Beynin Kimliği

Page 1

1


BEYNİN KİMLİĞİ ve Becerileri

Kişisel Gelişim

Mehmet SAĞLAM

Etki Yayınları: 244

2


BEYNİN KİMLİĞİ ve Becerileri Kişisel Gelişim Mehmet Sağlam mehsag@hotmail.com ISBN:9944-127-10-8 Sertifika No: 0905-35-000649 Aralık 2006 Yayın Yönetmeni: Adem Kargı Kapak Tasarım: Mehmet Özer Etki Yayınları: Mürselpaşa Cad. Mithat Postacı İş Hanı No: 18/2 Basmane – İzmir Tel: 0 232 482 09 00 – 483 78 27 e-mail: etkiyayin@gmx.net www. etkiyayin.net Baskı Cilt: Etki Matbaacılık Yayıncılık Ltd. Şti. 1266 Sokak No: 4/ A Basmane - İzmir

3


Dünyada en az kendimi tanıyordum.. bana bu kitabı yazdıracak kadar beyin bilgisine sahip olmadan önce.

4


İÇİNDEKİLER 7 Giriş 12 Beynin korunması 17 Beynin temel yapısı 25 Beynin programlanması 32 Beynin belleği 40 Beynin duyguları 48 Beynin hayal gücü 52 Beynin zekâsı ve aklı 57 Beynin mantığı 64 Beynin mantıksızlığı 79 Beynin psikolojisi 92 Beynin kültürü 97 Beynin felsefesi 104 Beynin mutluluğu 109 Son söz 111 Beynin ortalama değeri 112 Kaynakça

5


GİRİŞ

Kendi iç derinliklerine inmemiş kişi başka derinliklere asla dalamaz. Bana bu kitabı 500 yıl sonra yazdıran şey, ünlü İtalyan şâir, ressam ve heykeltıraş Mikelanj’ın safça sorulmuş bir soruya verdiği yanıt oldu: “Bu denli capcanlı heykelleri nasıl yapabiliyorsun?” “Bir mermer bloğa baktığımda, önce içindeki heykeli görürüm. Sonra onu kuşatan kısımları keskimle tıraşlar, heykeli ortaya çıkarırım, hepsi bu.” Bu yanıtı bir yerlerde okuduğum gün, hayal gücü çok yüksek bu Rönesans sanatçısındaki o “gizli göz”ün kudreti beni öylesine etkiledi ki, uzanıp bir-iki saat süren bir transa girdim. Gözlerimi açtığımda kalkıp boy aynamın önünde durunca, şimşek gibi çakıp kaybolan bir görüntü yakaladım: karşımdaki beden 1,71 metre boyunda, 70kg ağırlığında ve beyni olan bir vücut değil, kendini çeşitli organlara dönüştürmüş olan kocaman bir beynin ta kendisiydi. Evet, bu yaratık kendini iki kola, iki ayağa dönüştürmüş; dış dünyayı algılasın diye kendini beş duyu organına sahip kılmış; her şeyi idare ve kontrol edebilsin diye de kafatasının içine 100 milyar hücreden oluşan bir ana kumanda merkezi yerleştirmişti. O günden sonra, tüm insanları düşünen, düşündüğünü eyleme dönüştüren, sürünen, koşan, alet kullanan ve hem kendini, hem diğerlerini idare edebilen birer ayaklı beyin olarak görmeye başladım. Bu farklı görme hâlini henüz kanıksamıştım ki, bir kitapta Sigmund Freud’un, “Anatominiz kaderinizdir,” 6


dediğini okudum. Ruh hastalıkları için önerdiği yöntemler giderek daha fazla eleştiri alan ünlü psikanalist, bu görüşünde haklı olabilir, diye düşündüm. Belki de kaderimizin alnımıza yazılmış olduğu benzetmesi, aslında kaderimizin tüm vücudumuza, hattâ genlerimize yazıldığını anlatıyordu. Öyleyse benim aynadan yansıyan görüntüm, kaderimin görüntüsüydü. Geçmişim, şimdim ve geleceğim, beden denilen bu 70 kiloluk beyinde saklıydı. Kaderim beynim, beynim kaderimdi... Öyleyse kendimi ve yazgımı tanımak, beynimi tanımaktı. “Öz bilgisi, bilginin özüdür” diyen bilge kişi (?) ne kadar da haklıydı. Özümü tanımadan, bilgilerin özünü elde edemeyeceğim artık besbelliydi. Gidip tez elden kendimi daha yakından tanımanın yollarını ve araçlarını bulmalıydım... Öyle de yaptım; işten artan vakitlerimi kitapçılarda, kütüphanelerde, evde okumakla geçirmeye başladım. Doğum günlerini, kutlama partilerini terk ederek, kendimi başkalarında veya başka yerlerde değil, kendimde aramaya koyuldum. Bedenimin kimyasını, biyolojisini ve zekâsını tanımak için doyumsuz bir iştahla araştırdım, okudum, dinledim, gözledim, düşündüm. Öğrendim ki sadece kafatasımdaki milyarlarca hücrede akıl yok; bedenimdeki trilyonlarca hücrenin her birinde akılları durduracak kadar akıl var, bilgi var, hareket ve üretim var. Ve her hücrenin çekirdeğindeki 23 çift kromozoma sıkışmış olan on binlerce gen mutlak kaderimin bilgisini taşıyor; bu bilgileri kullanarak protein ve enzim üretiyor; hücre öldürüp hücre diriltiyor... Mutlak kaderim gözle görülmeyecek kadar küçük hücrelerimde her ân gözden ırak tecelli ediyor. 7


Bunları gördükten sonra, “Peki ya kendi elimde olan ‘muallâk kader’im nerede tecelli ediyor?” diye sordum kendi kendime. Bu soru beni, yıllarca süren bir araştırmadan sonra, daha engin bir bilgi hazinesine götürdü. Yani biyolojik, elektriksel ve kimyasal bir bilgiişlem merkezi olan insan beyniyle tanıştım.

Şekil 1: Beynimizin organlarımıza ve beş duyumuza verdiği önemin orantısal görüntüsü

Henüz suyu çekilmemiş olgun bir cevizi, içini dağıtmadan kırdığımızda gördüğümüz iki yarıküreli buruşuk şey, doğada insan beynine en çok benzeyen tohumdur.. ve koskocaman bir ceviz ağacını yeniden üretecek

8


tüm bilgileri genetik şifrelerinde taşımaktadır. Dış görünüşleri birbirine çok benzemesine rağmen, herhangi bir insan beyninin yetenekleri bir cevizin yapabileceklerinden milyonlarca kat daha fazla, yapısı ise evrendeki hiçbir yapıyla karşılaştırılamayacak kadar karmaşıktır. Beynimizin bu çapraşık yapısını ve eşsiz fonksiyonlarını, bilim iyice basite indirgeyerek, en yalın hâliyle bize sunmakta; böylece kendi doğamızın göze görünmeyen ger-çeklerini görünür kılmaktadır. Bir bilim kadını tarafından yaptırılmış mumdan heykelin yukarıdaki fotoğrafı dahi, beynimizle ilgili birçok önemli gerçeği basitçe anlatabilmektedir. Resimdeki şaşırtıcı gerçek, beynin yüzde doksana yakın kapasitesini ağız ve eller için kullandığıdır. Beynimizin ağzımıza verdiği önem sadece beslenme ve tatma işini en iyi şekilde becermesi için değil; aynı zamanda konuşma işini de en mükemmel biçimde başarabilmesi içindir. Çünkü insanı insan yapan nasıl ki akılsa, aklı akıl yapan şey dildir: Akıl gelişmiş düşünceyle kendini gösterir; ama düşünce de büyük oranda dil sayesinde oluşur. İki elimiz ve on parmağımız ise, insanlığı bugünkü uygarlığa kavuşturan en değerli organlarımızdır. Çünkü parmaklarımızdan beynimize kadar uzanan 17 bin sinir teli sayesinde milimetrik duyarlılıkla alet yapabilmekte ve kullanabilmekteyiz. Dil sayesinde öğrendiklerimizi parmaklar sayesinde yazabilmekte ve böylece bilgi dağarcığımızı gelecek nesillere aktarabilmekteyiz. İşte insansoyunun bu denli gelişebilmesinin ardında yatan basit, ama çarpıcı gerçek budur. Yukarıdaki heykel de bu gerçeği anlatmak için yapılmıştır. Kısacası, beynimizin ağza, gırtlağa ve ellere verdiği önem; konuşabilen, öğrenebilen, alet yapıp kullanabi9


len ve iş görüp icat yapabilen insanı ortaya çıkaran faktördür. Beyince yüzde doksanlık öneme sahip organların yanı sıra, insana hissedebilme, sezebilme, hayal edebilme ve üreyebilme yetileri de eklenince, ortaya sadece “normal” bir insan çıkar. Ancak, normallik kişiye bir “artı değer” yüklemez; zira dünyada sayıları yedi milyara yaklaşan insanlardan her biri bu temel özelliklerin tümüne sahiptir. İnsan: zekâsını, hayal gücünü, özel yeteneklerini, el ve beden hünerlerini ve sezgilerini geliştirdikçe; ruh ve beden sağlığını korudukça; duygularını yaşatıp denetleyebildikçe; kültür ve sanat ürettikçe; ahlâkî/etik değerler yüklendikçe ve sınırlarını zorladıkça yücelir. Bu yücelişi sağlayan yegâne yol kaliteli eğitimdir. Kaliteli eğitim, bireyin kendi özünü ve özel yeteneklerini fark edip geliştirmesine yardımcı olan eğitimdir. Eğitim sisteminde bu bireysel gelişime önem vermeyen ülkelerin uluslararası yarışta çok gerilerde kaldıklarına her gün tanık oluyoruz. İşte sadece bu sebepten ötürü olsa dahi, beynimizin yapısını, işleyişini, kendi kendini programlama yöntemini ve nasıl düşünüp nasıl hayal kurduğunu yakından tanımamız hayatî önem taşımaktadır. Bu tanışıklığı -yüzlerce kitabın ve 50 yıllık bir ömrün öğrettiklerinden oluşan- bu kitabı okuyanlarla paylaşmayı insanlık adına önemsiyor ve buradaki bilgileri içselleştirerek kullanmanızı umuyorum. Beynin bazı temel işlevlerini iyi anlayabilmek, onun biyolojik yapısına iyi anlamakla başlar. O nedenle, “Beynin Temel Yapısı” başlıklı bölümü gerekirse birkaç kez okumanızı öneriyorum.

10


BEYNİN KORUNMASI

Sigara ve alkol tüketen hamile kadınlar, bebeğin beyin sağlığını da tüketirler. Bedenimizdeki trilyonlarca hücre kendi kendilerini sürekli yenilemektedirler. Uzayan saçlar ve tırnaklar bu yenilenmenin sadece göze görünen kısmıdırlar. Oysa vücudumuzda mikro seviyede cereyan ettiği için göremediğimiz haftalık, aylık, mevsimlik ve hattâ yıllık “tazelenmeler” oluşmaktadır. Ciğerler, kalp, mide, kemikler, ilikler ve pul pul dökülen deri gibi tüm organlarımız, en geç 11 ay içinde tamamen değişmektedir. Kısacası, bir yaş gününden diğerine kadar, bedenimizdeki bütün hücreler bir veya birkaç kez yenilenir. Ne var ki, beyin hücreleri yenilenemezler; çünkü merkezi sinir sistemi ve beyin kendi kendini üretemez. Bu konuda bilinçlenmenin hayatî önemi vardır! Doğduğumuz günden, ölünceye kadar her gün doğal olarak yüzlerce beyin hücresi kaybederiz; ama verine yenileri gelmez. Bu kayba rağmen beyin küçülmez; çünkü beynimiz 100 milyar gibi astronomik bir hücre sayısına sahip olarak doğar. O nedenle günlük hücre ölümleri önemli sayılmayabilir. Yılda 100 bin nöron kaybetsek dahi, bu, 100 yılda 10 milyon nöron demektir ki, bu sayı orantısal olarak beynin sadece 10 binde biridir. Bunca doğal hücre kaybı yanında, nöron ölümüne sebep olan diğer etmenlerden biri de alkoldür. Bir duble rakı, bir bardak şarap veya bir şişe bira içindeki alkol günlük doğal kaybın çok üstünde nöron ölümüne sebep olur. Bu, önemsiz görülebilir; ama her gün bir 11


şişe rakıyı veya şarabı mideye indiren bir insanın 50 yılda yüz milyonlarca nöron kaybettiği göz önünde tutulduğunda, alkolün ciddî sorunlar doğurabileceği ortaya çıkar. Uyuşturucu maddeler, egzoz gazları, sigara dumanı, zararlı kimyasallar ve hava kirliliği gibi faktörler hem sinir hücrelerini öldürürler, hem de beynimizdeki nöron devrelerinin sağlıklı çalışmasını önlerler. Akciğerlerimize büyük bir keyifle çektiğimiz sigara dumanının içindeki 4 bin kadar maddenin küçük bir listesini görmek, bize bu konuda daha somut bir fikir verebilir: Gazlar (Karbondioksit, Karbon monoksit, Amonyak, Sülfür gazı), Kanserojenler (Polonyum 210, Nikel, Nitrozamin, çeşitli hidrokarbonlar), Partiküller (Katran bileşikler, Fenol bileşikler, İzopranoit bileşikler, azotlu bazlar, uçucu yağ asitleri, kömür partiküller, Benzoprin, Nikotin), Organik Bileşikler (Furfural ve Akrolein bileşikler). Sigara dumanındaki bu maddelerin çoğu sadece beyin sağlığımızı değil, genel sağlığımızı da tehdit etmektedirler: 45 kadarı kansere, bir o kadarı kalp krizlerine ve pek çoğu zekâ geriliğinden kısırlığa kadar önemli hastalıklara yol açmaktadır. Hücre kaybının verdiği zararı gölgede bırakacak olan asıl faktör ise mevcut nöronların sağlıksız çalışmalarıdır. Fonksiyon bozukluklarına sebep olan yüzlerce etken var: stres, uykusuzluk, psikolojik bozukluklar, kimyasal maddelerin solunum yoluyla kana karışması, cıva içeren diş dolgusu (amalgam) ve hastalıklar... *** Bütün bu etkenlerden çok daha zararlı olanı ise çoğumuzun gözünden kaçan oksijen eksikliği’dir. Bey12


nimiz ihtiyaç duyduğu enerjiyi büyük oranda aldığı oksijen ile şekeri yakarak elde eder. Diğer bütün organlardan daha çok çalıştığı ve daha karmaşık yapılı olduğu için de, daha fazla oksijene gereksinim duyar; vücudun sadece %2’si kadar ağırlığı olduğu hâlde, kana karışan oksijenin % 25’ini kullanır. Yani payına düşmesi gereken oranın 12 katını... O nedenle, aylarca aç, günlerce susuz kalabildiğimiz hâlde, 3 dakikadan daha fazla oksijensiz kalamayız. Demek ki beynin hayatiyeti için en önemli ihtiyaçlardan biri oksijendir (Diğeri şeker...). İşte bu bilgi ışığında ortaya çıkarılmış olan şu gerçek üzerinde ciddî biçimde düşünmemiz gerekmektedir: “Günde ortalama 7-8 saat içine kapanarak uyuduğumuz yatak odalarımızın yeterince havadar olmaması, bize çok kayıplar verdirmekte, başımıza çok büyük dertler açmaktadır.” Soğuk havalarda ve özellikle kışın, birçoğumuz yatak odalarımızın kapısını penceresini sıkıca kapatıp uyuruz. Hattâ bununla yetinmeyerek, cereyan yapmaması için kapı ve pencere kenarlarını bantlarla izole ederiz. Bu yalıtım, yatak odalarımıza temiz hava ve oksijen girişini tamamen engeller. 3-4 saatlik bir uykudan sonra, soluduğumuz havanın oksijen oranı iyice azalırken, karbondioksit oranı artar. Daha kötüsü, odada alevle yanan bir ısınma aleti varsa, bu oranlar daha kısa sürede olumsuzlaşarak değişir. Bu durum, başta beyin hücreleri olmak üzere bütün organlarımızın biyolojik ve fizyolojik sağlığını kötü yönde etkiler. Şöyle ki: 1- Günden güne giderek zayıflayan beyin hücreleri (nöronlar) ölmektedir. 2- Sağlıklı çalışamayan beyin hücreleri yeni bağlantılar (dendritler) ve yeni devreler oluşturmada yetersiz 13


kalmaktadırlar. Bu, çok önemli bir yetenek kaybıdır; çünkü kapsamlı ve çok yönlü düşünebilme yeteneği, bu bağlantıların çokluğu ve işlekliği ile doğru orantılı olarak artmaktadır. 3- İki hücrenin birleştiği yer olan kavşak noktalarının (sinaps) çalışma düzeni bozulduğu için, iletişim devreleri sağlıksız çalışmakta ve dolayısıyla hücrelerarası haberleşmede aksaklıklar oluşmaktadır. Bu durum kısa vadeli hafızada hissedilir bir tembelleşme yaratmakta ve ezberleme yeteneğinin azalmasına neden olmaktadır. (Bir toplumda “unuttum” sözcüğünün sık aralıklarla duyulması ve unutmanın toplum tarafından geçerli bir mazeret sayılması, o toplumdaki yaygın hafıza tembelliğinin çok açık bir göstergesidir.) 4- Ortaya dil (lisan) ile ilgili problemler çıkmaktadır. Ve insanlar konuşurken uzun süre duraklamakta; “ııı” yardımcı sesini sıkça kullanmakta; kekelemeye varan dil sürç-meleri yanında zihinsel blokajlar (filmin kopması) gibi geçici konuşma ve düşünce kaybı sergilemektedirler. Konuşma yeteneğindeki ulusal noksanlıkların eğitimle, yaşam biçimiyle ve ekonomik sorunlarla ilgisi olabileceği gibi, beyinsel fonksiyonların düzensizliği ile de yakın ilintisi vardır. Çünkü konuşabilme, beyin kabuğundaki Broca ve Wernicke adlı bölgelerin marifeti ve diğer beyin bölgeleri ile olan işbirliğinin meyvesidir. Bu iki dil korteksi sözcükleri kavramlaştırır ve anlamlandırırlar. Ayrıca, akciğerlerden üflenen havanın ses tellerini titreştirmesinden sonra oluşan notaların anlaşılır kelimelere dönüşmelerini sağlamak için gönderdikleri sinyallerle ağız ve gırtlak kaslarını gereken şekle sokarlar. Ağız ve gırtlak kasları bu milimetrik ve hassas hareketleri tam zamanında yapamıyorsa veya duraklamalarla yapıyorsa, sinyalleşmede bir aksaklık 14


veya tembelleşme var demektir. Bu bozuklukta oksijen yetersizliğinin rolü büyüktür. 5- Düşünce tembelliğine sebep olmaktadır. İnsan konuşurken beyninin sadece Broca ve Wernicke bölgeleri aktif hâle gelmez, sağ yarıkürede sözcüklerin ifade ettiği kavramları hayal eden bölge de aktifleşir. Bu işlevlerin zihinsel bitkinliğe yol açmaması ve uzun süre devam etmesi için nöronların sıhhatli, canlı ve dayanıklı olmaları gerekir. Beynin tüm ihtiyaçlarının karşılanması, onun sürekli olarak mükemmel işleyeceği ve üstün işler başarabileceği anlamına gelmez. Beyin sağlığının sürekliliği, onu tüm zararlı gazlardan ve kimyasallardan iyi korumamıza da bağlıdır. Özellikle karbondioksit, karbonmonoksit, hava gazı, egzoz gazları, sigara dumanı, boya-tiner buharları, asitler, keskin temizlik maddeleri, aşırı alkol, aşırı çay-kahve, uyuşturucu maddeler ve gereksiz ilaç kullanımlarından uzak durmak gerekir. Ayrıca, uykusuzluk ve stres yanında genetik bozuklukları da bu listeye eklemek gerekir. Bugün 70-80 yaşlarında hâlâ üstün fikirler ve evrensel takdir gören yapıtlar üreten insanlar varsa, bu insanların yaratıcılılarını sürdürebilmelerindeki başarılarında, beyin sağlıklarını korumuş olmalarının büyük katkısı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

15


BEYNİN TEMEL YAPISI

Kaderim beynim, beynim kaderim mi?.. 3,5kg gelen yeni doğmuş bir bebeğin beyin ağırlığı yaklaşık 350 gramdır. Bu ağırlık, kız çocukları ergenlik yaşına geldiğinde 1250gr, erkeklerde 1375gr kadar olur; fakat bu fark ileriki yaşlarda ortadan kalkar ve beden ağırlığının yüzde ikisine eşitlenir. Kafatası ve içindeki sıvılar tarafından korunan beyin herkesin iki yumruğu büyüklüğün-dedir. Yeni doğmuş bir bebeğin beyni, 9 ayda bir tek hücreden yaklaşık 100 milyar hücreye ulaşmış olan bir sinir hücresi (nöron) yumağıdır.

Şekil 2: Beynimizi oluşturan sinir hücreleri

16


Bir nöron gövdesinden binlerce dal (dendrit) çıkabilir. Bunların uzunluğu genellikle bir milimetreden daha kısadır. Görevleri, çevre hücrelerden gelen sinyalleri alıp gövdeye iletmektir. Akson denen uzun lif ise sinir hücresinin tek koludur. Bunlar da komşu hücrelere gövdeden giden sinyalleri taşımakla yükümlüdürler. Bu kollara da verici kablo denebilir. Bunlar gövdeden uzaklaştıkça tek bir lif olarak kalmayıp birkaç kola ayrılırlar. Bunlara da akson terminalleri denir. Bir elektrik kablosunda olduğu gibi, beynin yüzde kırkını oluşturan aksonların çevresi miyelin denen beyaz bir maddeyle kaplanmıştır. Elektrik kablosunun ortasındaki bakır teli kuşatan plastik madde gibi, miyelin tabakasının da önemli bir görevi vardır: Komşu dallar ve kollarla temas etmeyi önleyip akım kaçağını engellemek ve sinyallerin diğer hücrelere hızla ulaşmasını sağlamak. Yeni doğmuş bebeklerin aksonları henüz miyelin tabakası ile kaplanmamış olduğu için, herhangi bir iç-dış uyarıcı etkiye karşı sıçrama veya silkinme biçiminde tepki gösterirler. Beyindeki diğer hücrelerin büyük çoğunluğu glia hücresidir. Bunlar, nöronları besler, mikroplardan korur ve onların atıklarını temizlerler. Ayrıca, aksonların miyelin kılıfını oluşturan schwan hücreleri vardır.

