,.
KİLOMETRE
No: 1.6
MART’19
Kilometre Taşları
6 Şeyma Dinç
8 Boşküme ve bazı güzel anılar
5
10
Bay Ahtapot
umarız yetişmişizdir: neretva
4
X
11
Muhammet Bahur
X Lübna
12
Şu anda buradasınız.
X Laura come back
14 İSMAİL ABİİİİİ
15 ezâ
17
X tanışmadan geçen 1 yıl Ervah - 6
İçimde yoğun bir sis dışımda tipi ne Yapsam nafile bulamıyorum kendimi İçine çekiyor bu kısır döngü girdap ne yapsam nafile boğuluyorum kurtaramıyorum kendimi K.E
Ekmek sıcak, İnsanlar soğuk, samimiyetsiz, Ellerine dokunsam Sevebilir miyim seni, Bir çay daha doldur, Herşey içimizde kalıyor, Aklımdakileri boşalamıyorum, Akvaryumun içindeki bi balık gibi yalnız ve çaresiz Bekliyorum seni, Ölmeyi, Nefesimi tuttum, Bırakamıyorum, Ekmek sıcak, Kalbim gibi Koyu kırmızı elbiseleri sever gibi, Gördüğü her kadına aşık olan biri gibi, Sonunu getirememekten korktuğum sonlar, Artık başlayamadığım başlangıçlar getiriyor bana, Uzattım bileklerimi, Öpmek istersin belki, Yürüdüğüm her kaldırımın sonu çıkmaz sokak, Öptüğüm her dudak biraz ıslak, Sevişirken bakmıyorum gözlerine, Haklısın Tanrı, İyi değilim. Kıskanıyor musun beni? Veya olmak ister misin yerimde, Bize fazla gelen şeyleri görmemek Bize az gelen şeyleri vermemek Bizi sevdiğini düşünmek Beni yordu artık
Muhammet Bahur
Hay yaşasın! kimin reenkarnasyonusun bilmiyorum sonra görüşürüz. bilirsiniz tekneyle dolaşan çok fazla adam vardı, sen doğmadan önce çekiçle dolaşıyorum ormanı ve bunu her gün yapabilirim. bu anları yaşamayı senin ve umutlarını tek tek özgürlüğe takık tüm açık alan vesaire zırvalarını kaldırabilirim. mantarlı yumurtanı, ren geyiği etini, her şeyini sadece hardalın yüzü suyu hürmetine yiyebiliyorum. ama şimdi, anlıyorum ki birinin önceki hayatında yine sen vardın, bir gölde çürümüş. aranmayan uçak enkazı ya da kaçak harfiyat döküm alanında saklısın tekneyle üstünden geçerken, peşindeki küçük balıklar bile bilir seni öldürdüğümü. umduğum gibi değildin, tadın çürümüş bizon gibiydi. açlıktan ölecektim. profesyonel değildim, hava çok kötü ve artık kuzey ışıklarını görme ihtimalin yok.
Lagustane Sweatshit
50 mg’lık sakinleştirici “Karanlık geçen gecelerin ardından 4 gözle beklenen güneş sanıldığı gibi parlak doğar mıydı?” diye düşündü Sevcan. Gökyüzüne bakıp yarım saat boyunca cevabını hiç bulamadığı soruları silah gibi kendine doğrultmuştu o gece şakakları terlemeyi seven bu kadın.Kim bilir kaç bardak sütlü kahve içmişti. “Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye ?” Sorular gelip geçmeye devam etti o gece Sevcan’ın aklından.Memnuniyetsiz ve asık bir suratla nefes almaya devam ediyordu.Derken kolları birbirine dolanmış bir vaziyette cam kenarında uyuya kalmıştı.Rüya da görmemişti o gece. Belki de artık çiçekli tarlalarda koştuğunu rüyasında göremeyecek kadar yaşlanmıştı. AH BU KADIN ! Son günlerde fark ettiği şu hiç