. 0 5 1 sayı
1997 yılından beri Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin uygulama gazetesi olarak yayımlanan Selçuk İletişim’in 150’nci sayısı okurlarıyla buluştu. Nice 150’nci sayılara…
Selçuk İletişim Mart 2015 / Sayı: 150
2 CNN TÜRK Spikeri Büşra Sanay
Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi
Selçuk’ta Nevruz, coşkuyla kutlandı
Gençler, Türk Sanat Müziği’ne mesafeli
D
ünyada köklü geçmişe sahip klasik müziklerden biri olan Türk Sanat Müziği, gençler tarafından tercih edilmiyor ve ‘yaşlıların müziği’ olarak görülüyor. Günümüz toplum hayatının vazgeçilmez unsurlarından biri haline gelen alışveriş merkezlerinde, eğlence mekânlarında, restoranlarda, toplu taşıma araçlarında ve benzeri ortak yaşam alanlarında da Türk Sanat Müziği pek duyulmuyor. Popüler müzik ürünlerinin direkt tüketimi amaçlanırken, Türk Sanat Müziği ürünleri, zaman içinde dillerde ve kulaklarda yer ediniyor. Görüşüne başvurduğumuz uzmanlar, medyanın popüler müziğe öncelik vermesinin, gençlerin yaşamındaki hızlı değişimininve eğitim sistemindeki aksaklıkların, günümüz gençliğinin Türk Sanat Müziği dinlememesine yol açtığını düşünüyor. Araştırma/İnceleme 7
‘Seyfettin Efendi’ yükseliyor
T
S
ürk çizgi romanına ‘Seyfettin Efendi’ karakterini kazandıran çizer Devrim Kunter, gazetemize konuştu. Kunter, son çıkan kitabı ‘Hayırsız Ada’ ile karakterdeki bilim kurgunun arttığını, yıl içinde çıkacak ‘Esrarengiz Hikâyeler’ ve ‘Olağanüstü Maceralar’ın yeni serileriyle de aksiyon düzeyinin yükseleceğini dile getirdi. Çizer Devrim Kunter, çizgi roman ve yarattığı ‘Seyfettin Efendi’ hakkındaki sorularımızı yanıtladı. Çizgi romana okuma yazma bilmeden merak saldığını belirten Devrim Kunter, ilk olarak Red Kit alıp resimlerine bakıp hikâyeyi anne ve babasına okuttuğunu anlattı. Türk çizgi romanında çok sorun olduğunu vurgulayan Kunter, bunların başında belirli bir kuşağın çizgi roman üretmeden büyümüş olması olduğunu aktardı. Kültür/Sanat 10
Hasan Kabze ve Selim Ay, Selçuk İletişim’e konuştu
elçuk Üniversitesi’nin kuruluşunun 40’ıncı yılı etkinlikleri kapsamında Sağlık Kültür ve Spor Daire Başkanlığı tarafından düzenlenen ‘Geleneksel Nevruz Bayramı Şenlikleri’ coşkulu bir şekilde Alâeddin Keykubat Yerleşkesi çim sahasında gerçekleşti. Etkinliğe Konya Vali Yardımcısı İbrahim Hayrullah Sun ve Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, Rektör Yardımcıları Prof. Dr. Mehmet Musa Özcan ve Prof. Dr. Mustafa Şahin, fakülte dekanları, akademik ve idari personel ile çok sayıda öğrenci katıldı. Konya Vali Yardımcısı İbrahim Hayrullah Sun ile Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, katılımcılara kendi elleriyle kavurma ve pilav ikramında bulundu. “NEVRUZ, ADALETİN VE EŞİTLİĞİN SİMGESİDİR” Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, ‘Yeni Gün’ anlamına gelen Nevruz’un baharın gelişinin, doğanın yeniden canlanıcısının müjdecisi olduğunu ifade
etti. Baharın başlangıcının ifadesi olan Nevruz’un dünyada olduğu gibi ülkemizde de saygı, sevgi ve hoşgörünün sembolü olarak Türkiye coğrafyasında da coşkuyla kutlandığını belirten Gökbel, “Bir şölen havasında geçen, milletimiz için neşe ve umut kaynağı olan Nevruz’un tarihi de anlamı kadar derinlere uzanmaktadır. Orta Asya’dan Balkanlar’daki milletlere kadar çok geniş bir coğrafyada yerel renk ve geleneklerle kutlanan Nevruz, her milletin kendi kültür değerleriyle özdeşleştirip, sembolleştirdiği doğanın yeniden coşkuyla yaşam bulduğu bir günün başlangıcıdır” sözlerine yer verdi. Nevruz’da gece ile gündüzün eşitlendiğini anımsatan Rektör Gökbel, bu yönüyle Nevruz’un adaletin ve eşitliğin simgesi olduğunu, farklılıkları ayrıştırmak yerine bütünleştirmek gerekliliği bilincini uyandırma gibi özel bir anlam taşıdığını ifade etti. Rektör Gökbel, konuşmasına son verirken üniversite personelinin ve öğrencilerin Nevruz Bayramı’nı kutladı.
“SÜHOT’TAN 40 KİŞİYLE DANS GÖSTERİSİ’’ Şenliğin açılışını, Konya Büyükşehir Belediyesi Mehter Takımı verdiği mini konserle yaptı. Ardından etkinliğe Nevruz’un anlamına uygun olarak farklı renklerdeki kıyafetlerle katılan Selçuk Üniversitesi Halk Oyunları Topluluğu(SÜHOT) üyeleri, Selçuk Üniversitesi’nin 40’ıncı kuruluş yılına ilişkin hazırladıkları yöresel oyunlarını 40 kişiden oluşan bir ekiple sergiledi. Selçuk Üniversitesi’nde eğitim almak için dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen öğrencilerden oluşan Türk Devletleri ve Akraba Toplulukları da kendi ülkelerinin yöresel kıyafetleriyle ülkelerine ve kültürlerine ait yöresel oyunları sergiledi. Ardından geleneksel Nevruz ateşi yakıldı. Prof. Dr. Hakkı Gökbel, öğretim elemanları ve öğrenciler Nevruz ateşinden atlayarak baharın gelişini kutladı. Vali Yardımcısı Sun ve Rektör Gökbel, Nevruz geleneği olan yumurta tokuşturdu ve örste demir dövdü. Son olarak Vali Yardımcısı ve Rektör Gökbel, etkinliğe katılanlara kendi elleriyle kavurma ve pilav ikramında bulundu.
Abdurrahman Antakyalı Selçuk’ta Depo Fotoğraf Ajansı Başkanı, Anadolu Ajansı Fotoğraf Servisi Müdürü Abdurrahman Antakyalı, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerine Basın Fotoğrafçılığı semineri verdi / Üniversite 4
Torku Konyaspor’un başarılı oyuncuları Selim Ay ve Hasan Kabze ile önümüzdeki sezondan sonra uygulanacak yeni yabancı kuralı, Milli Takım ve futbolun temel sorunları üzerine keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Spor 15
www.selcukiletisim.selcuk.edu.tr (0332) 223 37 07
02/ Mart 2015
röportaj
selçukiletişim
CNN TÜRK Spikeri Büşra Sanay:
“Varmak önemli değil, yola çıkmak lazım”
Gamze BAL
Ş
imdilerde CNN TÜRK’ün başarılı ekran yüzlerinden biri olarak gördüğümüz Büşra Sanay, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Yani bir zamanlar ÜNTV’de çalışmış, Kısa-CA Film Festivali’ni sunmuş, bu şehir ve fakülte içerisinde bir şeyler deneyimleyen birisi. Sanay ile aynı havayı farklı zamanlarda soluyoruz. Büşra Sanay ile Selçuk İletişim günlerinden ÜNTV deneyimine, iletişimci adaylarına önerilerinden yayıncılık deneyimlerine kadar pek çok konuda konuştuk Öncelikle okulunuza hoş geldiniz. Kasım ayında Kısa-CA Film Festivali kapsamında gerçekleştirilen Zülfü Livaneli söyleşisinde moderatörlük yapmıştınız. Bir zamanlar Kısa-CA’yı sunmuş biri olarak, bu sefer öğrencilerin karşısında oturmak neler hissettirdi? Ben de öğrencilerin içerisindeki bir gözdüm, şimdi diğer taraftaki gözüm diye düşündüm. Tabii ki çok güzel bir duygu. Zamanında çiğnemeye çalıştığım şeylerin ne şekilde geri döndüğünü gördüm. Çünkü buraya oturduğumda çiğnediklerimi yuttum. Tahmin edilebileceği gibi müthiş bir şey bu. “Anlatılmaz yaşanır” derler ya, aynen öyle… İnşallah siz de yaşarsınız. Peki, okula gelince neler hissettiniz? Sizin zamanınızla şimdiki zaman arasında ne gibi farklar görüyorsunuz? İş yoğunluğumdan ötürü çok uzun süre kalamadım. Dolayısıyla çok bir şey görmediğim için şu zamanı kıyaslayamam. Mesela benim zamanımda haber merkezinde 15 muhabir vardı. Haber bültenlerini 30–40 dakika yapardık. Bilmiyorum, şimdi gece yayınları yapılıyor mu, telefon bağlantıları var mı, canlı yayınlar da yapılıyor mu? Bizim zamanımızda çok yoğundu. Şu an merak ne boyutta bilmediğim için bir şey diyemeyeceğim. Ama bizim zamanımızla aynı olduğunu umuyorum. Şu an bulunduğunuz yerde başarılısınız; Selçuk Üniversitesi’nin gururu olarak. Bu, size neler hissettiriyor? Teşekkür ederim. Böyle şeyler çok önemli diye düşünüyorum. Mesela ben öğrenciyken buraya geldiklerinde, söyleşiden çıkıp onlarla tanışmaya gider-
dim. Çünkü buradan mezunlar ve dokunurdum onlara. “Bizim içimizden birisi bunu başarmış, biz de yapabiliriz” derdim. S elçuk İletişim’in meslek yaşamınızda size bir şeyler kattığını düşünüyor musunuz? Benim çıkış noktam burası. Ama ben Konya’yı kazandım, geldim ve ilk vizeler bittikten sonra ertesi gün Üniversite Televizyonu’na başladım ve buradan gidene kadar orayı hiçbir zaman bırakmadım. Evet, Selçuk Üniversitesi iyi bir okul, ışık var ama değerlendirebilirsen… Geldiğiniz yeri bir basamak olarak gördüğünüzü düşünüyorum. Tam olarak gelmek istediğiniz yer neresi? Tabii ki, tam olarak hiçbir zaman zirve yoktur. Her zaman insan değiştikçe istekleri de değişir. CNN benim için iyi bir okul. Son sınıfta orada ekrana çıkmaya başladım. Her şeyi orada öğrendim; son dakika yayını, kriz yayını, yayında ne kadar fazla kalınır gibi… Mesela İsrail Gazze’ ye girdi; gece 11’i çeyrek geçiyordu. Sabah 7’ye 5 vardı ben sandalyeden kalktım; lavobaya dahi gitmeden. Bu şekilde, yaptığın yayınlardan çıkardığın şeyler var. Dolayısıyla ilerlemen çok da zor olmayabilir; içindesin çünkü. Herhalde gelişimim de buna paralel olarak gitti. “KONYA’DAN ARIYORUM, ELİMDE ÖNEMLİ BİR İSTİHBARAT VAR” Sizin geçtiğiniz bu sıralarda öğrenim gören bizlere ne önerirsiniz? Tırmalamalarını öneririm. Şöyle söyleyeyim, ufak bir şey anlatacağım: Ben Cumhuriyet gazetesinde staj yapmak istemiştim. CNN’de staj yapmıştım ve sonra düşündüm; gazetecilik okuyorum. Dolayısıyla yazılı basında bu iş nasıl oluyor görmek istedim. Kendime Cumhuriyet’te staj ayarlayacaktım ama hiç kimsenin selamıyla gitmek istemedim. Dolayısıyla bunu ben yapabilirim diye düşündüm çünkü zaten burada bu işi yapıyordum. Bir gün ÜNTV’deyken Cumhuriyet’i açtım, iletişim bilgilerine baktım. Aradım gazeteyi ve bir kadın çıktı; sekreter. “Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Bey’e bağlanmam lazım. Konya’dan arıyorum ve elimde çok önemli bir istihbarat var” dedim oysa öğrenciyim. Ama beni umursamaları lazım. “Hayırdır bana söyleyin” dedi. “Hanımefendi kaybedecek zamanım yok, İbrahim Bey’e bağlanmam lazım” dedim. Sonra İbrahim Bey açtı: “Buyurun, çok önemli bir şey varmış.” dedi. “Ya kusura bakmayın, insanlık için önemli değil ama benim için şu an çok önemli bir şey. Ben staj yapmak istiyorum gazetede. Geçmişimde bir Cumhuriyet olsun istiyorum. Elimden tutar mısınız? “ dedim… Dolayısıyla cesaret önemli. Bazen varmak önemli değil, yola çıkmak lazım. Sakın kimseden çekinmeyin derim çünkü herkes dokuz aylık.
editörden editörden Uzatmaları oynarken... Fakültemiz son sınıf öğrencileri olarak, adım adım mezuniyete doğru ilerliyoruz. Dört yıllık lisans eğitimimizde ‘menzile’ yalnızca birkaç ay kaldı. Deyim yerindeyse, ‘uzatmaları oynuyoruz’. Durum böyle olunca Selçuk İletişim gazetesinin 150’nci sayısı kimliğini de taşıyan bu sayıda, bu konuyu işlemek istedim. Şu an itibariyle Selçuk İletişim gazetesini çıkaran ekipte yer alan-ben dâhil- 13 arkadaşımız hem İletişim Fakültesi’ne hem de gazeteye veda edecek. Vedalar çoğu zaman hüzünlüdür. Hele hele emek harcadığımız, acı tatlı günlerimizin geçtiği, kendimizi özdeşleştirdiğimiz mekânlara veda niteliği taşıyorsa… Mezuniyetten sonra hepimiz için yeni bir hayat başlayacak. Kimimiz çeşitli basın yayın kuruluşlarının yolunu tutacağız, kimimiz lisansüstü eğitim mücadelesine girişeceğiz, kimimiz ise yaşamımızı medya dışı yollardan kazanmayı tercih edeceğiz. Yaşamın bize ne getireceği henüz belli değil. Hayat, sürprizlerle dolu. Dileğimiz, emek harcayan, iyi bir gelecek için mücadele eden bütün arkadaşlarımızın arzu ettikleri noktalara ulaşması. * * * Mezuniyete doğru yol alırken hüzünle sevinci de bir arada yaşıyoruz. Bir yandan dört yıllık emeğimizin somutlaşacağı diplomamızı alacak olmamızın verdiği sevinci ve haklı gururu yaşarken, diğer yandan da dört yılımızı geçirdiğimiz, iyi günde, kötü günde birlikte olduğumuz arkadaşlarımıza, can dostlarımıza ve tabii ki de bizlere daima yol gösteren değerli hocalarımıza veda edecek olmanın verdiği hüznü yaşıyoruz. Sözün özü duygular, birbiriyle iç içe geçmiş durumda. Yine gayet iyi biliyoruz ki, hayatta her şeyin bir sınırı ve sonu var. Dört yılımızı geçirdiğimiz bir ortama veda etmenin ne denli zor olduğunu düşünsek de veda zamanı geldiğinde bunun kaçınılmaz olduğu gerçeğinin de bilincindeyiz. Yalnızca fakülteye ve Selçuk İletişim gazetesine değil, aynı zamanda bir kente de belki veda edeceğiz. Konyalı olan arkadaşlarımız dışında pek azımız geleceğini bu şehirde kuracak, pek çok arkadaşımız ise yurdun çeşitli yerlerine dağılacak. Kader ortaklığı yaptığımız arkadaşlarımızla bir daha kim bilir nerede ve ne zaman karşılaşacağız?.. * * * Bu, ‘hüzün yüklü’ yazıyı kaleme almamdaki amaç, arkadaşlarımızın taşıdığı ‘gelecek kaygısını’ perçinlemek değil; zaman su misali akıp giderken ve bizi adım adım maratonda sona doğru yaklaştırırken içimden geçenleri içtenlikle sizlerle paylaşmak... Şimdilik bize düşen, kalan zamanı en iyi değerlendirmek ve elimizden gelenin en güzelini ortaya koyabilmek için mücadeleyi sürdürmek...
Kıvanç Ugur
Selçuk İletişim Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Adına Sahibi Prof. Dr. Ahmet KALENDER Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Ahmet Yalçın KAYA Yayın Danışmanı Doç. Dr. Caner ARABACI Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Arş. Gör. Emre OLKUN Basım Yılı: Nisan - 2015 Yayın Türü: Yerel, Süreli Sayı: 150 Adres: S.Ü İletişim Fakültesi Kampüs/Konya Tel: 0332 223 37 07 Faks: 0332 241 01 81 E-mail: selcukiletisim@selcuk.edu.tr Baskı: Selçuk Üniversitesi Basımevi Tel: 0332 241 18 47 Kampüs/Konya
Editör Kıvanç UĞUR Editör Yardımcısı Metin KÖSE Sayfa Sorumluları Melike İŞDAR Oğulcan KOÇ Yusuf KARAKAŞ Numan BABACAN Mesut YILMAZ Gökçen BEKTAŞ Muharrem YAĞIZ Gökhan KARAKURT Kübra ABİ Özlem NALBANT Muhabirler Seda CEYLAN Malike ORMANCI Mustafa ESER Ferhat KIZILTAŞ Gamze BAL Gamze UĞRAŞ Serdar KELEŞ Tuba YÖRÜK Seren BAŞDOĞAN Hüseyin CANDAN Tasarımı - Uygulama Doğan Can ÇELİK Şükrü ZENBEL Doğuş KARA Samet YALÇIN Kadir ŞAHİN
üniversite
selçukiletişim
Selçuk’ta Kadınlar Günü etkinliği
Mart 2015
/03
Rektör Gökbel’den 18 Mart mesajı
Selçuk Üniversitesi’nde düzenlenen ‘Yaşamın her alanında kadın’ konulu etkinlikte kadınların, toplumdaki, bilim dünyasındaki ve siyasetteki yeri ve önemi konuşuldu. Etkinliğe Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ablası Ayşe Çalık da katıldı Seren BAŞDOĞAN
K
adın, Aile ve Toplum Hizmetleri Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürlüğü (KATUM) ile Selçuk Üniversitesi Sağlık Kültür ve Spor Daire Başkanlığı tarafından düzenlenen etkinliğe Selçuk Üniversitesi
Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel ve eşi Hatice Gökbel, Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Musa Özcan ve eşi Perihan Özcan, Meram Belediye Başkanı Fatma Toru, KATUM Müdürü Prof. Dr. Kamile Marakoğlu, Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun ablası Ayşe Çalık, Hayırsever Aynur Kasabalı ve çok sayıda öğrenci katıldı. Etkinlikte konuşmacı olarak Prof. Dr. Aliye Mavili, Prof. Dr. Şerefnur Öztürk ve Prof. Dr. Ramazan Arı da konuşmacı olarak yer aldı. AİLELERİ VE TOPLUMLARI İNŞA EDEN MUCİZE Etkinliğin açılış konuşmasını yapan Prof. Dr. Hakkı Gökbel, Dünya Kadınlar Günü’nün her
yıl 8 Mart’ta kutlandığını ve Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanarak uluslararası bir gün olduğunu dile getirdi. Gökbel, insan haklarının temelinde kadınların siyasal ve sosyal bilincinin geliştirilmesine ve toplumdaki başarılarının kutlandığını, ayrıca yapılan çeşitli etkinliklerle cinsiyet ayrımı sorunun a
zaltılmasının hedeflendiğini belirtti. Rektör Gökbel, cennet ayaklarına serilen, aileleri ve toplumları inşa eden ve sayılamayacak kadar birçok mucizevî özelliğin sahibi olan kadınlara yönelik yapılan haksızlıkların ve şiddetin son bulacağını umduğunu ifade ederek tüm kadınlarımızın Dünya Kadınlar Gününü kutladı. “ŞİDDET HAKSIZLIKTIR” KATUM Müdürü Prof. Dr. Kamile Marakoğlu ise sağlıklı kadının sağlıklı aile toplumunun oluşumunda temel olduğunu söylerken KATUM olarak kamu, özel kurum ve kuruluşlarla ortaklaşa çalışarak kadın sorunlarıyla ilgili araştırmalar, projeler yapmak istediklerini ve
danışmanlık hizmeti vermeyi planladıklarını da dile getirdi. Kadına karşı yapılan şiddetin haksızlık olduğunu ve kadının sosyal hayatını engellediğini ifade eden Marakoğlu, toplumda yapılan her türlü şiddete karşı olduğunu da belirtti. “KADINLAR EMEĞİN SEMBOLÜ” Etkinlikte ‘Siyaset Alanında Kadın’ sunumunu gerçekleştiren Meram Belediye Başkanı Fatma Toru kadının daima iyi niyetin, saflığın, emeğin, estetiğin sembolü olduğunu ifade ederken ailenin varlığını ve bütünlüğünü en çok kadının sağladığına dikkat çekti. Türkiye’de geleceğe umutla bakmak istiyorsak genç kızlarımızı iyi yetiştirmemiz ve onları geleceğe iyi hazırlamamız gerektiğini dile getiren Toru İslamiyet’in medeniyet ışığı olarak kadına hak ettiği değeri veren yüce bir din olduğunu da sözlerine ekledi. Toru, Anadolu’nun kadına en çok değer veren coğrafya olduğunu ifade etti. Kadına yönelik şiddetin gerçek sorumlularının ekonomik çıkarların odağına kadını yerleştiren, kadının saflığını ve temizliğini ekonomik amaçlarla istismar eden bakış açıları olduğunun altını çizen Toru, kadını itibarsızlaştıran ve değersizleştiren bakış açılarının da şiddete yol açtığını ifade etti. Selçuk Üniversitesi Dilek Sabancı Devlet Konservatuvarı öğrencileri tarafından gerçekleştirilen müzik dinletisiyle başlayan etkinlik, TRT FM ve Radyo 7’de program yapan Talha Bora Öge ve ekibinin şiir ve türkü dinletisiyle son buldu.