17


Şekil 3: Sinaps’ın milyonlarca kez büyütülmüş görüntüsü

Buraya kadar anlatılanlar, sizde sanki bir elektrik devresinden söz ediliyormuş hissini doğurmuş olabilir. Benzetme yanlış değildir; zira sinir hücreleri kimyasal elektrik aracılığı ile sinyal taşırlar. Bu biyo-elektriksel mekanizma, şekil 3’te görüldüğü gibi, şöyle çalışmaktadır: Akson boyunca taşınan bir sinyal, kollara ayrılmış olan akson uçlarına -veya terminallerine- gelince, komşu hücrelerin alıcı dalları olan dendritlere direkt olarak aktarılmazlar. Çünkü bunların arasında ancak çok güçlü elektron mikroskopları ile görülebilen bir boşluk vardır. Bu boşluğa sinaps aralığı denir. Sinyaller bu boşlukları geçerken güçlendirilir veya zayıflatılırlar. Bunun önemi bu bölümün sonunda açıklanacaktır. Beyindeki 100 küsur milyar hücreden çıkan akson ve dendritlerin oluşturduğu kavşak noktalarının 18


(sinaps) sayısı 50 trilyonu aşmaktadır. Hayal gücümüzü fersah fersah aşan böylesine devasa bir iletişim ağının boyutlarını daha iyi kavramak için şöyle bir örnek verebiliriz: Bilindiği gibi, birkaç ülkedeki telefon şebekeleri dışında, dünyadaki telefonlarla istediğimiz ânda iletişim kurabiliriz. Böylesine yüz milyonlarca telefondan oluşmuş devasa bir iletişim ağı, A. G. Bell’in 1877 yılında telefonu icat etmesiyle başlayan ve bugüne kadar süregelen 130 yıllık bir gelişimin ürünüdür. Dünyadaki bütün sabit ve mobil hatlı telefonları birer beyin hücresi kabul edersek, 9 ayda bir hücreden yüz milyar hücreye ulaşan nöronların kurduğu iletişim şebekesi, bizim telefon şebekelerinin kapasitesinin binlerce kat üstündedir. Öyle ki, bu dünya gibi 6 bin dünya daha olsa ve bunların tümündeki bütün telefonlar birbirine bağlansa dahi, insan beyninin haberleşme ağına yakın bir ağ kurulmuş olamaz. Evet, upuzun bir hayatın özetini resimleyerek bir saniye içinde hayal etmek bize basit gelebilir; ama iletişim dilinde buna ancak imkânsız denir. *** Beynimiz bir saniye içinde daha neler yapmıyor ki... çevremizdeki tüm renkleri, şekilleri, kokuları, sesleri ve ısı farklarını algılayıp belleğe kaydederken, aynı ânda bir iki kelime telâffuz edebiliyor. Kalp atışlarımızı düzenlerken, kandaki oksijen oranını ölçüyor, ayarlıyor ve aynı zamanda vücudumuzdaki trilyonlarca hücreden gelen uyarılara veya duyumlara cevap yetiştiriyor. Ayrıca, bütün bu işlemleri olağanüstü bir hızla gerçekleştiriyor. Örneğin, ayak başparmağına batırılan bir toplu iğnenin haberi, çok sayıda sinir hücresinin sinyalleşmesi sayesinde, acı hissi olarak beyindeki ilgili 19


bölgeye ulaşır. Bu bölge ne yapılması gerektiğine anında karar verir, bu karar yine Merkezi Sinir Sistemi’ndeki nöronlar aracılığı ile ayak kaslarına bir komut olarak iletilir ve böylece ayaktaki kaslar çalıştırılarak, ayak iğnenin batırıldığı yönün tersi istikametinde geri çekilir. Bizi hayrete düşüren bunca işlem ise bir refleks olarak saniyenin ellide biri kadar bir zaman aralığında gerçekleşir (2 mikro saniye). Bizim de burada yaptığımız gibi, daha anlaşılır olsun diye, insan beynini insan beyninin yarattığı makinelere benzetmek aslında yanlıştır. Çünkü telefonlar veya bilgisayarlar katı birer elektronik alettirler; beyin ise elektriksel, kimyasal ve biyolojik işlevleri olan devasa bir canlı nöron şebekesidir. Bilinen evrendeki en devasa bilgiişlem ve bilgi depolama ağına sahip olan insan beyni, bilgi iletme işini nörotransmiter denen kimyasallar aracılığı ile gerçekleştirir. Bu noktada, nörotransmiterlerin öneminden de kısaca söz etmekte yarar var: Beynimizin aynı ânda bu kadar yüksek sayıda işlem yapabilmesinde sinaps aralıklarının ve nörotransmiterlerin rolü büyüktür. Beynimizdeki hücre ağları sinaps aralıkları olmaksızın birbiri ardına ip gibi sıralanmış olsalardı; beyin, kördüğüm olmuş bir sinir yumağından başka bir şey olmazdı. O zaman sadece bir nöronun ateşlediği bir sinyal milyonlarca nöron tarafından algılanabilir veya birkaç nörona ulaştıktan sonra etkisini kaybedip iş göremezdi. O nedenle de beynimiz milyarlarca işi birlikte yapamaz ve biz insanlar ilkel birer canlı olmaktan öteye gidemezdik. Genellikle pozitif yüklü sodyum, potasyum ve kalsiyum iyonları ile negatif yüklü klorür iyonlarının elektro-kimyasal alışverişlerinin bir mahareti olan bu sinaps sinyalleşmeleri; GABA gibi amino-butirik asit20


ler, Glutamat gibi amino asitler, Glutamik asit, Glisin, Seretonin, Dopamin ve Asetilkolin vs. gibi hormon özelliği taşıyan maddelerdir. Bunlar bir uyaranı aktarma işlemini yaparken kendilerine ulaşan sinyalin şiddetini küçültme veya büyütme gibi bir beceriye sahiptirler. Onlarda bu yetenek olmasaydı, beynimizdeki değişik bölgelerde bir ânda milyonlarca devre oluşmaz ve örneğin bir düşünceyi, bir duyguyu veya bir hayali oluşturan devreleri kapatıp unutma veya sona erdirme işi hemen gerçekleşmezdi. Bu cansız moleküllerin böylesine önemli bir seçicilik ve karar verme işlevine nasıl sahip oldukları henüz tam olarak anlaşılmış değildir. ***

Şekil 4: Beyin kabuğunun soldaki lobları

Şekilde görüldüğü gibi, beyin dört ana yumrudan, dört korteks bölümünden, bir beyincikten, alt ve iç kısımlarda görünmeyen birkaç küçük bölümden ve bir beyin sapından oluşmuştur. Bütün bölümler birbirle-

21


riyle ve vücutla bağlantılıdırlar; kendi başlarına hareket etmezler. Üstten baktığımızda, beynin, ortasından derin bir yarıkla iki yarıküreye ayrılmış olduğunu görürüz. Bu küreler, nasırlı cisim (corpus callosum) adı verilen bir köprü ile birbirine bağlanmıştır. Beynin iki yarıküreli yapısının izdüşümü, bedenin yapısında da gözlenmektedir: İki gözümüz, iki kulağımız, iki bacağımız, iki kolumuz ve bu organlarımızın bütün işlevlerini koordine eden iki beyin merkezimiz vardır. Ayrıca, sağ ve sol yumrularda birer işitme merkezi de bulunur. İlginç olan, gürültü ve müzik sağ yarıküredeki işitme merkezince daha iyi değerlendirilmekte, buna karşın soldaki merkezde, konuşma, anlatma ve açıklama gibi yetiler daha başarılı olarak algılanıp gerçekleştirilmektedir. Görme merkezimizde de bu asimetrik durum mevcuttur. Soldaki merkez daha çok yazıları değerlendirirken, beynin sağ yarıküresinde yer alan görme merkezi ise, figürler, formlar, biçimler konusunda aktif olmaktadır. Sağ ve sol yarıkürelerin üst kısmına beyin kabuğu (serebral korteks) denir. Bizi biz yapan ve hayvanlardan ayıran akıl yürütme ve konuşma gibi önemli özellikler büyük oranda beyin kabuğunun marifetlerindendir. Beyin kabuğunun ön kısmının hemen altında talamus yer alır. Bu bölgeye “korteksin kapısı” da denir; kortekse giden ana sinyallerin tümü bu bölümden geçer. Talamus ile korteks arasında milyonlarca bağlantı mevcuttur. Bunların büyük oranda hareketlerimizin kontrolünde rol oynadıkları bilinmektedir. Acı, sıcaklık ve belirli diğer duyusal değişiklikler talamus’ta duyu olarak varlık kazanır. Gelen uyarıları, “iyi’’ ve 22


“kötü’’ olarak değerlendirmesi için korteksin ilgili merkezlerine iletir. Kendisine ulaşan yüzlerce uyarı arasından hangisine daha fazla yoğunlaşması gerektiğini saptar. Korku ve sevinç duygularını algılar. Talamus’un yan altında hipotalamus adında bir bölüm vardır. Burası iştah, su dengesi, vücut sıcaklığının devamı, uyku, vücut ağırlığı, karbonhidrat ve yağ metabolizması ve heyecanlardan sorumludur. Bu bölümde oluşacak bir aksaklık, direkt ölümle sonuçlanabilir. Hipotalamusun en büyük yardımcısı, hipofiz’dir. Hemen hemen tüm hormonal dengeyi yönetir. Cinsel tavır ile cinsel davranışları belirler. Ayrıca tiroit bezi, sindirim organları ve cinsel organların çalışmalarını yönlendirir. Strese bağlı tepkilerin bir kısmının yönetilmesi ve etkilerinin saptanması da hipofizin görevleri arasındadır. Epifiz bezi ise talamusun üst yüzeyinde, yuvarlak yapılı bir bezdir. Beyin yarıkürelerinin arasında yer alır. Epifiz salgısı kadın yumurtalıkların işlevlerini doğrudan doğruya veya hipofiz üzerindeki etkisi sayesinde dolaylı olarak etkiler, hattâ yumurtalıkların çalışmasını durdurabilir. Ayrıca, insanın günlük yaşam ritmini ayarlar, gece ve gündüze, ışık değişimlerine karşı tepkiyi yönetir. Beyincik (cerebellum) ise ensenin hemen üzerindeki bölgede yer alan büyükçe bir yumrudur; beceri isteyen hareketlerimizin eşgüdümünden, dengemizin sağlanmasından ve bütün istemli-istemdışı (motor/otomatik) kas hareketlerinin koordine edilmesinden sorumludur. Duyu organlarından gelen tüm sinyaller ve büyük beyinden gelen tüm emirler, beyincikte toplanır. Emirleri ve sinyalleri (impulse) koordine eden

23


beyincik, sonucu kaslara ileterek vücudun duruşunu ve iskelet kaslarının kasılma derecesini düzenler. *** Benimizdeki bu bölgesel işbölümü kesin bir görev dağılımı anlamına gelmez. Her bölümden diğer bölümlere milyonlarca sinir devresi uzanır; bu sayede bölgelerarası karmaşık bir iletişim ağı kurulmuştur. Bu durum, beyni analizci bir yaklaşımla parça parça değil, bütüncül bir yaklaşımla tanımaya çalışmamızı zorunlu kılmaktadır. İnsan beyninin bölümlerini, çalışma düzenini, becerilerini ve yaratıcılığını anlamaya çalışan herkesin bunun ayırtında olması gerekir ki ilerideki bölümlerde anlatılanlar daha sağlıklı kavranabilsin. BEYNİN PROGRAMLANMASI

Dil, dışarı üflenen düşünce olarak ufkumuzun boyutundan haber verir. Gerek dış dünyamızda, gerekse bedenimizde olup biten soyut-somut tüm gerçekleri beş duyumuz ve sinir sistemimiz aracılığı ile algılarız. Bu algılar önce kısa veya uzun vadeli belleğimize kaydedilir, sonra gerektiği zaman hatırlanarak, düşünce sürecinde kullanılır. Ancak, bu bilgiişlem sürecinin ortaya çıkması için, algılayabildiğimiz her şeyin birer zihinsel gerçekliğe dönüşmesi, yani birer kavram ve-ya hüküm hâline sokulması gerekir. Bu, şu anlama gelir: bir bilgi veya bir algı, dış dünyanın bir fotoğrafı değil, zihindeki izdüşümüdür. Bu izdüşümlerin kalıcı olması ve dış dünyayla iletişimde kullanılması için de, kelimeler aracılığı ile bellekte kodlanması ve ilk öğrendiğimiz lisan olan anadil 24


sayesinde sözle veya yazıyla anlatılır hâle sokulması gerekir. Beyin hücreleri arasında elektriksel bağlar kurularak belleğe kaydedilen kavramlar, daha ana rahmindeyken duyulan sesleri tanımakla başlar. Doğumdan sonraysa, önce kelimelere dönüştürülme, sonra dil kuralları içinde bir mantıksal sisteme sokulma sürecini yaşarlar. 6 aylık bir bebeğin hafızası üzerinden sadece 1 gün geçmiş olayları anımsar. Buna karşın, 9 aylık bir bebek son 30 günde olup bitenleri hatırlayabilir. Fakat 4-5 yaşından sonra belleğe kaydedilen yaşam serüveni ölünceye dek unutulmaz. Bebeğin birkaç kelimeyle kendini ifade edebilme yeteneği, yani anadil, âniden açılan bir şifre sonucunda işlerlik kazanır. Kız çocuklarında 12-18, erkeklerde 1424 aylıkken başlayan bu süreç, sözcük dağarcığı genişledikçe gelişerek süregider. Şekil 4’te yeri görülen Wernicke Dil Korteksi bebek doğduğu ânda fazlaca gelişmemiş, yani çok sayıda dendrite sahip değildir. Fakat 8 ve 20 ay arasındaki dönemde hızla gelişerek dallanır. Bu bölge genellikle isimlerden ve bunların anlam kazanmasından sorumludur. Yine şekilde görülen Broca Dil Korteksi ise gelişimini dört yaşına kadar sürdürür. Bu bölge isimlerle değil fiillerle uğraşarak, cümle kurmayı ve anadilin gramerini öğrenir. İşte Broca bölgesinin gelişimini daha geç tamamlaması, beynimizde saklı bir şifre olduğunu gösterir. Bu şifre şöyle diyor: “Bana önce çok sayıda kelime öğret ki, bunları kullanacak çok sayıda cümle kurabileyim. Bunlar olmadan gramere ne gerek var!”

25


Beynimizden bir günde ortalama 60 bin düşünce geçtiğini göz önünde bulundurduğumuzda, sözcük, kavram ve anadil olgusunun beyin için ne denli önemli olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Bu önemin düzeyini daha iyi kavramak için hayal gücümüzün yardımıyla şimdi bir ufuk turu atalım: Yeni Gine’deki balta girmemiş ormanlardan birini hayal etmeye çalışalım. Devasa bir botanik bahçe olan bu orman çok zengin hayvan türleri, meyve ağaçları ve tatlı su kaynakları ile bezenmiş olsun. Ormanımızın tam ortasında dört kişilik bir şempanze ailesi yaşıyor olsun. Bu aile daha önce ne bir insanla karşılaşmıştır, ne de uygarlıktan bir eserle... Şimdi de, üç aylık bir kız çocuğunu anne sütünden zalimce ayırıp ormanımıza götürelim. Adını Türkan olan bu bebeği bir dişi şempanzenin şefkatine teslim edelim. Anne maymun Türkan’ı kabullensin ve emzirmeye başlasın. Bebeğin koruma altına girdiğini gördükten sonra da ülkemize geri dönelim. Aradan tam 6 yıl, 9 ay geçsin. Türkan’ın yedinci doğum gününü kutlamak için ormana geri dönelim. Orman kanunlarını öğrenip hayatta kalmayı başarmış olan Türkan’ın o çok farklı dış görünüşünü ve yabanî tavırlarını kendi hayal gücünüzü kullanarak beyninizde canlandırabilirsiniz. Ancak, bizi asıl ilgilendiren şey anadille ilgili şu sorunun yanıtıdır: Türkan nasıl bir dil konuşacaktır veya kızımızın -olacaksa- ne tür bir dilsizliği olacaktır? Bu konu üzerinde düşünen her insanın kabul edeceği gibi, bu çocuğun mantıklı cümle kalıplarından oluşmuş bir anadili olmayacaktır. Başka bir deyişle, bu yaban kızı insanoğluna ait yaklaşık 4 bin dilden hiçbirini konuşuyor olmayacaktır. Bunun sebebi, 7 yıldır kendisine bir tek kelime öğretecek bir insanla kar26


şılaşmamış olmasıdır. Bu fanteziden çıkan birinci sonuç şudur: İnsan, anadilini sadece bir başka insandan öğrenebilir. (Bu saptama şimdilik doğrudur; zira dil öğretme işini gelecek onyıllarda mikroçipler veya robotlar yapabilecektir.) İkinci sonuç şudur: Hiçbir insan tek başına sistematik bir dil icat ederek, onu bir toplumun anadili yapamamıştır; çünkü dil olgusu insanların toplumsal ihtiyaçlarından doğar ve toplumların ortak kültürünü yaratma aracı olur. Aklımıza Türkan’ın şempanzelerin seslerini kolayca çıkarabileceği ve ormanın akustiği içindeki binlerce hayvan sesini belki de rahatlıkla tercüme edebileceği gelebilir. Ama bunların hiçbiri lisan olarak tanımlanamaz. İnsanı insan yapan, insan beynini bu denli yaratıcı kılan özelliklerin başında dil gelir. Dil, özellikle son 3040 yılda bilim insanlarının üzerine önemle eğildiği bir araştırma konusu olmuştur. Hayalî Türkan deneyinin imkânsızlığına karşın, konuya değişik açılardan ve ters mantık yürütülerek yaklaşılmış, binlerce araştırma yapılmıştır. Bunlardan biri yaklaşık 10 yıl sürmüş ve ilginç sonuçlar doğurmuştur. Türkan yerine, bu kez Tanya adı verilen üç aylık bir şempanze yavrusu, bir insan gibi, tüm ihtiyaçları eksiksiz karşılanarak, Amerikalı bir bilim kadını tarafından 7 yaşına kadar eğitilerek büyütülmüştür. Anadil olarak kendisine İngilizce öğretilmeye çalışılan Tanya, 7 yıl sonra sadece 150-200 İngilizce kelimeyi tamamen anlayacak ve bilgisayarlı bir seslendirme aygıtı sayesinde tuşlara basarak kullanabilecek duruma gelmiştir. Konuşan bir bilgisayar kullanılmasının sebe-

27


biyse Tanya’-nın beyninin ve gırtlak yapısının bu sözcükleri telâffuz etmeye elverişli olmayışıdır. Oysa, 7 yaşına gelmiş bir insan yavrusu, en az 3 bin kelimeyi anlar, bunları imlâ kurallarına uygun olarak cümlelendirir ve konuşur. İşte bu yetenek büyük oranda beyin kabuğunun bir hüneridir. Tabiî, konuşma eyleminde yüzlerce ses ve milyonlarca sözcük üretmeye uygun yaratılmış bir gırtlak ve ağız yapısının rolü de yadsınamaz. İnsansoyunu Türkan gibi ormanın bir parçası olmaktan kurtarıp yeryüzünün görünürde “hâkimi” durumuna getirmiş olan dil; bebekler tarafından işitme, anlama ve taklit etme üçgeni içinde kendiliğinden öğrenilir. O nedenle insanlar ilk çocukluk çağlarını cümle kurmaya başladıkları dönemden itibaren anımsarlar. O yaşlarda, birkaç yüz sözcükten oluşan bir kelime hazinesine ve anadilinin sözdizimi sistemine -en basit hâliyle- sahip olmuş olan çocuğun hafızasında artık birçok kavram mevcuttur ve bunlar işlerlik kazanmıştır. Çocuk, o döneme kadar gördüğü, işittiği, kokladığı, tattığı ve dokunarak hissettiği beş duyusal algıların ne anlam ifade ettiğini tam çözememişken, onlara verilmiş isimleri öğrenerek bu kavramları zihninde “anlamlandırmış-tır”. Bu, kendini anlatabilme faaliyetinin başlaması, hafızadaki o eşsiz ve hızlı giriş-çıkış mekanizmasının sık sık kullanılmasına yol açar. İşte bu tekrarlar düşünmeyi doğurur ve öğrenilen kavramlar (tabii beş duyu aracılığı ile alınan diğer bilgiler de) kalıcı hafızaya ölünceye dek işlenir. O nedenle, özellikle 3 yaşına kadar, çocuğun sürekli olarak farklı farklı deneyimler yaşaması son derece önemlidir. Devamlı olarak değişik şekilleri, renkleri, 28


yerleri ve objeleri görmesi, alışılmamış şeylere dokunması, duyulmamış sesler işitmesi ve değişik kokular ve tatlar algılaması; kullanılmayan nöronları kalıcı ve kullanılır kılacağı için önemlidir. Aksi hâlde -beyin gerektiği kadar deneyim yaşamadığı için- çok sayıda nöron kullanılmadığı için zamanla ölüp gidecektir. Beynin yüzde yetmiş kapasitesi yaklaşık 3 yaşına kadar oluşmuş olur. Geri kalan yüzde otuzun yirmi beşi ise 7 yaşına kadar tamamlanır. Bilimsel deyimle; bu nörofizyolojik öğrenme süreci -okul çağına kadargenellikle gözlemsel, işitsel, sezgisel ve düşleme ürünü verilerle ivme kazanarak devam eder. Okul çağından buluğ çağına kadar çocuğun beyinsel olarak ulaştığı biyolojik, fizyolojik ve lengüistik yapı, sonraki yaşamı için büyük önem taşır. Çocuğun düşünce limitleri ve hayal gücü, o çağa kadar öğrenebildiği anadil düzeyinin ve deneyimlerinin sınırları ile belirlenir. Bir başka ifade ile, çocuk sadece anadili aracılığıyla bilincine yerleşen kavramların şekillendirdiği bir dünyanın sahibi ve esiri olur. Yani çocuğun iç ve dış dünyasının parametreleri ve koordinatları ancak anadilinin tasvir gücü oranında bir kapasiteye sahip olur. O hâlde denebilir ki, “kişinin dil eğitimi, onun zihinsel kapasitesini daraltacak veya genişletecek bir etkiye sahiptir. Kişinin potansiyeli dilinin potansiyeli ile doğru orantılıdır.” Buradan çıkan sonuçları sadece bilmek yetmez. Bu konuda bilinçlenilmesi de gerekir; çünkü bilmek ve bilinçlenmek ayrı şeylerdir. Okuduğumuz veya beş duyu aracılığıyla edindiğimiz bilgileri içselleştirmediğimiz sürece o bilgilerden yararlanamayız. Son derece zengin kavramlar, yüklü anlamlar ve eşsiz bir kelime hazinesi ile donanmış; işlek, capcanlı 29


ve yaygın bir lisan, onu iyi kullananların geniş ufuklara, büyük düşüncelere, sınırsız hayal gücüne ve üstün bir bilince sahip olmalarını sağlar. Dil zenginliğinin düşünce zenginliği üzerindeki etkisi, bir insanın konuşmasında veya bir ulusun kültür ve uygarlığının eriştiği düzeyde kolayca görülür. Anadilin kelime zenginliği, devasa düşünce ufuklarının salt etkeni değildir. Zira kelimeler yalın hâlleri ile cansızdırlar; kavramların üzerine yapıştırılmış etiketler gibidirler. Onlardan oluşan cümlelere ruh üflemek ve hükümler oluşturup düşünceler üretmek, hayal dünyalarımızı tasvir etmeye olanak veren ve zengin nüansları betimleyebilmiş bir dil ve kültür yapısı ile mümkündür. Çağın repertuarındaki kavramları kendi fikir dünyamıza katabilmek, günlük yaşamda kullandığımız 300-400 sözcük ile başarılabilecek bir olgu değildir elbet. Kavram ve fikir fukarası bir dil tarafından programlanmış bir beyindeki üstün yetenekler, ne yazık ki dil yetersizliği yüzünden boş yere harcanabilirler. Anadilimizi çok iyi öğrenmeli, öğretmeli, sürekli geliştirmeli ve kökeni ne olursa olsun kültür hayatımıza ve günlük konuşma dilimize iyice yerleşmiş kelimeler hakkında ırkçılık yapmamalıyız ki; okuyan, okumaktan zevk alan, öğrenen, düşünen ve yaratıcılığını kullanabilen bireyler olabilelim. Bütün bunlara rağmen, sağlığını koruyabilmiş ve dil yetersizliğini de gidermiş bir beyne sahip kişinin akıllı, mantıklı, rasyonel, tutarlı düşünce ve davranışlar göstermesi yanında öğrenen ve sorgulayan bir yapıya kavuşması, daha başka etkenlere de bağlıdır. Bu etkenlerden bazıları doğuştan gelir (kalıtımsal) ve zamanında keşfedilip ortaya çıkarılmaları gerekir ki ge30


liştirilmeleri mümkün olsun. Bu da verilen eğitimin kalitesi ve dış çevrenin etkisi ile doğru orantılıdır. BEYNİN BELLEĞİ

