,.
KÄ°LOMETRE
No: 0.1
EKIM - KASIM
Katun
Kilometre Taşları 5 Boşküme’den bir şiir
6 Lucie Anne birinden bahsediyor
4 7 İSMAİL ABİİİİİ
X
8
Bazen İsyan da Ahlaktandır
Can Yücel’i özledik, anlat Orhan Baba
Şu an buradasınız.
15 Cennet ehlinden bir şahısla koyu sohbet
16 Biraz dinleyelim: Hesar Balladı
yoldan geldik az soluklanalım. selam herkes, bunu okuyan, ilklerinden birini daha yaşıyorsun kısacık ömründe. doksan kilometre fanzinin ilk sayısını ellerinde tutuyorsun. bir derdimiz var, e o zaman anlatalım dedik, baş koyduk fanzin yoluna. doksan kilometre bir hız limiti değildir, bir limittir ama hız değildir. gerçekten merak ediyorsan, bu sınırı aşmak niyetindeysen, büyük ihtimalle köşeyi dönünce karşılaşırız, sor. takside mi gidiyorsun, sor. toplu taşımada zor nefes alıyorken öğrenmeye çalış. her öğrendiğini de benimseme. kemerini bağlama, müziği son ses aç, fındık fıstık alın biriniz, edebiyat bizden... hazır mısın? yola çıkıyoruz. Ha bir de fanzini nasıl tüketirsen tüket, sana bir şey olmasın.
Bazen isyan da ahlaktandır Saklı ikiliklerin açığa çıktığı bir zamanda, puşt zulasından payıma düşenleri ayıklamakla geçiyordu artık gecelerim. Tek tek siliyordum şu yaşıma değin biriktirdiğim adı hainliğe çalan isimsiz kahramanlarımı, zuladan bütün kir ve pisliklerini yeryüzünün. Ama biliyordum ki karanlığın yerini gündüze bıraktığı, fecrin yeryüzünü selamladığı sırada bir tek yenilmişlik duygusuydu arta kalan. Ve yine biliyordum ki zafer vardı sağımda ve solumda, sonunda. Sesinde hasret vardı. Tınısında sistemin harcadığı insanın feryadıydı titrek tonlar. Yorgunluktu yüzündeki çığlık, daima nefes nefeseydi ve soluk alıp vermekteydi yalnızca. Hasreti en acı haliyle tadan şu dimağıma bal çalmak değildi benim armağanım. Öyleydi ya egemenler zulmü en acı haliyle tattırırken, ikram ettiği balı lütuf sayardı ve böylece köleler egemenleri ayakta tutardı. Nefsimizin üzerimizdeki egemenliği de böyle değil miydi? Her şeyin bittiği yerde başlayan hayallerime konuk olurdu mavi, ama uzun süre kalmazdı, çekip giderdi daha sonra. Göz kırpar gibiydi, buradayım der gibi. Ama bilirdim gideceğini, güzel olana veda ettiğimden beridir yanık türkülere vurup kendimi haykırıyorum zamana. O da yitip gidiyor zaten sonra.Geceleri inen sessizliğe teslim ediyorum kendimi ve gözlerim kayboluyor, buğulanıyor ve hayat artık bulanıklaşıyor gözümde. Evet, bilirim hasretliği, geceye karışırım. Bazen isyan da ahlaktandır.
homothemis
Uzandı ellerimiz birbirine Umut düştü toprağa Yeşerdi, filiz oldu Bugün el ele güven oldu Aşk kokan çiçekleri dallarında Kökleri sağlam, sevgiye doydu Şimdi her şeyimiz Bu devrilmez çınar oldu.
ø
Yine Geldim
Bir insan kendini öldürmeye ne kadar sürede karar verir? Bence bir anlık değildir, eylemi gerçekleştirinceye kadar karar verir ve tasarlar. Ona yaşatılanlar karşısında kimi nasıl cezalandırabileceğini, bu dünyadaki önemini veya yerini düşünür. Şimdi nefretini bir kenara bırak, sana birinden bahsedeceğim. Adı Amir Hattab. Tanımadın değil mi? Biraz daha ipucu vereyim senin için; tekstil işçisi, suriyeli, caddenin ortasında kendini kanalizasyonda boğdu. Ona acımanı istemem, okuyabilirsen en radikal protestosunu yaptı. Sahi o yaşarken ona nasıl davrandın, kıyafetlerine bakıp, ellerini inceleyip, bir kahvede otururken bilincinde olarak veya olmayarak onun orda olmamasının gerektiğini nasıl hissettirdin, bir insan olmaktan nasıl vazgeçtin? Kendini hiç o kadar değersiz hissetmemişsindir. Senin de aklına türlü intihar yöntemleri geliyordur, daha önce hiç düşünmemişsen bile, kanalizasyonda bir son tasarlamak... sanırım bu en ağırı, ne dersin?
