90 km - No: 0.4

Page 1

,.

KÄ°LOMETRE

No: 0.4

NISAN


Kilometre Taşları

8 Bu sayıda Necip Fazıl Say var!

9 Dinlemeye doyamadık: Hesar Balladı II

7 10

İçli bir mektup

4

papalagi, suç ve ceza

X

11

“ne dicen, ne dicen ki!”: Çalı Çırpı

X

Bir yangın var, Nilay yazdı.

12

X

Şu an buradasınız. Peki ya sonra?

Ali Maruf Kaygılı adıyla... “şairler hem öyledir, hem böyle”

14 İSMAİL ABİİİ

15 Bir prenses olarak Laura

17.17 : Ervah - 4

17

X


Bir yazı Bir şiir Bizlerin kaleminden çıkıp sizlere ulaşan her şey Planmış ya da değil İçimizden geldiğince Hepsi bundan ibaret işte… Bu sayfalarda sizlerle buluşan bizlerin, şuyuz ya da buyuz diye bir iddiası yok. Hepimiz dilimiz döndüğünce kalemimizden çıktığınca ulaşmaya çalışıyoruz sizlere. Her birimiz biraz şair biraz yazar biraz okur olabiliriz sevgili 90 kilometre yolcuları. Herkes sayısız yolculuğa çıkar hayatı boyunca. Engebeli yollara göğüs gereriz, tümseklerden atlamak için uzatılan elleri tutarız, hedefler koyar rota çizeriz, başladığımız dolambaçlı yolları dostlukla aşarız, yol boyu ardımızda bırakır önümüze katarız. Kimi öylece tutar elindeki dümeni, kimi kaçırdığı geminin ardından bakar, kimi de bir limana demir atar ve orada kalır. Çoğumuz yolculuk biterken arkamızda bir şeyler bırakmaya çalışırız, yolumuzu tamamlarken geçtiğimiz insanların hayatına bir şeyler katmak isteriz. Sizlere ulaşma gayemiz budur belki de… Biz de okuduğunuz gibiyiz işte, Kendi yolumuzda…


Çalı Çırpı “Bir yığın mevzu var. Hepsi şu dertli dağlar kadar koca koca mevzular.” Pekala. Mevzuların yüceliğini düşünmedim bu sözleri duyarken. Mevzu sadece mevzudur gözümde. İriliği ufaklığı mevzunun muhatabının hissinde yer eder nihayetinde. Ama Osman böyleydi. Nasıldı? Böyleydi işte. Ne olur ne biter bilmem. Osman’ı şimdilik severim. Hayat bu, ne desen anlatamazsın. Ne desem? Mayın tarlası diyeyim. Osman sevilir. Bazısı böyledir. E nasıldır? Sevilir işte, ne kazık atsa ne çomak soksa da sevilir. Sevilmeyenlerin günahı üstüme, ben de severim Osman’ı. Nedendir bilmem, öyle severim. Nasıl severim? Sevmesem daha iyi olacakmış hissiyle severim. Manzara epey güzeldi. O kadar çok yer görünüyordu ki gözlerim yaşarıyordu tekrar tekrar. Sonuçta alışık değillerdi gözlerim bu filme. Arabadan semaveri çıkardık. Çalı çırpı toplayıp büktüm kırdım. Bir kulağım Osman’da öteki manzaradaydı. Koca dağlar, sarp kayalar, sonsuz çam ağaçları, hepsi daha kâmil duruyordu burada. Bu dünyaya yakışan onlardı sanki. Hep düşünürdüm, nasılsa komik ve yok yere ciddi geliyorsa karıncalar bize, belki öyle komik görünüyoruzdur dağların gözünde. Şaşkınlıkla izliyorlardır bizi ve gülüyorlardır derdimize. Hangi derdimize? Hayat memat işlerine ve bir sürü saçmalığa. Manzaranın aklıma çaldıkları Osman’ın üstüne geçti ve dinlemediğimi fark ettim Osman’ı. Osman’ı dinlememek mi daha büyük saygısızlık yoksa şu koca dağları dinlememek mi diye düşündüm. Osman, cevabını verdim gönülsüzce. Osman anlattı, hep anlattı. “Arabayı sattık. Evi sattık. Az kaldı götümüzü de satacaz. Bitmiyor siktiğimin borcu. Kumar borcu bitmezmiş zaten. Söylemiyor ki gerçeği. Hep azını söylüyor. Ne dicen, ne dicen ki!” Deme bir şey. Kozalaklar nar gibi kızardı. Küçük dallar çatır çatır yanıyor. Semaverin üstünden buhar geliyor. Su birazdan kaynar, deme dökeriz. Sonra demini alır, çay çaylıktan çıkar ilaç olur kana girer. Serum diye bağlasak yeridir, bu çay o çaylardan. Hangi çaylardan? Hani içince bir gülümseme sızar suratına, sittin sene unutmazsın ya, o çaylardan işte. Ah işte, evet o çay, hayat felsefesi yapılanlardan. Rejisör koltuklarımıza iyicene kurulmuştuk artık. Ben üçüncü çaya geçmiştim, Osman birde kalmıştı. Çünkü Osman hep laf hep laf... Anlıyordum, derdi çoktu. Ama ne yapsa olmayacaktı işte, o dert bana ulaşmayacaktı. Benim baktığım yerden sadece Osman görünmüyordu ki dağlar vardı ağaçlar vardı, semaverde çay vardı. Hayat vardı bir yanda, akıyordu. Tuhaf bir hızla akıyordu hayat. Ne benden hızlı ne benden yavaştı.