Hemşireden ‘Yatalak hasta yıkama sistemi’ projesi Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde görevli Yoğun Bakım Hemşiresi Esma Şen, felçli hastalar başta olmak üzere yataklarında yıkanamayan hastaların yıkanma sorununa bir çözüm geliştirdi Seda CEYLAN
H
emşire Esma Şen’in ‘Yatalak Hasta Yıkama Sistemi’ adını verdiği bu sistem Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesinde kullanılıyor. Beyin ve sinir cerrahisi yoğun bakım ünitesinde sorumlu hemşire olarak görev yapan Şen, patent alma başvurusunda bulundu. Üniversite eğitimi süresince mesleğine sıcak bakmadığını fakat sahaya indikten sonra hemşireliğin tadına vardığını anlatan Esma Hemşire, hayatının büyük çoğunluğunu hastalarla ve yoğun bakımda onlarla ilgilenerek geçirdiğini belirtti. Bütün görevli hemşirelerin de bu bilinçle mesleklerini icra etmeleri gerektiğini ifade eden Şen, “Buraya gelen hastaların hepsinin bizlerin yardımına, sevgisine ihtiyacı var. Mesleğimize sadece işimiz olarak bakmaktan ziyade, her şeyin insanlar için olduğunu unutmadan bakmalıyız” sözleriyle duygularını dile getirdi. ‘’YOĞUN BAKIM, KAPALI KAPILAR ARDINDA KALIYOR’’ Hastalara gerekli temizliği silme yöntemiyle yaptıklarını ancak sağlığa uygunluk açısından yeterli olmadığını söyleyen Şen, hastaların yaşadığı bu probleme çözüm getirmeyi çok istediğini hastalara zarar vermeden nasıl yıkanabileceğini düşündüğünü belirtti. O dönemlerde geçirdiği motor kazası sonucunda bölümlerine yatırılan Elmas Bozdağ’ın kilosundan dolayı
temizliğinde zorlanılması üzerine bir çözüm üretmesi gerektiğini düşünen Şen, bunun sonucunda hastanenin imkânlarıyla bir yıkama ünitesi geliştirdiğini, Elmas Bozdağ’a ve birçok hastasına bu ünite ile yıkanabilme imkânı sağladığını vurguladı. Üniversitenin desteğiyle yıkama ünitesinin patentini alarak, üretiminin
sağlanmasıyla hastanelerde yıkanma ihtiyacı duyan ve evlerinde de bu imkâna sahip olmayı isteyen hastaların da kullanmasını amaçlayan Esma Hemşire, Teknokent’in de desteğini alarak yıkama sisteminin üretilmesine ilk adımı atmış oldu. Teknokent’in de araştırmaları sonucunda buluşun yeni bir buluş olduğu onaylanarak patent almaya hak kazandığını söyleyen Şen, projenin üretiminin yaklaşık 3 yıl süreceğini dile getirdi. Şen, tek amacının
hastaların memnuniyetinin olduğunu, amacının para olmadığını, hocalarından Gökhan Akdemir’in desteğiyle bu yola çıktığını söyledi. Proje üretiminden tek beklentisinin kolay ulaşılabilir olmasını istediğini, evlerde de rahatlıkla kullanılabilir hale gelmesini belirten Şen, üretimde tek kullanımlık olarak üretileceğini ve tek kişinin kullanacağından emin olunursa daha kaliteli uzun ömürlü bir şey yapılabilir olduğunu ve hasta havuzlarının evde biraz zor kullanılıp maliyetinin de fazla olduğunu belirtti. ‘’SİSTEM HASTA BAKIMINI DA KISALTIYOR’’ Sistemin hasta bakım süresini kısalttığını anlatan Şen, ayrıca hasta taşıma zorluklarını ortadan kaldırarak hasta bakıcılara ve hemşirelere büyük kolaylıklar sağladığını vurguladı. Bu sistem hastanın altına su geçirmeyen ve gideri olan bir beyaz çarşaf gibi serilerek hiçbir yaşam cihazını tehlikeye atmadan son derece güvenli, hastayı yatak ortamından ayırmadan sağlığa uygun koşullarda bol suyla yıkanmaya olanak sağlıyor. Yaklaşık 10 aydır bu ürünün kullanıldığını ve hiç bir olumsuz sorunla karşılaşmadığını belirten Şen, projenin hasta bakımında önemli yere sahip olduğunu söyledi. Yaptığı proje ile hem hastalara hem de meslektaşlarına yardımcı olabileceği için mutluluk ve gurur duyduğunu ve projenin en kısa zamanda seri üretime geçerek hastalara ulaşmasını umut ettiğini söyledi.
S
elçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, Çanakkale Deniz Zaferi’nin yüzüncü yıldönümüne ilişkin bir anma mesajı yayımladı. “Bir kahramanlık destanı olan Çanakkale Zaferi, özverili ve insani değerler ile donatılmış bir milletin ulaştığı eşşiz bir başarı öyküsü olarak tarihe altın harflerle yazılmış, tüm olanaksızlıklara rağmen milli irade ve inancın en güzel örneğinin dünyaya kanıtlandığı bir mücadele olmuştur” ifadelerine yer veren Gökbel, “Tarihimizde derin izler bırakan Çanakkale Zaferinin yüzüncü yıldönümünü ve 18 Mart Şehitleri Anma Gününü en kalbi duygularla kutluyor, bize bıraktıkları eşsiz miras ve gösterdikleri mücadele ruhuyla Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını, Çanakkale’de bu destanı yazan isimsiz nice kahramanımızı minnet ve şükranla anıyorum” dedi.
Hanım Halilova Hocalı Soykırımı’nı anlattı
S
elçuk Üniversitesi Türk Dünyası İletişim Topluluğu, Hocalı Soykırımı’nın 23. yıldönümünde ‘Hocalı Soykırımı’ konulu bir konferans düzenledi. Konferansa konuşmacı olarak katılan Prof. Dr. Hanım Halilova, “Bir gün bağımsız yaşamak, bin yıl işgal altında yaşamaktan iyidir” dedi. Prof. Dr. Hanım Halilova, Hocalı şehri katliamı hakkında değerlendirme yapılan konferansta bağımsızlığın önemini vurguladı. Halilova, “Ben 19 yaşımdan itibaren Ebulfez Elçibey’le birlikte Sovyetlerle mücadele eden bir kadınım. Bağımsızlık Hareketlerinde kadın lideri oldum ve savaştım. Bir gün bağımsız yaşamak, bin yıl işgal altında yaşamaktan iyidir. Bu yüzden biz büyük mücadele verdik.” dedi..
Selçuk’ta ‘insan’ temalı resim sergisi
S
elçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hafize Pektaş’ın eserlerinden oluşan resim sergisi sanatseverlerle buluştu. Güzel Sanatlar Fakültesi Sergi Salonu’nda resimlerini sergileyen Pektaş’ın kişisel resim sergisine davetlilerin ilgisi yoğun oldu. İnsan, insanın sıkıntıları, bireysel yalnızlığın konu edildiği ve birçok eserin yer aldığı serginin açılış törenine öğretim elemanları ve çok sayıda sanatsever katıldı. Çalışmalarında figürlerini sezgisel olarak seçtiğini belirten Yrd. Doç. Hafize Pektaş, insanın en değerli varlık olduğunu ve yalnız olduğu zamanlarda diğer insanlara muhtaç olduklarını ifade etti.
04/ Mart 2015
üniversite
Selçuk Tıp’ta 14 Mart Tıp Bayramı kutlandı
S
elçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi ev sahipliğinde gerçekleştirilen 14 Mart Tıp Bayramı düzenlenen törenle kutlandı. 2014 yılı Profesör ve Doçent unvanı alan öğretim üyelerinin cübbelerinin giydiği törende ayrıca Bilimsel ve Sosyal Aktivite Ödülüne layık görülen öğretim üyelerine de plaketleri takdim edildi. Konuşmasında genç meslektaşlarına seslenen Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hakkı Gökbel, “Sizler belki de her çocuğun hayalini süsleyen mesleği icra etme yolundasınız. Çünkü her çocuk bir gün doktor olma hayali kurar. Sizler hayallerini gerçekleştirebilen şanslı insanlardansınız. İşte bu şansınızı bilginizle, akademik başarınızla pekiştirip her zaman yararlı işler için kullanmalısınız. Tıbbiyeli olmak insanları sevmekle başlar” dedi.
Beyinin bilinmeyenleri Selçuk’ta anlatıldı
S
elçuk Üniversitesi Neocortex Öğrenci Topluluğu tarafından düzenlenen Tıp Festivali kapsamında ‘Neden Bir Beynimiz Var?’ başlığı altında karmaşık yapıdaki beynin bilinmeyin yanları anlatıldı. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sinan Canan tarafından verilen beynin inceliklerini anlatıldığı konferans ilgiyle izlendi. Beyin ve Sinirbilim üzerine akademik çalışmaları olan Canan, ‘Neden Bir Beynimiz Var’ sunumuyla beynin mucizevî yönlerini anlattı. Hafızamızın sınırsız olduğunu da vurgulayan Canan, “Hafızamızın bir sınırı yoktur ama duygusal olarak bağ kurmadığımız bir şeyi öğrenip hafızanızda tutamayız. Bu nedenle öğrenmek için bir şeyi sevmemiz gerekiyor.” dedi.
selçukiletişim
Ünlü yönetmen Osman Sınav:
“Mevlana’ya giden asıl turist biziz” Selçuk Üniversitesi, ‘Türkiye’de Sinema ve Toplum’ etkinliği kapsamında Ünlü Yönetmen Osman Sınav ve Oyuncu Ahmet Yenilmez’i ağırladı Gamze BAL
S
elçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Uluslararası Bilim Ve Medeniyet Araştırmaları Derneği (UBİMA) ve Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nün katkılarıyla düzenlenen Türkiye’de Sinema Ve Toplum etkinliğine Ünlü Yönetmen Osman Sınav ve Oyuncu Ahmet Yenilmez katıldı. UBİMA Dernek Başkanı Doç. Dr. Necmi Uyanık’ın açılış konuşmasını yapmasıyla başlayan etkinliğin konusu Konya’da çekilmesi planlanan Mevlana Filmi projesi oldu. Uyanık, filme destek verdiklerini ve projede yer alacaklarını söyledi. FİLMİN YOL HARİTASI ANLATILDI Osman Sınav, hazırladığı kısa bir video ile filmi çekerken nasıl bir yol alacağından bah-
setti. Düşünce tarihini 8 yüzyıldır etkilemeye devam eden Mevlana’nın biyografik filmini doğru bir şekilde yapabilmek için bilimsel bir yol haritası çizmenin öneminin anlatıldığı videoda ilk adım olarak Mevlana’nın biyografik bir kitabının yazılmasının gerekliliği vurgulandı. Filmin asıl olarak Şems’in gelişiyle başladığının söylendiği videoda anlatılan 13 adımın ardından, Mevlana’yı anlatan bir biyografik filmin Şems ile başlayıp Şems ile biteceğinin altı çizildi. Sınav’ın hazırlamış olduğu videoda, sinemanın bir hal sanatı olduğunu ve 8 yüzyıl önce yaşanan vecd halinin bugün sinema ile anlatılacağı söylendi. Filmin görevinin ise Belh’ten gelen ‘Celaleddin’in Mevlana oluşu’ ve bu süreçteki büyük değişiminin aktarılması olduğu belirtildi. “SİZİ MEVLANA’YA GETİREN CÜMLE NE?”
“Önemli olan foto muhabirinin vicdanı ve niyeti” Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde üniversitenin 40.Yıl Etkinlikleri kapsamında Gazetecilik Bölümü tarafından ‘40 Yıl Sonra Öğrencinin Gözünden Selçuk Üniversitesi’ adlı fotoğraf sergisi düzenlendi. Etkinlik kapsamında Foto Muhabiri Abdurrahman Antakyalı, basın fotoğrafçılığıyla ilgili bir seminer verdi Gamze BAL
S
elçuk Üniversitesi’nin bu yıl 40.yılını kutlayacak olması nedeniyle İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü bir etkinlik düzenledi. ‘40 Yıl Sonra Öğrencinin Gözünden Selçuk Üniversitesi’ adlı fotoğraf sergisi için
“STAJDAYKEN MAKİNENİN İÇİNE FİLMİ TAKAMAZDIM” Sergi açılışının ardından, Abdurrahman Antakyalı, basın fotoğrafçılığıyla ilgili bilgi ve deneyimlerini iletişimci adaylarıyla paylaştı. Mesleğe 1989 yılında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirir bitirmez başladığını
Selçuk Üniversitesi’nin futbolda hedefi birinci lig
S
elçuk Üniversitesi Futbol Takımı, Üniversitelerarası 1. Futbol Ligi müsabakaları grubunda oynadığı müsabakalar sonrasında grup maçlarını yenilgisiz tamamlayarak birincilik kupasını kaldırdı. Takım böylelikle Antalya Belek’te düzenlenen müsabakalarda elde ettiği başarı sonucunda Mayıs 2015’te düzenlenecek ‘Yükselme Grubu Müsabakaları’na katılma hakkı kazandı.Mayıs ayında düzenlenecek ve 6 takımdan oluşacak olan Yükselme Grubu Müsabakaları’nda 3 üniversite takımı, üniversitelerarası futbol kategorilerindeki en üst lig olan ‘Süper Lig’e çıkma hakkı elde edecek.
Osman Sınav, Mevlana Türbesi’ne gittiğini ve oradaki insanların çok büyük çoğunluğunun turist olduğunu gözlemlediğini söyleyerek öğrencilerden bir istekte bulundu. Mevlana Türbesi’ne giden asıl turistin yerli halk olduğunu dile getiren Sınav; “Öğrenci arkadaşlarımdan buraya gelen turistlere, ‘Mevlana’nın sizi buraya getiren cümlesi ne?’ diye sorup araştırma metni çıkarmasını istiyorum. Hatta isterseniz bu işten belgesel bile çıkar. Bu çok önemli çünkü her türlü ırktan ve dinden insanlar geliyor buraya” diye konuştu. Söyleşinin ardından UBİMA başkanı Doç. Dr. Necmi Uyanık ve UBİMA Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Ufuk Deniz Aşçı, Osman Sınav ve Ahmet Yenilmez’ e plaketlerini takdim ederken İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Kalender ve Radyo Televizyon Sinema Bölüm Başkanı Prof. Dr. Aytekin Can ise Sınav ve Yenilmez’ e teşekkür belgesi verdi.
Prof. Dr. Ahmet Kalender
Abdurrahman Antakyalı
fotoğraf çeken öğrenciler kendi sergilerini açtı. Sergi açılışına Selçuk Üniversitesi Öğretim Görevlisi Salih Tiryaki ile beraber Depo Fotoğraf Ajansı Başkanı ve Anadolu Ajansı Fotoğraf Servisi Eski Müdürü Abdurrahman Antakyalı katıldı.
Öğr. Gör. Salih Tiryaki
söyleyen Antakyalı, o yıllarda hayalinin muhabir olmak olduğunu söylerken bir o kadar da acemilik yaşadığını dile getirerek; “Fotoğrafa yönelik bir eğitimi, sağlıklı bir şekilde alabileceğimiz ortamımız yoktu. Fotoğraf makinesinin içerisine filmi takmayı bilmeyen biri olarak staja başlamıştım” diye konuştu.
Antakyalı, o yıllarda Robert Capa adlı bir savaş fotoğrafçısının, İspanya iç savaşında çektiği ‘cumhuriyetçi bir askerin öldürülme anı’ adlı fotoğrafına eşlik eden bir cümlenin kendisi için bir motto olduğunu dile getirdi. Bahsi geçen cümle ise; iyi fotoğraf çekebilmek için, konuya yeterince yakın olabilmek gerektiği ile ilgili. Haber fotoğrafçılığında en önemli şeyin zaman olduğuna değinen Antakyalı, aynı zaman da en hızlı bayatlayan şeyin de haber olduğunu dile getirirken, “Teknik yönden kötü olsa bile, bir olay ile ilgili ilk verilen fotoğraf her zaman çok önemlidir” diye konuştu. “MUHABİRİN NİYET VE KARAKTERİ ÖNEMLİDİR” Fotoğrafta etik konusuna da değinen Antakyalı, anlamı değiştirecek şekilde çerçeveleme yapıldığından bahsederek bu hataya uluslararası nitelikteki kurumların dahi düştüğünü söyledi. Doğru, dürüst ve yansız bilgi veren fotoğraflar çekmek için çaba harcamak gerektiğini belirten Antakyalı, “Önemli olan foto muhabirin vicdanı, niyeti ve karakteridir. Örneğin Saddam Hüseyin’ in heykelinin yıkılışı ile ilgili haber, “Binlerce Irak’lı, heykelin yıkılışını izledi” şeklinde verilmişti. Fakat sonradan ortaya çıkan ise izleyenlerin bahsedildiği gibi binlerce olmadığını gösterdi” diyerek propaganda amaçlı fotoğraflara yer verilmemesinin altını çizdi. Anlattığı teknikleri fotoğraflarla da destekleyen Antakyalı’nın seminerine öğrenciler yoğun ilgi ve katılım gösterdi.
