90 km - No: 0.2

Page 1

,.

KÄ°LOMETRE

No: 0.2

ARALIK


8

Kilometre Taşları

Kendim İçin Ağıt

9 Leyla da benim

7 10

Laura’nın son dansı

İSMAİL ABİ

X

12 Gerçek Kaygılar ve Sahici Arayışlar

Şu an buradasınız.

14 Boşküme’den bir elveda

16 Şehrin “Kesif ” dokusu

17

X Cennet Ehlinden Bir Şahısla koyu muhabbet 2


“Bilemezsin, insanlar aslında bir satırdır. yazılmışlardır, ama suya.” -Halil Cibran Yalnız gittiğin bir cafede, okuduğun bir satır, dinlediğin veya eşlik ettiğin bir şarkı seni değiştirebilir mi? Hayatına yeni tatlar, zevkler katabilir mi? Bizce evet, değiştirebilir, katabilir. Bilhassa bunlar bir fanzinden olursa tadından yenmez. Misyonumuz, hayatın size zor geldiği anda yanınızda birileri olduğunu veya hala sizin gibi düşünen, yaşayan birileri olduğunu hatırlatmak ve şehirdeki yazın ortamına birkaç sayfa daha katmak. Edebi yönden bir kaygımız yok! Yani en iyi edebiyatı biz yapıyoruz, demiyorum. Hiçbir zaman en yukarıyı hedeflemedik hayatlarımızda. Sadece kendimiz gibi davrandık, içimizden geldiği gibi yazıp, birbirimizi kısıtlamadan paylaşıyoruz. Özetle; biz buyuz, derken, Oğuzcuğum Atay’dan seslenmek istiyorum size. “Biz, buradayız, Sevgili okur, sen neredesin?”


Bilmiyoruz içi çürümüş mezar taşlarını, Toprağımız taze, toprağımız ıslak, toprağımız dağ sesleri. Genciz, diriyiz, kundaklık sevgilerimiz, Bilmiyoruz uzak yolları, babası ölmüş genç oğulları. Bilmiyoruz vakit bir eli nasıl yontar, nasıl burkar da bir kenara atar Ellerimiz ekmek kokulu, ellerimiz sıcak, ellerimiz tazecik Genciz, diriyiz, kundaklık sevgilerimiz, Bilmiyoruz yaşlanmak nedir, yıllanmak nedir, vakitli ölüm nedir Ölümlüyüz, hep öleniz, genç öleniz. İnançlarının 12’sinden katledileniz. Hiva Önce dolmak ister insan, nevruz kokan bir gülüşe, sığmayı murat eyler bir rüyanın dönümlük nefesine ve açılmak ister beyaz bir yelkenli gibi, şiir şiir bir yüreğin enginliğine... Sonra tatmak ister elma satan tüccardan zehri, sonra okumak ve dokumak ister hatt-ı nakkaşilerdeki o mahbûb besteyi ve sonra yürümek ister bir körün kabartılarına dokunması gibi alfabenin aşkın nizamına doğru iz sürmeyi... Sonra kendimi tanıyayım derken kendinin olmadığı yerlerde bulur ayaklarını insan. Dönüp arkasına bakacak ne mecali kalmıştır, nereden gelip nereye gideceğini bulacak, ne de takatlice bekleyip, topuklarında aşkın ayak seslerini büyük bir ordunun gelişi gibi duyacak. Öyle bir hal alırsın ki, artık aşkın yolcusu değil, aşkın aşktan yol kesildiği her dert misafiridir yüreğinin. Artık memnun olmak değil memnun etmektir işin. Yol almak değil yol olmaktır maharetin. Vefa beklemek değil vefa buyurmaktır nazeninliğin. Sevda değil maşukluktur art niyetin. Göğsüne taşlar koyulsa da yolundan dönmemektir meziyetin. İş ki firakı dahi vuslata adamayacak kadar, bıkmadan, yılmadan, usanmadan çekinmenin. Çektiğini de yârdandır deyip sevmenin. Sevmenin de aşktandır deyip sertac eylemenin... şiiri bırakan kadın


