02
Gazeteci-Yazar Işık Kansu
14 11
Oyuncu Volkan Severcan
Selçuk İletişim Aralık 2014 / Sayı: 148
Yeşilçam’ın unutulmaz siması Aytaç Arman
Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi
Ulucanlar, geçmişin zalim tanıklığını yapıyor
Yüzde 1’lik dilime giren tek bilim insanı Selçuk’tan Thomson Reuters Bilimsel Araştırma Şirketi’nin her 10 yılda bir yayınladığı ‘Bilimsel Makalelerine En Çok Atıfta Bulunulan Bilim İnsanları’ listesine sosyal bilimler alanında girmeyi başaran Türkiye’deki tek isim Selçuk Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Fulya Öztaş oldu
U
lucanlar, Türkiye’nin son 80 yılına damgasını vurmuş bir cezaevi. Pek çok siyaset adamı, gazeteci, yazar ve din adamının yaşamında unutulmaz izler bırakan Ulucanlar, Türk siyasî hayatından kesitler sunuyor. 81 yıl boyunca açık kalan cezaevinde 18 idam cezasının da infazı gerçekleştirildi. Talat Aydemir, Deniz Gezmiş, Necdet Adalı, Mustafa Pehlivanoğlu gibi isimler Ulucanlar’da yaşama veda etti. Ulucanlar Cezaevi’nde 1980–1997 yılları arasında İnfaz Koruma Memuru olarak görev yapan Hüseyin Akyol, bu süre zarfında yaşadıklarını Selçuk İletişim’e anlattı. Görev yaptığı süre içinde bazı idamlara tanık olduğunu belirten Akyol, “İdamlara kalbim zor dayanırdı” dedi. Araştırma/İnceleme >07
S
Burada samimiyet ve sanat bir arada
K
onya’da sanatseverlerin gözde mekânı haline gelen Dante Caffe, düzenlediği etkinliklerle farklı bir içerikte hizmet veriyor. Her hafta Cuma günleri şiir gecesinin düzenlendiği Dante’de, masalara hesap fişi de bırakılmıyor. Bunun yerine müşteriye ismi soruluyor ve ürünler o isim altına işaretleniyor. İşletme Sahibi İlhan Özdemir, bu durumun kendileri için bir tanışma ve samimiyet vesilesi olduğunu dile getirdi. Para kazanmayı değil, insan kazanmayı amaçladıklarını ifade eden Özdemir, “Dante, düşünen insanların yeridir. Ne düşündüğü önemli değil. Yeter ki, düşünsün ve diğer düşünen insanlara tahammülü olsun” diye konuştu. Kültür/Sanat>10
Müzikle tedavi, müziğin tarihi kadar eski
elçuk Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Çocuk Gelişimi Bölüm Başkanı Doç. Dr. Fulya Öztaş, çalışmalarıyla 9 binden fazla uluslararası dergiyi tarayan ve bilimsel ölçülerde değerlendiren bir kuruluş olan Thomson Reuters Bilimsel Araştırma Şirketi’nin sosyal bilimler alanında en fazla atıf alan bilim insanı unvanını almaya hak kazandı. Şirketin on yılda bir yayınladığı lisetede yer alan Öztaş, listeye Türkiye’den giren tek isim oldu.
18 BİLİM İNSANI ARASINDA DA YERİNİ ALDI Öztaş aynı zamanda Reuters Haber Ajansı’na bağlı ‘Reuters-Thompson Higly Cited Researchers’ (Yüksek Atıf Alan Araştırmacılar) tarafından da 2014 yılında en çok atıf alan Türkiye kökenli 18 bilim insanı arasında yerini aldı. REKTÖR GÖKBEL’DEN TEBRİK Doç. Dr. Fulya Öztaş için Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel de bir tebrik mesajı yayınladı. Prof. Dr. Gökbel mesajın-
da, “Thomson Reuters Bilimsel Araştırma Şirketi’nin her 10 yılda bir yayınladığı ‘Bilimsel Makalelerine En Çok Atıfta Bulunulan Bilim İnsanları’ listesinde üniversitemiz Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Çocuk Gelişimi Bölüm Başkanı Doç. Dr. Fulya Öztaş, Sosyal Bilimler alanında yüzde 1’lik dilime giren tek bilim insanı olma başarısını göstermiştir. Sayın Doç. Dr. Öztaş’ı tebrik eder, üstün başarılarının devamını dilerim” ifadelerine yer verdi.
Doğa Aşığı Kılıç, Selçuk’ta Selçuk Üniversitesi’nde konuşan Doğa Belgeselcisi Serdar Kılıç, şehir yaşamının insanı pasifleştirdiğini belirterek, “Kendi özümü bulmak için doğayla bütün oldum” dedi. Üniversite>04 Savaş koşullarında şampiyon oldu Milli Badmintoncu Murat Şen, 2011’de Suriye’de düzenlenen Olimpiyat Eleme Turnuvası’na ülkede iç savaş yaşandığı bir dönemde katıldıklarını vurgulayarak, “Suriye’den şampiyon olarak döndük” dedi. Spor>15
İnsanların ruhunda derin izler bırakan, onların duygu ve düşüncelerine tercüman olan müzik, tedavi amaçlı da kullanılıyor. Necmettin Erbakan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi Ahmet Şain Ak, ‘‘Müzikle tedavinin tarihi, müziğin tarihi kadar eski’’ diye konuştu. >13’de
www.selcukiletisim.selcuk.edu.tr (0332) 223 37 07
02/ Aralık 2014
röportaj
selçukiletişim
Gazeteci – Yazar Işık Kansu:
“Ankara gazeteciliği sorumluluk ister” Işık Kansu, mesleğinde 40 yılı ardında bırakmış bir gazeteci. Gazetecilik mesleğine Rüzgârlı Sokak’ta adım atan Kansu, polis-adliye muhabiri olarak başladığı mesleğini Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarı olarak sürdürüyor. Işık Kansu ile yarım asra merdiven dayayan gazetecilik mesleğinde gördüklerini, geçirdiklerini konuştuk Kıvanç UĞUR
T
ürk Edebiyatının önemli kalemlerinden Ceyhun Atıf Kansu’nun oğlusunuz. Gazetecilik mesleğini seçmenizde edebiyatçı bir babanın oğlu olmanızın payı var mı? Babam gazeteciliği seçmem konusunda doğrudan yönlendirici olmadı. Büyüdüğümüz ortamdan, eve giren gazetelerden, kültürle, sanatla, haberle iç içe bir ortamdan etkilendim. Üniversite seçiminde de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın-Yayın Yüksekokulu tercih listemde üçüncü sıradaydı. Diyebilirim ki, gazetecilik bir heves olarak başladı daha sonra mesleğe dönüştü. Babanızın edebi kişiliğini gazetecilik yaşamınızda örnek aldınız mı? İnsanlar babalarıyla onur duyarlar, övünürler. Şair Süreyya Berfe’nin bir dizesi vardır: “Çocuklar yaşamın ölüme verdiği gözdağıdır” der. Ben, bir gazeteci olarak babamın kültürel kalıtını yaşatmaya çalışıyorum. Babamın düşünsel çizgisi yurtsever ve hümanistti. Ben de o çizgiyi sürdürmekte kararlıyım. Gazetecilikle ve yaşamımda babamı örnek alıyorum. “GAZETECİLİĞE RÜZGÂRLI SOKAK’TA BAŞLADIM” Gazeteciliğe hangi gazetede başladınız? Gazetecilik mesleğine Rüzgârlı Sokak’ta Ankara Ekspres gazetesinde başladım. Flaş Ankara gazetesinde çalıştım. Bunlar Ankara’nın yerel gazeteleriydi. Ankara Ekspres, Ulus gazetesinin akşam çıkardığı bir gazeteydi. Bunlar daha çok kapalı devre çıkan gazetelerdi. Tamamen ilandan para kazanmaya dönük gazetelerdi. Biz orada, matbaa kokusunu, bir haberin nasıl değerlendirileceğini öğrendik. 19 yaşındayken Flaş Ankara gazetesini neredeyse tek başıma çıkarıyordum. Çok önemli bir deneyim oldu benim için. Bu deneyim, beni yaygın basına, tek hedefim olan Cumhuriyet gazetesine taşıdı. 1970’li yıllarda başlayan bir meslek hayatınız var. Meslekte 40 yılı geride bıraktınız. O dönemde yapılan gazetecilikle bugün dev plazalarda, medya centerlerde yapılan gazeteciliği kıyaslamak gerekirse ne söylersiniz? Gazetecilikten gelen, gazeteciliği bir gelenek olarak sürdüren Nadir, Simavi, Karacan Aileleri gibi gazetecilerin elinde bir basın hayatı vardı o dönemde. Basın elbette çok daha özgür ve bağımsızdı. Bizim basın geleneğimize baktığımızda her zaman iktidara yakın durma anlayışı vardır. O zamanda da vardı. Daha sonra bu, iktidarla birlikte hareket etmeye dönüştü. “BAĞIMSIZ GAZETECİLİĞİ SİLMEK ZOR” Medyanın sahiplik yapısına baktığımızda 30 yılı aşkın süredir basın dışı sermayenin sektörde sürekli güç kazandığını görüyoruz. Bu gelişmeler ışığında bağımsız gazeteciliğin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bağımsız gazetecilik her zaman yapılıyor. Aslında bu söylediğiniz, işadamlarının kar elde etmeyi amaçlayarak basın sektöründe yatırım yapması, egemen çevrelerin basına egemen olma isteğiyle koşut gidiyor. Fakat bu gazetelerde çalışan gazetecilik ilkelerine bağlı çok sayıda arkadaşımız çalışıyor. İlkeli habercilik yapıyorlar. Bağımsız gazeteciliği silmek, yok etmek zordur. O zaman halk der ki: “Beni aldatıyorsunuz, bazı şeyleri örtüyorsunuz”
Cumhuriyet gazetesine geçişiniz nasıl gerçekleşti? Ben Rüzgârlı Sokak’ta çalışıyordum. 1978 yılı Mayıs ayı idi. O dönemde çok çatışmalı bir ortam vardı. Bir kardeş çatışması yaşanıyordu. O dönemde Cumhuriyet gazetesi Ankara Bürosu polis-adliye muhabirine gereksinim duymuş. Yılmaz Gümüşbaş beni önerdi. 6 Haziran 1978’de Cumhuriyet gazetesinde polis-adliye muhabiri olarak başladım. Nasıl bir çalışma ortamı vardı o yıllarda? O yıllarda Fikret Otyam, Mustafa Ekmekçi, Yalçın Doğan, Ahmet Tan, Engin Karadeniz, Füsun Özbilgen vardı. Onların arasında ben, 21–22 yaşında adeta gencecik bir çocuktum. İyi yetiştim. Polis-adliye muhabirliği çok tehlikeliydi. Ölüm tehditleri aldım. Gazeteciliğin özünde olan şeyler bunlar. Ya mesleğinizi yapacaksınız ya da bırakıp gideceksiniz. Bizim mesleğin bin türlü hali var, bin türlü sıkıntısı var. Bu sıkıntıları aşabilirseniz iyi bir gazeteci olabilirsiniz. Bunu ben iyi gazeteciyim anlamında söylemiyorum fakat iyi yetiştiğimi düşünüyorum. “İLKELERİMİZDEN TAVİZ VERMEDİK” 12 Eylül 1980 askeri müdahalesini gazeteci olarak yaşadınız. Neler yaşadınız 12 Eylül’de? 12 Eylül gecesi beni Hasan Cemal aradı. Bir hareketlenme olduğunu, büroya gitmemi söyledi. O zaman gazete bürosu Konur Sokak’taydı. Ben Meşrutiyet Caddesi’nden geçerken hareketlenmeyi gördüm. Bütün arkadaşlara haber verdim. Dönemin Genel Yayın Müdürü Oktay Kurtböke’ye teleksle haber verdim. Sonrasında malum karabasanı yaşamaya başladık. Özgürlüklerin baskılandığı, insanların asıldığı faşist dikta dönemini yaşadık. Gazetemiz kapatıldı. Zor günler geçirdik. Ama gazetecilik ilkelerinden asla taviz vermedik. Gazete kapandığı dönemde Ankara Temsilcisi Hasan Cemal’di. Her zaman yaptığımız gibi gündem toplantıları yaptık. Haber yapmayı sürdürdük. İstanbul’a haber geçtik. Kendimizi diri tuttuk. 20 günden fazla gazetemizin kapandığı günler oldu. O süreçte benim, hakkında bilgi edindiğim, sendikalar, toplu iş sözleşmesi Milli Güvenlik Konseyi’ne sunuldu. 20 gün boyunca ben o haberi atlattım. 20 gün sonra yayınlandığımızda o haberim manşetten çıktı. 12 Eylül’den sonraki gazetecilik yaşamınız nasıl devam etti? Ben 12 Eylül’den önce polis-adliye muhabirliğinin yanında siyasi muhabirlik de yaptım. Başbakanlık muhabirliği görevinde bulundum.
İhtilaldan sonra 12 Eylül Başbakanına soru dahi sorulamıyordu. Başbakanlık binasının önünde durmak yasaklanmıştı. Başbakanlık muhabirliğini yapma olanağı kalmadı. Danışma Meclisi kurulduktan sonra Danışma Meclisi çalışmalarını da muhabir olarak izledim. Daha sonra yoğun olarak yaptığım işlerden biri de emek muhabirliğiydi. Bildiğim kadarıyla Cumhuriyet gazetesi Ankara Haber Merkezi’nin yöneticilik görevini de üstlendiniz. Bu, hangi döneme denk geliyor? Yalçın Doğan Ankara Temsilcisiyken İstihbarat Şefliği yaptım. Ahmet Tan’ın döneminde ise, Haber Müdürü olarak görev yaptım. 1991’de gazeteden ayrıldım. Daha sonra Cüneyt Arcayürek’in Ankara Temsilciliği döneminde 1993’e kadar Haber Müdürlüğü yaptım. “BİR MUHABİR GİBİ ÇALIŞIYORUM” Cumhuriyet’te köşe yazmaya nasıl başladınız? 1993’ten beri bana verilen bir sorumluluk olarak ‘Ankara Kulisi’ başlıklı köşemde düşüncelerimi okurlarla paylaşıyorum. Siyasetle, emek dünyasıyla, dış politikayla hemhal olmuş olduk. Benimki makale yazarlığından farklı. Köşe muhabirliği tarifine uyuyor. Haberden uzaklaşmadan günceli yakalayarak yürüttüğümüz bir görev. Haberci nasıl çalışıyorsa, muhabir nasıl çalışıyorsa ben de o şekilde çalışıyorum. Araştırma, kaynakla bire bir görüşme, elde ettiğiniz bilgilerin doğruluğunu test etme süreçlerini izliyorum. Makale yazarından beni ayıran temel nokta bu. Bunun en iyi örneklerini Melih Aşık’ta görürüz. İnsan isimleri geçiyor, günceli yakalıyorsunuz. Biraz ironisi olan, kulis bilgilerini içeren, haberde fazla veremediğiniz ayrıntıları içeren ama yorumu da olan bir köşem var. Ankara gazeteciliği hakkında ne söylemek istersiniz? Tabii, Ankara Türkiye’nin kalbi. Yasama, yürütme ve yargı erkleri burada. Ankara gazeteciliği her şeyden önce sorumluluk gerektirir. Ankara gazeteciliğinin bir avantajı da haber bulmakta zorluk çekmemektir. Ankara gazeteciliğinde muhabir – haber kaynağı ilişki çok önemlidir. Gazeteciyle haber kaynağı arasındaki mesafe ne kadar daralırsa bağımsızlık yitirilebilir. Ankara gazetecisi genellikle bu mesafeyi ayarlama güdüsüyle yetişir. Ama son dönemde bu geleneğin yıprandığını söyleyebilirim.
editörden editörden “Geleneksel gazetecilik” nereye? İnternetin yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline geldiği günden beri medya konusunda yapılan en önemli tartışmalar arasında geleneksel gazeteciliğin geleceğiyle ilgili tartışmalar yer alıyor. Kimileri, artık geleneksel gazetenin, yani kâğıda basılı gazetenin miadını doldurduğunu, ileride basılı gazetenin yerini tamamen dijital mecranın alacağını savunuyor. Benim de içinde bulunduğum bir kitle ise, gelişen ve yaşamımızın her alanına nüfuz eden dijital yayıncılık olgusuna karşın geleneksel gazeteciliğin uzunca bir süre daha devam edeceğini savunuyor. Tartışmalar yalnızca gazeteyle sınırlı kalsa iyi. Basılı kitapların miadının dolduğunu, ‘e-kitap’ uygulamasının yaygınlaşacağını söyleyenler de var. Görsel kültürün yazılı kültüre karşı hep galip geldiği, kişi başına düşen yıllık kitap sayısının yerlerde süründüğü bir toplumda, bu savı ‘gülünç’ buluyorum. Kuşkusuz, teknolojiden kaçış olanaklı değildir. Teknoloji; zaman, güç, hız anlamında insanoğluna büyük kolaylıklar sağlar. Ancak yaşamımıza ‘gereğinden fazla’ nüfuz eden teknolojinin, bu bağlamda sosyal medyanın okuma alışkanlığına ket vurduğu inancındayım. Unutulamamalı ki, teknoloji, ölçülü biçimde kullanıldığında insanlığa yarar sağlar. Yeniden, gazete konusuna gelecek olursak, son yıllarda yükselişe geçen internet gazeteciliği haberlere hızlı ulaşımı sağlıyor. Basılı gazete ise, haber ve yorumları daha ayrıntılı okuma olanağı sağlıyor. Sayfaları çevirirken gelen kâğıt hışırtısı ve mürekkep kokusu da ancak geleneksel gazetecilik savunucularının anlayabileceği bir unsur. Gazeteler, reklam ve ilan pastasından aldıkları payla ayakta duruyor. Reklam ve ilan pastasında da tiraj belirleyici unsur. Eğer ki, bağımsız gazetelerin çıkmasını istiyorsak, çıkar yol, gazeteyi bayiden satın almak. Bunu yapmadığımızda ‘kepenk kapatan’ gazete gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. Bu da, biz gazeteci adaylarını fazlasıyla üzüyor. ‘Kepenk kapatan gazete’ gerçeği yüzlerce basın emekçisinin işsiz kalmasıyla sonuçlanıyor. İnternet haberciliği yapan kuruluşların da çok sayıda gazeteciyi istihdam etmesi olası değil. Bu nedenle, gazeteyi ‘bayiden alma’ meselesi üzerinde mutlaka düşünülmeli. Fakültemizde Milliyet ve Vatan gazetelerinin ücretsiz dağıtılması gazete okuma düzeyine de olumlu katkı sunuyordu. Bu uygulamanın son bulmasıyla durum yine eskiye döndü. Bayiden gazete alan öğrenci sayısı, bir elin parmaklarını geçmiyor. Yaşanan gelişmeler, gazeteci büyüklerimizin ‘Okumadan gazeteci olunmaz’ sözünü akıllarımıza getiriyor.