şehir
selçukiletişim
Mart 2015
/05
Bir iyilik hareketi ‘Genç Gönüllüler’ Genç Gönüllüler Derneği Konya’da birbirinden anlamlı ve etkili etkinliklere, kampanyalara imza atıyor. Gençler, imkânları çerçevesinde başta çocuk ve yaşlılar olmak üzere ihtiyaç sahibi kesimler için gerçekleştirdikleri sosyal sorumluluk projeleriyle herkese örnek oluyor kendi ortamımıza getiriyor hem de onların her anlarında yanlarında olup elimizden geldiğince eksiklerini tamamlamış oluyoruz’’ diyerek bu tür etkinliklerin Konya’da devam edeceğini belirtti.
Yusuf KARAKAŞ
G
enç Gönüllüler Derneği’nden Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi Rumeysa Balcı, Selçuk İletişim’e dernekle ilgili açıklamalarda bulundu. Balcı, şu an derneğin kurucularından ve sorumlularından olduğunu söyledi. Derneğin 15 Eylül 2010 yılında kurulduğunu söyleyen Rumeysa Balcı, “Marmara İlahiyat öğrencileri öncülüğünde başlamış bir hareket. Daha sonra bünyesindeki farklı fakültelerden gönüllü öğrenciler tarafından kurulmuş ve zamanla Bursa, Konya, Adana, Ankara gibi Türkiye’nin çeşitli illerinde şube ve temsilcilikleri bulunan, etrafında olup bitenlerden haberdar, bilinçli ve ahlaki ve manevi değerler hususunda hassasiyet gösteren, toplum sorunlarına duyarlı bir neslin yetişmesine katkıda bulunabilmeyi gaye edinmiş öğrencilerden müteşekkil kapsamlı bir öğrenci teşkilatlanmasıdır. İstanbul’la bağlantılı olarak hareket ediyoruz ve Genel Başkanımız Mustafa Tunç da Marmara İlahi-
yat mezunu. Herhangi bir dernek, vakıf veya cemaate bağlılığımız yoktur. Konya’da iki senedir faaliyet gösteren kulübümüz bu yıl itibariyle Necmettin Erbakan Üniversitesinde resmileşti ve geçtiğimiz Aralık ayında da tanıtım programımızı gerçekleştirdik’’ dedi. ÇOCUKLARIN YANINDA OLMALIYIZ Dernek mensuplarının gönüllü olarak bazı kurumlarda çalıştığını ifade eden Balcı, özellikle de birçok etkinlikte çocukların yanında olmaya devam edeceklerini söyledi. Rumeysa Balcı, “Yaz ayında sevgi evlerinde çocuklarımızın sünnet şöleninde yanında olduk, güzel bir program gerçekleştirdik. Bunun dışında belli gönüllülerimiz yine kurumun belirlediği günlerde düzenli olarak kurumlarla ilgileniyor, ziyaretler gerçekleştiriyor. Kandil zamanı Kandil simidi etkinliklerimiz, yarışmalarımız oluyor, çocukları karne aldıklarında çeşitli hediyelerle ödüllendiriyoruz. Tanıtım programımızı yaptığımız gün gönüllülerle çocuklarımızı buluşturma adına yuvadan çocuklarımızı İlahiyat Fakültesine getirdik ve ikramlar yaptık bu sayede hem çocukları
“TEK GELİR KAYNAĞIMIZ BAĞIŞ VE KERMES” Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bünyesindeki Çocuk esirgeme kurumları, Yetiştirme Yurtları, Sevgi Evleri, Çocuk Evleri, Rehabilitasyon Merkezleri, Huzurevleri, Türkiye’de sığınmacı olarak bulunan çocuklar, Sokakta çalışmaya zorlanan çocuklar gibi Bakanlık bünyesinde bulunan tebessüme ve şefkate muhtaç tüm bireylerle ulaşmaya çalıştıklarını sözlerine ekleyen Rumeysa Balcı, “Kulüp sadece bayanlardan oluşmuyor, fakat bayanların ilgi ve talebi daha fazla olduğu için yüzde 90’ı bayan diyebiliriz. Aynı zamanda çokça sorulan sorulardan biri sadece ilahiyat öğrencilerinden mi oluşuyor deniliyor. Şu an kulübümüzde Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik, Çocuk Gelişimi, Eğitim Fakültesi ve hatta Mühendislik bölümlerinden arkadaşlarımız var. Bu konuda samimi istekli ve gayretli olan herkes bizimle olabilir. Kulübümüz gönüllülük esasına göre, sadece İlahi rıza doğrultusunda hareket etmektedir, üye olanlardan herhangi bir aidat talebimiz yok. İhtiyaçlarımız bağışlar ve düzenlediğimiz kermeslerle karşılanmaktadır. Üyelerimizden istediğimiz sürekliliktir. Üye olan bir gönüllüyü aynı kuruma haftada bir kez göndeririz. İstikrarlı olmanız bizim için daha önemli yani bir kez katılırım vicdanımı rahatlatırım meselesi değil, çünkü özellikle çocuklar çabuk alışıyorlar ve bir süre sonra o gönüllümüzü göremeyince büyük bir ruhsal çöküş yaşıyorlar bu yüzden düzenli katılım çok önemli. Çocuğun benimsemesi gereken önemli şey sağlam bir imandır. Böylece karşılaştıkları durumların üstesinden gelmeleri daha kolay olacaktır’’ dedi.
İnsanlık ölmedi dedirten hikâye Yusuf KARAKAŞ
K
onya’da kendisine şiddet uyguladığı gerekçesiyle şikâyetçi olduğu ve boşanma davası açtığı 44 yıllık kocası felç geçiren Kadın Aytaç, durumuna üzüldüğü için affettiği eşiyle şimdi adeta bir bebek gibi ilgileniyor.44 yıllık evli olan ve 7 çocukları olan Kadın Aytaç,şiddet gördüğü gerekçesiyle boşanmak için mahkemeye başvurdu. Savcılık kararıyla evden uzaklaştırılan koca bu sürede felç geçirip bakıma muhtaç hale gelince eşi Kadın
Aytaç duruma üzüldüğünü ve kocasını affederek boşanma davası ile şikâyetinden vazgeçtiğini söyledi. Kadın Aytaç kocasının sağlığına kavuşması için bir dakika bile yanından ayrılmadığını belirterek,”Eşim yavaş yavaş sağlığına kavuşmaya başladı. Sürekli şiddet görüyordum ama bu duruma çok üzüldüm.Bir duydum ki Ali felç geçirmiş. Bu karda kışta, çay ocağında yatıyormuş. Kocamın durumuna vicdanım el vermeyince Allah rızası için ona bakmaya karar verdim. Soğukta yatmasın istedim” diye konuştu. Kocasının altını değiştirdiğini, yemeğini
yemesine, ilaçlarını almasına, vücudunu yıkamasına yardımcı olduğunu vurgulayan Aytaç, çocuklarının büyüdüğünü, şimdi ise eşine çocuk gibi baktığını ve ilgilendiğini vurguladı.Kendisinin de aldığı darbelere bağlı olarak karaciğerinden rahatsız olduğuna dikkat çeken Aytaç, ayağa bile kalkamayan eşi Ali’nin şimdi destekle de olsa yürüyebildiğini bildirdi.Aytaç, yaşadıklarının herkese ders olmasını istediğini bildirdi. Ali Aytaç ise yaptıklarından dolayı pişmanlık duyduğunu, yaşananlara kendisinin de eşinin de üzüldüğünü söyledi.
Yusuf KARAKAŞ
Çilesi bitmeyen meslek: Öğretmenlik Değerli okuyucular, çok ilginç ve bir o kadar da üzücü bulduğum bir haberden yola çıkarak yazıya giriş yapmak istedim. Konu şu: Mezun olduktan sonra atanamayıp dershanede çalışan öğretmenler, geçim sıkıntısından dolayı farklı işlerle ilgilenenler, uzun bir süreden beri çeşitli sendikalara bağlı öğretmenler, ek ders ücretlerinde iyileştirme yapılması ve tuttukları nöbetlerin de ek ders sayılması için basın açıklamaları yapıyorlar. Kendisi de eğitimci olan Balçova İlçe Milli Eğitim Müdürü Ömer Baydemir, bu yöndeki taleplerini gündeme getiren meslektaşlarına, “Materyalist ve para sevdalıları” diyerek kişisel facebook sayfasından tepki gösterdi. Muhakkak ki, tüm mesleklerde insanlar doğal olarak fazla çalışma saatlerinin karşılığını almak ister, bu onların hakkıdır. Ancak ülkemizde bu kadar atama bekleyen ve zaman zaman cinnet geçirme derecesine gelen öğretmenler varken üstelik kendisi de belki bu zorlukları yaşamış ve bir eğitimci olan bir bireyin böylesine cümleler sarf etmesini talihsiz ve bu mesleği yapan, mücadele edenlere saygısızlık olarak görüyorum. Ne diyelim artık…
*** 4 yıl ne de çabuk geçti Daha dün gibi hatırlıyorum öğrenci işlerinin önünde kayıt yaptırmak için sırada bekliyordum ve askerlik tecili için Meram Askerlik Şubesi’ne gitmiştim. O gün işim uzun sürdü ve saat 17.00’de kapandığı için fakülteye kayıt için yetişemedim. Öyle ya da böyle bir şekilde Konya Selçuk Üniversitesi’nde 4 yıllık eğitim süremin son dönemine geldim. Bazen değil her gün düşünüyorum, yeterince iyi değerlendirebildim mi bu dört yılı? Neler yaptım, şunu yapsaydım, keşke bunu yapmasaydım dediğim keşkelerim oldu. Çok iyi arkadaşlar edindim. Bu kente geldiğimde hem çok heyecanlıydım hem de korku vardı. Mesela lise yıllarında girdiğimiz ve adına yazılı sınav dediğimiz sınavlara üniversitede vize, final veya bütünleme adı veriliyordu. Bu bile çok heyecanlandırıyordu beni. Büyüdüğümü, hep o hayal ettiğimiz bir gün girmeyi planladığımız üniversiteye, kampüse gelmiştim. Peki, neler tavsiye ediyorsun diye sorarsanız. Öncelikle şu, ‘öneri’, ‘tavsiye’ gibi kelimeleri de hala anlamış değilim ya orası da ayrı bir mevzu.
***
Üniversiteye yeni gelen arkadaşlara benim tavsiyem, mutlaka öğrenci topluluklarından birine katılsınlar. ‘Ne gereği var?’ demeyin, çok gereği var. Tabii, okuduğunuz bölüm ile ilgili ileride çalışmak istiyorsanız saygıyı, sevgiyi, ekip içinde çalışmayı, gözlem yapmayı, bazen çok sevmeyi, değer vermeyi öğrenirsiniz bazen de tam tersini. Ama mutlaka bir şeyler kapacağınızdan emin olabilirsiniz. O yüzden tekrar ediyorum bu toplulukları kişisel gelişim eğitimi olarak görün. İkinci tavsiyem, ya nasıl olsa daha 4 yılım var deyip rehavete kapılıp da alttan ders bırakmayın. Çünkü bir sonraki sene planlarınız değişebilir fakat bu alttan bıraktığınız dersler ayak bağı olup rahat hareket etmenizi engeller. Üçüncüsü, tamamen beklentilerinizi karşılamasa da bir kütüphanesi vardır herhalde girdiğiniz üniversitesinin. Kitap okumaya zorunlu değil, ya da sırf hoca istedi diye ders geçmek için değil severek okumayı alışkanlık edinin. En önemlisi de yabancı dil sorununuzu mümkün olduğunca bir an önce halledin. Ruh sağlığınız bozulmadan, sevdiklerinizle mutlu günler yaşamanız dileğiyle bir sonraki sayıda görüşmek dileğiyle...
06/ Mart 2015
şehir
Anadolu içerisinde yaşam olan tek ada ‘Mada’
selçukiletişim
Konya AFAD İl Müdürü Yıldız Tosun:
“Vizyonumuz bilinçli, misyonumuz ise dirençli bir toplum’ Konya İl Afet ve Acil Durum Müdürü Yıldız Tosun, bilinçli ve dirençli bir toplum oluşturma vizyon ve misyonuna sahip kurumun temel amacının, gerçekleşmesi kaçınılmaz olan afet zararlarını ve etkilerini azaltmak amacıyla gerekli önlemleri almak olduğunu ve yolda hızla çalışan uluslararası standartlarda bir kurum olmayı hedeflediklerini belirtti Mustafa ESER Hüseyin CANDAN
S
elçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hüseyin Muşmal, Mada adasının Anadolu’da içerisinde yaşam olan tek ada olduğunu söyledi.Beyşehir Gölü’nde 27 ada ve 7 kayalığın bulunduğuna dikkati çeken Muşmal, “Bu 7 kayalık ise bazen görünen, bazen kaybolan, küçük parçalarından ibaret adalar. Beyşehir Gölü’nde 5 bin dekar büyüklüğünde, büyük bir köy büyüklüğünde adalarımız mevcut.Adalar,Tarihi Süreçte Beyşehir Gölü’nde ve adalarında hayat’ ismiyle bir kitap haline getirildi.Adaların tarihi, kültürel ve coğrafi yönden birçok özelliğini bulunuyor’’ diye konuştu.
Görenleri hayrete düşürdü
K
onya’nın Kulu ilçesinde Halil ve Mahmut Kaymak isimli kardeşlerin koyunlarından biri beş ayaklı kuzu dünyaya getirdi. Yaklaşık 140 koyunundan bir tanesinin iki hafta önce doğum yaptığını söyleyen Halil Kaymak, dünyaya gelen kuzunun boynunda siyah bir parçanın sallandığını fark ettiklerini söyledi. Yaptıkları kontrolde sallanan parçanın ayak olduğunu anladıklarını ifade eden Kaymak, ardından veterineri arayarak durumu anlattıklarını söyledi. Kuzunun diğer kuzular gibi sağlıklı, tek fazlalığın beşinci bacak olduğunu belirten Kaymak, kuzunun annesinden süt emmesinde ve diğer kuzular gibi koşup sekmesinde bir değişiklik olmadığını kaydetti.
28 yıllık dergi marka oldu
K
onya Ticaret Odası bünyesinde aylık yayımlanan ve yayın hayatında 28. yılına giren ‘Yeni İpek Yolu Dergisi’ ismi Türk Patent Enstitüsü’nce tescil edilerek Marka Tescil Belgesi’ni aldı. Yayın hayatına 1988 yılı Mart ayında Konya Ticaret Odası Dergisi olarak başladı.2015 yılında sayfa sayısı artırılarak içeriği zenginleştirilen dergi ile birlikte Konya Ekonomik Göstergeler Bülteni de okuyuculara ulaştırılıyor.KTO Başkanı Selçuk Öztürk, Konya’nın yayın hayatına zenginlik katan Yeni İpek Yolu Dergisi, Odanın faaliyetleri başta olmak üzere her ay 30’a yakın konu başlığı ile ülke ve Konya ekonomisine ilişkin raporları, araştırma çalışmalarını sunduğunu söyledi.
K
onya İl Afet ve Acil Durum Müdürü Yıldız Tosun, kurum çalışmaları ve hedefleriyle ilgili açıklamalarda bulundu. Halkı bilinçlendirmenin temel görevleri olduğunu aktaran Yıldız Tosun, bu kapsamda temel afet bilinci eğitimi yaptıklarını anlattı. Tosun, “www.konyaafetacil.gov.tr adresinden afet eğitimi yapılıyor. Afet öncesi, sırası ve sonrası olmak üzere depremde doğru davranış şekillerini öğretiyoruz. Öncesinde insanların evini sigortalatması, tarlalarını sigortalatması, iş yerlerini sigortalatması çok önemli. Tabii ki her şeyden önce sağlam binaların olması şart. Son deprem yönetmeliğine göre yapılan binalarımız gerçekten çok sağlam” diye konuştu. Deprem sırasında doğru davranış şekillerini bilmenin de önemine dikkat çeken Yıldız Tosun, doğru davranış şekilleri hakkında şu bilgileri verdi: “İnsanların yataklarını camın kenarına koymaları ve deprem olduğunda hemen merdivenlere, asansörlere kaçmaları çok yanlış. Deprem sırasında sağlam bir yere saklanmak hayat kurtarır. Bir hayat üçgeni oluşturulması gerekiyor. Bu sağlam masa da, sağlam kanepe de olur. Mutfağa kaçılıyor. Mutfağa kaçtığın zaman kesici, delici, yanıcı maddeler orada var. Oraya da kaçmamak gerekiyor. Bunlar deprem sırasında doğru davranış şekilleri, deprem sonrasında ise ayağımızda lastik ayakkabı yoksa tellerin üzerine basmamak gerekir, elektrik çarpabilir. Bunun haricinde de bu kaos ortamında nasıl davranması gerektiğini bilmek çok önemli. Kaos ortamında yetkililer ne diyorsa ona ayak uydurmalılar.” KONYA AFETE HAZIR Türkiye olarak Akdeniz Himayala Kuşağı’nın üzerinde ve bir deprem ülkesi olduğumuzu vurgulayan Yıldız Tosun, “Afet bizim bir yaşam kültürümüz haline gelmeli, Japonya gibi. Japonya’da insanlar nerede ne yapacaklarını çok iyi biliyorlar, doğru davranış şekillerini biliyorlar ama biz henüz bu bilince varabilmiş değiliz. Bu ancak eğitimle olur’’ dedi. Temel afet bilincinin hayatın her alanında kullanılabilen bir bilgi olduğunu aktaran Yıldız Tosun, elde edilecek bilgiler acil durumlarda kullanabilir olduğunu da dile getirdi. Türkiye Eğitim Seferberliği ile ilgili bir proje olduğunu da dile getiren Yıldız Tosun, 2015 yılında afete hazır aile, afete hazır okul, afete hazır iş yeri, afete hazır Türkiye hedeflediklerini aktardı. Konya’da 18 bin kişiyi proje kapsamında eğittiklerini ve il olarak Türkiye’de ikinci sırada olduklarını bildiren Yıldız Tosun, “Temel afet bilinci eğitimini birçok yerde yapıyoruz. Herkesi
de afet gönüllüsü olmaya davet ediyoruz. Mesela proje ayağında bir tanesi de Afet Gönüllüsü Gençler. Biz bunu üniversitelerimizden bekliyoruz. Öğrenciler bizim için çok önemli. Bir topluluk oluştursunlar mesela. Selçuk Üniversitesi ile bir protokol imzaladık. Bu imzalamış olduğumuz protokolde her öğrenciye bir saat temel afet bilinci eğitimi veriyoruz. Ücretsiz ve sertifikalı bir eğitim. Bütün gençlerimizi bu bir saatlik temel afet bilinci eğitimine davet ediyoruz. Eğitim salonlarında, liselerde, okullarda, konferans salonlarında bu eğitimi veriyoruz’’ sözlerine yer verdi. Eğitim kapsamında birçok tatbikatında yapıldığına değinen Yıldız Tosun, kurumun çalışmaları hakkında şunları kaydetti: “Biz okuldaki öğrencilere çok önem veriyoruz, her şey küçük yaşta başlıyor. Önce teorik olarak bilgi veriyoruz. Sonra bir deprem oldu, bir ses duyduk, ne yapacaksın? Nasıl davranacaksın? Hepsini söylüyoruz. Bunun yanı sıra dağcılık, kimyasal biyolojik nükleer radyasyon eğitimlerimiz de var. Bizim arama kurtarma ihtisaslı personellerimiz var.” “BANA BİR ŞEY OLMAZ” Kimyasal, biyolojik, nükleer saldırılarına karşı nerede ne yapacağımızı bilmenin önemine dikkat çeken Yıldız Tosun, yapılması gerekenleri şöyle sıraladı: “Nükleer bir silaha maruz kaldıysanız evin alt katlarını tercih edin. Bodrum gibi olan yerleri tercih edersiniz. Penceresi az olan yerleri tercih ediniz. Zaten bunun için bizim ikaz işaretlerimiz var. Eğer ki kimyasal gazsa hemen yukarılara çıkmamız gerekir. Yine penceresi az olan bir yere çıkılması gerekir. Ağzımızı ıslak bir bez ile kapatarak kamufle etmemiz gerekir.
