğüs gererek vazifesini ifa etmiştir.
145
İnsanları, içinde bulundukları kötü durumlardan kurtarmak için, bir insan Kur’an’ı yazıp daha sonra da insanlar üzerindeki tesirini arttırmak için “Bu Allah’ın kelamıdır” demiş olamaz mı? Şeytan döndü, yine dedi ki: Kur’an’ın meseleleri gibi çok kişiler o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir insanın, din namına böyle bir şey yapması mümkün değil mi? Cevaben Kur’an’ın nuruyla dedim ki: Evvelâ, dindar bir adam din muhabbeti için “Hak böyledir. Hakikat budur. Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz. “Allah’a iftira atandan daha zalim kimdir?” tehdidinden titrer. Ayrıca, bir insan kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir. Belki de imkânsızdır. Çünkü birbirine yakın kimseler birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar, birbirinin şekline girebilirler. Mertebece birbirine yakın zatlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler. Geçici olarak insanları aldatırlar, fakat daimî aldatamazlar. Çünkü dikkat ehli nazarında, eninde sonunda tavırları ve halleri içindeki yapmacık hareketleri ve zoraki davranışları sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.
146
Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan; ötekinden gayet uzaksa, meselâ basit bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa elbette hiç kimseyi aldatamayacak. Belki kendisi maskara olacak. Her bir hali bağıracak ki: Bu sahtekârdır. İşte, hâşâ yüz bin defa hâşâ! Kur’an, insan sözü olarak farz edildiği vakit şu imkansızlıkları kabul etmek gerekecektir: Bir yıldız böceği, bin sene hakikî bir yıldız olarak kendini gösterebilir mi? Bir sinek, bir sene tavus kuşu şeklini kendini seyredenlere gösterebilir mi? Sıradan bir asker; namlı, ünlü bir generalin tavrını takınıp, makamında oturup, hilesini hissettirmeden uzun zaman öyle kalabilir mi? Hem iftiracı, itikatsız bir adam; her halini inceden inceye araştıran insanların önünde, ömründe daima en doğru sözlü, en emin, en güvenilir bir kimsenin vaziyetini telaşsız gösterip, dâhilerin nazarında yapmacık hareketlerini saklayabilir mi? Bu saydıklarımızın hepsi hadsiz derecede imkânsızdır ve hiçbir akıl sahibi bunlara mümkün diyemez. Aynen öyle de, Kur›an’ı insan sözü farz edildiği zaman lâzım gelir ki: İslâm âleminin semasında pek parlak ve daima hakikat nurlarını yayan bir hakikat yıldızı, belki bir kemâlât güneşi kabul edilen Kur’an-ı Kerim’in mahiyeti; Hâşâ bir yıldız böceği hükmündeki, bir insanın uydurmalarla dolu bir düzmesi olsun ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın ve onu daima yüksek ve hakikatlerin madeni bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece imkânsız olmakla beraber, sen ey şeytan! Yüz derece şeytanlıkta ileri gitsen buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın! Yalnız mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun! Yıldızı, yıldız böceği gibi böyle küçük gösteriyorsun. 147