değişmeyeceğini düşündüğü bazı şeylerin değişmesi onu iyice korkutuyordu doğrusu.Tüm bu değişen şeyler onu derinlere sürükleyerek zamanını mı çalıyordu yoksa işinden istifa edip depresyona girmek için beyninin uydurduğu bir bahanemiydi bu. Bilemiyordu,üşünüyordu. Kendinden ve hayatından emin olamıyordu çoğu zaman ve bunu da kendisine baskı yapmaktan zorla alıkoyduğu ailesine bağlıyordu.Tüm gençlik yıllarını kalıplar ve kurallar arasında yaşamak zorunda kalmış bir kadındı o,pişmandı. Cam kenarından güne başlayan Sevcan o gün mesaisi bitince akşam için izlemeyi planladığı filmin yanına abur cubur almak için markete uğradı.Havanın rüzgarlı olmasından fırsat bilen uçurtmacılara takıldı gözleri. Biraz farklılık olsun diye arabasını uçurtmaları net görebileceği bir yere park etti. Bir sigara yaktı. “İşte yine başlıyordu.Her zaman kafasını kemiren psikolojik konular kalbine saplanmış meyve bıçakları gibiydi. Beyninin konuşmasına izin verdiğinde uzun zaman öncesine dönüp hayatına burunlarını sokmayı mağrifet sayan insanlara küfürler yağdırıyordu içten içe. Hayalleri ve beklentileri vardı gırtlağına yapışan, midesini bulandıran samimiyetsiz gülüşler içerisinde olmaktan yorulmuştu artık. Yıllar geçmişti artık, eski kuvveti ve sağlığını kaybetmişti. O ‘olgun kadın’ diye adlandırılan kalıbın içine kendini hapsetmiş ve kim ne derse onu yapmıştı. Toplum yansıması bir kadın olup toplumu temsil eder hale gelmişti. Ne yazık ve ne kadar da üzücüydü bu olanlar.Bir insana yapılan en büyük kötülüktü geleceğini çalmak. Lakin düşünülmüyordu bunlar kolay kolay, hayat basite alınıp önemsenmeyen bir saate dönüşmüştü. Pili bittiğinde kıymeti bilinen, vakitsizliği insanı deliye çeviren...
Yani Sevcan kafası çekiçle ezilmiş bir kadındı. Küçükken gözlerini kapadığında gördüğü güzel hayalleri gözlerini açtığında gerçekliğe kurban ediyor, önüne oturup yitip giden güzellikler için ruhsal buhranlar yaşıyordu. Nefesleri ve ümitleri falakaya yatırılmıştı; artık ne ümit edebiliyor ne de doya doya nefes alabiliyordu. Çünkü pil bitmişti. Her sabah içtiği çayın, kazandığı paranın ve hayatının pili tükenmişti. Uçurtmalar ne kadar da güzeldi. “Tanrım !” dedi. Tüm bu olanlara ve hiç bir zaman girmeyeceğini düşündüğü kalıplara, samimiyetsiz kahkahaların ardından gelen boş savaşlara inanamıyordu. İnsanlar nasıl bu kadar umarsız ve dikkatsiz olabiliyordu. İnsanlar kendilerinden kaçıyorlar, yaşadıklarını fark etmiyorlar, en kötüsü de sevmiyorlar ve hayallere değer vermiyorlardı. Tüm bunları düşünürken olacak olan yine olmuştu işte. Sevcan haftalık olarak girdiği panik atak krizinin sonlarına doğru yaklaşmıştı. Düşüncelerinin giderek ağırlaşacağını hisseden Sevcan, her şeye 50 mg sakinleştirici ile veda etmiş ve kendini eve zor atmıştı. Derken aniden bir şey farketti.
Elektrik faturasının bugün son günüydü.