Çünkü kimyasal saldırıdan beş altı dakika sonra hiçbir gaz kalmaz. Senin bir hareketi bilmen senin hayatını kurtarır. Biz Türk milleti olarak ‘burada bir şey olmaz, olursa da bana olmaz’ diyoruz. Öyle dediğimiz için kaybediyoruz.” KONYA’DA 33 BİN SURİYELİ Şu anda Konya’da kayıtlı 33 bin Suriyeli mülteci ile 2 bin Iraklı Türkmen olduğunu söyleyen Yıldız Tosun, şöyle devam etti: “Bunların kayıtları İl Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şubesi’nde yapılıyor. Koordinasyonunu biz yapıyoruz. Bir veri tabanımız var. Bu veri tabanını da MEVKA Kalkınma Ajansı’ndan destek alarak oluşturduk. Sivil toplum kuruluşları (STK) ne kadar yardım yapmış, kime yapmış, kimin yardıma ihtiyacı var. Filan evde buzdolabı var, filan evde çamaşır makinesi var, şu kadar gıda gitmiş, hangi tarihte gitmiş şeklinde. Bizim denetimimizde her STK’lara bir şifre veriyoruz.” Bunun yanı sıra sosyal yardımlaşmanın içerisinde olduklarını aktaran Yıldız Tosun, “Aile ziyaretlerinde bulunuyoruz. Halk sağlıyla kamu hastaneleriyle sürekli istişare içindeyiz. STK’lar ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları’nın yaptıkları yardımları biz biliyoruz. Sosyal Yardım derneklerinin yapmadığı yardımları, biz belediyelerle iş birliği içerisinde yapıyoruz, odun kömür dağıttırıyoruz. Bu tür çalışmaları yapıyoruz’’ dedi. Yıldız Tosun, Türkiye’de 10 ilde 25 tane kamp olduğunu ve dilenmek gibi olumsuz davranış sergileyenlerin bu kamplara gönderildiklerini sözlerine ekledi.
Altınekin’de bir ilk gerçekleşti Altınekin Platformu’nun Mart ayı toplantısında konuşan Altınekin Platformu Genel Sekreteri Agâh Yılmaz, platform tarafından yayımlanan Altınekin dergisinin ilçede bir ilk olduğunu ifade etti Yusuf KARAKAŞ
A
ltınekin Platformu’nun Mart ayı toplantısı, Platform merkez bürosunda yapıldı. Toplantıda Altınekin Platformu tarafından çıkarılan Altınekin dergisinin tanıtımı da yapıldı. Toplantıda ayrıca Altınekin’in sorunları tartışılırken bu sorunların giderilmesi ve ne gibi çalışmaların yapılması gerektiği konusunda görüş alışverişinde bulunuldu. Altınekin Platformu’nun Altınekin’in sosyal, kültürel, çevresel dokularına hizmeti gaye edindiğini ifade eden Altınekin Platformu Genel Sekreteri Agâh Yılmaz, çıkan derginin Altınekin’de ilk
olduğunu söyledi. Derginin çıkmasında emeği geçen herkese teşekkür eden Agâh Yılmaz, “Altınekin dergisi, 2 ayda bir yayınlanacak. Şu anda çıkan dergi Ocak-Şubat sayısı. Önümüzdeki sayıdan itibaren d aha geniş Altınekin içeriği ile dergimiz karşınızda olacak” diye konuştu. Altınekinlilerin birlik ve beraberlik içerisinde olmaları gerektiğini belirten Agâh Yılmaz, “Altınekin vatandaşları ve tüm ilgili kurumları birlik ve beraberlik içinde olmalı. Yaşadığımız su sıkıntısının, ileriye dönük daha ciddi sorunlara sebep olmaması için, gerekli çalışmaları yapmalıyız. Altınekin’e yakışan hizmetleri el birliği ile kazandırmanın amacıyla bu toplantılar gerekli” ifadelerini kullandı.
araştırma - inceleme
selçukiletişim
Mart 2015
/07
Gençlerin tercih etmediği bir müzik türü: Türk Sanat Müziği Dünyada köklü geçmişe sahip klasik müziklerden biri olan Türk Sanat Müziği, gençler tarafından tercih edilmiyor ve ‘yaşlıların müziği’ olarak görülüyor.Görüşüne başvurduğumuz uzmanlar, medyanın popüler müziğe öncelik vermesinin, gençlerin yaşamındaki hızlı değişimin ve eğitim sistemindeki aksaklıkların, günümüz gençliğinin Türk Sanat Müziği dinlememesine yol açtığını düşünüyor
Kıvanç UĞUR
K
lasik Türk Müziği ya da başka bir ifadeyle Türk Sanat Müziği, Orta Asya’dan bu yana Türklerin yaşamında yeri olan bir müzik türü. Tarihsel süreç içinde halk müziği, halkın gündelik yaşam içinde kendini ifade ettiği müzik türü olarak bilinirken, Türk Sanat Müziği ise bilgelerin, belli bir eğitim düzeyine ulaşmış kişilerin ilgilendiği bir müzik türü olarak tanınıyor. Günümüzde de Türk Sanat Müziği, orta yaş ve üzeri bir kesime hitap ediyor. Genç bireyler, istisnalar olmakla birlikte, Türk Sanat Müziği dinlemiyor. Günümüz toplum hayatının vazgeçilmez unsurlarından biri haline gelen alışveriş merkezlerinde, eğlence mekânlarında, restoranlarda, toplu taşıma araçlarında ve benzeri ortak yaşam alanlarında da Türk Sanat Müziği pek duyulmuyor. Popüler müzik ürünlerinin direkt tüketimi amaçlanırken, Türk Sanat Müziği ürünleri, zaman içinde dillerde ve kulaklarda yer ediniyor. “BELLİ BİR EĞİTİM DÜZEYİ GEREKİYOR” Selçuk Üniversitesi Dilek Sabancı Devlet Konservatuvarı Müdür Yardımcısı ve Geleneksel Türk Müziği Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Oğuz Karakaya, Türk Sanat Müziği’nin aristokrat(soylu) kesime hitap ettiğini dile getirdi. Buradaki aristokratlık kavramının içeriğinin parasal güçle değil, bilgelik ve eğitimle doldurulabileceğini belirten Karakaya, Türk Sanat Müziği’nin ariflerin, bilgelerin, belli bir eğitim düzeyine ulaşmış kişilerin, ustalarından öğrendikleri bir müzik dalı olduğunu ifade etti. Karakaya, “Bu durum, Klasik Batı Müziği’nde de böyledir. Klasik Türk Müziği’nde de böyledir. Klasik müzik dinleyebilmek belli bir eğitim seviyesine sahip olmayı gerektirir” diye konuştu. Gençlerin Klasik Türk Müziği dinlememesini özel radyo ve televizyonların ortaya çıkışına ve video paylaşım sitelerine bağlayan Karakaya, “1990’ların başında özel radyo ve televizyonların kurulmasıyla toplumun kültürel ve sanatsal dokusuna zarar verme endişesi taşımadan müzik çalışmaları yapıldı” dedi. “GENÇLER, POPÜLER MÜZİĞE MARUZ KALIYOR” Günümüz toplumunda insanların istemeseler bile bazı müzik türlerine maruz kaldıklarını belirten Karakaya, “Okul kantinine indiğimde genç arkadaşlarımız bilgisayardan popüler bir müzik açıyor. Akkonak’ta otururken müzik kutusuna bir lira atan o müziği hem dinliyor hem de oradaki insanlara dinletiyor” cümlelerini kullandı. Gençlerin yaşamına nüfuz eden
yabancı müzik olgusuna da işaret eden Karakaya, yabancı müziğin alışveriş merkezlerini kuşattığını dile getirdi. Alışverişi hızlandırmak için popüler müzik yayını yapıldığını vurgulayan Karakaya, dolmuşla seyahat ederken bile popüler müzik ürünlerine maruz kalındığını ifade etti. Popüler müziğin ve yabancı müziğin gençleri Klasik Türk Müziği’nden uzaklaştırdığını savunan Karakaya, “Kendi insanımız, doğal bir ortam içinde otantik müzik duyamıyor” diye konuştu. Gençlerin Türk Sanat Müziği’ne mesafeli yaklaşmasının altında yatan başka bir sebebin de internet ağının yaygınlaşması olduğunu belirten Karakaya, insanların her türlü popüler müzik çalışmasını internete yüklediğini dile getirdi. Müzikte kaset ve CD çalışmalarının bitme noktasına geldiğinin altını çizen Karakaya, “Geçmişte bir milyon kaset satıldığında “Altın Plak Ödülü” verilirdi” dedi. “GENÇLERİN YAŞAMI ÇOK HIZLI DEĞİŞİYOR” Necmettin Erbakan Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Zafer Kurtaslan da, gençlerin Türk Sanat Müziği’ne fazla ilgi göstermemesiyle ilgili Karakaya ile benzer düşüncelere sahip. Gençlerin Türk Sanat Müziği’ne mesafeli yaklaşmasındaki en büyük etkenin medyanın popüler müziklere yer vermesi olduğunu belirten Kurtaslan, gençlerin yaşam tarzlarındaki hızlı değişimin kendi kültürlerini tanıma ve yaşatma arzularını azalttığını dile getirdi. Dünya üzerindeki klasik müziklerin popülerleşme kaygısı olmadığını kaydeden Kurtaslan, klasik müziklerin zaman içinde beğeni süzgecinden geçerek, kulaklarda ve dillerde yer edindiğini bildirdi. Klasik Türk Müziği ile popüler müzik ürünleri arasındaki farklılıklara da değinen Kurtaslan, popüler müziğin, kolayca akılda kalması için çok basit melodilerle ve aralıklarla oluşturulduğuna dikkat çekti. Popüler müziğin toplum tarafından hemen tüketilmesi amaçlanarak oluşturulduğunu açıklayan Kurtaslan, “Popüler müzik; insanların beğenileri, sosyal yaşamları ve günlük dil kullanımları dikkate alınarak yazılır” dedi. “MÜFREDATTA İYİLEŞTİRME YAPILMALI” Öğrencilere temel eğitim sürecinde müzik eğitimi için çocukların algı, kavrama düzeyleri gösterilerek onların anlayabileceği türde çocuk şarkıları öğretilmesi gerektiğini vurgulayan Kurtaslan, Eğitim Fakültelerinin müfredatında Türk Sanat Müziği eğitimine yeterli önemin verilmediğini ileri sürdü. Eğitim Fakül-
tesi Müzik Eğitim Bölümü öğrencilerinin Türk Sanat Müziği’ne karşı oldukça ilgili olduklarının altını çizen Kurtaslan, müfredatta iyileştirme yapılması gerektiğini dile getirdi. Gençlerin Türk Sanat Müziği’ne ilgisinin çekilebilmesi yönünde önerilerini de ifade eden Kurtaslan, çocuklara yönelik daha çok Türk Sanat Müziği eseri bestelenmesi gerektiğini kaydetti. Bestelenen eserlerin CD ile tüm okullara gönderilerek temel eğitim gören çocuklara öğretilmesi gerektiğini açıklayan Kurtaslan, “Aileler, çocuklarının Türk Sanat Müziği’ne ve Türk Halk Müziği’ne karşı farkındalık geliştirmelerini sağlayacak ortamlar hazırlamalıdır” sözlerine yer verdi. “GENÇLERİ SUÇLAMAMAK LAZIM” Gençlerin Türk Sanat Müziği’ne mesafeli yaklaşımıyla ilgili değerlendirmelerde bulunan Ereğli Özel Şahika Koleji Müzik Öğretmeni ve Konya Musiki Derneği Türk Sanat Müziği Korosu Şefi Ersin Sümer, bu konuda gençleri suçlamamak gerektiğini dile getirdi. Gençlerin sanat müziğine mesafeli yaklaşımında asıl sıkıntının eğitim sisteminden kaynaklandığını vurgulayan Sümer, “Müzik öyle bir şey ki, çocuğa ne dinletirseniz çocuk onu alır. Çocuklar günümüzde televizyonda olsun, konserlerde olsun bir Batı özentisi olan rap veya pop türünde müzik dinliyorlar. Haliyle çocuklar, bu şekilde yönleniyor” cümlelerine yer verdi. Bilinçli eğitimcilerin ve ailelerin çocuklarına, klasik eserleri dinlettikleri takdirde çocukların bu yönde gelişeceğini söyleyen Sümer, bunun yolunun da eğitimden geçtiğini ifade etti. Konya Musiki Derneği Türk Sanat Müziği korusu olarak yılda iki kez konser verdiklerini dile getiren Sümer, “Maalesef Konya’dan fazla bir katılım göremiyoruz. Klasik eserler üzerine oluşturduğumuz koroya ne katılım çok fazla oluyor, ne de dinlemeye çok fazla gelen oluyor” ifadelerini kullandı. “DİBE VURMUŞ BİR MÜZİĞİ CANLANDIRMAYA ÇALIŞIYORUZ” Konya Musiki Derneği Başkanı Turan Arslan ise, gençlerin Türk Sanat Müziği’ne karşı önyargılı olduğunu dile getirdi. Derneklerinin Türk Sanat Müziği korosunda genellikle konservatuvar eğitimi alan gençlerin bulunduğunu belirten Arslan, Türk Sanat Müziği’ne ilgi konusunda toplumsal yapının da belirleyici unsurlardan biri olduğunu ifade etti. 1984 yılından beri faaliyetlerini sürdüren Konya Musiki Derneği’nin dibe vurmuş bir müziği tekrar canlandırma amacı taşıdığını bildiren Arslan, yılda iki defa Türk Sanat Müziği
konseri verdiklerini söyledi. Toplumun Türk Sanat Müziği’ne karşı ilgisini Konya özelinde değerlendiren Arslan, bazı ilçelerde Türk Sanat Müziği’ne ilginin daha büyük olduğunu dile getirdi. Konya’da ücretsiz konser verdikleri halde salonlar tam dolmazken Ereğli’de ücretli konser verildiği halde salonların tıklım tıklım dolduğuna tanık olduğunu anlatan Arslan, “Konya halkı, Tasavvuf Müziği’ne daha çok ilgi gösteriyor. Sanat Müziği, biraz ikinci plânda kalıyor” dedi. “YEREL YÖNETİMLERDEN DESTEK YOK” Konya Musiki Derneği olarak, en büyük sorunlarının çalışma yeri sorunu olduğunu belirten Arslan, çalışmalarını Selçuklu Gençlik Merkezi’nde yürütmek zorunda kaldıklarını dile getirdi. Konya Musiki Derneği Yönetim Kurulu Başkanlığına seçildikten sonra yer sorununun giderilmesi için yerel yönetimlere yazılı müracaatta bulunduğunu bildiren Arslan, yalnızca Karatay Belediyesi’nden olumlu sayılabilecek bir yanıt geldiğini kaydetti. Karatay Belediyesi’nin de kira bedeli karşılığında kendilerine yer tahsis edebileceğini anlatan Arslan, “Ben geçtiğimiz Haziran’dan beri derneğin başkanıyım. 30 yıldır derneğimizin içinde olan arkadaşlarımız var. Konserlere hiçbir belediye başkanının gelmemesinden yakınıyorlar” dedi. Dernek olarak genç, yaşlı bütün müzikseverlere kapılarının açık olduğunu belirten Arslan, gönüllüler korosu olduklarının altını çizdi. Gençlerin Türk Sanat Müziği’ne ilgisinin çekilmesinde anne ve babalara büyük sorumluluk düştüğünü bildiren Arslan, anne ve babalara çocuklarını, Türk Sanat Müziği konserlerine getirmeleri çağrısında bulundu.
08/ Mart 2015
araştırma - inceleme
selçukiletişim
Şiddetin temeli ailede atılıyor Toplumda her geçen gün artan şiddet olaylarıyla ilgili Selçuk İletişim’e konuşan Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Elemanı Araştırma Görevlisi Dr. Gürcan Şevket Avcıoğlu, şiddetin temelinin ailede verilen eğitimle başladığını ve sonrasında tüm topluma yayıldığını belirtti Selda ERKAN / Numan BABACAN
T
ürkiye’de özellikle son yıllarda kadına karşı, bireylerin birbirine karşı ve aile içi şiddetin arttığı görülüyor. Toplumun her kesiminde görülen şiddetin ailede başladığını ifade eden Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Elemanı Araştırma Görevlisi Dr. Gürcan Şevket Avcıoğlu, şiddetin her bireyin içinde içgüdüsel olarak bulunduğunu belirtti. Bazı toplumların bünyesinde, içgüdüsel olarak şiddet bulunsa bile bunu bastırabildiğini dile getiren Avcıoğlu, bazı toplumların da kişilerarası ilişkilerde şiddeti normal karşıladığını söyledi. Toplumun temelinin aile olduğunu vurgulayan Avcıoğlu, “Şiddetin bastırılması veya şiddetin ilişki süreçlerinin bir unsuru olarak görülmesi aileden başlar. Çocukların kontrolü bizim toplumumuzda şiddete dayandırılıyor, şiddet bir çeşit öğretim yöntemi olarak algılanıyor. Çocuk, ailesinde topluma katılmak üzere hazırlanıyor. Çocuk sosyalizasyon sürecinde şiddeti bir ikna aracı olarak ya da kontrol aracı olarak görüyor ve sosyalleşme sürecinde şiddeti öğreniyor. Bu öğrenme süreci arkadaş grupları içerisinde şiddet ya kendi grup bireyleri arasında ya da başka grup bireyleri arasında ikna mekanizması olarak devam ediyor” diye konuştu. “ŞİDDETİN KONTROLÜ KÜLTÜRLE ALAKALI” Şiddetin bütün topluma yayıldığına ve toplumdaki diğer gruplar arasında şiddete dayalı olarak bir üstünlük kurma anlayışına da değinen Avcıoğlu, şiddetin insanları ikna etme aracı olarak kullanıldığını dile getirildi. Dr. Avcıoğlu, şiddetin kontrol edilmesinin toplum kültürü ile alakalı olduğuna dikkat çekti. Bazı toplumlarda aileden başlamak üzere kişiler arası ilişkilerin daha uzlaşmacı olduğunu hatırlatan Avcıoğlu, bazı toplumların da barışçıl değerlerin aksine daha çatışmacı olduğunu, Ortadoğu’nun buna örnek olarak sürekli bir güç mücadelesi içinde olduğunu ve Arş. Gör Dr.Gürcan Şevket Avcıoğlu bunun şiddetten başka bir yolla çözülemeyeceği görüşünde olduklarını aktardı. İktisadî, kültürel, sosyolojik açıdan gelişmiş ve uzlaşmacı değerler ile sosyalizasyon süreçlerini tamamlayan toplumların şiddetten uzak durduğunun altını çizen Dr. Gürcan Şevket Avcıoğlu şöyle konuştu: “Gelişmemiş toplumlarda birbirleri üzerinde hâkimiyet kurmanın, var olan yetersiz kaynaklara hâkim olmanın ya da ideolojik olarak üstünlüklerini kabul ettirmenin yolu olarak şiddet seçiliyor. Zaten ekonomik olarak toplumun içerisinde bir bütünlük olmadığı için o kaynakları elde etmek için mecburen şiddete eğilimli oluyorlar.”