Kıvanç Ugur
Selçuk İletişim Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Adına Sahibi Prof. Dr. Ahmet KALENDER Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Ahmet Yalçın KAYA Yayın Danışmanı Doç. Dr. Caner ARABACI Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Arş. Gör. Emre OLKUN Basım Yılı: Ocak - 2015 Yayın Türü: Yerel, Süreli Sayı: 148
Adres: S.Ü İletişim Fakültesi Kampüs/Konya Tel: 0332 223 37 07 Faks: 0332 241 01 81 e-mail: selcukiletisim@selcuk.edu.tr Baskı: Selçuk Üniversitesi Basımevi Tel: 0332 241 18 47 Kampüs/Konya
Editör Kıvanç UĞUR Editör Yardımcısı Metin KÖSE Sayfa Sorumluları Melike İŞDAR Oğulcan KOÇ Yusuf KARAKAŞ Numan BABACAN Mesut YILMAZ Gökçen BEKTAŞ Muharrem YAĞIZ Gökhan KARAKURT Kübra ABİ Muhabirler Seda CEYLAN Özlem NALBANT Malike ORMANCI Doğan Burak TUNLU Mustafa ESER Ferhat KIZILTAŞ Gamze BAL Gamze UĞRAŞ Serdar KELEŞ Seren BAŞDOĞAN Tuba YÖRÜK Sayfa Tasarımı Doğan Can ÇELİK Şükrü ZENBEL Doğuş KARA Samet YALÇIN
üniversite
selçukiletişim
Vali Erol’dan değerlere sahip çıkma çağrısı
Aralık 2014
/03
Gazeteci -Yazar Banu Avar:
“Milli bilinç oluşmalı” Selçuk Üniversitesi Türk'ce Fikir Topluluğu tarafından düzenlenen ‘Yeni Dünya Düzeni’ başlıklı söyleşide konuşan Gazeteci-Yazar Banu Avar, gündemdeki konular hakkında değerlendirmelerde bulundu Selçuk Üniversitesi Genç Tıbbiyeliler Topluluğu tarafından düzenlenen ‘Kariyer Zirvesi’ne konuşmacı olarak katılan Konya Valisi Muammer Erol, öğrencilerle bir araya geldi. Kendi hayatından kesitler sunarak kariyeri hakkında bilgi veren Vali Erol, öğrencilere seslenerek, “Bizi biz yapan değerlerimize sahip çıkın ve mesleğinizde bencillik yapmayın” dedi. Süleyman Demirel Kültür Merkezinde gerçekleştirilen etkinliğe Konya Valisi Muammer Erol’un yanı sıra, Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, Rektör Yardımcıları Prof. Dr. Mustafa Şahin, Prof. Dr. Mehmet Musa Özcan, akademisyenler ve öğrenciler katıldı.
Kocabaş: “31 Mart Olayında İkinci Abdulhamid'in bir rolü yoktur”
Selçuk Üniversitesi öğrencileri, Tarihçi-Yazar Süleyman Kocabaş’ı ağırladı. İletişim Fakültesi’nde gerçekleşen konferansta konuşan Kocabaş, 31 Mart olayında 2. Abdulhamid’in bir rolünün olmadığını belirtti. 31 Mart olayının ülkeyi ve insanları Müslümanlıktan soğutmak, ortaçağ yaşamına sürüklemek için tertiplenmiş bir olay olduğunu vurgulayan Kocabaş, olayın asıl amacının 2. Abdulhamid’i devirmek olduğunu dile getirdi. 2. Abdulhamid’in Osmanlı devletini büyük uğraşlarla 33 yıl yaşattığını ifade eden Kocabaş, “Eğer 2. Abdulhamid başta kalsaydı Arnavutluk ve Trablusgarp gitmezdi, Balkan Harbi olmazdı ve 1. Dünya harbi yaşanmazdı” dedi. Kocabaş, iç ve dış güçlerin 2. Abdulhamid’i emellerine ulaşmak için yıktıklarını sözlerine ekledi.
Gamze BAL
B
anu Avar’ın konuşmacı olarak katıldığı söyleşide ilk olarak, salonda bulunan şehit annesi Fatma İnce söz aldı. Konuşmasında gençlere seslenen İnce, “Toplumumuz bölünmesin, bunun için uğraşın. Şehitler olmasın. Ben ağladım başka anneler ağlamasın” dedi. Devletten para alamadığını belirten İnce, “Ben belediyeye de gittim, oğluma iş aradım. Ama bulamadım. Askerimi, yiğidimi verdim de bana el kadar yardım etmediler” ifadelerini kullandı. “TOPLUMSAL DAYANIŞMA ÖNEMLİ” Gazeteci Yazar Banu Avar’ın yakın siyasi tarih ve gündem hakkında değerlendirmelerde bulunduğu söyleşide, Osmanlıca eğitiminden IŞİD’e kadar pek çok konu masaya yatırıldı. Konuşmasında Nutuk’tan bölümler de okuyan Avar, milli bir bilincin oluşmasına önem verdiğini dile getirdi. “Benim halamın eşi Mahmut Dağcı, Atatürk'ün silah arkadaşıdır. Babam 1893 doğumlu ve Çanakkale ile Balkan Savaşı’nda savaşıp gazi olmuş bir adam. Dolayısıyla Kurtuluş Savaşı'nda savaşmış bir babanın kızıyım” diye konuşan Avar, bu ruhun kaybedilmemesi gerektiğini vurguladı. Üzücü olaylar karşısında parti ayrımı gözetmeksizin, toplumun birbirine kenetlenmesi gerektiğinin altını çizen Avar, toplumun bu dayanışmaya ihtiyacı olduğunu
“HİÇBİR ZAMAN UMUDUMU YİTİRMEDİM” Söyleşide ayrıca, Avar’ın hazırlamış olduğu ‘Türk Milletinin Medyayla İmtihanı’ adlı video da katılımcılara izletildi. Konuşmasında evlendirme ve çeşitli yarışma programlarında insanların,
birbirleriyle anlamsız bir rekabete sürüklendiğini belirten Avar, “Yarışmadaki kızlarımız, keşke birbirleriyle rekabet etmek yerine bilimin farklı dallarıyla ilgilenseler. Ben onlara bakınca bunu hayal ediyorum. Böyle çok daha iyi olmaz mı?” ifadelerine yer verdi. Soru-yanıt bölümünde, “Bunca olumsuzlukların yaşandığı bir süreçten geçerken ne yapmalıyız?” şeklindeki bir soruya yanıt veren Avar, kesinlikle umutsuz olunmaması gerektiğine işaret etti. Avar, şöyle konuştu: “Yapılacak en akıllıca iş, bu ruhu kaybetmemeliyiz. Ben, Attila İlhan’ın yanında büyüdüm, ondan çok şey öğrendim. Mesela kaç kere işten atıldım ama umudumu kaybetmedim. Umutsuz insanı ölü insan sayarım.” Avar, söyleşinin sonunda katılımcılarla hatıra fotoğrafı çektirdi.
Mevlana, Selçuk Üniversitesi’nde anıldı Selçuk Üniversitesi Mevlana Araştırmaları Enstitüsü tarafından düzenlenen ‘Mevlana’yı Anma Etkinlikleri’ Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde ve Hukuk Fakültesi’nde gerçekleştirildi
Selçuk’tan diş taraması Gamze UĞRAŞ
M Selçuk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi ve Konya Büyükşehir Belediyesi işbirliğinde düzenlenen Ağız ve Diş Sağlığı Haftası Etkinlikleri kapsamında Konya’nın Karatay ilçesindeki Nermin Agâh Erdinç Toprak İlkokulu’ndaki 260 öğrencinin diş muayenesi ve diş taraması yapıldı. Selçuk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Firdevs Kahvecioğlu, Arş. Gör. İrem Bağ, Arş. Gör. Hayri Akman ve yüksek lisans öğrencilerinin bulunduğu ekip, sınıflara girerek tek tek öğrencilerin dişlerini kontrol etti. Ağız ve diş sağlığı sorunlarını belirleyerek öğretmenler aracılığıyla velilere bildiren diş hekimleri, tedavi gereken öğrencileri Selçuk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’ne davet etti.
dile getirdi. Konya’ya gelmeden önce Ermenek’e gittiğini söyleyen Avar, oradaki insanların durumlarına da değindi. Ermenek’te yaşanan maden faciasında hayatını kaybeden insanların evlerine gittiğini belirten Avar, Ermenek’te, Soma’da yaşanan olayın bir benzerinin yaşandığına dikkat çekerek, “Orada hangi gencin yüzüne baksanız, 'aşağıda ölüm ihtimal ama yukarıda açlık kesin' cümlesini hatırlıyorsunuz” dedi.
evlana’yı anma etkinlikleri Selçuk Üniversitesi Mevlana Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Nuri Şimşekler’in açılış konuşmasıyla başladı. Etkinlikte söz alan Şimşekler, “Şerler def ola niyazı ile 741. Vuslat yıldönümüne hepiniz hoş geldiniz. 741 yıldır devam eden bir düğündeyiz şu an. Selçuk Üniversitesi diğer yıllarda olduğu gibi bu sene de çeşitli etkinlikler gerçekleştirdi. ‘Biz ilahi hekimleriz, kimseden tedavi ücreti istemeyiz’ diyor Hazreti Mevlana. İnşallah, bu etkinlikler sahiplerini bulur” ifadelerini kullandı. Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen konferansta Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Musa Özcan, Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Alkan, onur konuğu Ney Ustası Niyazi Sayın, öğretim elemanları, öğrenciler ve basın mensupları hazır bulundu. “HZ. MEVLANA, KONYA’DA HİSSEDİLİR” Konferansın onur konuğu olarak katılan Ney Ustası Niyazi Sayın, “Mevlana Hazretleri en
güzel sözünü başta söylemiş, dinle ney’den diyerek. İnsanlar her birimiz birer ney’iz. Hazreti Peygamberimiz de bir insandır, Hazreti Mevlana da siz de. Fakat Hazreti Mevlana kendini tanımıştır. En güzel şeydir insanın kendisini tanıması. Bugün Hazreti Mevlana anmak için toplandık. Hazreti Mevlana her yerde anılır ama Konya’da hissedilir. Karagözün dediği gibi; her ne kadar sürç-ü lisan ettiysem özür dilerim” diye konuştu. “KONYA’DA YAŞAMAK AYRICALIKTIR” Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki konferans ise, Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ömer Ulukapı’nın açılış konuşmasını yapmasıyla başladı. Konuşmasında, Hazreti Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” sözünü hatırlatan Ulukapı, Mevlana Hazretlerinin yedi öğüdünü katılımcılara anlattı. Ulukapı, sevginin en belirleyici özellik olduğunu dile getirdi. Konferansta, Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Musa Özcan Hz. Mevlana’nın 741. vuslat yıldönümü vesilesiyle, insan haklarının ihmal edilmemesi gerektiğini vurguladı. Konya’da yaşamanın,
Konya’da eğitim almanın herkes için bir ayrıcalık olduğuna işaret eden Özcan, “Mevlana diyarı Konya’nın ekmeğini yiyen birisi Konya’yla bağını koparamaz. Zamanımızı iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Şu an burada bulunanlar zamanlarını iyi değerlendiriyorlar” dedi. “HAZRETİ MEVLANA MUHTEŞEM BİR İNSAN” Konferansta bir sunum yapan Dr. Ergin Ergül, “Hazreti Mevlana’nın hukukçu kişiliği de var ama bu çok bilinmiyor. Mevlana insan hakları ve hukuk alanında görüşleriyle genç hukukçulara çok güzel bir örnektir. Sadece yaşadığı çağda değil günümüzde de önemli olduğundan evrenseldir diyebiliriz” sözlerine yer verdi. Herkesin Mevlana’yla tanışma süreci olduğunu kaydeden Ergül, kendi hikâyesinin Fransa’da başladığını, Mevlana’nın kitaplarını okuduktan sonra kendisini çok sevdiğini dile getirdi. Günümüzdeki hukuk terimlerinin Mevlana’da mutlaka bir karşılığı olduğuna işaret eden Ergül, toplumsal sorunlara Mevlana’nın öğretileriyle çözüm bulunabileceğini sözlerine ekledi.
04/ Aralık 2014
üniversite
selçukiletişim
Doğa aşığı Serdar Kılıç Selçuk’ta
Büyükelçi Larsen, Selçuk Üniversitesi’nden büyülendi
Selçuk Üniversitesi Doğa Sporları Topluluğu’nun davetlisi olarak Konya’ya gelen Doğa Belgeselcisi Serdar Kılıç, Selçuk Üniversitesi ‘Doğa ve İnsan’ başlıklı söyleşide öğrencilerle bir araya geldi
Seda CEYLAN
D
oğa Belgeselcisi Serdar Kılıç, Anadolu’da çok sayıda eşsiz güzelliğin olduğunu dile getirerek, her ilin ve ilçenin birbirinden farklı bir doğal çevreye sahip olduğunu belirtti. Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde öğrencilerle bir araya gelen Kılıç, Anadolu’da yaşayan insanların kapısını çaldığınızda, insanların sizi, evinin en güzel yerinde ağırladığına hepimizin şahit olduğunu söyledi. Kılıç, “Bir büyüğümüz gelince ayağa kalkıp ona yer verecek güzel bir âdetimiz var. İşte bizi farklı kılan bu özellik bizim özümüzün yansımasıdır” diye konuştu. “DOĞADA AKIL ÇOK ÖNEMLİ” Yaşadığı deneyimleri öğrencilerle paylaşan Serdar Kılıç, “Çok farklı koşullarda doğayla bir bütün oldum. İnsan dağa kamp için gittiğinde yanında ne götürürse götürsün asıl önemli olan aklıdır ve aklını her yerde kullanmalıdır. Aklını kullanırsa yaşamını kolaylaştırır diye düşünüyorum” dedi.Söyleşiye olan yoğun katılım karşısında şaşkınlığını
Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü öğrencileri çektikleri sema gösterisi fotoğraflarını, Öğretim Görevlisi Salih Tiryaki öncülüğünde ‘Gönül Gözünden Sema’ isimli sergide fotoğrafseverlerin beğenisine sundu
“ŞEHİR İNSANI PASİFLEŞTİRİYOR” Yaptığı belgesellerle insanları doğaya çekmeye çalışan Serdar Kılıç, şehir yaşamını sevmediğini, şehrin insanları pasifleştirdiğini ve hastalıklara yol açtığını söyledi. Kılıç, doğadaki yaşamın insanları dinç tuttuğunu, oradaki insanların duyu organlarının çok iyi
çalıştığını insanın doğayla bütünleşmesi gerektiğini vurguladı. Kılıç, “İnsan, özüne döndüğü vakit mutlu olur. İnsan mutlu oldukça ve kendini bildikçe yaşamını anlamlandırır. Doğal ortam, doğa, ağaçlar, kuşlar hepsi benim için tarifi olmayan bir sevginin kavramlarıdır. Ben de kendi özümü bulmak için doğayla bir bütün oldum” dedi. Kendisini doğa aşığı bir adam olarak tanımlayan Serdar Kılıç, “Bir şairin söylediği gibi ‘en iyi şair çobandır’ bence. Dağda gezen adamdır. Onun ruh hali dingindir. Şehirden ne şarkı ne türkü sözü ne de şair çıkar. Doğa kampı kurdum çocuklara amacım çocukların geçmişe dönmelerini sağlamak. Ben ticaret olarak o işi yapıyorum ama çok da faydalı bir iş yapıyorum” sözlerine yer verdi. Süleyman Demirel Kültür Merkezi, 30 Ağustos Salonu’nda gerçekleştirilen söyleşiye, Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Güner, Dekan yardımcısı Prof. Dr. Gürkan Uçar, söyleşinin yapılmasında emeği geçen Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Murat Boydak ve çok sayıda öğrenci katıldı.
Sema fotoğrafları sergilendi
Seren BAŞDOĞAN
S
gizleyemeyen Kılıç, doğaya meraklı gençlerin önünde bulunmaktan gurur duyduğunu ve keyif aldığını belirtti. Kendisini etkileyen bir anısından bahseden Kılıç, “Bundan üç hafta önce bir arkadaşım tam sana göre bir at var deyince onu denemek istedim ve heyecanla atladım. At başlarda çok sakinken birden hızlandı kendimi atın üzerinden atayım derken atın ayağı tökezledi. At ağırlığın iki katı koşmaya başladı. Bununla yere bir çakıldım, şahmerdan gibi. Tüm kemiklerimin oynadığını hissettim. Sırtımda 8 tane kırık oluşmuş. Benim oğlum ‘Bilmediğin ata niye biniyorsun?’ dedi. Kısacası benim atla hikâyem çocukluğumda Sivas Şarkışla’da başladı. Dedemin yanına küçükken çok fazla giderdim doğaya tanışmam bu şekilde oldu diyebilirim.” diye konuştu.
elçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Sergi Salonu’nda fotoğraflarını sergileyen öğrencilerin fotoğraflarına davetlilerin ilgisi yoğun oldu. Açılış törenine Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Kadir Canöz, Gazetecilik Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ahmet Yalçın Kaya, Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu Başkan Yardımcısı Avukat Turgay Bilge, öğrenciler ve çok sayıda davetli katıldı. Düzenlenen serginin ardından Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu Başkan Yardımcısı Avukat Turgay Bilge, öğrencilere ‘Fotoğraf ve Haklarımız’ başlıklı bir konferans verdi.
Mevlana Celaleddin Rumi’nin 741. Vuslat yıldönümü etkinliklerinin son günü olan Şeb-i Arus törenine katılmak ve çeşitli temaslarda bulunmak üzere Konya’ya gelen Avustralya Ankara Büyükelçisi James Larsen, Selçuk Üniversitesi’ni ziyaret etti. Alaeddin Keykubat Yerleşkesi’nde incelemelerde bulunan Larsen, “Eğitimdeki gelişmelerinizden gerçekten büyülendim. Çok çabuk ve hızla gelişen bir eğitim sisteminiz var” dedi. Avustralya Ankara Büyükelçisi James Larsen’in ziyaretinden büyük memnuniyet duyduklarını belirten Selçuk Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Kürşat Güleş, Larsen’e üniversitede yürütülen bilimsel ve kültürel faaliyetler hakkında bilgi verdi.
Öğrencilere resim ve fotoğraf’ta kompozisyon anlatıldı
Ressam Mehmet Gökoğlu, Öğretim Görevlisi Salih Tiryaki’nin düzenlediği etkinlikte Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerine resim ve fotoğrafta kompozisyonu anlattı. Gökoğlu, çizdiği resimler hakkında öğrencilere bilgi vererek, fotoğraftaki kompozisyonun resimden geldiğini belirti. Çizdiği resimlerde iyi sonuç alabilmek için fotoğrafta kadraja dikkat edilmesi gerektiğini altını çizen Gökoğlu, fotoğrafta kompozisyon çeşidinin az olduğu ancak resimde bunun aksine çok fazla kompozisyon olduğunu belirterek, tarihten örnekler verdi. Öğrencilerin yoğun ilgi gösterdiği konuşmanın ardından seminer, Gökoğlu’nun çizmiş olduğu resimlerin gösterimiyle sona erdi.
