90 km - No: 0.5

Page 1

,.

KÄ°LOMETRE

No: 0.5

TEMMUZ


Kilometre Taşları

5 Öpücük Tanesi

6 Boşküme’den bir monolog

4 8

Son’lar ve Yavuz Hırsız

Guernica’nın bir de şairi var.

11

X

Şu anda buradasınız. Yarın neredesiniz kimbilir.

tık tık tık?

12 İSMAİL ABİİİ

16 ezâ bir ruh olumluyor

Kim lan bu Ervah? -5

17

X


90 kilometre, hiç kimsenin 90 kilometre demediği bir fanzindir; fakat bilinsin ki ismi 90 kilometredir ve bir fanzindir. 90 kilometre; kendimizi rahatça ifade edebildiğimiz, isteyenin at koşturabildiği, isteyenin uzun bir kavak altında uzanabildiği, inin cinin top oynayabildiği, baltalı suyu ineğin içebildiği, attığınız iğnenin yere düşmediği, pirelerin gönlünce cirit atabildiği, kalburun saman içinde kalabildiği, babanızın beşiğini tıngır mıngır salladığınız bir mecradır; bu nedenle temasız çıkar; ama ilginçtir ki kendi temasını kendi belirler. Bize böylesi garip duygular bilmeyiz ki niye gelir? Beraberce acı çeker, güler, eğlenir, ağlar, coşar, heyecanlanır, aşık oluruz... Bunları taşıyamayız, yazarız. Yazabildiğimizi düşünüp kendimizce edebiyat yaparız. Şu ya da bu değil, o hiç değiliz. Öyle bir iddiamız da yoktur. Kalabalık bir arkadaş grubu, aynı yolun yolcusu, “yahu yeni bir şey keşfettim baksanıza” ya da teyze oğlu - amca kızı diye tanımlayabiliriz, illa bir isim konulacaksa. Kapakta çıktığımız ay yazar ama belirli bir periyodumuz da yoktur, bir gece ansızın gelebiliriz. Zamansız bir fanziniz abiler! Beşinci sayı münasebetiyle okunmayı bekler, anlaşılabilmeyi umar, seninle de tanışmak isteriz: Hep Oğuzcum Atay’dan sesleniriz “Biz, buradayız, sevgili okur; sen neredesin?”


Bu Son Kendimden kaçarken istemeden oldu her şey, karşılaşmamız ardına tanıştığıma duyduğum memnuniyet ve sonrası. Sahi, sonrasında olmadı mı her şey? Belki de artık bu sonrayı* kesmek gerekiyor. İşte bu yüzden son. Rastlantıydı rast gelmeyen onca güzellik; dedim ya istemeden oldu tüm bu olan biten. Ha oldu mu o bile belli değil de bakma işte. Sonu mutsuz biten bir filmi başa sarınca değişmez hiçbir şey bilirsin, olmadı bittiye bağlamak kolay mıydı? Sen vardın önceleri. Sonra sana ben ekleyerek başlayan hikayede son yine aynı yalnızlığıyla başbaşa kalmış ben. İnsan düşer, kanar illa ki sağı solu. Sonra kalkarsın ve zaman geçer, kabuk bağlar. Peki bu kabukların bıraktığı izler miydi yaşamayı öğrenmek? Yoksa nefes aldıkça batan o boğazındaki yumru mu? Ne bileyim be, tıkandım kaldım işte. Kelimelerin nefesi karanlık, cümlelerin ciğeri simsiyah. Birini evin yaptıktan sonra kapıyı kilitleyip çıkmak çok zormuş. Bir daha nereye baksan ev göremeyecek, nereye gitsen yuva kuramayacakmışsın gibi. Ha bir de kapı yüzüne çarpılmasa da çarpsın diye arkadan açılan pencereyi unutmamalı. Sırtına yüklemek değil de, hepsini cebine atıp yaşamayı öğrenmeli. * Ama son demeyi bilmek lazım. Bu yazı da bir son. Aynı zamanda yeni bir hayata başlangıç. Kararlarını kendin aldığın, ne istersen onu yaptığın, “prangalarından” kurtulduğun ve mutlu olduğun. En azından hedeflediğin. Her gün yeniden doğan güneşin yeni bir umut olduğunu bilsen de aynı zamanda takvimden eksilen bir yaprak da olduğunun farkına varmak gerekiyor. Hayat geçiyor sevgili okur. Ömür bitiyor. Tüm bunlara bir “son” verip yaşama zamanı. Ceketini alıp bilmediğin bir şehre gitme zamanı. Vakit daraldı, ben kaçar.

Yavuz Hırsız


Öpücük Tanesi duydum kalabalıkların içinden, tanıdım rengini -kırmızıyı, damarlarında akandövdüm melodisini kulağımdaki örste işittiğin ses değil, anılardır tattım dalından kopardığında al kirazı hayatı diline fışkırır da -taşır hüznü ilkbaharaelbet bir öpücük tanesidir yaşam kara kışa özlem doluysa. estim bir devrin battığı yerde bastım ayaklarımı iskeleye o lodoslar ki -bize nefes aldırantaşır senin ruhunu ilelebet üfler her ara sokağın ağzına elbet bir öpücük tanesidir yaşam kara kışa özlem doluysa. Taflan Deniz


Konuştukça Değersiz Hissettiklerimiz Var Bizler konuşuruz konuşuruz konuşuruz… Dinleniriz de tamam da derler… Bazen söyledikçe değersizleşir bazı şeyler ve ipin ucunu bırakırız. İpin ucu kaçtıkça rahatlamaya başlarız, bizi çekiştiren bir şey kalmadı sanırız. Hafiflemiş hissederiz önce, sanki bizim için de bir değeri kalmamıştır o beklentilerin. Oysa zaman ilerledikçe bu sefer söylemediklerimiz değersiz hissettirir. Önceleri konuştuklarımız gözümüzdeki değerini kaybettikçe kendi değerimizden veririz. Kendi değerimizden kaybetmek daha ağır gelmeye başlar zamanla. Düşündüklerimizden vazgeçeriz çünkü düşlediklerimizden, düşüncelerimizi dile getirmekten vazgeçeriz, biz konuşmadıkça önemli değil sandıklarımız değersizleştirir kendi gözümüzde kendimizi. Dilimizdeki tüyün bitmesi acıdır çünkü aslında. Söylemediklerimizin ağırlığı çöker bu sefer üstümüze. Ne değişiyordu ki zaten. Ne desek ne olacaktı ki… Napabilirdik ki zaten. “Tamam”ların tamamlanmadığı konuşmalara girmekten vazgeçmek gerekiyordur belki de. Zaten hep bekleyerek olmuyordur belki. Peki tamam beklememeye başlayalım söylemeyelim, rahatsızlığımız yok mu oldu gerçekten acaba. Yoksa içimizde mi kalıyorlar ve bir yerde kendimizi mi yok ediyoruz. Peki ama iyi olan hangisi olur? Dilinde tüy bitse de umutsuzca söyleyip tamamlanmadıkça tamam olsun diye konuşup tamamlayamamak mı? Yoksa önemsememeyi kabul edip tamam olmasına içten içe o kadar istekliyken kendimizi kaybederken, tamamız demek mi?


Söyleyeyim mi ben? İkisi de birbirinden berbat. Ne mi olacak… Söyleyeceğiz söyleyeceğiz söyleyeceğiz… Tamam olanlar tamam olmayacak. Söylemeyeceğiz… Önemsemiyoruz. Sorun yok. Ama bir yerde bir sıkıntı var sanki. Bu böyle olmamalı. Kızma, küsme, bozulma, sıkıntı değiiiil… Yok yok söyleyeceğim olmuyor böyle, bunun önemsiz olduğuna nasıl ikna oldum ki ben zaten… Pekiii, söyleyeceğiz söyleyeceğiz söyleyeceğiz… Tamam olmayacak Vazgeçeceğiz İşte tekrar başladık…

Ø


Guernica ve Nefret Suçu Buraları sordun bana bildiğin gibi lan işte, çok olmadı ki zaten sen burdan gideli, en fazla 10 defa dönmüştür güneşin etrafında sen gittin gideli... güneş dönmüştür, dünyanın etrafında Yine yağma, yine talan yine imar sorunları, yine patlayan tomurcuklar Batıdayız ne de olsa. Ha batı demişken bir nefret suçu patlatsana... Sahi şu milletler neye karşı birleşmişti onu da bir ara hatırlat... 190’ı aşmışlar çünkü, barış güçleri tepemizde geziyor zaten hep, güvercinlere inat. yazmıyorsun artık, yaz yazık etme kendine hiç kalmadı lan buralarda senden; sinirli, öfkeli, karşı, muhalif, janti, esmer... sen gittin sonra değişti her şey ama hep aynı kaldı karşısında “Nalan”ı konuştuğumuz sahil Ölmeseydin bu kadar çok gitmezdim Hayatiler’in kahveye, gelmeyecek olmasaydın o sahilin karşısında sigara sarmazdım bir defa daha gülecek olsaydın almazdım tütün çekmezdim içime cahil diyolar artık, Fransızcası olmayanlara burada okuma yazması olmayan kabileci bedevi siyahlar nasıl da direnmişti lan amerikaya hergün yıkardık üstü çizilmiş, çayı bardaksız koyduğumuz meşe odunu masaların üstüne giydirirdik ahmaklara ver yansın... çok fazla propaganda gereğinden fazla yalan, çok fazla Gobbels... çok fazla sustun lan, konuşasım değil hep yazasım geliyor sen de olmasan... hergün daha yavşak, hergün daha batı, hergün daha ekonomik, hergün daha ergonomik, hergün daha uzman görüyorum ekranda bir ara şu terör uzmanlarını da bırakalım diyorum ortadoğunun ortasına çırılçıplak... patlatalım ama birer yumruk, mermi, sapan, küfür ölülerimizi hep beraber analım bak sen olmayınca onlar da gelmiyor aklıma... ellerimizde resimleri, bağıralım İNTİKAM! güller serpelim mezar taşlarına, yaşatalım her an ama PROPAGANDAYLA!


bana hatırlat olum çok fazla şey kaldı boğazımda, büyüyor düğüm düğüm sen olmayınca saat 6 yatmak için geç bir vakit midir yoksa? neyse gitmeliyim; gitmeliydik, beraber, yan yana adımlarımız arası ufak bir mesafe tolere edilebilirdi zannımca borcun bile kalmadı insana dair, halbuki az devlet de yıkmadık bir takım dış mahvillere inat o hayalet de dolanmıyor artık avrupa’da güzel hiçbir şey kalmadı, değişmiyor artık hiçbir düzen bankaları soymak da kolay değil eskisi gibi, yani 70’lerdeki tarz... mantıkçılar, neo marksistler, profesörler doymadılar metaya Hinduçin’de kauçuğa, Afrika’da elmasa şu Batılı işçiler de ihanet ettiler üçüncü Dünya’ya sana söylemiştim dostu yok bu toprağın Allah’tan başka sandılar ki, unuturum sana seni senden sana dair yazmadıkça... ama birikiyor sana dair ne varsa, sana dair ne yoksa küçülüyor Yepyeni bir Dünya düzeni fazla parlak gözlerimi kamaştırıyor bakamıyorum artık doğrudan ne de olsa yıktı burjuva 18.yy’da tüm mapushaneleri orada mıydın lan yoksa? değildin elbet 20. yy senin doğumun ulaşamadın ama yirmi birinciye 21. yy hakkında neler planladıklarını bilmiyorsun boktan metro reklamlarını tekrar tekrar izlemek zorunda kalmıyorsun bak gerçi orada da duramazdın sen alırdın eline Puşkin’den bir roman yine kaldırmazdın kafanı bakmadım, bakamadım hiç zaten gözlerinin içine Zizek okuyamıyorsun, çocuklarınla beraber metroya binemiyorsun parka gitmek için kıtalar arası gezemiyorsun yerin altında halbuki oradasın, yerin tam da altında bizim altımızda, trenlerin, sirenlerin, ahmakların, dolandırıcıların, rantçıların, yavşakların,cahillerin, müebbetliklerin, gündelik telaşların paylaştıklarımızın, söylediklerimizin, söyleyemediklerimizin, silgisini kıskanan önlüklülerin tam da altında. ki onların taptıkları da ayağımızın altındadır, yani senin hemen yanıbaşında... sevemiyorsun bile artık, toprağın altı çünkü çürütür,


karanlık, gecesi gündüzü yok bu işin bu arada şu yankiler yok mu onlar defolmadılar hala onlar durdukça çekiliyor insanımız kalmıyor zerresi kaygının çoğu da ithal zaten şu, Fransız okulları meselesi konuşmuştuk hep bunları da Okyanus’un ötesinden sesleniyorlar hep onlara Neyse ki sesleri bize kadar gelmiyor, duymuyoruz, yok sayıyoruz,aşağılıyoruz, kulakları kepçe, sözleri nesir, yanakları al, kiloları 100’ün üstündedir yani şimdi tüm bunların üzerine sövdüğümüz kadar da var sanki. neyse zaten çok vakitleri de kalmadı gidecekler, sen demiştin hiç vazgeçmedim inanmaktan sana çok defa da yanıldın oysa mesela şu ölüm konusunda hani, demiştin ya iyiyim ben diye... çok şey var bundan hariç vurmadım hiç yüzüne, vuramazdım ama zaten burada bile hiç bakamadım da söylemiştim gözlerine içine Adalet yazısına gülmeye devam ediyoruz hiçbir işe de almadılar zaten beni sigortam da yok, yaptıramadım dişlerimi çizdiremedim gözlerimi, aynıyım yani senden sonrası hep aynı ben hep farklı diğerleri esen rüzgar farklı, kavuruyor sensizliği, ısıtıyor sürekli o sahilde değişen bir şey yok demiştim malumum zaten herkes hala kitaba uygun, çalışma saatlerine uygun, gömleklerindeki kırışıklıkları gün geçtikçe daha ütülü hergün yakaları hergün daha fazla beyaz süt beyaz süt tozu, Afrika? Kahrolsun Marshall ve kahrolsun tüm planları...

Salih Ahmet Sak


Laura, Çıta Fanzin’in 2. sayısında.


NAZIM HİKMET RAN İSMAİL ABİ: Merhaba Nazım Bey hoşgeldiniz. -NAZIM HİKMET RAN: Merhaba hoşbulduk.

İA: Öncelikle bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz. -NHR: Rica ediyorum, ben sizlere teşekkür ederim.

İA: Bize kendinizden bahseder misiniz? -NHR: 20 Kasım 1901 tarihinde Selanik’te dünyaya geldim. Annem Celile Hanım; Fransızca bilen, piyano çalan ve ressam bir kadındı. Babam Hikmet Bey ise; Mekteb-i Sultani mezunu, Kalem-i Ecnebiyye’ye bağlı bir memurdu. İlkokulu Göztepe Taş Mektepte bitirdikten sonra Mekteb-i Sultaniyye’ye yazıldım, burada okumayı çok istiyordum fakat ailemin maddi durumunun yetersiz kalması dolayısıyla okuldan ayrılarak Nişantaşı Sultanisi’ne devam ettim. Burada okuduğum dönemlerde dedem Nazım Paşa’nın etkisiyle şiir yazmaya başladım. 1971 yılında girdiğim Heybeliada Bahriye Mektebini 1919 yılında bitirip Hamidiye Krüvazörü’nde Güverte Subayı olarak çalışmaya başladım. Aynı yılın kış aylarında, son sınıftayken geçirdiğim ‘Zatülcenp’ hastalığı yeniden başladı. Uzun süre tedavi olduktan sonra kendimi toparlayamadığım gerekçesi ile çok sevdiğim askerlik mesleğinden çıkarıldım. 1920’de Alemdar gazetesinin açtığı bir yarışmada birincilik ödülünü aldım. 1923 yıllarında yazdığım şiirlerinin kimini Aydınlık dergisine gönderiyordum. Moskova’da üniversiteyi gizlice bitirince Ekim 1924’te gizlice sınırdan geçerek Türkiye’ye döndüm ve Aydınlık dergisinde çalışmaya başladım.


Zavallı bir çingenenin kıllı siyah bir örümcege benzeyen eli geçirecekse eger ipi bogazıma, mavi gözlerimde korkuyu görmek için bosuna bakacaklar Nazım’a. Sonra basımevi kurmak üzere İzmir’e gittim fakat, 4 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanununa dayanılarak, 1 Mayıs 1925 tarihinde yayımlanan bir bildirge dolayısıyla Aydınlık dergisi çerçevesindeki yazarlar tutuklanmaya başlamıştı. Ankara’da, içinde bu olayın da bulunduğu İstiklal Mahkemelerindeki dava 12 Ağustos 1925’te sonuçlandığında gıyabımda 15 yıl hapis cezası verildi. Ben de bunun üzerine, İzmir’de saklandığım yerden İstanbul’a gelerek tekrar Sovyetler Birliği’ne gittim.1926’da Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan af kapsamına girdiğini öğrenince yurda dönmek için başvurdum fakat pasaport alamadım, yine gizlice sınırı geçerek Türkiye’ye girdim, yakalandım ve tutuklandım.Toplam tutukluluk sürem, ceza süremden fazla olduğu için akabinde serbest bırakıldım. Daha sonra geçimimi sağlamak için Akşam Gazetesinde Orhan Selim takma adıyla fıkralar yazmaya başladım. Yine takma adlarla gazetelere romanlar, tiyatrolara operetler yazdım.

17 Ocak 1938 tarihinde tutuklandım tekrar ve Ankara’ya götürüldüm. Özel olarak kurulan Harp Okulu Askeri Mahkemesine çıkarıldım. Bu dava sonucunda ‘Askerî kişileri üstlerine karşı isyana teşvik’ suçundan on beş yıl ağır hapse mahkum edildim. Bu sırada askeri birliklerde yapılan aramalarda kimi askerlerin depolarında kitaplarımın bulunması sebebiyle Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesinin açtığı davada yargılandım ve ‘donanmayı isyana teşvik etme’ suçundan yirmi yıl ağır hapse mahkum edildim. Bu yargılama sürerken Atatürk’e mektup gönderdim fakat Atatürk’ün ağır hasta olması sebebiyle kendisine iletilmedi. Toplamda 35 yıla uzanan hapis cezam 28 yıla indirilerek karara bağlandı. İstanbul tevkifhanesinde, Çankırı cezaevinde, Bursa cezaevinde 10 yılı aşkın süre kaldım. Demokrat Partinin 15 Temmuz 1950 tarihinde çıkardığı genel af yasası ile cezaevinden çıktım. Hapisten çıktım ama bu sefer de göz hapsindeydim. Sürekli polisler tarafından izleniyordum. Yeniden askere alınmam için karar çıktığında önce Romanya’ya sonra da Moskova’ya geçmiş olması nedeniyle 25 Temmuz 1951 tarihinde çıkarılan Bakanlar kurulu kararı ile Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığından çıkarıldım. O çok sevdiğim vatanımdan uzakta kalmak kadar acı veren bir şey yokmuş.


İA: Çok teşekkür ediyoruz. Ana hatlarıyla hayat hikayenizi dinledik. Bunlar biraz ansiklopedik bilgilerdi. İzninizle daha farklı sorular yöneltmek istiyoruz. Şiirlerinizde sizi serbest ölçüyü kullanmaya iten sebep veya sebepler ne idi? -NHR: Batum’da İzvestiya gazetesinde şiirlerin uzunlu kısalı dizeleri, merdivenli istifleri oldukça dikkatimi çekti. Moskova’ya giderken geçtiğim bölgelerde gördüğüm aç insanlar, benim düşünce yapımın gelişmesinde önemli rol oynadı. Orada gördüğüm insanları anlattığım ‘A ç l a r ı n Gözbebekleri’ şiirini hece ölçüsüne sığdıramadım ve biçimsel serbestliği benimsedim. O dönemde hececiler ön plandaydı. Çok absürt karşılanmıştı.

İA: ‘Donanmayı isyana teşvik’ suçu ile mahkum edildiniz, sizi mahkum eden heyette görevli hakimlerin bir kısmı da hukuk mezunu değildi. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Devlete ,tüm bunlara rağmen, asla düşman olmadınız ve hasretinizi gönlünüze gömdünüz.

-NHR: Orhan Deniz diye bir çocuk vardı. İstiklal Caddesi’nde sinema çıkışında yanıma geldi ve yazdığı şiirleri gösterdi. O çocuk da benimle beraber tutuklandı ve onun hakkında da bu hüküm verildi. İnanabiliyor musunuz, benim mensubu olmaktan gurur duyduğum Türk Silahlı Kuvvetleri, o çocukla orduyu isyana teşvik ettiğime inandılar. Eğer benim devletim buna inanıyorsa bu doğrudur. Orhan Deniz tekrar asker olm a d ı f a k a t olamadı. İstanbul Ünivers i te s i Hukuk Fakültesi‘ ne girdi. Bu adaletsizliğin içinde Orhan Deniz gibi pırıl pırıl gençlerin hukuk okuması beni umutlandırıyor. Bu düzen Orhan Denizler sayesinde düzelecek.

İA: Hayat hikayeniz gerçekten çok ilginç. Bir de magazin boyutunda bir şey sormak istiyoruz. Anneniz Celile Hanımdan bahsettik. Bir de Yahya Kemal’den bahsedebilir miyiz ?


-NHR: Aslında bu konu hakkında çok konuşmak istemiyordum ama sizi kıramam. Yahya Kemal benim hocamdı. Ondan çok fazla şey öğrendim ve çok şeyi ona borçluyum. Anneme olan ilgisi beni ziyadesiyle şaşırttı ve üzdü. Aslında kabullenemedim,kabullenmek istemedim belki de. Bugün olsa nasıl tepki verirdim bilmiyorum fakat o zaman ‘hocam olarak girdiğin bu eve babam olarak giremezsin.’ yazılı bir not bıraktım cebine. Bunların yanında size başka magazin niteliğinde şeyler de söyleyeyim. Kurtuluş Savaşı dönemi Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Cebesoy, benim dayım; Oktay Rıfat da benim teyzemin oğludur.

İSMAİL ABİ: Bunu bilmiyorduk çok şaşırdık (gülüşmeler). Nazım Bey sizinle Piraye ve Vera hakkında konuşmadık. Genelde sizinle yapılan ropörtajlar bu husus üzerine oldu. Biz daha farklı yönlerinize değinmek istedik. Umarım sizi sıkmamışızdır. Bir hata, kusurumuz olduysa affedersiniz. Son kez söylemek istediğiniz bir şeyler var mı ?

Özellikle biz gençlere tavsiyeleriniz ve mesajlarınız varsa bizimle paylaşır mısınız? -NAZIM HİKMET RAN: Öncelikle sizlere ve değerli okurlara teşekkür etmek istiyorum. Beni sıkmadınız, aksine çok mutlu oldum. Umudumuz, siz gençliktedir. Sizlere tavsiyem, ne meslekle ilgilenirseniz ilgilenin, sanattan, spordan ve edebiyattan kopmayın. Okuyun, dinleyin, seyredin. Sanatçıların kişiliklerinden dolayı sanatından vazgeçmeyin. Çok okuyun ve ülkedeki gelişmelerden haberdar olun. Vatanınızı çok sevin, Arhavili İsmail gibi sevin. Ben vatanımdan ayrı kaldığım yıllarda her an vatanımın hasretini çektim. Umuyorum kimse bu acıyı çekmez. Sizin gibi pırıl pırıl gençlere son tavsiyem, düşünün. Çok düşünün. Kendi fikirleriniz olsun, kendi ideolojileriniz olsun. Bunun yolu da çok okumaktan, çalışmaktan, sorgulamaktan ve düşünmekten geçiyor. Makineleşmeyin, İnsan olduğunuzu asla ama asla unutmayın. Siz insansınız ve gencecik beyinlere sahipsiniz. Bu değerinizi köreltmeyin. Sizleri çok seviyorum. Kendinize çok iyi bakın.

(İSMAİL ABİ’DEN 90 KM FANZİN OKURLARINA: ‘Nazım Hikmet Ran ile Farazi Röportaj’ yazımda eğer bir hatam veya kusurum olduysa affola. Nazım Hikmet Ran’ı saygı, sevgi ve hürmetle anıyoruz.)


Ruhsuzlar İçin Beden

Eylül ki çok uzaklardan getirdi affedilir şey değil seni beyaz bir ahire serip sırlaştırmak. Geçip karşısına buğulu bir aynanın Avuçlarına al yüzümü. Bir cinayet gibi mimiklerime asılı Şu eski hüznümü düşür. Ellerin diyorum Ellerin ki çığlıklar arasında bir dirim İhtiyar ellerinden kurtar Çıplak yüzümü.

Kuvvetin yeter elbet başa çıkmaya amenna! Ve kaldır kamburumdaki hicranı ya da büyüsün göğün göğüs urları Bağışla çiğneyip tükürdüğüm koca bulutları ezdiğim bunca yolu, Bağışla!

Sözümden çıkıp yola karışmak için özüme Okunmamış ağıtlar diledim mühürlendi kuşkum. Geceye vurduğum ses Korkumu eğiren rüzgar, Nerende inledi bunca zaman ?

Yangılar içinde Kımıldamadan gölgelendi suyum Hüznü giydirdiğim o ses uzaklardan gelen rüzgar.. Kimin aklıyla vardım uzamlı geceye Nasıldı etimin kemiğe bürünmüş hali?

ezâ


Cennet Ehlinden Bir Şahıs Söndürün ışıkları! Yazık ömrüme diyor, Ervah. Ömür nedir Ervah, diyorum. Ömür anlamsız bir bulanıklıktır ama ona anlam katabilmek gerekir, diyor. Bu adam anlamanın, anlamlandırmanın ta kendisi. Hüznün her sokağında hatırası var desem abes kaçmaz. Uzunca yürüyorduk şehrin sokaklarını. Orada durdu. Ervah: aşk büyük bişey mi? Dpy: düpedüz alışkanlık bu! Ervah: iyi mi bunca cehennemden sonra tırnakları uzamış topal bir ata binmek? Dpy: diyecek sözüm yok! Hüznün sokağına bakıp durdu. Son bir hamleyle kendini bir ağacın gövdesine yasladı. Kanı, bütün nüfuzunu kaybediyordu damarlarında. Ellerini yeleğinin ceplerinde dolaştırdı. Tütün içmek istiyordu. Tütün saracak dermanı bulamadı kendinde. Çöktü. Gecenin sessizliği sedasını yankılıyordu. Bir sessizlik ancak bu kadar feryadlandırılabilirdi. (Duymadınız mı?) Ervah: Ben yalnızlığı istemekle suçlanıp yalnızlığa mahkum edildim. Dpy: Her şeyden önce iyi olalım, ondan sonra mutlu oluruz, diyerek teselli etmeye çalıştı. Ve söylenip duruyor boş arsada Ervah. Ervah: yıkıldı, eylül yok. Dpy: Susarak katlanıyoruz her mutsuzluğa. Saatlendiriyoruz günü. Bölüyoruz dakikalara... E: 17!


Yaşadığın toplumda hoşuna gitmeyen şeyler oluyor, müdahale etmek yerine vicdanını rahatlatmak istiyor ve twit atmakla yetinemiyor musun? WhatsApp durumun ve Instastory’inde paylaşıp da yeterince tepki toplamadığını mı düşünüyorsun? Sakince Google Chrome ya da Safari tarayıcını aç dostum, çünkü

Fanzin Dev Hizmet

“www.imzatoplamasitesi.org” adresinden hiçbir şeyi değiştirmemek için imza toplayabilir, vicdanını büyük ölçüde rahatlatabilir, Facebook arkadaşlarına ne kadar duyarlı olduğunu gösterebilir, ülkenin acı haritasını oluşturmak için çaba gösterebilir, yaşadığın sorunlara son vermeyebilirsin! Hadi ne duruyorsun kampanyayı imzala!

dipsiz bir not: dünya artık daha iyi bir yer teshakküRleeR dipsiz iki not: “www.imzatoplamasitesi.org” adında bir adres yoktur, tamamen teşbih ürünüdür. Açan varsa da bizden görüp açmıştır.


Bize ulaşmak, yazmak, çizmek, paylaşmak, bilhassa ağlaşmak istersen;

doksankmfanzin@gmail.com doksankmfanzin doksankmfanzin


“Sözle anlatılabilecek her şey önemden yoksundur.”


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.