Ancak bu aynı hızda olduğumuzu da göstermiyordu. Bir arada kalınmışlıktı gidiyordu. Osman anlatıyor, anlatıyor, anlatıyordu. “10 senedir oturuyor evde. Ne kira var ne bir şey. Çık desen, hayırdır der. Anne babada da iş yok ki. Hakkaniyet olacak insanda. Adaletsizliğe razı olamayacak.” Sen de haklısın. Osman’ı yatıştırıyordum. Ağzımdan doğru düzgün kelime çıkmasa da bakışlarım ve çıkardığım çeşitli nefeslerle anlattığı şeyleri dinliyormuş gibi, kendisine şiddetle hak veriyormuş gibi yapıyordum. Osman istemediği hâlde elindeki boş bardağı alıp çay doldurdum. Bu işi uzatarak yaptım. Osman zamanı esnetiyordu anlattıklarıyla. Hangi zamanı? İçinde bulunduğumuzu zannettiğimiz zamanı, pek emin değilim bu konuda. “Salçanı kendin yapacan. Biz geçen bir kasa domatesi aldık pazardan. Ben soydum Meltem doğradı. Kabuklarını bile atmadık. Onlardan da bir kilo çıktı. Tüm kış yeter bize. Kasası 15 lira. Para değil.” Ne diyebilirim ki. Çay bitti. Osman lafı toparlayamadığı için Allah ne verdiyse anlatıyordu. Artık konular arasındaki zincirler yok oluyor, bilinç akışı tekniğiyle cümleler sıralıyordu Osman, bense gizlice gülüyordum. “Ur gibi. Gitgide büyüdü. Tüm takımı sardı. Başta iyiydi hoştu. Herkesin hoşuna giden işler yaptı. Ama şimdi bunlar olacak işler mi? Gitmeyi bilin artık kardeşim. Biri de şu perdeyi yıkıp viran eylemeden siktirsin gitsin!” Sen öyle diyorsan... Osman’ın mevcut imkânlarla sarhoş olduğuna ikna olmuştum. Artık daha rahattım ona karşı. Ne dese karşılık veriyordum. O ise daha candan yaşıyordu hislerini. Her anlattığı şeyin içine giriyor, yoğun tepkilerle, hararetle konuşuyordu. Osman demini almıştı. “Hayır zorunda mıyım ben? Camiye gitmek zorunda mıyım?” Demli Osman. Gülüşümü saklamıyordum. “Değilsin Osman, ne münasebet!” dedim kahkahayla karışık. İlk kez ağzımdan bir laf çıkmıştı. O an aydınlanma yaşadı Osman. Ve gerçek olduğunu düşündüğü dünyaya döndü. “Hep ben konuştum, sen anlat.” dedi. Dağlara baktım. “Ben söz hakkımı dağlara bıraktım.” deyip ayağa kalktım. Osman alaycı bir ifadeyle yandan sırıttı. Arabaya geçerken “Ne tuhaf adamsın.” dedi gülerek. Tuhaf ne demekse! Ne demek? Herhalde Osman’ın pek sık karşılaşmadığı bir şey anlamına gelir. Nasıl bir şey? Az olan ancak pek de kıymetli olmayan bir şey. Yunus Abid



Bir gri kuzeyli sancıma eşlik edebilir. Rud, bu, senin tasnifine, tahliline dahil olduğum ekşi sözcüklerin için boyut kazanmış ayrılık ertesi yazılan içli bir mektup. Rahmim, Çehov’a daha fazla yakınsadı. Sevgilim, sevgilim, öznesizim, acısızım, avunmasızım. Bu; iğreti tokluk, sarsıntılı boşluk, betimsiz yara. Bana bağırma fırsatı veren bütün şairlerden kan pıhtıları ödünç aldım.Bir ceninim ben, düşlerimi yamadığım döl yatağında dünyaya bulaşan her hücrem için kanayarak büyüyorum. Sevgilim, sevgilim, göğüslerimden fışkıran ilmihallerle beslenmelisin. Kutsal denizcilerin buzlu göllerinde seviştiğimiz, onlara ait ağlara takıldığımız ve organlarımızı yitirdiğimiz anları kadife öykülere derledim. Bir beden başka bir beden için esrarengiz olabilir Rud. Bugün beni terkettiğin bu kilisede İsa’nın başkalaşmış şarabından içip sırtını düşledim. Bana kuramadığım cümleler bahşettin; esrik ve yarım cümleler... Tacirlerin köleler için kurduğu cümleler... Seni tekrar boynumla tanımlıyorum. Bir babanın sesi ve korkunç bir plaka: 323. Seni tekrar korkumla tanımlıyorum ve burada mısın diye yokluyorum. İsmin neden bir peygamber ismi ve neden beyazlığımdan kusurlusun bilemiyorum. Saçlarım rüzgarla tanıştığında, o buruşmuş sevinci yaşadığımda yanımda olamayacaksın. Acı veren şeyleri düşünme diyorsun. Bunun, içli bir mektup olduğunu belirtmiştim. Güzellediğimiz tensel uyuntu... monologlar... analitik düzlem... düşün düşüşü düşüş...turunculuğun ve ayakların... Yolculukların oluşum aşamasındaki kesik anlar. Seni büyütüyorum ve besliyorum. Sırtına şiirler üflüyorum, küçük sakalını kutsuyorum, tırnaklarını uzatıyorum, kesiyorum, uzatıyorum. Kaybolmayacağımdan eminim, tekrar bulunacağım. Öfari, düş düşüş. Sevgilim, bir gece kalkıp bütün ışıkları açtım ve bunun hormonlardan kaynaklandığını düşündün. Seni aradığım 150 metrekare bir mimaride ışık hormon yalnızca, haklıydın. Bilmiyorsun sesin için yazgımı burktuğumu, çatlayan kasıklardan, mor bir yüzden ibaret olduğumu ve senin uyukladığın gecelerde balkonlara melankolik bir sigara yakıştırması yaptığımı. Belinda gibi çıkamadım balkonlara. Bütün balkonların bütün şiirlerini beni küçülterek okudun. Ablam, “ateş içiyor” dedi aziz günlerce. Seni içiyordum Rud, buna yemin bile edebilirim. Bitişinden içiyordum. İzmaritlere öykünen ağzımı ağzınla soluduğun anlardan oluştu yara; “Seni bırakıp nereye gidebilirim ki” dediğin anlardan, mandalina soyup “Sevgilim Hayat’’ı okuduğun anlardan oluştu. Bu, içli bir mektup Rud. Bütün ayrılıklar için, fıkıh ve kıyas için, 40.5 adım ölçüsü için bu mektubu sana göndereceğim. Okuyamayacağından bir kuzeyli kadar eminim, hoşçakal. Ronya Venî


Ke-Ke-Ke-Kereste beni kendine büyü bü/bü/bü büyüledin bacağını kullandığın kurbağa hangi derenin? bu derede balık olmuşluğuma ağ aç mahalle pazarlarının balıkçı tezgahlarında sergile beni fiyatımı da ucuzdan koy bir faydam olsun az parayla çok karın doyurmanın peşindekilerinin ceplerine beni kendine büyü bü/bü/bü büyüt saksılara sığmazsam çocukken oyunlar oynadığın bahçene ek

rüzgar olduğun yerinden devir beni diğer güçsüz düşmüş ağaçların yanına, köklerine yabancılaşmış bir ağaçken aileleri bir arada tutan yemek masası olarak işle orta hallilerin mutfaklarına beni kendine büyü bü/bü/bü büyük bir mesele olarak sayma küçük küçük meselelerden sürekli davalaştır ki bir sonumuz olmasın

rüzgar olup beni devirmen basit Amerika olup devirsen doğrulmam zor, Ucuzdan balık olup ağına takılmam basit balina olup takılsam ağına zaptım zor, bugün basitim, anlatmak istediğim basit olmak istediğim de basit, olmak istediğim: yanın Necip Fazıl Say


Hesar Balladı II tütsülü bir akşam! durgun vadi boylarında ovuyorum çamurlu kalbimi. Göğsümde kil ve ateş. Öfkemi söndürecek manayı arıyorum. Bu yol uzun ölemeyecek kadar.

Kimim ben Kırılgan dikenlerle bezenmiş bir gülün kanattığı münkir gezgin mi Ya da Eskiyen hüznü yağız kalabalıkların ?

Acz ve şer’le diyorum, gelinir mi buralara ağarmış adımlarla bir yas gününe kibirli yüzlerle. hangi kıbleye dönsem tarifi çirkin bir dua oluyor ellerim. Bilmiyorum ki Bir seyyid duysa adını Suya nasıl dokunur gözleriyle Avucunda ızdırap terleriyle mi?

Hayır Sen yanılgısı Allah’ın incinen nehirler taşıyor kalbinden Havı dökülmüş taşlarla yamıyorsun geceyi küfür gibi dolanıyor diline üşüdüğümüz mevsim. Avunduğun kışlara yüz tutuyorsun aniden. Içinde kervansız çöller.. Zaman terli alnıyla vuruyor baltasını Aşkın mezar taşlarına..

ezâ


Papalagi’nin Şapkasında Suç ve Ceza ‘’Damiens 2 Mart 1757’de Paris Kilisesinin cümle kapısının önünde, suçunu herkesin karşısında itiraf etmeye mahkum edilmişti; buraya elinde yanar halde bulunan iki libre ağırlığındaki bir meşaleyi taşıyarak, üzerinde bir gömlekten başka bir şey olmadığı halde, iki tekerlekli bir yük arabasında götürülecekti; sonra da kurulmuş olan darağacına çıkartılarak memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın kerpenle çekilecek; babasını (kralı) öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ve kükürt dökülecek, sonra da bedeni dört ata çektirilerek parçalatılacak ve vücudu ateşle yakılacak, kül haline getirilecek ve bu küller rüzgara savrulacaktır.’’