Ne güzel sözdür; “yavuz hırsız ev sahibini bastırır.” Sahi öyle miydi? Tüm hayatımız bir koşturmacayla geçiyor. Ya bir yere yetişmeye çalışıyoruz ya da birine. Doğrusu tatmin de olmuyoruz. Olamıyoruz. Karşımızdaki kim? Yeryüzünde bunca insan ne yapıyor? Neden herkes “yavuz” olmanın peşinde? Duyduklarımıza inan-mış- gibi yapıyoruz. Bir süre sonra da yoruluyoruz; insanlardan, kuşlardan, nefes almaktan. Yaşamak için hayata tutunmaya çalışıyoruz. Tek gayemiz “zamana yetişebilmek” oluyor. Kaybedilmeye mahkûm bir savaşın muzaffer komutanı ilan ediyor bizi hayat. İnadına nefes alayım diyorsun. İnadına batıyorsun. Zamanla bir kulacın bile sana yeteceğini düşünüyorsun. Ama o kulacı atamıyorsun. Peki tüm bunların sebebi yavuz hırsızlar mıydı? Bizim hiç mi suçumuz yoktu? İtiraf bile edemediğimiz düşüncelerin altında neler vardı? Tüm dünyayı düzeltme çabasından ziyade neden itirafta bulunamıyorduk? Zor geliyordu. Çünkü herkes aynı cümleyi kuruyordu. “Ben öyle bir insan mıyım?”

yavuz hırsız

Nasıl oluyor da bunca kalabalığın içinde bu kadar yalnızlaşabiliyorduk? Hepimiz acıdan mı ibarettik? İçimizi acıtan şeyleri bilmemize rağmen buna nasıl katlanıyorduk? Yoksa şairin dediği gibi “insan kal adında bir bela mıdır?” Birbirimizi acıtan şeyleri ezberleyip bu kadar susmak o ezberin en güzel parçası mıdır? Öyleyse eğer; kalbim katlanmaz dünyaya... Boğa Hatunu



Edilememiş Bir İntiharın Yinelenmiş Tezahürü Kendime o denli kırgınım ki. Dinlediğim her müziğin içini doldurdum, her nota bana birilerini hatırlatıyor. Daha fazla dans etmek istemiyorum. Biraz şarap doldurup odanın en ücra köşesinde, bir masa lambasının aydınlattığı, üniversite yıllarıma ait kitaplığın önündeki eski bir koltuğa bırakıveriyorum kendimi, hala kırgınım. Cricova Cabarnet dolu bardağımdan bir yudum alıyorum, neredeyse 30 yıllık, kimilerince en güzeli bile denilebilir; fakat ben ağzımda alkolün acı tadından başka hiçbir şey hissetmiyorum. Sessizlik geceyi esir almış, bir kedi çöpü dahi karıştırmıyor. Yere bir un dökülse sesini duyabilirsiniz. Bu kadar sessizlik içinde, illaki birinin geceyi yırtması gerektiğini düşünürken, kapım dört kez vuruldu. Sanırım bir erkek arkadaşım var, hoşlandığım bir erkek, hoşlandığımı sandığım... Kapıyı vuruşundaki aceleciliğe ve “Hayatım, açar mısın kapıyı?” cümlesini söylerkenki kontrollü ses tonuna bakılırsa, onu dün gece aldattığımı öğrenmiş olmalı. Umursamıyorum, bir yudum daha içiyorum, kapı hala vuruluyor. Dün gece seviştiğim adamın hesabını sormak sence de haksızlık değil mi sevgilim? Diğerlerinin hesapları ne olacak, hatırları kalır. Çok geçmeden üst komşumun belli belirsiz öksürüklerini işitiyorum. Birazdan kapıyı açacak ve seni azarlayacak, daha öncekiler gibi. Sen, birkaç küfür savuracak sonra gideceksin, daha öncekiler gibi. Üst komşuma minnettar olacağım aklımın ucuna dahi gelmezdi, üstelik düşüncelerimi bölerken. Her neyse, aynı sessizlikle başbaşayım, sabaha çıkamayacakmışım gibi bir his doğuyor içime, bir güneş yerine. Paketime uzanıyorum, son bir sigaram kalmış. Yaşama tutunmak için son bir dal... Oyunbozanlık yapacak lükste değilim, paketimdeki son sigarayı yakıyorum, çünkü adettendir; intihar öncesi yaşama tutunacak bir bahane bulunur. Sigaramın yanan ucu düşüncelerime ışık tutuyor,gözüm çiçeklerime takılıyor, ben olmadan solacaklar, ne acı... Ah! Hadi ama bu kadar ucuz bir bahane olamaz. Yarın güneş doğacak... daha boktan bir güne uyanacağım. Mutfağımın çatlağında yaşayan karınca kırıntısız kalacak, karıncanın şehirde işi ne? Bir bebeğin gülüşünde ısınamayacağım bir daha, iyi de bebekleri pek sevmem. Son bir nefes sigaramdan, bahane bulamıyorum, halbuki çok iyi bir yalancıyımdır. Öyleyse şimdi kalkıp banyodan birkaç ilaç kutusu bulmalıyım, vitamin olmamaları için dua etmeliyim. Hayattan son beklentim, ne komik. Seni terketmek için sana ihtiyacım var, ey sevgili hayat! Kendimi bu boktan yaşamla cezalandırdığım için affedemiyorum. Sonrası? Sonrası uyku. Laura