Bellek diyor ki: “Beni ya kullanırsın, ya kaybedersin.” Bellek: Beş duyumuzla algıladığımız, düşündüğümüz, hayal ettiğimiz veya sezdiğimiz her şeyi saklayabilen ve anımsayabilen en vazgeçilmez beyinsel yeteneklerimizden biridir. Beynimizin uykudayken dahi çalışan bu belleme özelliği, bir bilgisayar diski gibi beynin sadece bir bölümüne sıkıştırılmış cansız bir “bilgi deposu” değildir. Aksine, capcanlı ve beynin her bölümünde işlevi olan bir mekanizmadır. Bellek hakkındaki bilgilerin büyük bir kısmı, beyni zedelenmiş veya beyin ameliyatı geçirmiş hastalar sayesinde elde edilmiştir. Örneğin, saralı (epileptik) bir hastanın beynindeki hipokampüs bölgesi alındıktan sonra dahi, ameliyat öncesindeki tüm bilgilerini ve yaşam öyküsünü hatırladığı gözlenmiştir. Fakat yarım saat önce yaşadıklarını anımsayamadığı ortaya çıkınca, beynin bu bölümünün uzun vadeli hafızada rolü olduğu; ama kısa vadeli hafızada görevi bulunmadığı anlaşılmıştır. Bir başka beyin ameliyatından sonra da, beyin kabuğunun genel kültürümüzün belleğe kaydında ve hatırlanmasında etkin rolü olduğu anlaşılmıştır. Bellekle ilgili bir başka ilginç gerçek de şudur: beynimize giren her şey belleğe hemen kaydolmuyor; önce kısa vadeli hafızaya alınıyor, sonra bir ön elemeden geçiriliyor, daha sonra bizim için önemli olan veriler veya duygusal yanı ağır basan deneyimler özenle seçil31


dikten sonra uzun vadeli hafızaya kaydediliyor. Beynin “önemsiz” olarak etiketlediği veriler ise, kısa vadeli hafızada bir süre bekletilip unutuluyor. Ne var ki, birimizin beyninin önemli bulduğu ve ömür boyu sakladığı bir girdiyi, bir diğerimizin beyni önemsiz bulup unutabiliyor. Bu, farklı beyinlerin farklı süzgeçlere veya farklı seçici kriterlere sahip olması durumu, “Aklın yolu birdir” özdeyişinin pek de doğru olmadığını; doğruya ulaşmada milyonlarca, hattâ milyarlarca yol olduğunu gösteriyor Anlaşılan o ki, üst bilincimizin yararsız bulduğu bir şeyi, alt bilincimiz önemli bulabiliyor. Örneğin, bir yıl önce eski bir dostla yaptığımız bir sohbette konuşulanların tümünü hatırlayamayız; ama o gün, doğum günümüz gibi önemli bir günse, o günle bağlantılı olarak yapılan bazı konuşmaları anımsayabiliriz. Hattâ dostumuzun şık giysilerini veya yüzündeki büyükçe sivilceyi de... Bu durum beynimizin seçici bir yanı olduğunu göstermektedir; ama neyi, niçin uzun vadeli hafızaya kaydettiğini açıklamamaktadır. Beyinle uğraşan bilim insanları, hafızada saklanan bilgi ve deneyimlerin özelliklerine baktıklarında, bunların çoğunun kişinin ileride işine yarayacak şeyler olduğu kanaatine varmışlardır. Ancak, son derece faydasız görünen pek çok şeyin de unutulmadığı saptanmıştır. Öte yanda, bir ömür boyu bellekte saklanabilen bilgilerin beyne nasıl kaydoldukları ve hatırlama denen sürecin nasıl oluştuğu konusu hâlâ tam bir kesinlik kazanmamıştır; ama en çok kabul gören varsayım şudur: Beyni uyaran bir iç veya dış etki, şiddetine göre yüzlerce veya yüz binlerce nöronu içeren elektrokimyasal sin-yaller, yani ateşlemeler yaratarak, bir 32


iletişim devresi oluşturur. Bu devre içindeki hücrelerarası sinyalleşmeler devam ediyorken, (ne olduğu tam olarak henüz anlaşılamamış olan) bir “dekoder” devredeki kodları deşifre eder ve bilince ulaştırır. İşte, bir olguyu algılamamız, düşünmemiz veya hatırlamamız bu devrelerin aktiviteleri sayesinde ortaya çıkar. Beyindeki bilgi-işlem aktivitesi üç aşamada gerçekleşir:  Girdi: bilginin aktarılması,  Depolama: bilginin belleğe yerleştirilmesi,  Programlama: bilginin örgütlenmesi ve yorumlanması. Önce, beyne ulaşan bir uyarı veya girdi “anabellek”e (uzun vadeli hafızaya) alınmadan önce, genellikle beynin Talamus denen bölgesindeki hücrelerin ateşlediği ve ortalama 20 saniye kadar devam eden iletişim devrelerinde bekletilir. O esnada beyindeki “seçici kurul” bunlardan hangilerinin saklanacağına, hangilerinin unutulması gerektiğine karar verir. Saklanması gerekenler, ilgili görülen nöronlara aktarılır ve ateşlenen devreler aracılığı ile saklanma bölgelerine gönderilir. *** Girdileri hatırlama ve hatırlanma miktarı başlıca üç şeye bağlıdır: 1- Malzemenin (girdi, uyarı, bilgi düşünce) önemi ve anlamı, 2- Malzemenin ne derece iyi öğrenildiği, 3- Malzemeden önce veya sonra öğrenilen diğer malzemelerin bozucu veya yapıcı etkileri. Yeni öğrenilen bir şey uzun vadeli hafızaya kaydedilirken veya kaydedildikten sonra -ki buna içselleştirme de diyebiliriz- bellekteki bilgilerle ilişkilendirildiğinde, daha fazla nöron devresi oluşturacağından dola33


yı, beyinde daha uzun süre kalma ve daha çabuk hatırlanma şansına sahip oluyor. Fakat bu ilintileme fonksiyonunun verimli çalışması için, beynin bunu kendiliğinden yapma alışkanlığı kazanması gerekir. Bu da genellikle erken yaşlarda bu konuda kazanılmış bir farkındalık sayesinde gelişebilir. Geçmiş yıllarda epeyce yaygınlaşan belleği geliştirme metotları ve hafıza oyunları beynin bu nörofizyolojik çalışma yönteminden yararlanılarak tasarlanmıştır. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken konu şudur: Hafızanın saklama ve hatırlama işlerini yapması, bilincimizin kontrolü dışında (istençdışı) cereyan eder, hızı yüksektir, hattâ tüm yaşamımızı “bir film şeridi gibi” çok kısa sürede gözler önüne getirebilecek sürattedir. Oysa birtakım hafıza oyunlarına girişildiğinde, bu faaliyetler bilincin kontrolüne girer ve özellikle hatırlama işlemlerinin hızı çok yavaşlar. Bunun sebebi, saklama ve hatırlama işlemlerinin bilincin farkında olduğu bir süreçte gerçekleşmesidir. Hafızayla ilgili yapay yöntemler uygulanırken, hafızanın otomasyonu devreden çıkar, yerine bilincin “manuel imaj seçimi” çalışmaya başlar. Bu durum hız kaybına yol açar ve hafızayı doğal fonksiyon göstermekten alıkoyabilir. Yani, beynin hızını düşürme gibi bir sakınca doğurabilir!(?) Bir diğer sakıca da şudur: bu işi hobi veya meslek hâline getirenler, kuvvetli hafıza kavramı ile üstün zekâ kavramını aynılaştırmakta ve hafıza tekniklerini başarıyla uygulayanları birer dâhi olarak lanse edip toplumu yanlış bilgilendirmektedirler. Hafıza kaybı veya unutkanlık olarak bilinen ve özellikle orta yaş ve üzeri yaşlardaki insanların şikâyetçi oldukları arıza hakkında da, toplum maalesef 34


yanlış bilgilere sahip bulunmaktadır. Bizleri hafıza zayıflığı konusunda yanılgıya düşüren şey, kısa vadeli belleğin işleyişi hakkındaki bilgi eksikliği ve beyindeki bilgi-işlem yöntemlerinin tam olarak anlaşılamamış olmasıdır. İlerleyen yaşla birlikte hafıza kaybının da ilerleyeceğini düşünmek doğru değildir; çünkü daha önce belirtildiği gibi, hafıza beynin bir bölümüne sıkıştırılmamıştır; aksine, tüm girdilerin farklı farklı bölgelere kaydolması ve hatırlanması sayesinde fonksiyon gösterir. Örneğin, bir ömür boyu unutulmayan insan yüzleri birkaç bölgeye, bu insanların ses tonları başka bölgelere, unutamadığımız bazı sözleri daha başka bölgelere kaydedilir. Bilgiler uzun vadeli hafızaya devredilip depolanmadan önce kısa vadeli hafızada bekletilirken, talamus bölgesinde herhangi bir arıza veya fonksiyon kaybı varsa veya daha önemlisi beynin alın yumrusunun derinliğinde yer alan hipokampüs isimli çekirdeksi yapı zarar görmüşse, beynin yeni bilgiler öğrenmesinde veya bilgi depolamasında mutlaka aksaklıklar oluşur. Bu aksaklığı “hafıza kaybı” olarak adlandırmak yanlıştır; çünkü kazanılmamış bir şeyin kaybedilmesi söz konusu olamaz. Yani, hafızaya henüz kaydedilmemiş bilgilerin hafızada kaybolduğunu söylemek doğru değildir. Bu durum sadece depolama mekanizmasındaki bir bozukluktur. O nedenledir ki, pek çok orta yaşlı veya yaşlı kişi, örneğin 60 yıl önce yaşadığı günleri sanki dün yaşamış gibi capcanlı anlatabilirken, dün yaşadıklarını çoğu kez anımsayamaz veya çok azını anımsar. Çünkü 60 yıl önceki sağlıklı beynin depolama sistemi mükemmel çalışıyor, yepyeni bir video kamera gibi, her şeyi capcanlı algılayıp kaydediyordu. Dünkü deneyimlerse, zarar görmüş bir mekanizma yüzünden uzun vadeli hafızaya 35


kaydedilemeden, henüz kısa vadeli bellekteyken saf dışı bırakılmıştır. İleri yaşlarda girdilerin belleğe tam olarak girmeyişinin bir başka nedeni de girdi zayıflığıdır. 40 yaşından sonra, beş duyu organının hassasiyeti -bazen birdenbire, bazen âniden- yüzde 10 oranında azalır. Yani görüntülerin, seslerin, kokuların, tatların ve dokunma algılarının beyindeki etkileri daha silik veya daha şiddetsiz olur. Dolayısıyla, girdilerin nöron devrelerini ateşleme etkileri ve belleğe kayıtları da zayıf olur. Diğer sebepler arasında: hiç değişmeyen köklü alışkanlıkların birikmesi yüzünden belleğin yeterince çalıştırılmayışı, okumanın ve entelektüel merakın azalması, hastalıkların artması, sinir sistemindeki değişimler, hormon ve nörotransmiter salgılarının azalması, yanlış beslenme, aşırı alkol ve sigara tüketimi, kullanılan ilaçlar, uykusuzluk ve bütün bunların “yaşlanmanın gereği” olarak kabullenilmesi, sayılabilir. *** Belleğin güçlendirilmesi hakkında yapılan çalışmalar ve alınan başarılı sonuçlar giderek daha büyük umutlar doğurmaktadır. Ama keşfedilmiş çok somut bir yöntem henüz ortalıkta görülmemektedir. Ne var ki, belleğin korunması için elimizde yeterince bilgi ve yöntem bulunmak-tadır. Örneğin, unutkanlığı önleme eksersizlerinden birçoğu önemli yararlar sağlamaktadır. Ancak, burada yine hatırlamamız gereken şey, girdilerin beynin farklı merkezlerine yayılarak saklandığıdır. O nedenle, hiçbir insanın hafızası her şeyi aynı oranda unutmaz. Öyleyse, kendi kendimize öncelikle sormamız gereken soru şudur: “En çok neleri unutuyorum?” veya “Hangi alanlarda daha fazla unutuyorum?” Bu soru-

36


nun yanıtı sayesinde hafızasın hangi alanlarda zayıf veya kuvvetli olduğu saptanabilir. Hafızanın güçlü veya güçsüz olmasında, kişinin sahip olduğu genetik ve biyolojik özellikler yanında, içinde bulunduğu toplumun alışkanlıkları veya daha geniş anlamda kültürü, aldığı eğitim, öğrendiklerini uygulama başarısı ve yeniliklere açık olması da etkendir. Yani, bazı yetenekler ve hastalıklar gibi, hafıza mekanizmasının özellikleri de genetik yolla kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Eğer kişi unutkanlığın fazlaca görüldüğü bir aileden geliyorsa, gelecekte onun da unutkan olma ihtimali yüksek oluyor. Bazı insanlar yüzleri iyi hatırlarken isimleri unutur; kimileri isimleri iyi hatırlarken numaraları unutabilir; kimileri de olayların kronolojik sıralarını hatırlamayabilirler. Öyleyse, başta hafızanın hangi alanlarda zayıfladığının farkına varmaktır. Ardından, bu alandaki aktiviteleri arttırmak ve bazı ek önlemler almak, hafızanın zayıflamasını önleyebilir, güçlendirebilir. Bu önlemler arasında genel kabul görmüş olanların bazıları şunlardır: Kanı sulandırdığı, pıhtı oluşumunu önlediği ve beyne daha fazla kan ve oksijen gitmesine yardımcı olduğu için, her gün 100mg kadar Aspirin almak. (Önemli not: Yüksek dozda Aspirin almak iç kanamalara yol açacağı için tehlikeli olabilir. Ayrıca yüksek tansiyon hastalarının ve bol sarımsaklı diyet uygulayanların Aspirin almadan önce bir doktora başvurmaları gerekir.) Vücudumuzun da ürettiği asetil kolin maddesi hafızaya yardımcı olmaktadır. Bu madde bir nörologla görüşüldükten sonra dışarıdan alınabilir. Alzheimer hastalığına yakalanmış kişilerde, E- vitamini düzeyinin çok düşük olduğu saptanmıştır. O 37


nedenle içeriği E-vitamini bakımından zengin gıdalara yönelmek faydalı olabilir. Bitkisel yağlar, ayçekirdeği, badem, yer fıstığı ve ceviz bu açıdan zengin kaynaklardır. Ayrıca süt ve süt ürünleri, meyve ve sebzelerle birlikte A, B, C vitaminleri ve çinko, demir, bakır, magnezyum ve potasyum gibi minerallerin yeterli günlük dozları her gün tüketilmelidir. Bol oksijenli mekânlarda yaşamak/çalışmak ve yine bol oksijenli mekânlarda yeterince uyumak, kimyasal maddelerden ve kirli havadan uzak durmak, sigara içmemek, dengeli beslenmek... Okumak, beynin çok farklı bölgelerini aktive eder ve pasif hâle dönüşmüş olan kelime dağarcığımız kullanılır hâle dönüştürür. Ayrıca, okurken, örneğin okuduğumuz kitap bir romansa, öyküdeki mekânların ve karakterlerin tüm özelliklerini hayal eder, temayı zihnimizde capcanlı bir yaşam öyküsüne dönüştürürüz. Bu süreç, beyni ve hafızayı aktif tutar ve en azından hafızanın fonksiyon kaybını engeller. Aynı sebepten dolayı bol bol konuşmak da hafızaya yardımcı olur. Yaşamımız monotonlaştıkça, alışkanlıklarımız otomasyon kazandıkça ve her gün tekrarlanan hareket ve sözler çoğaldıkça, bütün bunlar beynimize çok kolay gelmeye başlar. Bu kolaylık, hem beyni ve hem de hafıza sistemini tembelleştirir. O nedenle, değişiklik sadece hayatın tuzu biberi değil; aynı zamanda beynin de gıdasıdır. Yani, “Bir gününüz bir diğerine benzemesin,” özdeyişinin gereğini yapmak... Zihin eksersizleri yapmak… Örneğin, a- diş fırçanızı sol elle, solaksanız sağ elle tutmaya başlayın, b- sokaktan gelen gürültüye kulak verin ve sesleri ayrıştırmaya çalışın, c- dükkân isimlerinden anlamlı ve uzun cümleler oluşturun, d- cep telefonunuzdaki numaraları uygun imajlarla birleştirip ezberlemeye çalışın. 38


*** Bunama: Hafıza kaybı hastalık derecesine ulaştığında bunama başlıyor. Bunamaya sebep olan birkaç faktör var. Bunlardan üçü şunlar: a- Jacob Cruisel Hastalığı: Bu rahatsızlığa virüsler yol açıyor. Virüs vücuda girdikten 6 ay kadar sonra hafıza yıkımına neden oluyor, b- Vasküler demans: Beyin damarlarında tıkanma ve yüksek kolesterol nedeniyle ortaya çıkan damar hastalıklarının sonucunda, şiddetli bunamayı yaratıyor, c- Travmalar: Çarpma sonucunda beynin zedelenmesi, birçok alanda olduğu gibi hafızada da bozukluklar meydana getiriyor. BEYNİN DUYGULARI

Mantık icat edilmeden önce duygular vardı. Bu bölüme şu soruyla başlayalım: Yaşamı daha değerli ve daha anlamlı kılan ve hem insanlar arasındaki ilişkilerde, hem de tüm kültürlerde önemli bir yere sahip olan duygularımızın acaba beynimizle mi, yoksa kalbimizle mi ilişkisi daha fazladır? Bu sorunun yanıtı kolay; ama yanıtın bizi tatmin etmesi için his, duygu ve heyecan kavramların tanımını yapmak gerekir: His (feeling): Herhangi bir şeye karşı zihinde veya bedende oluşan ve yoğunluğu yüksek olmayan bir duygusal tepkinin farkına varma işidir (awareness). Örneğin bir ayağı topallayarak yürüyen bir kediye duyulan acıma hissi, farkına varılan böylesi bir tepkidir. Duygu (emotion): Farkına varılan bir hissin kuvvetlenerek, bilinçte ve bedende genel bir uyarılmışlık