İslamiyet’in Kanunlarının Mükemmel Olması, O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. Acaba ümmi olan, yani okuma yazma bilmeyen bir kişinin tek başına kanunlar yapması ve bu kanunların hiç değişikliğe uğramadan tam on dört asrı ve her asırda insanların en az dörtte birini adaletle ve hakkaniyet üzere idare etmesi mümkün müdür? Elbette hayır. Şimdi Hazret-i Muhammed’e (asm) bakıyoruz; ümmi bir Zatta ortaya çıkan kanunlar, on dört asrı ve her asırda insanların dörtte birini adaletle ve hakkaniyet üzere idare etmiş ve ediyor. Bunun yeryüzünde bir tek emsali yoktur. Hatta yıllarca hukuk eğitimi alan onlarca hukukçunun bir araya gelmesiyle yapılan kanunlar üç beş sene bile yaşayamıyor ve eskiyor. Adaletle idare edememesi ise cabası. Şimdi O Zattan (asm) meydana gelen kanunları, Hz. Muhammed’in (asm) vahye mazhar olup, Allah’ın elçisi olmasıyla izah etmezsek, ne ile izah edeceğiz? Ümmi olup okuma yazma bilmeyen bir zatın, kendi kendine bir din çıkarması ve bu dinin on dört asır boyunca, her asırda milyonlarca insanın rehberi, akıllarının muallimi, kalplerinin temizleyicisi, nefislerinin terbiyecisi ve ruhlarının gelişimine maden olması ve her asırda milyonlarca taraftar bulması mümkün müdür? Ve emsali var mıdır? Elbette yoktur… Şimdi yine Hz. Muhammed’e (asm) bakıyoruz; O ümmi Zatın (asm) fiilleri, sözleri, hal ve hareketlerinden çıkan İslamiyet, her asırda milyonlarca insanın rehberi ve kaynağı, akıllarının muallimi ve mürşidi, kalplerinin nurlandırıcısı ve temizleyicisi, nefislerinin terbiyecisi ve ruhlarının gelişiminin ve yükselmesinin sebebi olması yönüyle misli olmamış ve olamaz. Öyleyse bu Zat’ın (asm) peygamberliğini kabul etmezsek, İslamiyet’i ve İslamiyet’in kalplerde, ruhlarda, akıllarda, nefislerde ve gönüllerde yapmış olduğu inkılâbı ne ile izah edeceğiz?
148
Cesareti, O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. Bir insanın, yalan bir davayı ortaya koyduğunu düşünelim. Bu yalan davasından dolayı birisi canına kast etse, elinde silah başına dikilse ve öldürmek istese; o yalancı adam davasını inkâr edip canını kurtarmak isteyecektir. Hatta belki yalvaracak, yakaracak ve yalancı izzetini de ayaklar altına serecektir. İşte Peygamberimiz’in (asm) davasının doğruluğuna yukarıdaki örnekten bakalım. Peygamberimizin (asm) tebliğ ettiği davası, eğer -haşa- yalan bir dava olsaydı; başına kılıç dayadıkları veya ordusu dağılıp yalnız kaldığı zamanlarda yine davasını haykırır mıydı? Elbette ki haykıramazdı. Peygamberimizin (asm) bu şekilde yaşadığı pek çok hadise ispat etmiştir ki, O’nun (asm) davası haktır; içerisinde hilenin zerresi bulunmamaktadır. Bu hadiselerden bir tanesini buraya alarak, detaylı bilgi almak isteyenleri siyer kitaplarına müracaat etmelerini öneriyoruz. Pek çok sahih hadis kaynağından bize nakledilen meşhur bir hadisedir. Peygamberimiz (asm) bir sefer esnasında kabilesinden uzak bir yerde dinlenmektedir. Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimseye gözükmeden, Peygamber Efendimizin (asm) yanına kadar ulaşmayı başarır. Elindeki kılıcı Peygamberimizin (asm) başının üstünde kaldırıp “Seni benim elimden kim kurtaracak?” diye bağırır. O anda uykudan uyanan Peygamberimiz (asm) hiçbir tereddüt, endişe ve korku hissetmeden, “Allah!..” diye cevap verir. Sonra da şöyle dua eder: “Allah’ım! Dilediğin bir şeyle beni ondan kurtar.” O anda Gavres, ansızın gaibden gelen ve sırtına çarpan bir darbe ile yere yuvarlanır. Bu defa elindeki çok güvendiği kılıncı Hazreti Muhammed’in (asm) eline geçmiştir. Şimdi sıra O’ndadır ve sorar: “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” Gavres pişmandır. “Beni kurtaracak kimse yok!..” der.Aman diler. Efendimiz (asm) daha birkaç saniye önce canına kasteden düşmanını affeder, gitmesine izin verir.1 İşte cesaret, işte büyüklük!.. 1 ) Buhârî, cihad 84; megâzî 31; Müslim, fezâil 13; Hâkim, el-Müstedrek, 3/29.
149
KURAN’IN EDEBİ MUCİZELİĞİ "De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler." (İsrâ Sûresi, 88) İnsanların en dâhi şairlerini ve edebiyatçılarını en harika hatiplerini, en büyük alimlerini muarazaya (karşılıklı sözlü mücadeleye) davet edip bin dört yüz senedir meydan okuyor. Onların damarlarına şiddetle dokunuyor. Muarazaya davet ettiği halde, kibir ve gururlarından başını semavata vuran o dâhiler, ona muaraza için ağız açamayıp, zilletle boyun eğdiler. Arap yarımadası halkı o asırda çoğunluk itibariyle ümmi idi. Yani tahsil görmemiş okuma yazması olmayan idi. Ümmîlikleri için, övünmelerini ve tarihi olaylarını ve güzel ahlaka yardım edecek atasözlerini, kitabet yerine şiir ve belagat (bir sözü düzgün olarak yerinde, etkili ve güzel bir şekilde ifade etme) kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Manidar bir kelâm, şiir ve belagat cazibesiyle geçmişten geleceğe hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu fıtri ihtiyaç neticesi olarak, o kavmin manevi ticaret çarşılarında en ziyade revaç bulan, rağbet gören fesahat (bir dilin doğru ve düzgün söylenişi, sözün lafız mana ve ahenk itibariyle kusursuz olması) ve belagat (fesahatin daha yüksek derecesi düşüncenin düzgün olarak süslü sözlerle anlatılması) metaı idi. Hatta bir kabilenin büyük bir şairi, en büyük bir milli kahramanı gibiydi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı. İşte, İslamiyetten sonra alemi zekalarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve övünç vesileleri ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belagatta yeryüzünden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belagat o kadar kıymettar idi ki, bir şairin bir sözü için iki kavim büyük harp ederdi ve bir sözüyle barışıyorlardı. Hatta onların içinde “Muallâkat-ı Seb’a” (Yedi Askı) namıyla yedi şairin yedi kasidesini altınla Kabe’nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.
150
İşte böyle bir zamanda, belagat en revaçlı olduğu bir anda Kur’an-ı Mucizü’l Beyan indi. Nasıl ki Musa aleyhisselam zamanında sihir ve İsa aleyhisselam zamanında tıp revaçta idi; mucizelerin mühimi o cinsten geldi. İşte o vakit. Arap belâgatçılarını en kısa bir suresine mukabeleye davet etti. “Kulumuza (Muhammed (s.a.v) indirdiğimiz Kuran’da bir şüpheniz varsa, onun benzerinden bir sure getiriniz.” (Bakara Suresi, 23) fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem, der ki: “İman getirmezseniz lanetlenmişsiniz, Cehenneme gireceksiniz.” Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını küçümsüyor. Onları önce ebedi idam ile ve sonra da cehennemde ebedi idam ile beraber dünyevi idam ile de mahkum ediyor. Der: “Ya karşılıklı sözlü mücadele ediniz, yahut can ve malınız helakettedir.” İşte eğer muaraza (karşılıklı sözlü mücadele) mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün mü idi ki, bir iki satırla muaraza edip davasını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en zorlu harp yolu tercih edilsin. Evet o zeki kavim, o siyasi millet ki, bir zaman alemi siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belaya atacak uzun bir yolu tercih etsin; hiç uygun mudur? Çünkü, şairleri birkaç harfle muaraza edebilseydi, Kuran davasından vazgeçerdi. Onlar da maddi ve manevi helâketten kurtulurlardı. Halbuki, harp gibi dehşetli uzun bir yolu tercih ettiler. Demek söz yahut yazı ile karşılıklı mücadele mümkün değildi, imkansızdı; onun için kılıçla karşılıklı mücadeleye mecbur oldular.
151
Peygamber Olarak Gönderildiği Toplum Üzerinde Yapmış Olduğu İnkılâplar O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. Küçük bir topluluk düşünelim! Bu topluluk son derece inatçı ve âdetlerine son derece bağlı bulunsun ve bu âdetler onların damarlarına kadar işleyip, benliklerine nüfuz etmiş olsun. Biz de böyle bir toplulukta büyük bir hâkim olduğumuzu farz edelim. Acaba, büyük bir hâkim olmakla birlikte, çok çalışıp gayret göstererek, bu küçük ve inatçı kavimdeki kaç âdeti değiştirip, yerlerine güzel ahlakı tesis edebilirdik? Bu soruya cevap vermeden önce şunları da düşünelim: Bir baba, evladındaki kötü bir ahlakı onlarca nasihatine rağmen bazen değiştiremiyor. Bir öğretmen o kadar çabasına rağmen bazen bir öğrencinin kötü ahlakını yok edemiyor. Bunca kanun koyucu, şiddetli cezalara rağmen hırsızlık gibi bir suçu önleyemiyor. Bir doktor bir tiryakiye sigara gibi küçük bir alışkanlığı bile bıraktıramıyor... Şimdi acaba biz büyük bir hâkim olarak, bu inatçı ve âdetlerine bağlı topluluktan kaç âdeti, ne kadar zamanda kaldırabilirdik? Malumdur ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir toplulukta, büyük bir hâkim, büyük bir gayretle, ancak geçici olarak kaldırabilir. Hâlbuki Hazret-i Muhammed (asm) küçük bir kuvvet ve küçük bir himmetle, birçok büyük âdetleri, hem de inatçı ve âdetlerine çok bağlı olan bir kavimden, az bir zamanda kaldırmış ve yerlerine öyle yüksek bir ahlakı yerleştirmiştir ki, bunun tarihte emsali yoktur. Dünya tarihinde hiçbir reformist, tüm toplumu onlarca ayrı alanda birden etkileyecek reformlar yapamamıştır. Yani örneğin siyaset, ekonomi, sanayi, eğitim, savaş ve benzeri alanlardan sadece bir veya birkaç tanesinde muvaffak olabilmişlerdir. Yine dünya tarihi şahittir ki, ideolojik bazı fikir akımlarının önderleri gibi en dahi insanlar bile muhataplarında sadece milliyetçilik, hürriyetçilik gibi birkaç hissi 152
tahrike muvaffak olmuşlardır. Her alanda muhatapları etkilemekte muvaffak olamamışlardır. Hâlbuki Hz. Muhammed, sanattan sağlığa, adaletten eşitliğe, cahiliye âdetlerinin kaldırılmasından onların yerine en yüksek ahlak kurallarının tesisine, pek çok fen ilimlerinden savaş ilimlerine kadar yüze yakın alanda reformlar yaptığı gibi; âdetlerine son derece bağlı olan o toplumu çok kısa bir zamanda öyle değiştirmiştir ki tarihte emsali yoktur. Peygamberimizin (asm) sadece bir sohbetinde birkaç dakika bulunmakla en medeni insanların seviyesine çıkan ve kendi kavim, kabile veya ülkelerine muallim olarak dönen bedeviler, bir deve güreşçisinden, devasa bir devleti adaletle idare eden Ömer’ler, hep Hz. Muhammed’in meydana getirdiği toplumun meyveleridir. İşte Hazret-i Muhammed’in (asm) Asr-ı saadetini görmeyenlerin veya göremeyenlerin gözüne Arap yarımadasını sokarak diyoruz ki, haydi yüzlerce filozofu, sosyologu alın ve oraya gidin, tam yüz sene çalışın, acaba O Zat’ın (asm) o zamana nispetle bir senede yaptığı icraatın yüzde birini yapabilecek misiniz?..
153
Eğiticilik Vasfı ve İnsanlara Öğrettiği Hakikatler, O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. Peygamberimizin (asm) çok sık nazara verilen bir sıfatı “ümmi” oluşudur. Ümmiliğinin üzerinde bu kadar çok durmamızın nedeni, O’nun (asm) ümmi olarak yaptığı icraatının her birinde ulaştığı başarıya, o konudaki ilim erbabının en uzmanlarının bile erişmesinin imkânsız olmasıdır. Bu yönü Efendimizin (asm) en büyük mucizelerindendir. Eğitim alanındaki icraatları da böyledir. Efendimizin (asm) özellikle medeni bir toplumu inşa ettiği Medine dönemine göz attığımızda, ashabını onlarca ayrı ilim dalında eğittiğini görmekteyiz. Bu ilim dallarının uzunca listesini İslam tarihi kitaplarına havale ederek, birkaç tanesini numune olması için buraya almak istiyoruz: “İman esasları, ibadetler ve ibadetlere ait konular, bazı âyetlerin tefsir ve izahları, toplum hayatına dair edepler ve güzel ahlak, sağlık ve tedavi, zuhur edecek fitne ve fesatlara dair haberler, dualar, Allah yolunda cihad, cihad hukuku, savaş taktikleri, alışverişe ve ticarete ait konular, anlaşma, sözleşme, borçlanma ve kefaletlere ait konular, şirketlere ait konular, ziraat ortaklığına ait konular, ortak mal ve arazinin idaresine ve taksimine ait konular, yitik şeylere ait konular, gasp ve yok etme suçlarıyla ilgili konular, şahitliklere ve beyyinelere ait konular, rehine konuları, kiraya ait konular, veraset ve mirasa ait konular, evlenme ve boşanma ile ilgili konular, hibeye ait konular, cinayetler ve diyetlere ait konular, suçlar ve mahiyetlerine göre uygulanacak cezalar, vergilere ait konular, davalarla ilgili hükümler, hâkimlik ve hâkimliğe ait hükümler...”1 ve daha sayamadığımız onlarca ilim dalına ait ortaya koyduğu hükümler... 1 ) M.Asıl Köksal, İslam Tarihi, Medine Dönemi, Bir Peygamber Şehri Olarak Medine, Peygamberimizin Meşgul Olduğu ve Ashabını Yetiştirdiği Başlıca Konular 154
İşte şimdi soruyoruz: Bir insanın tüm bu ilim dallarında mükemmel hükümler ortaya koyması ve insanları bu ilim dallarında eğitmesi mucize değil de nedir? Hem de ümmi bir Zatın (asm) yukarıda saydıklarımızdan her birisi için günümüzde fakültelerde, ilim adamları yıllarca ter dökmekte ancak yine de şaşmaz ve değişmez kurallar ve hükümler ortaya koyamamaktadırlar. Ancak Efendimizin (asm) İslam ile koymuş olduğu tüm hükümler on dört asırdır tazeliğini korumaktadır. İşte bu O’nun (asm) Allah’ın peygamberi olduğunun en açık delillerinden birisidir...
155
Düşmanlarının Çokluğuna Rağmen Vazifesini Başarıyla Yerine Getirmesi ve İslam Dininin Bütün Dünyada Yayılması, O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. Hiçbir kuvvete dayanmayan ve tek başına yola çıkan bir zatın, son derece kuvvetli düşmanları arasında, kendi davasını korkmadan, tereddütsüz, telaş göstermeden ve son derece cesaretle tebliğ etmesi ve tebliğ ettiği dinin, bütün dinlerden üstün hale gelmesi mümkün müdür? Elbette hayır!.. Şimdi yine Hz. Muhammed’e (asm) bakıyoruz: O Zat (asm), tebliğ ve insanları hakka davette o derece metanet, sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hatta kendi kavim ve kabilesi, hatta amcası O’na (asm) şiddetli düşmanlık gösterdikleri halde, zerre kadar bir tereddüt, bir telaş, bir korkaklık eseri göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başarılı da olması ve İslamiyeti dünyanın dört bir yanına yayması ispat eder ki, tebliğ ve Hakk’a davette dahi misli olmamış ve olamaz. Etrafında bir avuç Müslümanın bulunduğu, henüz kendi kabilesinin bile kendisini dinlemediği zamanlarda, kalkıp dünyanın büyük devletlerini İslam’a davet etmesi, davasının hak olduğunun en büyük delillerindendir. Eğer -hâşâ- yalan bir dava olsaydı, dünyanın büyük devletlerini kendi aleyhinde kışkırtacak böyle bir şeye girişir miydi? Çünkü İslamı henüz kendi kabilesi bile kabul etmemiştir ve bu nedenle O’na (asm) defalarca savaş açmışlardır. Hem de tebliğ ettiği devletler Bizans, İran gibi o dönemin süper güçleridir. Milyonlarca askerleri bulunan dev ordulara sahiptirler. Kendisi ise şehir devleti durumundaki Medine’de, bir avuç Müslümanla sıkışmış durumda yaşamaktadır. O Zatın (asm) yalnızlığı ve zayıflığı ile beraber, böyle büyük bir kuvvet ve cesaret göstermesini, Allah’a dayanması ve O’na tevekkül etmesiyle izah etmezsek ne ile izah edebiliriz? 156
Peygamber Efendimizin (asm) nübuvvetinin en parlak delillerinden biri de, O’nun sadece bulunduğu zamana ve mekâna değil, bütün zamanlara ve mekânlara hitap eden bir dinle gelmiş olmasıdır. Efendimizin (asm) harika tebliği, mekânları aşarak tüm dünyaya yayılmıştır. Hazret-i Muhammed (asm), evrensel çağrısında başarılı olmuştur. Bugün büyük dinler, yavaş yavaş İslam karşısında erimekte, İslam’ın hakkaniyetine onlar da şahitlik etmektedirler.1
1 ) Bu konuda Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Ahmet Akgündüz’ün tespit ettiği, Avrupa Kiliseler Birliği’nin, Hazreti Muhammedi (asm) peygamber kabul ettiğine dair tarihi belgelerini “Çandan Minareye Büyük İtiraf” isimli eserinde bulabilirsiniz. 157
Göstermiş Olduğu Binlerce Mucize, O’nun (asm) Nübüvvetine Delildir. • Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi, • “(Ey Muhammed) attığın zaman da sen atmadın”1 ayetinin işaretiyle, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde, onları bozguna uğratması, • “Ay yarıldı.”2 ayetinin açık işaretiyle, aynı avucunun parmağıyla ayı iki parçaya ayırması, • ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi, • ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek elin, ne kadar harika bir İlahi Kudret mucizesi olduğunu gösterir. Güya, dostları içinde o elin avucu küçük bir Sübhânî zikir meclisidir ki, küçücük taşlar dahi içine girse zikir ve tesbih ederler. Ve düşmana karşı küçücük bir Rabbânî cephaneliktir ki, içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir Rahmânî eczahanedir ki, hangi derde temas etse, derman olur. Ve celâl ile kalktığı vakit, ayı parçalayıp, kàb-ı kavseyn yani iki yay şeklini verir. Ve cemâl ile döndüğü vakit, Kevser suyu akıtan on musluklu bir rahmet çeşmesi hükmüne girer. Acaba böyle bir zâtın birtek eli böyle harika mucizelere mazhar ve kaynak olsa, o Zâtın (asm), Kâinat’ın Yaratıcısı yanında ne kadar makbul olduğu ve dâvâsında ne kadar doğru bulunduğu ve o el ile biat edenler ne kadar bahtiyar olacakları, açıkça anlaşılmaz mı? 1 ) Enfal Sûresi, 8;17. 2 ) Kamer Sûresi, 54:1. 158
“Rahmânü’r-Rahîmden, Arş-ı Âzamdan gelen Furkan-ı Hakîmin kendisine indiği Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin hasenatı adedince milyonlar salât ve milyonlar selâm olsun. Risaleti Tevrat, İncil ve Zebur’da müjdelenen; nübüvveti irhâsâtla, cinlerin hâtifleriyle, insanlık âleminin evliyalarıyla, beşerin kâhinleriyle müjdelenen; bir işaretiyle ay parçalanan Efendimiz Muhammed’e, ümmetinin hasenâtı adedince milyonlar salât ve selâm olsun. Davetine ağaçların koşup geldiği, duâsıyla yağmurun hemen iniverdiği, sıcaktan korumak için bulutların ona gölge yaptığı, bir ölçek yemeğiyle yüzlerce insanın doyduğu, parmaklarının arasından üç defa kevser gibi suların çağladığı, O’nun hürmetine Allah’ın, kertenkeleyi, ceylânı, ağaç kütüğünü, zehirli keçinin kolunu, deveyi, dağı, taşı ve toprağı konuşturduğu, Miracın sahibi ve gözünün asla şaşmadığı o mu’cize-i kübrâda ruyetullaha mazhar olan Efendimiz ve Şefîimiz Muhammed’e, Kur’ân’ın ilk indiği zamanın sonuna kadar onu okuyan herbir okuyucunun okuduğu herbir kelimenin hava dalgalarının aynalarına Rahmân’ın izniyle yansıyan bütün kelimelerinin bütün harfleri adedince, milyonlar salât ve selâm olsun. Bütün bu salâvatlardan herbiri hürmetine bizi bağışla, ey İlâhımız, bize merhamet et. Âmin.”
159
Allah'ın lütfu ile yazmış olup ücretsiz dağıttığım kitaplarım: 1- Kayıp Dünyalarda Allah'ın Mührü 2- Kadim Medeniyetlerde İlahi Sırlar 3- Dünyanın Yedi Harikasında Tevhidin İzleri 4- Mimari Eserlerde Rabbin Kitabesi 5- Gizemli Dünyalara Yolculuk Nur Ekspresi 6- Doğal Harikalar Diyarında Allah'ı Bulmak 7- Helak Olan Kavimlerde İbretlik Deliller 8- Türkiye Unesco Dünya Mirasında Allah'ı Akılla Görebilmek 9- Unesco Dünya Mirasında Allah'ı Akılla Görebilmek 10- Rabbimizi Bize Gösteren Pencereler 11- Semâvât Âleminin Tefekkürü 12- İstanbul Turunda Allah'ı Bulmak 13- Deizmi Çürüten Misaller 14- Kuran ve Sünnet Rehberliğinde Altın Öğütler 15- Unesco Kültürel Mirasımız Köyname 16- Divan Bahçesinin Gülü Aşk-ı Nebi 17- Ahiretin Kesin İspatı 18- Allah'ı Delilleriyle Görebilmek Not: Listedeki kitapların ismini ve yanına Cemil Metin yazıp internetten ücretsiz okuyabilirsiniz. Resulullah'ın (s.a.v) ayağının toprağı Hor, hakir, günahkar, şuursuz, miskin Cemil Metin, 2018 Malkara / TEKİRDAĞ
160
161
Tac Mahal'in mimarını, kubbenin altında oturmuş çizim yaparken görmesek de, onun taşlarının tesadüfen değil bir akıl tarafından itinayla dizildiğini aklen gördüğümüz gibi, teleskobumuzla yıldızları seyrederken Allah'ı hâşâ göklerde bir yerde otururken görmesek de tüm kainatın ve içindeki mahlukatın sonsuz akıl sahibi bir Yaratıcı tarafından tasarlandığını aklen görürüz. Eserden müessire geçip dünyanın esrarengiz yerlerine yapılacak bu yolculukta, kadim uygarlıkların ardında kalan izlerin ve görkemli kalıntılarının altında kaybolan “İlahi Mühür”ün sırlarını keşfetmeye ve gün yüzüne çıkartmaya hazır olun.