KENDİM İÇİN AĞIT Her gece üzerime devrilmiş gökyüzü sönmüş, göğün gece sürüleri ıslık çalan rüzgar pencereme vuruyor bütün günlerin ayazında. Ben yalnızlığıma soyunuyorum. Bedenim dökülüyor üzerine aynaların yüzümü unutmaktan yorulmuş aklım dilimin soluksuz sövgüsü Sözlerime karışmış bir yemin duvarı. Yüz kuyumun doğurduğu kasvet Bir yetim büyütür gibi avuçlarımda.. Üzerimde ihtiyar elbisesi çocukluğumun ceplerimde babamın elleri Annemin ilmeklediği kurşunî dişler Kılcal bir soluğu okuyorum göz suyuma beslediğim yuvardan siliniyor yaşamın iğneli soluğu burcumu söndürür gibi hüzünlü göğsümde duruyor bağnaz kavmim Kalbimdeki inmeyi bilmiyor kimse kendime sığındığım bu mahzende konuşuyorum duyulmuyor.

eza


Leyla da benim Zamanın birinde, birin içinde, içinin harabesinde, harabenin yıkığında, yıkık ruhun çığlığında ve o çığlığın titrek tonlarında yaşamaya çalışıyor ve her defasında düşmeyi ben yeğlemiyordum. Tam oldu derken aslında olmuyordu, olmuyor ve kazan kaldırıyordu. Yitirmiştim artık bana ait olanı. Geri gelmiyor ve ortasında bir yerde düşüp sonrasında kaybettiğim yolu bulmak bir yana dursun aynı yolu menzili nereye ulaşırsa ulaşsın tekrar yürümeyi istemiyordum. Bir hiçlik değildi belki, hiçliğin engebesinde ‘akleden kalbin(?)’ varoluşsal bunalımıydı. Bir de hiçbir zaman bu oluşun hareket olamayacağı, bitiş noktasına ulaşamayacağına olan inançtan mıdır bilinmez artık işten kaytarmayı da seviyordum. Heyhat! Mecnun olamam, biliyorum ki leylayı da bulamayacağım. O halde; Leyla da benim. Bir ağıttır tutturmuş gidiyor kıvılcım yetiyordu yüz sürmeye dergahıma. Yitirilmiş değer yargılarıma bir de isyanım ekleniyor, avazımın çıktığı kadar susuyorum. Susmakla kalmıyor susuşlarıma bir de seni ekliyordum, bir tek seni. Cahil ömrümün sinesine saplanmış bir mızrak değil aslında, bir yanılsama da olabilirdi. Pusulasını kaybettiğim bu ömrü nasıl yaşayacağımı sanırım artık bilmiyordum. Haritalardan, kılavuzlardan kolayca bulduğum ve bana bugüne kadar çok iyi rehberlik etmiş nesnelerin yüklemi olabilmiştim, fakat bir özne değildim. Bu cümleyi benim kurmam gerekirdi, virgül de benimdi, nokta da benim. Zamanın birinde, zamanın içindeyim. Karlar yağacak avuçlarıma, doludizgin yaşayacağım. Kara bulutlara geçit vermeyip her an tetikte duracağım. Her şeye sahip olmak, mükemmel bir hayat yaşamak değildir dileğim. Dürüst insanlar, samimi selamlar, içten gülümsemeler. Ve bir de susuşlarıma eklediğim. Hava soğuk, karlar yağdı avuçlarıma. Titredi yüreğim. Aman vermek bilmiyor ki bu yürek sancım. Leylayı sayıklıyor, kendini sayıklıyor. Leyla bir öz idi, sevgiliden artakalan. Rodi


90 km’den Oğuz Atay Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler. Ağzına dolar insanın. Sussan acıtır, konuşsan kanatır. İşte böyle zamanlarda bizim ağzımıza dolan kelimelere anlam yükleyen kişidir OĞUZ ATAY. Kelimelerin bazı anlamlara gelmediğini söylerken belki de Orhan Veli gibi ‘Anlatamamaktan’ yakınıyordu bize. OĞUZ ATAY, İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (şimdiki Yıldız Teknik Üniversitesi) İnşaat Bölümü’nde öğretim üyesi oldu. 1975’te doçent olan Atay, ‘Topografya’ adlı bir de mesleki kitap yazdı. Fakat tüm bu çalışmaları onun ruhunu tatmin etmeye yetmedi. Edebiyattaki söyleyiş biçimine başkaldırdı ve kelimeleri dans ettirmeye başladı. Kelimeler, soyut anlamlara bürünerek vücut bulurdu


OĞUZ ATAY’da. Belki de Ağır Ceza Hakimi ve CHP milletvekili olan babasının ciddiliği ve otoriterliği onu bu soyutluğa itmişti. Gerçek ile hayali o denli büyük bir ustalıkla harmanlamıştı ki her okuyan kişi kendini bulmuştu eserlerinde. Bu harman, OĞUZ ATAY’ı postmodernist roman kategorisinde eser veren ilk yazar yaptı. Modern şehir yaşamı içinde bireyin yaşadığı yalnızlığı, toplumdan kopuşları ve toplumsal ahlaka, kalıplaşmış düşüncelere yabancılaşan, tutunamayan bireylerin iç dünyasını ustalıkla kaleme aldı. Tüm bu konuları büyük bir ironi, eleştiri ve mizahla ele alır. Ne zaman kendimi arasam bir Oğuz Atay’a bakarım. Onda benden bir şeyler var, biliyorum. Büyük bir dahi olan ve ‘kuvvet nedir?’ diye merak eden büyük insan Prof. Dr. Mustafa İnan’ı bana tanıtan Oğuz ATAY’ı saygı ve sevgi ile anıyorum.

İSMAİL ABİ


GERÇEK KAYGILAR VE SAHİCİ ARAYIŞLAR Tam olarak bir garabetle karşı karşıyayız: Adına postmodern denen bu çağda metafizik rafa kaldırılmış ve bütünlük fikrinden yoksun olma durumu kabul edilmiş olmasına rağmen bir şekilde anlam arayışları ve insanlığa dair kaygılar muteber kabul ediliyor. Bir de sanki bu durum çelişki değilmiş gibi davranılıyor. Burada ciddi bir problem var. Bu yüzden de biz bu yazıda bunun neden garabet olduğunu kısaca açıkladıktan sonra ciddi bir anlam arayışının ve sahici bir kaygının neden metafizik bir temele dayanmak zorunda olduğunu açıklamaya çalışacağız. Her şeyden önce yokluğun zıttı olarak varlığı problem etmekle kişinin kendi varoluşunu problem etmesi arasındaki büyük farka işaret etmemiz gerekiyor. Varlık daha soyut ve tümelken, varoluş daha tikel ve asıl itibariyle söz konusu insanın onun problematize etmesi olduğunda ben merkezlidir. Bu yüzden ilki derin metafizik sancıların ve arayışların kaynağıyken, ikincisi narsistik ve bencil bir kişiliğin kaynağıdır. İlki nereden geldim, nereye gidiyorum, varlığın, eşyanın mahiyeti nedir gibi sorular sordururken; ikincisi, insanın dünyada bulunuyor oluşu hakkında metafizik bir ilkenin reddinden hareketle, sadece kişinin kendisini nasıl “gerçekleştirebileceğiyle” ilgilidir ve zorunlu olarak ben merkezlidir. Descartes amca kendi varlığını bile kendi düşüncesine bağladığı günden beri bu ben merkezli düşünceden kurtulabilmiş değil batılı seküler zihin. Bu zorunlu ben merkezli oluş ve bütün/mutlak/ideal fikrinin olmayışı yüzünden, varoluşçu ve postmodern felsefe çerçevesindeki en “ciddi” kaygılar bile asıl itibariyle sadece saçma değil ama aynı zamanda çelişkilidir. Söylemeye çalıştığımızı daha da açık kılmak adına somut bir kaç örnek verecek olursak: İnsanlığın dünyada varoluşu hakkında anlamsız bir fırlatılmışlığa inanıyorsanız ve ideal bir “insan olma durumu” fikrini sadece reddetmekle kalmıyor ama aynı zamanda zararlı buluyorsanız, mesela teknolojinin insanlığı götürdü nokta konusunda kaygınız anlamlı olabilir mi? Mutlak, ideal bir insan olma durumu yoksa gelecekte hepimizin black mirror dizisindeki insanlar gibi olmamız neden problemli olsun? Varlığın mutlak, ideal bir formu olduğuna inanmıyorsanız, modern görsel teknolojinin ve kapitalizmin stimüle evrenlerde kurduğu ayartıcı varlık formlarından rahatsız olmanız ve bu konudaki kaygınız nasıl bir anlam ifade edebilir?Bütün bu kaygılar çelişkilidir; çünkü, daha basitçe ortaya koymamız gerekirse meseleyi, dünyaya fırlatıldıysanız ve gelecekteki insanlar da sadece fırlatılacaklarsa bu fırlatmanın nereye olduğu da dünyadaki eşyaların niteliğinin değişmesi


de önemli değildir. Sanatın ideal bir formu olduğu hakikatini reddetmeyi esas kabul eden modern sanat akımlarının hepsi nasıl bir yerden sonra sanat ve sanat olmayanının ayırt edilemediğini zımnen de olsa kabul eder hale geldiyse, ideal bir insan olma durumunu inkar edenlerin de robotlaşmış insanlık halinden şikayet etmeyeceği günler yakındır, en azından o günlerin gelmesi daha tutarlıdır. Rene Guenon, tam da bu yüzden, modern Batıdaki sezgicilik ve varoluşçuluk dahil bütün düşüncelerin en nihayetinde anlamsızlığa mahkum olduğunu çok ikna edici bir şekilde ortaya koydu ve bize şunu net bir şekilde öğretti: En temel kabulleri bile kesinlikle birer yanılsama olan modernitenin müritleri bir körlük halindedirler. Onlar varlığın dışsal, sufli yönü hariç mahiyete dair hiçbir şey hakkında bilgi sahibi ol(a)madıkları gibi eşyanın hakikatini bilme iştiyakı da duy(a)mazlar. Bütün bunların sebebi ve anlamsızlığı kaçınılmaz kılan şey metafiziğin inkarıdır: Varoluşu değil de varlığı problematize eden her zihnin kolayca fark edeceği gibi dünyanın içindeki şeyler dünyayı anlamlı kılamazlar. Anlam, mana dıştan olmak zorundadır. Anlamın dıştan oluşu, sadece fenomenler dünyasında ve bu dünyadaki fenomenlere dair düşünmeye alışmış -başka bir alternatifi de olmayan- insanı, anlam arayışına başladığı anda metafiziğe götürecektir, götürmelidir. Yeryüzünde sadece metafiziği kabul edip bütünlük, ideal ve mutlak fikrini inkar etmeyenlerin insanlık için kaygı sahibi olma ve daha anlamlı bir hayat için mücadele etme haklarının olduğu gerçeği, aynı zamanda reçetenin de sadece bu bütünlüğe ve metafizik temele sahip bir idrakten reçete beklenebileceğine de işaret eder. Zira sadece bu durumda tutarlı olunur. Kültürde (Marks’ın kullandığı anlamıyla, maddi ve/ veya manevi, insanın bütün yapıp etmeleri olarak kültür ki bu anlamıyla biz buna bilimi de katıyoruz ideolojileri de) rölativitenin; toplumsal hayatta yabancılaşmanın ve ekonomik anlamda küçük bir sınıfın çıkarı için insanlığı ve gezegeni sömüren neoliberal kapitalizmin tahakkümü altındaki bugünün dünyasında bütün bunlara aynı anda sadece Müslümanların bir kısmı sahip olduğuna göre gerçek kaygılar sadece onlar için anlamlı, tutarlıdır ve bu yüzden reçete onlardan beklenebilir. Yoksa bir kısım insanların iddia ettiği gibi daha “iyi” bir ekonomi ve hukuk sitemine sahip oldukları için, veya kendi toplumları sözde daha ahlaklı olduğu için değil. Gerisi? Gerisi laf-ı güzaf. Mehmet Sebih Oruç


ELVEDA - Naim Süleymanoğlu 23 Ocak 1967’de Türk kökenli bir maden işçisinin oğlu olarak Bulgaristan’da doğdu Naum Shalamanov yani bizim bildiğimiz haliyle Naim Süleymanoğlu. Henüz dokuz yaşındayken başladı halter kariyerine. On beş yaşındayken katıldığı Dünya Gençler Halter Şampiyonası’nda aldığı iki altın madalya ile adını duyurdu. Uzun yıllar Bulgar Hükümetinin Türk isimlerini yasaklaması nedeniyle Naum Shalamanov olarak tanıdı tüm dünya onu. 1986’da Meulborne’de düzenlenen Dünya Halter Şampiyonası’nda Bulgaristan’daki baskılardan kurtulmak ve Türkiye adına müsabakalara katılmak için Türk Büyük Elçiliğine sığındı, Turgut Özal’ın da devreye girmesi ile Türkiye’ye iltica etti. Türkiye’ye güreş dışında bir dalda olimpiyatlardaki ilk altın madalayayı getiren Naim Süleymanoğlu kariyerine 3 olimpiyat, 8 dünya, 6 avrupa şampiyonluğu başta olmak üzere sayısız başarı sığdırdı ve 46 dünya rekoru kırdı. İlk rekorunu 15 yaşında kırarak halter dünyasında dünya rekortmeni olan en genç sporcu ünvanına sahip oldu. 16 yaşındayken silkme kategorisinde vücut ağırlığının üç katını kaldıran ikinci halterci olarak tarihe geçti. 1984,85 ve 86 yıllarında üç kere yılın haltercisi seçildi. Sadece 1988 Seul Olimpiyatları süresince 6 dünya 9 olimpiyat rekoru kırarak tarihe geçti. 1992 yılında dünyanın en iyi sporcusu seçildi. 1996’da kazandığı olimpiyat şampiyonluğu ile üç ayrı olimpiyat oyununda şampiyonluk alan ilk sporcu oldu.

18 Eylül 2017 – Filenin Genç Sultanları Dünya Şampiyonu

2017 FIVB Dünya 23 Yaş Altı Kadınlar Dünya Şampiyonası finalinde Slovenya’yı 4-0 yenen takımımız dünya şampiyonu ünvanını aldı.

-----

1 Ekim 2017 – Filenin Sultanları Avrupa 3.sü

A Milli Kadın Voleybol Takımımız, Azerbeycan’ın ev sahipliğinde gerçekleşen 2017 Avrupa Şampiyonası’nda Azerbeycan’ı 3-1 yenerek bronz madalyanın sahibi oldu.

-----

8 Ekim 2017 – Avrupa Yıldızlar Tekvando Şampiyona’sında madalyalar Türkiye’ye

Macaristan’da gerçekleşen Avrupa Yıldızlar Tekvando Şampiyonası kadınlar 37 kiloda Fatma Eylül Koca ve erkekler 41 kiloda Zeynel Fırat Tanrıverdi ülkemize altın madalya kazandırırken kadınlar 47 kiloda Esma Nur Ersoy ve erkekler 49 kiloda Ömer Yasin Orhan ise ülkemize bronz madalyaları ile döndüler.


9 Ekim 2017 – Ampute Futbol Takımımız Avrupa Şampiyonu

EAFF Avrupa Futbol Şampiyonası finalinde İngiltere’yi 2-1 yenerek Ampute Futbol Milli Takımımız Avrupa Şampiyonu oldu.

-----

13 Ekim 2017 – 53. Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu 4. Etabı’nda 2.lik Ahmet Örken’nin Birinciliği İtalyan bisikletçi Sam Bennett’in aldığı 53. Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu 4.Etabı’nda ikincilik temsilcimiz Ahmet Örken’in oldu.

-----

25 Kasım 2017 – Milli Judocumuz Avrupa’nın En İyi Genç Sporcuları Arasında

Piotr Nurowski anısına Avrupa Olimpiyat Komitesi’nin Piotr Nurowski Ödüllerinde Türk judocu Mihraç Akkuş Avrupa’nın en iyi üçüncü genç sporcusu seçildi.

Spor otoritelerince tüm zamanların en iyi haltercisi olarak gösterilen sporcumuz kendinden sonraki nesillerin de göğsünü kabartmaya devam edecek bir efsane haline geldi. 6 Ekim 2017’de siroza bağlı karaciğer yetmezliği nedeniyle nakil ameliyatı yapılan efsane, beyin kanamasına bağlı ödem için ikinci kez ameliyat edilmesinin ardından yoğun bakımına alındı. Bütün müdahalelere rağmen 16 Kasım 2017 günü arkasında büyük başarılar bırakarak hayata gözlerini yumdu. En büyük rakibi olan Yunan Leonidis vefat haberini aldıktan sonra “Kendimi iyi hissetmiyorum. Cenazeye gelmek istiyorum ama ekonomik olarak iyi değilim.” diye açıklama yaptı. Bunun üzerine Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın talimatı ile Türkiye’ye getirildi. Rakibine Türk bayrağına sarılı tabutunu öperek veda etti. 2000 Olimpiyatları’nda Naim Süleymanoğlu’nu geçerek altın madalya alan Bulgar rakibi Nicholay Pechalov da rakibine veda etmek için cenazede yerini aldı. Cep herkülü Naim Süleymanoğlu göğsümüzü kabartan başarılarıyla dalgalandırdığı ay yıldızlı bayrağa sarılı tabuduyla Edirnekapı Şehitliği’nde ebedi yolculuğuna uğurlandı. Teşekkürler Şampiyon Unutulmayacaksın…

ø


Kesif

Güneşi görünce çığlık atar Vidalanmış diktalanmış metal Sessizliğin cebine bir deste sıkıştırır İsmail’in yüzüne savurduğu bir tomar dehşeti Biliyorum tüm bunlar kesif kokunun öznesiz vahiyleri Ve deli, çün gerekir ödemek bedeli Bilirsin ki soluğu tütsülerin Çelik bacaların, nicelerinin isleri Kentin mabetleridir, ploreter angaryasında Baygın ve güdümlü sislerin, profan şafak ayininde Biliriz vardır bakışları. O alışıldık alışılmadık mesafelerin Uçuyor kentte isler, uçuyor ıssızlara Uluyor şafakta sisler, uluyor bacasızlara Zifte ve katrana, katran ve kesik şeritlere Üniformalar, rakamlar biçildi, kuponsuz kulvarlarda Heveslerin at koşturduğu, sayın tık nefeslere. Şeritler duble; mağaralar modern, kafesler post-modern Sığmaz adımlarla çiğnedik, sapalarına taştıkça yüreğin Çiğnedikçe ulumalara, inleyişlere metronom vuruşu/ Yine! Homo homini lupus/ Yeniden! Alinasyon yokuşudur, güzergah/ Yuvarlan!

Cihat Balcı


Cennet Ehlinden Bir Şahıs Artık kendisinin de haberi var paylaşımlardan. Yalnız kendisine “solcu” dememe biraz alınmış. 17. dakikada: - Ervah, dedi. Bana böyle hitap et. eza: Neden solcu dememe alındın? Kendince Sosyalizm’in dünya halkları için uygulanamayacağını iddaa etti. Hayatından şöyle bir örnek verdi. E:-Üniversite ikinci sınıfta bir ders çıkışı sonrası otobüs durağında beklerken parka giyinmiş “dilde devrimciler” tarafından sıram alındı, o gün bu gündür Sosyalizm’in tutunamayacağına kanaat getirdim. eza:-... Neyse! E:Gece...sevenler...yalnızlık...zulüm... Ben sürekli dalan bir insan olduğumdan yeni bir saatin 17. dakikasında söylenmiş bu sözü tekrarlamasını istedim. E:-Önümüzdeki saatin 17. dakikasını beklemek zorundasın. 17. dakikanın söylediklerine daha fazla anlam katacağını düşündüğümden beklemek zorundaydım. Bekledim... Bekledi... Beklediniz... Günün bu saatinde yapılacak en güzel şeyin bir tütünle söze başlamak olduğunu ikimiz de biliyorduk. İçimizden geçen bu sesi Bayram duymuş gibiydi. Bu arada varak’ul şam parmaklarının arasında ikiye katlanmış,tütün seriyordu. İthal çaylar Bayram’ın elinde görülünce elimi çakmağa uzattığımı hissetmeli ki kibrit uzattı. (Tütün kibritle yakılırmış.)Kibriti çaktım ve sonuna kadar yanmasını bekledim. “Hallac”, dedim. “Hallac-ı Mansûr”... Tütününden derin bir nefes çekti. Çay kaşığını bardaktan çıkardı. Bir yudum sesini ıslattı. Kısık bir tonla E: - Hallac’ın acıyan yüzü... dost elinde kanayan bir gül... Ene’l-Hak... Asıl söze başlıyordu Ervah: - Bir defasında Hallac’ı katletmek için alıp götürdüler, çevresinde yüz bin kişi toplandı. Gözünü hepsinin üzerinde dolaştırarak: -Hak! Hak! Ene’l-Hak! diyordu. Derler ki, o arada dervişin biri ona: -Aşk nedir? diye sordu. Dedi ki: -Aşkın ne demek olduğunu bugün,yarın ve öbürgün göreceksin... O gün katlettiler,ertesi gün ateşe atıp yaktılar, üçüncü günde külünü rüzgara savurdular. . . . (uzun bir sükûnet...) Ben hâlâ Hallac’ın acıyan yüzünü kendi yüzümde yaşarken 17. dakikada: - Gece yıldızlarla ışıldarken sevenlerin yalnız olması zulümdür, dedi. Ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak, bu kadar mavi, bu kadar geniş olduğuna şaşarak, kımıldamadan durdum.


Bu sayfaya kadar fanzini soluksuz okuyup Haluk Bilginer’i övmemiş olamazsın herhalde değil mi? Eğer öyleyse;

Fanzin Dev Hizmet

Haluk Bilginer’i övmekte acele etmek ve muhabbet ne olursa olsun çat diye dalabilmek veya bitmiş bir muhabbeti alevlendirmek için aşağıdaki şablonları kullanabilirsin!

ğbi Ya a

ğil e d o

uk , Hal

de

ki?

pe iner

Bilg

O ada

mın d

eğeri

bilinm

k geçerim

iyor a

ğbi

giner ’i te i, Haluk Bil

psi fos ağb e h ? u m o Alpaçin

Hollywo

od peşin

de adam

offf ya ağbi Haluk Bilginer diye bir gerçek var!

ın ağbi, b

izimkiler

armut to

plasın

Aynen Oyun Atölyesi onun tiyatrosu, ben henüz gidemedim ama ayarlayalım bi gün ağbi

dipsiz bir not: Ankara’daki dostlar da aynı şablonları Erdal Beşikçioğlu için kullanabilirler. tipsiz bir not: şablonlar kendi arkadaş ortamımın muhabbetlerinden alıntılanmıştır.


Bize ulaşmak, yazmak, çizmek, paylaşmak, mütemadiyen sormak istersen;

doksankmfanzin@gmail.com doksankmfanzin



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.