39


hâli (arousal) oluşturmasıdır. Korku, panik, âşık olma gibi… Heyecan (excitement): Duyguya oranla daha kısa süreli ama daha yoğun bir uyarılmışlık hâlidir. Yani çabuk gelip geçen, şiddetli bir duygudur. “Yüreğim ağzıma geldi!”, “Kan beynime sıçradı!” veya “Kendimi zor tuttum!” ifadelerindeki şiddetli duygusal hâller, heyecan kategorisine girerler. Bu üç durumun oluşmasına karar veren organ beyindir. Oluşmalarında etkili olan faktörler ise; dış etkiler, beş duyu organı, bellekteki kayıtlar ve beynin tüm bunları işleyip bir karar vermesidir. Beynin, duyguları yaratan çarkı şöyle işler: Vücudun sadece bir organını veya bölgesini uyarmak gereksinimi ortaya çıktığı zaman, beyin o organa bir sinirler aracılığıyla bir sinyal (impulse) gönderir ve bu sinyal bir refleks hareketi yaratır. Fakat beyin, bedenin tümünü uyarma ihtiyacı hissettiği zaman, bu işi bir sürü sinyal gönderip zahmetli bir şekilde yapmaz. Hangi duygu veya refleks uyandırılacaksa, o duyguyu gerçekleştirecek hormonları üreten salgı bezlerine birkaç sinyal gönderir ve böylece bazı hormonlar hemen üretilip kan dolaşımına akıtılırlar. Bu sayede en geç 6 saniye içinde o hormonun yarattığı duyguya kapılırız. Heyecanlanma gerektiği zaman ise, hem hormonlar hem de sinir sistemi kullanılır. O yüzden de bedendeki etkisi çok şiddetli olur. Bu tanımlardan sonra -yeri gelmişken- yaygın bir toplumsal yanılgıyı daha düzeltelim: “Duyguların mantığı yoktur” veya “duygusal davranmak yanlıştır” cümlelerindeki yanlışlık... Aslında, bazı insanlara çok karmaşık, anlaşılmaz ve mantıksız gelen duygularımız tamamen fiziksel birer oluşumdur, zekâyı ve mantığı bünyesinde barındıran 40


beynin kontrolündedir ve kendi içinde doğa mantığı taşır. Dar çerçevede mantıksız görünen ve rasyonel düşüncelerimiz tarafından sürekli dışlanan duygular, geniş perspektiften bakıldığında bilincimizin en vazgeçilmez yapı taşlarından biridir. İyi ve kötü diye sıfatlandırdığımız bütün duygularımız aslında yaşamamız için çok önemli birer görev üslenmişlerdir ve zaten genlerden gelen emirler üzerine üretilen enzimler, hormonlar ve beyindeki nörotransmiter denen salgılar sayesinde oluşurlar. Ne var ki, salt bilgi üretme ve bilgi tüketme üzerine oturttuğumuz yanlış eğitim sistemi yüzünden, bu devasa potansiyelimizden yeterince yararlanamamaktayız. Hattâ yıllar önce yapılan araştırmalardan sonra IQ testlerinin insanın zekâsını ölçmede tam anlamıyla işe yaramadığı ortaya çıkınca, bunun yerine duygusal zekâ (EQ= Emotional Intelligence) testleri uygulanmaya başlandı. Bu durum tutsak kalmış beyinsel gücümüzün açığa çıkarılması ve kullanılması bakımından oldukça olumlu bir gelişmedir ve belki de bu yeteneğimiz sayesinde daha paylaşımcı bir dünyaya doğru bir sıçrama yapabileceğiz. (Bu konu ileriki bölümlerde daha detaylı irdelenecektir.) Aslında bizi diğer canlılardan ayıran ve “üstün” kılan şey; duygusal ve ruhsal yapımızı ortaya çıkaran beyin hücrelerimizdeki genetik bilgi bankasının hafızadır. Bu genetik belleği tanımak, duygusal örgümüzü daha yakından tanımak demektir. Şöyle ki: Beynimizde, hipotalamus denen, nohut büyüklüğünde bir “duygu merkezi” var. Bu merkez, bedenin psikofiziksel faaliyetlerini düzenleyen, adı Endokrin Sistemi olan hormonlar sistemine bağlı salgı bezleri ile sıkı bir işbirliği içindedir. Hipotalamus, bu salgı bezle41


rinin gerekli hormonları ürettikten sonra hedef organlara gönderilmelerinde önemli bir rol oynar. Tiroit bezi, hipofiz bezi, epifiz bezi, pankreas, testisler, yumurtalıklar ve diğer birkaç organdan çeşitli hormonlar salgılanır. İşte bu hormonlar sayesinde ve vücuttaki bazı fizyolojik fonksiyonlar sonucu hislenir, duygulanır veya heyecanlanırız. Duygularımızı doğuran bir başka etken de beynimizin ürettiği nörotransmiter denen kimyasallardır. Bunların bazıları eroin, kokain, esrar, ekstasi, kafein veya alkol ile eşdeğer etkiler oluştururlar. Yaşamak ve üremek için gerekli olan duygularımızı üreten ve yaşatan genetik bilgilerin de birer mantığı vardır. Bunları ilköğretim, lise ve fakülte gibi 3 düzeye ayırmak mümkündür: Temel Bilinç Mantığı, doğadaki fizik ve kimya kanunlarının genlerimize ve genel fizyonomimize işlenmiş hâlidir ve doğadaki biyolojik bilincin bir parçasıdır. Bu bilgi hayatta kalmamızı sağlar. Yani, üreme, beslenme, çev-reyi algılama ve bir tehlike anında vurma veya kaçma güdülerini doğurur. Orta Bilinç Mantığı ise sınama ve yanılma yöntemiyle öğrenme yeteneğidir. Bunu tüm hayvanlarda ve çocuklarda görebiliriz. Buna ham bilinç de diyebiliriz. Üstün Bilinç Mantığı ise akademik düzeyde düşünme, öğrenme, gözleme, rasyonel davranma ve bilgiden bilgi üretmeye yarar. Bu sistem, bazı hayvanlarda ilkel düzeyde gözlenir; fakat insanlarda üstün bir gelişme göstermiştir ve hattâ sosyal bilinç diyebileceğimiz bir olgunun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Görüldüğü gibi, tüm duygu ve düşüncelerimiz bu üç mantık düzeyinin çeşitlemeleridir. Bu çeşitlemelerin hem negatif hem de pozitif boyutları vardır: Sevgi ve nefret, sevinç ve öfke, mutluluk ve mutsuzluk gibi... 42


Bunların bir durumdan diğerine geçişi çok kolay ve anî olarak gerçekleşebilir. Duyguların oluşumunu bir ağacın anatomisine de benzetebiliriz: Duyguları uyaran sinir hücrelerini ve aralarındaki bağlantıları ağacın köklerine benzetirsek; bu uyarıları tetikleyen düşünce veya dış çevre faktörleri ağacın gövdesi ve dalları olur. Gövde, yani düşünce ve çevre, negatif olduğu zaman bütün dallar ve yapraklar negatif olur ve köklere dahi negatif sinyaller ulaşır. O hâlde pozitif düşünmek ve pozitif çevre koşullarında yaşamak, duygusal denge ve verimlilik bakımından son derece önemli iki etkendir. Belki başarının sırlarından biri de budur. *** Burada, genellikle yanlış anlaşılan ve yukarıda adı geçen duygusal zekânın da bir tanımını yapmakta yarar olacaktır. Duygusal zekâ: doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişiye veya olaya karşı, doğru miktarda, doğru duyguyu gösterebilme yeteneğidir. Yani duyguları zekice kullanabilmektir. Kaldı ki duygusal olma, hele hele duyguları apaçık ve bağıra çağıra ortaya koyma hiç değildir; tam tersine, duyguları kontrollü ve ekonomik kullanıp sağlıklı yaşatabilme ve başkaları ile duygusal iletişime girebilme (empati) yetisi; bir başka deyişle, beynin kendi kendini duygu bombardımanlarından koruyabilmesi ve onları bastırma gücünü gösterebilmesidir. 1950’lerden bu yana yapılan araştırmaların sonuçları göstermiştir ki, başarının yüzde 90’ı diğer zekâ türlerine aittir (Bu konuyu zekâ bölümünde genişçe irdeleyeceğiz.). Bu demek oluyor ki, hayattaki başarı için sosyal ve duygusal yetenekler IQ’ya oranla kat kat daha etkilidir. Zira IQ’nun gerçek dünyadaki başarıya katkısı ancak yüzde 5 kadardır. Birçok bulgu gösteri43


yor ki duygusal yetenek sahibi, yani kendi duygularını tanıyıp idare edebilen ve başkalarının duygularını sezip onlarla iletişim kurabilen kişiler yaşamın her alanında avantajlı duruma geçmektedirler. Gelişmiş duygusal yeteneklere sahip kişiler yaşamlarını daha doyumlu sürdürebilir ve kendi kapasitelerini genişletecek zihinsel alışkanlıklar geliştirebilirler. Duygusal zekâlarını geliştiremeyen kişilerse, kendilerini yaşamlarını sürdürmeye yarayan bir işe adayarak, daha da gelişmelerine olanak verecek yolları kendileri tıkamış olurlar. *** His, duygu ve heyecan derken bunların isimleriyle ilgili belleğimizi tazelemek bakımından aşağıdaki listeye bir göz atmada yarar olacaktır: -Sevgi (çocuk, aile, arkadaş, ulus, insan, Tanrı...) -Aşk (cinsellik taşıyan romantik sevgi) -Şehvet (cinsel dürtüleri tatmin etme isteği) Utanma (masumiyet veya kabahatten doğan...) -Acı (yürek acısı, buruk acı gibi) -Kompati (pozitif duyumlar yaşama) -Dertpati (birinin derdiyle dertlenme) -Kendini aşağı hissetme -Kendini üstün hissetme -Üzüntü/Hüzün duyma -Alınma/Kırılma/Küsme -Mutlu/ Mutsuz olma -Tatmin olma -Zevk alma -Hayranlık/Gıpta -Kuşku/Vesvese -Gurur/Övünç -Hırs/İhtiras

44


-Panik, şok, sevinç, coşku, öfke, cesaret, korku, hınçlanma, isyan, kıskançlık, pişmanlık, şefkat, minnet, umutsuzluk, şaşkınlık, bezginlik, suçluluk... *** Bu noktada, temel bilinç mantığındaki içgüdüler ile duygu ve tutkuların farklı şeyler olduklarını belirtelim ve ilk örnek birine küsme eylemine yol açan kırılma duygusunu irdeleyelim: Acı, korku, mutluluk, sev/il/me ve romantik aşk gibi ruhsal dengemizi derinden etkileyen duygulardan biri diğeri de kırılma duygusudur. Bu duygunun ortaya çıkmasına yol açan başlıca beş temel sebep vardır: kötülük, yalan, güvensizlik, umursamazlık ve acı gerçekler. Akraba veya çok yakın insanları birbirleriyle yıllarca konuşmamaya kadar itebilen bu etkenler ayrıca iç içe birer ilişki içindedirler. Örneğin kendimizle ilgili bilinmesini istemediğimiz gerçekler bizi kırabilir; fakat rencide edici bir tavırla yüzümüze vurulduğu zaman, kötülüğe ve hattâ acıya dönüşüp küsmeye veya düşmanlıklara yol açabilir. Hakeza hak ettiğimiz bir cezaya çarpıldığımızda da, verilen ceza gerçeği içerdiği hâlde acıya ve kırgınlığa sebep olur. Ayrıca, yalanlar ve güvensizlikler hem kötülükleri, hem de umursamazlıkları ortaya çıkarabilirler. Kırgınlığa yol vermemenin veya onu gidermenin yolu ise affedicilik ve empatidir. Yani, dünyaya ve kendimize karşımızdakinin gözleriyle bakmak ve bir anlığına da olsa onun duyguları ile yaşamaktır. Kırgınlık duygusunun yanıltıcı bir yanı da vardır. Bu becerisi, kendisini ustaca gizleyebilmesinden ve sevgi, saygı, özveri, sempati gibi diğer duyguların “postuna bürünme” yeteneğine sahip olmasından kaynaklanır. Birine içten içe küstüğümüz hâlde, yapmacık

45


sevgi veya saygı gösterdiğimiz hâller, kırgınlığın bu yanıltıcı maskesini kullandığımız durumlardır. İnsanın en şiddetli acılara dayanabilmesi dahi duyguların birer bukalemun gibi renklerini değiştirebilme özelliğine sahip olmalarındandır. Örneğin, kendisinin de içinde bulunduğu bir arabanın şiddetli bir çarpışmayla paramparça olduğu bir trafik kazasında iki çocuğunu ve eşini kaybeden bir annenin, bu dayanılmaz acıyı kısa bir sürede rasyonalize ederek ve dayanılır hâle getirebilmesi gibi. Duygularımız yüzyıllardır kalp sözcüğü ile birlikte anılmış ve neredeyse kutsallaştırılmıştır. Bu tutum, Antik Yunan Filozofu Aristoteles’in 2360 yıl önce yazdığı ve halk arasında yayılmış olan yanlış bir düşüncesinden kaynaklanmaktadır. O çağda beyin hakkında elde hiçbir bilgi yoktu. Aristoteles, düşüncenin kalpte oluştuğunu, kafatasının içindeki şeyin de kanı soğutmaya yaradığını sanmış ve bu inancını anlatıp yazmıştı. Zaman içinde duyguların da kalpte oluştuğu inancı gelişti ve bu inanç -ne yazık ki- günümüze kadar yaşamını sürdürdü. Oysa kalbin, kana karışan hormonları tüm vücuda pompalama görevi dışında duygu üretme sürecinde önemli bir işlevi yoktur. Çoğumuzun sık sık kullandığı korku duygusunu anlatmada da son sözü Shakespeare’e bırakalım:

“İnsanların çoğu sevmekten korkuyor kaybetmekten korktuğu için. Sevilmekten korkuyor kendisini sevilmeye lâyık görmediği için. Düşünmekten korkuyor sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor 46


eleştirilmekten korktuğu için. Duygularını göstermekten korkuyor reddedilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor gençliğin değerini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor dünyaya iyi bir şey vermediği için. Ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için. Ve yaşamdan korkuyor kendisi yerine başkalarına göre yaşadığı için.”

BEYNİN HAYAL GÜCÜ

Ufuk turlarınız, hayal gücünüzün ulaştığı sınırlarda biter. Yanlış anlamalara ve yanlış anlaşılmalara, özellikle kavram kargaşalarının bol olduğu toplumlarda sıkça rastlanır. Fakat bazen, kişi, duyduğu yalın bir ifadeyi veya sözcüğü bile, söyleyenin kullandığı bağlamın dışında bir anlam içinde algılar. Örneğin, “Serap kavanozu düşürdü” cümlesi, “Serap kavanozu kırdı” şeklinde anlaşılabilir. Oysa düşen her kavanoz kırılmaz. Bu durum, “Her tarif bir tahriftir,” özdeyişi ile de anlatılır. Sağlıksız algılamanın eğitsel, kültürel, düşünsel ve fizyolojik birçok nedeni vardır. Yaptığım ufacık bir araştırmada, “Hayal gücü teriminden ne anlıyorsunuz?” sorusuna karşın aldığım yanıtlarda, bu kavramın çok yanlış algılandığını; bu yanlışlıkta hem kav-

47


ram, hem de bağlam kargaşasının etkili olduğunu saptamıştım yıllar önce. Herhangi bir deneyimi veya gördüğümüz bir olayı yıllar sonra bütün canlılığı veya detayları ile zihnimizde resimledikten sonra dile dökerek anlatabilmemiz, belleğimizin işlekliğini ve gücünü ortaya koyar. Bir başka anlatımla, yıllar önce çevrilmiş bir filmi, fazlaca kazıntı, silinti ve karıncalanma olmadan ekrana yansıtabilmek belleğin gücüne bağlıdır. Anımsama (hatırlama=recollect) denilen bu yeniden canlandırmayı gerçekleştirirken yaptığımız işe, yaratıcı bir katkımız yoktur. Hattâ tamamını anımsayamadığımız için kaybımız vardır. Bir hatırlama esnasında, göz önüne anıların veya sözcüklerin bellekte kodlanmış imgeleri gelir. Buna, hayal etmek veya imgelemek denir. Hayal etme işi -nasıl ki dış dünyayı görmemiz iki gözümüz sayesinde oluyorsa- bilincimizin kendi iç dünyasını görmesi için geliştirdiği “bilinç gözü” sayesinde oluşur. “Bilinç gözü” hem zihinde oluşan kavramlara birer resim (imge/imaj) seçer ve belleğe yerleştirir, hem de bellekteki imgeleri geri çağırarak (recall) yeniden canlandırır veya değiştirir. Hayal etmek zihindeki resimsel hafızanın bir fonksiyonu ve bilinç gözünün görme işini yapması ise, hayal gücü de bilinç gözünün “düşünmesi”dir. Beynin düşünmesi insanın kendi kendisiyle konuşmasıdır, yani öğrendiği her şeyi birbirleriyle ilintilemesi, çakıştırması veya birleştirmesidir. Bilinç gözünün düşünmesi ise, beynimizin kaydettiği tüm imgeleri birbirleriyle ilintilemesi, çakıştırması veya birleştirmesidir. Yani beynin resimlerle düşünmesidir. Bu sayede beynimiz kendi kendine yeni imajlar yaratır veya yeni

48


senaryolar yazıp yeni filmler çeker. İşte hayal gücü, her seferinde yeni bir imaj sergisini oluşturma gücüdür. Yaratıcılık ise, bu “imaj sergisi” ile “fikir sergisi”nin çakıştırılmasıyla ortaya çıkar ve eşsiz “beyin çocukları” doğurur. Görüldüğü gibi, genellikle ve yanlışlıkla yaratıcılık anlamında da kullanılan hayal gücü, fikir gücü ve hafıza gücü olmadan beyin çocukları doğurmaya yeterli olmayan bir fakültedir. Hafıza, düşünce ve hayal gücü üçgeni içinde oluşan yaratıcılığın boyutlarının, bu üçlünün gücü ile doğru orantılı olduğu kabul edilir. O hâlde fikir hayatımızı ve belleğimizi geliştirip koruma çabalarımızın paralelinde, hayal gücümüzün ufuklarını da genişletmeye büyük özen göstermeliyiz. Özellikle çocuklarımızın bu yeteneklerini geliştirmelerine her fırsatta yardımcı olmalıyız. Burada, bir kavram ve bağlam kargaşasını daha düzeltmek gerekiyor. Çünkü hayal gücü ile hayalperestlik de birbiri yerine kullanılmaktadır. Hayalperest sıfatı; aklı havada, gerçeklerden uzak düşünen, ayağı yere basmayan ve birtakım ütopyalar içinde yaşayan kişiler için kullanılan bir önaddır. Ama hayal gücü yaratıcılıkta büyük rol oynayan zihinsel bir yetenektir ve beynin sağ yarıküresinin önemli fonksiyonlarından biridir. Kişi, hangi zekâ türüne sahip olursa olsun, zekâsını hayal gücü olmadan yaratıcı zekâya dönüştüremez. O nedenle, özellikle küçük yaştaki çocuklara ilginç masallar anlatmak, eğlendirici ve düşündürücü çizgi filmler izletmek ve kafalarında senaryolar üretmelerine yardımcı olmak gerekir. Pek çok insanın hayal gücü zayıflığı kolayca fark edilebilir. Belirtiler, kişinin özellikle tarihteki bir olayı anlattığı anlarda su üstüne çıkmaktadır. Çünkü olayla49


rı kendi koşulları içinde değerlendirmek için, olayların geçtiği zamanın özelliklerini zihinde resimleyerek canlandırabilmek gerekir. Kişinin bunu ne denli başardığı öyküsündeki tasvirlerde görülür. Alaska’da doğup büyümüş bir Eskimo’nun, Afrika çöllerinde geçen olayları iyi anlayabilmesi için çok iyi okumuş ve aratırmış olması yetmez. Aynı zamanda, üstün bir hayal gücüne de sahip olması gerekir ki, daha önce hiç hissetmediği bir hava sıcaklığında yaşanmış olayları yeterince kavrayabilsin. Üstün yapıtlar veren ressam ve bestekârların, yazar ve şairlerin, mimar ve mühendislerin olduğu kadar; büyük lider ve komutanların, tiyatro sanatçılarının ve tüm mucitlerin başarıları hiç kuşkusuz zekâları ve güçlü bellekleri yanında, geniş hayal güçlerinin ürünüdür. “Uzak ufuk turlarına çıkabilen düşünürler” de ancak bu özellikleri sayesinde engin felsefî boyutlara yükselebilirler. Buna pek çok bilim insanını da ekleyebiliriz. Yıllar önce okuduğum bir romanda tanık olduğum engin bir hayal gücünden -çok çarpıcı bir örnek olduğu için- kısaca söz etmek isterim: Yazar, Hz. Nuh’un Tufan’dan önce çevresindeki ağaçlardan yararlanarak yaptırdığı gemiye habersizce binen birinin ağzıyla, suların yükselmesi boyunca ve sonrasında yaşananları anlatıyordu. O “kişi” geminin güvertesini oluşturan tahtalardan birinin içine saklanarak yolculuğu anbean izleyen, yapılan tüm hareketler ve konuşmalar hakkında akıl yürüten ve hem övgü hem de yergilerini dile getiren bir tahtakurusuydu. Hayal kurmanıza yardımcı olsun diye, aşağıdaki soruya yanıt olarak fanteziler üretmeniz size keyifli dakikalar geçirtebilir:

50


Her insana ölmeden önce bir haftalık ömrü kaldığı ilham edilmiş olsaydı, bugünkü toplumsal yaşam ve dünya ne durumda olurdu acaba? Ve acaba bu haberi alan kişilerin son bir hafta içindeki davranışları ne yönde değişirdi?” Çocuklarınıza da hayal güçlerini geliştirebilmeleri için şu alıştırmaları yaptırarak yardımcı olabilirsiniz: Gözlerinizi kapayın ve şunları hayal edin: Bir trenin uzaklaşma sesi; bir köpeğin suda yüzmesi; sağ avuçta bir tükenmez kalemi hissetme; şekerli sıcak süt içme; fırından yeni çıkmış bir sıcak ekmeği koklama. Bu imajların çoğu çocuğun belleğinde kayıtlıdır. Alıştırmanın amacı, hayal ederek bellekten çağırma işini kolaylaştırmaktır. Aşağıdaki sorular ise çocuğun düşünerek yeni imajlar geliştirmesine, yani hayal gücünü genişletmesine yardımcı olur: Sol elin ılık sudayken, sağ elinle bir bardak soğuk süt iç; bir serçe gibi uç ve gördüklerini anlat; kendini bir tavşan yerine koy ve dün yaptıklarını anlat. BEYNİN ZEKÂSI VE AKLI

Her zeki insan akıllı değildir. Zekâ ve akıl arasında ay ve güneş arasındaki kadar fark olmasına rağmen, bu iki kavram -diğer birçoğu gibi- birbiri yerine kullanılmaktadır. Kavramlar çok değerli zihinsel varlıklarımızdır. Ne yazık ki, bir kavramın geniş içeriği sığlaştırılmışsa veya o kavram yanlış bağlamda kullanılıyorsa, onun bize kazandıracağı değerden yeterince yararlanılamaz.