ğini, etrafta ne kadar çok şiddet görüntüsü olursa, şiddet olgusunun o kadar normalleştiğini vurguladı. Bu yolla şiddetin hem normalleştiğini, hem de insanların şiddetin problemleri çözdüğünü zannedip şiddete başvurduğunu anlatan Avcıoğlu, bunun için özellikle çocuklara verilecek değerlerin iyi belirlenmesi gerektiğini belirtti. Şiddetin bir çözüm aracı olmadığına dair değerlerin toplumda yerleşmeye başlamasıyla bazı kesimlerin ve insanların daha normal davranış sergileyeceğini kaydeden Dr. Avcıoğlu sözlerine şunları ekledi: “Bu konuda eğitimcilere de büyük Doç. Dr. Bünyamin Ayhan görevler düşüyor. Anaokullarından itibaren çocukların şiddetten uzak durmaları gerektiğine dair şiddetin çözüm yolu olmadığına dair ve şiddetin bir ikna aracı olamayacağına dair davranış olarak model olunması gerekir. Bu uzlaşmacı değerleri çocuklara aşılamak gerekir.”
“ŞİDDET ÇOĞALDIKÇA NORMALLEŞİYOR” Toplumdaki insanların birbirinden etkilendiğine değinen Avcıoğlu, toplumdaki etkileşim süreçlerinin bir hanenin içinde olup bitmedi-
“MEDYA VAR OLAN ŞİDDETİ AÇIĞA ÇIKARIYOR” Şiddetin medyada kullanılması ile ilgili görüşünü aldığımız Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Öğretim Üyesi
Doç. Dr. Bünyamin Ayhan, medyanın şiddete etkisi ile ilgili iki teorinin olduğunu ifade etti. Ayhan, ilk olarak medyanın şiddeti körüklediği veya motive ettiği ile ilgili görüş olduğunu, ikinci görüşün ise medyanın toplumsal anlamda şiddete etkisi olmadığı yönünde olduğunu belirtti. Çocukların çoğunun şiddetle alakalı çizgi filmler izlediğini ancak her çocuğun bunu uygulamadığına değinen Doç. Dr. Ayhan, toplumdaki unsurlar, araçlar ve yapıların medya tarafından sergilendiğini, medyanın reyting kaygısıyla saldırganlık ve cinsellik öğelerini ön plana çıkarttığını ve toplumun da bunu her zaman kabul ettiğini dile getirdi. Medyayla ilgilenen insanların toplumu analiz ederek toplumsal yapıya denk gelen ürünleri ürettiğini aktaran Ayhan, medyanın sıfırdan bir şey üretmediğini, var olanı dönüştürerek sunduğunun altını çizdi. Bireyin ailenin dışına çıktıktan sonra sadece medya değil toplumdaki diğer sosyalizasyon ajanlarıyla beraber onların etkisinin nasıl olması gerektiği ile ilgili bilgilendirilmesi gerektiğini kaydeden Doç. Dr. Ayhan, medya okuryazarlığıyla medyanın ne olup olmadığı hakkında konuşulması gerektiğini, medya okuryazarlığının başka alanlarla desteklenerek öğretilmesi gerektiğini vurguladı. İnsanların belli bir eğitim sisteminden geçmesinin eşlerine veya çocuklarına olan şiddeti azaltmadığını ifade eden Ayhan şöyle konuştu: “Toplumda çocuk yetiştirme sorunu var ve bundan kaynaklı problemler doğuyor. Toplumda geleneksel yapıları dünya merkezine oturtma gibi bir yaşam tarzı yaratıldı.
Bu sorunlar ortadan kalkmadan şiddetle ilgili her türlü unsurun fazla bir anlamı olmayacak. Şiddet sadece kadına yönelik bir unsur değil, ötekileştirmek de bir şiddettir. Şiddet her zaman toplum tarafından tercih edilen bir olgudur.” “ŞİDDETİN MEDYADA TEMSİLİNE BAKMAK GEREKİR” Medyanın şiddeti artıran yönünün bulunduğuna değinen Ayhan, toplumu kimin inşa ettiği sorusunu sormamız gerektiğini ifade etti. Toplumu kimin temsil ettiğini ve bu kanaat önderlerinin nasıl olduğuna bakmamız gerektiğini belirten Ayhan, şiddetin hayatın doğalı içinde var olduğunu, bunun medyada nasıl temsil edildiğine bakmamız gerektiğini dile getirdi. Şiddetin her medeniyette ve toplumda olduğunu hatırlatan Doç. Dr. Ayhan, “Bu şiddet olaylarının medyada nasıl temsil edildiğine bakmak lazım. Bunun dünyada örnekleri var. İngiltere, Fransa, İsrail veya Rusya gibi ülkelerin şiddet olaylarını nasıl verdiğine bakmak gerekir. Sadece belli noktaların verilip şiddet unsurlarının yansıtılmaması gerekir” diye konuştu. Şiddeti uygulayanların şiddeti bir propaganda aracı olarak gösterdiğinin göz önüne alınması gerektiğini vurgulayan Ayhan, terör örgütlerinin propaganda amaçlı olarak şiddet eylemleri gerçekleştirdiğini, medyanın şiddet olaylarına çok fazla yer vererek bir bakıma bu örgütlerin propagandasını yaptığını bilmesi ve daha dikkatli olması gerektiğini sözlerine ekledi.
güncel
selçukiletişim
Mart 2015
/09
Serdar Keleş
“Yüreğim yanıyor ana…” Yüreğim acı dolu, Kalemim ağlıyor. Her sözcük, her cümle onu arıyor sokaklarda, düşlerde. Hangi sayfaya dokundursam kalemimi, canlanıyor her harf. O geldi bizi kandırmışlar, ölmemiş yaşıyor, Yaşar Kemal geldi. Bizi yaşatan dilimizi bize öğreten ustamız geldi! Ve kocaman sevinç çığlıkları kaplıyor beyaz sayfaları a, d, y, h, r, e, z…tüm harfler uykudan kalkıp halay çekiyorlar ve her dilde şarkılar mırıldanıyor. Uzatıyorlar ellerini ustalarına, yazan kaleme… Lakin yarım ve eksik düşüyor bu sevinçleri hemen anlıyorlar o kalem sahibi ustaları olmadığını, yazan kaleme düşman kesiliyorlar. Usulca aydınlık perdesini karanlığa çekip kayboluyorlar birer birer… Harfler ve cümleler bu aralar uzun bir suskunluğa gömülü, sahibini araya dursun. Acaba biz kimi kaybettik. Bizden kopup giden İnce Memed’in mimarı, Yaşar Kemal kimdi… Dünyayı bin çiçekli bir kültür bahçesi olarak gören Yaşar Kemal, yaşayan dünya edebiyatının en büyük, en gerçekçi romancılarından birisiydi. Ülkemizi en iyi temsil edip Türkiye’den Nobel Ödülü’ne aday gösterilen ilk yazardı o. Edebiyatçı kimliği yanında, var olan toplumsal
Kadın cinayetlerine hep birlikte dur de!
Mersin’de üniversite öğrencisi Özgecan Arslan’ın katledilmesinden sonra kadına yönelik şiddete ve kadın cinayetlerine karşı biriken öfke tüm Türkiye’yi ayağa kaldırmıştı. Özgecan için yapılan eylemlerde, yazılan yazılarda ve haberlerde çok sayıda insan, artık kadın cinayetlerine, kadına karşı şiddete “dur” dedi Kübra ABİ
M sorunlara karşı hep duyarlı yaşayan özellikle Kürt sorununa dair barışçıl görüşleri ile kimileri sevdi Yaşar Kemal’i, kimileri fikirlerinden dolayı ona sırt çevirip gizliden okudu eserlerini. O aldırmadı bunlara, kalemine dokundu. ‘Halkların kardeşliği’ dedi, ‘barış’ dedi… “Bir bahçede hep aynı çiçekten olursa o bahçe güzel olmaz. Sen, ben, o varız diye güzel bu bahçe. Koparma farklı çiçekleri, kalsın renkleriyle kokularıyla...” derdi Ustamız. Öyle bir dünya kuruyordu ki, yüce gönlünde kardeşlik tohumlarını dağıtıyordu; bazen Kürt oluyor, bazen Türk, bazen Laz, bazen Çerkez… O hep başkasıydı, kalbi hep göçebeydi biraz. Barışa ve özgürlüğe kanatlanıp kalemi yoksul insanların, ezilen halkın adına bir kanun gibi duruyordu sömürgeci yüreklere inat. Acı çekti, gözyaşı döktü, hapishaneye atıldı ve bıçaklandı. Kalkıp gitmek uzaklara senin benim bilmediğim uzaklara gitmek istiyordu. Ama yapamıyordu. Kendi ülkesini, kendi insanını bırakmıyordu. Nasıl kalkıp giderdi bir başka yere, o bu toprakların büyüttüğü çocuktu. Kaçmak, ah kaçmak… onun için sonsuz bir saçmalıktan ibaretti. Durup kendi yurdunda yazacaktı nakış, nakış yüreklere birlikte yaşayalım birlikte şarkılar, türküler söyleyelim… Benim anadilim Kürtçe ama ben Türkçe’mi de seviyorum anlayışına çağıracaktı herkesi. Tüm bu çıkmazlara rağmen o savaşmayı seçmişti. Ve yaşadıkları aslında zorlu bir çocukluğun eseriydi. O acıyı, kaybetmeyi çok küçük yaşlarda öğrenmişti. Önce bir kaza sonucu sağ gözünü kaybeder Yaşar Kemal; Sonra dört yaşındayken ise babası gözleri önünde defalarca bıçaklanarak öldürülür. O gece sabaha kadar uyumadı o ağladı, annesi ağladı. Tek cümle çıktı ağzında” Yüreğim yanıyor” dedi anasına. Sabah olduğunda artık bu cümleyi bile kuramıyordu artık konuşamıyordu. Kekemeydi. Hayata dair öfkesini kimseye anlatamadı, anlamadılar. Onu dinleyen, geceleri ona sığınan kaleminden hariç… Bizim yüreğimiz yanıyor şimdi Usta. Nurlar içinde yat…
ersin’de bindiği minibüste şoför tarafından yakılarak öldürülen Özgecan Aslan, kadınların çağrısıyla binlerce insanı sokağa döktü. Kendisine yapılan insanlık dışı cinsel saldırıya direnen ve vahşice katledilen 19 yaşındaki üniversite öğrencisi Özgecan, Türkiye’de kadına yönelik şiddeti bir kez daha gözler önüne serdi. Günden güne artan kadın cinayetleri ve kadına şiddet haberleri artık bu katliamları engellemek için somut adımlar atılması gerekliliğini kamuoyuna gösterdi. Kadına şiddet ve kadın cinayetlerinin son bulması için öneride bulunan Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu; Cumhurbaşkanı, Başbakan ve siyasî parti liderlerinin kadın cinayeti işleyen erkeği kınayan açıklamalar yapması gerektiğini, koruma kanunun etkin uygulanmasını, kadın bakanlığının kurulmasını ve cinsiyet, cinsel yönelim eşitliğini temel alan yeni bir anayasa yapılması gerektiğini açıkladı. “SEN DE ANLAT” Özgecan’ın vahşice öldürülmesinden sonra gösterilen tepkilerden biri de sosyal medyada gerçekleşmişti. Binlerce kadın, Twitter’da #sendeanlat hashtagi ile başından geçen taciz, şiddet olaylarını paylaştı. İşte Twitter’da #sendeanlat etiketi ile paylaşılanlar… “ 2007'den beri cebimde ya da çantamın en ulaşılır yerinde biber gazı taşıyorum. Babamın üniversiteyi kazanma hediyesiydi. #sendeanlat “ “En kötüsü de küçükken anlamlandırmadığın bazı olayların büyüyünce "taciz ve istismar" olduğunu anlamak #sendeanlat“ “ Çocuksun, annen baban bir daha sokağa yalnız çıkarmaz diye korkudan anlatamıyorsun. #sendeanlat “ ÖĞRENCİLER, GÜVENLİK ÖNLEMLERİNİN ARTIRILMASINI İSTİYOR Selçuk Üniversitesi Alâeddin Keykubat Yerleşkesi’ndeki fakülte ve yüksekokullarda öğrenim gören öğrenciler, yerleşke içinde güvenlik önlemlerinin arttırılmasını talep etti. Yerleşke içinin daha fazla
ışıklandırılması gerektiğini dile getiren kız öğrenciler, “ Hastane kampüs içinde. Herkes hastaneye geliyorum diye elini kolunu sallayarak içeri giriyor. Kimin nereye gittiği belli değil. Buna bir çözüm bulunsun en azından hastaneye giriş kapısı ile kampüse giriş kapısı farklı olsun” diye konuştu. Kampüs içine çok sayıda araç girmesinden yakınan öğrenciler, “Her arabası olan kampüse geliyor. Ders saatlerimizde bile onların gürültülü egzozlarını dinliyoruz. Bu durum, rahatsız edici.” ifadelerini kullandı. Öğrenciler, ayrıca, ailelere ve öğrencilere toplumsal cinsiyet, kadın erkek eşitliği bağlamında eğitim verilmesi talebini de dile getirdi. Özgecan Aslan cinayetinin ardından konuştuğumuz Selçuk Üniversitesi öğrencisi G.B. Konya’da yaşadığı bir olayı anlattı: “Kadına yönelik şiddet, taciz Türkiye’nin her yerinde aynı. Yetkililer buna artık bir çözüm bulmalı. Ağır, caydırıcı cezalar konmalı ve kadını ikincilleştirmekten vazgeçilmeli. Ne yazık ki, her kadının şiddet, tacizle ilgili anlatacakları vardır. Ben Bosna Hersek Mahallesi’nde Geçtiğimiz dönem Kurban Bayramı zamanıydı. Sonradan çok pişman olsak da arkadaşımla bayramda Konya’da kaldık. Bilindiği gibi Bosna Hersek Mahallesi’ndebüyük çoğunlukla öğrenciler yaşıyor. Bayram zamanı da memleketlerine gittikleri için pek kimse kalmamıştı burada. Arkadaşımla çok sıkılınca dışarı çıkalım dedik. Geç dönmeyelim, sokaklarda pek kimse yok düşüncesiyle saat 20.00 sularında tramvayla Bosna’ya döndük. Yurda gittiğimiz sırada iki erkek arkamıza takıldı. Ellerinde çakmaklar bize ‘Yakalım mı sizi he! Yakalım mı!’ diye bağırmaya başladılar. Bize yaklaştılar ve dik dik baktılar. Korktuk
ve etrafta kimse yoktu. Takip ediliyorduk. O sırada tek başına yürüyen bir çocuk gördük ve yardım istedik. O da yabancı uyruklu bir öğrenci çıktı pek derdimizi anlatamadık ama bize yurda kadar eşlik etti. İki sapıktan o da nasibini aldı tabii. Ona da bize yardım ettiği için sataştılar. Yurda girdiğimizde aklımız bize yardım eden çocukta kalmıştı.” İKİNCİ ÖĞRETİM DERS SAATLERİNE DÜZENLEME Özgecan Arslan’ın vahşice öldürülmesi ikinci öğretim programı çerçevesinde eğitim alan ve dersten geç saatlerde çıkan üniversite öğrencilerini korkutmuştu. Öğrenciler sosyal medya üzerinden ikinci öğretimin ders saatlerinin değiştirilmesini talep etmişti. YÖK, şikâyetler üzerine ders saati değişikleri için yeni bir karar aldı. Birinci öğretim derslerinin bitiminin ardından ikinci öğretim derslerinin başlayabileceğini ve gerektiğinde hafta sonu da ders konulabileceğini açıklayan YÖK, ders saati değişikliklerini noktasında inisiyatifi üniversitelere bıraktı.
Son 5 yılda Türkiye’de medyaya yansıyan kadın cinayetleri 2010: 217 kadın 2011: 257 kadın 2012: 165 kadın 2013: 214 kadın 2014: 281 kadın Erkekler son 5 yılda en az 1134 kadın öldürdü. 2015’in ilk iki ayında erkekler en az 47 kadın öldürdü, 70 kadına ise şiddet uygulandı.
10/ Mart 2015
kültür - sanat
selçukiletişim
Muharrem YAĞIZ
yoruz ama yabancılar ne düşünür onu biraz da bu internet satışlarında sonra anlayacağız” diye konuştu.