Selçuk’ta piyano ve klarnet resitali
“FOTOĞRAF, GENÇ BİR SANAT DALI” Konya’nın fotoğraf adına ayrıcalıklı bir duruma sahip ve tüm dünyanın güzel fotoğraflar çekmek için geldiği bir yer olduğunu ifade eden Bilge, öğrencilerin bunu en iyi şekilde değerlendirdiğini görmekten mutluluk duyduğunu dile getirdi. Bilge, fotoğraf sanatının gelişmeye çok açık bir sanat olduğunu ve öğrencilerin fotoğrafla daha çok iç içe olmaları gerektiğinin altını çizdi. ÖĞRENCİLER SEVİNÇ İÇİNDE Öğrencileriyle birlikte uzun bir çalışma sonucunda böyle bir sergi açmanın gururunu ve sevincini yaşayan Öğretim Gö-
revlisi Salih Tiryaki, insanların, normalde gördüklerinin dışında, ruhlarından gelen birtakım yansımalarla beraber kendilerini ifade ettikleri değişik görüntüler farklı tekniklerle çekildi” dedi. Sergide fotoğrafları yer alan Gazetecilik Bölümü Öğrencisi Ege Ural, serginin güzel geçtiğini belirterek, kendilerine çalışmalarını sergileyebilecek imkân sağladığı için Öğretim Görevlisi Salih Tiryaki’ye teşekkürlerini sundu. Gazetecilik Bölümü Öğrencisi Buse Erdoğan ise, sergide kendi çektiği fotoğrafların bulunduğunu belirterek, serginin Şeb-i Arus kutlamaları esnasında açılmasından büyük sevinç duyduğunu ifade etti.
Selçuk Üniversitesi Dilek Sabancı Devlet Konservatuvarı tarafından düzenlenen ‘Gök Kubbede Bir Hoş Seda’ adlı konser, dinleyicileri büyüledi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selen Bucak piyanosu ile Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Devlet Opera ve Balesi Klarnet Sanatçısı Halim Feza Çetin ise klarneti ile dinleyicilere eşsiz bir sözsüz resital sundular. Bir saat süren konserde sanatçılar, aralarında kendi bestelerinin de bulunduğu hem batı hem de doğu dünyasının eşsiz eserlerini kendi yorumlarıyla sundular. Konserin ardından Rektör Prof. Dr. Hakkı Gökbel, sanatçılara teşekkür ederek çiçek takdim etti.
şehir
selçukiletişim
Ortak noktaları ‘engel’ tanımamak
Aralık 2014
/05
Yusuf KARAKAŞ
Her yönüyle Konya
T
Mustafa ESER
ürkiye Sakatlar Derneği Konya Şubesi Başkanı Ahmet Mıhçı, mali müşavirlik yapıyor. 53 yaşındaki Mıhçı, aynı zamanda Karatay Belediye Meclisi ve Konya Büyükşehir Belediye Meclis Üyesi. Doğuştan engelli olan Mıhçı, dünyaya geldikten sonra çocuk felci geçirmiş. Ahmet Mıhçı, 20 yıldır Türkiye Sakatlar Derneği Konya Şubesi’nin başkanlık görevini yürütüyor. Mıhçı’nın bir özelliği de, Türkiye’de Büyükşehir Belediye Meclis Üyesi seçilen iki engelliden birisi olması. Ahmet Mıhçı ile engelliler ve engellilerin sorunları hakkında konuştuk Efendim, gerçekten diğer engelli vatandaşlarımıza örnek olacak türde bir hayatınız var. Biraz hayat hikâyenizi anlatır mısınız? 1961 Konya doğumluyum. 1976 yılında ortaokulu bitirdikten sonra muhasebecilik yapmaya başladım. O günlerde Türkiye’de kargaşa ortamı olduğu için engelliler, benim gibi, liselere üniversitelere giremedi. O yüzden ortaokul mezunuyum. Mesleğime devam ederken 1980 yılında gönüllü arkadaşlarımız ile böyle bir dernek kurmak için müracaat ettik. Ama 1980’de askeri darbe yapıldığı için derneğimiz ancak 1981’de açıldı. 1981’den beri bu derneğin hem kuruculuğunu hem de 20 yıldır başkanlığını yürütmekteyim. Ve aynı zamanda Karatay Belediyesi Meclis üyesiyim. Aynı zamanda Mali Müşavir olarak bu camiada tanınmış biriyim. Biraz da derneğinizin faaliyetlerinden söz eder misiniz? Derneği kurmak için 7 engelli gerekiyordu. 4 engelli ve 3 sağlıklı arkadaşı ile kuruluşu Türkiye Sakatlar Derneği’nin Konya Şubesi’ni hizmete açtık. O zaman sokakta engelli arkadaşlarımızı göremiyorduk. Ailelerimiz, engelli arkadaşlarımızı bir yere getirmekten korkuyordu. Ben kendim, o arkadaşlar bana dernek kuralım dediğinde korkarak geldim. Kuruluş iznini aldık. Dernek kurulduktan sonra engelliler gelemedi bir müddet. Belki de biz hata mı ettik diye düşündük. İki üç yıl burayı 25–30 üye ile devam ettirdik. Zaman geçtikçe kendimizi tanıtmaya çalıştık ve bu zamana kadar çok emek verdik. Çünkü bizim gayemiz engelliyi sokağa taşımaktı. Her zaman kendim bu sıkıntıyı çektim. Sokağa çıktığım zaman da
korkarak çıktım. Bana ‘topal’ mı diyecekler diye korkardım hep. Bir de tekerlekli sandalyeye muhtaç engelli kendini sokağa atamıyordu. Benden önce 5 arkadaşımız görev yaptı. ‘Engelliyi nasıl sokağa taşırız, engelliye neler yaptırabiliriz?’ diye çalışmalar yaptık. Şu anda 2 bine yakın derneğimize üye engelli kardeşlerimiz var. Şimdiye kadar engellilerin hayatında neler değişti, engelliler şu an ne gibi sorunlarla karşılaşıyorlar? 2000’li yılları geçtikten sonra engelliyi sokağa taşıdık. Derneğin asıl amacını yerine getirdik. Tekerlekli sandalye, akülü araba temin için çaba sarf ettik. A’dan Z’ye birçok konuda sorunlar vardı. ‘Kaldırımdan çıkamıyorum, otobüse binemiyorum’ gibi sıkıntılar kendini gösterdi. Kaldırımların sorunlarını çözdük ve engellilerin yaşayabileceği bir hale getirdik. Otobüsler kullanılır hale geldi. Burada engelli, bir yere misafirliğe gittiği zaman telefon açıyor, tekerlekli sandalyeli engelli olduğunu söylüyor. Çıkacağı saatteki otobüs tarifesindeki otobüsün engelliye uygun olan otobüs olmasını istiyor. Buna göre otobüs geliyor. Ama artık bu sorunu da çözdük. Otobüslerimizin büyük çoğunluğu engellilerimizin kullanımına uygun hale geldi. Ayrıca, 2000 yılında bir hastaneye gittim. Asansör kapalı idi. Bunun açılmasını istedim. Önce açmadılar. Ben de oradaki güvenliğe görevliyi çağırırsın ya da beni sırtında gideceğim kata çıkarırsın’ dedim. Sonra asansörü açtılar, benle birlikte yaşlılarımız da bindi çıktı. Dönüşte bana güvenlikçi işimi sordu, ben de asıl mesleğimi ve daha sonra da derneğimizin başkanı olduğumu söyledim. O günden sonra Sağlık Müdürlüğü’ne gittim. Kendilerine engelliler için böyle bir talebin gitmediğini söylediler. Sağlık Müdürü de, o günden sonra asansörleri sürekli açık tutturdu. Bununda takibini yaptık. Eski okul binalarımız da engelli vatandaşlarımız düşünülmemiş. Belki bunda bizim de hatamız var, sesimizi tam anlamıyla duyuramadık. Bugün Konya merkezde 15 bin engelli kardeşimiz var. Okullara giremiyorduk, üniversitelere giremiyorduk. Daha yeni yeni yapıldı. Acaba diyorum ki, dün engelli vatandaşımız yaşamıyor muydu ki bu ülkede? Yoksa layık mı görülmüyorduk üniversitelere? Anne sırtında okula giden çocuklarımız vardı, ama bugün Allah’a şükür engellilerle ilgili ilk ne çıktı ise Konya’da çıktı. Bu yüzden Konya engelli için örnek bir şehir. Bu sorunlar adım adım aşıldı.
Belli bir seviyeye geldi. Bugün Türkiye için Konya, örnek engellilerin yaşayabildiği bir şehir. Pek çok sorunun çözüldüğünü söylediniz. Halen şikâyet ettiğiniz sorunlarınız var mı? Tabii, göl yerinden su eksik olmaz. Eski yapılmış binaların ve kamu kuruluşlarının engelli vatandaşlarımızın kullanabileceği hale getirmesini istiyoruz. Bir kuruma girerken 20 santimetre bir kaldırım olursa bizim için oraya girmek söz konusu olamaz. Bu binaların ruhsatları verilirken engelli vatandaşlarımızın kullanımına uygunluğu dikkate alınsın. Ve bizi en çok üzen ise merdiven altı derneklerdir. Bu bizi çok rencide ediyor, yıpratıyor. Bunun nedeni ise sokaktan geçen biri sözde iyi niyetli bir şekilde yaklaşıyor. Engelli vatandaşımıza yardım teklifinde bulunuyor. Onu ya dilenci olarak ya da çalgıcı olarak çalıştırıyor. Biz dilenci değiliz. Biz çalgıcı değiliz. İşi olmayan kendisini bu işe adapte etmiş, vatandaşın cebindeki paraya gözünü dikmiş, bu insanlar bu şekilde rant elde etmeye çalışıyorlar. Bizim vatandaşlarımızdan beklentimiz bu tür derneklere bu tür insanlara önem vermesinler. Eğer ihtiyaç sahibi bir engelli vatandaşımıza bir yardım yapılacaksa gelsinler bizimle görüşsünler. Biz yardımsever vatandaşlarımızı bu ihtiyaç sahibi arkadaşlarımızla bire bir görüştürüp yardımlarını aracısız bir şekilde yerine ulaşmasını sağlıyoruz. Türkiye Sakatlar Derneği bünyemizde her türlü tekerlekli sandalye bulunmakta ve biz tüm bunları ihtiyaç sahibi tüm engelli kardeşlerimizin hizmetine sunuyoruz. Kapınıza “engelliler için tekerlekli sandalye alacağız” veya “onlara yardım için para topluyoruz” diye gelen hiç kimseye inanmayın, dernek olarak tüm imkânlara sahibiz. İhtiyacı olan tüm engelli vatandaşlarımızı da merdiven altı derneklerden uzak durmalarını öneriyoruz. Engelli vatandaşlarımızın sorunlarının çözümü için toplum ne yapabilir? Bu konuda toplumun üzerine düşen görevler sizce nelerdir? Konya Büyükşehir Belediyesi’ne KOMBELTAŞ ile yaptığımız anlaşma ile bütün parkların yüzde 10’u engellilere ait. Ama vatandaşlarımız engellilere ait otoparkları işgal ediyor. Bizim vatandaşlarımızdan tek ricamız, engeliler için yapılmış platformları, yolları mümkün olduğunca kullanmasınlar. Engeli olmayan insanlar, engellilerin haklarını kullanmasınlar.
Konya, öğrenciler açısından pek çok imkâna sahip olan, son yıllarda artan Alışveriş Merkezleri, alanlar, parklar ve mesire-piknik alanları bakımından zengin bir yer. Konya ayrıca, Kilistra ve Sille Köyü gibi tarihsel ve kültürel mirasa sahip yerleri içinde barındırıyor. Yüzölçümü bakımından Türkiye’nin en büyük ili, nüfus açısından ise İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa ve Adana’dan sonra 6.sırada yer alıyor. Yüksek hızlı tren kente ayrı bir hava katarken kentin başkent Ankara’ya yakın olması ayrıca kenti avantajlı kılan bir diğer etmen. Diğer kentlere göre belediyelerin ve ilden seçilen milletvekillerinin şehir ile çok ilgilendiğini görüyorum. Milletvekilleri hemen her toplantıda, her proje açılış töreninde hazır bulunuyorlar. Konya’da 3 vakıf üniversitesi, 2 de devlet üniversitesinin bulunması, kenti öğrenci kenti olma yolunda hızla ilerletiyor. Fakat şehir merkezi Selçuk Üniversitesi ve Mevlana Üniversitesi yerleşkelerinden çok kopuk bir durumda. Şehir merkezi ile Bosna Hersek Mahallesi iki ayrı kent gibi bir görüntü veriyor. Selçuk Üniversitesi Alâeddin Keykubat Yerleşkesi’nden şehir merkezine tramvayla yaklaşık 50 dakikada gidilebilmesinden dolayı neredeyse ayda bir defa merkeze giden arkadaşlarım var. Bu yüzden Konya kent içi ulaşımı için metro şart!.. AlâeddinKampüs arasındaki birbirine yakın ve son derece gereksiz tramvay durakları bu yolu daha da çekilmez hale getiriyor. *** Bir diğer sorun ise hem kampüs içinde hem de Zafer Meydanı bölgesinde başı boş sokak hayvanlarının tehlike saçması. 4 yıldır Konya’da olmama rağmen maalesef esnafı ile çok iyi anlaştığım söylenemez. Hoşgörü kültürünün lafta değil pratikte de kendini göstermesi gerekiyor. Yapılan tüm etkinliklerde dini ritüellerin ağır basmasının Konya için, dışarıdan çok iyi görüntü vermediğini üzülerek belirtmeliyim. En basitinden geçtiğimiz aylarda Konya Valisi Muammer Erol’un da söylediği gibi Konya’da Mevlana adının üniversite, cadde, sokak, yemek, kalkınma ajansı gibi-uzatmak mümkün- birçok yere verilmesi Mevlana’nın isminin yıpratılmasına, tüketilmesine neden oluyor. Bütün bu sorunlara çözüm bulunması halinde Konya, önemli kongre ve fuarlara ev sahipliği yapabilecek, turizm dendiğinde sadece Mevlana’nın değil eğitim, sağlık turizminin de merkezi olabilecek bir kent potansiyeline sahip. Son olarak değinmek istediğim konu ise şu: Her geçen gün yaşanan nüfus artışına ve şehrin büyümesine bağlı olarak artış gösteren trafik sorununa da kentin yöneticilerinin çözüm bulması şart.
06/ Aralık 2014
şehir
Çocuklara trafik dedektifliği eğitimi
selçukiletişim
‘Akıllı Ulaşım’ büyük beğeni topladı Türkiye Bilişim Derneği tarafından düzenlenen ‘Akıllı Şehirler’ konulu 8. Bilişim Kongresi’nde Konya Büyükşehir Belediyesi’nin ‘Akıllı Ulaşım’ uygulamaları anlatıldı
K
onya’nın Kulu ilçesinde okullarda trafik dedektifliği eğitimi devam ediyor. Her türlü ölümlü, yaralamalı ve maddi hasarlı trafik kazalarının önüne geçilmesi için Mehmet Akif Ersoy Orta Okulu’nda 120 öğrenciye trafik polisi Şahin Alp tarafından ‘Trafik Dedektifliği’ eğitimi verildi. Sinevizyon eşliğinde verilen eğitimlerde, trafiğin tanımı, trafik unsurları, trafikte yaya güvenliği, güvenli yürüyüş yerleri, trafikte dikkat edilmesi gereken diğer hususlar ele alındı. Polis Memuru Şahin Alp, öğrencilerin trafikte dikkatli olmaları, trafik kazalarına maruz kalmamaları için eğitim vermeye devam edeceklerini dile getirdi.
Nar kabuğu, anti-kanser özelliğine sahip
M
edicana Konya Hastanesi Beslenme ve Diyetetik Uzmanı Mine Bilge, kış aylarındaki en önemli destekleyicilerimizden biri olan nar ve kabuğunun faydasını anlattı. Özellikler nar çekirdeğinin yağında bulunan omega–5 olarak da bilinen punisik asit çok güçlü antioksidan özellik gösterdiğini söyleyen Mine Bilge, bu içeriği sayesinde bağışıklık sistemini uyararak vücut direncini artırmaya yardımcı olduğunu belirtti. Yapılan araştırmalarda prostat ve cilt kanserine karşı korunmada narın önemine dikkat çeken Bilge, “Nar kabuğunda bulunan ellagik asit antioksidan, anti-mutajen ve anti-kanser özelliklere sahiptir. Ellagik asit kansere neden olan moleküllere bağlanarak onları etkisizleştirmektedir” dedi.
Sağlıklı yaşam için yürüdüler
S
ağlık Bakanlığı tarafından 2014 yılının ‘Sağlıklı yaşam ve hareket yılı’ olarak ilan edilmesiyle birlikte Konya Halk Sağlığı Müdürlüğü yetkilileri ve çalışanları her ayın ilk Pazar günü sağlıklı yaşama dikkat çekmek için yürüyüş gerçekleştiriyor. Hacıveyiszade Camii önünden başlayan yürüyüş Alâeddin Tepesi etrafında turlandıktan sonra sona eriyor. Yürüyüşün yılda 12 defa gerçekleştirilmiş olacağını belirten Konya Halk Sağlığı Müdürü Dr. Hüsnü Murat Kaya, vatandaşlara, günde 30 dakika yürümeleri ve sağlık konusunu ihmal etmemeleri çağrısında bulundu. Kaya, hareketsiz yaşamın obezite gibi kronik rahatsızlıklara yol açtığını belirtti.
Yusuf KARAKAŞ
T
ürkiye Bilişim Derneği tarafından düzenlenen ‘Akıllı Şehirler’ konulu 8. Bilişim Kongresi İstanbul Kadir Has Üniversitesi Kampüsü’nde gerçekleştirildi. Akıllı şehir kavramının ele alındığı ve konu ile ilgili başarılı uygulamaların incelendiği etkinlikte, Konya Büyükşehir Belediyesi’nin ‘Akıllı Ulaşım’ başlıklı sunumu büyük beğeni topladı. Toplantıda Konya Büyükşehir Belediyesi’ni temsil eden Bilgi İşlem Dairesi Başkanı Yaşar İncikli, ‘Akıllı Ulaşım’ başlığı ile yaptığı sunumda toplu ulaşımda bankacılık kartlarının kullanılması uygulaması, Akıllı Toplu Ulaşım Sistemi, Mobil Konya uygulaması, akıllı kavşaklar, elektronik kart sistemi, akıllı bisikletler ve bisiklet yolları hakkında katılımcılara bilgi verdi. “TEMASSIZ BANKACILIK KARTI DÜNYADA İLK” Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından dünyada ilk olarak, tüm temassız özellikli ban-
kacılık kartlarının belediye bünyesinde hizmet veren toplu ulaşım araçlarında kullanılmasının sağlandığını belirten Yaşar İncikli, uygulamanın uluslararası platformlarda büyük ilgi gördüğünü söyledi. Akıllı toplu ulaşım sisteminde vatandaşların bekledikleri toplu ulaşım aracının ne zaman durağa geleceğini öğrenmelerinin mümkün olduğunu söyleyen İncikli, “Kullanıcılar bu tür pek çok bilgiyi ‘atus.konya.bel.tr’ adresli internet sayfasından öğrenebilecekler. Mobil Konya uygulamasından, duraklarda bulunan kare kodlardan, 5669 SMS Sistemi’nden ulaşabilirler. Android ve IOS işletim sistemli cihazlarda kullanılan Mobil Konya uygulaması ile Konya ve Konya Büyükşehir Belediyesi ile ilgili bilgilere, otel, restoran gibi yerlerin ulaşım bilgilerine ve Akıllı Toplu Ulaşım Sistemi’ne erişebilirler” diye konuştu. Konya’da 37 akıllı kavşakta Türkiye’nin en geniş akıllı kavşak sistemi kullanıldığının altını çizen İncikli, “Akıllı kavşaklarda tüm yönlerden gelen araçlar görüntü işleme tekniği ile sayılırken arka planda çalışan gelişmiş algoritmalar ile hangi yola kaç
saniye yeşil ışık yakılacağına dinamik olarak karar veriliyor’’ ifadelerini kullandı. “MOBİL KONYA PROJESİ İLGİ GÖRÜYOR” Türkiye’deki ilk elektronik akıllı temassız kart uygulamalarından olan elektronik kart sistemi, Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından toplu ulaşımda yaklaşık 15 yıldır kullanıldığını ifade eden Yaşar İncikli, 600 bin aktif kullanıcı ile aylık 9 milyon işlem yapılmakta olan sistemin diğer belediyeler ve işletmeler tarafından örnek alındığını dile getirdi. İncikli ayrıca, Konya merkezde 40 ayrı istasyonda bulunan 500 akıllı bisikleti kullanmak isteyenlerin nereden bisiklet alabileceklerini, almış oldukları bisikletleri nereye teslim edeceklerini Mobil Konya uygulamasından öğrenebileceklerini ifade etti. Mobil Konya uygulamasının, bisiklet istasyonlarında bisiklet bulunup bulunmadığını ve boş kilitleme alanı olup olmadığını öğrenme konusunda da işlevsel olduğunu kaydeden İncikli, kiralama bedelinin banka kartları veya elektronik kart vasıtasıyla karşılanabileceğini sözlerine ekledi.