51


Özellikle akıl denilen şeyin, anlam kaymasına ve anlam yitimine uğratılmış olması, ulus olarak bize şimdiye dek çok büyük kayıplar verdirmiştir; çünkü aklın hangi ögeleri içerdiğinin ayırtında olmamak, onları yeterince geliştirememek anlamına gelir. Bu farkındalık kaybı, belki de evrendeki en değerli ve en yaratıcı organ olan beynin eşsiz potansiyelinden yeterince yararlanmadığımızın da bir göstergesidir. Kaldı ki, zeki ve akıllı insan çok değerli bir varlıktır; bir insan tek başına koskoca bir ulusu rezil de edebilir, vezir de. Öyleyse, zekâ veya akıl dendiğinde, başta eğitimciler ve anababalar olmak üzere, herkesin aklına aşağıda tanımların ve açılımların ne denli önemli oldukları gelmelidir: Zekâ (intelligence): Aklın bölümlerinden sadece biridir. Beynin öğrenme, anlama, problem çözme, çözüm üretme, bilinenlerden yararlanarak bilinmeyenleri ortaya çıkarma gücü ve bu gücü kullanabilme yeteneğidir. Zekânın gücü, hızı ve kapasitesi her insanda aynı değildir. Kaldı ki zekâ, bu güç ve kapasite yanında -her meyvenin ayrı bir lezzete, kokuya ve renge sahip olması gibi- kendini birbirinden çok farklı biçimlerde gösterir. Şimdiye dek “özel yetenekler” diye bilinen zekâ türleri, bazı Batılı eğitimbilimciler tarafından 13 ayrı isim altında kategorize edilmişlerdir: 1- Matematiksel zekâ 2- Mantıksal ve Analitik zekâ (IQ) 3- Dil yetenekli (Lengüistik) zekâ 4- Pratik (Sağduyusal) zekâ 5- Ansiklopedik (Genel Kültürcü) zekâ 6- Uyumsal (Interpersonal) zekâ 7- Atletik (Physical) zekâ 52


8910111213-

Artistik (Şekilsever/Patternist) zekâ Müziksel zekâ Sezgisel (Intuitive) zekâ Duygusal (Emotional) zekâ (EQ) Ruhsal zekâ (SQ) Toplumsal ortak zekâ Dikkat edilecek olursa, ülkemizde ve Batı’da eğitim programları genellikle ilk 6 tür zekânın geliştirilmesini hedeflemişlerdir. Bu zekâ türleri, büyük çapta beynin sol yarıküresinin işlevleri arasındadır. Sağ yarıkürenin fonksiyonları arasına giren diğer zekâ türlerinin geliştirilmesi ise, özellikle ülkemizde daha fazla ihmal edilmektedir. Konuya biraz daha açıklık getirmek için beynin sağ ve sol yarıkürelerinde hangi fonksiyonların oluştuğunu sıralamak yararlı olacaktır. Beynin sol yarıküresinde matematik, mantık, lisan, okuma-yazma, ölçümler, analizler, çözümlemeler, rasyonel işlemler ve redüksiyonist düşünceler gibi işlevler oluşur. Beynin sağ yarıküresinde ise müzik, ritim, renkleri algılama, resimleme, hayal etme, tanıma, duygusal iletişim, sentezleme, konsantrasyon ve bütüncül (holistik) düşünceler gibi zihinsel işlevlerin yer aldığı bilinmektedir. Ne var ki, üstün bir yaratıcılık yeteneğinin ortaya çıkması için beynin iki yarıküresindeki tüm yeteneklerin geliştirilmesi ve bunların yüksek düzeyde iletişim ve koordinasyon içinde olmaları gerekir. Burada önemle vurgulanması gereken görüş şudur: “Hayal gücü gelişmemiş beyinlere sahip insanların evrensel düzeyde yaratıcı olmaları hemen hemen olanaksızdır.” Öyleyse, sağ yarıkürenin geliştirilmesi en az sol tarafınki kadar önemlidir. 53


Bu konuda altı çizilmesi gereken bir başka yanlış algılama da şudur: geri zekâ ve eğitimsiz zekâ bambaşka iki kavramdır. Dünyada ve ülkemizde, eğitilmemiş ama üstün yetenekleri olan pek çok insan vardır. Genellikle yüzde ellisinin katılımsal olduğu kabul edilen zekânın akıl ve bilinç içindeki yeri, “Akıl nedir?” sorusunun yanıtından sonra ortaya çıkacaktır. *** Akıl (mind): Bilinç, zekâ, irade, düşünmek, kavramak, öğrenmek, bilmek, karar vermek, hayal etmek ve sezmek gibi beyinsel faaliyetlerin tümünü kapsayan çok geniş bir kavramdır. Yapılan birkaç araştırma sonuçlarına bakılarak, aklın yeni bir tanımı daha yapılmıştır: Başarılı bir hayat sürdürebilmeye yarayan tüm zihinsel, psikolojik ve sosyal yetiler. Akıl sözcüğünün içini dolduran ögelerin aşağıdaki listesi, akılla zekâ arasındaki farkı apaçık ortaya koyacaktır: 1- Anlama gücü: Sözcükleri ifade ettikleri gerçek ve mecazi anlamlarıyla kavrayabilme ve birbirinden ayırabilme, 2- Anlatma gücü: Duygu ve düşünceleri anlaşılır biçimde ifade edebilme, 3- Eşleme gücü: Kavramlar ve fikirler arasındaki özel ilişkileri bulabilme ve bağlantıları kurabilme, 4- Analiz gücü: Benzerlik ve farklılıkları ayırt edebilme ve bir bütünü ögelerine ayırabilme, tümdengelim, 5- Sentez gücü: Ögelerine ayrılmış bir bütünü tekrar birleştirebilme, tümevarım, 6- Bellek gücü: Bilincin farkına vardığı her şeyi hafızaya kaydedebilme ve gerektiğinde hızla hatırlayabilme, 54


7- Düşleme gücü: Kavramları iki, üç ve dört boyutlu olarak hayal etme ve hayal gücünü düşüncede kullanabilme, 8- Sayı gücü: Kavramları adetleri veya miktarları ile algılayabilme ve basit aritmetiksel işlemleri zihinden yapabilme, 9- Sonuçlama gücü: Tümdengelim, tümevarım ve benzetme yöntemleri ile genel ve özel sonuçlara varabilme, 10- Gözlem gücü: Bakarak görme, farklılıkları ve ince detayları uzun vadeli belleğe kaydedebilme, 11- Sezgi gücü: Birdenbire, kendiliğinden gerçekleşen bilme yetisini kullanabilme, 12- Kavrama hızı ve gücü, 13- Tepki hızı ve dengesi, 14- Hedef belirleyebilme, 15- Uyum sağlayabilme, 16- Esnek davranabilme, 17- Konsantre olabilme, 18- Organize olabilme ve edebilme, 19- Tavır ve irade kazanma, 20- İnisiyatif gösterme, 21- Özgüven ve liderlik, 22- Etkileyebilme gücü, 23- Etkilenme duyarlılığı, 24- Özdenetim, 25- Başarı yönetimi, 26- Dürtü yönetimi, 27- Stres yönetimi, 28- Değişim, dönüşüm yönetimi, 29- Uyum sağlama hızı, 30- Üretkenlik ve yaratıcılık.

55


Aklın bu 30 özelliğini tanıdıkça, hem kendimizi daha iyi tanıma ve geliştirme, hem de başkalarını daha yakından tanıyabilme olanağına kavuşabiliriz. Ve aklın bütün bu özelliklerini geliştirmiş olduğumuz oranda “akıllı” sayılırız. Görüldüğü gibi, içine tüm evrenin geniş bir fotoğrafını ve binlerce cilt kitabı dolduracak kadar bilgiyi ve imgeyi sığdıran akıl, ufacık bir organ olan beyinden çok daha büyüktür. BEYNİN MANTIĞI

Mantık kuralları olmasaydı, düşünceler su buharı kadar düzensiz olurdu. Doğru, gerçek, hakikat, mantıklı... Bu dört sözcük birbirinden tamamen farklı anlam taşıdığı hâlde çoğu kez birbiri yerine kullanılıyor. O yüzden de mantık sözcüğünün neyi anlattığı bir türlü doğru anlaşılamıyor. Elmaları portakallardan ayırmak için yine öncelikle bu kavramları tanımlayalım: Doğru: Kendi içinde çelişki taşımayan hükümdür. Örneğin, “İnsanlar hayatta kalmak için oksijen solumak zorundadırlar.” Gerçek: Deneyle kanıtlanmış, somutlaşmış veya inkârı mümkün olmayan, yaşanmış veya yaşanan şeylerin sıfatıdır. Beş duyumuz aracılığı ile algılayabildiğimiz canlı-cansız tüm varlıklar birer gerçektir. Örneğin, “Bir dünya yılı 365 gün 6 saattir.” Hakikat: Dış dünyadaki varlıkların, olguların veya gerçeklerin zihnimizdeki yansımasıdır. Bir başka tanımla hakikat, varlığı kanıtlanamayan; fakat var oldu-

56


ğuna inanıldığı için bizi peşinden sürükleyen zihinsel gerçekliktir. Mantıklı: Düşündükçe belleğimizdeki kavram, bilgi veya hükümlerden yeni çıkarımlar, yeni fikirler oluştururuz. Bu çıkarımları yaparken yanlışlığa düşmemek için veya bir başka deyişle geçerli hükümleri geçersiz olanlardan ayırabilmek için birtakım düşünce kurallarına veya kalıplara uymamız gerekir. İşte mantık bize bu kuralları öğreten bilimdir. Bu kuralları uygulayarak ve araya ilgisiz bir hüküm karıştırmadan muhakeme zincirini titizlikle koruduktan sonra ortaya çıkardığımız düşünce mantıklıdır. Nesne ile bilinç arasındaki en sağlam köprü olan mantık dış dünyadaki olaylarla uğraşmaz, deney yapmaz, ölçü aleti kullanmaz; onun malzemesi beyindeki verilerdir. Bu açıdan bakıldığında, mantık beynin kendi kendini ve yaşamını organize etmesidir. Fakat insan beyni bununla yetinmez; dış dünyayı ve hattâ uzayı dahi organize etmeyi hedefler. Bu amaçla, evreni ve doğayı açıklayan fizik ve kimya gibi pozitif bilimlerin metotlarını belirleyerek, onla-ra yol gösterir. İnsan beyni mantık kurallarını okuyarak öğrenmese dahi, onları toplumsal hayatın işleyişinde bulup öğrenir. Buna, sağduyu denir. Bu açıdan bakıldığındaysa, mantık kuralları “bulaşıcıdır”. *** Mantıklı bir düşünce ile doğru bir düşünce aynı şey değildir; çünkü her mantıklı düşünce her zaman doğru değildir. Bunun sebebi şudur: yanlış bir düşünceyi ele alıp mantık kurallarına uyarak ve araya hiçbir zayıf halka koymadan güçlü bir muhakeme zinciri oluşturursunuz. Bu süreç sonucunda ortaya çıkan hüküm mantıklı olur; ama doğru olmayabilir, zira başlangıç noktanız doğru değildir. Örneğin: 57


Avrupa, beyin araştırmalarında çok ilerlemiştir. Arnavutluk da bir Avrupa ülkesidir. Öyleyse: Arnavutluk beyin araştırmalarında çok ilerlemiştir. Görüldüğü gibi bu kıyas mantıklıdır; ama çıkan hüküm doğru değildir. Bu muhakemedeki yanlışlık kendi içinde çelişki taşıyan birici önermededir. Avrupa sözcüğünü tüm Avrupa ülkeleri olarak algılayıp yanlış kullanmaktan kaynaklanan bir çelişki... Aynı yanlışlık, “Avrupa Birliği” kavramı ile “tüm Avrupa ülkeleri” kavramını aynı anlamda kullanan medyada da sık sık görülmektedir. Görüldüğü gibi bir düşüncenin mantıklı olması doğruluğunun garantisi değildir. Ne var ki bu nüans, mantığın bizi doğruya götürmeyeceği anlamında ele alınmamalıdır. İnsan beyninin bunca bilim ve teknoloji üretmesinde etkin bir rol oynamış olan mantık bilimi; duygu, dürtü, içtepi, içgüdü ve ihtiras gibi düşünceyi olumsuz etkileyen zaaflardan arınmış olduğu için, hakikate ulaşma aracı olarak insanlığın bu çağa kadar geliştirebildiği en geçerli ve en akılcı yoldur. “İlimlerin ilmi” de denilen bu doğru düşünce sistemini içselleştirmiş olan insanlar her probleme çözüm getiremez; ama getirdiği çözümlerin en azından tutarlı olacaktır. *** 2350 yıl önce temelini Antik Yunan düşünürü Aristoteles’in attığı mantık kurallarını ve türlerini yakından tanıyabilmek için öncelikle bazı kavramları tanımak gerekir. Genel Mantık ilkelerine göre düşünce üç temel olgunun birleşmesiyle oluşur: kavram(terim), hüküm(önerme) ve kıyas. Kavram (mefhum/concept): Bir şeyin bilinçte şekil ve/ya anlam kazanması hâlidir. Adını bildiğimiz veya

58


adını bilmediğimiz hâlde farkında olduğumuz her şey birer kavramdır. Hava, su, onur, ruh gibi... Terim: Adını bildiğimiz her kavram bir terimdir. Hüküm (yargı/proposition): İki fikir arasında ilişki kurduktan sonra birini diğerinde doğrulamak veya inkâr etmektir. Önerme: Sözle ifade edilmiş hükümdür. Örneğin, “Vergi verilmez, alınır!..” Kıyas (akıl yürütme/syllogism): İki önerme arasında ilişki kurduktan sonra ortaya bir vargı (conclusion) çıkarmaktır. Örneğin: Bütün canlılar ölümlüdür. Balina da bir canlıdır. Öyleyse: Balina ölümlüdür. Buradaki “canlı, balina, ölümlü” terimleri birer kavramdırlar. “Bütün canlılar ölümlüdür” cümlesi bir yargının ifadesi, dolayısıyla bir önermedir. “Balina ölümlüdür” cümlesi ise iki önermenin kıyasından sonra ortaya çıkmış bir vargıdır. Bu 3 temel olgu kullanılarak gerçekleştirilen düşünce, yeni bir düşünce üretmek için başka bir mantık yolu daha izler, buna çıkarım denmektedir. Çıkarım (istidlal/reasoning): Önermelerin art arda düzenli bir şekilde zincirlenmesinden sonra bir fikirden diğerine geçiştir ve 3 farklı biçimde gerçekleştirilebilir: Tümdengelim (analiz /deduction), Tümevarım (sentez /induction), Benzetme (andırma/analogy). Tümdengelim, “Bir bütün için doğru olan, parçaları için de doğrudur” ilkesinden hareket eder ve kapsamı geniş bir önermeden daha dar bir hükme varır. Bu tür yargı önermeleri matematik ve geometride sık sık kullanılmaktadır. Örneğin, "Bütün üçgenlerin iç açıları 59


toplamı iki dik açının toplamına eşittir" demek, tümdengelim yapmaktır. Veya: Bütün maddeler sıcakta genleşir. Hava da bir maddedir. Öyleyse: Hava sıcakta genleşir. Tümevarım, “Parçaları için doğru olan, bütün için de doğrudur” prensibini uygulayarak, kapsamı dar önermelerden geniş bir hükme varır. Örneğin, “Bütün kuşlar kanatlıdır” hükmü hiç kanatsız kuş görülmediği için parçadan tüme varan bir çıkarımdır. Veya: Bakır ısınınca genleşir. Gümüş tepsi ısınınca büyür. Altın bilezik ısınınca genişler. Öyleyse: Bütün metaller ısınınca genleşir. Benzetme, “Bir bölümün bir parçası için doğru olan, diğer parçaları için de doğrudur” kuralından yola çıkar. Bu yöntem, görülen benzerliklerden görünmeyenlere geçerek çıkarım yapar. Örneğin: Mars jeolojik yapı ve su barındırması bakımından dünyaya çok benziyor. Öyleyse: Mars’ta hayat olabilir. *** Soyut düşünceyi malzeme olarak kullanan Genel Mantık yanında, çağımızda kullanılan birkaç mantık türü daha vardır. Bunların bazıları, Aristoteles’in klasik mantığının yetersiz kaldığı görüldüğü için geliştirilmiştir. Çünkü Aristo Mantığı evrende değişmeyen bir düzenin var olduğu inancı üzerine kurulmuştu. Oysa gelişen doğa bilimleri ve astrofizik, evrenin sürekli değiştiğini; yıldızlar da dâhil olmak üzere her şeyin doğup büyüyüp öldüğünü kanıtlamıştır. O nedenle üç boyutlu ve statik bir evrenin mantığı ile dört boyutlu ve dinamik bir evreni açıklamak yetersiz kalmıştır.

60


Ne var ki, klasik mantık modern mantık türlerini tamamlayıcı görevini sürdürmektedir. Modern mantık türlerinden biri Özel Mantık’tır. Bir başka deyişle Metodoloji, bilim dallarının uygulamaları gereken özel yöntemleri ve izlemeleri gereken kuralları önerir. Lojistik Mantık ise, matematik gibi, düşünceyi birtakım şekil ve işaretlerle sembolize ederek çıkarım yapan mantık türüdür. Ayrıca Analitik Mantık, Diyalektik Mantık, Fenomenolojik (Görüngü) Mantık, Dijital Mantık (Yapay Zekâ Mantığı), Kuantum Mantığı gibi türler de gelişmiştir. Bunlardan sonuncuyu biraz açmakta yarar olacaktır; çünkü görülen odur ki, analitik mantıkla yetiştirilen gençlerimiz, dünyada hızla yayılan kuantum mantığı kullanan ülkelerde olup bitenlere veya bu ülkelerin dünyada yaptıklarına bir anlam verememektedirler. Kuantum Mantığı: Çağımızda, düşünce dünyamızda devrimler yapan yüzlerce anabilim ve binlerce anabilim dalı ortaya çıkmış; küreselleşme denen olgu klasik dünya düzenini ve klasik beyinsel olguları kökünden değiştirmeye başlamıştır. Beynimiz bunca değişimle çok kolay başa çıkabilir; yeter ki onun sonsuz düşünce potansiyelini durağanlıktan çıkarabilecek mantık kurallarını bulalım. Böylesine değişken ve karmaşık bir dünyada olup bitenleri durdurmak veya etkilemek bir yana; anlamak dahi Aristo mantığının (yani A=B, B=C, öyleyse A=C biçimin-de özetlenen katı ve kuralcı bir mantık türünün) kotarabileceği bir iş değildir. Ne var ki, Kuantum Mekaniği denen bilim dalıyla uğraşan ve atomötesi parçacıklarla onyıllardır deney

61


yapan ülkelerin elde ettiği bilgilerin ışığında yeni bir mantık türü daha geliştirilmiştir: Kuantum mantığı... Bu mantık türünün katı kuralları yoktur; her şeyin izafi/göreceli ve değişken olduğunu varsayar ve girdiği kabın şeklini alan bir akıcılıkla önermelerde bulunup vargılara/yargılara ulaşır. Klasik Mantık gibi, akıl yürütme sürecindeki kavram-hüküm-kıyas elemanlarını kullanır; fakat bir çıkarım yapmadan önce, işin içine, güncel oluşumları içeren Fenome-nolojik mantığı ve bir tür Fütüroloji olan “durumdan vazife çıkarma” diyebileceğimiz “belirsizliği zamanı geldiğinde belirli kılma” prensibini de katar ve sonra iki kutuplu bir yöntem izleyerek akıl yürütür, düşünce ve fikir üretir. Buna, “Su Mantığı” da denilmektedir. Çünkü girdiği kabın şeklini alan sıvı gibi biçim ve yöntem değiştirerek sonuca ulaşmaya çalışır. Sonuca ulaşıp ulaşmayacağı dahi kesin değildir; ama izlediği yoldaki kaosu veya karmaşayı yönetecek yöntemlere sahip olduğu için ve akıcılığın dinamiğinden yararlanarak, tüm diğer mantık türlerinden daha başarılı sonuçlar alır. En kötü koşulları dahi kendi lehine dönüştürme yeteneğine sahip olan bu akıl yürütme yoluna şöyle birkaç örnek verilebilir: ABD’nin 11 Eylül saldırısını uzun erimde kendi lehine kullanma yeteneği... İngiltere’nin ufacık bir ada olduğu hâlde hâlâ dünya siyasetinde ilk sıralarda yer alma yeteneği... Japonların teknoloji üstünlükleri sayesinde tüm dünyayı sessiz sedasız -ülkelerin kendi rızalarıyla- sömürmelerine karşın hâlâ çok sevilip sayılmayı sürdürebilme yetenekleri vbg.