Lucie Anne
90 km’den İSMAİL ABİ anlatıyor: CAN YÜCEL Sivri diliyle, bozuk ağzıyla etrafa eleştiriler, küfürler savuran umursamaz bir adam… Babasına olan sevgisini şiirlerinde her daim vurgulayan bir çocuk... Gömerdi burnunu babasının göğsüne. Annesini yazacak kadar iyi bir şair olmadığını söyleyecek kadar da çok bağlı annesine. Hep çocuk… Fazla sigaradan sararmış bıyıklarıyla, fazla içkiden iflasın eşiğinde olan karaciğeriyle tanıdık onu. Bazılarımız ise vefadan dem vuracağı zaman onu örnek gösterdi. Prof. Dr. Gazi Yaşargil’i Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, yurtdışına yollarken kendi oğlunu hak etmesine rağmen yollamamıştı. O da bütün parasını arkadaşı Gazi Yaşargil’e vermişti. Her ne sebepledir bilinmez ama babasıyla beraber köy enstitülerini dolaşan o genç, herkesin sevgisini kazanacak kadar büyük bir şairken hayattan uzaklaşmak istercesine Datça’ya uğrar. Ege’nin sevimli bir yeridir Eski Datça. Oraya aşık olur ve ölene kadar yanında kalacağı can dostu Orhan Babayla da orada tanışır. Artık Orhan Baba onu Datçalı yapmıştır. Öyle çok sevmiştir ki Datça’yı, esen rüzgarına bile şiir yazmıştır. Bazen hırçın bazen ise çocuk halleriyle tanıdık biz onu. O, her zaman çocuk kalabilmenin bir erdem olduğunun farkında idi. Ben bu kocaman yürekli, kocaman saçlı, kocaman sakallı çocuğu çok sevdim. Onun gibi çocuk kalan ve oyuncakların efendisi olan Sunay Akın’dan bilinmeyen yönlerini dinledim ben bu çocuğun. Saç ve sakalıyla bazen ürkütücü olsa da, şiirlerinde hep kendimizi bulduk. Bizden bir parça olarak gördük onun şiirlerini. Ruhumuz onun şiirleriyle dinlendi. Hayatta sitem ettiğimiz birçok şeyin sebebini onunla ‘Anladım’. İşte böyle… Kelimeler yetmiyor ki anlatmaya… Bu memleketten bir CAN YÜCEL geçti.