TİMAV’DAN eğitime anlamlı destek Türkiye İmam Hatipliler Vakfı (TİMAV) bünyesinde dört yıldır hizmet veren İlim ve Hikmet Araştırma Merkezi (İLHAM) yeni eğitim-öğretim sezonuna başladı Yusuf KARAKAŞ
T
İMAV Genel Başkanı Abdullah Ecevit Öksüz, 8 farklı dalda eğitim verilen ve TİMAV Genel Merkezi’nde gerçekleştirilen eğitimlerle ilgili bilgi verdi. Eğitimlere her yıl yoğun bir katılımın olduğunu belirten Öksüz, “Türkiye Okumaları, Hikmet ve Medeniyet Okumaları, İslami İlimler Okumaları, Din ve Eğitim Okumaları başlıkları altında düzenlenecek olan seminerlerde T.C. uyruklu öğrencilerin yanı sıra yurtdışından gelen ve ülkemizde eğitim-öğretim gören uluslararası öğrenciler de eğitim alacak. İLHAM seminerleri Cumartesi ve Pazar günleri TİMAV Genel Merkezi’nde gerçekleştiriliyor’’ diye konuştu. “İNSANA YATIRIM GELECEĞE YATIRIMDIR” İLHAM seminerleri hakkında bilgi de veren TİMAV Genel Başkanı Ecevit Öksüz, ilim ve hikmet arayanları İlim ve Hikmet Araştırma Merkezi’nde bir araya getirme heyecanıyla yola çıktığını ifade etti. Genç ve taze dimağlarda heyecanı, aşkı, ilme ve irfana karşı oluşan istek ve arzuyu doğru değerlendirerek, değerlerimize hâkim ve saygılı, gücünü ilminden alan nesiller yetiştirmeyi hedeflediklerini söyleyen Öksüz, “Ahlakla bütünleşmiş bir ilim ve irfan geleneğini önemsiyoruz. Kendi geleceğimizi
inşa ederken donanımlı fertler yetiştirmeyi bir görev addediyoruz” ifadelerini kullandı. “GÜÇLÜ AKADEMİK KADROYLA ÇALIŞIYORUZ” 70 öğrenci ile başlayan İLHAM seminer programlarının, 2014–2015 Eğitim-Öğretim yılı itibariyle 250 öğrenciye hizmet vermeye başladığını dile getiren Öksüz, İLHAM seminerlerinin güçlü eğitimci kadrosuyla yarınımızı inşa edecek gençlerimizi kadim medeniyet değerlerimizi içselleştirmiş, dünü ve bugünü sahip olduğumuz köklü medeniyet perspektifimizden yorumlayabilen, yarını inşa ve imar görevini omuzlarındaki tarihi bir görev olarak benimsemiş olarak yetiştirmek için var gücüyle çalıştığını ifade etti. 16 hafta boyunca devam edecek olan İLHAM seminerlerine düzenli olarak katılan öğrencilerin yıl sonunda sertifika almaya hak kazanacaklarını ifade eden Öksüz, İLHAM koordinatörleri Prof. Dr. Muhiddin Okumuşlar ve Doç. Dr. Ertan Özensel’in organizesiyle, ilk yarı dönemde 32, ikinci yarı dönemde de 32 kişi olmak üzere 64 hocadan oluşan güçlü bir akademik kadro ile çalıştıklarını da sözlerine ekledi. “ÖĞRENCİLERİN İLGİSİ YOĞUN OLDU” Öksüz, bu kutlu yürüyüşün devamı için çalışmaya devam edeceklerini, kendilerini bu
konuda motive eden en büyük unsurun ise medeniyet geçmişimiz olduğunu vurguladı. Abdullah Ecevit Öksüz, “İLHAM seminerleri için yapılan duyurunun ardından öğrencilerin yoğun ilgisiyle karşılaştıklarını bildirdi. Başvuruda bulunan öğrenciler arasından mülakatla öğrenci seçtiklerini belirten Öksüz, öğrencilerin hafta içi örgün öğretimde aldıkları eğitime ek olarak hafta sonları İLHAM seminerlerine katıldıklarını dile getirdi. Seminerlerde, birçok alanda bilimsel eğitim yapıldığını ifade eden Öksüz, öğrencilerin müfredat dışı konularda kendilerini yetiştirme imkânı bulduğunu kaydetti. Öğrencilere farklı bakış açıları kazandırmak istediklerini anlatan Öksüz, kazanacakları bakış açısının da ilim ve hikmet penceresi ile birlikte millet ve ümmet için önemli bir medeniyet tasavvuruna ve evrensel değerler perspektifinde bir hayatı yaşamalarına hizmet etmesini önemsiyoruz” diyerek sözlerine son verdi.
TİMAV Genel Başkanı Abdullah Ecevit ÖKSÜZ
araştırma - inceleme
selçukiletişim
Aralık 2014
/07
Yakın tarihimizin zalim tanığı: Ulucanlar Cezaevi Türkiye’nin son 80 yılına damga vurmuş birçok siyasetçi, yazar, gazeteci ve din adamının yolunun geçtiği, bazılarının yaşamının darağacında son bulduğu bir mekân Ulucanlar Cezaevi. Türk siyasal yaşamında önemli yeri bulunan Ulucanlar, şimdi müze olarak geçmişin zalim tanıklığını yapıyor
Numan BABACAN Seren BAŞDOĞAN
U
lucanlar Cezaevi sadece infazları değil, tanınmış mahkûmlarıyla da tarihe ismini yazdırdı. Birçok gazeteci, şair girdi kapısından. Birçok yazarın, politikacının hatta sinemacının yolu geçti bu cezaevinden. Geriye yalnızca acı hikâyeler, geçmişin acı yüzünün toplandığı bir müze ve baktıkça hüzün, ibret veren görüntüler kaldı. Ulucanlar Cezaevi’nin yapılış tarihi, cumhuriyetin ilk yıllarına dayanıyor. 1925 yılında inşa edilen cezaevinin geçmişi, Türk siyasi hayatından kesitler sunuyor adeta. ‘Umumi Hapishane’ olarak inşa edilen Ulucanlar, Cumhuriyet tarihinin en karanlık sayfalarına tanıklık eden bir kara kitap gibi duruyor.
BİRÇOK TANINMIŞ KİŞİYİ HAPSETTİ İlk adı Cebeci Tevkifhanesi olan cezaevi, sonra sırasıyla Cebeci Umumi Hapishanesi, Ankara Hapishanesi, Ankara Cebeci Sivil Cezaevi, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi ve Ulucanlar Cezaevi adlarını aldı. Açık kaldığı 81 yıl boyunca birçok tanınmış siyasetçi, şair, yazar, gazeteci ve aktivistin mahkûm olduğu hapishanede 18 infaz gerçekleştirildi. Fethi Gürcan, Talat Aydemir, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Necdet Adalı, Mustafa Pehlivanoğlu, Erdal Eren, Fikri Arıkan ve Ali Bülent Orkan darağacında yaşamı son bulan mahkûmlardan. Ulucanlar Cezaevi’nde yatan, ‘Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Ahmet Arif, Oral Çalışlar, İpek Çalışlar, Cüneyt Arcayürek, Hasan Hüseyin Korkmazgil’ gibi yazar, gazeteci ve sinemacıların yanı sıra tanınmış birçok siyasi suçlu da Ulucanlar’da kaldı. Bülent Ecevit, Muhsin Yazıcıoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti, Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mustafa Pehlivanoğlu, Sırrı Süreyya Önder ve Muhsin Yazıcıoğlu bunlardan bazıları. “12 EYLÜL’DEN SONRA MAHKÛMLAR TEK TİPLEŞTİRİLDİ” Ulucanlar Cezaevi, sadece orada kalan mahkûmlar için değil, orada görev yapmış olan memurlar için de birçok anı barındırıyor. 1980–1997 yılları arasında Ulucanlar’da infaz koruma memuru olarak görev yapmış olan Hüseyin Akyol, görev yaptığı dönemlerde cezaevi koşullarının oldukça kötü olduğunu, hem mahkûmların hem de görevlilerin kötü koşullarda yaşadığını dile getiriyor. Cezaevinin fiziki durumunun çok kötü olduğundan bahseden Akyol, idarenin de bu konuda bir şey yapamadığını, iplerin kendi ellerinde olmadığını şu sözlerle dile getiriyor: “İdarenin hiçbir yetkisi yoktu. Hiçbir müdür koğuşlara girip bir şey anlatamazdı. Bu zorluklar çekilirken 12 Eylül İhtilalı oldu ve o günden sonra mahkûmlar tek tipleştirilmeye başlandı. Aynı elbiseler giydirildi, sağ-sol görüşlüler ayrı koğuşlarda kalırdı ve 12 Eylül sonrası koğuşlar karıştırılmaya başlandı. O zaman çok fazla işkence yoktu. Zaten sayımları sabah ve akşam asker yapardı. Cezaevinde bölük komutanı ne derse o olurdu, idare pasifize edilmiş, tamamen askerin egemenliğindeydi Ulucanlar.” “HİLTON’DA ÜNLÜ SİYASETÇİLER KALIYORDU” Ulucanlar Cezaevi’nde her koğuşun ayrı bir anısı bulunuyor. Cezaevine ilk girdiğimizde Hilton koğuşu olarak adlandırılan 9. ve 10. koğuş karşılıyor. Bu koğuşlarda az kişi kaldığı ve manzarası güzel olduğu için Hilton olarak adlandırılıyor. Bu koğuşta dönemin tanınan kişileri kalmış. Osman Bölükbaşı, Bülent Ecevit, Osman Yüksel Serdengeçti gibi isimlerin kaldığı bu koğuşta son dönemlerde ise cezaevi idaresinde çalışanlar, açık cezaevine geçenler kalıyordu. İşkenceleriyle ünlü cezaevinde kendi görev yaptığı dönemde çok fazla işkence yapılmadığını belirten Akyol, sadece kargaşa çıkaran mahkûmların müşahede odalarına veya zindana atıldığını dile getiriyor. Hücrelerin olduğu kısımda Deniz Gezmiş’in de yattığını söyleyen Hüseyin Akyol, “Bu hücrelerde ağır cezaya çarptırılan suçlular konuluyordu. Buralara sadece belli görevliler gidebiliyordu” diyor ve kendi döneminde hücrelerin eskiye göre daha az kullanıldığını vurguluyor. “İDAMLAR HABERSİZ YAPILIRDI” İdamlarıyla tanınan Ulucanlar Cezaevi’nde görev yaptığı dönemlerde de idamların oldu-
ğunu ve bazılarına şahit olduğunu ifade eden Hüseyin Akyol, kendi döneminde Erdal Eren, Mustafa Pehlivanoğlu, Necdet Adalı ve Levon Ekmekçiyan gibi siyasi mahkûmların infazının gerçekleştiğini belirtiyor. İdam edilecek kişilerin Mamak’ta askeri tümende yattığını belirten Akyol, mahkûmların idam günü habersiz olarak Ulucanlar Cezaevi’ne getirildiğini anlatıyor. İdamların herkesten, hatta mahkûmların ailelerinden bile habersiz gerçekleştiğini dile getiren Akyol, “İdam günü ve saati belliydi. Mahkûmun boynuna idam fermanı takılır ve son arzusu sorulurdu, genellikle yerine getirilirdi. Cezaevi bahçesindeki kavak ağacının dibinde darağacı kurulur cellât getirilirdi. Mahkûma son arzusu sorulur ve masanın üzerine çıkarılırdı. İp boynuna geçirilip altındaki sandalye çekilirdi. Daha sonra cellât ipini keser tabuta konur ve mezarlığa götürülürdü. Ekmekçiyan’ın son arzusu Türk Kahvesi içmekti. Darağacına giderken arkasını döndü ve iyi yaşamlar hepinize Türk halkı dedi. İdamdan sonra Cebeci Asri Mezarlığına defnedildi. İdamdan ailesi haberdar edilmedi” sözleriyle idam sahnelerine olan tanıklığını dile getiriyor. “İDAMLARA KALBİM ZOR DAYANIRDI” 2006 yılında kapanan cezaevinden geriye birçok hüzün kaldı. O hüzünlü anların tanıklarından biri olan, 12 Eylül döneminde Ulucanlar Cezaevi Müdürlüğü yapan Vehbi Camgöz, Sabah Gazetesi’ne verdiği röportajda kendi döneminde 3 tane idam gördüğünü, idamlara çok zor dayandığını söylüyor. Dönemin müdürü Camgöz, genç mahkûmlardan Erdal Eren, Mustafa Pehlivanoğlu ve Necdet Adalı’nın idamlarını duyunca titrediğini belirterek durumun
vahametini şöyle anlatıyor: “Necdet Adalı ve Mustafa Pehlivanoğlu’nun infazını yapacağımız bildirildi. Önce Adalı, sonra Pehlivanoğlu getirildi. Adalı önce avukatına selam verdi, arkadaşlarına ve ailesine selam söyledi. Dini telkin istemedi. Görevliler üzerine beyaz gömleği giydirdi. Cellât Hüseyin tabureyi çektiği o an yaşadıklarımı tarif etmem mümkün değil. Adalı’dan sonra sıra Mustafa’ya geldi. Hüseyin bu kez ilmeği onun boynuna geçirdi. Bir gecede iki gencin ölümüne şahit olmuştum. Bir hafta boyunca ne yediğimi, ne uyuduğumu bildim. Kendime gelmem uzun sürdü.” MÜZEDE TARİH YAŞATILIYOR Ulucanlar Cezaevi kapatıldıktan sonra müzeye çevrildi. Müzede, dönemi yansıtmak adına koğuşlar ve demirbaşlar muhafaza edilirken, cezaevinde kalmış tanınan kişilerin bazı kişisel eşyaları sergileniyor. Mahkûmları andıran balmumu heykeller ise gerçeği andırıyor ve ziyarete gelenlere farklı duygular yaşatıyor. Cezaevinin eski hali ile müze hali arasında fark olduğunu söyleyen eski gardiyan Hüseyin Akyol, müzeye gitmediğini ancak fotoğraflardan gördüğü kadarıyla bazı değişiklikler yapıldığını, duvardaki birçok yazının sonradan uydurulduğunu dile getiriyor. Yine de dönemi yansıtan görüntüler olduğunu sözlerine ekliyor.Ulucanlar Cezaevi Türk siyaset tarihinde önemli bir yere sahip. Ulucanlar, bazen idamlarla, bazen isyanlarla ve ölümlerle, bazen de devlet adamlarını ağırlamayla gündeme geldi. İçinde birçok acı ve anı bulunduran zulüm müzesi, gençlere mezar olan darağacı ve karanlık zindanlarını ziyaretçilerine yansıtıyor.
08/ Aralık 2014
araştırma - inceleme
selçukiletişim
Sağlığa zararlı ithal bir kültür: Fastfood Son dönemlerde etkisi daha da belirginleşen hazır yiyecek ve hazır yaşam isteği fastfood, yerleşik bir kültür halini almaya başladı. Hazır ve hızlı yemek yeme alışkanlığı, başta gençler olmak üzere tüm toplumu etkisi altına alıyor
Numan BABACAN / Seda CEYLAN
İ
nsanların geçmişten gelen beslenme alışkanlıkları özellikle son yıllarda farklılık gösteriyor. Fastfood yani ‘ayaküstü beslenme’ gittikçe yerleşik bir kültür halini alıyor. Fastfood ürünler, yeme, içmenin yanı sıra her şeyi hızlı yaşama isteğini beraberinde getiriyor. Amerika’da ortaya çıkan bu ürünler dünyaya yayılmış durumda ve ülkemizde de bir ithal yemek kültürü olma yolunda ilerliyor. Yemesi kolay ve lezzetli olan bu hazır yiyecek ve içecek ürünlerinin sağlığa etkisi tartışılıyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Mine Bilge, fastfood ürünlerinin insan sağlığı açısından kansere varan derecede olumsuz etkilerinin olduğunun altını çiziyor.