62


BEYNİN MANTIKSIZLIĞI (Usaaykırılık/Akıldışılık/İrrasyonalite)

Kendini hiç eleştirmeyen, başkasını çok eleştirir. “Şöyle bir ân durup düşünün ve bugüne kadar verdiğiniz önemli kararların bir listesini çıkarmaya çalışın. Mümkünse bunları liste hâlinde alt alta sıralayarak, önlerine doğru veya yanlış yazın. Şimdi de yanlışları sayın ve doğrulara oranını çıkarın. Örneğin, toplam 50 madde yazdıysanız ve bunlardan 10 tanesi yanlışsa, siz geçmişteki önemli kararlarınızın %20'sini yanlış vermişsiniz demektir. (Liste ne kadar uzun olursa, çıkaracağınız sonuç o kadar sağlıklı olacaktır.)" 25 yıl kadar önce, Londra'da yayımlanan bir dergide karşılaştığım yukarıdaki özeleştiri testini ciddiye alarak, bir gece boyunca oturup yüz maddeden oluşan bir liste çıkarmış ve yanlış kararlarımın doğrulara oranla %5 olduğunu sözde saptamış, ardından şöyle arkaya yaslanıp kendimle gurur duymuştum büyük bir özgüven içinde. Ne var ki, yaşamın kilometre taşlarını birer birer geride bıraktıkça; gidilen yolda edindiğim deneyimlerden kendimce dersler çıkardıkça; giderek daha çok okumakla, gözlemekle, düşünmekle ve dinlemekle edindiğim bilgiler ışığında "dünyanın kaç köşe olduğunu" daha iyi anladıkça; ve kendime daha eleştirel, daha tarafsız bir gözle bakmaya başladıkça anladım ki, ahatalarım doğrularımdan çok daha fazlaymış, b- geçmişe hangi kilometre taşında durup baktığınıza bağlı olarak, doğru-yanlış oranları sürekli değişiyormuş veya 63


bir başka deyişle, doğruları öğrendikçe, geçmişteki kararlar giderek daha çok yanlış görünmeye başlıyormuş, c- geçmişteki kararları veya olayları kendi koşulları içinde değerlendirmeden bugünün koşullarıyla geçmişi değerlendirmek başlı başına büyük bir hataymış, dhata yapmak ile akıldışı davranmak arasında anlaşılması zor bir fark varmış. Doğru kararlar verebilmek için bilimsel verileri, mantık kurallarını veya en azından sağduyuyu kullanarak, rasyonel bir düşünce yolu izlemek gerekir. Aksi hâlde düşüncelerimiz, fikirlerimiz veya önerilerimiz akla uymaz veya hatalı olur. İrrasyonalite bazen hata yapmak veya bilgisizlik ile karıştırılmaktadır. Örneğin, küçük bir çocuğun “Güneş dünyanın etrafında döner” şeklinde yanlış bir hükme varması, irrasyonel değil, onun bu konudaki bilgisizliğidir. Fakat aynı çocuğun, “Dünya Güneş’in çevresinde döner” gerçeğini öğrendikten sonra, gecelerin karanlık olmasını Güneş’in “gece uykusuna yatması”na bağlaması irrasyoneldir. Bizleri akıldışı düşünce ve davranışlara iten yüzlerce sebep var. Bunların başında önyargılı inanışlar, eğitimsizlik, töresel baskılar, otoriteyi kayıtsız şartsız kabullenme, ahlâk ve görgü kuralları, paradigmalar, mantıksız fikirler, yanlış önseziler ve aşırı duygusallık gelmektedir. Duygusal bir ânda veya bizleri çok etkilemiş ruhsal bir tutum içindeyken vereceğimiz kararlar genellikle irrasyonel oluyorlar. Çünkü duygusallık doğal bir oluşumdur, bilimsellik taşımaz ve matematiksel akılla güdümlenmemiştir. Duygusallığa değer veren -bizimki gibi- toplumlarda, “rasyonel düşüncede duygusallığın yeri yoktur” şeklindeki bir ifade, duygusuzluktan söz ediliyormuş 64


sanısıyla yanlış algılanabilir. Oysa duyguların da birer öz mantığı, değeri ve görevi vardır. Fakat mantıklı düşünce duyguların değil, topyekûn aklın görevidir. Neredeyse dijital bir düşünce tarzıyla fikir ve teknoloji üretilen çağımızda, “hislerle düşünmek” kişilere ve toplumlara artık çok pahalıya mal olmaktadır. İrrasyonel yargılara varmamızın önde gelen sebeplerinden biri de insan belleğinin yetersiz kalışıdır; çünkü karar verirken, konuyla ilgili bütün bildiklerimizi o ânda hatırlayamaz ve geniş bir ortak payda elde edemeden sadece birkaç veriyi göz önünde tutarız. Genellikle bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olduğumuz için de pek çok görüşümüz eksik, kısır ve dolayısıyla yanlış oluşur. Dünyada ve toplumumuzda örnekleri oldukça bol olan bu önemli noktayı çarpıcı bir anekdotla biraz daha açmaya çalışalım: Milattan sonra 37-68 yılları arasında yaşamış ve tarihte zalim oluşuyla ünlenmiş olan Roma İmparatoru Neron, ayrıca zevk ve eğlenceye de oldukça düşkün bir hükümdardı. Neron bir gün en cesur gladyatörlerinden II. Spartaküs’ün idmanlarını ağırlaştırmasını ve 15 gün çok iyi beslenmesini emreder. Ayrıca, Afrika’dan 4O tane genç ve azgın kaplan getirilmesini ister. İki hafta içinde her şey hazır olunca, tüm Roma halkının heyecanlı bir gösteri için büyük arenada toplanması ilan edilir. Neron’un tasarladığı gösterinin zamanı gelir ve İmparator şeref tribünündeki tahtına kurulur. Önündeki sehpada keskin bir kılıç ve 40 kese dolusu altın sikke vardır. İşaret verilince Spartaküs arenaya girer, Neron’u ve halkı selamlar. Arenanın tam ortasına gelince, içeriye bir kaplan salıverilir. Gladyatörümüzün elinde herhangi bir korunma aleti yoktur ve yarı çıplak

65


vücudu ile toplam 40 kaplanı saf dışı etmekle görevlendirilmiştir. Hayvan, Spartaküs’e hemen saldırır. Ama tecrübeli ve güçlü cengâver, zavallı kaplanın işini kısa sürede bitirir. Herkes ayağa kalkar, sevinç çığlıkları atar ve alkışlarla takdirlerini gösterir. Neron başparmağı ile aferin işareti yapar ve bir kese altın fırlatarak, loca önünde kendisini selamlayan güreşçiyi ödüllendirir. İkinci kaplan sahaya girer girmez arenayı kulakları sağır edecek bir çığlık fırtınası kaplar. Spartaküs saldırır, hayvanın boynunu bükerek kırar ve bir dakika içinde cansız yere yıkar. Halk galeyana gelmiş gibi ayağa fırlar ve kahramanını avuçları şişinceye kadar alkışlar. Neron ikinci altın kesesini fırlatır ve herkesin memnun olduğu bir atmosfer içinde üçüncü şov başlar. O da öncekiler gibi başarıyla biter ve övünçle alkışlanır. Dördüncü, beşinci, yirminci ve otuz beşinci kaplanlar en fazla ikişer dakikalık mücadelelerden sonra teker teker saf dışı edilirler. Herkes büyük bir sevinç ve merak içinde, Spartaküs’ün bu işin sonunu getirip, getiremeyeceğini beklerken, arenada heyecan iyice yükselir. Tezahüratlar ve çığlıklar yüzünden sesler kısılmış, eller alkıştan morarmış ve locanın önünde otuz beş kese altın sikke birikmiştir. Derken; otuz sekizinci ve otuz dokuzuncu kaplanlar da aradan çıkar ve heyecanlar doruk noktasına ulaşır. “Bravo!” sesleri tüm Roma’yı titretirken kırkıncı kaplan da salıverilir. Spartaküs biraz yorgun görünmektedir. Saldırmak yerine rakibinin saldırısını bekler. İçeride onca zaman beklediği için iyice kızışan hayvan en azgın tavrıyla koşarak saldırıya geçer. Tek kurtuluş ümidinin rakibi66


ni parçalamak olduğunu sezen kaplan, kütlesinin verdiği tepkiyle gladyatörü yere yıkar, sol kolunu kapar ve yorgun güreşçiyi birkaç metre yerde sürükler. Arenada herkes suskunluk ve düş kırıklığı içindedir. Neron bile yerinden fırlamış, “Ayağa kalk, rezil!” diye bağırmaya başlamıştır. Spartaküs son gücünü kullanarak kolunu kurtarır, rakibinin boynunu iyice kavrar ve yere yatırıp etkisiz hâle getirir. Kaplanın gövdesini de bacakları arasına sıkıştıran güreşçi, anlaşılan öylece durup gücünü toparlamak için zaman kazanmak ihtiyacındadır. Bu durum kimsenin hoşuna gitmez... “Haydi aslanım! Öldür onu, bitir işini, haydi!” diye bağırarak cesaret verenler olur; ama Spartaküs kuvvetten düşmüş, harcayacak eforu kalmamıştır. Keyifler kaçar ve bu hareketsizliğe sinirlenen bir kaç kişiden yuhalama sesleri bile duyulur. Biraz sonra da arzuladıkları sonucu göremeyeceğini anlayan halk, hep bir ağızdan, o zamanki en çirkin aleyhte tezahüratı yapmaya başlar. Spartaküs iyice yıkılır ve başparmağıyla “yenilgi işareti” yaparak, yardım ister. Gösterinin amaca ulaşmamasına, onca beklentiyi boşa çıkaran bir sonuçla bitmesine çok sinirlenen Neron, eliyle “kelle işareti” yapar. İmparatorluk muhafızlarından birine sehpadaki kılıcı ve son altın kesesini atar. Muhafız sahaya girip kaplanı delik deşik eder ve Spartaküs’ü kollarından kavrayarak cellat sehpasına götürür. Yüzü sehpaya yapıştırılan zavallı güreşçinin kafası bir kılıç darbesiyle uçurulur. Herkes yerinden zıplayıp cellâdı coşkuyla alkışlar. Gösteri biter... Bu hayalî öyküden çıkarılacak ders, insanları ve olayları değerlendirirken içine düştüğümüz yanlışlıkların anlamlı bir göstergesidir. Öykümüzde, Spartaküs tam 39 kez gücünü, cesaretini ve o zamanki 67


anlayışla sportmenliğini kanıtlamış ve Roma halkından elleri morarıncaya kadar alkış, sesleri kısılıncaya kadar takdir almıştır. Üstelik imparator tarafından 39 kese altın sikke ile ödüllendirilmiştir. Bunları Spartaküs’ün artı hanesine 39 olumlu puan olarak kaydedecek olursak, eksi hanesine olumsuz puan olarak sadece bir tane yazabiliriz. Ne yazık ki bir tek eksi puan onun hayatına mal olmuştur. Oysa, rasyonel bir düşünce tarzıyla mantık ve akıl terazisinde tartılacak günah ve sevaplar -veya artı ve eksiler- bu kişinin sevaplarının tam 38 kat daha ağır geldiğini gösterecektir. Bu örnekte apaçık görünen irrasyonalite, toplum psikolojisinin ortaya çıkardığı bir hata olarak kabul edilse bile, bu tür hataların kişisel düzeyde daha sık işlendiği herkesin bildiği bir gerçektir. Birçok insanın, birçok insan hakkında sürekli olumsuz şeyler ifade ettiği bir toplumda, sevapların unutularak, günahların ön plâna çıkarılması bariz bir mantıksızlık örneğidir. *** Bizi irrasyonel yargılara iten usaaykırılığın nedenleri kabarık bir liste oluşturmaktadır: 1- Doğru karar vermede, kişinin konu hakkındaki bilgi düzeyi önemli bir rol oynar. Bir yargıya ulaşmadan önce, konuya ilişkin geniş ve detaylı veri toplamak gerekir. Ancak, bu işi yaparken sadece mevcut görüşümüzü destekleyen verileri toplamak, bizi önyargılı sonuçlara götüreceği için irrasyonel bir davranıştır. Doğru tutum; taraf tutmadan, konu üzerine lehte ve aleyhte söylenmiş veya yazılmış verileri düşünce denklemine katıp bir yargıya varmaktır. *** 2- Önyargılar yüzünden yanlış akıl yürütmekteyiz. Örneğin, “Öğrenci öğretmeni sevmediği için dersini de 68


sevmez” yargısı, birçok insanın irdelemeden kabul ettiği bir görüştür. Oysa araştırmalar bunun tam tersinin doğru olduğunu göstermiştir. Yani öğrenci genellikle dersi sevmediği için, konular ilgisini çekmediği için veya o dersi algılayacak yeterli yeteneği olmadığı için savunma mekanizmasını çalıştırmakta ve kabahati öğretmene yüklemektedir. Oysa aynı sınıfta hem o dersi hem de o öğretmeni çok seven başka öğrenciler de vardır ve onların bir şikâyeti olmamaktadır. Bazen gerçekten hiç sevilmeyen eğitimciler çıkabilir. Ama bunun oranı düşüktür ve yukarıdaki gibi bir genelleme yapmak -görüldüğü gibi- irrasyoneldir. *** 3- Bilincimize yerleşmiş kuvvetli imajların yan etkisi yüzünden usaaykırı davranabiliyoruz. Bir araştırmada insanlara şu soru yöneltiliyor: “Bitişik dairedeki komşum minyon tipli, utangaç, güleryüzlü, beni her zaman eğilerek saygıyla selamlayan ve şiir yazan bir beydir. Sizce komşum bir psikolog mudur, yoksa Japonca öğretmeni mi?” Yanıtların büyük çoğunluğu “Japonca öğretmeni” olmuştur; çünkü, “minyon, utangaç ve saygılı” imajı, Japon imgesini çağrıştırmaktadır. Hâlbuki doğru cevabın psikolog olması daha akla yatkındır. Zira dünyada psikologların sayısı, Japonca öğretenlerin sayısından kat kat fazladır. Böylesine hakkında hiç fikir sahibi olmadığımız bir konuda akıl yürütürken, olasılığı en yüksek seçeneği tercih etmek akılcı bir yöntemdir, imgelerin dikte ettirdiği seçenek değil. *** 4- Her olayı kendi şartları içinde değerlendirmek gerekir; fakat bazen de her olayı, her zeminde aynı şekilde değerlendirmek icap eder. Bunu çoğu kez yapmamaktayız. Örneğin, semt pazarından beş kilo meyve alırken beş-on kuruş için pazarlık edebiliyor; ancak bir 69


televizyon cihazı satın alırken on beş-yirmi YTL’yi dahi bir indirim olarak görmüyoruz. Oysa her ikisi de parasal olarak birer tasarruftur. *** 5- Dünyadaki eğitim sistemleri, kültürler ve gelenekler yetişme çağındaki insanlara istatistiksel düşünmeyi öğretmemektedir. Bir kişi, bir olay veya bir konu hakkında yeterince bilgi toplamadan -hattâ bazen tek bir veri ile- hükme varma alışkanlığı yüzünden irrasyonel davranışlar gösterebiliyoruz. Aşağıdaki araştırmada bu saptama kolayca görülebilir: 1986 yılında, Avrupa’yı ziyaret eden Amerikalı turistlerin sayısında büyük bir düşüş olmuş. Çünkü A.B.D. Libya’yı bombalamıştı ve Amerikan medyası Libyalı fanatiklerin Amerikan uçaklarını kaçıracaklarına dair kuvvetli istihbaratlar olduğunu yazıp halkı uyarmıştı. Fakat bunun olasılık hesaplarına dayalı istatistiksel bir değerlendirmesi olabileceğini kimse düşünmemiş, bunun yerine uçağa binmemeyi yeğlemişti. Bir hesaba göre o yıl Avrupa’ya gitmeme kararı almış bir Amerikalının kaçırılacak bir uçakta bulunma ihtimali on binde birdi. Zira her sezon Avrupa’ya on binlerce uçuş yapılmaktadır. Bir başka istatistiğe göre ise, 1986 yılında herhangi bir Amerikalının bir sezon içinde -kendi ülkesinde suç oranlarının yüksek olmasından ötürü- bir saldırıya uğramasının olasılığı üç yüzde birmiş. Yani Avrupa’ya gelmeyen Amerikalı evde kalmakla, aslında kendini daha büyük bir risk içinde yaşamaya zorlamıştı. Bu demektir ki, korkudan dolayı bu kararı alanlar -kişisel nedenleri ne olursa olsun- irrasyonel düşünmüş ve irrasyonel davranmışlardır. İşin kötüsü, bu bulgular ortadayken aynı davranış Körfez Savaşı sırasında da sergilenmiş. *** 70


6- Elde ettiğimiz verileri ve kanıtları değerlendirirken akla aykırı davranıyoruz: Şimdi lütfen doğru yanıtı okumadan önce, aşağıdaki sorunun cevabını vermeye çalışınız: 6 kez yazı-tura attığımızda, aşağıdaki durumlardan hangisinin gelme ihtimali en yüksektir? (Y=Yazı, T=Tura) A) YYYYYY B) TTTTTT C) YYYTTT D) YTTYYT Yüksek bir olasılıkla “D’ şıkkını seçmişsinizdir. Fakat seçeneklerde doğru şık yoktur; çünkü bütün şıkların gelme ihtimali aynıdır. Zira paranın hafızası yoktur ve bir atış önce ne geldiğini bilemez. O nedenle her atışta, yazı veya tura gelme olasılığı %50, yani 1/2’dir. O hâlde hesabı şöyle yapabiliriz: 1/2 x 1/2 x 1/2 x 1/2 x 1/2 x 1/2 = 1/64. Bu, şu anlama gelmektedir; bu 6 seferlik atışları 64 kez tekrarlarsak, her şık ortalama bir kez gelir. Bu hesap sadece yukarıdaki 4 seçenek için 64’te bir değil, her altılı kombinezon için her zaman aynıdır. Bu tür bir irrasyonaliteye düşmemizin birincil sebebi, istatistik bilgilerimizin kısırlığından değil, kolay görüneni seçme isteğimizdendir. Ama doğru görünen her zaman doğru değildir. *** 7- Yanlış fiil emsal teşkil etmez; ama ne yazık ki bu kurala uymuyor ve genellikle toplumca kabul gören davranışları veya fikirleri irdelemeye gerek görmeden aynen kabulleniyoruz. Örneğin ülkemizdeki ergen nüfusun yarısından fazlasının sigara içmesi bir çoğunluk hareketidir ve yeni yetişen nesil maalesef bunu aynen 71


taklit etmekte, o nedenle de gençler arasındaki sigara bağımlılığı % 80’i bulmaktadır. İşin kötüsü, “üzüm üzüme baka baka kızarır” deyişiyle bu mantıksız tutumu meşru hâle getirmişiz. Kendisine yakışmadığı hâlde, sezonun modasına uymak uğruna tuhaf kılıklara bürünen insanlar da böylesi bir tutum sergilemektedirler. Ayrıca, kapalı bir salonda çıkacak bir yangın sırasında ve bir deprem ânında paniğe kapılmadan hareket etmenin en az zarara yol açacağının herkesçe bilinmesine rağmen panik yaşanması, bu tür bir irrasyonalitenin çok açık örneğidir. *** 8- Grup psikolojisine çok çabuk kapılmaktayız. Bu yüzden, karşıt gruplar aleyhine her türlü gerçek dışı haber uydurabilmekte, onlara karşı kin ve düşmanlık besleyebilmekte ve hattâ fiziksel kavgalara bile kalkışmaktayız. Örneğin, fanatik bir şahıs, başka bir grup mensubuna, hayatında ilk defa gördüğü biri olmasına rağmen saldırabilmektedir. *** 9- Üstünlük veya aşağılık komplekslerinin verdiği dürtülere uyup hiç gereği yokken, başarılması son derece güç işleri becerebileceğimizi göstermek uğruna en değerli varlığımız olan hayatımızı tehlikeye atabilmekteyiz. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden Boğaz’a çivileme atlamak gibi... *** 10- Zincirleme yanlışlıklara kolayca katılabiliyoruz. Bir soygun yapan ve adam vuran kişi, ikinci veya üçüncüyü hiç düşünmeden tekrarlayabilmekte ve art arda son derece mantıksız davranabilmektedir. *** 11- Genelleme yapmaya çok eğilimliyiz... “Dedem 70 sene sigara içmiş, alkol kullanmış. Trafik kazasında 72


öldüğünde turp gibiydi” türünde sarf edilen sözler, bir veya birkaç dede için doğru olabilir. Ama bu istisna, her sigara ve içki tiryakisinin o yaşlarda “turp gibi” olacağının kanıtı olamaz ve değildir. *** 12- Matematiksel düşünme alışkanlığının bilincimize yerleşmemiş olması bizi zor durumlara sokmaktadır: Bir tombala torbasına, 1’den 99’a kadar numaralanmış ve bir tanesine de yıldız işareti çizilmiş 100 tane taşı doldurup karıştıralım. Tombalaya 100 kişi birer YTL ile katılsın ve yıldızı çeken şahıs 50 YTL ikramiye kazansın. Bire elli şeklinde görünen bu ikramiye çoğumuza çekici gelebilir. Fakat bu tombala % 50 oranında aleyhimizedir; çünkü toplanan 100 YTL’den sadece yarısı geri ödenecek, diğer yarısı tombalayı düzenleyene kalacaktır. Ve teorik olarak her katılımcı elli kuruş zarar edecektir. Böylesi bir tombalaya katılmak irrasyonel bir davranıştır. Fakat birçoğumuz her hafta, her ay ve her yıl bu tür şans oyunlarına katılır, toplam kaybımızın toplam kazancımızdan çok daha fazla olduğunu görür; ama yine de bu tür talih oyunlarına devam ederiz. Örneğin, Loto’da 6’yı tutturmanın olasılığı yaklaşık 14 milyonda birdir. Bu, insan yaşamına sığmayacak kadar küçük bir olasılıktır. Fakat her hafta milyonlarca kişi bu oyunu oynamakla, Ay’dan atacakları bir taşı oturdukları evin bacasına isabet ettirebilecekleri ihtimaline inanabilmektedirler. *** 13- Aşırı özgüven duygusu bize gereksiz riskler aldırıyor ve bizi yanlış inançlara itiyor: Hiç kaza yapmamış olmasını “süper şoför” olmasına bağladığı için “metalik bir özgüven” kazanmış olan bir genç, ölümcül bir süratle veya aşırı alkollüyken araba kullanabilmektedir. Veya şansının uzun bir süre yaver gitmesi yü73


zünden kaybetmesinin imkânsızlığına inanan bir kumarbaz, ilk kaybına uğradığı ânda kabahati iskambillere, istekalara, masada oturanlara veya krupiyelere atmak gibi irrasyonel davranışlar gösterebilmektedir. *** 14- Açıklamasını bulamadığımız özel bir durum için hemen para normal ve doğaüstü açıklamalar getirmeye aşırı eğilimliyiz: Bunun en güzel örneği, herkesin yıllarca istekle inandığı Bermuda Şeytan Üçgeni’nin “esrarı”nda yaşanmıştır. Atlas Okyanusu’ndaki bu bölgede, 60 yılda birçok gemi ve uçak kaybolmuş, bunlardan geriye tek bir iz kalmamıştı. Kimsenin açıklama getiremediği bu sözde esrarengiz fenomen, milyonlarca insan tarafından “doğaüstü birtakım güçlerin yaptırımı” olarak algılandı. Ancak, araştırmalar sonucunda bu gizemli olayların aslında basit bir “doğalgaz cilvesi” olduğu bulundu. Şöyle ki: Okyanus tabanından dışarı fışkıran doğal gaz tabanda çok yüksek basınç olduğu için, oradaki çok düşük ısının da etkisiyle “hidratlar” denilen beyaz ve tebeşirimsi maddelere dönüşür. Bunlar zaman zaman erir ve yüzeye çıkarken suyun içinde bir boşluk/vakum oluştururlar ve okyanus adeta delinir. O sırada oradan yüzerek geçen ne varsa, derin bir kuyuya düşer gibi hızla okyanusun dibini boylar. Çünkü, gazın kaldırma kuvveti gemileri taşıyacak güce sahip değildir. Gaz yükselmesi sona erince boşluk tekrar suyla dolar ve geriye hiçbir iz kalmadan kocaman gemiler kilometrelerce derinliğe gömülmüş olurlar. Uçakların o bölge üstünde düşüp kaybolmaları da yine aynı sebeptendir. Yüzeye çıkan gaz, havadan daha hafif olduğu için yükselmeye devam eder. Bu kez o vakum, bölgenin üzerindeki atmosferde oluşur. Oradan tesadüfen geçen bir uçak hemen irtifa kaybeder ve mo74


torları durur. Çünkü motorlardaki benzinin yakılması için oksijene ihtiyaç vardır ve o boşlukta hava olmadığı için oksijen de yoktur. Böylece uçak da, hızla okyanus tabanını boylar. Bu açıklamalar, Bermuda efsanesine yürekten inanmış olanları düş kırıklığına uğratmış olabilir; kabahatin paranormal, dolayısıyla irrasyonel eğilimlerde olduğu yeterince açıktır. *** 15- Önsezilerimize aşırı derecede güveniyor ve onları yanlış yorumluyoruz: “İçime doğdu yağmur yağacak”, “İçimde, yola çıkarsan başına bir iş gelecekmiş gibi bir his var” tarzındaki varsayımlar; defalarca tahmin edildiği şekilde sonuçlanmamış ama sadece bir kez doğru çıkmışsa, bunu sezgilerimizin bizi asla yanıltmadığına bir kanıt olarak gösteririz. Ama tahminlerimizin tutmadığı olayları sürekli hesap dışına ittiğimiz için irrasyonel davranışlar sergileriz. *** 16- İnsanlar arasındaki farklılıkları unutuyor ve herkesin kendimiz gibi duyup düşündüğünü zannettiğimiz için, sorunlara bizim izleyeceğimiz yöntemlerden farklı bir metotla yaklaşanlara veya çözüm arayanlara karşı kırıcı olabiliyoruz. *** 17- Açıklamalarımızda, örnek ve benzetmelerden yararlanmayı çok sevdiğimiz için misallerimizdeki anlam kaymaları bizi yanlış yargılara sürüklüyor. “Teşbihte hata olmaz” gibi özdeyişlerimizi irdelemeden doğru kabul ediyor, hatalı teşbih yaptığımızda da bizi uyaranlara karşı olumsuz tutum sergiliyoruz. Oysa teşbihte her türlü hata olabilir... ***