Şeyma Dinç
İçindeki Ben
Ben hep orada olacağım İyi geceler diyeceğim Göğsümde uyutacağım Tatlı rüyalar yollayacağım sana Başkası giremeyecek koynuna Ben bir gölge olup sızacağım aranıza Başkası dokunamayacak tenine Ben bir örtü olacağım üzerine Kalbimi sende bırakacağım Avuçlarında tutarken Gözlerimi yumacağım bilinmeze Kolların beni sararken Yatağın soğuk tarafı olup Isıtacağım seni Otobüste boş koltuk olup Oturacağım yanına Bir rüzgar esecek Seğmenler’de oturduğumuz ağaç altında Buram buram gelecek burnuna Ben gözlerimi yumarken içine hapsettiğin son koku
Bir ısırık alacaksın balık ekmekten Hani Eymir’deki bizim büfede Tatlı tatlı değecek dudaklarına Gözlerimi açmadığımda veda busesi kondurduğun dudaklarım Bir yağmur yağacak Beşevler’de kendini aracına atarken Son anda bir damla olup düşecek yüzüne Senden ayrılmanın acısıyla akan son göz yaşım Sırtını bir duvara yaslayacaksın Bana dayanmak gibi Başını yastığa koyacaksın Bana sığınmak gibi Ve şunu hep bileceksin Ben ölünce de seveceğim seni…
ø
Neretva
Ruhun bedene sığmadığı vakitlerden, ah edip işittim tahtının sarsılamadığını kalbimde. El pençe durdum, yar karşısında eğilmenin fiyakalılığıyla, failin meçhule sığındığı ayıplarla sevgine sığındım, bir çocuğun yaramazlığı sonrasında masum gözleriyle bakışlarını annesine dikmesi gibi, öyle masum, öyle sıcak, gözlerine sığındım. Bir çocuksu sevinç sardı sonra, sardı iliklerime kadar, tam kavuştum derken yine bir tehlike, tehlikeleri sevmem, ansızın nefesimi tutarak dudaklarında bitmek gibi değil, ansızın kaybedecekmişim gibi. Gün ola ki açtığımda gözlerimi, gözlerim sana açılmasın. Sana açılırken gözlerim, seninle insana, insan olana. Kumdan kaleler yıkılır, kağıttan gemiler kaybolur, serdengeçti bir yalnızlık, bir sevda, kendini bulur ‘bosna yalnızlığı’nda. An gelir ‘Mostar köprüsü çökmüş, Neretva ne kadar üzgün kim bilir…’ ama sonra küllerinden doğmuş Mostar, Neretva o küllerden yeniden var olmuş, küllerinden var olanlar bilir ki geriye aşk kalır, sevda kalır, acının ertesinde sevinç kalır, sen kalırsın bende, benden içeri. Sen de aramak güzelliği, bir ses, bir dokunuş, bir şiir miktarı andım her gece, işte yine yanıldım, güzellik sendin oysa, hep sonradan gelir aklım başıma. Öyle bir bilmece ki çözmesi zaman, anlaması kazan kaldıran. Ama sonu en başta göremez ki insan, ahım sevmek olsa, ahım sevda. Ah bir bilsen, ah bir anlasan sana dair biriktirdiklerim, tuttuklarım içimde, yaşamdan ölüme bir liman.
Rodi
Babacığım En çok beni sen anladın Yağmuru delice sen sevdirdin Sevdikleri için her şeyden vazgeçmeyi İncirin acıyı yok ettiğini de senden öğrendim. Başka şeyler de öğrendim, öğrettin bana Büyük sözler vermemeyi Haer an sevdiklerinin çekip gideceğini, yalnızlığı En çok da özlemeyi öğrettin bana, baba.
Lübna
Yolun Sonu: Mahmut Hoca Ankara’nın ıslak ve soğuk bir gecesiydi. Martın 3’ü, düpedüz ayaz vardı. Dudaklarım kurumuş titreye titreye adımlıyordum ezberlediğim sokakları. Ağzımda yoksul bir ıslık sırtımda 21 yıllık yüküm aklımda kavgalı olduğum bir tanrı... Sabahtan beri uğradığımız bir gariban kahvesinde abartısız 6’şar bardak içtiğimiz kaçak çayın, soluduğum ucuz tütünlerin bulantısını yeni hissediyordum midemde. Aklımdan sana dair bazı şeyler geçiyor, başka bir arkadaşımla ellerine ortak olmanın haince güzelliği vücut buluyordu trafik lambalarında. Şimdi karşıya geçebilir miydim? Omuzlarım tutulmuş bir sokağın başında kalakalmıştım. Her sabah bu sokağın başında nöbet tutmuş ağlaya ağlaya sokaktaki evlerin kapılarını birer birer tekmelemiş kendimce ettiğim yeminlerden her defasında dönmüştüm. O sokağın seni barındırdığına inanmak istiyordum. Aç ve susuz, sokak boyunca uzanan apartman zillerinde ismini aradığım günler hatrına inanmak istiyordum, başka türlüsü seni tamamen kaybetmek demekti. Basitçe hayallere dalmamak için çekip çıkardım zihnimi o sokaktan, sen orada değildin bir geminin güvertesinde iltihapli yaralarımdan habersiz seyahatlerdeydin. Uzunca yürüdüğüm yolun sonuna varmak için bir o kadar daha yürümeliydim. Sadece arabalar için yoğun denilebilecek bir caddeye çıktım, caddenin kaldırımsı çıkıntısında dengemi korumaya çalışarak Menteş’in şehir mimarisi ve toplum yapısı hakkındaki bağrışmalarını anımsamıştım, arabalar olabildiğince romantikti ben ise bir hayli yorgun. Yorgunluğumu kafama çektiğim kapüşondan dolayı fark etmeyen yağmur sağanaktı ama yanımdan hızlı geçen siyah bir Range üzerimdeki kuru yerlerin varlığından şikayetçiydi belli ki. Ayakkabılarım da küçük bir göl olmuş minik balıklar gibi yüzüyordu parmaklarım, az bir yolum kalmıştı, sadece birkaç kulaç... Köşeyi dönünce yolun sonuna varacaktım, aklımı göğün yedinci katına asacak ve bedenimin her zerresini yerçekimine kaptırarak ruhumu bir miktar bölecektim. Köşeyi döndüm. Bakışların beni buldu. Seni gördüm. Bana bakıyordun. Yağmur yanaklarımdan süzülüyordu. Sağanağın ortasında esmer bir kızın dudaklarında serinliyordun. Bana hala bakıyordun. Martın 3’üydü. Iyi ki doğdun.
Laura
İnsanlar neden iğneyi kendilerine batırmadan çuvaldızı başkalarına batırır? Halbuki atalar ne güzel söylemiştir bu atasözünü söylerken. İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına… Başkalarının kendilerini ertelediklerinden yakınırken acaba bunu kendileri yapmıyor mu? Hayatın yoğun ve yorucu temposunda sevdiklerini ihmal edenlerin arasına ben de mi katıldım acaba… Düşüncesi bile korkutuyor açıkçası beni. Yıllarca hayat koşuşturması yüzünden sevdiklerini ihmal ettiklerini söyleyen kişileri dinledim. Bunları geçerli mazeret olarak ileri sürüyorlardı. Ben ise asla anlayamıyordum ve doğrusu hak da vermiyordum, anlamak da istemiyordum. Şimdi bu kervana katılmış olabilme ihtimalinden bile korkuyorum. Hayat koşuşturması, geçim telaşı, üzerime yüklenen sorumluluklar… Gün sonunda ölmüş gibi harap ve bitap düşmüş oluyorum. Bunlar da bazı değerlerimi ertelememe sebep oluyor. Sanırım anlıyordum bu bahanelerin geçerli olabileceğini fakat anlamak istemediğime eminim. Fakat şu soru geliyor aklıma; “Bunun suçlusu ben miyim, biz miyiz, yoksa modern kölelik diye tabir edebileceğimiz bu sistem mi?” Yüreğim ve aklım bir olmuş: “Ben böyle bir insan olamam, olmamalıyım. Kimse böyle olmamalı. Sevgilerini ertelememeli insanlar!” diyor fakat içinde bulunduğumuz şartlar, buna zorluyor bizi. Zorlamamalı ama zorluyor. Kölelik artık hukuken yok ama bu sistemin adı kölelik değilse nedir ? İSMAİL ABİ DER Kİ SEVGİLİ OKURLAR; Sevgilerdir ki insanı ayakta tutar. Sevgisiz insan, içine ruh üflenmemiş cesettir vesselam. Fakat şu dünyada bunu başaran kaç kişi var ki… Sevdiklerini ertelemeyen… Behçet Necatigil’in dediği gibi; Biz, bitmeyen işler yüzünden sevgileri yarınlara bıraktık. Tabi ki bir de şu var: “Biz böyle olsun istemezdik!” Erteleme kardeşim erteleme. Sevgileri erteleme, Sevdiklerini erteleme. Onlardır seni hayata bağlayan.
İSMAİL ABİ
Z AYİNİ Senin tarifin yok, Suya dönmüş bir rengi var kalbinin. Elinde denizlerin izi, teninde kum tanecikleriyle eskiyen zaman.. gece döngüsü dolanır eteklerine ağırlaşır dizleri dolunayın Bir yıldız kayar, kusurlu bir dilek için gözlerimi umarsın. Saçların durmadan iç çekişi olur rüzgarların. Göğün günü harmanladığı vakitlerde sesinle yoğrulan bir günah gibi soyunursun dağlara karşı. Tüm çıplaklığınla doğurursun hüznün gözlerini. Dünyayı kuşatan bir bakış uzatır bacaklarını. Bir bakış ki yusufa gebe. burnunda kırmızı kokularıyla yakup sarhoşluğu. kuyusunda rüzgar biriktiren o kimsesiz sularınsın.
Gözlerinin tutunduğu bir esmerlik gezinir aynalarımda. sesimiz çarpışır, görüntü kısılır, azalır ellerinin bağışı. Şuranda ben gibi duran bir leke tövbesinden isyan çıkarır dudaklarımın. hiçbir günahı tutmaz dilimdeki mühür seni anmak buna da delil.. Herkes sağır! bilirsin, bu bir sataşma değil. öylesine, herkes için belki hiç kimsenin olmadığı bir yalnızlık senfonisi. allah yine de esirgemez yüzümden çamurlu ellerini. kendi ağıdını yakmış bir irtihali var yüzümün, saçını ağartan bir irtihali yalnızlığın. Büyür merakı tenha kalabalığın: Senin günahın da yok..
ezâ
Cennet Ehlinden Bir Şahıs Gökyüzünün o meşhur maviliğinde diz boyu yol gitmeden varılacak bir liman arıyordu. Yürüdü, yürüdü, yürüdü... Köhne bir sokağa girdi. Sokak duvarlarına dahi işleyen bir koku esaretine çekiyordu Dpy’i. ‘İthal çay kokusuyla harmanlanmış, varaku’l Şam’a sarılmış tütün kokusu’ bu. Ervaahhh, diye haykırmak istedi ama boğazı düğümlendi! İçeri girdi. Kimsenin önünden dahi geçmek istemeyeceği bir kahveden yayılıyordu koku. Direkt sola baktı. Oradaydı, ipekle işlenmiş Şahmaran tablosunun altında. Dirseği iskemleye dayalı, bir küfür gibi duruyordu elinde çay bardağı. Yanına varıncaya değin haftalar, aylar, yıllar... Dirseğini dayadığı iskemleyi çekti, oturdu. Söze başlamak için saatin dolmasını bekliyorlardı yani 17. dakikayı! Dpy: şu an ziyadesiyle mutlusun(!) (Kafamızdan geçenlerin tersini söylemek en sevdiğimiz oyundu) Ervah: ‘şimdi’ ve ‘burada’ olmanın kederine karşı çıkmadım. içimde yeryüzü konuştukça anlıyorum ki, bölünmüş bir hatırayım ben, dünyaya dağılan... Dpy: seninki acı çekme Ervah! Ervah: acı çekme mi? bunu belli ettiğimin farkında değildim. Dpy: belli etmedin. ben de bunu demek istiyorum. mutlu bir insan, acıya karşı asla bu kadar bağışık olamaz. . . . Dpy: Bunca zaman yoktun, gittiğini sanıyordum ve itiraf etmek gerekirse vedalaşmadığın için kırgındım. Ervah: ‘gitmen ‘olmaman’ demek değil, kalırken olmayanlara nasıl anlatayım ki bunu? zaman çok zalim; haftalar, aylar, yıllar... sırayla ısırıyorlar Dpy: ne çok zehir varmış saatin akrebinde Ervah: bilmek her şeyin sonu olur. çekici olan bilememektir. sis her şeye harika bir güzellik katar. Dpy: ya da insana yolunu şaşırtır. Ervah: bütün yolların sonu aynı noktaya çıkar. Dpy: yaa nedir o? Ervah: hayal kırıklığı!
,.
Bu sayfada 90 kilometre için kapak görseli tasarlayabilirsiniz;
KİLOMETRE
No: ? ? ?
???? ‘??
Bize ulaşmak, yazmak, çizmek, paylaşmak, yazmak, çizmek, payl...
doksankmfanzin@gmail.com doksankmfanzin doksankmfanzin