Beslenme ve Diyet Uzmanı Mine Bilge
“YÜKSEK ENERJİLİ ÜRÜNLER VÜCUDA ZARAR VERİYOR” Hazır tüketilebilen ürünlerin hazırlanmasının da pratik olduğunu ifade eden Bilge, bir öğünde yediğimiz hamburger, enerji içeceği gibi menülerin tek öğünde günlük alacağımız kalori miktarını karşıladığını belirtti. Düşük hacimde, yüksek enerjili, direkt yağ yapma oranının yüksek olduğu ürünlerin vücuda büyük zararları olduğunu bildiren Bilge, “Bu ürünler sadece kilo aldırmıyor aynı zamanda nitruzamin denen
kanserojen maddeler de içeriyor ve kansere destek vermiş oluyor” diyerek hazır ürünlerin insan vücuduna olan zararlarına işaret ediyor. Fastfood ürünlerinin uzun vadede obezlik ve daha başka sağlık sorunlarına yol açabileceğini vurgulayan Bilge, insanların fastfood ürünlerini tüketirken sağlık açısından bu gibi etkenleri göz önünde bulundurmaları gerektiğini vurguluyor. “SEBZE DİYE BİR ŞEY KALMADI” Hazır yiyecekleri tüketenlerin sağlıklı besinlerden uzaklaşmaya başladığını dile getiren Diyetisyen Mine Bilge, genel olarak fastfood tüketenlerde sebze diye bir olay kalmadığını, et ağırlıklı, olabildiğince hazır ve pratik, sağlıksız besinler tüketildiğini ifade ediyor. Evde yapılan yemeklerde genellikle, ihtiyacımız olan enerjinin bulunduğunun altını çizen Bilge, “Fastfood alışkanlığıyla ev yemeklerinden daha çok hazır yiyecekler tüketilirken, bu da sağlıklı beslenmeden uzaklaşmamıza neden oluyor” diyor. Hazır ürünlerle birlikte alınan enerji miktarı artış gösterdiğini hatırlatan Bilge, bu ürünlerin sıkça tüketilmesinin nedeninin zaman darlığı olduğunu ifade ediyor. Hazır yiyeceklerin de daha fazla kalori cinsinden enerjiye neden olduğunu dile getiren Bilge, bu duruma bir de hareketsizlik eklenince insanların kilo aldığını bildiriyor. Obezitenin gün geçtikçe artış gösterdiğinin altını çizen Bilge, söz konusu hastalığın özellikle gençler arasında daha sık görülmeye başladığını ifade ediyor. “YÜKSEK ORANDA YAĞ VAR” Fastfood ürünlerin enerji içeriklerinin insanlar tarafından bilinmesinin tüketimi azaltabileceğine değinen Bilge, “Hepsi kızartma ve içinde yüksek oranda yağ var. İnsanlar bunu görünce tüketmek istemiyorlar. Bunun için devlet bazında yapılan çalışmalar var. Halk sağlığı merkezlerinde obezite merkezleri kuruldu ve insanlar bilinçlendirilmeye çalışıyor. Bunun dışında bazı kola ve hazır yiyecek firmaları da light ürünler çıkararak enerjiyi azaltmaya çalıştılar. Ancak gün geçtikçe bu ürünler çoğaldığı için ve insanlar gittikçe hareketsizleştiği, vakitsizleştiği için bu ürünler tüketilmeye devam ediyor” diyerek ürünler hakkında daha fazla bilgilendirme yapılması gerekliliğine dikkat çekiyor.
“ÖĞRENCİLERDE OBEZİTE ARTIYOR” Fastfood ürünlerin toplumda daha çok üniversite öğrencileri tarafından tüketildiğini söyleyen Beslenme ve Diyet Uzmanı Mine Bilge, öğrencilerin hem bütçelerine göre hareket etmesi hem de bu ürünlerin hazırlanması ve tüketiminin pratik olmasının onları bu ürünleri tüketmeye iten en büyük neden olduğunu belirtiyor. Öğrencilere bu ürünleri evlerine almamalarını tavsiye eden Bilge, “Öğrenciler ev yemeklerini çok fazla yapamadığı için belki bu ürünleri tüketiyorlar ancak onlara tavsiyemiz bu ürünleri evlerine almazlarsa tüketmezler. Bunun yerine pratik sayılabilecek ev yemekleri yapsınlar, özellikle meyve tüketsinler” diye konuşuyor. Öğrenciler üzerine yapılan bir araştırmada obezite oranının önceki yıllara göre daha fazla gözlendiğini aktaran Bilge, bu konuda önlem alınmazsa ileride daha fazla sıkıntı yaşanabileceği uyarısında bulunuyor. Öğrencilerin bu konuda bilgili olması gerektiğini vurgulayan Bilge, hazır ve çok enerjili ürünleri mümkün olduğunca az tüketmeleri çağrısında bulunuyor. ÜRÜNLERİN ZARARINI ANLATAN FİLMLER VE KİTAPLAR VAR Fastfood ürünlerin tüketiminin dünya çapında hızla artması ve büyük bir endüstri halini almasından sonra ürünler tüm dünyada tartışılmaya başlandı. Bu konuda EricScholesser’in yazdığı ‘FastfootNation’ kitabı Hamburger Cumhuriyeti olarak dilimize çevrilirken, eser aynı isimle filme de alındı. Filmde, hazır yiyecek sektöründeki markaların büyük bir yarış içinde oldukları ve yarışta öne geçmek için müşterilere farklı kampanyalar sundukları görülüyor. Bu kampanyalarda da maliyeti düşürmek için insan sağlığına zarar verecek kimyasal aromalar kullanılıyor. Fastfood ürünlerin üretildiği fabrikaların sağlığa uygun olmayışı, kesilen hayvanlara verilen yemlerdeki hormonsal maddeler ve kesimlerin helal olmayışı hatta vahşice oluşu bu ürünlerin üretiminin nasıl yapıldığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
HAYATIN HER ALANINA YANSIYOR Fastfood yaşam tarzı ile ilgili yazılmış başka bir eser olan ‘Toplumun McDonaltlaştırılması’ kitabında George Ritzer, McDonald’s teriminin artık sadece tüketilen hazır yiyecek, içecekler için kullanılamayacağını, toplumun genel olarak her alanda bu hazırcılığa alıştığını belirtiyor. Ritzer, McDonalds’ın toplama kampı modelinden ilham alarak bütün dünyayı ‘akılcılığın demir kafesi’ içine hapseden toplumsal, ekonomik, kültürel bir sistemin adı olduğuna dikkat çekerek, modern yaşamın ihtiyaçlarına karşılık verilebilmesi için toplumun makine gibi işlemesi gerektiğini anlatıyor. Fastfood ülkemizde de artık ithal bir kültür haline geliyor ve yaşantımızın tüm alanlarını kapsıyor. Gençler başta olmak üzere insanlar, kültürümüzün büyük bir parçasını oluşturan yemeklerimizi artık zaman bulamama ve zor olması bahanesiyle yapmıyor, hazır ve ithal yiyeceklere yöneliyor. Bu da hem kültürün yozlaşmasına hem de sağlığın bozulmasına, daha obez bir toplum yapısı oluşmasına neden oluyor. Toronto Üniversitesinde yapılan bir araştırmada Fastfood tüketen insanların anlık mutluluklar yaşadığı ve hayatın genelinde mutsuz bir yaşam sürdürdüklerini gözlemlendi. Araştırmada ayrıca bu ürünlerin çabukluğa dayalı olmasından dolayı tüketenlerde sabırsızlık olduğunu ve yediklerini sadece karın doyurmak için, zevk almadan tükettikleri tespit ediliyor.
güncel
selçukiletişim
Aralık 2014
/09
“Türkiye, iş güvenliği konusunda yetersiz” DİSK Basın Yayın Dairesi Uzmanı Umar Karatepe, Türkiye’de işçilerin en önemli sorununun işçileri, insanca yaşatmaya yönelik bir çalışma düzeninin bulunmaması olduğunu dile getirdi. Madenlerin kamu tarafından işletilmesi gerektiğini vurgulayan Karatepe, iş güvenliği konusundaki yetersizliğe dikkat çekti
D
İSK Basın Yayın Dairesi Uzmanı Umar Karatepe, Türkiye’nin, dünyada çalışma koşullarının en kötü olduğu ülkelerden biri olduğunu ifade ederek, “Taşeron düzeni, güvencesizlik, işçi sağlığı ve iş güvenliği sisteminin çökmesi, sendikal haklar ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller işçilerin başlıca sorunlarıdır” diye konuştu. Söz konusu sorunların iş kazalarına ve işçi ölümlerine yol açtığını belirten Karatepe, Türkiye’nin işçi ölümlerinde Avrupa’da birinci dünyada ise üçüncü olduğunun altını çizdi. “SENDİKALI İŞÇİLER İŞTEN ATILIYOR” Türkiye’nin iş güvenliği konusunda yetersiz olduğunu kaydeden Karatepe, işçilerin sadece yüzde 5'inin toplu sözleşme düzeninden faydalanmasının, işçi güvencesizliğinin boyutlarını ortaya koyduğunu dile getirdi. İşçilerin sendikalı oldukları için işten atıldıklarını ifade eden Karatepe, sendikalı olunmaması durumunda ise işçilerin güvencesizleştiğini belirtti. Karatepe şöyle konuştu: “Burada iki hak kategorisinden bahsetmek gerekiyor. Bireysel iş hukukuna dair haklardan çoğunluk haberdar değil, olsa da sonuç değişmiyor. Çünkü kolektif haklar olmadıkça bireysel haklar kullanılamıyor. Yasalar delik deşik edilebiliyor. Kolektif haklarla kastettiğimiz örgütlenme hakkı, sendikal haklar. Örnek verelim; kıdem tazminatı, yıllık izin. Her işçinin hakkı,
taşeron işçi de olsa hak, kadrolu olsa da hak. Ancak bu haklar fiilen, yasal biçimde kullandırılmadığında işçilerin kolektif, örgütlü bir şekilde bu haklarını savunması engellenince tüm haklar bilinse de kâğıt üzerinde kalıyor. Sendikalaşmayı önleyerek işçilerin elini kolunu bağlıyorlar, sonra da ‘hakkın vardı ama sen kullanmadın’ söylemini yaratıyorlar.” “TAŞERONDA ARTIŞ SÖZ KONUSU” Türkiye’de diğer önemli bir sorun olan taşeron işçilerin son yıllarda artış gösterdiğini ifade eden Karatepe, taşeron işçilerin davalar açtıklarını, kadro hakkı kazandıklarını, ancak bu mahkeme kararlarının uygulanmadığını dile getirdi. Mahkeme kararlarına uymayan kamu olduğunda söylenecek fazlaca bir şey kalmadığını dile getiren Karatepe, “Belli ki taşeron işçiler, haklarını mahkemede, torba yasalarda değil mücadele ederek kazanacaktır” diye konuştu. Türkiye’de işçi ölümlerinin önlenemez ölümler olmadığını ifade eden Karatepe, “Biz, DİSK olarak, yıllardır aynı önerileri iletiyoruz. İlk olarak şunu tespit etmeliyiz ki, 6331 sayılı yasayla piyasalaşan işçi sağlığı ve iş güvenliği düzeni çökmüştür. İşçi sağlığı ve iş güvenliği alanında sendikalar, meslek oda birlikleri ve üniversitelerin katılımıyla özerk-demokratik bir kurumsal yapı oluşturulmalıdır. Yasaklarla, barajlarla, baskılarla sınırlanan sendikal örgütlenmelerin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Sorunun te-
meli taşeronlaştırma gibi güvencesiz çalıştırma ilişkileridir” sözlerine yer verdi.
Karatepe, “Maalesef Türkiye'de devlet, çalışma yaşamına müdahalelerinde işçi kesiminin değil daima sermaye kesiminin önceliklerine göre tutum almaktadır. Küresel ekonomide Türkiye'nin ‘rekabet gücü’ ucuz emek üzerinden sağlandığı için devlet politikası olarak daima emeği ucuzlaştıracak, güvencesizleştirecek önlemler gündeme gelmekte. Örneğin son açıklanan 2015–2017 arası yol haritası niteliğindeki orta vadeli programda, 17 yerde “rekabet gücü” kavramı kullanılırken işçi sağlığı ve iş güvenliği gibi ayyuka çıkmış bir sorundan bir maddede somut bir önlem içermeksizin bahsedilip geçilmiştir. Türkiye’nin politik hataları; işçi güvencesizliğini, işçi kazalarını, işçi ölümlerini büyüten bir istikamettedir” dedi.
“MADENLERİ KAMU İŞLETMELİ” Başta madenler olmak üzere tüm işkollarında ihmallerin, ölümlerin sonlandırılmasını söyleyen Karatepe, tüm madenlerin kamu tarafından işletilmesinin gerektiğini dile getirdi. İşçi sorunlarına önerilen çözümlerden bahseden Karatepe, meslek hastalıklarının kayıt altına alınmasını, işçilerin sağlıklı bir şekilde tedavi edilmesini ve işçi ölümlerini önlemek için Meslek Hastalıkları Hastaneleri’nin kurulmasının gerektiğini kaydetti. İşçinin kendini, yaşamını savunması olanaksız hale getirilmeye devam edildikçe işçi ölümlerinin devam edeceğini ifade eden Karatepe, Türkiye’de işçi haklarına gereken İşçi ölümlerinin yıllara önemin verilmesini talep İstatistikler etti. İşçilerin çok önemli bir bölümünün asgari 1.700 ücretle veya biraz üstüyle çalıştığını söyleyen Karatepe, bugün asgari 1.444 ücretin bin 225 Türk Lirası olan açlık sınırının 1.171 bile altında olduğunu, 4 kişilik hanede 2 kişi 865 çalıştığında bile hesaplanan yoksulluk sınırına (3 bin 999 TL ) yaklaşılamadığını kaydetti. Kazada ölen işçi sayısı
Kübra ABİ
Yıllar
2008
2009
2010
2011
göre dağılımı
1414 1235
744
2012
2013
2014
Osmanlıca zorunlu mu oluyor? Antalya'da düzenlenen 19’uncu Milli Eğitim Şurası’nda, Osmanlı Türkçesi'nin liselerde zorunlu ders olarak okutulması önerisinin genel kurula taşınmasına karar verildi. Osmanlıcı konusu ülke gündeminde tartışmaları da beraberinde getirdi. Selçuk Üniversitesi öğrencilerine konuyla ilgili düşüncelerini sorduk
Serdar KELEŞ
M
illi Eğitim Şûrası’nda, Osmanlı Türkçesi’nin liselerde zorunlu ders olarak okutulması komisyonda oy çokluğu ile kabul edilirken öneri genel kurula gönderildi. Demokratik Eğitimciler Sendikası temsilcileri öneriyi, “Biz Osmanlı döneminden birçok tarihi belgemizi okuyamıyoruz. Dedelerimizin mezar taşlarındaki yazıları bile okuyamıyoruz. Bunların öğrenilmesi, okunabilmesi gerekiyor. Geçmiş tarihimizle bağımızın kopmaması gerekiyor” sözleriyle öneriyi savundu. Sendikanın bu önerisi Eğitim Bir-Sen ve delegasyonun büyük çoğunluğu tarafından da kabul gördü. Osmanlı Türkçesi’nin zorunlu ders olarak okutulmasına karşı çıkanlar da oldu. Zorunlu olması yerine seçmeli olarak okutulması önerisinde bulunan Eğitim İş Sendikası Genel Eğitim Sekreteri Önder Yılmaz, “Böyle bir ihtiyaç olabilir ama lise düzeyinde zorunlu olursa, örneğin fen lisesi öğrencisine de okutulacak ve fen
lisesi öğrencisinin buna ihtiyacı yok. Mühendis olacak, hayatını başka şekilde değerlendirecek. Zorunlu olduğundan notla değerlendirilecek ve bunun akla mantığa sığar tarafı yok ama bu şekilde kabul edildi” sözlerine yer verdi. ÖĞRENCİLER “SEÇMELİ OLSUN” DİYOR Biz de daha çok tartılaşacak “Osmanlıca liselerde zorunlu olarak okutulmalı mı?” sorusunu Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencilerine sorduk. Öğrencilerin cevapları ise şöyle: Yeşim Yüksel: Tarih Bölümü üçüncü sınıf öğrencisiyim. Zorunlu olmasını çok gereksiz görüyorum. Seçmeli olması daha mantıklı. Çünkü Fen liselerinde okuyan bir öğrencinin işine nerede yarayacak ki? Emin olun, çoğu lise öğrencisi, Osmanlıcanın zorunlu olmasını istemez. Osmanlıca saray dili, halk dili değil, bunu da eklemek isterim.
Turgay Günarslan: Rus Dili ve Edebiyatı üçüncü sınıf öğrencisiyim. Zorunlu olmasına karşıyım. İngilizce dersini bu kadar yıldır görüyoruz ama kaç kişi İngilizce konuşuyor? Çok az kişi İngilizce konuşabiliyor. Osmanlıcanın sonunun da böyle olacağını düşünüyorum. Türkiye eğitim sisteminin sorunları var. Öncellikle bunlar düşünülmeli. Feyzullah Saydın: Tarih Bölümü dördüncü sınıf öğrencisiyim. Zorunlu ders olmasından çok seçmeli ders olursa daha mantıklı olur. Türkiye’deki gençlerin ecdatları olarak dedeleri Osmanlıca bilmiyor. Kalkıp bunun lise öğrencilerine dayatılması mantıksız bence. Berkay Yılmaz: Edebiyat Bölümü dördüncü sınıf öğrencisiyim. Osmanlıca zorunlu olursa bize katkısı olacağını düşünüyorum. Çünkü atalarımızın dili. Çinli ve Japon profesör gelip bize Osmanlıca öğretiyor. Ben zorunlu olması taraftarıyım.
10/ Aralık 2014
kültür - sanat
selçukiletişim
Sanatın ve samimiyetin buluştuğu yer:
Dante Cafe Konya kafelerine yeni bir soluk getiren Dante Cafe, yaptığı etkinliklerle sanatseverlerin gözde mekânı haline geldi. Nostaljiyi günümüze uyarlayan Dante, düzenlediği etkinliklerle çevresindeki birçok kafeden farklı bir formatta hizmet veriyor. Amaçlarının para kazanmak değil, insan kazanmak olduğunu vurgulayan Kafe sahibi İlhan Özdemir, “Dante sadece bir mekân değil, içine girdiğiniz an sizi saran ve her şeyi unutturan bir yerdir” diye konuştu.