75


18- “Zararın neresinden dönersen kârdır” ilkesine uymuyor ve uğrunda enerji, vakit ve nakit harcamış olduğumuz yanlış eylem ve plânlarımızdan kolay kolay vazgeçemiyoruz: Bir akşamını ayırarak gittiği sinemada izlediği filmi sıkıcı bulan birinin, ödediği paranın hakkını almak düşüncesiyle sonuna kadar sinemada oturmayı yeğlemesi, bu tür bir usaaykırılığın en basit örneklerinden biridir. *** 19- Kabarmış duyguların yüksek etkileri altındayken zihinsel yeteneklerimiz bocalar ve belliğimiz verimli çalışamaz. Böyle ânlarda önemli kararlar verdiğimizde, sonuç genellikle aleyhimize, hattâ çok zararlı olabilir. Birinin böylesi olumsuz sonuçları defalarca tatmış olmasına rağmen, yine de duygusal ânlarda hemen karar vermesi bu tür bir irrasyonalitenin sonucudur. Akdeniz ülkelerinin birçoğunda görülen ağız münakaşalarından sonra çıkan fiziksel kavgalar gibi... *** 20- Otoriteye gösterilen saygıdan ötürü akla son derece aykırı davranışlarda bulunabiliyoruz. Komutanlarının ver-diği mantıksız emirlere uyup insanlık suçu işleyen askerler bu kategoriye girerler. *** 21- İçinde yaşadığımız çevre veya toplum bizi rasyonel düşünmeye zorlamıyorsa, “kafayı fazla yormadan” ve kolay olanı seçerek, mantıksız düşünceler üretebiliyoruz. *** 22- Kötü tecrübeleri büyüteç altında alıp büyütüyoruz: Yıllarca, haftada altı gün, öğlen yemeğini yediği lokantada iki gün üst üste kötü yemek çıkmasına kızan ve bir daha oraya uğramayan birinin davranışı böylesi bir abartının eseridir. 76


*** 23- Kabahatlerini kabullenme alışkanlığını ve erdemini edinmemiş insanlar, “eleştiri fobisi” yüzünden mantıksız davranışlar ve sert tepkiler gösterebiliyor, hattâ işi fiziksel saldırı boyutlarına kadar taşıyabilmektedirler. *** 24- Bazı törelere körü körüne, büyük bir teslimiyet içinde uyanlar, usaaykırılığın en çarpıcı örneklerini sergileyebilmektedirler: Kan davası adına adam öldürmek gibi... *** 25- Bize uzun vadede büyük zararlar verebilecek kısa vadeli kazançlara düşünmeden yönelebiliyoruz: Tarla kazanmak için orman yakmak, endüstri atıklarını akarsulara, göllere veya denizlere akıtmak gibi... *** 26- Geleneksel yaşam tarzlarını, değişen koşullara uygun olarak değiştirme ihtiyacı duymadan ve aklın süzgecinden geçirmeden devam ettirmemiz bizlere çok pahalıya mal olmaktadır: Misafir odası geleneğini sürdürmedeki ısrarımız bunlardan sadece biridir “Aile şerefini kurtaran” o 2 oturma odası büyüklüğündeki alanlar, maddî güç yetmese bile borçlanılarak, olabildiğince lüks mobilyalarla bezenir, pahalı halılar döşenerek, kadife perdelerle mahremiyete kavuşturulur ve sonra öylece bomboş bekletilirler. Bu arada, küçücük oturma odalarına hapsedilerek büyütülen çocuklar bu “yasak bölge”lere girmelerinden ötürü sık sık azarlanır, hattâ belki dövülürler. *** Bu genel mantıksızlıklar listesi, kişisel düzeye indirgenince daha da uzayabilir. Bunları uzunca yazmadaki amaç; ulusal veya kişisel düşünce ve davranışların 77


eleştirilmesi değil, irrasyonel düşünce ve davranışların farkına varılmasını sağlamaktır. Çünkü araştırmalar göstermiştir ki, kendi mantıksızlıklarının bilincine vardırılan bireyler süratle onları giderme yoluna koyulmaktadırlar. Bir üst bilince yükselebilmemizin yollarından biri de bu usaaykırı davranışlarımızın farkına varmak olsa gerek.

78


BEYNİN PSİKOLOJİSİ

Olacağına inan.. olur. Türkçesi ruhbilim olan psikoloji -sanıldığı gibi- ruhla uğraşan bir Tıp dalı değildir. Hattâ, rasyonel düşünceyle kurulmuş olan hiçbir pozitif bilim dalı ruhla uğraşmamaktadır. Zira bilim, ruh denen olguyu henüz lâboratuvarda incelemeye almamıştır ki, ruhun yasalarını koyup -varsa- hastalıkları ile uğraşsın. Yani, bilimsel anlayışa göre ruh ne vardır, ne de yoktur; insanların varlığına inandığı veya inanmadığı bir dinî kavramdır. Öyleyse, başta, psikoloji sözcüğünün tercümesi hatalıdır. Esasen, Yunan mitolojisindeki Psi (Psyche), yani aşk tanrısı Cupid’in eşinin ismidir ve ruhun ölümsüzlüğünü simgeler. Psikoloji bilimi, insan zihni anlamında da kullanılan psişi kavramının açılımları sayesinde doğmuştur. Zaten, psikolojiyi bilimselleştiren Sigmund Freud’a göre, psikolojinin ana uğraşı ruh değil, zihnin üç bölümüdür: a- id (alt benlik), b- ego (benlik), c- süper ego (üst benlik). Psikoloji, çok genel anlamıyla, gözlenebilen davranışlarımızı, zihinsel-duygusal süreçlerimizi ve bilinç denilen soyut varlığımızı inceler. Aslında psikolojiye “bilinçbilim” demek, belki daha doğru olurdu; çünkü bilinç (şuur): insanın, aldığı ilk nefesten, verdiği son nefese kadar süre-giden ve kendi varlığı yanında dış dünyadaki tüm maddî ve manevî varlıkların farkında olma hâlidir. Örneğin, baygın bir insan, bilincini yitirdiği için iç ve dış dünyasının farkında değildir. Bilinç kavramından söz açmışken, bilincin yaptırım gücü olan irade kavramını da tanımlamak gerekir. İra79


de (azim, kararlılık, willpower): insanın bilinci üzerindeki özgür kontrolüdür; bir eylemi gerçekleştirme azmidir. Örneğin, uyuşturucu bağımlısı biri, zararını bile bile bilinçsizce ona tutsak olmuşsa, irade bu tür istençdışı davranışları tekrar bilincin kontrolü altına alabilir. *** Psikoloji, insanın kişiliğini belirleyen davranış ve düşünce biçimidir. Yanlış kullanılan pek çok beyinsel kavramdan, burada üçüne daha rastlıyoruz: mizaç, şahsiyet, kişilik... Bunlardan şahsiyet ve mizaç neredeyse arkaik kavramlara dönüşüp unutuldu ve bu iki farklı kavramın yerini kişilik sözcüğü aldı. Ne yazık ki, bu iki sözcüğün yitimi yüzünden çok önemli bir nüansı da yitirmek üzereyiz. Şöyle ki: Mizaç (huy/yaratılış/fıtrat): İnsanın doğuştan gelen ve ömür boyu değişmeyen (veya nadiren değişen) ruhsal özelliğidir. “Can çıkar, huy çıkmaz” özdeyişi bu gerçeğe işaret eder. Örneğin, şen, sakin, mızmız, telaşlı, duyarlı, duyarsız... Şahsiyet (karakter): İnsanın doğduğu günden öldüğü güne kadar sürekli olarak değişen, dönüşen ve gelişen zihinsel ve davranışsal özelliğidir. Örneğin, kaypak, tutarlı, bencil, yardımsever, gerçekçi, hayalperest... Kişilik (mizaç + şahsiyet): İnsanın doğuştan gelen ve doğumdan sonra günbegün edindiği tüm duyusal, duygusal, zihinsel ve ruhsal özelliklerinin ortaya çıkardığı “kişiye özgü kişilik modeli”... Bu tanımlardan hareketle, “... sakin bir kişiliğe sahip” cümlesinin doğru söylenişi, “... sakin bir mizaca sahip” olmalıdır. Daha somut bir örnek: kötülük yapmak istememek bir şahsiyet özelliği; ama kötülük yapmayı hiç bilmemek bir mizaç özelliğidir.

80


Dünyada yedi milyara yakın insan varsa, bu rakam, dünyada yedi milyara yakın birbirinden farklı kişiliğin varolduğu anlamına gelir. Zira her insanın ruhsal ve genetik yapısı, sosyal çevresi, büyüme tarzı, aldığı eğitim ve yaşadığı deneyimler farklıdır; ve bu farklılıklar her insanın beyninde -bebeklikten başlayarak- farklı iletişim devreleri ve bağlantılar oluşturur. Böylece her insan farklı biçimde “kurgulanır/programlanır”. Hattâ örneğin iki beynin fizyolojik yapısı birbirine tamamen benzese dahi, o beyinlerin birindeki birkaç farklı kavramın varlığı bile, o beyinlerin farklı birer kişiliğe sahip olmasına neden olur. *** Beyinlere -veya kişiliklere- “olumlu-olumsuz” sıfatlarını kazandıran pek çok özelliğe günlük yaşamda sık sık rastlarız: İnsanlar vardır: kendilerini yetersiz bulup beğenmezler. Her şeyden “nem kapar”, insanlara sık sık kırılır veya çarçabuk küserler. Özgüvenleri zayıftır. Herkesten yakınlık ve yardım beklerler. Anlaşılmadıklarından yakınırlar. Eleştiriden aşırı derecede rahatsız olurlar. Beğenildiklerinde ise alabildiğine sevinirler. Başkalarının üstünlükleri karşısında huzursuzluk duyar, kendilerini önemsizleştirenleri değerden düşürmeye çalışırlar. İnsanlar vardır: her yerde ve her zaman sıkıntı, huzursuzluk ve yalnızlık hissederler. Sürekli kendi kendileri ile uğraştıkları için başkalarından uzak kalmayı yeğler, yaşamın gerçeklerinden kaçarlar. Benliklerinin arzuladığı duygu ve düşünceleri üretip kendi kendilerini avutmaya çabalarlar. Böylece zorluklarının kendileri ile değil, gölgeleri ile uğraşır; bir hayal ve fantezi âleminde yaşarlar.

81


İnsanlar vardır: öfkelendiklerinde, korktuklarında veya utanç duyduklarında bitkin bir hâl alır, iş göremez veya mide ağrıları yüzünden uyuyamazlar. Bazıları hastalık hastası olurlar. Hastalığı bir acındırma ve ilgi çekme mekanizması olarak kullanırlar. Hasta olmadan edemez ve sonuçta ilaç bağımlısı olurlar. İnsanlar vardır: Sabırsız ve acelecidirler. Fazla zaman gerektiren işler yapmaktan -sıkıldıkları için- kaçarlar. Çabuk konuşmak veya bir konuşmayı kısa kesmek istediklerinden söyleyeceklerini yarım bırakır, iletişim sorunları yaşarlar. Aşırı kararsızdırlar, o yüzden hedef tutturamazlar. Engellenme yüzünden duydukları aşağılık kompleksini tatmin uğruna katı, hırçın, aşırı kırıcı, hattâ saldırgan olurlar. Evrensel doğruları bile reddeder, yerine kendi doğrularını koyup evrensel yapmaya uğraşırlar. İnsanlar vardır: özveriyi tanımazlar. Sorumluluklarını ve toplumsal rollerini bırakıp geri çekilirler. Süperegoları ile başa çıkmak için kendilerini mantığa büründürür, aşırı derece savunmacı olurlar. Kendilerini yüceltmek için birçok şeyi toptan inkâr ederler. Kompleksleri yüzünden inatçı, sinirli, saldırgan, yalancı, ikiyüzlü ve/ veya eleştiri arzusuyla dopdolu olurlar. İnsanlar vardır: komplekslerden çok daha aşırı davranış bozuklukları gösterirler. Nevroz denilen anormal ve depresif davranış bozuklukları sergilerler. Fobi, saplantı, histeri gibi nevrozlar yüzünden marazî özellikleri olan kişilikler edinir; psikopat, şizofrenik, manikdepresif, melankolik, paranoyak veya bunak olurlar. Psikoz denen bu hastalıklar yüzünden gerçekle ve toplumla olan ilişkileri tamamen altüst olur. Gerçeğin yerine başka bir gerçek koyarlar ve bunun farkında dahi olmazlar. Ve... 82


İnsanlar vardır: ruh sağlıkları mükemmeldir. Zihinsel problemleri yoktur veya hesaba alınmayacak kadar ufaktır. İç yaşamları dengelidir. Yaşam gustoları ve doyumları yüksektir. Mutlu, huzurlu, sevgi dolu, şefkatli, deryâdil ve merhametlidirler. İhtiyacı olanlara yardım etmekten büyük haz duyarlar. Birkaç yardım kuruluşuna üye olur, maddî olanaklarını ve zamanlarının çoğunu insanlara yararlı olmak uğruna harcarlar. Hattâ hayatlarını tehlikeye atacak kadar ileri düzeyde özveri sahibi ve bilge olabilirler. (İnsanın kendine yeterli olmasına Türkçede bir isim bulunmuş mu bilemiyorum; ama yeri gelmişken bu kavrama karşılık olarak “ruhdoyum” sözcüğünü öneriyorum. İnsanlar vardır: insanlara değer biçerken, onların beyinsel yeteneklerine, dış görünüşlerine, servetlerine, başardıkları işlere, aldıkları ödüllere ve kendilerine gösterilen saygıya bakarak karar verirler. Fakat bazı insanlar da bu özelliklere hiç bakmaksızın, insanların kalplerindeki temizliğe ve sevgiye bakarak karar verirler. İnsanlar vardır: insanların bu kadar farklı, bu kadar çeşit çeşit olmalarının ardındaki hikmeti bir türlü anlayamamaktan şikâyet ederler. Demek ki, “Psikolojiden iyi anlarım...” diyenlerin, insan beyninin bütün bu zihinsel özellikleri yanında, bu özelliklerin güdümünde olan davranış biçimlerini kolayca tanıyabilmesi ve tercüme edebilmesi gerekir. Hattâ bu tanıma ve tercüme de yeterli olmayabilir. Çünkü insanın şahsiyeti zamana, mekâna ve içinde bulunduğu topluluğa bağlı olarak değişebilir. Bir evin içinde olup bitenler bireyin evdeki kişiliğini, dışarıda olanlar dışarıdaki kişiliğini etkiler. Hiç kimsenin evdeki rahat kişiliği ile toplum içindeki kontrollü kişiliği aynı değildir. 83


*** Wilhelm Wundt’un (1832-1920) 1879 yılında felsefeden koparıp lâboratuvara sokmasıyla bilimsel özellik kazanan psikoloji, çağımızda birkaç dala ayrılmış olarak çok çeşitli alanlarda kullanılmaktadır: Kişilik psikoloji, gelişim psikolojisi, eğitim psikolojisi, toplum psikolojisi, hayvan psikolojisi, evrim psikolojisi ve fizyolojik psikoloji yanında klinik, deneysel, politik, psikometrik, lengüistik ve endüstriyel psikoloji... İnsanların veya hayvanların bozuk davranışların nedenlerini bulabilmek, onların tedavilerinin ilk basamağıdır. Bunun eğitimini almış kişiler psikologlar ve psikiyatristlerdir. (Psikologlar doktor değildirler ve reçete yazma yetkileri yoktur.) Ruhçözüm, özgün adıyla psikanaliz denen tedavi türü Sigmund Freud (1856-1939) tarafından kullanılmış ilk sistematik yöntemdir. Çağımızda çok az sayıda psikiyatrın kullandığı; fakat giderek psikodrama denen daha faklı bir yönteme dönüşen bu tanı-tedavi biçiminin dayandığı temel düşünce özetle şöyle der: İnsan bilinci üstbilinç ve altbilinç (şuuraltı) olmak üzere iki katmanlıdır. Bu durum, bir bahçenin görünen üst kısmındaki bitkiler (üstbilinç) ve onların toprak altındaki kökleri (altbilinç) örneğiyle açıklanabilir. İnsanların, yerine getirilmemiş ve üstbilinç tarafından bastırılarak altbilince itilmiş birtakım arzuları, ihtiyaçları ve özlemleri yanında, halledilmemiş bazı kuşkuları, korkuları, çatışmaları vardır. Bilinçaltında birer karmaşa (kompleks) olarak bekleyen bu ögeler zaman zaman “teper”. Bu tepiler -şiddetlerine göre- ya geçici bir sıkılma hâli ya da sinir buhranı, ruhsal dengesizlik veya fiziksel hastalık olarak ortaya çıkar. Psikanalist, bu bilinçaltı ögeleri hastaya sorulan sorularla bulur, hastanın bu ögelerin farkına varmasını 84


sağlar, ardından zararsız hâle getirilmelerine yardımcı olur ve gerekiyorsa ilaç tedavisi uygular. (Bu yöntemin her zaman işe yaramadığı anlaşıldığı için, psikiyatristlerin büyük çoğunluğu son yıllarda neredeyse sadece ilaç tedavisi uygulamaktadırlar! Bunun başlıca nedeni, Freud’un, insanın ruhsal gelişimini cinsel gelişme veya psikoseksüel gelişme olarak düşünmesinden; yani, “İnsanlar cinsel arzularını toplumsal baskılar yüzünden tatmin edememekte, dolayısıyla bu temel içgüdü bilinçaltına itildiği için normal kişiliğe geçememektedirler!” tezini savunmasından kaynaklanmaktadır.) *** Freud’un, “Bütün bilinçli davranışlar gibi, serbest irade de bilinçaltındaki kuvvetler tarafından yönetilir” demesine, yakın çalışma arkadaşı Carl Gustav Jung (1875-1961) şiddetle karşı çıkar ve Freud’dan ayrılıp kendi kuramını geliştirir. Jung’a göre: “Cinsel duyguların şiddeti yaşlara ve koşullara göre değişir. Cinsellik, insanın bütün bir yaşamını belirleyecek güce sahip değildir. Fakat ruh, yani ‘yaşama enerjisi’ her yaşta ve her koşulda aynı gücünü sürdürür. İnsan hayatının bu kadar uzun sürmesinin sebebi çocuk doğurmak ve sonra çocukları yetiştirmektir. Ancak bu görev yerine getirildikten sonra yaşamın amacı ne olacaktır? Modern insanın yaşama ilişkin belirli bir amacı yoktur; o nedenle, 40 yaşına kadar olan bölümüne takılıp kalır. Ve ileri yaşlara doyurulmamış isteklerle ulaşır. Bunun tedavisi yaşamı doyasıya yaşamak ve geleceğe ait bir amaç edinmektir. Bu amacı bütün büyük dinler -öteki bir dünyanın varlığı sayesinde- sağlarlar. Böylece insanlar özellikle yaşamın ikinci yarısında bir ‘iç keşif yolculuğu’na çıkarlar. Bulguları, ya-

85


şama anlam ve bütünlük kazandırır ve kaçınılmaz ölümü kabullenmelerine yardımcı olur.” *** Freud ve Jung’un çağdaşı Alfred Adler (1870-1937) ise günümüzde çok kullanılan “aşağılık kompleksi” kavramının mucididir. Adler de Freud’un her şeyi libido denen cinsel güdüye bağlamasına karşı çıkar: “İnsanın davranışlarını sadece cinsel haz belirlemez. İki çok önemli etken daha vardır; üstün olma isteği ve toplumsal yaşamın etkileri. İnsan yaşadığı sürece her ân üstün olmak, kendini değerli kılmak ve özvarlığını aşmak ister. Bu duyguların temelinde esasen aşağılık duygusu yatar. İnsanlık tarihi, aşağılık kompleksini gidermek için yürütülmüş çabaların tarihidir. Canlı madde faaliyete başladığı günden beri sürekli olarak aşağı bir konumdan daha yukarı bir konuma yükselme yollarını aramıştır. İşte, insanı daha güvenli ve daha üst bir konuma itecek olan enerjiyi oluşturan kaynak aşağılık duygusudur. Sürekli olarak gelişen ve ilerleyen uygarlık bunun göstergesidir. *** Uzun yaşadığı ve 20. yüzyıldaki tüm insanlık durumlarını gözlediği için önceki meslektaşlarını aştığı kabul edilen Erik H. Erikson (1902-1992), insanın kişilik gelişiminin sürekli olduğunu ve bu gelişim sürecinin 8 toplumsal ve psikolojik evrede cereyan ettiğini söyler. “İnsanın Sekiz Çağı” dediği evreler şunlarıdır: 1- Temel güvensizliğe karşı temel güven 2- Utanç ve kuşkuya karşı özerklik 3- Suçluluk duygusuna karşı girişim 4- Aşağılık duygusuna karşı içsel yapıcılık 5- Rol kargaşasına karşı kimlik 6- Yalnız kalmaya karşı yakınlık kurma 86