İSMAİL ABİ
Datça’dan Orhan Baba anlatıyor: CAN YÜCEL Eski Datça’da, beldenin girişinde yüksek duvarlı, leylak ve yasemin kokulu sokaklarında ilerlerken karşınıza çıkar Eski Datça’nın köy kahvesi. İçerde Orhan Baba ve onun CAN BABA ile olan anıları karşılar sizi. Orhan Baba’dan bu değerli anıları dinledik ve sizlere aktarıyoruz. Merhaba Orhan Bey nasılsınız? Ben iyiyim siz nasılsınız ? Bizler de iyiyiz teşekkür ederiz.Orhan Bey; biz Can Yücel’i can dostundan dinlemeye geldik. Eğer sizi üzmeyecekse, sonuçta çok yakın arkadaşınızdı, bize Can Yücel’i anlatır mısınız? Şimdi şöyle; Ben askerlik görevimi İstanbul Kasımpaşa’da yerine getirdim. Bizim bir albayımız vardı. Her gün bir kitap okurdu. Akşam saat 17.00’de de eve giderdi. O gittiğinde girdim odasına, masasının üzerinde bir kitap vardı. Can Yücel’i kim tanır o yıllar. Sene kaç idi ? 1964’tü. O gün baktım kitaba, sonra bıraktım aynı yerine. Sabah albay geldi, benden çay istedi. Çayı verdim ve sordum: ‘Efendim bu kitabın yazarı kim?’ Döndü bana, ‘Bu kitabı yazan Şair Can Yücel. Babası da milli eğitim bakanıdır.’ dedi. Askerliği bitirip buraya geldim. Bir süre tarım yaptım, sonra bıraktım tarımı. Kendimi esnaflığa attım. Bir bakkal dükkanı açtım buraya. 1977’de beni muhtar seçti buranın halkı. Ben hem muhtarlık yapıyordum hem de bakkal işletiyordum. 90lı yıllarda şu evlerin karşısında bir ev vardı. Bu evi Almancılar aldı. O Almancıların Metin isminde mimar bir damadı vardı. O geldi, eski binalara bakım yaptı. Biz çok samimi olduk onla. Bir gün akşamüzeri kahveye geldik. Bir adam oturuyordu köşede tek başına. Vallahi gece görsem korkarım. Metin Bey, ‘Bu kim?’ diye sordu. Ben de ‘öğreneceğim.’ dedim. Çok dikkatli baktım. Sonra sordum orda. Bu adamın şair Can Yücel olduğunu söylediler. Askerdeki albay geldi aklıma. Yanına gittim, ‘CAN BABA hoş geldin!’ dedim. Elini öpmek istiyorum ama öptürmüyor. Ayağa kalktı, boynuma sarıldı. Hemen hemen yarım saat sohbet ettik. CAN BABA benim bakkal dükkanım var ben şimdi gideyim de akşama buraya yine gelirim, dedim. Akşama gittim yanına, açtık rakıyı. O şekilde üç gün rakı içtik. Üçüncü gün rakı içerken bu mahalleyi çok sevdiğini bana aktardı. Çok sevdim ben bu mahalleyi, dedi. ‘Beni de Datçalı yapar mısın?’ dedi. Seni Datçalı yapmayacağım da kimi yapacağım, dedim ve sonra ufaktan ev araştırmaya başladım. Bir ev buldum. Evin sahibi
evi kiraya vermişti kendi de başka yerde çalışıyordu. Beni burada biri uyardı. Orhan abi sahibi bu evi satıyormuş, dediler. Ben bunu duyar duymaz adamın yanına gittim. Ben çay bahçesinde oturup ev sahibini bekledim. Kısa süre sonra geldi. Çay kahve içtik. ‘Abi sen evi satıyor musun?’ dedim. Bir pazarlık… Bu yaptığım pazarlıktan CAN BABA’nın haberi yok. 32 bin liraya anlaştık. Çıkardım cebimden 50 lira kaparo verdim. Kiracıya çıkmasını söylemesini istedim. O da kabul etti. Ben ayrıldım geldim buraya. Oturuyordum, buradan geçerken bana selam verip geçti. Akşam yine gittim yanlarına, baktım yine rakı açmışlar onu içiyorlar. Ben de oturup 1 yudum içtim. CAN BABA’ya durumu anlattım. Evi aldım sana dedim. Ulan kimin evini aldın, dedi. Ben de ‘Filan adamın evini aldım.’dedim. Ev nerede diye sordu, ev hemen burada dedim. Ben CAN BABA’yı kaldırdım, kiracılardan izin alıp evi gezdirdim, geldik tekrar oturduk. Ben bu evi aldım kabul ettim dedi ama kaç paraya anlaştın diye hiç sormadı. Ben de hiç ses çıkarmadım. 3 gün daha bekledik. 3 gün sonra yine rakı içiyorduk. Masadan kalktık, pansiyona giderken ‘Ulan, yarın sabah kalk, beni de kaldır, seninle para almaya gideceğiz’ dedi. O zamanlar bizim buralarda sadece Ziraat Bankası vardı. Başka banka yoktu. Bir araba buldum arkadaştan, sabah oldu CAN BABA’yı kaldırdım, direkt Marmaris’e gittik. Garanti Bankasını bulamadım, gittim Halk Banka, müdürle görüştüm ve Garanti Bankasını aradığımı söyledim. Beni direkt Aydın’a gönderdi. Sen bu bankayı Aydın’da bulursun dedi. Yola çıktık, saat tam 12.00’de Menderes Bulvarı’na geldik. Baktım banka sağ tarafta. Hemen arabayı çektim bir kenara. Bir baktım, bütün memurlar yemeğe çıkıyor. Hemen girdim içeri, müdürün odasını sordum. Bana gösterdiler, kapıyı vurdum, içeri girdim, kendimi takdim ettim. Sohbet ettik bir süre. Ben CAN BABA’nın ismini kullandım bir kere. O müdürün İstanbul’da, CAN BABA’nın evinin yanında evi varmış. İsmini çok duymuş ama kendini hiç görmemiş. Çok merak ediyormuş. ‘Ulan seni Allah mı gönderdi buraya!’ dedi. Ben de ‘Velhasıl müdürüm, ben CAN BABA’nın hesapta para var mı yok mu bilmiyorum.’ dedim. Bakarız, dedi. Banka öğle tatiline girdi ya, sen git 14.00-15.00 arasında gel, dedi. Çıktım dışarıya, hangi restoranda rakı varsa oraya gidiyoruz. Bir restorana gittik, otuz beşlik rakı söyledik. Bir güzel çektik onu, karnımızı doyurduk. Saatimiz geldi, gittik bankaya. Adam, CAN BABA’yla baya bir sohbet etti. Söze girdim ve ‘Müdürüm sohbetinize doyum olmaz, hesapta para var mı bilmiyorum hesaba bir bakın para var mı yok mu?’ dedim. Sohbeti bıraktı, Ankara’ya telefon açıp görüştü. Gözün aydın para var, dedi. 33 bin çektik bankadan. Çaktı imzayı, aldık makbuzla parayı.
Müdür paraları masanın üzerine koydu, ‘Ulan bu paralar sana emanet!’ dedi. Aldım paraları, soktum ceplerime. İzin aldık müdürden, kalktık oradan. 3 gün dinlenelim kafa dağıtalım, dedik. Bir akşam Aydın’da kaldık. Öbür akşam geldik Muğla’ya, Muğla’da kaldık. Sonra da Muğla’dan Marmaris’e geldik. Bir akşam da Marmaris’te kaldık. Bir yerde oturuyoruz. Bütün kaptanlar orada. Onların yanında kaldık. Kaptanlara: ‘Kaptan Bey, bu adama neden bu kadar hürmet ediyorsunuz?’ dedim. Onlar da ‘Sayın muhtar, bu adam Marmaris’te liman başkanlığı yaptı. Bu görevdeyken kimsenin kalbini kırmadı. Bizim sevgimiz oradan doğup geldi.’ dedi. Peki, dedim ben de. Geldi rakılar, sohbet ettik. Sabah oldu, saat 10’a geldi. Öğlen oldu hala Marmaris’teyiz. Bir yandan da yanımda para var korkuyorum yani. Kaptanlardan gitmek için izin istedim. İzin verdiler. Bindik arabamıza geldik buraya. Ben CAN BABA’yı getirdim pansiyona, eve geldim sonra. Hanıma ‘Ben geç geleceğim bakkalı sen aç.’ dedim. Bindim arabaya, direkt Ziraat Bankasına gittim. Parayı Can Yücel adına yatırdım. Ayrıldım bankadan, oturdum çay bahçesine, ev sahibi geldi. Oturduk çay, kahve içtik. Durumu anlattım. ‘Abi sen tapuyu ve kimliğini al gel dedim. Gitti aldı geldi. Sen bekle, dedim. Gittim CAN BABA’nın yanına. Kendisi uyuyordu. Çantasını açtım, baktım ki kimliği çantada. Hemen aldım onu. 3-4 tane de fotoğraf vardı, onları da aldım lazım olur diye. Direkt tapu dairesine geçtim. Tapu müdürüyle de aramız gayet iyiydi. Tapuları ona verdik. Ben de CAN BABA’nın kimliğini verdim, tapu bunun üstüne olacak, dedim. Saat 15.00-16.00 arasında gelin, dedi. Gezdik tozduk, dediği saatte gittik. Tapu hazır. İmza gerekiyor, dedi tapu müdürü. Hemen gittim mahalleye. CAN BABA’yı kaldırdım. Geldik tapu dairesine. İmzayı attılar.CAN BABA bana bakıyor ev sahibine parayı vereceğim diye. Parayı bankaya yatırdığımdan haberi yok. Çabuk gel dedim. Koluna girdim, bankaya gittik.Parayı ev sahibine verdim. 33 bin lira çekmiştik bankadan. 32 bini ev sahibine verince bin lira arttı. Soktum onu cebime. Gel buraya dedim arabaya bindirdim CAN BABA’yı. Bir mekan vardı oraya gittik. O esnaf da CAN BABA’yı çok severdi. Orada evi güzelce kutladık. Artık saat 22.00-23.00 olmuştu. Hesabı ödedim. ‘CAN BABA, al bu evin parasından artan kısım.’ dedim. ‘Onu bana verme, sok o parayı cebine, ben daha 15-20 gün buradayım yiyip içeriz.’ dedi. Aldım soktum parayı cebime. ‘CAN BABA, ben bu evi aldım ama sen bana neden bu evi ne kadar paraya aldık, bankadan kaç para çektik diye sormuyorsun?’ dedim. Ulan benim sana güvenim sonsuz!’ dedi bana. Bu konuyu kapattı, bir daha da hiç açmadı ama ben bankadan 33 bin lira çektiğimizi gösteren makbuzu tapunun içine koydum. Ev sahibine de evi 32 bin
Katun
liraya sattım diye yazı yazdırdım. Onu da tapunun içine koydum makbuzla beraber. 15-20 gün gezdik tozduk. Bir gün akşamüzeri geldi bu. ‘Ulan ben Bodruma gidiyorum, Bodrum’dan da İstanbul’a gideceğim.’ dedi. Feribotun kalkmasına 1 saat falan kalmış. Buradan feribota nasıl gideceğini sordum. Dükkanı kapattım, aldım arabama, gittik feribota.Feribotun önü çok doluydu. CAN BABA indi oturdu bir restorana. Ben arabayı kenara park edene kadar o, 2 duble rakı söylemiş. ‘Ulan bu rakının biri senin.’ dedi bana. 3-4 kişi yanımızdan geçerken bize bakıyordu. Bunlar İstanbulluymuş. CAN BABA’yı da tanırlarmış. Beni tanımıyorlar. Orda bu adam kim diye beni sormuşlar. Köylük yerde herkes beni tanır. Bu adam Datça’nın muhtarı, demişler. Adamlar öbür gün buraya geldiler. Uzun uzun sohbet ettik. CAN BABA buraya yerleştikten sonra hanımı geldi, kızı geldi. Onlarla tanıştık. Evi gezdirdim güzelce, sonra evi restore ettirdim. Ölünceye kadar buradaydı. Her akşam beraber içerdik. Genellikle bu kahveye mi gelirdi? Şöyle bir huyu vardı; Kendi evinin adresini hayatta kimseye vermezdi. Bütün her yere benim adresimi verirdi. Sanatçılar beni bulur, ben de CAN BABA’ya götürürdüm. Kimler gelirdi mesela? Uğur Dündar mesela. Birçok gazeteci, yazar, şair geldi buraya. CAN BABA’nın evinde kim yaşıyor şimdi? Hanımı yaşıyor ama kapıyı kimseye açmıyor. CAN BABA vefat edeli 17 yıl oldu. Ölmeden önce vasiyeti oldu mu size? Bana 3 tane vasiyeti oldu. Bir gün öylesine otururken bana: ‘Ulan ben öleceğim!’ dedi. Baya tartıştık. Sen ölemezsin, dedim. ‘Ben öleceğim, ben öldüğüm zaman beni Datça’da toprağa ver. Denizle karşı karşıya bir yer bul, oraya defnet. Bu birinci isteğim. İkinci isteğim, burada kimse CAN YÜCEL öldü diye yas tutmayacak, herkes rakısını, birasını, şarabını yudumlasın. Üçüncü isteğim ise, benim tabutumu erkekler değil kadınlar taşısın.’ dedi. Yerine getirdiniz mi peki? Üçüncüsünü yerine getiremedim, utandım. Vefat etmeden hemen öncesini anlatır mısınız ? Şu köşede oturuyoruz, kalabalığız. İçimizde albaylar ve paşalar var, bir de gazeteci var. CAN BABA’nın oğlu geldi. CAN BABA’yı alıp İzmir’e götürdü. İstemeye istemeye gitti. İzmir 9 Eylül Hastanesi’nde tedavi görüyordu. On beş gün kaldı. On beş gün sonra bir telefon geldi bana. Oğlu aradı. ‘Orhan abi başın sağolsun, babamı kaybettik.’ dedi. Kanser miydi? Kanserdi.
(Kahveden içeri girdiğinizde karşınızdaki duvar CAN BABA’nın anılarını yansıtıyor. Duvarda CAN BABA’nın fotoğrafları, gazete haberleri, şiirleri asılı. Bu çerçevelerin arasında çok zarif bir şekilde el yazısı ile yazılmış ‘YÜCEL’ ve ‘CAN BABA’ yazıları da dikkat çekiyor. Duvarın önünde bulunan dolapta bir şişe şarap ve bir bardak bulunuyor. Yanında da bir yazı: ’CAN BABA’nın yarım kalan şarabı…’Dolabın üzerinde de bir büst, adeta girenleri selamlıyor.) Karşıdaki dolapta ‘CAN BABANIN YARIM KALAN ŞARABI’ yazıyor. O şarabın hikayesini anlatır mısınız? İçmek istediğini söyledi yine bir gün. Dolmuştaydık. İndik, köye geldik. Ona bir şarap açtım, kendime de bir bira açtım. 2 bardak içti, artık konuşamaz hale geldi. Çok sarhoş oldu. Aldım bardağını sakladım. CAN BABA’yı evine götürdüm, yatırdım. Sabah geldiğinde içer diye saklamıştım şarabını ama unutmuşum onu orda. Ölümünden sonra 1 aya yakın yas tuttum ben burada. Sonra maç varmış. Yanıma geldi arkadaşlar. Orhan abi ölenle ölünmez, şu maçı aç da izleyelim, dediler. Ben de onları kıramadım, açtım. Temizlik yaparken şarabı gördüm. Ulan Orhan bu şarabı unuttun, dedim. Bir kenara koydum. 2-3 gün daha durdu. Hanımını görünce ona sordum: ‘CAN BABA’nın şarabı yarım kalmıştı. Ne yapayım?’ dedim. ‘Bir dolap yaptır ve içine koy. Yanına da CAN BABA’nın yarım kalan şarabı yazdır, koy dursun.’ dedi. Daha duruyor öyle bak. O heykeli kim yaptı peki? Ölümünden sonra biri geldi. Ben tanımıyordum. Sohbet ettik. Orhan Bey, benim Ankara’da bir heykeltıraş tanıdığım var, dedi. Benim kartımı aldı. Beni uzun süre sonra aradı. Davet ettim geldiler. Oturdular, çay kahve içtiler. Gazeteye sarılı bir heykel çıkarttılar. Açınca gördüm ki, CAN BABA’nın heykeli. Bunu al Orhan abi, dediler. Hesap istediler, ben de hesabınız yok, dedim. Ben sordum, ne kadar borcum var, diye. O da benim ona borcum olmadığını söyledi. Duvardaki ‘YÜCEL’ ve ‘CAN BABA’ yazısını kim yazdı? (Kahveye girdiğinizde karşıdaki duvarda fotoğrafları ile beraber YÜCEL ve CAN BABA yazıları yazıyor.) Damadı yazdı. Can YÜCEL, sizin için bir şiir yazdı mı peki? CAN BABA bana da bir şiir yazmıştı. Burada duvarda asılıydı ama çaldılar. O şiiri burada bir bayan buldu internette. Şiiri bulduk ama orijinali yok maalesef. Büyük harflerle yazmıştı.