Michel Foucault ‘’Hapishanenin Doğuşu’’ eserine bu olayı ele alarak başladı. Suç ve ceza bütünlüğünde; cezayı ele alarak ceza sisteminin evrimini, cezalandırma sisteminin aynı zamanda iktidar otoritesini meşrulaştırmak için nasıl araçsallaştığını, gelişen bu sistemin aynı zamanda bireyselleşmeye nasıl evrildiğini, bireyselleşen bu evrilmenin nasıl büyük bir gözaltı durumunu oluşturduğunu detaylarıyla anlattı. Michel Foucault’un suç ve ceza bütünlüğünde cezaya alışılmışın dışında bir perspektifle bakışı bu bütünlüğün diğer parçası olan suç objesine de yeniden ve daha geniş bir perspektifte bakmanın bir zorunluluk olduğunu gösterdi. Suç; ‘’ Toplumsal düzene ve toplumsal kurala aykırı davranışlar’’, ‘’Toplumun ve bireyin iyilik hallerine zarar veren davranışlar’’ gibi tanımlamaların yanı sıra Freud’un ‘’id’’ kavramı da ele alındığında tüm bireylerde bulunan ya da açık bir tabirle bireylerin özünde olan ‘’cinsellik ve saldırganlık’’ gibi iki temelde toplanan bilinçaltı durumunu ifade etmektedir. Suç olarak tanımlanan davranışların da bu iki temel kavramla bağdaşık eylemler olduğu açıkçası yadsınamaz bir gerçektir. Freud’un bu bakışı bize suç olarak değerlendirilen davranışların insani ya da insan kaynaklı davranışlar olduğunu göstermektedir. Cezalandırma davranışı da her ne kadar ilahi inançlarla gelen bir durum olsa da insanidir lakin kaç bin yıldır aynı suçların sürekli tekriri cezalandırma sisteminden uzaklaşmanın gerekli olduğunu göstermektedir. Cezalandırma sisteminin alternatifine ise yine Freud’un ‘’ego ve süper ego’’ kavramlarından yola çıkılarak ulaşılabilir. Ego id’i bastıran benlik, süper ego ise bu benliğin kişiliğe dönüşmesidir. Oluşturulacak toplumsal süper egonun daha iyi bir dünya yaratacağı, suç tekririni azaltacağını ve belki bir gün bitirebileceğini öngörebiliriz. papalagi


Sen ve Sonrası

Üst üste gelmemesi gereken şeyler geliyor üst üste Ve ben oturmuş aylar önce benimle olduğun bir bankta düşünüyorum Sessizce Konuşuyorum ara sıra insanlarla, “fikir almak iyidir” derdin hep bana. Unutulur, geçer, gider klişeleri yarabandı olacak derlerken ben kanayan yaramla beraber kaybolduklarını görüyorum Kan revan içinde. Düşünmemesi gereken şeyler düşünür ya hep insan Kuruntularımı besleyip büyütmeyi de senden öğrendim bir kahve dükkanında Yaşıyoruz diyorum bu hayatı ama nasıl olduğunu bilmiyorum inan Seni onunla gördükten sonra yaşadığımı bile göremedim içimdeki ses hep dedi, hep diyor: “Dayan!” Elbet bunların da geçeceğine inanıyorum, desem, yalan olur Yanındakilere laf da etsem içerimde, elbet çok kıskandım Çok kıskanıyorum, Ve ben hala koltuğun oturduğun kısmını boş bırakıyorum. Dayanılmazdır ki şu an değerini kullandığın eşyalarla belirleyen insanlara dokunuyorsun, Onlara bakarken sen, baktığında hayatımı yeşerten o gözlerinle Ben yine gözlerindeki yeşillerin tonunu hesaplıyorum anlamsızca Ve bir başkasıyla oturursun bir şömine başında, onu ısıtırsın kalbinin derinlerinde, elleri ellerinde Ben yakıyorum günün güneşin verdiği ısıyı cümlelerimde. Bu saatten sonra yanışım da sana, bitişim de.

Nilay Demirci


Kelebek En güzelisin en ölülerin Kavruk bir rüzgâr, düş gibi ve işgal. Merhametin yittiği bozkıra sürdüm atlarımı, kırık bir gecede yahut Büsbütün balçık, yara bere içinde ben ve muharebe. Irmak gibi coşkundum düşündükçe seni Önce rüzgâr, sonra ben Büyüyen gözlerine aldırmadan öpmüştük dudaklarını. Bir şiirin ilk mısrası gibiydi gözlerin Öyle ilk, öyle ilk, öyle ilk yine. Gözlerin nereme dokunduysa Bıçak kesiği gibi sızı sızı oralarım. Altında oturduğum ağacın yaprakları çıtır çıtır Önce rüzgâr, sonra ben ’’Bu denli yorulmak yaşıma aykırıdır’’ belki. Dudaklarımda bir esinti şafağı uyandıran dudakların Dokunduydun, kekre bir düş gibi düşerek uyandım sessiz. Saçların çıplak bedenime değen ılık bir ürperti kuş kanadında Ellerin dizinde, parmakların aralanmış ve Kirpiğin henüz düştü yatağıma.


Dudaklarındı mandalina gibi beliren sanki annem uzatmış ansızın Karanlık bastı, üstelik susadım, boş bir odada yalnızım. Göğsümdeki ağrı durmadı, yitmedi acım. Bir ananın elleri gibi medet umarsın beceriye ya da Kabuk tutmuş yaralarını kanatırsın dizinde.

Kibirli karanlığı seviyorsun belki Kibirlisin belki, belki kendi karanlığından korkuyorsun Kaskatı kesiliyorsun değince dudaklarım kasıklarına çiğ gibi En güzelisin en ölülerin Karanfil ayrılıklarına rastlıyoruz kımıltısız yatağımızda Ki, karanfil ayrılıkları; çamaşırları avucunun içinde sıkar ve fırlatır Apartman boşluğunda uğuldar ıssız, tenha adımlarımız İç çekişi vardı karşılıklı oturan ve çarpışan gölgelerimizin Kazağım kedinin tüyleri, dudağımda dudağının taze tadı tatlı. Bakışının düştüğü sehpa boş, henüz ölmüş kelebek Düşün ki saçların uzun azıcık, sehpada ölü bir kelebek Düşün ki sen bir yaprak, Bense kelebek.

En güzelisin en ölülerin.

Ali Maruf Kaygılı


Bırakmıştım ben kendimi rüzgara İpsiz, boşta bir uçurtma misali. Artık içimde hoş mu hoş bir seda Sana olan aşkımın timsali. Adını duyunca hızlanan kalbim, Elini tutunca buz kesen elim, Seni görünce lâl olan bu dilim, Sana olan aşkımın timsali.

Şekerpare’me Bir insan düşünün şimdi. Sevmeyi ve sevilmeyi bilmeyen, hayatın zorluklarını küçük yaşta görmüş bir insan. O insanın ufku, sadece kafasındaki dört duvar kadardır. Okyanusları, denizleri, ormanları bilmez. Kendi çorak dünyasında yaşamaya alışmıştır çünkü. Kabullenmesi zordur hayal gücünün ötesinde bir dünyayı. Tam da böyle biriydi işte İsmail Abi… Önce denizleri tanıdı ve hayal gücünün ötesine korkarak fakat bir o kadar da cesaretle adım attı. Sonra o denizlerde yepyeni ufuklara yelken açmayı istedi. Yavaş yavaş anlıyordu ama insanoğlunun arzularının sonu olmadığını ve ufuk çizgisine ne kadar yaklaşmaya çalışırsa çizginin o kadar ondan uzaklaştığını... Ufuklar ne kadar uzak olursa olsun, İsmail Abi, beklediği geminin geleceğine emindi. Gökyüzünün maviliğinden, gecenin siyahından, sabahın aydınlığından ve portakalın turunculuğundan ne kadar eminse o kadar emindi. Bu inancı sayesinde hiç vazgeçmedi beklemekten. Derken, Şekerpare’sini gördü. Yüreğinde yara açan Şekerpare’sini… Hem yarasıydı hem de merhemiydi Şekerpare. Sizin İsmail Abi’nizin Şekerpare’sinin ise bir farkı vardı ama... O, İsmail Abinizin yanından hiç ayrılmadı. Beraber el salladılar ufka doğru. O sevdiği kadına, Şekerparesine, hitaben şu dizeler geçiverdi yüreğinden;

İSMAİL ABİ


Ben ve Külkedisi Arasındaki Farklar Büyük bir şatoda, bir kralın verdiği ziyafette, şeref konuğu olarak bulunuyordum. Kral babam adıma bir davet vermişti, ağızlarını yağa bulayarak gözlerini bana dikmiş insanlarla uzun bir yemek masasındaydım. Elim hiçbir yemeğe yetişmiyordu. Uzun bir masa tüm davetlileri doyurmak içindi, benim için düzenlenmişti, yiyemeyen tek kişi vardı. Ne kadar açtılar bu insanlar, canlı bir öküzü dişleriyle parçalayarak yiyebilirlerdi, kanlı, çiğ, ağızlarından salyalar akıtarak... Önlerine bir ayna koymayı geçirdim zihnimden, süslü leydilerin hepsinin kendilerini gördüklerini geçirdim, aldıkları eğitimi, yaşayarak edindikleri asil tecrübelerini bir yemek masasında nasıl hiç ettiklerini gördüklerini geçirdim. Aynı iştahla yansımalarını yiyorlardı zihnimde. Kraliçe annem beni de ortama uygun paketlemişti, bu ne janjanlı elbiselerdi böyle, arkamda bir kurdele, içimde göğüs kafesimi zorlayan bir korse, ayaklarımı içine tıkıştırdığım küçük numaralı yumurta topuklu ayakkabılar, davetlilerden daha fazla rahatsız ediyordu beni. Kraliçe annem... “Yaşam az sayıdaki kadına hoş bir zerafet vermiş.” Uzanabildiğim en yakın kadehi Bukowski için kaldırdım. Ah peki centilmen baylara ne demeli? Kalbim derin yaralar aldığından beri baylarla göz göze gelmeyi, sahte iltifatlarla onure olmayı, elimin öpülesi zerafetini reddediyordum yine de belimdeki kurdeleyi çözmeye çalışan bakışlardan sıyrılamıyordum. Salonun ihtişamını tamamladığımı düşündüğüm sırada bir çift göze denk geldim. Bu salonun klişeliğini o bir çift göz bozuyordu. Baktığı her yerde freskleri döküyor, gözünü her devirişinde bir kolon yıkıyordu. Korsemin içinde nefes alamazken tek istediğim beni farketmesiydi. Babam beni takdim etmeliydi artık, bu şerefe benim için ulaştıklarından bahsetmeliydi, o bir çift göz kin dolu bakmalıydı bana. Bu bekleme seramonisine daha fazla dayanamadım ve ayaklarımı bir güvercin gibi özgür bıraktım, derin bir nefes alıp uzun yemek masasının tepesine çıktım. Herkes hayretler içerisindeydi, o bir çift göz ise parıldayarak bakıyordu bana. Tabakları birer birer zarif konukların yüzlerine tekmeleyerek dans etmeye başladım, durduramıyordum kendimi, bir çift ışık üzerimdeydi, masa oldukça uzundu... Kafamda daha önce hiç duymadığım bir senfoni çalıyordu, şiddeti gittikçe artan bir senfoniydi bu, insanlar yağlı ağızlarıyla ayaklarımı öpsünler istiyordum, rahipler yürüdüğüm masayı kutsasınlar istiyordum, salondaki bütün freskleri üzerime giymek istiyordum, bir çift göz arsızca bana baksın istiyordum.