Çizer Devrim Kunter, çizgi roman ve yarattığı ‘Seyfettin Efendi’ hakkındaki sorularımızı yanıtladı. Çizgi romana okuma yazma bilmeden merak saldığını belirten Devrim Kunter, ilk olarak Red Kit alıp resimlerine bakıp hikâyeyi anne ve babasına okuttuğunu anlattı. Kendisinin farklı dönemlerde farklı çizgi romanları ya da kahramanlarını sevdiğini belirten Kunter, “Seyfettin Efendi’ye başlarken var mıydı hatırlayamıyorum. Ama yaş dönemine göre sıralama yaparsak Red Kit’le başlayıp Örümcek Adam ve Conan’a uzanan oradan Martin Mystere ve KenParker’a gelen bir yolculuktan bahsedebiliriz” diye konuştu. “MİZAHİ BİR KARAKTER ÇİZİYORUM” Seyfettin Efendi karakterinin oluşumundan bahseden Kunter, ilk başta doğaüstü olaylar içeren bir dedektiflik hikâyesi düşündüğünü, sonrasında ise hikâye olarak daha mizahi bir karakter yazdığını belirtti. Kunter, karakterin kafasında aşağı yukarı şekillendiğinde çizgi roman olarak internette paylaşmaya başladığını ve en sondaki haline dönüştüğünü vurguladı. Seyfettin Efendi’nin gözlemci, alaycı, doğrular söz konusu olduğunda kuralları umursamayan biri olduğunu söyleyen Kunter, ayrıca karamsarlığa pek kapılmayan, her zaman çıkış yolu bulunabileceğine inanan inatçı bir karakter çizdiğini ifade etti. Kunter, Türkiye’de bir dönem kılıçlı kahraman ekolü yaşandığını ve bu kahramanların hem zeki, hem kuvvetli, hem çevik, hem yakışıklı olduğunu belirterek, “Seyfettin Efendi’nin öyle bir durumu yok, sadece çok zeki. Çizgi roman olarak asıl ayırt edici özelliği ise Seyfettin Efendi serisindeki gelişim olacak. Seyfettin Efendi, hem dünyanın hem karakterlerin yavaş yavaş değiştiğini göreceğimiz bir seri olarak tasarlandı” dedi. Edebiyatta polisiye türünü sevdiğini dile getiren çizer, zamanında Agatha Christie, Doyle, Poe gibi klasikleri severek okuduğunu, biraz daha ucuz roman dediğimiz kara filmlerin çıkışına sebep olan Hammet, Spillane gibi yazarları da takip ettiğini belirtti. Kunter, “Sinema alanında bu bahsettiğim yazarların uyarlama filmlerini de severek izledim, sinema denince Hitchcock’u da listeye eklemek gerekiyor tabii. Polisiye ve
Türk çizgi romanına ‘Seyfettin Efendi’ karakterini kazandıran çizer Devrim Kunter, gazetemize konuştu. Kunter, son çıkan kitabı ‘Hayırsız Ada’ ile karakterdeki bilim kurgunun arttığını, yıl içinde çıkacak ‘Esrarengiz Hikâyeler’ ve ‘Olağanüstü Maceralar’ın yeni serileriyle de aksiyon düzeyinin yükseleceğini dile getirdi
zeki hafiye konusunun belirli klişeleri var bunları çizgi romanlarımda kullanıyorum ama karakter olarak derseniz onu herhangi bir polisiye kahramanından modellemedim” sözlerne yer verdi. “ÜRETİMDE İSTİKRARSIZLIK SORUN VAR” Türk çizgi romanında çok sorun olduğunu vurgulayan Kunter, bunların başında belirli bir kuşağın çizgi roman üretmeden büyümüş olması olduğunu aktardı. Kunter, “Bakıyorsunuz çizgi roman bir dönem büyük bir sektörken sonraki dönem tamamen yok olmuş. Bunu geliştirmek zaman alacak bir uğraş. Bakalım, zamanla yoluna girer diye düşünüyorum” ifadelerini kullandı. Çizgi romanda karakterin daha ön planda olması gerektiğinin altını çizen Kunter, bizdeki temel sorunlardan birinin karakter yaşatamamak olduğunu, çizgi romanı doğru düzgün karakterler yaratmadan sürdürebilmenin mümkün olmadığını vurguladı. Çizer, çizgi romanda ekol farkı gözetmediğini
belirterek daha çok İvo Milazzo, Frank Miller, Simon Bisley, Rembrandt’dan etkilendiğini ifade etti. Çizgi romanda birçok konuyu birleştiren Kunter, bunun nedenini de şöyle açıkladı: “Çizgi roman (üstelik yüksek film bütçeleri harcamadan) istediğiniz görselliği yaratabileceğiniz bir alan. Tür olarak polisiye ve bilim kurgu sevdiğim için ikisinin karışımı güzel olur diye düşündüm. Önceden bahsettiğim gibi ilk başta doğaüstü olaylar ve polisiyeyi birleştiren bir tür düşünmeme rağmen o türün çok fazla örneği vardı. Zaten akıl ve bilim üzerine konumlanmış pozitivist bir karakterin doğaüstü olayların olduğu bir ortamda bulunması oksimoron bir etki yaratıyor.” Seyfettin Efendi’yi İngilizce olarak da yayımladıklarını belirten Kunter, “İnternet üzerinden satış yapan en büyük şirket olan comixology’de İngilizce olarak yayınlıyoruz (İngilizce çevirileri yapan Emre S. Taşkıran ve editörlüğünü yapan James Önder’e de teşekkür ederim.). Basılı olarak yayınlamak için henüz bir girişimde bulunmadım. Biz beğeni-
SEYFETTİN EFENDİ’YE YENİ BİR ORTAK: USTURA KEMAL Son çıkan ‘Hayırsız Ada’ serisiyle Seyfettin Efendi’nin bilim kurgu kısmını yükselttiklerini vurgulayan Kunter, “İlk başta ufak tefek değişik aletler varken artık kurgusal kısmı yüksek aletler, silahlar göreceğiz. Bir yandan da süregelen casusluk ve Haşhaşiler meselesini işleyeceğiz” dedi. Kunter yeni projelerinden bahsederek, “Yıl içinde önce kısa maceralar içeren Esrarengiz Hikâyeler 02’yi çıkartacağız. Bu sefer yazar olarak aramıza Demokan Atasoy, Galip Dursun, İ. Muhammed Çelik, Alper Kaya ve Seçkin Sarpkaya, çizer olarak Bartu Bölükbaşı, Emrah Çıldır, Emre Çıldır, Yıldıray Çınar, Seçkin Kalem, Elif Kut ve Bora Örcal katıldı. Pin-up ve kapaklarda da yeni çizerler var hatta Haldun Sevel’in Ustura Kemal’i ile ortak bir maceramız da olacak. İkinci olarak tam macera serisi Olağanüstü Maceralar 03’ü çıkaracağım. Her yıl iki kitap çıkartmayı hedefliyorum” dedi. İyi bir çizgi romanın temelde bazı özelliklere sahip olmasını söyleyen Kunter, karakter, hikâye ve çizim olarak belli bir ortalamayı tutturmak gerektiğini, bunlardan birinin çok iyi diğerinin kötü olması durumunda çizgi romanın başarısızlığa mahkûm olacağını vurguladı. Çizgi romanı sıçrama tahtası olarak düşünmediğini dile getiren Kunter, Türkiye şartlarında Seyfettin Efendi’nin dizi ya da film olarak ekranlarda yer alacağının düşünmediğini ama büyük konuşmamak gerektiğini sözlerine ekledi.
kültür - sanat
selçukiletişim
Mart 2015
/11
Giyimde farklılığın adı: “Otantik” ı giyi farkl nde n e B i ‘ a’da içeris has Kony , toplum m i d e neyim im ve ken ım’ diyen t y e a f e k a ı s kıy öne ç m tarzını m a l m i i ı tarz k giy antik Giy r, tanti t ler O imurg O usuf Alpe S k . r b o i h iY tanti çiy ası sa plumun o lçuk z a ğ to Ma Se isini a’da, Kony e olan ilg nlattı giyim etişim’e a İl
G
Gökçen BEKTAŞ
ünlük hayatta giyim-kuşam mağazası, dükkânı oldukça fazla. Hatta her sokak başında bir mağaza bulunuyor dersek abartmış olmayız. Yusuf Alper de farklı bir tarzla ortaya çıkıp Konya halkını Otantik Giyimle buluşturuyor. Sıra dışı kelimesinin hakkını veren işletmede Yusuf Alper, Nepal, Hindistan ve Uzak Doğu kültürlerine has yöresel kıyafetleri, etnik ve bölgesel ürünleri getirttiğini, bu kıyafetlere Konyalı yurttaşların yoğun ilgi gösterdiğini dile getirdi. İşletme Sahibi Yusuf Alper, sektörde birinci yıllarını doldurduklarını belirterek, “Açıldığımız günden bugüne her kesimden insanı mağazamızda ağırladık. Buraya gelen her vatandaş, ‘Konya’da böyle bir yer var mıymış’ diyor. Tabii, bu durum bizi mutlu edi-
yor. Konyalı tarafından yoğun teveccüh gördük ve görüyoruz” ifadelerini kullandı. Hem kadınlara hem de erkeklere hitap eden ürünlerinin olduğunu söyleyen Alper, “Daha çok kadın ağırlıkta ürünlerimiz mevcut. Uzun elbiseler, etekler, şalvarlar, fularlar, yöresel takı ve aksesuarlar, satışını yaptığımız ürünlerin bazıları. Ürünlerimiz el dokuması olup, kökboyasından yapılan doğal ürünlerdir. Bu nokta da vücuda sağlık olarak fayda sağlar. Mistik ve geleneksel ürünleri meraklılarıyla buluşturuyorum. Farklı giyinmek, toplum içerisinde farklı olmak isteyenlerin adresi hiç şüphesiz Simurg Otantik Giyim oluyor” diye konuştu. Kıyafetlerin 35 liradan başlayıp 150 liraya kadar çıktığını anlatan Yusuf Alper, her kesimin bütçesine göre ürünlerinin olduğunu sözlerine ekledi.
Yusuf Alper
Mezuniyet oyunu Fehim Paşa Konağı Selçuk Üniversitesi (SÜ) Dilek Sabancı Devlet Konservatuvarı’nın bu yılki mezuniyet oyunu Fehim Paşa Konağı. Kalabalık bir ekiple oynanan müzikli oyunun kökenleri, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine uzanıyor Yusuf KARAKAŞ
T
urgut Özakman’ın yazdığı, SÜ Dilek Sabancı Devlet Konservatuvarı’nın mezuniyet oyunu Fehim Paşa Konağı’nı Öğretim Görevlisi ve Yönetmen Murat Atak yönetiyor. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerini anlatan oyunun yönetmeni Murat Atak, “Bu müzikli Geleneksel Türk Müziği Bölümü öğretmen ve öğrencilerimizle birlikte hazırladık, ayrıca ilk defa bu oyunumuzda tiyatro bölümünün bütün öğrencileri görev aldı. Dolu bir salonda seyircinin karşısına çıktık. Çok güzel bir seyirci kitlemiz var ve bunun dışında Konya dışından gelen konuklarımız da var” dedi. “HERKESİ OYUNUMUZA BEKLİYORUZ” SÜ Dilek Sabancı Devlet Konservatuvarı’nın 22 yıl önce kurulduğunu ve ilk kurucu hocalarından biri olduğunu ifade eden Atak, “12–13 yıl kadar burada öğretmenlik yaptıktan sonra devlet tiyatrosundaki yoğun çalışmalarımdan dolayı gelemedim 3–5 yıl boyunca. Bu yıl yeniden geldim. Her son sınıf öğrencileriyle
mezuniyet oyunu çıkartmak adettir ve genelde sene sonunda yapılır. Bu yıl bir değişiklik yaptık çünkü sene sonu sergilenen oyun, bir ya da iki defa sergilenebiliyor. Bu çocuklarımızın daha çok seyirci karşısına çıkması için oyunu bu sene birinci dönem sergiledik. İkinci dönem sonu yine aynı oyun sergilenecek ki, daha profesyonel olsunlar dış dünyada. İkinci dönem oyunumuz mart, nisan, mayıs’ta sergilenmeye devam edecek’’ diyerek, herkesi oyunu izlemeye davet etti.
“KONYA, TİYATROYU SEVİYOR” Amaçlarının sadece konservatuvar öğrencilere eğitim vermek değil, bütün üniversitenin kültür ve sanat etkinliklerini ortaya çıkarmak, tiyatroyu sevdirmek ve geniş kesimlere hitap etmek olduğunu vurgulayan Atak, “Öğrencilerimiz buraya ne kadar gelirse konservatuvarımızın adı ve dolayısıyla üniversitemizin adı duyulmuş olur. Konya’da tiyatroya ilgi çok fazla, devlet tiyatrosunun da kurucularındanım ve en büyük özelliği
ilk mezunlarımızın hepsini Konya Devlet Tiyatrosu’na aldık. Şu an oradaki oyuncularımız hepsi devlet tiyatrosu sanatçısı ve 16–17 yıllık deneyimleri var. Bu yıl açılış oyunu ‘Töre’yi ben sahneye koydum. O oyunda da bu akşamki oyunda da yer yoktu ve kapalı gişe oynuyoruz, bu şekilde devam etmesini umut ediyorum. Konya’da tiyatroya ilgi çok fazla ve buranın bir an önce sahnelere ihtiyacı var” ifadelerine yer verdi.
12/ Mart 2015
medya
selçukiletişim
“Medya Okuryazarlığı dersi zorunlu olmalı” Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda hâlihazırda seçmeli olarak okutulan ‘Medya Okuryazarlığı’ dersiyle ilgili gazetemize konuşan Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Öğretim Üyeleri, dersin zorunlu olması ve etkin bir biçimde okutulması gerektiği konusunda hemfikir
Dilek DOĞAN
M
illi Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu tarafından okutulan Medya Okuryazarlığı dersi halen seçmeli olarak okutuluyor. 20. yüzyılda başlayan ve günümüzde de gelişmeye hızla davam eden teknoloji, insanların hayatında büyük yer tutuyor. Bilim insanlarının yaptığı araştırmalara göre Türkiye’de bir kişinin yıllık televizyon izleme oranı bir yılın yüzde 19’u olarak karşımıza çıkıyor. Bu oran, günlük 2–4 saate tekabül ediyor. Araştırmalar sonucunda ortaya çıkan bir diğer sonuç ise televizyon gibi hayatımızda oldukça büyük yer edinmiş bu teknolojik aletlerden en çok etkilenenlerin çocuklar olması. İşte burada devreye Medya Okuryazarlığı dersi giriyor. Medya Okuryazarlığı dersi hakkında Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Öğretim Üyeleri’nden Prof.Dr. Ayhan Selçuk, Doç. Dr. Bünyamin Ayhan ve Doç. Dr. Şükrü Balcı, Selçuk İletişim’e açıklamalarda bulundu. Öğretim Üyeleri, ‘Medya Okuryazarlığı dersi zorunlu olmalı mıdır?’ ‘Medya Okuryazarlığı dersi verilmesiyle nasıl bir kitle oluşur, kitleyi nasıl etkiler?’ şeklindeki sorularımızla ilgili de düşüncelerini paylaştı. Akademisyenlerin, konuyla ilgili görüşleri şu yönde: “İNSANLAR BU DERS SAYESİNDE BİLİNÇLENECEK” Prof. Dr. Ayhan Selçuk: Medya Okuryazarlığının temel amacı, gençleri,
özellikle de çocukları medyanın olası zararlı etkilerden korumak olduğuna göre, bu dersin ilköğretim okullarında zorunlu olmasında yarar var. Çocuklar kurmaca ile gerçeğin ayrımını yapamadıkları için, kurmaca olan şeyleri (film, çizgi film vs.) gerçek gibi algılayabiliyor. Başka bir deyişle, medyanın aktardığı bütün mesajları doğru olarak kabul edebiliyor, ki bu durumun sadece çocuklarla sınırlı olduğu da söylenemez. Ülkemizde çocukların yılda ortalama 900 saatini okulda, bin 500 saatini televizyon karşısında geçirdiği düşünüldüğünde durumun ciddiyeti daha net olarak ortaya çıkıyor. Medya Okuryazarlığı dersi amacına uygun bir şekilde verilebildiği takdirde, çocuklar hem kurmaca ile gerçekliğin ayırımını yapabilecek hem de medyanın aktardığı, yazdığı, çizdiği şeylere karşı sorgulayıcı bir tavır sergileyebilecek, bir anlamda medyayla arasına mesafe koyabilecektir. Bu hedefi gerçekleştirebilmek için müfredatın amaca hizmet edecek şekilde yapılandırılması ve dersi verecek öğretmenlerin iletişim fakültesi mezunlarından atanması gerekir; akıl da mantık da bunu gerektirir. Medya Okuryazarlığı dersinin günü kurtarmaya dönük, birkaç haftalık hizmet içi eğitim sonrası görevlendirilen öğretmenlere verdirilmesi dersin amacıyla örtüşmediği gibi, havanda su dövmekten öte bir anlamı da olmayacaktır. Doç. Dr. Bünyamin Ayhan: Medya Okuryazarlığı Dersi zorunlu olunca öğrencilerin bu ders vasıtasıyla medyayı an-
lama ve çözümlemelerine katkı sağlayacaktır. Bireylerin Sosyalleşmesinde etkili ajanlarından olan medya, öğrencilerin hayatında önemli bir yer işgal etmektedir. Medya bu bağlamında etkili bir araç olarak bireylerin tutum, davranış ve bilgi sürecinde yönlendirme ve kalıpların oluşmasına katkı sağlamaktadır. Katkıların olumlu yönlerinin yanı sıra öğrencilerin hayatında olumsuz katkılar daha çok öne çıkmaktadır. Öğrencilerin medyanın olumsuz yanlarına karşı bilinçlendirilmesi ve bilgilendirilmesi için Medya Okuryazarlığı Dersinin zorunlu olarak verilmesi öğrencilerin hayatında olumlu katkılar sağlayacaktır. Dersin kaçıncı sınıfta, nasıl ne hangi içeriklerle verileceğine uzmanlar (psikolog, sosyolog, eğitim bilimciler ve iletişim uzmanları) ortak bir şekilde karar vermelidir böylece daha sağlıklı, bilinçli ve doğru olacaktır. Bu dersin verilmesiyle öğrenciler medya karşısında daha bilinçli davranacaklardır. Medyadaki imgelerin, simgelerin içerini anlayabilecek ve bunları daha doğru analiz edecektir. Medyanın topluma nasıl bilinçsizce yansıdığını görüp fark edecektir ve eleştirel yaklaşıma sahip olacaklardır.
Dersin ilköğretimde zorunlu olması etkili olur. Günümüzde televizyonun diğer kitle iletişim araçlarına göre etkisi daha fazla. Çünkü televizyon hem kulağa hem de göze hitap etmektedir. Medyanın yaşam üzerindeki etkilerini daha iyi analiz edebilmek için Medya Okuryazarlığı Dersinin zorunlu olarak verilmesi gerekiyor. Dersin temel amacı kitleyi bilinçlendirmektir ve olanı hemen almadan, sorgulayan, eleştiren toplum yaratmaktır. Medyanın sunduğu içerikleri bilinçli olarak tüketmektir. Çocuklar ve gelecek nesiller için çok önemli. Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde görevli 3 öğretim üyesinin görüşü de Medya Okuryazarlığı Dersinin zorunlu olması ve etkili olması yönünde. Ayrıca öğretim üyeleri, bu şekilde daha bilinçli, düşünen, sorgulayan ve olaylara eleştirel yaklaşan kitle oluşacağını düşünüyor.
“İLKÖĞRETİMDE ZORUNLU OLMALI” Doç. Dr. Şükrü Balcı: Medya Okuryazarlığı Dersinin zorunlu olması daha doğru olacaktır.
Ne suç, ne değil? Sosyal medyada hukuki sınırlamalar son dönemde en çok tartışılan konular arasında. Ama internet ortamında denetim kolay gözükmüyor. Ne suç ne değil? Bu kavramlar da tartışmalı… Mesut YILMAZ
H
ukukçular sosyal medyada suç tanımının tartışmalı olduğunu belirtiyor ve yasal düzenleme yapılsa da internet ortamının yüzde 100 denetlenmesinin mümkün olmadığını vurguluyorlar. Türkiye’de bugün için sosyal medya ve internet üzerindeki suç tanımları ile yaptırımlar, şu şekilde sıralanıyor:
'SUÇ VE İSPATI'
İnternet ortamında ve sosyal ağlar aracılığı ile yazılanların kime ait olduğunu yüzde yüz ispat etmek çok zor. İnternet ortamında
oluşturulan bir içerik, hakaret ve suça, isyana veya şiddete teşvik gibi yasal tanımlara girmiyorsa, suç sayılamaz. Nefret söylemi de şiddet bağı varsa ceza konusu olabilir.
'AĞIR ELEŞTİRİ'
Ağır eleştiriler bile savcı ya da hâkim takdirine göre, takipsizlik ya da beraat ile sonuçlanabilir. Muhalif içerikte olan bir yorum suç teşkil etmez. Özellikle siyasetçiler arasında yaşanan, Asliye Hukuk Mahkemelerinde tazminat davalarına konu olan ve beraat ile sonuçlanan çok sayıda ağır eleştiri davası var.
'TWİTTER IP VERMİYOR' Twitter gibi Türkiye’de temsilciliği olmayan şirketler, Türk makamlarına IP numarası vermiyor. Teknik yollarla bulunan IP numarasının o kişiye ait olduğu saptansa dahi, soruşturmaya konu mesajın atıldığı dakikada orada birden fazla kişi varsa, kesin suçlama yapılamıyor. Sahte hesaplar dolayısıyla sosyal paylaşım hesabının, gerçekten o kişiye ait olup olmadığı da ispatlanmak zorunda…
'RETWEET SUÇ OLUR MU?’
'Halkı isyana teşvik eden bir twiti retweet etmek de, suçlamaya konu olabilmektedir. Bu biçimdeki bir twiti hiçbir yorum eklemeden aynen retweet eden kişinin o twitin içeriğine katıldığı anlamı çıkar ve bu da suç soruşturmasına konu olabilir.
'İNTERNETTEN MÜZİK VE FİLM İNDİRMEK YASAK MI ?' Bununla ilgili 5846 sayılı fikir ve sanat eserleri kanunu bulunuyor. Kural olarak eser sahibi izin vermedikçe herhangi bir eseri; müzik, video, roman, şiir hiçbir şekilde paylaşılamaz ve umuma arz edilemez. Fakat bu umuma arz edilmiş ve herhangi bir kaynaktan elde edilmiş ise bunu bilgisayara kaydetmek yasalarımızda herhangi bir suç aykırılığı olarak görülmüyor, kişisel kullanım olarak ayırım yapılıyor. Ancak bu tür içerikleri herhangi bir şekilde dağıtırsanız yasa kapsamında suç olarak tanımlanıyor. Aynı zamanda da eser sahipleri telif bedeli olarak sizden belli bir tazminat isteyebilirler.
müzik
selçukiletişim
Mart 2015
/13
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk operası:
Özsoy Operası
Ö
Melike İŞDAR
zsoy Operası, Ahmed Adnan Saygun’un bestelediği ve Münir Hayri Egeli’nin yazdığı Türkiye Cumhuriyeti tarihinin sahnelenen ilk operası. Özsoy Operası, Mustafa Kemal Atatürk’ün ve İran Şahı Rıza Pehlevi’nin kurmak istediği yakınlaşma için hazırlanmış bir araçtı. Adeta tek kullanımlık bir opera olarak tasarlandı. Atatürk tarafından İran Şahı Rıza Şah Pehlevi’nin ziyaretinde sergilenmek üzere ısmarlanan opera, onu etkilemek ve işbirliğine daha kolay yönlendirmek için tasarlanıp, misyonunu gerçekleştirdikten sonra bir daha oynanmamak üzere unutuldu. Mustafa Kemal Atatürk’ün yönergeleri ve denetimi ile yazılan opera, 2 ay gibi kısa bir sürede bestelendi. MÜZİK, SİYASÎ ETKİLERLE ŞEKİLLENDİ Türkiye’de, Cumhuriyet’in ilanı sürecinde siyasî hayatın etkileriyle şekillendirilen bir müzik kültürü oluşturma çabaları vardı. İlk girişimler, doğrudan Osmanlı geleneğinden sıyrılıp ulusalcı bir etkiyle yeni Türk devletinin kurulma çabalarıdır. Böylelikle yeni Türk devletinde yapılan bütün değişimler ve yenilikler Türk olma, Türkçülük, Orta Asya’ya uzanan kökler gibi birçok başlık altında toplanan, yenilik hareketlerinde, ulusalcılık akımının etkisi görülüyor. Ulus bilinciyle beraber Cumhuriyet’in kuruluşunda ortaya çıkan iki başlık önem kazanıyor. Birincisi Türklük düşüncesi, ikincisi de modernleşmedir. Avrupa’yı bu dönemde model alarak bir gelişim istediğini açıklayan Atatürk, gelişimin mutlaka sentez olması gerektiğini vurgulayarak, Avrupa’yı kopyalamadan, kendi halk kültürümüzden yola çıkarak yapacağını açıklıyor. Atatürk, halk kültürünün Anadolu halkının köylerinde yeşerdiğini, orada bulunabileceğinden bahsediyor. Bu dönemde Osmanlı kültürünün reddedildiği gibi, müzik konusunda da Türk Sanat Müziği reddediliyordu. Bu konudaki görüşlerini Selçuk İletişim gazetesine açıklayan Selçuk Üniversitesi Dilek Sabancı Devlet Konservatuvarı Öğretim Görevlisi Hilmi Yazıcı, “Türk Sanat Müziği’nin Osmanlı geleneği hakkında bozulmuş bir müzik olduğu iddia ediliyordu. O dönemde, arabesk diyebileceğimiz etkilerden şekillenmiş olumsuz bir müzik olduğu ve bu müziğin Türklüğün üzerini kapattığı düşünülüyordu. Hatta bir dönem radyolarda çalınması dahi yasaklandı” ifadelerini kullandı. Asıl müziğin Orta Asya’ya dayanmakla beraber aslında Anadolu’daki köylerde bulunabileceği iddialarından da bahseden Yazıcı, “Bu iddialarla beraber Özsoy operasının bestecisi Adnan Saygun ve o zamanın önemli bestecilerinden Macar besteci Bela Bartok ile beraber Anadolu’da bir tura çıkıyorlar. O zaman
ki teknoloji kapsamında türküleri topluyorlar. Sayısız türküler toplanıp, düzenlenerek bir nevi çerçeve oluşturuluyor. Biz Türk’üz işte böyle bir geçmişimiz var diyerek ispat etmenin bir yolu olarak kullanılıyor” dedi. Bu türküler olmasaydı ulustan söz edilemeyeceğini de sözlerine ekleyen Yazıcı, her devletin yaptığı gibi buradaki amacın kendini garantiye almak olduğunu söyledi. BATI MÜZİĞİ FORMUNDA ESERLERE YER VERİLİYOR Toplanan halk ezgileri, Atatürk’ün isteği ve yönlendirmeleriyle Avrupa ile bir sentez oluşturma isteği gündeme geldi. Müzikle ilgili her alanda toplanan halk ezgilerini kullanarak Batı Müziği formunda eserler yaratılmaya çalışılması dönemini anlatan Yazıcı, “Bu tür halk ezgilerini toplamaya çalışarak, müzikle ilgili her alanda bu toplanan halk ezgilerini kullanıp, Batı Müziği formunda eserler yaratılmak isteniyor. Bunun üzerine pek çok isim Avrupa’da eğitime gidiyor. Batı Müziğini orada öğreniyorlar. Atatürk, Anadolu Müziği materyallerini kullanarak, batı müziği teknikleriyle beraber eserler verilmesini istiyor” dedi. Bu süreçte Anadolu’dan topladıkları türkülerde Osmanlıca sözler, Türklük kavramına uymuyor gerekçesiyle değiştiriliyor. Bu sürecin çok doğru işlemediğini ifade eden Yazıcı: “Çok doğru işleyen bir süreç olmamasının sebebi, derinlemesine müzikolojik araştırmalardan yola çıkan çalışmalar olmamasıdır. Tamamen siyasî ideolojiden yola çıkarak işleyen bir süreç, fakat o zamanın şartlarında uygulanabilecek en makul değişimler diyebiliriz” dedi. Genel hatlarıyla bu dönemin müzik anlayışını anlatan Yazıcı, Atatürk’ün yönlendirdiği Ziya Gökalp’in fikirleri çerçevesinde şekillenen ulus fikrine, Türk olma fikrine dayanan bir müzik ortamı olduğunu ifade etti. İRAN’LA İLİŞKİLER İYİLEŞTİRİLMEK İSTENDİ Bu çerçevede Özsoy Operası gündeme geliyor. İlk kez 19 Haziran 1934 gecesi, Münir Hayri Egeli’nin rejisi ve Ahmet Adnan Saygun’un orkestra şefliği altında “İstanbul Konservatuarı” yaylı sazlar heyeti ile “Riyaseti Cumhur Bando Heyeti” tarafından iki devlet başkanının önünde Ankara Halkevi’nde sahnelendi. İlk sahnelendiğinde üç perdelik, dramatik türde bir opera olarak bestelenip, Atatürk ve İran Şahı onuruna ilk sahnelendiğinde operada, bariton Nurullah Taşkıran, soprano Nimet Vahit ve Semiha Berksoy da oynadı. Özsoy Operası, Türkiye ulusal operasının yaratılmasında önemli bir adım sayılır. Adnan Saygun’un operayı iki aylık bir sürede bestelediğini ifade eden Öğretim Görevlisi Hilmi Yazıcı, “Bu kadar kısa bir süreye
sıkıştırma nedeninin İran Şahı’nın Türkiye’ye bir ziyarette bulunmasıdır. İran ile çok eskiden çatışmalarımız sürdüğü için, Atatürk İran şahıyla ilişkilerinin böyle bir temelde düzeltmek istedi. İran mitolojisine dayanan ve bizim İran ile kardeş, dost olduğumuzu vurgulayan, bir çalışma yapıldı. Bunun üzerine, metnini Münir Hayri Egeli’nin müziğini de Adnan Saygun’un yaptığı ve İran mitolojisinden yola çıkılarak, bir metin yazılıyor” dedi. Atatürk’ün, her safhasında düzeltmeleriyle ilgilenmesini dünyada bir ilk olarak değerlendirildiğini ifade eden Yazıcı, Atatürk’ün istediği etkiyi yaratmak için, kendi istekleri doğrultusunda politik bir opera ortaya çıkarttığını da belirtti. Atatürk’ün operayı istemesinin iki temel unsuru olduğunu da açıklayan Yazıcı, “Adnan Saygun’un daha sonra yaptığı açıklamadan, Atatürk’ün iki unsuru göz önünde bulundurduğunu öğreniyoruz. İlki, opera ile İran Şahı’nı etkileyip, sorunları çözebilmek. İkincisi ise, Türkiye de ilk operayı yaratarak ciddi bir sanat hamlesi yapıp, ulusal operayı kurmaktır” dedi. ATATÜRK, İSTEDİĞİ ETKİYİ SAĞLADI Operada işlenen ana tema yüzyıllar boyunca Türkiye ve İran’ın kardeş olduğunun vurgulanmasıdır. Opera, İranlıların Şehname destanından esinlenildi. Öykü, Hakan Feridun’un ikiz oğulları Tur (Kurt) ile İraç (Aslan) üzerine kuruludur. İkizler doğduğunda şeytanın gazabı onları birbirinden ayırır. Ayrı yollara gidip birbirlerinden uzaklaşırlar. Ama yüzyıllar sonra buluşup kardeş olduklarını anlarlar. Eserin sonunda, iki kardeşten Tur’un adı geçtiğinde, sahnedeki oyuncular, Ankara Halkevi’nin locasında operayı izlemekte olan Atatürk’ü, İraç (Aslan) sorulduğunda ise yanındaki Rıza Pehlevi’yi işaret ettiler. Bu jest karşısında çok duygulanan Rıza Şah Pehlevi, “Kardeşim” diyerek, Atatürk’e sarıldığı söylenir. Atatürk’ün istediği etkiyi sağladığını ifade eden Yazıcı, “Atatürk, Özsoy Operası’nın işlevsel bir opera olduğunu daha sonra yaptığı açıklamada söylüyor ve siyasî etkileri kabul ederek ‘bundan sonra oynanması çok da mümkün değil diyor’. Opera gündeme geldiğinde Adnan Saygun’un düzenlemesini isteyerek siyasî temelli unsurları çıkartıp, güncel hale getirmesi konusunda talepleri oluyor” dedi. Özsoy Operası’nın Ankara Halk Evi’nde sahnelenen ilk temsilinin ardından, iki devlet başkanı Dışişleri Bakanlığına giderek orada Türk - İran dostluğunun temelini attılar.
14/ Mart 2015
sinema
selçukiletişim
Caner Erzincan’ın ‘Yeni Dünya’sı Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon ve Sinema Bölümü mezunu, Genç Yönetmen Caner Erzincan’ın son filmi ‘Yeni Dünya’ 6 Mart’ta izleyicisiyle buluştu
Tuba YÖRÜK
6
Mart’ta gösterime giren ‘Yeni Dünya’ filminin yönetmeni Caner Erzincan, film hakkındaki düşüncelerini Selçuk İletişim’le paylaştı. İlk filmi Mar’dan birçok ödül alan Genç Yönetmen, Yeni Dünya’ya bunun sorumluluğuyla başlamanın süreci etkilediğini ve bu durumun, aklına, o ödüllerin Yeni Dünya’da karşılık bulup bulamayacağı sorusunu getirdiğini belirtti. Sinemaya ilk başladığı yıllarda bir dili olmadığını ve deneme yanılma yöntemiyle filmler yaptığını söyleyen Erzincan, kısa filmler ve ödüllerin sinemaya daha farklı bir boyuttan bakmasını sağladığını, sinema dilinin oluştuğunu ve sanat alanını yarattığını dile getirdi. İlk filmi Mar’da birçok ödül almasına karşın ödüllerin kendisine bir çıta koymadığını, film yaparken ödül hedefinin olmadığını ifade etti. Erzincan, anlattığı hikâyelerin gerçekliği ve samimiyetinin olduğunun da altını çizdi. “MAR, ETÜT MERKEZİ GİBİYDİ” İlk uzun metrajlı filmi Mar ve sonrasında yaptığı filmin kendisine hatalarını ve eksiklerini görmesinde ve tamamlaması açısından yararının
olduğunu söyleyen Erzincan, “Mar, filmde yapılan hata ve eksikleri tamamlama açısından bana bir etüt merkezi oluyordu. Mar’da etüt ettiğim şeyleri Yeni Dünya’da yapmamaya çalıştım” dedi. Yılmaz Güney’in kendisi açısından çok önemli bir yönetmen olduğunu belirten Erzincan, “Yılmaz Güney’in filmleri beni çok etkiledi. Bu sayede de toplumsal gerçekçi filmler yapmaya çalıştım” dedi. Caner Erzincan, Toplum içinde sorunları görmemek için elimizden geleni yapıyoruz. Ama ben toplumsal sorunların üzerine gidildiğinde toplum bilincinin oluşacağını düşünüyorum ve bu bilinç için etkilendiğim yönetmenin bir bakıma izinden gidiyorum” ifadelerini kullandı. İki filminde de yönetmenlik ve senaristlik yapan Erzincan, kendi hayatından yola çıkarak samimi filmler yapılabileceğini ve gözlemlenen karakterlerin hayatın içinde olması gerektiğini dile getirdi. Bunun sonucunda da filmlerinde sosyal yaraları işleyen Erzincan, “Sosyal yaraları ele almamın sebebi sosyal devlet olmamız. Ülkede kapitalizm ve sistem, insanları yanlış yönlendiriyor ve yozlaşma haddinden fazla. Toplum buna karşı bir duruş sergilemeli ki dünya güzelleşsin. Bende bu bilinç doğrultusunda sosyal yaralarımızı, sosyal sorunlarımızı, bilinç
eksikliğini göstermek için bu tür filmler yapıyorum” dedi. “DOWN SENDROMLU ÇOCUKLAR BİRER MELEK” Yeni Dünya’nın çıkış noktası olarak kardeşi Soner’in ve diğer Down Sendromlu çocukların olduğu söyleyen Erzincan, “Soner hayatımıza farklılıklarıyla girdi ve hayatımın birçok noktasını da etkiledi. Onunla beraber ilk öğrendiğim, hastalığı olan Down Sendromu. Bu çocukların melek olduğunu düşünüyorum ve bu sadece Soner’in hikâyesi olarak kalsın istemedim ve hikâyesini film yaptım” dedi. Erzincan, filmde anlatmak istediğinin ‘onlar kadar temiz olabilir miyiz?’ sorusunu izleyiciye sordurmak olduğunu belirtti. Filmde köyden kente göçün zorluklarını ve Down Sendromlu bir bireyin yaşadığı olumsuz olayları anlatan Erzincan, köyden kente göçün insanları yalnızlaştırdığını, kirlenmiş kentte adaptasyon sorunu
yaşadıklarını ve bunun sonucunda birçok kötülüğü arkasında getirdiğini söyledi. Yeni Dünya’dan da beklentisinin insanların anlattığı sorunlar üzerine düşünmesi ve bu sorunların herkesin yaşayabileceği sorunlar olduğunu belirten Erzincan, filmde herkesin kendinden bir pay bulabileceğini, iyi ve kötünün savaşını kendi yaşadıklarıyla özdeşleştireceğini anlattı. Ayrıca filmin gelirlerinin bir kısmının Down Sendromlu çocuklara bırakılacağını belirten Erzincan, “Bu durum izleyiciye artı bir hassasiyet katmalı. Çünkü bu çocukların bu ülkede yaşayabileceği sosyal bir alanları yok. Bunlar için çabalanmalı” diyerek sözlerini sonlandırdı.
Prof. Dr. S. Ruken Öztürk:
“Kadın yönetmenlere destek verilmeli” Türkiye’de kadınlar üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Semire Ruken Öztürk, günümüzde kadın yönetmenlerin uluslararası düzeyde bir üne sahip olduğunu fakat buna karşın onlara yeterince desteğin verilmediğini dile getirdi Muharrem YAĞIZ
T
ürk Sineması’nda kadınlar üzerine çalışmalara rastlamak pek mümkün değil. Prof. Dr. Semire Ruken Öztürk, bu alanda çalışma yapan isimlerden biri. Dekan Öztürk, çalışmalara başlama hikâyesini şu sözlerle anlattı: “2000’lerde Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali, 1980 öncesi kadın yönetmenler için bir çalışma yapmamı istemişti. O festivalin de etkisiyle bendeki duyarlılık artmıştı. Türkiye’de kadın yönetmenler kaç kişiler, ne yapıyorlar, bunların nasıl bir serüvenleri var. Bunlarla görüşülse ne olur diye düşündüm.” Türkiye’de yapılan binlerce filmin neredeyse hepsinde erkeklerin emeğinin olduğunu, ama kadınların yönetmen olarak bu şansı çok az yakaladıklarını vurgulayan Öztürk, “Bu rahatsız edici bir durum tabii ki. Bir meslek olarak zaten erkekler de zorluk içerisinde yapıyorlar ama az sayıda kadın yönetmenin böyle bir mesleği o dönemlerde yapıyor olmaları çok etkileyici” diye konuştu. “ÇOK ZOR ŞARTLARDA ÇALIŞIYORLAR” Özellikle 2000’lerin başına kadar kadınların daha çok belgesel ya da kısa film yaptığını, uzun kurmaca filmlerin daha çok erkek filmleri olduğunu söyleyen Öztürk, “Usta yönetmen Atıf Yılmaz ölene
kadar film yaptı. Sadece onun yaptığı filmler, toplasanız bütün kadınların film sayısı kadardır” dedi. Öztürk, bir kısım yönetmenin ilk filmini yapıp sinemayı bıraktığını, çok deneyimli olup bırakanların da olduğunu söyledi. Yıllarca film çekmek isteyenlerin de var olduğunu dile getiren Prof. Dr. Öztürk, “Türkan Şoray’ı her kesimin oyuncu olarak biliyor. Onun dört tane film yönettiğini eminim Türkiye sinema seyircisinin çok azı biliyordur. O hep film yönetmek istemiştir ama senaryo olduğunda ya para bulunamadı, ya para olduğunda başka aksilikler oldu, bir türlü denk gelmedi. Kadınların bu tür istekleri, hayalleri hep oldu ama düşünün en muktedir, güçlü olan bir yıldızın bile bu işle uğraşması ne kadar zor” dedi. Türk Sineması’nda tek parça bir kadın imgesinden söz edilemeyeceğini aktaran Öztürk, Yeşilçam Sineması’nda en baskın türün melodram olduğunu belirtti. Kadınların daha ikili yapı üzerinden gittiğini belirten Öztürk, cinsiyetlerinden tamamen soyutlanmış çok kötü kadınlar fammefatal, vamp olup aileleri yıkan, erkekleri kötü yollara düşüren, onların hayatlarını karartan ve genellikle sarışın olan kadın tiplerinin olduğunu ifade etti. KADIN KARAKTERLERİN YÜKSELİŞİ 2000’li yıllarda filmlerde erkeklerin başrol, kadınla-
rın ise daha çok ikincil rollerde olduğunu aktaran Dekan Öztürk, bu tarihten sonra genç kadınların sinemaya girmesiyle durumun değiştiğini belirterek, “Bu bile başlı başına bir şey. Cinsiyete duyarlı bir bakış açıları var. Örneğin Geriye Kalan filminde evli olan bir kadının, kocasından ayrılmayı nasıl düşünemediği, nasıl saplantılı bir biçimde evliliğini ve kendini mutsuz bir dünyaya hapsettiğini, kadının neler hissettiğini, boşanma ihtimalinde neler hissedebileceğini ve bunun nasıl bir statü kaybına neden olabileceğini görmüştük” dedi. Son yıllarda doğrudan kadın karakterleri temeline almış çok fazla yönetmenin olduğunu söyleyen Öztürk, “Çoğu ilk filmini yaptı. Belgin Söylemez’in Şimdiki Zaman’ından tutun Aslı Özge’in Hayatboyu’na kadar, Çiğdem Vitrinel’in Geriye Kalan’ından tutun Pelin Esmer’in Oyun filmine kadar hep gerçek hayattan kadın hikâyeleri var. Yeşim Ustaoğlu büyük bir yönetmen. Yeni film yönetmenlerimizin çok başarılı olduğunu düşünüyorum” sözlerine yer verdi. “SİNEMADA FRANSIZ MODELİ ÖRNEK ALINMALI” Türkiye’de sinema filmlerine yeteri kadar destek verilmediğini söyleyen Öztürk, Kültür Bakanlığı’nın filmlere verdiği desteğin yetersiz olduğunu ve daha fazla destek olunursa sinemamızın müthiş
bir atak yapacağını dile getirdi. Öztürk, kültürel anlamda sinemamızı kamunun desteklemesi gerektiğini belirterek, “Fransa’da filmlerin sonunda hep görürsünüz CNC’nin desteği diye yazar. Örneğin Toz Ruhu diye bir film izledim. Adana’da da büyük ödül almış. CNC de destek vermiş: Fransa’daki Ulusal Sinema Merkezi’nin kısaltılmışı. Sadece Fransa’da değil, Avrupa’da da çok yaratıcı buldukları ilk yönetmenleri destekliyorlar. Bizde de olsa keşke, çünkü en önemli sorun zaten para bulmak” diye konuştu. O FOTOĞRAF AYTAÇ ARMAN’LA BULUŞTU Türkiye’deki ilk hakemli sinema dergisi Sinecine’yi çıkardıklarını belirten Prof. Dr. Öztürk, “Sinecine’nin son çıkan sayısında Gece Yolculuğu filmi ile ilgili bir makalemiz vardı. Hangi fotoğrafı koyalım diye konuştuğumuzda çok fazla şans da yoktu. Hem Ömer Kavur’a hem de Aytaç Arman’la Macit Koper’e bir selam gönderelim dedik. Gece Yolculuğu’nu kapağa koyduk. Kısa-CA Film Festivali’ne Aytaç Arman’ın geleceğini öğrendiğimde Konya’ya gelirken hemen dergiyi de yanıma aldım. Arman’a gösterdim. O da şaşırdı ve sevindi. O yüzden kapaktaki 1980’lerden kalan fotoğraf öyle güzel bir buluşmaya neden oldu” ifadelerini sözlerine ekledi.
spor
selçukiletişim
Mart 2015
/15
Hasan Kabze ve Selim Ay, yeni yabancı kuralından çekinmediklerini bildirdi
Torku Konyaspor’un başarılı oyuncuları Selim Ay ve Hasan Kabze ile başta, önümüzdeki sezondan sonra uygulanacak yeni yabancı kuralı, Milli Takım ve futbolun temel sorunları üzerinde keyifli bir röportaj gerçekleştirdik
Onlar çekinmiyorlar!
yapmalılar.
Ferhat KIZILTAŞ
Ö
nümüzdeki sezon ile başlayacak olan yeni yabancı kuralına nasıl bakıyorsunuz? Türkiye Futbol Federasyon Başkan’ı Yıldırım Demirören, bu yeni sistemin aslında yabancı değil de yerli sistemi olduğunu ve bu kuraldan sonra yerli futbolcuların daha iyi oynayacaklarını söyledi ama kulüplerimiz 14 yabancı oyuncu transfer edip ilk 11’in tamamında yabancı oynatabilecek. İki önemli oyuncu olarak siz neler düşünüyorsunuz? Selim AY: Yani İlk baktığımız zaman biraz kötü gibi görünüyor. 14 yabancı oyuncu gelebilecek ama pek sanmıyorum. Çünkü takımların borcu olmaması gerekiyor, böyle düşündüğümüz zaman lig’de borcu olmayan 2–3 kulüp var, zaten her takımında 14 yabancı kontenjanını dolduracağını düşünmüyorum. Futbol evrensel bir iştir, yerlisi yabancısı olmaz. Türk futbolcusuna biraz zararlı gibi görünüyor, düz mantık baktığımız zaman herkes Türk futbolcusunun değerinin düşeceğini ya da PTT 1.Lig’de oynayacaklarını düşünüyorlar ama bu proje yerli futbolcuları kazanma adına da iyi bir adım olabilir. Yani hem avantajı da olabilir, dezavantajı da olabilir. Türk futbolcularının performansını da artırabilir. Bunu görmemiz gerekiyor, zaten bu bir sene de değişecek bir şey değil ama yerli futbolcu çalışkanlığını arttırmak zorunda. Süper lig’de kalmak istiyorlarsa bunu
Hasan Kabze: Bence hiç alakası yok. Sonuçta yerli futbolcunun sadece yabancı futbolcuya göre oynayıp, oynamaması hiç mantıklı değil. Zaten iyi olanlar sahada oluyor. Bence Teknik Direktörler arasında yerli-yabancı ayrımı yok. Ne kadar yabancı alırsanız alın, o gün sahada kim iyi olacaksa antrenörler tercihini ondan yana kullanıyor.14 yabancı değil, isterse 20 tane yabancı olsun. Sonuçta bu transferler için kulüplerin bağlı olduğu belli bir sistem ve ödediği paralar var. Yerli futbolcularında çalışmamazlık yaptığını sanmıyorum. En azından burada gördüğümü söylüyorum.Yani sonuçta Federasyon karar veriyor,illa ki iyi çaplı düşünüp karar vermişlerdir.Bizim içinde Türk futbolunun gelişmesi adına önemli kararlar bunlar.Devrim diyorlar ama ileride iyi mi olur kötü mü olur bilemeyiz.İnşallah herkes için de iyi olur. Bu yeni sistemden sonra yerli futbolcular olarak bir endişeniz var mı? Kadronun çoğunluğunda yabancıların ağırlıklı olacağını düşünüyorlar. Selim Ay: Yani, hepimiz insanız sonuçta, duygularımız var. Bazen duygularımız profesyonelliğimizin önüne de geçebiliyor, çoğu zaman da geçmiştir. Tabii, genel olarak konuşursak, alternatifi olmayan futbolcu daha rahat hareket edebilir ama alternatifin geldiği zaman, tabiri caizse pabuç pahalı olduğu zaman herkesin performansını artacaktır. Yabancı oyuncu yerliden iyi diye bir şey yok ki. Bir de bizim de gerçekten yetenekli oyuncularımız var. Arda Turan olsun, Emre Belözoğlu olsun çok yetenekli oyunculara sahibiz. Bizde bir de ‘yeter ki isteyelim’ mantığı var. Yani biz istediğimiz zaman olur Allah’ın izniyle.Yabancılara da pabuç pahalı olacaktır(gülerek). Açıkçası yabancıların ağırlıklı olacağını pek düşünmüyorum.Yani tabi takıma faydası olacaksa, 14 tane yabancı da olsun.
Hasan Kabze: Yok, hayır. Katılmıyorum. Şimdi yerli futbolcu iyi olunca yerine yabancı kötü olduğu zaman yabancı mı oynayacak? Benim gördüğüm yerlerde kim yabancı kim yerli çok fazla fark edilmiyordu. Tabii ki, yabancı oyuncunun alışması için gerekli şanslar verilmesi gerekiyor. O da değerlendiremediği zaman şans yerli futbolcuya dönüyor. Şimdi baktığımız zaman da yüzde 100 yabancı futbolcuyla oynayan takımda yoktur herhalde, zannetmiyorum. Mesela bizdeki 5 yabancı sürekli oynamazlar. Tabii, bir de gelecek olan yabancılar kalite olarak iyiyse bu Türk futboluna da katkı sağlar. Öyle oyuncular varsa, getirebiliyorsa o zaman gelsinler tabii. Çünkü yerli oyuncu belirli bir seviyeye kadar gidiyor ama yabancı oyuncudan alabilecekleri bir şeyler varsa o zaman yerli oyuncu için de çok iyi bir şey. Yeni yabancı kuralı sonrası Avrupa’da başarıların geleceği düşünülüyor. Yabancım olsun Şampiyonlar Ligi’ni alırım diyen bile var ama ülkemizde yerli oyuncularının ağırlıklarıyla Avrupa’da büyük başarılar da sağlandı. Böyle bir şey mümkün mü? Selim Ay: Öncelikle şunu bilin, bu biraz sistem işidir. Gördüğüm kadarıyla söylüyorum, inanın yabancılar yerlilerden daha yetenekli değil. Avrupa’nın büyük takımlarında oynamış futbolcu ağabeylerimizle konuşup, istişare yaptığımız zaman onlar da aynısın söylüyorlar. Onlar da bir sistem oturmuş, o sistem dâhilinde çalışıyorlar. Bire bir baktığınız zaman Türk futbolcular daha yetenekli. Hasan Kabze: Ben katılmıyorum. Şu an baktığımız zaman bile 8 tane yabancı var. İlk 11’e 5 tanesi girebiliyor. Zaten onlar benden iyiyse çıkıp oynarlar. Eğer yabancılarla oluyorsa bu iş, olsun o zaman. Mesela Fenerbahçe’de sürekli oynayan oyuncular var. Onların yerine yabancı oyuncular da var ama örneğin Caner ve Gökhan iyi oyuncu onların yerine niye yabancılar oynamıyor. Demek ki iyiler ki forma giyiyorlar. Bu söylediğim tüm takımlar için geçerli. Gerçekten kim iyiyse çıkıp
oynasın. Er meydanı ağabey burası! Yani benim içinde yabancının olması çok fark etmiyor.Sonuçta ben mesleğimi yapıyorum. Hocalarda adaletli davrandığı zaman yerli yabancı ayrımı olmaz. Altyapı sorunları da var mesela ama şu anda hep yabancı sorunu konuşuluyor. Sizce sadece yabancı sorunu mu var. Doğru olabilir mi? Selim Ay: Yok hayır, bence yabancı sorunu yok. Alt yapıların ise bir zorluğu var tabii. Hepimiz altyapılardan geçtik. Altyapılarda zorluk çekmedim, parasız kalmadım, aç kalmadım diyen futbolcu yalan söylemiştir. Mutlaka herkes o zorluğu çekmiştir. Zahmet olmadan rahmet de olmuyor ama ilgi olarak daha geliştirici altyapılar olabilir. Tesis bakımından ise takım iyiyse altyapıya da önem gösterirler anlayışı var ama biz bunu transfer yasağı zamanı Konyaspor’da aştık.19 tane genç futbolcuyla play-off oynadık. Futbol’a daha geniş bakılmasını sağladık. Gerçekten son 3 yıl da stadyumla birlikte çok iyi bir gelişim var. Hasan Kabze: Yok, katılmıyorum. Bizdeki sistem çok daha farklı. Mesela İngiltere’de forma giymek için yüzde 75 Milli Takım forması giyiyorsan, orda oynayabiliyorsun. Lig’in kalitesi de zaten oradan çıkmış oluyor. Şu anda Konyaspor’dan bir oyuncu götürsünler, oynatmaya çalışsınlar ama oynatamazlar. Onun belli bir sınırı var, milli takım oyuncusu olmak zorunda. Bizim yerli oyuncularımız cesaretsizliğinden dolayı yurt dışına çıkamıyorlar. Maaş faktörü de önemlidir. Mesela Bosna Milli Takım oyuncularının hepsi yurt dışında oynuyor. Onlar için oynamak daha önemli ve bütün oyuncuları ilk başta paraya falan bakmadan önce küçük takımlara gidip kendini göstererek büyük takımlara transfer oluyorlar. Dzeko’nun Manchester City’de oynaması, Emir Spahic’in Leverkusen’de oynaması gibi. Maalesef bizdeki vitrin çok kötü, izlenmiyoruz maalesef ama Avrupa’nın normal düşük takımlarına gittiğiniz zaman izlenip, daha iyi takımlara gidebiliyorsunuz.
Oğulcan Koç, derece elde etti Doğan Can ÇELİK
S
elçuk İletişim gazetesi spor sayfası sorumlusu Oğulcan Koç, Ankara Vücut Geliştirme Yarışması Gençler Atletik Fizik kategorisinde ikincilik elde etti. Türkiye şampiyonasına hazırlanan Koç, yarışma dönemini ve yaşadıklarını anlattı. Yaklaşık 2 yıldır fitness sporuyla uğraştığını söyleyen Oğulcan Koç, yarışmaya katılmayı hiç aklından geçirmediğini, bir arkadaşının tavsiyesi doğrultusunda karar verdiğini dile getirdi. Sosyal medyada paylaştığı fotoğrafa arkadaşının yorum yapmasıyla yarışmaya katılma kararı aldığını ve çalışmalara başladığını anlatan Koç, yorum yapan arkadaşının da kendisiyle aynı kaderi paylaşarak daha önce ikinci olduğunu belirtti. Oğulcan Koç, yarışmanın Nisan
ayında olacağını düşünerek çalıştığını ancak yarışmaya 12 gün kala 8 Mart’ta olacağını öğrendiğini söyledi. Hal böyle olunca çalışmalarına hız kattığını aktaran Koç, o kalan 12 günün çok sıkı bir beslenme ve antrenman programıyla geçirdiğini ifade etti. Toplumda genel bir algı haline gelen ‘kesin steroid kullanmış’ düşüncesinin sporcuların emeklerinin önüne geçmesinden de rahatsız olduğunun altını çizen Koç, müsabaka dönemlerinin hiçte öyle düşünüldüğü gibi olmadığını çok ciddi irade ve sabır gerektirdiğini anlattı. Bu süreçte çok kaliteli insanlarla tanıştığını anlatan Koç, zor olduğu kadar keyif verici günler geçirdiğini ve yarışmada ikinci olduğu için çok mutlu olduğunu dile getirdi. Hedefinin Türkiye’de derece almak olduğunu söyleyen Oğulcan Koç, yanında olan ve emeği geçen herkese teşekkürü borç bildiğini sözlerine ekledi.
Selçuk İletişim Mart 2015 / Sayı: 150
Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Uygulama Gazetesi
Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet KALENDER:
150’nci sayısına ulaşan gazetemizin çok daha uzun sayılara ulaşmasını diliyorum. Gerek içeriği gerekse tasarımı ve ebatları itibariyle çok hoş bir gazete. İletişim fakültesi öğrencilerine çok önemli katkılar sağlaması açısından da çok önemsiyorum. İlk gününden bugüne gazetemizde çalışan, katkı sağlayan tüm arkadaşlarıma başarılar diliyorum.
150’nci sayının ardından… Kıvanç UĞUR
Fotoğraflar / Gökhan KARAKURT
S
elçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin uygulama birimi olarak 1997 yılında yayın hayatına başlayan Selçuk İletişim gazetesi, 2015 yılı Mart ayı itibariyle 150’nci sayısını okurlarıyla buluşturdu. Yolu Selçuk İletişim’den geçen herkes bilir ki, her yeni sayı, yeni bir heyecandır bizim için. Yazdığımız haberlerin, çektiğimiz fotoğrafların imzamızla yayınlandığını görmenin, bir sonraki sayı için haber koşusuna çıkmanın verdiği heyecan ve mutluluk paha biçilemezdir. Gazetecilik mesleğine ilk adımı attığımız bu yıllarda yaşadıklarımız, yaşamımızın sonuna dek unutulmayacaklar arasındadır. Bizler için bir okul kimliği taşıyan Selçuk İletişim gazetesinden yolu geçen bazı kimseleri bugün, yaygın medyada kalem oynatırken görmek çalışma ve üretme azmimizi daha da artırmaktadır. Çünkü bizler, gayet iyi bilmekteyiz ki, gazetecilik mesleği, heyecanla yapılır. Elimizden gelenin daha iyisini, daha mükemmelini ortaya koyma heyecanı bu meslekte bir an bile bizi yalnız bırakmaz. Zihnimiz ve yüreğimiz her zaman, daha iyisini, daha güzelini ortaya koyma düşüncesiyle hemhal olmuş durumdadır. İşte böyle bir gazetedir Selçuk İletişim… Yalnızca haber yazmaz, fotoğraf çekmez, tasarım yapmaz burada çalışanlar. Burası, eskimeyecek dostlukların temelini attığımız, her zaman sevgiyle ve muhabbetle anacağımız arkadaşlıkların edinildiği bir ortamdır aynı zamanda. 2003 yılının Ocak
ayında 50’nci sayısını, 2009 yılının Mart ayında 100’üncü sayısını okurlarıyla buluşturan gazete, şimdilerde 150’nci sayısını yayımlamanın haklı gururunu yaşıyor. 18 yıldır yayın yaşamını sürdüren gazetemizde içerik ve teknik konusunda çeşitli değişimlerin yaşandığına kuşku yok. Ancak içerik ve teknik bakımından biçim değiştiren gazetemizde yeni bir şeyler üretme heyecan ve azminin değişmediğini, hatta artarak devam ettiğini düşünenlerdenim. Selçuk İletişim gazetesinin 150’nci sayısının okurlarıyla buluşması önemli bir dönüm noktasıdır aynı zamanda. Hayatta bu ve benzeri dönüm noktaları önemlidir. Özellikle de dönüm noktası niteliği taşıyan bir sayıya emek harcamak, bu sayı için bir şeyler üretmek bizler için daha da önemli bir durumdur. Selçuk İletişim gazetesinde emeğini ve alın terini ortaya koyan bütün herkes, üniversite öğrenciliği yıllarını boş geçirmediği noktasında hemfikirdir. Gazetede çalışma konusunda belli bir süreyi arkasında bırakanlar, şöyle geriye dönüp, “Gazeteye girdiğimde ne biliyordum, şimdi ne biliyorum?” şeklindeki bir soruyu kendilerine sorarlarsa, yılları boşa geçirmedikleri fikri perçinleşecektir. Nice 150’nci sayılara…
Doç. Dr. Caner ARABACI:
Selçuk İletişim’in 150. sayısına ulaştığını duymak bizi fevkalade memnun ediyor. Bir öğrenci gazetesinin bu kadar sayı çıkmış olması tebrike değer. Başarılar diliyorum.
Gazetecilik Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ahmet Yalçın KAYA:
Her şeyini öğrencinin yaptığı bir gazetenin 150’nci sayıya ulaşması fazlasıyla takdiri hak etmektedir.