Gökçen BEKTAŞ
Merhabalar İlhan Bey, öncelikle sizi tanıyarak başlayalım... Konya’da doğdum ve büyüdüm. Mersin Üniversitesi’nde Psikoloji okuduktan sonra Selçuk Üniversitesi’nde Yönetim ve Organizasyon üzerine yüksek lisans yaptım. Yaklaşık altı yıldır Çarem Danışmanlık firmam bünyesinde kurum ve kuruluşlara, örgüt psikolojisi çerçevesinde yönetim danışmanlığı yapıyor ve eğitimler veriyorum. 2011 yılından beri Konya’da yayın yapan İş’te Uzman İş ve Ekonomi Dergisi’nin imtiyaz sahibiyim. Üç buçuk yıl kadar Konya Postası gazetesindeki ‘farkındalık’ adlı köşemde haftalık köşe yazıları yazdım ve altı ay kadar Radyo Net’te ‘Serbest Bölge’ ismiyle radyo programı yaptım. Bir yıla yakın zamandır da Cafe Dante ile yatıyor Cafe Dante ile kalkıyorum diyebilirim. Dante Cafe’yi çevrede bulunan birçok kafeden ayıran özellikleri nelerdir? Burada para kazanmak değil insan kazanmak amaçlanır ve bunu gelen insanlar hisseder. Öncelikle masa numarası veya masaya hesap fişi bırakmak gibi bir âdetimiz yok. Sipariş alan arkadaşımız müşteriye ismini sorar ve artık o isim altına yazılır ürünler. Bu, bizim için bir tanışma vesilesi ve samimiyet göstergesidir. Ayrıca burada her yerde bulunabilen pahalı ve rahat koltuklar bulamazsınız. Ya el yapımı kavak sandalyelere ya da 1970’lerden gelen ceviz oyması koltuklara oturursunuz. Marketten satın alabileceğiniz toz ürünler değil, çoğu yurt dışından gelen ve özel makineler ile pişirilen orijinal ve katkısız ürünler içersiniz. Aslında bu detayları ve örnekleri çoğaltabiliriz ama meselenin özü şudur: Dante sadece bir mekân değil, içine girdiğiniz an sizi saran ve her şeyi unutturan bir yerdir. Dante’nin dekorasyonu, tasarımı size mi ait? Bizzat kendim uğraştım Dante’yle. Elbette birçok kişiden fikirler aldık. Arkadaşlarımızın gelip boya-badana işlerine yardım ettiği oldu. Çimento karmayı ilk defa burada denediğim için çok zorlandım mesela. Eski ofisimde bulunan toplantı masamı marangoza götürüp kestirerek raf yaptırdım ve şu an Dante’deki kitaplar bu raflarda duruyor. Yaklaşık bir ay boyunca tulumlarla, boya ve kir içinde burada uzun mesailer harcadım. Yeni fikirleri değerlendirip çoğunu kendim uyguladım. İstanbul başta olmak üzere gittiğim illerde de çokça mekân gezdiğim ve gözlemlediğim için hayal dünyam
bu konuda genişti zaten. Benim için de bir fırsat oldu bir anlamda. Mekânın dizaynına baktığımızda eskiye özlem var gibi… Eşyalar, afişler falan… Neden bu şekilde bir dizayn tercih edildi? Eskiler her zaman güzeldir. Aynı zamanda kalitelidir de. Modernizm kaliteyi düşürdüğü gibi samimiyeti de yani özde beşeri faktörleri de silip atan bir şey. Biz burada eskinin samimiyetini sağlamaya çalıştık. Aslında burayı bir yandan da kendim için yaptım. Böyle bir yerde huzur bulabilirdim. Yeni dünyayı ve bu dünyanın düzenini ve insanlarını sevemedim bir türlü. Başka bir dünya oluşturmak isteyerek bu yola çıktım. Hatta hala şu espriyi yaparım bazen:
Ben burayı kendime yaptım, baktım gelen giden çay-kahve istiyor sonra kafeye çevirdim. Tasarım olarak yeni kuşağa ait simgeler pek yok. Buna rağmen gençler çok daha fazla ilgi gösteriyor gördüğüm kadarıyla, sizce bunun sebepleri neler? Dante, düşünen insanların yeridir. Ne düşündüğü çok önemli değil. İster dinini düşünsün, ister ideolojisini düşünsün, isterse aşkını düşünsün… Yeter ki, düşünsün ve diğer düşünenlere de tahammülü olsun. Felsefemiz bu! Biz bir düşünce ortamı sunduk ve düşünen herkes geliyor. Komünizm isteyen de geliyor, liberal de geliyor, ilahiyat öğrencisi de geliyor. Herkes aynı anda burada! “İşte bu” diyoruz bunu görünce. Çünkü dünya böyle olmalı. Kim ne düşünürse düşünsün hepimiz kardeşiz. Aynı dünyayı paylaşmak zorunda olduğumuz yaklaşık 65 yılımız var. O halde birbirimizle uğraşmak yerine daha verimli şeylerle uğraşmalıyız. Zaten bu düstura
uymayan insanlar kapıdan bile girmiyor. Mekân henüz kapıdayken o insanları dışarı itiyor. Ya da bir kere gelip sonra bir daha gelmiyorlar. Çok hoş bir kitlemiz var. Nitelikli insanlar. Belki de bize en çok haz veren şey bu kadar çok nitelikli insanla bir arada yaşayabilme şansımızın olması. Her Cuma şiir gecesi düzenliyorsunuz. Şiir gecesi nasıl başladı? Birkaç ay önce kafeye müşteri olarak gelen birkaç arkadaş ile oturup şiirler okumaya başladık. Ama bunu sadece kendimiz için yani bir masada yapıyorduk. Zaten müşteriler iyice azaldığında, ortalık sakinleştiği zamanlarda yapıyorduk. Sonra müşteriler “şiir dinletisi hangi gün oluyor?” diye sormaya başladılar. Arkadaşımın yanında otururken “Dur, ben Facebook’a yazayım da yarın başlayalım şiir gecesine” dedim. Sonra kafeye geldim yazı tahtamıza yazdım yarın akşam 20.00’de şiir gecesi var, diye. Kafeden sürekli telefon geliyordu. “Şiir gecesini soruyorlar”, “şiir gecesi nerede olacak”, “nasıl olacak” gibi sorular… Sanat Sokağı’nda sırayla şiir okuyalım dedik. Şiir kitaplarımızı da koyduk ortaya. Yaklaşık bir buçuk saat sürdü. 50 civarında katılımcı vardı. Sonra bunu rutine bindirmeye karar verdik. İlk günkü formatı olduğu gibi koruyoruz ve sanırım üç aydır her Cuma 20.00’de Sanat Sokağı’nda şiir gecemiz oluyor. Her görüşten ve her şairden şiirlerin okunup, aynı şiddetle alkışlanması en güzel taraflarından biri.
kültür - sanat
selçukiletişim
Aralık 2014
/11
Oyuncu Volkan Severcan:
“İnsanları güldürmeyi seviyorum” Muharrem YAĞIZ
Oyunculuğa merakınız nasıl başladı? Çocukluğumdan beri devamlı olarak bir kendini atma, okul müsamerelerinde bir şeyler oynama heyecanı hep vardı. Sahneye çıkma isteği içimde tutamadığın bir uğraş. Kontrol edemiyorsun, sonra da ortaya çıkıyor. Oyunculuğa başlama noktasında zorluklar yaşadınız mı? Ailenizden nasıl bir tepki aldınız? Ailemden açıkçası ilk başlarda babam pek desteklemedi. Babam hukukçuydu, benim de hukukçu olmamı istedi. Ama ben hukukçu olmayı arzu etmediğim için bu mesleği daha cazip buldum. Daha sonra bendeki bu heyecanı gören babam başta olmak üzere pek çok kişi fikrini değiştirdi. Şimdilerde niye bu mesleği yapıyorsun diyen pek olmadı.
Çoğumuz Volkan Severcan’ı ‘Çocuklar Duymasın’ dizisinde canlandırdığı ‘Zero Tuna’ karakteriyle tanıdık. 30 yıldır tiyatro oyunculuğu yapan Volkan Severcan, oyunculuğa başlama hikâyesinden canlandırdığı karakterlere, tiyatro oyunculuğundan gelecekteki projelerine kadar pek çok konuda sorularımızı yanıtladı
Oyunculuğun yanında da birçok yerli ve yabancı filme ses oluyorsunuz. Peki nasıl başladınız ses sanatçılığına? Şehir tiyatrosuna girdikten sonra Erhan Yazıcıoğlu bu konuyla ilgilendi. Onun asistanlığını yapmaya başladım. Çok da merak ettiğim bir şeydi seslendirme zaten. İşte sonrasında ise seslendirme sanatçılığı oldu. Ama 199192’den beri yerli film konuşmuyorum. Sesimi yabancı filmlerde kullanıyorum. Çok fazla aktöre ses veriyorum ki artık sayısını ben bile bilmiyorum. Kariyerinize baktığımızda birçok dizide yer aldığınızı görüyorum. En son Otel Divane dizisinde yer almışsınız. Kısa sürmüş. Bunlar arasında hafızalarda en çok yer eden Çocuklar Duymasın dizisindeki Zero Tuna karakteri oldu. Karakteri oynamakta zorlandığınız mı, bu kadar sevilmesinde neler etkili oldu? Çok zorlandığım söylenemez. Ama çalıştım tabii ki. Çok iyi bir kadro vardı orada. İyi dostlarım hepsi. Gönül’ü oynayan Zeyno (Gönenç) benim okul arkadaşım. Tamer (Karadağlı) asker arkadaşım, Pınar (Altuğ) güzellik yarışmasında bir arkadaşım, dolayısıyla çok iyi tanıdığım bir gruptu. Daha önce zaten Özgür (Ozan)’ün oynadığı bir model vardı. Benden önceki Selami karakterine baktığımda yapmam gereken ve yapmamam gerekenlerle ilgili bir düşünce edindim. Harmanladık ortaya Tuna çıktı. Senaristlerle birlikte çalışarak bunu devam ettirdik.
Halk tarafından nasıl karşılandı? Başta tepki vardı ama kısa süre içinde halk bu karakteri sevdi, kabul etti. O yüzden dışarı atılmış bir şey görmedim. Güzel ve eğlenceli bir karakter oldu. Sizi daha çok komedi rollerinde görüyoruz. Bunlarda yer almanızın bir sebebi var mı? Yoksa sempatik geldiğiniz için bu yönde teklifler mi alıyorsunuz? Bunu bana değil yapımcılara sorman lazım (Gülüyor). Evet bakarsan oynadığım rollerin yüzde 80, 90’ı komedi. Komedi oynamayı seviyorum. Drama türünü hiç sevmiyorum. İnsanları güldürmek, gülünen bir işin içinde olmak varken niye kasvetli işler içerisine gireyim, o yüzden komediyi seviyorum. 30 yıllık oyuncu olarak günümüzdeki dizi ve sinemaları nasıl buluyorsunuz? Tanık olduğum dönem içerisinde yukarı gitmesi gereken ivme maalesef aşağı doğru gidiyor. Çok fazla iş yapılıyor. O kadar iş yapılması sağlıklı değil. Bu kadar kalabalık aktör, yönetmen, işçi, kostümcü yok. Çok acayip bir kalabalık iş silsilesi var. Bu yüzden ki birçok iş yayından kalkıyor. Birkaç tanesi devam ediyor. Televizyonlarda çok uzun süreli işler çekiliyor. 90,100 dakika civarında, hatta neredeyse 2 saate yakın işler çekiliyor. İşin doğasına aykırı şeyler bunlar tabi kaliteyi bozan şeyler. Hızlandırmak zorundasınız. Hem senaryo, ışık, oyunculuk açısından maalesef biraz ödün veriyorlar. Sinemada da benzeri problemler var. Sinemada ticari sinema yok oldu. Bir sanat sinemasından bahsediliyor. O da maalesef sağlıklı yürüdüğünü düşünmüyorum. Biraz karışık geliyor. Bizim sektörde bir erozyon var.
Ah Uzatsan Ellerini
Dizi, sinema gelip geçiyor, ama sizin için kalıcı tek şey: Tiyatro. 5 yıldır Tiyatro Sahnekarlarla Bavul oyununu oynuyorsunuz? Oyundan ve oyundaki karakterinizden bahsedebilir misiniz? Bavul Konya’ya da geldi. Hem de iki defa. Bavul’daki rolüm psikiyatri problemleri olan, karısı tarafından terkedilmiş, bir sürü hastalığı olan (klostrofobi, panik atak, bilgisayar fobisi) konuşamayan, yemek yiyemeyen bir adam haline dönmüş, gerçekten içinde çok büyük acılar yaşayan bir adamı oynuyorum. Tabi bunu oynarken biraz komik ele alıyoruz. Ama aşkla bunun tedavisini anlatan çok lezzetli bir bulvar oyunu. Çok keyifli, eğlenceli.. Beğenerek ve zevk alarak oynadığım rollerden bir tanesi. Peki sizin için tiyatro oyunculuğu mu, yoksa televizyon oyunculuğu mu daha önemli? Ben tiyatro oyuncusuyum. Tiyatro oyuncusu olduğum için televizyon dizilerinde oynuyorum. Bir tarafın sanatsal açıdan doyuruculuğu mükemmel, bir tanesinin de ticari açıdan doyuruculuğu mükemmel. Televizyondan para kazanıyorum, tiyatrodan sanatsal tarafımı tatmin ediyorum, para kaybediyorum (Gülüyor). Gelecekteki projeleriniz hakkında bilgi verebilir misiniz? Bavul bu sezon devam ediyor. Yeni oyunumuz Abim Geldi’nin dünya prömiyerini geçtiğimiz günlerde İzmir’de yaptık. Geçen seneden Sersefil müzikali var. Bu sezon repertuara 3 oyunla devam ediyoruz.
Çaresiz bir devrimcinin gözyaşları Kadar gerçekti bendeki sen… Uzatsan ellerini yargılamadan kelepçeleyip, Kalbime sürgün ederdim, Ve sonra beslerdim seni Ruhani sevda sözcükleriyle Bir ömür boyu orada…
Sen mutluluğa gebeyken Bir hayat kurardık gülüşlerinde, Aydınlatıverirdin en mahzun düşlerimi Serdar KELEŞ Ve seyre dalarken gözlerim gözlerine Hüzünle beslenmiş umutlarım lal kesilir. Kaçışırdı bütün korkularım, Devleşirdi cesaretim, Ah Uzatsan Ellerini… Dudağımda sen çalan aşk ıslığını, Duyardı bütün cihan Susardı denizkızları… Başını örterdi tanrılar bu aşka Ve küçük küçük çizerlerdi Bir kader bizim için, Serdar Keleş Ah Uzatsan Ellerini…
12/ Aralık 2014
medya
selçukiletişim
Emektar Matbaacı ve Gazeteci Sabri Altun:
“Gazete, halk için çıkmalı”
M
atbaacılık mesleğine 1962 yılında başlayan Sabri Altun, mesleğini 12 yıl Ankara’da, ardından Konya’da sürdürdü. Konya’da ilk ofset matbaayı kuran Altun, 1992–1994 yılları arasında Çare dergisini çıkardı. 1996 yılında Anadolu Manşet gazetesini yayımlamaya başlayan Altun, gazeteyi geçtiğimiz yıl devretti. Konya Basın Konseyi’nin yönetim kurulu üyesi de olan Altun, 50 yılı aşkın zamandır sürdürdüğü matbaacılık mesleğine devam ediyor. Sabri Altun’la matbaacılık yaşamından yayıncılık serüvenine, Konya basın hayatından, gazetecilik anılarına kadar pek çok konuda söyleştik Kıvanç UĞUR
50 yılı aşan bir matbaacılık serüveniniz var. Bu süre zarfında dergicilik ve gazetecilik faaliyetlerinde bulundunuz. Zaman içinde dergi ve gazete yayıncılığını bıraktınız ama matbaacılık hep devam etti. Halen de devam ediyor. Matbaacılık serüveninizden biraz söz eder misiniz? Ben, Karaman Akarköy’de dünyaya geldim. İlkokul mezunuyum. 12 yaşındayken Ankara’ya gittim. Ankara’da Kurtuluş Yayınları’nda matbaacı olarak görev aldım. 1974 yılında Konya’ya geldim. Konya’da Akın Matbaası’nda altı ortak olarak çalıştık. O dönemde, daha sonra CHP’den Konya Milletvekili seçilen Ahmet Çobanoğlu’nun sahibi olduğu Konya’nın Sesi gazetesini biz basıyorduk. O yıllarda Konya’nın Sesi gazetesini günde 3 bin adet bastığımızı hatırlarım. Matbaacılıkla uğraştığınız süre zarfında basım teknolojisi de hiç kuşkusuz, büyük bir değişim ve dönüşüm geçirdi. Bununla ilgili olarak ne söylemek istersiniz? Ben, Akın Matbaası’ndan ayrılıp kendi matbaamı kurduğumda o yıllarda yayımlanan Flaş dergisini basıyorum. Beyşehir’in Huğlu Beldesi’nde bulunan Huğlu Tüfek Kooperatifi bastıracaktı. 1989 yılında Konya’da benden başka kimsede ofset baskı yoktu. Tipo baskı tekniği uygulanıyordu o yıllarda. Ben, 1969 yılında Ankara’da ofset baskı tekniğini kullanan bir insanım. Konya’ya ilk kez ofseti de ben getirdim. 1989 yılında Almanya’ya giderek, Stuttgart’tan ofset baskı makinesini aldım. Konya’da renkli baskıya ilk defa Arı Matbaası geçti. “HALKIN DERGİYE İLGİSİ BÜYÜKTÜ” Uzun yıllar matbaacılık yaptıktan sonra sizi yayıncılığa iten faktör ne oldu? Sahibi olduğunuz yayın olan Çare dergisinin çıkarılma öyküsünden söz eder misiniz? Derginin matbaanın önünü açacağını düşündük. Dergiciliğe bu yüzden başladık. Çare, aylık yayımlanan bir dergiydi. 44 sayı çıkardık. İlk Yazı İşleri Müdürümüz Mustafa Gül idi. Daha sonra Erdoğan Nesimioğlu, bu görevi üstlendi. Dergimizde siyasi haberler, köşe yazıları, röportajlar, kültür ve sanatlar ilgili haberler ve toplum haberleri yer alıyordu. Dönemin Devlet Bakanı İbrahim Tez, gazetemize yazı gönderiyordu. Türkçe ve İngilizce seksen sayfalık bir dergi basıp Mevlana törenlerinde dağıttığımızı hatırlıyorum. Siyasiler ve belediye yetkilileri dergimizi takip ediyorlardı. Halkın da dergiye ilgisi büyüktü. Matbaaya gelip derginin çıkıp çıkmadığını soranlar oluyordu. Bayide dergiyi bulamayanlar matbaaya geliyordu. O yıllarda gazete ve dergi daha çok okunuyordu. Şimdi bunlar yok maalesef.
Çare’yi 44 sayı çıkardıktan sonra Anadolu Manşet gazetesini çıkarmaya başladınız. Dergiden gazeteye geçiş nasıl gerçekleşti? Anadolu Manşet, gazetesinin isim babası Erdoğan Nesimioğlu’dur. Çare, iki buçuk yıl yayınlandıktan sonra haftalık gazete çıkarmaya başladık. Dergi, aylık çıktığı için yorum ve röportaj ağırlıklı oluyordu. Bir aylık süre de bizim için uzun bir süreydi. Dergiyi bu sebeple kapattık. Günlük gazetenin işlevi daha çoktur. Bugün olan olayı yarın yayınlayabiliyorsunuz. 1990’lı yıllardaki Konya’da yapılan gazeteciliğin fotoğrafını çekmeniz istense ne söylersiniz? Konya’da 1990’lı yıllarda gazeteler daha bağımsızdı. O dönemde gazeteci daha çoktu. İşini seven insan daha çoktu. Bizim mesleğin dezavantajı gazetenin para kazanmaması. Gazete iyi para kazanırsa, yazı işleri müdürüne, muhabirine daha iyi maaş verir. Biz bir avantaja sahiptik. Matbaadan para kazanarak gazete çıkarıyorduk. Reklam ve ilan pastası o yıllarda daha iyiydi. Biz, birilerinden reklam ve ilan alabilmek için özel bir çaba içinde olmadık. Birilerini telefonla arayıp, “Reklam ver, yoksa…” diyerek şantaj haberciliği yapmadık. Ben iddia ediyorum. En bağımsız gazete de bizdik. Çünkü hiçbir partinin borazanlığını yapmadık. Ama Cumhuriyetimize de dinimize de küfrettirmedik. “MATBAASI OLMAYAN GAZETENİN AYAĞI TOPALDIR” Matbaası olan gazeteler daha bağımsız bir yayıncılık mı yapıyor? Evet, gazetenin mutlaka matbaası olmalı. Matbaası olmayan gazete muallâktır. Bugün, Basın İlan Kurumu’ndan alınan para gazetelerin kâğıt masrafını karşılamıyor. Gazetenin kâğıt masrafı, gazetenin satış fiyatı olan elli kuruştan çok daha fazla tutuyor. Bana göre, matbaası olmayan gazetenin bir ayağı topaldır. Konya’da Gazetelerin hepsi bir yazıhanede hazırlanıyor. Bir yerde basılıyor şimdi. Ben Azerbaycan’a gittim matbaacılıkla ilgili bilgi sahibi olmak için. Hükümet bir web ofset koymuş, bir yazıhane koymuş gazetelerin hepsi orada
basılıyor. Hükümetin aleyhine bir şey yazılıyorsa, basan ona bakıyor, basmıyor. O gün gazete çıkmıyor. Düşünebiliyor musunuz? Azerbaycan’da böyle bir uygulamaya tanık oldum. Peki, Sabri Altun’un gazetecilik anlayışı nedir? Deneyimleriniz ışığında biraz da bundan söz eder misiniz? Şimdiye kadar, gazete bir aşk mıdır? Gazete, bir şevk midir? Onu bilemedim. Ben, Anadolu Manşet gazetesini 19 sene yayımladım. Dik durmaya çalıştım biz kimsenin lehine veya aleyhine olmadık. Gazetenin özünde eleştiri var. Gazetecilik yapan insan eleştiri yapar. Eleştiri de yapıcı olmalı. Biz hep böyle yaptık. Aka kara demedik. Çamur at izi kalsın mantığını benimsemedik. Böyle bir gazetecilik yapmadık. Konya’mızda çıkan 15 günlük gazete var. Gazete niye çıkar? Ya bir siyasi partinin yayın organıdır. Ya bir baskı veya çıkar grubunun yayın organıdır. Ama gazete aslında halk için çıkmalı. Okuru halk olmalı. Bugün mahalli gazetelerimizi halktan kim alıyor? Tartışılır. Diğer taraftan siyasilerin yaklaşımı farklıdır. Gazeteci olarak sizi ağırlar, konuşur, röportaj yapar. Kapıyı kapattıktan sonra “aman başımdan gitsin” der. Bunlar doğru şeyler değil. Gazete, bir ilin aynasıdır bana göre. Bu aynayı iyi değerlendirmek lazım. Eskiden Ticaret Borsası’nda bir basın toplantısına katıldım. Basın için bir masa koymuşlar. Gelen çok olunca basın mensupları için ayrılan masayı da konuklara tahsis ettiler. Basın mensupları tuttu, halının üzerine oturdu. Ben de o fotoğrafları çektim, bunun haberini yaptım. “Alo, Sabri Altun mutlaka gelin. Siz ge-
lemezseniz muhabir gönderin” diyorlar. Ben ya kendim gidiyorum ya da beni temsilen muhabir gönderiyorum. Ama muhabirler halının üzerine oturuyor. Velhasıl, bunu muhabir söyleyemiyor. Bilhassa gazete sahipleri o toplantılara gitmeli. Eksiği varsa yazmalı. Bir köşe yazarı hastaneye gittiğinde sıraya girmek yerine başhekimin yanına gidip öne geçmeye çalışıyorsa bunun için gazetecilik yapılmaz. Son olarak, genç gazeteci adaylarına ne tavsiyede bulunuyorsunuz? İletişim Fakültesi’ndeki öğrencilere mutlaka 4 yıl okumalarını tavsiye ediyorum. Teoriyi mutlaka almaları gerekiyor. Fakat teoriyi uygulamaya geçirmiyorlarsa işin yarısı eksiktir. Uygulama mutlaka yapılmalı. Oradaki öğrenci arkadaşlar, 5N1K’yı mutlaka bilecek. Oturup haber yazacak. Bir basın toplantısını izleyecek. Basın toplantısında soru soracak. Gazeteleri takip etmek ve genel kültürü artırmak son derece önemli. Yoksa fakülteyi bitirdikten sonra hiçbir şey bilmiyorsa, bir kişi bunun hiçbir anlamı yok. İletişiciler teorinin yanı sıra uygulama yapmıyorlarsa yazık olur. Ben buradan Selçuk Üniversitesi Eski Rektörü Prof. Dr. Abdurrahman Kutlu’ya teşekkür ediyorum. İyi ki, Üniversite Televizyonu’nu, radyoyu, Selçuk İletişim gazetesini kurmuş.
müzik
selçukiletişim
Aralık 2014
/13
Alternatif bir tedavi biçimi:
‘Müzik Terapi’ Malike ORMANCI
Necmettin Erbakan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi Bölümü Öğretim Görevlisi Ahmet Şahin Ak, müzikle tedavinin, müziğin tarihi kadar eski olduğunu belirterek, müziğin pek çok hastalığın tedavisinde kullanıldığını vurguladı
Öğr. Gör. Ahmet Şahin AK
Bunları biliyor musunuz?
Müzik insan ruhunda derin etkiler bırakıyor, insanların duygu ve düşüncelerine tercüman oluyor. Bu nedenledir ki, müzik için “ruhun gıdası” nitelemesi yapılıyor. İlkel zamanlardan bulunduğumuz çağa kadar müzik, insanların yaşamında önemli yere sahip bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Toplumların, dini törenlerde, ayinlerde, kutlamalarda, avlarda da müziği kullandıklarına tanık olunuyor. Müziğin insan sağlığına yararının farkına varanlar, müziği tedavi amaçlı kullanıyor. Eski dönemlerde yapılan uygulamalar göz önüne alınarak, günümüzde yapılan araştırmaların sonucunda müzikle tedavi bir bilim dalı olarak kabul görüyor. Psikolojik ve psikosomatik birçok hastalığın tedavisinde ise çeşitli tedavi merkezlerinde müzikle tedavi uygulanıyor. “MÜZİKLE TEDAVİ, MÜZİĞİN TARİHİ KADAR ESKİ” Müzikle tedavi hakkında kitap ve çalışmaları bulunan Necmettin Erbakan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Müzik Eğitim Bölümü Öğretim Görevlisi Ahmet Şahin Ak, çalışmalarında, müzikle tedavinin tarihsel boyutunu ele aldığını ifade etti. İnsanların uyguladıkları müzikle tedavi yöntemlerinin müziğin tarihi kadar eski olduğunu dile getiren Ak, “Eski Türklerde toplumun manevi lideri olan Şamanların, müziği hastalara şifa vermek gibi sebeplerle, dini ritüellerle kullandıklarını görüyoruz. Aynı şekilde kızıl derililer de, eski Ege ve Yunan medeniyetleri de müziği bu amaçla kullanmışlar. Diğer yandan Hıristiyanlığın kabul edilmesiyle Avrupa skolâstik bir döneme geçiyor ve bu tür bilimsel tıbbi yaklaşımları reddediyor. O dönemlerde İslamiyet’in bilime önem vermesi dolayısıyla İslam filozoflarının tıpçılarının çok önemli uygulamalarını görüyoruz. İbn-i Sina, Farabi ve Gevrekzade Hasan Efendi gibi bilginlerin çalışmaları günümüze kadar ulaşmıştır. İbn-i Sina kendinizi müzik bilmeyen bir cerraha teslim etmeyin derken Farabi, Türk müziği makamları-
Beethoven Dokuzuncu Senfoni’yi bestelediğinde artık tamamen sağır olmuş durumdaydı.
Müzik; tarzdan tarza, kültürden kültüre birçok farklı biçimleri olmakla beraber evrensel bir bütünlüğe sahiptir. Hepimiz dinlediğimiz müzik tarzıyla ilgili birçok şey biliriz; ama bilmediğimiz birçok ilginç ayrıntı da bulunuyor.
Ünlü Besteci Beethoven, beste yapmadan önce kafasını soğuk suya sokarmış. Bilinen en eski müzik aleti 40 bin yıl önce yapılmıştır. Bu müzik aleti, geyik ayağından yapılmış
? ? ???
Mozart’ın eserlerini dinleyen inekler daha fazla süt verir.
nın insan ruhuna etkilerini sınıflandırıp zamana göre psikolojik etkilerini göstermiştir. İslam dünyasında böyle uygulamalar varken Avrupa akıl hastalarının içinde şeytan olduğu düşüncesiyle insanlarını yakıyordu’’ diye konuştu. “İLK KEZ OSMANLI’DA KULLANILDI” Edirne’de Sultan II. Bayezid’in 1488’de Mimar Hayrettin’e inşa ettirdiği külliyenin darüşşifa bölümünde hastalar müzikle tedavi ediliyordu. Müziğin ilk defa kurumsal olarak tedavide Osmanlı’da kullanıldığını söyleyen Öğretim Görevlisi Ahmet Şahin Ak, bunun için özel bir hastane yaptırıldığını şu sözlerle anlattı: “Özel bir salon, kubbeli mekân ve havuzun da olduğu darüşşifada devletin tayin ettiği 10 kişilik bir çalgıcı grubu haftanın belli günlerinde akıl hastalarına müzikle tedavi yaptıklarını biliyoruz. Bunun yanında başka meşguliyetlerle hastalara çeşitli aktiviteler yaptırılıp ruh sağlıklarının düzelmesi sağlanıyordu. Daha sonra halkın bunları istismar etmesi ve batıda ilerlemelerin olmasıyla birlikte bu geleneksel tıp anlayışımız terk edildi. Ama günümüzde bu tedavi biçimi Amerika ve Avrupa’da çok popülerken ülkemizde bilinç yok. Amerika’da bu konuda 5 bin tane lisanslı müzik terapisti çalışıyor. Maalesef bizde 1 kişi yok. Avusturya’da 2 önemli üniversite müzik terapisti yetiştiriyor. Bunlar ilk mezunlarının diploma törenlerini Edirne’deki darüşşifada yaptılar. Bu insanlar Türk müziğini, Türk çalgılarını öğrenmişler orada hastalarını bizim müziğimizle tedavi ediyorlar. Çünkü bizim müziğimiz tedaviye çok yatkın, dinlendirici bir yapıya sahip.” “AKLA GELMEYECEK HASTALIKLAR TEDAVİ EDİLİYOR” Müzik ruha hitap ettiği için insanı kolay bir şekilde etkisi altına alıyor. Araştırmalar sonucunda, müziğin, insan beyninde uyarıcı bir etki bıraktığının farkına varılmasıyla da birlikte beden ve zihin hastalıklarında doktorlar müzikle tedavi uyguluyor. Öğretim Görevlisi Ahmet Şahin Ak, öncelikle psikolojik daha son-
1950’li yıllarda, gazino ve sahne kültürümüze, halkla iç içe olmak amacı ile ilk kez ‘T’ sahne kullanan, rahmetli ses sanatçısı Zeki Müren olmuştur. “Sanat Güneşi” Zeki Müren’in, ‘T’ Sahnede sabit mikrofon kullanılamayacağı için kablolu ve elde taşınan mikrofon kullanan ilk kişi olduğunu da ekleyelim. Müzikle tedavi de en eski tedavi yöntemlerinden biri olup, pek çok eski çağ medeniyetlerinde kullanılmıştır.
? ? ??
?
?? ?? ?
ra da psikosomatik hastalıkların müzikle tedavi edildiğini belirterek, “Ruhsal bozukluğu olan bir kişiden otistik bir hastaya kadar müzik terapi uygulanıyor. İstanbul’da tanıştığım bir profesör bitkisel hayata girmiş tıbbın ümit kestiği hastayı 6–7 ay müzikle tedavi ederek normal yaşama döndürmüş ve bunu belirli safhada kayıt altına almış. Yani aklınıza gelmeyecek çeşitli hastalıklar müzik yardımıyla tedavi ediliyor” diye konuştu. Hastalıkların tedavisinde her müziğin her hastaya uygulanamayacağını da vurgulayan Ak, “Müzik terapi uygulayacak kişinin o hastayı iyi tanıması gerekiyor. Hastanın cinsiyetinden, dinine, yaşından, kültürüne kadar tüm boyutlarıyla tanıyacaksınız. Batı kültürüne ait bir insanı Mozart dinleterek tedavi edebilirsiniz çünkü o müziğe alışkındır ve kendisini o müzikle iyi hisseder. Diğer yandan Türk kültürüyle yetişmiş bir insana da alışkın olduğu müzikler iyi gelecektir” dedi. Tedavi konusunda Klasik Türk Müziği’ne de dikkat çeken Ak, “Türk müziğinin zengin makam yapısından ve pentatonik (beş sesli) oluşundan dolayı tedavilerde klasik Türk müziği yoğun bir şekilde kullanılıyor’’ ifadelerini kullandı. GÜNÜMÜZDE MÜZİKLE TEDAVİ NE DURUMDA? Türk İslam dünyasında uzun bir dönem kullanılan müzikle tedavinin Batıda yirminci yüzyılda kullanılmaya başlandığı biliniyor. 1950’lerden beri müzikle tedaviyi etkin bir biçimde kullanan Amerika 1977 yılında müzikle tedaviyi bir bilim dalı olarak kabul etti. Günümüzde müzik terapi hastanelerde, kliniklerde, okullarda, madde bağımlılığı gibi çeşitli merkezlerde ruhsal fiziksel ve sosyal problemlerin çözülmesinde kullanılıyor. Yapılan uygulamalar sonucunda da hastaların üzerinde olumlu yönde etkiler bıraktığı görülüyor. Türkiye ise henüz müzik terapi konusunda belli bir bilince sahip değil. Oysa Farabi, İbn-i Sina, Gevrekzade Hasan Efendi gibi âlimler bu alanda şu anda Batı ülkelerinde kullanılan pek çok çalışmaya imza atmışlardı.
Sinirli bir insanı, klasik müzikle sakinleştirebilirsiniz. Müzik; kronik ağrıları yüzde 20, depresyonu yüzde 25 oranında azaltıyor. Avrupa’da sadece kulaklıkla müzik dinleyebileceğiniz ‘Sessiz Diskolar’ vardı.
? ? ? ? ?
Enstrüman çalmak, IQ’nuzu 5 puan arttırabilir.
sinema
selçukiletişim
Sinema Sanatçısı Aytaç Arman, canlandırdığı her karakterin kendisine bir şeyler kattığını belirterek, “Her film, bir atölyedir” dedi. Yeşilçam’ın unutulmaz simalarından Aytaç Arman’la sinemaya başlama serüveninden sinemaya bakışına, Eski Türk Sineması’ndan sinemanın sorunlarına kadar pek çok konuyu konuştuk
Özlem NALBANT Tuba YÖRÜK
Sinema ve dizi oyunculuğu yapmasaydınız hangi mesleği tercih ederdiniz? Ben, Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği Bölümü’nde okuyordum. İstanbul’da bu iş yürümedi. Çünkü İstanbul’da okumak çok masraflıydı. Adana’ya dönüp, yeni açılan özel mühendislik okullarına kayıt olacaktım. Bu okulların yıllık ücreti 3 bin 200 liraydı o zamanlar. Adana’ya gider, inşaat ya da makine mühendislikleri bölümlerinden birinde okurum diye düşündüm. Gündüzleri çalışır, okulun parasını kazanırım diye düşünüp okulu bıraktım. Elektrik ya da Makine Mühendisi olabilirdim veya bir politikacı olabilirdim.
Aytaç Arman, hayatta ve sinemada arzu ettiği yere gelebildi mi? Şu an bulunduğunuz konumdan memnun musunuz? Şu anki yerimden memnunum, insan olarak da kendimden memnunum. Adana gibi bir yerden geleceksiniz, dünyadan bir habersiniz, şöhret olup para kazanmak için oyuncu olacaksınız. Fakat işin içine girdiğinizde göreceksiniz ki, bu iş o kadar kolay değil. Bir de Teknik Üniversite’den gelince matematik, geometri gibi değerlere sahip olduğunuz için mantığınız farklı çalışıyor. Başladığım dönemde 12 Mart olayları yaşanıyordu. O zamanlarda öğrenciydim. 1970’li yıllar politik ortamın zengin ve gergin olduğu yıllardı. O dönemde de etkili olan sanat dalında oyuncu olarak görev yapıyorsanız sinemanın gücü dikkatinizi çekiyor. Sosyal, siyasal meseleler, çatışmalar, emek, sermaye… Öyle olunca da sanatın işlevine bakıyorsunuz. Sinemaya bakışınız farklılaşıyor ve bu oyunculuk paradan, şöhretten ibaret değil, sorumluluk meselesidir diye yola çıkıyorsunuz. Sonradan bir oyuncu olmak yerine sanat nedir, oyuncu nedir diye araştırıyorsunuz ve başka yere getiriyor bu durum sizi. Aslında hedef koymamıştım. Hedef ne olacak ya para kazanmak ya da şöhret olmak. Hayatın nimetlerinden yararlanmak. Ben şöhret oldum ama para kazanamadım. Hiç umurumda da değildi. Çünkü gençtik, dinamiktik ve hayallerimiz vardı. Öyle olunca da para çok umurunda olmuyor insanın. Bu yolculuk bağımsız bakarak aldı götürdü beni. Sinemaya sıradan filmlerle başladım. Onların içinde de değerli filmler vardı. Her oynadığım karakter bana bir şeyler kattı ve her film bir atölyedir. En sıradan filmlerde bile. Çünkü objektif karşısında objektifle meselenizi çözüyorsunuz. Kalıba dökülmüş karakterler oynamadım hiç. 70’li yıllarda en az 7-8 tane ödüllü filmde oynadım. İnsani projelerde yer aldım.78’den sonra da hiç çalışmadım. Darbe olmuştu o zamanlar ve darbeden hepimiz çok etkilendik. 80’li yıllarda da daha karmaşık projelerde yer aldım. Hedef koymamıştım ama bu yerlere geldim. Şimdi sayılan, sevilen, ilgi gören, toplumun her kesiminde ilgi ve saygıyla karşılanan bir birey oldum. Bu hedeflenecek bir şey değil. Mesela Selçuk Üniversitesi bünyesinde yapılmış bir ‘Sanata ve Bilime Saygı Heykelciği’ verildi. Herhangi bir ürettiğimiz şeyin değeri olarak vermiyorlar bunu. Bu, ciddiye alınmanın, saygı duyulmanın ifadesi. İletişim Fakültesi festivalinden alınmış bir ödül değil, çok anlamlı. Kaç kişiye verilmiştir bu heykelcik? Ama buna ödül mü diyeyim, nasıl tanımlayayım bilemiyorum. Bu, benim için farklı bir duygu. Üniversite bunu herkese vermiyor. Topluma, hayata, bireye bir şeyler katabilmiş, belirli saygınlığı yakalayabilmiş insanlara veriliyor. Böyle bir üniversitenin kendi bünyesinde yapılmış bir heykelciğe sahibim. Bu hesapla, kitapla, hedefle varılacak yer değil.
anlamlıdır. Bunun farkına varamayanlar gafildir.
Sinema, sizin için ne ifade ediyor? Günümüz sineması hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Sanatsız hayat olmaz. Sinema da sanat dalı içinde en etkili olandır, insanlık için
Şu an yer almak istediğiniz bir proje var mı? Bir karakteri inşa edebilecek kadar iyi bir senaryo olsa da oynasan dediğim zamanlar var.
Eski Türk Sineması ile kıyaslayacak olursanız günümüz sinemasında ifade özgürlüğü var mı? Var. Ama önceleri ortam, siyaset yüzünden gergindi. Yapılan filmler siyasi içerikli diyorlardı ama aslında slogan içeren filmler demek istiyorlardı. Ama hiç böyle değildi. Ama şimdiki gençler de böyle yapıyorlar. İnsanı ve insan ilişkilerini irdeleyen filmler yapılıyor. Genç arkadaşlarımız olayları, birbirinden farklı bakarak yorumluyor. Ve gayet iyi olduklarını da düşünüyorum. Bugün 100 film çekiliyorsa bunların içinde en az 20 film, festivallerde yarışabilen, iddialı işlerse tamamdır. Geçmişte de böyleydi. Geçmişte starlarla yapılan filmler iş yapıyordu ama her starın oynadığı film iş yapıyor diye film çok iyidir mantığı uygun değil. Mesela popüler şarkı olduğunda, şarkıyı senaryolaştırıp şarkıya film yapılıyordu. Sinema hayatınıza baktığımızda daha çok politik ve psikolojik filmlerde yer aldınız. Bu filmler sizin tercihiniz miydi? Aslında sıradan filmlerde de oynadım. Onların özünde insan var ama adı üzerinde sıradan yaklaşım. Bir film insana ait kaygı taşımalı. Ama siyasi yanı olan filmlerin meselesi insansa orada zaten siyaset vardır. Ama biz emekten yana siyasetten bahsediyoruz. Ama bu türlerde yer almak direkt benim tercihim değildi, ben bu türlerde tercih edildim ve bu konuda şanslı olduğumu düşünüyorum. Farklı karakterlerdeydim hep ve bundan da mutluyum. Sinemanın en büyük sorunlarında biri telif meselesi. Bu mesele geçmişten günümüze farklılık gösterdi mi sizce? Bugün de sinemacılar telif hakkı almıyorlar. Geçmişten tek farkı bugün yasasının olması. Devlet, Avrupa Birliği normlarında yola çıkarak Türk sanatçıları için bu yasayı düzenledi fakat bu uygulanamadı. Dünyanın hiçbir yerinde oyuncu, sanatçı olarak değerlendirilip telif hakkı alamadı. Mesela TRT, yarı resmi kurum fakat yayınladığı dizilere bakıldığında onlar da telif vermiyorlar. Devlet telif meselesinin arkasında durmuyor. Daha önceleri ürettiğimiz değerlerden telif alabilseydik, istemediğimiz işlerde yer almazdık. Telif meselesi sanatçının değerini artıran bir meseledir. Sinema hayatınızda hiç ‘keşkeleriniz’ oldu mu? Benim genel olarak hayatımda keşkeler olmadı. “Keşke şöyle yapsaydım” dediğim bir şey yok ama bazı projelerde oradaki karakteri ben oynasaydım iyi olurdu dediğim olmuştur. Fakat bunun da ‘keşkeler’ arasında yer aldığını düşünmüyorum.
Oscarlı yönetmen Michel Hazanaviclus’un yönetmenliğini ve senaryosunu üstlendiği dramatik savaş filmi 23 Ocak’ta sinemaseverlerle buluşuyor. Film,1999 yılında yaşanan Çeçen savaşı sırasında bir sivil toplum kuruluşunda çalışan bir kadın ve savaş ile bölünmüş Çeçenistan’dan kaçan bir çocuğun sıradışı öyküsünü anlatıyor.
Selma
1970’lerin başında yapılan Ses dergisinin yarışmasına, arkadaşlarınızın fotoğraflarınızı göndermesiyle yarışmada ikincilik elde etmiştiniz. Bu durum, sinemanın kapılarını sizin için aralamıştı. Bu yarışma sürecinin öyküsünü anlatır mısınız? Yarışmada Tarık Akan birinci olmuştu, ben ise ikinci olmuştum. Fakat daha önce Ekspres gazetesinin pazar ekine fotoğraflarımı gönderip, adımı Aytaç Arman olarak yazmışlar. ‘Arman’ soyadı da matematik hocamın soyadıydı. Yarışmada tanıdığım birkaç gazeteci “Yeni yüzlere ihtiyaç var, çok film çekiliyor. Sen bu yarışmaya gir” dedi. Bir önceki yarışmadan haberim yoktu ama bundan vardı. Milliyet’ten Altan Demirkol, Ses dergisinden Erman Şener, beni yönlendirdi. Okulu bırakmıştım o dönem. “Mutlaka kazanırsın, kazanamazsan da eğitimini sürdürürsün” dediler. Ben de yarışmaya başvurdum.
r e l i k a d n o Vizy Arayış
Sinema sanatçısı Aytaç Arman:
“Her film, bir atölyedir”
Değişen Amerika’nın hikayesini anlatıldığı filmin yönetmenliğini Ava DuVemay ‘ın üstlendiği film 30 Ocak’ta sinemaseverlerle buluşuyor. Film, Martin Luther King, Lyndon Baines Johnson ve beraberinde özgürlük mücadelesi veren,insan hakları için savaşan tarihi figürlerin öyküsünü beyazperdeye taşıyor.
İçimdeki Ses
14/ Aralık 2014
Yönetmenliğini Çağrı Bayrak’ın üstlendiği komedi türündeki film 30 Ocak’ta sinemaseverleriyle buluşuyor. Filmde Selim karakterini canlandıran Engin Günaydın ailesiyle yaşayan kendi halinde bir yazar ve özgüvenini yitirmiş bir karakter. Sosyalleşmek adına yazıldığı spor salonunda tesadüfen tanıştığı Ayşıl(Leyla Tuğutlu) ile arasında geçen aşk dolu macerada hem Selim’in hem de Ayşıl’ın başına gelenler seri bir komedi olarak beyazperdede.
spor
selçukiletişim
Savaş koşullarında şampiyon oldular
Aralık 2014
/15
| Ferhat KIZILTAŞ
Teknik Sabır - I Futbol’un ana taşlarından biridir başkan ve yöneticilerimiz.Başarılarda futbolcular ve antrenörler kadar onların da payları vardır.Başarısız sonuçlarda ise işler değişebiliyor.Örneğin;Bizim ülkemizde kendini hala diktatörlere benzeten başkanları görebiliyoruz.Bunlar takımlarının başarılı olması ile beraber kendini en üst düzeye çıkarırlar ama kötü sonuçlar ve başarısızlıklar geldiği zaman suçu hep başkalarında görürler.Yani canı yanan ya antrenörler oluyor ya da futbolcular.Nedense suçu hiç onlar işlemiyor ve onlar hep haklı durumda oluyorlar!Kendimizi Avrupa ile kıyasladığımız zaman ne kadar futbol kültüründen uzak olduğumuzu ne yazık ki görebiliyoruz.
Milli Badmintoncu Murat Şen, 2011 yılında Suriye’de düzenlenen Olimpiyat Eleme Turnuvası’na, ülkede iç karışıklıkların yaşandığı bir dönemde katıldığını vurgulayarak, Suriye’den şampiyon olarak döndüklerini dile getirdi Oğulcan KOÇ
M
illi Badmintoncu Murat Şen, 2011 yılının 20–23 Ekim tarihleri arasında Suriye’nin başkenti Şam’da düzenlenen Olimpiyat Eleme Turnuvası’nın kendileri için oldukça tehlikeli bir turnuva olduğunu ifade etti. Turnuvaya katılmadan önce Dışişleri Bakanlığı’nın ‘gitmeseniz daha iyi olur’ diyerek kendilerini uyardığını anlatan Şen, ülkede yaşanan iç savaşa karşın turnuvaya takım olarak katıldıklarının altını çizdi.
Turnuvaya gitmelerindeki en büyük etkenin, turnuvanın olimpiyatlara puan veren bir nitelik taşıması olduğunu belirten Şen, Suriye’den ülkelerine şampiyon olarak döndüklerini hatırlattı. Milli Badmintoncu Murat Şen, 2012 yılının Şubat ayında Uganda’da yapılan Olimpiyat Eleme Puan Turnuvası’nda dünya sıralamasına ilerlemeye devam ettiğini, ancak sakatlığından dolayı Ugandalı ra-
kibine yenildiğini dile getirdi. Maçın ardından dizindeki sakatlık nedeniyle ameliyat olma kararı aldığını belirten Şen, 2016 Londra olimpiyatlarına göz diktiğini vurguladı. “POLİS OLMAYI HEDEFLİYORDUM” Ameliyatın ardından hızlı bir şekilde iyileştiğini söyleyen Milli Sporcu, Bursa’da gerçekleştirilen ‘Büyükler Türkiye Şampiyonası’nda üçüncü olduğunu dile getirdi. Daha sonra 24–27 Ocak tarihlerinde 45.Yıl Haskovo Uluslararası Badminton Turnuvası
için Bulgaristan’a gittiğini belirten Şen ve 68 sporcu arasından şampiyon olarak döndüğünü aktardı. Badminton sporuna başlama öyküsünden de söz eden Şen, öğretmeninin, sınıfta sürekli örnek gösterdiği badmintoncu arkadaşına özenerek badminton sporuna başladığını anlattı. Çocukluk yıllarında polis olmayı hedeflediğini bildiren Şen, sporun içinde olmasının artık kendisi için en büyük
mutluluk olduğunu dile getirdi. Milli Sporcu Şen, badmintonu, çok farklı ve zevkli bir spor olarak gördüğü için tercih ettiğini belirtti. “GÜNDE İKİ KEZ ANTRENMAN YAPTIĞIM OLDU” Her maçtan sonra eksiklerini gözden geçirdiğini ve eksiklerini giderme yoluna gittiğini anlatan Murat Şen, antrenmanlarda da eksik olduğu noktalar üzerinde durduğunu ve gerektiğinde günde iki kez antrenman yaptığını dile getirdi. Yaşıtlarının ve rakiplerinin uyuduğu saatlerde kendisinin antrenman yaptığını bildiren Şen, “Bu yolda ağır antrenmanlar ve berbat beslenme programları yaptım. Ancak yılmadım” diye konuştu. “VÜCUDUN BÜTÜN KASLARI ÇALIŞIYOR” İyi bir oyuncu olabilmek için disiplinli ve azimli olmak gerektiğini kaydeden Şen, bu yolda en önemli unsurun da hatalardan ders alarak kendini geliştirmeye devam etmek olduğunu belirtti. “İyi bir sporcu başarılı olabilir ama ahlaklı bir sporcu efsane olabilir” diye konuşan Şen, badmintonun kolay gibi gözüktüğünü ancak çok zor bir spor olduğunu dile getirdi. Murat Şen, badmintonun, teknikleri koordinasyon isteyen, aynı zamanda patlayıcı kuvvet, çabukluk ve dayanıklılık gerektiren bir oyun olduğunu söyledi. Badminton oynarken vücudun bütün kaslarının çalıştığını bildiren Şen, badmintoncuların güçsüz olma gibi bir lüksünün olmadığına işaret etti. Badmintonun Türkiye’de yeni bir spor dalı olduğunu dile getiren Şen, “Badminton, üniversitelerde ders olarak öğretiliyor. Yeni neslin daha çok tanıyıp bileceği dinamik bir spor dalı haline geliyor” diyerek sözlerini noktaladı.
Yabancı teknik direktörler ve futbolu yönetmek Ferhat KIZILTAŞ
Son yıllarda ülkemize gelip de başarısızlık nedeniyle geri gönderilen yabancı teknik direktörlerden Joachim Löw, Luis Aragones, Cesare Prandelli, Vicente del Bosque için ilginç detaylar göze çarpmakta. Siz değerli okuyucularımız için ilginç ötesi sayılabilecek bu detayları belirtmek gerekiyor. Sene 1998, Joachim Löw Fenerbahçe’de teknik direktörlük görevine getirildi. Fakat kendisi kısa bir süre sonra gönderildi. Daha sonra 2000-2001 yılında Adanaspor’da görev yaptı ama orada da dikiş tutmadı ve ülkeden ayrılmak zorunda kaldı. 2008 yılında Almanya Futbol Milli
ALMAN GÜVENİ Almanya’da Borussia Dortmund diye bir takım var,bu takım son 5 yılda 2 lig şampiyonluğu ,1 Almanya kupası,2 Almanya Süper Kupası kazanıp ve birde üstüne beklenmedik bir zamanda Şampiyonlar Ligi’nde final oynama başarısı göstermişti. Kupayı da Bayern Münih’e kaptırmıştı. Bu takım bu sezon flaş transferler yapıp,sezona şampiyonluk hedefiyle hazırlandı.Lakin herşey bir anda ters gitmeye başladı ve şuan ligde son sıralara kadar gerilediler.Evet yanlış okumuyorsunuz bu takım şuan üst sıralarda olması gerekirken şuan alt sıralarda.İlginç değil mi ?Bizim ülkemizde böyle bir durum olsa neler olurdu tahmin edin.Ağa kimlikli başkanlarımızın ve yöneticilerimizin Antrenörleri işinden edip alel acele kovma yöntemi,taraftarın takım tesislerini basması ve futbolculara küfürler edilmesi,stadyumların başarısızlık bahane edilerek boş bırakılması vs vs.Bu okuduklarınız sadece birkaçı ,daha neler oluyor siz düşünün.
Takımının başına geçirilen Löw, takımına 2014 Dünya Kupasını kazandırdı. Şuan Avrupa’nın en iyi 5 antrenörü arasında gösteriliyor. Sene 2008, İspanya Euro 2008 Avrupa Şampiyonu oluyor ve takımın başındaki Luis Aragones turnuva sonunda Fenerbahçe’den teklif alıyor. Teklifi kabul edip İspanya’daki görevinden ayrılmış oluyordu. Sonrası malum... Aragones başarısız geçen bir sezonun ardından Fenerbahçe’den ayrılmak durumunda kalıyordu. Sene 2009, İspanya Futbol Milli Takımı Beşiktaş’ta beğenilmeyen ‘Yeniköy Kasabı’ Del Bosque’yi takımın başına getiriyor. Onun önderliğinde 2010 Dünya Kupası ilk kez kazanılıyor. Ardından 2 yıl sonraki Euro 2012 Avrupa
Aragones
SABIRDIR BU İŞİN SONU Gerçekten futbol’da başarı isteniyorsa gerekli sabır ve destek sürdürülmeli.Sir Alex Ferguson,Manchester United takımının başına geçtiği zaman ilk 7 yıl takımına kupa kazandıramadı ama kendisine gerekli olan sabır gösterildi ve başarılar ard arda gelmeye başlamıştı.Kendisine gösterilen 7 yıllık sabır çoğunluk tarafından biraz abartı olarak görülebilir ama o kadar doğru işler yapıyorlardı ki kulüp başkanları kendisini göndermek istememişti.Böylece kazandıkları kupalarla ,zaferlerle bu sabırlarının karşılığını almış oldular.Günibirlik işler yapmak yerine ,iyi bir sistem kurup başarılı olmanın yolunu aradılar.Başarılı oldular da. Hazır “Sabır” konusuna bu kadar çok değinmişken,güzel insan Hz.Mevlana’nın sabırla ilgili güzel bir sözünü hatırlamakta fayda var. Mevlana;”Sabırlı kuş ,bütün kuşlardan daha iyi uçar “diyordu.
Del Bosque
Jöachim Löw Şampiyonası’nda da zafere ulaşılıyordu. 2014 Dünya Kupası’nda başarısız bir sonuç alındı ama hala takımının başında. Sene 2014, Galatasaray, İtalya Futbol Milli Takımına Euro 2012’de final oynatan Teknik Direktör Cesare Prandelli’yi takımın başına getirdi. İtalyan Hoca, ligdeki ilk 9 haftalık görüntüsüyle Galatasaray tarihinde Süper Lig’de en iyi başlangıç yapan isim olmuştu ama kendisi alınan mağlubiyetler sonrası ülkesine gönderildi. Böylece sadece 4 ay takımın başında kalabildi. Şu bilgiler ışığında görülmektedirki gönderdiğimiz yabancı hocaların çoğu bir sonraki ve önceki görevlerinde hep başarılı olmuşlar. Tabii ki,
Prandelli
Milli takım ile kulüp takımını yönetme arasında farklılıklar olabilir ama bu farklılığın çok fazla etkili olacağını sanmıyorum. Tek sorun, belli bir sistemimiz olmadan onlara bu görevleri verip başarılı olmalarını beklememiz. Unutulmasın ki, başarılı olmak için bir sistem ve dayanışma lazım. Lakin biz hep suçları antrenör ve ekibinde aradık, nedense hiç futbolu yöneten sanayicilere söz geçiremedik. Ne zaman futbolun içinden gelenler ülke futbolunu yönetirse, o zaman başarılı olacağımızı düşünüyorum. Buna Almanya örneğini verebiliriz. Almanya’da başarılı olmuş eski futbolcular futbolu yönetirken, bizde ise zengin ve spor kültüründen uzak olan kişiler ülke futbolunu yönetmeye çalışıyorlar. Holding sahipleri ve sanayicilerle bu iş olmayacak gibi görünüyor.
Selçuk İletişim r, Aralık 2014 / Sayı: 148
e l l e g En r e l i l l e g n e ı l a m l ı ş a için Foto Röportaj / Gökhan KARAKURT
B
irlikte yaşadığımız engelli insanlara karşı ne kadar duyarlı olduğumuzu ferdi olarak herkesin kendisine sorması gerekir. Her insanın başına gelebilecek olan bu durum karşısında duyarlı olmalı, engelli insanlara acımak yerine onları hayata bağlayacak davranışlarda bulunup, yaşamlarını kolaylaştırarak engelli insanlarımızın mutlu olmalarını sağlamalıyız. Mutlu olmalarına ortak olamıyorsak da en azından yaşam alanlarını kısıtlamamamız gerekiyor. Engelliler için yapılan yolları, trafikte, kamuya açık alanlarda kendileri için ayrılan alanları işgal etmeyerek kendilerine yardımcı olabiliriz. En önemlisi empati kurabilmeli, onların yerinde bende olabilirim duygusuyla hareket edip onları daha iyi anlayabilir ve yardımcı olma noktasında daha duyarlı olabiliriz. Engelliler için daha rahat ve mutlu yaşanılabilir bir hayat inşa etmek için yapılması gerekenleri, geçirdiği trafik kazası sonucu yürüme engelli olan Fatih Atanaz, yaşamından örnek vererek anlatıyor. Geçmiş yıllara nazaran günümüzde engelliler için yapılan çalışmaların daha iyi olduğunu söyleyen Atanaz, yapılan çalışmaların yeterli olmadığını düşünüyor. Fatih Atanaz, “Ben camiye rahatça gidip gelemiyorum, kaldırımlara baktığımızda çok yüksek. Kamuya açık alanları çok zorlanarak kullanıyorum ya da hiç kullanamıyorum. Ben en çok sinemaya gitmeyi seviyorum ama maalesef yapılar engelliler düşünülerek yapılmadığı için sinemaya gitmek benim için çok zor. Toplu taşıma araçlarını kullanmak aynı şekilde beni oldukça zorluyor. Umut ediyorum engeliler için daha yaşanılabilir bir yaşam alanı inşa edilir’’ diyerek kendileri için de bir yaşam alanı olması gerektiğini aktarıyor. Sonuç olarak bakıldığında, engelliler için sadece hayatlarını sürdürmeleri için bir yaşam şeklinin sunulması yerine topluma kazandırılarak daha aktif ve üretici olmalarını sağlamak için bireysel ya da toplumsal olarak herkes üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmelidir. Unutulmamalıdır ki hepimiz birer engelli adayıyız.
Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi