10 minute read

Sabri Çağrı SEZGİN

Next Article
Mustafa AY

Mustafa AY

SABRİ ÇAĞRI SEZGİN scsezgin@gmail.com

Yeni Dünya Nasıl Keşfedildi?

Advertisement

Okyanusun ötesinde kayıp bir kıta olduğuna ilişkin efsaneler antik çağlardan beri anlatılmaktadır, bunlardan en ünlüsü İlk defa Platon’un bahsettiği Atlantis adasına dair anlatılan efsaneydi. Efsaneye göre denizlerin tanrısı Poseidon, Cleito adında bir kadına âşık olur ve bu birliktelikten 5 ikiz erkek çocuğu dünyaya gelir. Poseidon her bir oğluna okyanusta birçok adalar ve büyük kara parçaları verir, bunlardan en büyüğü Atlantis’in hâkimi ise Atlantik Okyanusuna ismini veren Atlas’tır.

Platon efsanenin devamında Atlantis’in doğal afetler sonucu bir gecede okyanusun sularına gömülerek battığını anlatır. Bu felaketten sonra güya Atlantis’e gitmeye çalışanlar da olmuş, ancak okyanusun çamurla kaplandığını ve gemilere geçit vermediğini görünce geri dönmüşler… Atlantis adasının eski çağlarda Herkül Sütunları olarak adlandırılan bugünkü Cebelitarık boğazının ötesinde, okyanusun ortasında olduğuna inanılıyordu. Tarihçi Herodot bu okyanusu “Atlantis Denizi” olarak tanımlayan ilk kişiydi, Atlantis’in varlığına inanan diğer antik filozoflardan bazıları da Strabon ve Posidonius’du.

I. yy’da yaşayan Yahudi filozof Philo, Atlantis’i Asya ve Libya’nın toplamından daha büyük bir ada olarak belirtir ve depremler sonucu topyekûn battıktan sonra denizi aşılmaz hale getirdiğinden bahseder. Aynı dönem yaşayan Papa I. Clemens, okyanusun insanlar tarafından geçilmesinin mümkün olmadığını belirttikten sonra okyanusun ötesindeki topraklarda da yaratıcının kanunlarının aynen geçerli olduğundan söyler. Clemens’in bu ifadesi eski çağlardan beri bilinen fakat ulaşılması güç bir kıtanın varlığından söz etmesi bakımından ilginç…

Viking kaşifler X. yy’da Kuzey Amerika kıyılarına seferler yapmışlardı. Kızıl Erik’in oğlu Leif Eriksson bu seferinde New Foundland’a kadar ulaştı. Okyanusun ötesindeki yerleşimlere ilişkin bilgilere eski bir İberya efsanesinde de rastlıyoruz. Efsaneye göre İspanya’nın fethi sırasında Müslüman ordularından kaçan yedi rahip, cemaatleriyle birlikte gemilere binip Atlantik okyanusuna açılırlar ve batıya yelken açarlar. En sonunda Antilya adasına ulaşırlar ve buraya yerleşerek adada 7 şehir kurarlar.

Atlantis’in gerçekten var olup olmadığını bilmiyoruz, ancak antik çağlardan beri denizcilerin Cebelitarık boğazının ötesindeki adalara yolculuklar yaptıkları kesin, hatta bunların arasında Yeni Dünyaya gidip gelen bile olmuş olabilir. Platon’un aktardığı efsane belki de sadece başkalarının okyanus aşırı topraklara ulaşılmasını engellemek isteyen tüccarların uydurduğu hikâyelerdi. Yeni kıtaya daha önce ulaşanlar olduysa bile bu dünyanın kaderini değiştirecek herhangi bir etki yapmadı, keşifler çağına kadar… Yeni Dünya’nın keşfinin Kolomb’la başladığı söylenir ama ondan 500 yıl önce İzlanda ve Grönland üzerinden gelen Vikingler Kuzey Amerika deniz yolunu çoktan keşfetmişlerdi. İzlandalı kâşif Leif Ericson Grönland’ı geçerek Kuzey Amerika kıyılarında önce Baffin Adası’na ayak basmış, daha sonra Labrodar kıyıları boyunca ilerleyerek bugünkü New Foundland’da kadar ulaşmıştı. Ericson’un ikliminden dolayı Vinland olarak tanımladığı bu adada bir Viking kolonisi de kurulmuş, ancak uzun ömürlü olmamıştı.

Cenevizli kâşif Kristof Kolomb belki Yeni Dünya’yı ilk keşfeden kişi olmayabilir, ama bu kıtaya Avrupalıların kitleler halinde gelmesinin yolunu açan onun 1492’de gerçek

Antik Yunan Filozofları: Erastothenes, Posidonius, Strabon ve Ptolomaios

leştirdiği ünlü seferiydi. Aslında Kolomb’un amacı batıdan dolaşarak baharat zengini olan Hindistan’a giden daha kısa bir ticaret yolu bulmaktı. O dönemde Baharat Yolu Osmanlı hâkimiyetindeydi; Portekizliler ise Ümit Burnunu döneli daha birkaç sene olmuştu ve Hindistan’a ulaşmaları artık an meselesiydi. Kolomb dünyanın yuvarlak olduğunu biliyordu ve elinde o güne kadar çizilen en iyi haritalar vardı. Bu haritalarda Hindistan 28. Paralelde gösteriliyordu, o halde yapılacak tek şey 28. Paraleli takip ederek devamlı batıya gitmekti. Hesaplarına göre Japonya, Kanarya adalarından sadece 3000 İtalyan mili (3700 km) uzaktaydı; ancak bu gerçeği yansıtmıyordu çünkü dünyanın çevresini yaklaşık 10.000 km hatayla yanlış hesaplamıştı. Peki ama böyle bir yanlışı nasıl yapmıştı? Bunu daha iyi anlayabilmek için Kolomb dönemindeki haritacılık bilgilerine kısaca göz atalım:

Antik çağda Yunan astronom Eratosthenes basit bir açıölçerle dünyanın çevresini %2’den az bir hata payıyla doğru tahmin etmişti ve bunu yaz gündönümünde İskenderiye’de öğle vakti güneşin en yüksek konumu hesaplayarak yapmıştı. Yaz gündönümünde öğle vakti güneş yengeç dönencesinde tam başucu noktasında (zenit) bulunur, başka bir deyişle güneş ışınları öğle vakti yeryüzüne dik açıyla düşer. O tarihte İskenderiye’de güneş zenitle 7,2 derecelik semt açısı yapıyordu ve bu dairenin 1/50’sine karşılık gelmekteydi. İskenderiye’yle aynı meridyende ve yengeç dönencesi üzerinde bulunan Syene (bugünkü Asvan) şehri ise 5000 stadion güneydeydi, böylece basit bir hesapla dünyanın çevresinin 250.000 stadion olacağını söyledi. Posidonius da Rodos ve İskenderiye’de yaptığı gözlemlerle Eratosthenes’in ölçümlerini doğrulamıştı. O devirlerde yolculuklara kullanılan 1 stadia 157,5 metreydi ve 600 ayağa karşılık geliyordu, Romalılar zamanında ise artık 1 stadia 185 metre olarak kabul ediliyordu ve 8 stadia 1 Roma Mili’ydi. Ölçülerin standartlarının yüzyıllar içinde değişmesi, orta çağa gelindiğinde eski haritalardaki uzunlukların yanlış çevrilmesine neden olmuştu ve dünyanın çevresinin gerçekten daha fazla olduğuna inanılıyordu.

Karaların kapladığı alanlara gelince, Ptolemaios (Batlamyus) Avrasya’nın 180 derecelik boylama yayıldığını ileri sürmüştü ve ona göre dünyanın geri kalanı okyanuslarla kaplıydı. Bu,

birçok Orta Çağ âlimi tarafından kabul edilen bir görüştü; bu durumda okyanusun genişliği 20.000 km’den fazla olmalıydı ve o dönemin şartlarında bu mesafeyi gemiyle kat etmek mümkün değildi. Kolomb, Marinus’un daha iyimser tahminlerine inanıyordu, ona göre dünyanın 225 derecesi kara 135 derecesi okyanustu. Ayrıca Japon adalarının daha büyük ve anakaradan daha uzak olduğunu düşünüyordu, Japonya’nın doğusunda da ikmal yapabileceği irili ufaklı pek çok ada olmalıydı. Efsanevi Antilya Adasının Azor adalarından çok uzakta olmadığına inanıyordu. Piri Reis Antilya’nın hicri 870 yılında (M. 1465) denizciler tarafından bulunduğunu, Cebelitarık Boğazının batıya doğru 4000 mil uzaklıkta olduğunu kaydeder. Bu arada Antilya Adasının Kolomb zamanındaki pek çok haritada gösterildiğini de belirtelim.

Kolomb’un yararlandığı haritalar içinde İslam coğrafyacıların çalışmaları da vardı, İslam haritacılığı o devirlerde batıdan çok daha ileriydi ve Kolomb Araplar’dan çok değerli bilgiler öğrenmişti. Batıda Alfraganus adıyla tanınan IX. yy İslam astronomu el-Fergani, 1 enlem derecesinin yaklaşık 56⅔ mil olduğunu söylüyordu; Kolomb bu bilgilerden ve elindeki Arap haritalarından yararlanarak dünyanın çevresinin 30,200 km olarak hesapladı. XV. yy’da 1 Roma Mili 1480 metre olarak kabul ediliyordu ancak Kolomb’un yaralandığı

Albino de Canepa’nın 1489 tarihli portolanında Portekizin batısındaki Antilya ve Roillo adası gösterilmiş. Bu harita Portekizli denizcilerin 1492’den önce Yeni Dünyanın varlığından haberdar olduğunu kanıtlamaktadır.

haritalar Arap miline göre hazırlanmıştı ve 1 Arap mili yaklaşık 1830 metreydi. İşte Kolomb’un dünyanın çevresini hatalı hesaplamasının nedeni ölçü birimlerini yanlış çevirmesinden kaynaklanmıştı, bu nedenle Yeni Dünyaya ayak bastığında burasının haritalarda görülen Hint adaları olduğunu zannetti.

Kolomb okyanusun geçilebileceğini kanıtlamak için yıllarca uğraşmış, pek çok hükümdarın sarayına giderek destek istemişti, hatta bir dönem Osmanlı sarayını dahi ziyaret ettiği söylenir. Bu ziyaretlerinde aldığı yanıtlar hep olumsuzdu, çünkü kimse okyanusun geçilebileceğine inanmıyordu. Orta Çağ Avrupa’sında birçok teolog hala dünyanın düz olduğunu ileri sürüyordu, bunun yanında dünyanın yuvarlak olduğunu bilen eğitimli kimseler de vardı ancak bunlar da Aristo’nun ve Ptolemaios’un görüşlerini savunarak okyanusun geçilmez olduğunu düşünüyorlardı. Hiç kimse okyanusun ortasında yeni bir kıtanın varlığından o güne kadar haberdar değildi.

İber yarımadasındaki kralıklar o dönemlerde KastilyaAragon ittifakı altında daha yeni birleşmişti, Aragon Kralı Ferdinand ve Kastilya Kraliçesi Isabella’nın artık tek hedefi yeni ticaret yolları bularak krallıklarını ekonomik açıdan güçlendirmekti. Eğer Kolomb başarılı olur ve iddia ettiği gibi batıdan Hindistan’a ulaşabilirse İspanya rakiplerine karşı büyük bir avantaj elde edebilirdi, başarısız olması durumunda ise kayıpları çok büyük olmayacaktı. Kolomb’un da şartları vardı: Hindistan yolunu keşfederse Deniz Amirali yapılacaktı, tüm kazançtan kendisine de pay verilecekti, yeni keşfedilen kolonilere vali olarak atanacaktı.

3 Ağustos 1492 akşamı Palos de la Frontera limanından 3 gemi tarihin en ünlü seferini gerçekleştirmek üzere demir alır: Santa Maria, Pinta ve Niña… Kolomb Santa Maria’ya kaptanlık eder, Pinta ve Niña karavelaları ise Pinzon kardeşlerin yönetimindedir. 3 gemiden oluşan keşif filosu ilk önce Kastilya hâkimiyetindeki Kanarya Adalarına ulaşır ve burada yiyecek-içecek ikmali yaparak 6 Eylül’de batıya yelken açar.

Nihayet 12 Ekim sabahı kara görünür ve karaya ayak basan Kolomb burasını aziz kurtarıcı anlamına gelen “San Salvador” adıyla İspanya toprağı ilan eder. Kolomb Hindistan açıklarındaki adalara ulaştığını düşünmekte ve ana karanın çok uzak olmadığına inanmaktadır, aynı gün seyir defterine yazdığı notlarında anakaradan gelenlerin buradaki yerlileri köle yapmak için kaçırdığına inandığını yazar. 28 Ekim’de Küba’nın kuzey kıyılarına ayak basar, artık ana karaya ulaştığından kesinlikle emindir. Valiliği sırasında Küba’nın kıta olmadığını söyleyenler para cezasına çarptırılacak ve dilleri kesilecektir. 5 Aralık’ta ise Hispaniola Adası’nın kuzeyine ulaşır, Niña’yı 39 adamıyla birlikte burada bırakarak doğuya doğru seyretmeye devam eder. 6 Ocak’ta Pinta ile buluşur ve 13 Ocak 1493’te son kez Hispaniola’nın doğusunda karaya çıkarlar, bu ilk seferinde son durağıdır. İki gemi daha sonra buradan ayrılıp rotalarını İspanya’ya çevirirler, 1 Mart 1493’te önce Pinta İspanya’nın Bayona limanına ulaşır, yolda fırtınaya yakalanan ve Lizbon’a demirleyen Santa Maria ise 2 haftalık bir gecikmenin ardından 15 Mart 1493 günü Palos Limanına varır.

Her ne kadar Kolomb’un yolculuğu konusunda yaptığı hesaplar yanlış olsa da Atlantik okyanusundaki ticaret rüzgârları konusunda doğru bilgilere sahipti, böylece denize açılma zamanını doğru tahmin etmiş ve Kanarya adalarından 5 haftada Bahamalara ulaşmıştı. Doğu rüzgârlarına karşı İspanya’ya geri dönmek muhtemelen birkaç ay alacak, bu süre zarfında gemideki yiyecek ve içecek tükenecekti. Kolomb bunun yerine dönüş yolunda kuzey-doğuya ilerlemiş ve batı rüzgârlarını arkasına alarak Avrupa’ya ulaşmıştı. Kesin olmamakla birlikte bu bilgileri kendisinden önce Atlantiğe açılan denizcilerden elde etmiş olmalıydı, ya da belki de elindeki eski haritalar böyle bilgileri de içeriyordu. Kesin olan tek şey Kolomb’un elinde çağının en son denizcilik bilgilerini içeren eserlerin olduğuydu; bunlardan birkaçı daha sonra Piri Reisin de eline geçmiş, meşhur dünya haritasında bu bilgilerden yararlanmıştır. Piri Reis bu ünlü haritasında Antilya kıyılarından bahsederken Kolomb’un eline Mağrib Denizinin batısındaki adaların, kıyıların ve madenlerin anlatıldığı İskender zamanından kalma bir kitap geçtiğini söyler, hatta yerlilerle boncuk karşılığı ticaret yapma fikrini de bu kitaptan öğrenmiştir. Piri Reis, bunları Kolomb’un 3 seferine katıldığını söyleyen İspanyol bir forsadan dinlediğini söylüyor.

Kolomb 1493-1504 arasında keşif amaçlı 3 sefer daha yapmış, bu seferleri sırasında Montserrat, Antigua, Redonda, Nevis, St. Kitts, St. Eustachius, Saba, San Martin, Santa Cruz, Virjin Adaları, Porto Riko, Jamaika, Trinidad, Margarita, Tobago, Grenada, Martinik gibi pek çok ada keşfetmiştir. Yenidünyaya yaptığı ilk seferin ardından Hindistan Valiliğine atanır, ancak kolonilerdeki görevinde denizcilikteki kadar

Kristof Kolomb komutasındaki Santa Maria sancak gemisi ile Martín Alonso ve Vicente Yáñez komutasındaki Pinta ve Niña karavelaları

başarılı olmaz ve hakkındaki suçlamalar nedeniyle 1500 yılının 1 Ekim günü tutuklanarak zincire vurulmuş bir şekilde İspanya’ya geri gönderilir. Kısa süre tutuklu kaldıktan sonra bağışlanarak yeni bir sefer için yapması için kendisine izin verilir ve Orta Amerika sahillerine ulaştığı son seferini gerçekleştirir. Kolomb nihayet ana karayı keşfetmiş, fakat ölene kadar yeni bir kıta bulduğunu farkına varamamıştı.

Bu topraklar için “Mundus Novus”, yani Yeni Dünya kavramı ilk defa kullanan Floransalı kâşif Amerigo Vespucci, Martin Waldseemüller tarafından yayınlananan çalışmalarından birinde yeni keşfedilen toprakların Asya’nın bir uzantısı değil, yeni bir kıta olduğunu iddia etmekteydi. Waldseemüller, hazırladığı dünya haritasında da yeni kıtaya onun ilk ismini vermişti, bu nedenle sonraki yıllarda Yeni Dünya “Amerika” olarak tanınmaya başlandı.

Kolomb’un ilk seferinin ardından Avrupa’dan Yeni Dünya’ya kitleler halinde insanlar akın eder ve okyanusun ortasında müthiş bir kolonileştirme faaliyeti başlar. Yeni Dünyada ilk fetihler İspanya ve Portekiz tarafından gerçekleştirilir ve ilk koloniler Karayiplerde Hispaniola, Porto Riko ve Küba sahillerinde kurulur. 1494 yılında Papa tarafından onaylanan Tordesillas Antlaşması ile Yeni Dünya, bu iki krallık arasında paylaştırılır. 1497’de John Cabel İngiltere adına Kuzey Amerika kıyılarına ayak basar, aynı yıl Kolomb da

Güney Amerika kıyılarına ulaşır. XVI. yy. başlarına gelindiğinde İspanyol ve Portekiz fetihleri artık Kuzey ve Güney Amerika’nın doğu kıyılarına kadar yayılır. 1513’te İspanyollar Kuzey, Orta ve Güney Amerika’da geniş topraklar ele geçirirler, İspanyol fatih Hernan Cortes Aztek Krallığına son verirken Francisco Pizarro da İnka Krallığını ortadan kaldırır. Cortes ve Pizarro, ele geçirdikleri topraklarda yaptıkları katliamlarla tarihe geçmişlerdir. Yeni Dünyanın keşfi, 50 ila 100 milyon kişinin katledilmesiyle sonuçlanacak insanlık tarihinin en büyük soykırımına neden olacaktır.

XVII. yy başlarında İngiltere, Fransa ve Hollanda da koloni kurma yarışına katılır, böylece Kolomb’un seferinden bir asır sonra Avrupa’dan gelen göçmenler Amerika kıtasının tüm doğu sahillerine ve adalarına yerleşirler. Köle ticareti tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir hızla artar ve Afrika’dan gemilerle getirilen yüzbinlerce insan ağır işlerde çalıştırılmak üzere köle olarak satılır, XVI. yy’dan XIX. yy’a kadar 12 milyon Afrikalı’nın köle olarak çalıştırılmak üzere kıtaya getirildiği tahmin ediliyor. Yeni Dünyanın zenginlikleri kanun kaçaklarının da ilgisini çekmekte gecikmeyecek, özellikle Karayipler sonraki yüzyıllarda korsanlık faaliyetleri için ideal bir yer haline gelecektir. XVIII. yy’a gelindiğinde ise kolonilerde yaşayan insanlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılması ve yaşanan haksızlıklar kıta genelinde kolonistlere karşı büyük bir tepki doğmasına yol açacak, Yeni Dünya halkları ilerleyen yüzyılda bağımsızlıklarını kazanmak için birer birer ayaklanacaklardı.

Kolomb’un keşfi insanlık tarihinin en büyük soykırımını başlatır. Cortes ve Pizarro ele geçirdikleri yerlerde yüzbinlerce yerliyi katleder.

This article is from: