90 km - No: 0.3

Page 1

,.

KÄ°LOMETRE

No: 0.3

OCAK


6

Kilometre Taşları

Taş Kalpli İnsanlar

8 Mania

4 9

Boşküme’den bir ihtar

İSMAİL ABİİİ

10

X Burcu imzaladı: Katlime Ferman Şu an buradasınız.

12 Tanrı’nın Dili

15 Böyle Olmasını Kimse İstemezdi

d.g.k.o. :)

17

X

*partilemeye elverişli levhası

Muhabbetimiz daim olsun Ervah - 3


Okuma ihtiyacı barut gibidir, Bir kere tutuşunca artık sönmez. Victor Hugo

Bazen okunan bir yazı, duyulan bir söz, bazense bir oyun... İnsana daha önce hayalini bile kurmadığı pencereler açar. Biz; sizin duygularınıza tercüman olmayı, size yarenlik etmeyi gaye edinen bir avuç hisli yürek olarak çıktık yola. Çünkü bizce fanzin, edebiyatın meçhul ve sessiz çığlığıdır. Sesini belki herkese duyuramaz ama herkese duyurmayı da hedeflemez zaten. Kendisini duyacak hisli yürekler mutlaka vardır düsturu ile hareket eder. Sesini duyanlar da o seste mutlaka kendilerinden bir şey bulur. Soyut anlatımlarla süslenen duygu tasvirleri ile karşınıza çıktığımız bu fanzinde sizi bekliyoruz. Elinizde çayınız, kahveniz; yanınızda yüreğiniz hazırsa biz de içimizi size dökmeye hazırız. Sayfa aralarında sizi sabırsızlıkla bekliyoruz. Buluşmak dileğiyle...


İyi geceler sevgilim Küçük bir çocuğun Anacığına mızırtısı gibi İyi geceler Göğe bakmanın vakti değil şimdi Yıldızlar parlak ve göz alıcı evet Evet biliyorum, gidesi gelir insanın Oysa karanlıkta kaybolma zamanı değil şimdi Günaydın sevgilim Bir bebeğin gözünü Dünyaya ilk açışı gibi Günaydın Adım atma zamanı değil şimdi Güneş ışığıyla cezbeder biliyorum Biliyorum, öyle koşası gelir insanın Oysa kaçma vakti değil şimdi DUR! Öylece kal…

ø



TAŞ KALPLİ İNSANLAR Soğuk bir kış akşamında vurmuş olduğu baykuşu çantasına atmış Miata ormanında yürüyordu. Sağ tarafındaki çalılıkların arkasından bir ses duydu. Ağlama sesiydi bu. Baştan aldırmadı. Yoluna devam etti. Çünkü o insanları sevmezdi. Birine yardım etmek ona göre değildi. Bütün insanlar kötüdür, çıkarcıdır, egoisttir derdi. Lakin aradan iki dakika geçmişti ki yüreğinde bir sızı hissetti. Gecenin bu soğuğunda ıssız Miata ormanında ağlayan da kimdi acaba. Bir anda sese doğru gitmeyi düşündü. Fakat bu düşünce aklından hemen siliniverdi. Ne hali varsa görsün dedi ve yoluna devam etti. Gün aydınlandı. Bahar geliyorum diyordu sanki Miata ormanına. Ama buna aldırış bile etmedi. Sabah kalktığı gibi eline kılıcını ve yayını alıp avlanmak için yola koyuldu. Yolda birini gördü. Üzgün, bitkin ve yorgun biriydi bu. Belki de dün gece sesini duyduğu kişiydi. Doğrusu kendisinden daha mutsuz birini gördüğüne sevinmişti. Onun yanından geçerken suratına dahi bakmadı. Fakat hiç hesaba katmadığı bir şey oldu. Bu bir kadındı. Ne olur bana yardım edin diye yalvarmaya başladı. Arkasını döndü. Ağlayan kadını gördüğünde kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Güneş’in insanın içini ısıtan o sıcaklığını kadının teninde hissetti. Ay’ın gecenin ayazında yol gösteren ışığını kadının kollarında hissetti. Dalgalarla boğuşan bir geminin savaşma azmini kadının yüreğinde hissetti. Baharın güzel ışıltısını kadının gözlerinde hissetti. Bu, nasıl bir kadındı böyle! Onu aldı ve hemen evine götürdü. Karnını doyurdu ona üst baş verdi.


Ahlaksızların, şeref yoksunlarının ve hainlerin hüküm sürdüğü topraklarda yardım ettiği bu genç kadına aşık olmuştu. Belki de bu topraklarda en son yaşanması gereken şeydi aşk. Her gün bir yerlerde katliamlar oluyor, tarlalar hayvanlar telef ediliyor, yuvalar yıkılıyordu. Ama bunlar kahramanımızın umurunda bile değildi. Hayattan tüm ümidini kesmiş bu kadın adamın kuruyan kalbini yeşertmişti. Aynı şekilde kahramanımız da kadına elini uzatarak onun hayata tutunmasını sağlamıştı. Hayaller insanı aldatır. Şizofreni hastasıydı. Yaşadığı her şey bir halüsinasyondan ibaretti. Ne gerçekte ormanda ağlayan biri vardı, ne de aşık olunacak bir kadın. Her şey kahramanımızın kafasında kurduğu tatlı hayallerden ibaretti. Yalnız başına yaşadığı dağ evinde gerçeğin farkına varır mı bilemeyiz, lakin taş kalpli insanları hayata döndürecek bir umut her zaman vardır.

Obradovic


MANİA Suyu ağlattığım ellerimle Perdelerin çekildiği akşamüzeri Yürüyorum Alnımda buhran izleri, İzdüşümü ayrılığın, yıkık dökük her şey. Uzun bir vadiye dokunuyor gözlerim kavisli bir söz çıksa kalbimin otağından ummanlar sövecek beni sesimin ıslak yankılarıyla biliyorum. tozlu bir yol kaplıyor bakışlarımı Dizlerime tutunarak yürüdüğüm akşamın, gölgesi oluyor yalnızlık.

Bâgî


SİTÂRE Şehirlerin en güzelinde dîle hitâb eden bir sitâre ilişti gözüme Bilmem terazi mi süreyyâ mı yüzündeki ışığın En güzel sitâreymiş beldet’ül tayyîbe’de Şâh-ı gül üzerindeki bir katre şebnem Dilarâ bir sevgiliye kavuştum beldet’ül tayyîbede Kıyamadım; bakamadım gözlerine, dokunamadım ellerine...

İSMAİL ABİ


Katlime Ferman “Zarlar yere çarptığı zaman,kavga zırha çarptığı zaman,gözler yabancıyı tanıyıp sevgi kuruduğu zaman sönen ruhlarda.. Çevrene bakıp her yerde biçilmiş ayaklar,her yerde ölü eller,her yerde sönük gözler gördüğün zaman.. Artık kendin için istediğin ölümü seçemediğin zaman.. Artık sessizlik bile senin değil,değirmen taşlarının dönmez olduğu bu yerde.” Yavaş adımlarla yürüyordum ki artık bu coğrafyada çok zor birşeydi ölü bir ruha denk gelmeden yol arşınlamak,kimseyle göz göze gelmeden yürüyebilmek. Ara sıra başımı kaldırıyordum yönümü kavrayabilmek adına. Ki hepsinde de bir mezar taşına bakıyordum tekrar, tekrar. Başım öne eğik,ayaklarıma,önü ayağımın şeklini almış botlarıma bakarken dâhi yerde suyun birikintisinde ki aksimle karşı karşıya gelmeme oyunu oynuyordum.

Sokağın sol dönemeci daha tenha geldi,burdan dönmeliydim.

Kafamı kaldırmaktan,kalabalıktan,kendimi görmekten,çok istememe rağmen havsalamın kavramaktan uzak olduğu yalnızlıktan dahi korkuyordum. 1-2 yıl önce olan biten herşeyi “dönem” kavramıyla açıklıyordum. Omuzlarımı daha dik tuttuğum o vakitler,hem bireysel yaşantımın,hem geçmiş 80 yılın en korkunç döneminde olduğuma ve korkunç şeylerin dingin bir huzurla sönümleneceğine inancım vardı. İnancım azaldıkça,topraklar eşildi ve yosun tutmuş mezar taşları insan suretlerinde kendini gösterdi. Adımlarımı hızlandırıp,hiç bilmediğim sokakların en sessiz,en ışıksız tenha yamaçlarına doğru sağa,sola;ayakkabımın vurduğu serçe parmağının acısına aldırmadan yürüyordum.


Sessizlik ve yalnızlığın beraberinde fikri ve hissi getirdiğini,yalnızlıkta ve sessizlikte çarpışan insanların bile mezarlıktan çok ötede olduğuna hâla inanıyordum. İnsan garip ki gürültüden kendini duyamadığı,bilinçli olmadığı,hislerinin yokuş aşağı yuvarlanıp gittiği durumlarda bile umutluluk hali gösterebiliyordu. Hava kızıla çalana dek yürüdüm,bir yere varmayı umarak,oranın neresi olduğunu bilmeden,umarsızca yürüdüm. Varamadım. Kendimi “evin sınırlı korunağına” atmakta istemedim lakin mecburdum, yoruldum. Herşeyden çok çok,herkes gibi. Hiç varmak istemediğim o sona,eve vardığımda zora ki günün gazetesini açtım çünkü mezar taşlarından kaçış yoktu. 8.sayfa,kalın puntolarla, “artık sessizlik bile senin değil,değirmen taşlarının ol...” Artık sessizlik bile benim değildi bu yerde, artık bende ben değildim zaten. Ve hepimiz mezar taşlarına rağmen, mezarlıklarda yaşamaya alışmalıydık.

Burcu


Tanrı’nın Dili Göz görmeyedursun, gönül gördü, kalp gördü. Akıl düşünmeyiversin, kalp düşündü. Sevgiliye giden yollar yüründü, gören olmadı, duyan olmadı. Zira yoktur cevabı, ezeli sırdır öyle dedi Hayyam, ne sen bilirsin ne de ben. Aşkın şahitleri bilir, aşkta korku yoktur. Aşkın şahitleri bilir, aşkta hesap yoktur. Aşkta yok vardır, aşkta yok olmaktır. Zaman derdim belki bu yola ilaçtır, zira ne zamandır bu derdin merhemi ne de ibadettir bu yolun menzili. Benlik kibri attığında ve terki terk ettiğinde aşık olur, aşık kişi bilir ki cihan ezeli bir sırdır ve onlar o sırrın içinde kaybolurlar. Bu kayboluş aşık kişiyi henüz bu dünyada aşkın mahkemesine çıkartır. Ezeli sırların hikmetinden midir bilinmez ham olan kişiyi pişirir sonra aşık kişi aşk ile yanar ve kavrulur. Ne bir dileği kalır dünyadan ne de bir beklentisi. Ve gün gelir artık O’nu kendinde arar. Feriüddin Attar Mantıku’t Tayr’ında bu hakikati bir hikaye ile dile getirir; Bir gün kuşlar bir araya gelerek kendilerine hükmedecek bir gücün olması gerektiği üzerine tartışmaya başlarlar. Kuşlardan biri ‘’Ben Tanrı’nın habercisiyim, yaradılışın sırrını biliyorum. Süleyman Peygamber’e yoldaş oldum, onunla birlikte bu âlemi dolaştım, tanrımızı biliyorum, benimle birlikte gelirseniz onu bulursunuz. O, Kaf Dağı’nın ardındadır; adı da ‘Sîmurg’dur. Fakat yol uzun, denizler derin, karalar sarptır. Kendimizden geçip yola düşelim. Eğer ondan bir iz bulabilirsek ne mutlu bize!” der. Kuşlar öncesinde çok istekli olmalarına rağmen yolun zahmetli olduğunu öğrenince savsaklamaya başlarlar. Ama kendisinin tanrının habercisi olduğunu söyleyen kuş herkesi ikna eder ve yola koyulurlar. Kuşlar yolda bitkin düşmeye başladıklarında tanrının habercisi olan kuş onların şüphelerini giderici sözlerle onları ikna eder ve yollarının uzun ve zahmetli olduğunu, önlerinde “istek, aşk, marifet, istiğna(gönül tokluğu), tevhit(bir olduğuna inanma), hayret(müşahede etmek) ve fakr u fena(yokluk)” adları verilen yedi vadi daha bulunduğunu, bunları geçince Sîmurg’a yani tanrılarına ulaşacaklarını söyler. Kuşlar yine yola düşer. Fakat kimi yolda kalır kimi yem bulmak için yere iner kimi de açlıktan ölür. Sonunda yüz binlerce kuştan ancak otuz kuş hasta ve bitkin bir şekilde bu vadileri aşar. O sırada bir kuş ansızın gelip kuşlara kim olduklarını, nereden geldiklerini sorar. Kuşların amaçlarını


anladıktan sonra geri dönmelerini söyler, ardından da hepsinin önüne birer kâğıt koyup onlara “Bunları okuyun!” der. Kuşlar, yaptıkları her şeyin bu kâğıtlarda yazılı olduğunu görünce şaşırırlar. Bu sırada Sîmurg da tecelli eder. Fakat gördükleri Sîmurg, kuşların kendilerinden başka bir varlık değildir. Sîmurg’da kendilerini, kendilerinde de Sîmurg’u görürler. Bir anda hem kendilerine hem de Sîmurg’a bakarlar. Bu sırada bir ses duyulur: “Siz buraya otuz kuş geldiniz, bu aynada otuz suret belirdi, otuz kuş güründünüz. Daha fazla ya da daha az gelseydiniz o kadar görünürdünüz. Burası bir aynadır.” Sonunda kuşların tümü bu makamda Sîmurg’da yok olur, artık ne yol ne yolcu ne de kılavuz kalır. Kendini bulmak isteyen kişi önce kendinden geçer, sonra her şeyden. Önce kendinden, sonra her şeyden. Ve bu geçiş bilinçli seçilmiş bir yalnızlığın sonrasında yakalanabilir. O ruha üfledi, fıtratında gizlendi, yoklukta tecelli etti. ‘’O’nu artık özgür bırak, tanrı güzelleşmek istiyor fakat avuçların içerisinde can çekişiyor.’’ Her ne arar isen kendinde ara, kötülüğü kendinde, iyiliği kendinde ara. Sevgiyi kendinde, nefreti kendinde ara. O her şeyden münezzehtir. O vardan münezzehtir. O, yoktur. Yoklukta ara.

Rodi



Böyle Olmasını İstemezdin Yanaklarını avuç içlerimde hissediyordum. Sahilde dizlerime uzanırken aynı avuç içlerim saçlarında geziniyordu. Senin gözlerin kapalı ben ise aklından daha önce geçmiş olabilecek kız çocuklarını, o an dizlerimde gözlerini kapatacak huzura ne kadar ihtiyacın olduğunu düşünüyordum. Parmaklarım saçlarından dudaklarına kayarken seni doğurmuş olmayı istediğimi farkettim. Neden bu kadar acı var? Hafif bir meltem esiyordu denizden. Ben senin kulağına fısıldadım, “Ah kızım, nasıl samimi gülüyorsun! Gözyaşlarını dök bana.” O sıra gerçekten ağlayabileceğine inanmıştım, ama hala aynı huzurla gözlerin kapaıydı işte. Kendini ait hissetmediğin bir yere sürüklemişlerdi seni, adapte olmaya çalışıyordun ama her defasında bocalıyordun. Nice kimliklere, kalıplara sokmuşlardı, belki bir adama aşık olma hakkını bile vermemişlerdi sana. Eğilip yine kulağına fısıldadım, “Ah kızım, pes etme lütfen!” Minik ellerim şimdi de gözlerindeydi, direkt bakmaya asla cesaret edememiştim daha önce, hangi renkti acaba? Cesaret edememiştim çünkü yalan söylerken gözlerine bakmak kolay olmuyordu. Defalarca yalan söylemiştim. Defalarca özür dilesem konu kapanacaktı halbuki. Kulağına fısıldamam gereken “Ah kızım, sana çok güveniyorum!” cümlesini bir çırpıda yuttum. Güvenemiyordum, terkedişlerinde büyümüştüm. Kırmızı pileli eteğimi savurduğumu görememiş, bir oğlanı öptüğüm zamanki heyecanımı görememiş, bir dondurma çubuğundaki yazılara bakakalıp çocuklara “Baksanıza, bedava çıkmış mı?” dediğimi görememiştin. Ya o kadar büyümüştüm işte. Şimdi ise dizlerimde uzanıyorsun, gökyüzü benim. Büyümemişim demek ki.


Kaç defa düşmüş, kaç defa yaralanmıştım. Dizlerimdeki yaralara üflemeni çok isterdim. Tentürdiyotun sızısını dizimde hissederken şefkat dolu gülümsemene buğulu gözlerle bakmak ne güzeldir kimbilir. Oysa sen çok kalabalıktın zaten, bana ayıracak yerin asla yoktu. Ben ise bu kadar eksikken sığamıyordum dünyaya. Birden boynunda dolaşan ellerimi farkettim. Bu eller bana ait değillerdi; oldukça büyük, taşıyamayacağım kadar devasaydı. Sahilden soyutlandım sanki, kafamı çevirsem kendimi göreceğimden emindim. Sonra sana baktım, bir ölüye daha çok yakışacak vücuduna... Gözlerim avuç içlerimin görevini üstlenmişti, morarmaya yüz tutmuş dudaklarını öpüyordu. Bir dalga esrikçe bedenini yalıyordu. O hayranlıkla son kez kulağına eğildim ve fısıldadım; “ah annem... çok güzelsin.”

Laura


Cennet Ehlinden Bir Şahıs Sonra Ervah, bir gün “Pollyanna, Pollyanna!” diye uyandı. Küfretmeyi sevmezdi ama canı “ekşi limon” istedi. Zaten hayatın eş anlamı değil midir Pollyanna ? Saate baktı. Yeni bir saatin 17. dakikasına iki dakika vardı. Başucunda duran en ağır şiir kitabını aldı ve on yedinci sayfayı araladı. Çok önceden yazdığı bir not dikkatini çekmişti: “Corke binire, çavê kerê pir rinde lo!”* Bu kez gülümsemedi. Kitabı yerine bırakmak için bir hamle yaptığında sayfaların arasından 17 Nisan 2003 tarihli pulsuz bir zarf düştü. Bu huzursuzluk insanı öldürür müydü? “Bütün sorularım cevapsız kalıyor artık! İki kaşımın arasından söküp alıyorlar son öfkemi. Kanım bütün nüfuzunu kaybediyor damarlarımda. Bak, şimdi egolarımı tatmin edemeden gidiyorum senden. Hırpani cismimden alıyorum kendimi. Yokluğun varlığını son kez sorguluyorum Yorgun beynimle Ve gülüm, son nefesimi yine sana harcıyorum seni seviyorum” Gece şafağa oynuyordu. Perdeyi araladı, penceresinin dibinde kendisiyle yaşıt olan çınar ağacından düşen yaprağa bakarak davudî bir ses ile: “ her halime şükür, yalnız değilim senin olduğun kadar” ve perdeyi kapadı. “ Son şiirini yazan bir Tanrı duyulmamıştır.” diyerek yere düşen çınar yaprağını kendi içinde yeşertti. Sevgili Okur! Sen, onun gözlerini görmedin, her 17. dakikada kanayan bir çift göz.. Ervah’ım, bir masal mıydın, kuşların geceleyin ruhuma anlattığı? Bir efsane miydin, çağların ötesinden kopup gelen? Yoksa bulutların kulağıma fısıldadığı bir nağme miydin? Neydin sen? Ne güzel demiş şair, “o karanlık mahzene terk edilen kısastan boynumuza ne düşerse kabul, teninde yanacak yeri olmayan cehennem! işte çürüyen gözleri içimizdeki son yerlinin.” Oysa bunu diyen ben olmalıydım. Geceler iyi değil Ervah’ım... *“Görmüş olsaydın eşeğin gözlerinin çok güzel olduğunu bilirdin.” **şiir Ervah’a aittir.


İlgi çekmeye çalışıyor, yalnızlığına inat tüm gözler üzerinde olsun istiyor, ilgi arsızı olup çıkmak istiyor da başaramıyor musun? Endişelenme;

Fanzin Dev Hizmet Fanzini saat yönünün tersine çevirerek aşağıdaki yazıyı okuyabilirsin. Gözlerinle takip etme, haydi, biraz hareket! (hipnoz da olabilirsin tehlikeli!)

dipsiz bir not: Şimdi daha çok yalnız kalmış olabilirsin, ama emin ol ki hakettiğin ilgiyi çekmeyi başardın.


Bize ulaşmak, yazmak, çizmek, paylaşmak, alenen aramızda olmak istersen;

doksankmfanzin@gmail.com doksankmfanzin doksankmfanzin



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.