Gözlerimi açtığımda tanıdık bir yüzle karşılaştım, her gece üzerimi örten sırdaşım: tavanım. Odamdaydım ve nasıl geldiğim hakkında hiçbir bilgim yoktu. Kral babamın mahçup sesini işitiyordum, özürler dileyerek davetlileri uğurluyordu. Annemin bakışları da kolonlar deviriyordu başucumda; ama üstüme... Yelpazesini toplayarak son bir nefesi burnundan verip de çıktı odamdan. Nasıl bayıldığımı anımsadım, gece boyu tüm davetlilerin üstüne kusmuş sonra da takatim kalmamış, bayılmıştım. Işık sarhoşu olmuş, ışık içmiş, ışık yemiştim gece boyunca. Anımsıyordum; ışık da benimle birlikte dansa kalkmış, çılgınlar gibi iğrenmiştik pudralı yüzlerden. Bir adamın bıyığını çekiştirdiğimi anımsıyordum. Işık, bir kadının peruğunu bir punch kasesinin içine atıyordu, şu sütyenlerinizi dolduran portakallara da bakın, ooo bayım bu adonis sahiden size mi ait, aman efendim ne kadar da sahtesiniz... Kahkaha atarak ellerimi yüzüme kapattım, babamın mahçup sesi kahkamı arttırıyordu, kendilerince bir doktor çağırma zahmetine girişmeliydiler ama öyle olmadı; babam odamdan çıkmama cezası verdi, annem bu cezayla bile çok ilgilenmedi, ben bir yıl odamdan çıkmayıp kimsenin yüzüne kusmadım, geceleri lambam hep açık uyudum.

Laura


Cennet Ehlinden Bir Şahıs

Olmuyor... Dolu dolu sarılmak deyimini eyleme dökmek bu olsa gerek. Bilenler bilir, bilmeyenler ise okusunlar. Bugün parkta oturmuş düşünceli bir şekilde sola sağa bakınıyordu. Sol yanından yaklaştım. Çok mutluydu. Tokalaşmadı, dolu dolu sarıldı. Sanırım mutluluğunu bana bulaştırdı. Sonra çok komik bir şey oldu (gülmem geçince anlatırım). Bu mutluluk fazla uzun sürmedi. Çünkü saat on yedinci dakikaya yaklaşıyordu. Bir mısra söylemesini bekliyordum. Ervah: “Aşk acısı olmayan bir şiir tarifin var mı üstat?” diye sordu. Ancak mısrayı bana söylettirdi. Dpy: - Hiç olamadığın kadar gerçek, olduğun gibi yalan kal. Aşkın vurduğu yürekte acı biter, gidiyorum. Ervah: - Ey nas, susun! Hayatında güzeldin Ölümünde güzelsin Öldün Bir daha ölmeyeceksin Komik olan şeye biz yeterince güldük. Siz sağ biz selamet..


Hiç kitap okumayıp kitap mı çıkarmak istiyorsun? Hayatını yazsan roman mı olur? Herhangi bi konu hakkında bilgin yoksa dahi fikrin mi var? Hey dostum, bu hizmet tam sana göre. Aşağıdaki testleri çözerek kitap yazmaya bir adım daha yaklaşabilirsin. Lütfen işretleyiniz; Fenomen misiniz? Evet Hayır

Kendi çapımda

Turşu suyunun en iyisi hangisiyle yapılır? Sirke

Limon

Emin misiniz? Evet Yukarı bakın Baktım

Hayır

Bakmadım

Size deniz anası taklidi yapıyım mı? Evet Hayır

Kimler kimler kitap yazıyor ya sizin neyiniz eksik? Hatta Twitter floodlarınızı bassanıza ya öff süper fikir.

Ben kitap yazmak istemiyorum diyenleri de düşündük; işte karşınızda; “Yabancı dil biliyor musunuz?” testi Yabancı dil biliyor musunuz? EVET

HAYIR

cevabınız “evet” ise yabancı dil biliyorsunuzdur; “hayır” ise bilmiyorsunuzdur.


Bize ulaşmak, yazmak, çizmek, paylaşmak, mamafih dertleşmek istersen;

doksankmfanzin@gmail.com doksankmfanzin doksankmfanzin



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.