O kadına: ‘Bak kızım, bunu bilgisayardan çıkart ve bana bana çerçeveletip yolla.’ dedim. O da yaptırıp İstanbul’dan yollamış bana. Şiirlerini genelde nerede yazardı ve nasıl yazardı? Hemen şu köşede yazardı.Hep gölge olur orası.O yüzden orda yazardı ama yazdığı şiirleri tam doldurmazdı.Yarım bırakır, gece evine gider evinde tamamlardı. (Kahveden içeri girdiğinizde karşı tarafta bulunan, şiirlerinin ve fotoğrafların asılı olduğu duvarın önündeki masayı gösteriyor.) Şairlerin ilham kaynakları olur. Can Yücel’in ilham kaynağı ne idi? Esen rüzgardan bile ilham alıp şiir yazardı ama çok rüzgarı sevmezdi. Sizinle tanışmayı çok istemiştik. Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Can Yücel gibi büyük bir kişiyi sizin gibi birinden dinlemek büyük bir şeref. Çok mutlu ettiniz bizi. Rica ederim. ‘Ulan seni meşhur edeceğim ben!’ derdi bana. Gördün mü bak dediğini yaptı. Büyük Usta Can YÜCEL’i, onu yetiştiren büyük devlet adamı Hasan Âli Yücel’i saygı ve hürmetle anıyor, Can Yücel’in can dostu Orhan Babaya da bu güzel sohbet için teşekkür ediyoruz. 27.09.2016
CENNET EHLİNDEN BİR ŞAHIS I. Ne güzel dünya, ne güzel kahır… Gül gül bitmiyor. Vay monaco’yim! İşin aslına gelince çok muhabbet döndü dün gece. Asıl adı bilinmeyen birkaç solcu dergisinde üç beş dize şiiri ya-yınlanmış bir şair:” Ne yani, gülün adını değiştirince gül farklı mı kokacak? “ demişti. Hala onu düşünüyorum. Sahi, bir gülün adını değiştirseydiniz nasıl kokardı? II. (Asıl adı bilinmeyen, bir kaç solcu dergisinde üç beş dize şiiri yayınlanmış bir şairle ikinci -yeni- karşılaşma) Telefonu açtığımda soluk soluğa kalmış bir ses... -... Neredesin? +... Cafe - Tamam geliyorum. Daha evvel bir muhabbetimizde bahsettiği 17. dakikada gelmişti. - “selam, kopmuş bir başın argın ve migren duruşuna. Hem kambur hem şair olana! “ diye bir mısra ile selamladı beni, sağ olsun! +... -... 17. dakikada göz göze gelip kahkaha attıktan sonra söze başladık. Uzun uzun şair abilerimizden konuştuk. Turgut Uyar hastası ama bu kez Ece Ayhan’ı anlattı. Muhabbet sonunda bir de bilmece gibi bir şey sordu. -Yüreğinde taşıyamayanların dillerinden düşürmedikleri bir söz? Dalıp gittim. Ruh halimin kolundan tutup cevabın tam karşısına oturttu beni. Benim için günün devamı niteliğindeydi son mısrası. - Ece Ayhan, dedi yeni şekil vermiş bıyıklarının arasından gülümseyerek. “Ben ki son üç gecedir intihar etmedim, hiç bilemem.” Firâk konuşmalar alıntılanmıştır.
HÊSAR BALLADI Ey bir yangına kül artığı kalbim! kovgun ellerim göğsümde bağdaş bu küfran önünde sözlerim kıyam dilimin döndüğü yer değil secde Yeniden günbatımı tadında kimin göğsüne yolcuysam.. kıbleme dönmüş yolumda vefam incinmişse durmuşsa avuçlarımda ufalı bir kırgınlık bahşedilen buhranla söv dizlerimi kıran aklımı. Ben ki tüm bilinmeyenlerin suyuna soyundum hangi manayı taşıdı içimdeki tabut kabristanım külfetli bir çukur mu, bilmiyorum bilendim mi bu keskin sözün yankısında yahut omzumu silkerek yürüdüğüm yolda dağların eteklerine kapanıp iç çeken miydim?
Firâk
Zahir! dilinde nefrin kalbinde fecir taşıyan son yerlisiymişim dünyanın. Öyle ise bırak kanasın yalıtılmış gövdem gölgemin altında hicranımla büyüyen dağ çiçeğim..
Film Köşesi
Fanzin Dev Hizmet Sanat sever dostlarımızı da unutmadık. Fanzinimizin bu sayfasını sanat filmine ayırdık, siyah çerçeveden sanat filmimizi izlemeniz mümkün.
dipsiz bir not: sanat filmlerinde uzuuuuun bekleyişler, uzuuuun yürüyüşler, uzuuuun görüntüler yer alır.
Bize ulaşmak, yazmak, çizmek, paylaşmak, filhakika anlamak istersen; doksankmfanzin@gmail.com
doksankmfanzin
Berfo Ana - 2013