7- Durgunluğa karşı üretkenlik 8- Umutsuzluğa karşı benlik bütünleşmesi. *** “Zekâ hem kendi kendini, hem dünyayı örgütler” diyen Jean Piaget (1896-1980), beynin psikolojik yapısına farklı bir açılım getirmiştir: “Kişilik gelişiminde bireyin içinde yaşadığı dünyaya nasıl uyum sağladığı büyük rol oynar. Zekâ uyumda zekâ etkin bir doğaya sahip olduğu için etkin bir rol oynar. Etkinlik son derce önemlidir: ruhsal yaşamın bile hareket noktası bilinç değil, etkinliktir. Etkin zekâ gelişimi sürekli ve ilerleyici olan bir dengelenme sürecidir. Ruhsal gelişim ise, eylemlerin derece derece zihinselleşmesidir. Eylem, düşünceden önce gelir ve bilgiişlem sayesinde içselleşir. Böylece pratik zekâ kavramsal zekâya, yani zihinselliğe dönüşür. Zihinsel ve duygusal kavramlar/ögeler birbirinden ayırt edilemezler; çünkü duygusal alan zekânın işlemek için muhtaç olduğu bir enerji kaynağıdır. Duygusal alan zihinsel yapılar yaratmaz; fakat zihinsel işleyişe müdahale eder. Bu alan, ona araçlarını sağlayan ve hedef belirleyen zekâ olmaksızın hiçbir şey değildir.” *** İnsan beyninin tüm bilinç ve davranış özelliklerini doğumdan ölüme kadar inceleyen psikoloji bilgimiz arttıkça kendimizi ve başkalarını tanıyabilme yollarını daha iyi öğrenir ve birçok davranışımızın neden/nereden kaynaklandığının farkına varırız. Böylece insanlar bizim için kapalı kutular veya anlaşılması imkânsız bireyler olmaktan çıkar, gözümüze daha şeffaf görünmeye başlarlar. Bu sayede hem kendi kendimizle ve çevremizle daha bilinçli ve sağlıklı bir ilişki içine girme olanağımız artar, hem de kendimizdeki veya

87


başkalarındaki moral çöküntülerin sebep ve sonuçlarını anlama yeteneğimiz gelişir. *** Anlamak veya anlaşılmak genetik yapımızın temel içgüdülerinden değildir. Bunlardan ilk üçü üremek, beslenmek ve tehlikelerden korunmak. Bu üçlü insansoyunun yaşamını sürdürmesine yönelik sigortalardır; temel amaçları arasında anlamak veya anlaşılmak yoktur. Oysa beynin psikolojisi, anlamaya ve anlaşılmaya çok önem verir. Buradan anlaşılıyor ki, beynin psikolojisi sadece genetik kodların bir eseri değil; aynı zamanda toplumsal ve kültürel kodların ve yetiştirilme tarzının süregiden ve başkalaşan sonucudur. Beynimizin mantıksal zekâsını oluşturan seri nöron bağlantılarında (IQ) ve duygusal zekâsını oluşturan paralel bağlantılarında (EQ), "Anlamak ve anlaşılmak istiyorum" cümlesine sıkça rastlayabiliriz. Eğer psikolojik yapımızda anlaşılma isteği var olmasaydı, bugün ulaştığımız bilimsel, teknolojik ve sanatsal düzeye ulaşmamız belki asla mümkün olmayacaktı. Anlamak ve anlaşılmak bir madalyonun iki yüzü gibi, ayrılmaz bir bütündür, diyerek bir başka sorunun yanıtını irdeleyelim... Acaba gerçekten anlaşılmak istiyor muyuz, istiyorsak, ne kadar anlaşılmak istiyoruz? Bir başka deyişle, hangi parçamızın anlaşılmasını istiyoruz? Örneğin, taktığımız maskelerin düşmesini ve gerçek yüzümüzün anlaşılmasını hangimiz ne kadar istiyoruz? Anlaşılan o ki, yukarıda görüşlerini okuduğumuz ünlü bilim adamlarının hepsinin haklılık payı var; fakat beynimizin derin psikolojisi ve ondan daha derin olan ruhsal yapımız hakkında keşfedemedikleri daha birçok olgu var. Örneğin, hangi maskeyi niçin veya hangi dürtünün etkisiyle taktığımız konusu... Üstün88


lük kompleksi ve beğenilme içgüdüsü ile maskelerimizin ilişkisi... Dikkatle ve uzun süre gözlersek, çoğu insanların bilge, dürüst, çalışkan, zeki, özverili ve yaratıcı olmak gibi erdem ve dehayı simgeleyen özelliklere karşı gizli bir özlemlerinin olduğunu kolaylıkla görebiliriz. Bu ulaşılması bazen imkânsız olan özelliklere sahip değillerse, süperegoları onlara bu üstün özelliklere sahip oldukları maskesini taktırmaya çalışır. Bunun için kişi, akla gelen/gelmeyen birçok yol ve yöntemi geliştirip uygulamaya koyabilir. Çünkü insanlar vardır: evrensel değerlere, destanlarda, film ve romanlarda rastladığımız kahramanlara atfedilen üstün özelliklere ve geleneksel değerlere ters düşmeyen her parçalarının anlaşılmasını isterler. Ama aynı zamanda bütün bu başat özelliklere ters düşen tüm olumsuz yanlarını gizlemek veya “kırkıncı odalarda” kilitli tutmak isterler. İşte Jean Piaget bu noktada haklıdır; eğer toplum, bireylere hata yaptıklarında şefkat, merhamet, hoşgörü veya toleransla yaklaşırsa, o zaman insanlar daha şeffaf, daha doğal davranacak ve hem anlama, hem de anlaşılma çabalarında maskelerden arınacakları için daha başarılı olacaklardır. Ama yine de kendimizin bir parçasına yabancı kalma sorunumuzu asla çözemeyeceğiz. Zira insan beyni hakikat veya mutlak gerçeklik denen hayalet peşinde koştukça, kendinde ve evrende sürekli olarak yeni gerçekler keşfedecek ve böylece son noktaya ulaştığına hiçbir zaman inanmayacaktır. *** İçsel ya da ruhsal derinliklerimiz böylesine “dipsiz bir kuyu” ise, birine, "seni anlıyorum" demek ne anlama geliyor acaba? Birini anladığımızı sandığımızda veya hissettiğimizde, o kişinin hangi parçasını anlamış 89


oluyoruz? Düşüncelerini mi, duygularını mı, ruhsal durumunu mu, dün-ya görüşünü mü, inançlarını mı, mantık zincirini mi, o ânki moralini mi, mizacını mı, genel şahsiyetini mi, nesini?.. Görüldüğü gibi, “seni anlıyorum" ifadesi karşımızdaki kişinin her şeyini anladığımız manasına gelmiyor. Aslında, anlama fiili tüm dillerde çok genel bir kavram olduğu için nüansları anlatamıyor. Öyleyse, yukarıdaki her anlama durumu için ayrı birer sözcük bulunması gerekiyor. Örneğin, kişinin sadece o ânki düşüncelerini anlıyorsak, "anla-" yerine "us-" kökünü kullanarak, “uslama” fiilini türetebiliriz. Us, akıl anlamına geliyor. Kişinin beyninde olup bitenleri anladığınızda, o kişiyi uslamış; yani, aklını ve düşüncelerini tanımış veya anlamış oluyorsunuz. Peki, insanların duygularını anlama işi için hangi fiil kullanılır? Bu kavram Lâtince kökenli Avrupa dillerinde var: empati. Ancak, burada da önümüze iki tür empati çıkıyor: a- pozitif empati, b- negatif empati. Paylaştığımız duygular pozitif ise, buna ne denir? Negatif duygular paylaşılıyorsa, bunun adı nedir? Empati kurulduktan sonra, kişiler birbirlerini birlikte iyi hissediyorlarsa, bu duruma “kompati” deniyor. Fakat, pozitif empati anlamına gelen duygusal iletişime "kompati" ismini bulan kişi, bu iletişimin olumsuz duygularla da ger-çekleşebileceğini düşünmemiş olacaklar ki, “negatif empati”ye karşılık gelen bir sözcük henüz mevcut değil. Bu kavrama karşılık olarak “dertpati” sözcüğünü öneriyorum. Her ne kadar “dertleşmek” diye bir sözcüğümüz varsa da, dertleşmek ile dertpati arasında önemli bir nüans var: Bir taziyeye gittiğimizde, ölen kişinin yakınları ile dertleşmez; fakat dertpati kurarız. Yani, onlarla birlikte kendimizi kötü hisseder ve genellikle büyük bir say90


gı içinde, sessizce oturmayı yeğleriz. Çünkü kelimeler o kişilerin üzüntülerini hafifletmeye yetmez. Ama dertpati kurmakla üzüntülerini paylaşır, onlara bir tür güç verir veya kederlerini hafifletmiş oluruz. Oysa dertleşmek konuşma yoluyla olur ve duygusal değil, zihinsel bir uğraştır. Bu bölümü, birkaç pratik bilgiyle bitirelim: Şu imgeyi hemen hayal edin; elinizdeki sulu bir limonun yarısını dilinize sürüp duruyorsunuz. N’oldu?.. Ağzınız sulandı, değil mi? Bu basit olay, düşüncelerimizin bedenimiz üzerindeki fiziksel etkisinin en açık belirtisidir. Yani, “Düşünmenin zararı mı var?” söylemi yanlıştır; çün-kü düşünce hem yararlı, hem de zararlı olabilir. Bilinçaltı-mıza girip bize zarar vermeye başlayan, hattâ bizi yöneten bir düşünce gücüne sahibiz. Nasıl ki bize istek, güç ve hareket kazandıran olumlu düşüncelerimiz varsa, bilinçaltına yerleşmiş ve bizi isteksiz, güçsüz ve hareketsiz kılan düşüncelerimiz de vardır. Depresyona girip çıkmış biri bu süreci iyi bilir. Öyleyse... Bilinçaltına kötü tohumlar gibi yerleşip zehirli meyveler veren düşüncelerden kurtulmak veya onların bilinçaltına girmelerini engellemek, hem ruhbeden sağlığımız, hem de toplumsal hayatımızdaki sağlıklı ilişkilerimiz bakımından yararlı bir özeğitimdir. Aşağıdaki basit birkaç yöntemi uyguladığınızda işe yaradığını kısa sürede anlamanız mümkün olacaktır: * “İmkânsız, yapamam, başaramam” gibi bilinçaltına yılgınlık ve isteksizlik tohumları eken terimleri kullanmamaya gayret edin. “Her şeyin üstesinden gelebilirim” düşüncesiyle bilinçaltını programlamak size güç ve hareketlilik kazandıracaktır. * Bilinçaltımız, kendi yarattığı sorunların çözümlerini de kendi içinde taşır. Geçmişimiz bugünkü sorunları91


mızın kaynağıdır. Dinlenirken, düşünürken, dua ederken veya uykuya dalmadan önce, bilinçaltınızdaki geçmişinizle konuşun; onun sakladığı zararlı düşünceleri bulup silin, kin ve nefretleri affedicilikle nötr hâle getirin, ayrıca, olmasını istediğiniz şeyleri ona anlatın. Bu mesajlar kısa sürede bilincinize ulaşacak ve bazı şeyleri değiştirmeye başladığınıza tanık olacaksınız. * Üzüntü, korku, endişe vs. duyduğunuz ânlarda hemen bilinçaltıyla temasa geçin ve her şeyin normale dönmesini istediğinizi söyleyin. * Gözünüzü kapayın ve hayalinizde istediğiniz şeylerin yaşandığı bir filmler çevirin. Filmi oluşturan karelerdeki etkileyici bir resim bazen binlerce tavsiyeden daha yararlı olabilir. * Hayatımızdaki seçimlerimizi ve bazı gerçeklerimizi kendi irademiz, azim gösterme gücümüz doğurur. Azmetmek, başarının yarısıdır, hattâ belki ta kendisidir. Azmin oluşması için önce niyet gerekir. Niyetlerinizi sürekli olarak bilinçaltınıza işleyin ki, azminiz güçlenip niyetlerinizi ger-çekleştirmek istesin. * Biliyorsanız her gün meditasyon veya yoga yapın. Bilmiyorsanız öğrenin; bilinçaltıyla konuşmayı öğrenirsiniz.

92


BEYNİN KÜLTÜRÜ

Kültürün tohumları doğadadır, onları bulup büyütme bizde. Az önce dünyaya gelmiş bir bebeği düşünelim. Morarmış, üç kiloluk bir canlı... Elleri ayakları havada sırtüstü durmadan irkilerek, avaz avaz haykırıyor... Neden? Çünkü ana rahmindeki karanlık, sıcak, havasız ve sıvıyla dolu zardan bir havuz olan plasentanın steril ve sakin ortamında gelişimini tamamladıktan sonra, doğum ânında bir sürü stres yaşadığı yetmezmiş gibi, hem göbek bağı kesildi, hem de 9 ay 15 gün boyunca farkında olmadığı akciğerleri oksijenle dolduğu için yanmaya başladı. Bu bebeğin beynine kaydolmuş zerre kadar bilgisi yok mu?.. Sık sık duyduğumuz gibi, beyni gerçekten bomboş mu, çizgisiz bir deftere mi benziyor?.. İşte kavram eksikliği burada bir kez daha karşımıza çıkıyor... Bu kitabın ilk bölümlerinde gördük ki, bebek doğduğunda beynindeki milyarlarca sinir hücresi henüz göçebe durumundadır. Her hücrenin dendrit denen binlerce dalı ve akson denen uzunca bir kolu vardır; bunları diğer nöronların dalları ve kollarıyla birleştirip beyindeki iletişim ağında yerini almak ve böylece bir ömür boyu yaşamak isterler. Peki milyarlarca hücrede bu arayış, bu çaba, bu ağ oluşturma bilgisi var olduğuna göre, “bebeğin beyni bomboştur” diyebilir miyiz?.. Beynindeki bazı bölgeler refleks yaratma, kalp atışlarını düzenleme, düzenli olarak soluma gibi üstün yetenek isteyen işleri becerme bilgisine sahip olduğu hâlde; “yeni doğmuş bir insan beyni bilgiden yoksundur” diyebilir miyiz?.. Diye93


meyiz. (Fakat “gelişmiş bir bilinçten yoksundur” diyebiliriz.) Kaldı ki, bebek bazı bilgileri hemen kullanabilecek durumdadır. Örneğin, ağlamayı bilir; göbekten beslenmenin bittiğinin, yaşamak için artık ağızdan ve ana sütü ile beslenmek gerektiğinin farkındadır; meme ucunu veya ağzına konacak biberonu emme; fakat katı yiyecekleri diliyle dışarı atma seçimini yapabilir; annesinin kalp ritimlerini duya duya büyüdüğü için bir ritim anlayışına da sahiptir vbg. Demek oluyor ki, bebeğin her hücresinde olduğu gibi, beyninde de devasa bir genetik bilgi hazinesi mevcuttur. Bu canlı arşive “içkültür” ismini öneriyorum. Bu saptamayı yaptıktan sonra, gelelim günlük yaşamda sıkça kullandığımız “kültür” kavramına... Buna da “dışkültür” demek gerekir; çünkü doğumdan sonra, tamamen dış çevrenin etkisi ve öğretisi sayesinde beyne nakış nakış işlenir. Dışkültür: Bir toplumun veya ulusun kuruluşundan bu yana yarattığı veya edindiği, kurumsallaşmış ve bireyleri arasında kolektif duyuş ve düşünüş birliğini sağlamış tüm maddî ve manevî değerleridir. Daha farklı bir bakışaçısıyla dışkültür: belirli amaçlar uğruna doğada ve sosyal dokumuzda yaptığımız değişikliklerin toplamıdır. Böylece elmaları ve portakalları birbirinden ayırmış, kavramları yerli yerine oturtmuş olduk. Beynin doğuştan gelen içkültürünü geliştirmek için yapılması gerekenleri önceki bölümlerde geniş olarak ele aldık. Şimdi sıra, beynin dışkültüründe. Nasıl ki, içkültürün kaynağı genlere yazılmış olan “içbilgi” ve bunun sonuçları ise; dışkültürün kaynağı da içbilgi aracılığıyla edinilen “dışbilgi”dir. Dışbilgi: Düşünme, sezme, okuma, dinleme, gözleme ve deney yoluyla edinilen teorik ve pratik gerçekle94


rin iyice anlaşıldıktan sonra beyne kaydedilmiş hâlidir. Her dışbilgi ya doğadan bir tercüme veya bir başka bilginin yeniden kurulmasıdır. Bu noktada enformasyon ve bilgi arasındaki farkı da belirtmek gerekir. Bilgi, insan-doğa ve insan-insan ilişkisiyle edinilir. Fakat doğru ve yararlı bilgi, aklı kullanma, sorgulama, sabretme ve emek harcamayla elde edildikten sonra örgütlenmiş bilgidir. Bilginin örgütlenmesi demek, onu bir bağlam içinde anlamlandırmak demektir. Aksi hâlde elde ettiğimiz şey “enformasyon” olur ve doğruluğundan her zaman şüphe edilebilir. Daha geniş tanımıyla doğru bilgi, enformasyonların mekân ve zaman bağlamları içinde konumlandırılmış biçimidir. *** Bilgiler birer imaj gibi yalın hâlleriyle hafızaya işlenmezler; anadilin ve kültürün etkisiyle belirli bir mantık çerçevesinde biçimlendirilerek, yani bir biçimlenme ve karakteristik kazandırıldıktan sonra beyne kaydedilirler. Bu kişiye özgü diziliş, kişinin düşünme tarzını/zihniyetini oluşturur. “Kafa yapısı” da denilen bu zihinsel nakışı yaratan en büyük faktör, başta kişinin ait olduğu toplumun kültürü, daha sonra kendine özgü deneyimleri ve edindiği bilgileridir. Her insan, içinde doğup büyüdüğü dışkültürün ortak inanç ve değerleri ile yoğrulur. Ancak, bu yoğrulmuşluk sabit kalmaz; çünkü dışkültür -içkültürle sürdürdüğü ortakyaşam kalıbı dışına çıkmazsızın- sürekli olarak değişime uğrar. Bu değişim, dışkültürel evrimi doğurur. Dışkültürel evrim ise, daha ileri bir dışkültüre kapı aralar. Bu kapılar, sadece kültür evrimiyle aralanmaz; bilimsel, teknolojik ve sosyal değişimlere paralel olarak başkalaşan dünyadaki diğer dışkültürlerden de esinlenilerek aralanır. Çünkü insan, 95


bilgi taşıma veya bilgi aktarma işini yalnız başına büyük bir ustalıkla yapabilir; fakat bilgi oluşturma işini tek başına kolayca beceremez. İnsanlığın ürettiği verilere ve arşivlere, yani ortak bilgi deryasına ulaştığında ise, -bilgi bir yana- insanlığa çağ atlatacak kadar yaratıcı fikirler, makineler ve teknolojiler üretebilir. Geçmişte, çoğunlukla tarafların ortak iradesiyle yapılmış olan bu dışkültür alışverişi, günümüzde, engel tanımayan bir paylaşıma dönüşmüş görünmektedir. Toplumlar vardır: atalarının yolundan çıkmayı günah sayar; atalarının bilgisinden, görgüsünden ve deneyimlerinden edindikleri pratik gerçekleri tüketerek yaşamayı yeğlerler. Böylece hem genetik kültürleri, hem de dışkültürleri mutasyona uğrayıp bozuldukça; ya değer kaybına uğraya uğraya kendi içlerindeki erozyona yenilip yıkılırlar ya da marjinal bir topluluk olarak lokal düzeyde zor bir yaşam süregiderler. Toplumlar vardır: atalarının yolunu tamamen terk eder; başka toplumların kendi ilmiklerinden süzerek edindikleri dışkültürlerini, yaşam tarzlarını ve üretim biçimlerini kopyalayıp kendi bünyelerine sokmayı erdem sayarlar. Böylece köksüz, taklitçi ve maddî-manevî borçlarla sürdürülen bir yaşamı itilip kalkılmak, sömürülmek ve onursuz yaşamak pahasına tercih etmiş olurlar. Toplumlar vardır: atalarının mirasındaki ögeler kendilerine zarar verdikçe onları yavaş yavaş ayıklayıp yerlerine yeni değerler koyarlar. Doğayı ve diğer bütün toplumları soyup soğana çevirmek için, genetik ve dışkültürel miraslarının onlara bahşettiği tüm imkânları, tüm hileleri, tüm modern büyüleri ve tüm bilimsel yöntemleri kullanmada bir sakınca veya ayıp görmezler. Böylece, kendilerine karşı oluşan nefret ve şiddeti

96


kontrol altına alarak ve fakat lüks içinde yaşamayı yeğlerler Toplumlar vardır: atalarının yolundan çıkmadan; ama atalarının mirasını sürekli olarak daha bilimsel ve daha akılcı niteliğe kavuşturup genişleterek, geleceği şimdiden plânlayıp yönlendirerek ve çocuklarına hem üstün bir dışkültür mirası, hem de yaratıcı bir kafa yapısı oluşturma metodolojisi bırakmayı unutmadan yaşarlar. Böylece, hem kendileri refah içinde yaşar, hem de insanlığın muallâk kaderine yön vermiş olurlar. Evet, toplumların yaşam biçimleri ve tercihleri farklı farklıdır. Bu farklılık onların beyinlerindeki yapısal ve kurgulanma farklılığından kaynaklanır. Düşünce, felsefe, bilgi, bilim, sanat, teknoloji ve refah üretecek beyinlere ve üstün ahlâkî değerlere sahip bir kültür yaratmak isteyenlerin ilkönce başvuracakları kaynak kendi beyinlerinin, daha sonra diğer beyinlerin iç ve dışkültürleridir.

97


BEYNİN FELSEFESİ

Felsefe karın doyurmaz; ama düşünce açlığını giderir. Evrendeki en karmaşık yapı olan insan beyni, geniş bir farkındalığa ve o sayede düşünceye, bilgiye, kültüre, akla, mantığa, hayal gücüne ve yaratıcılığa sahip. Böylesine olağanüstü yetenekleri bünyesinde barındıran, böylesine mükemmel bir yapı elbette boş durmayacak; ilham aldığı maddî-manevî her kaynağın açtığı yoldan ilerleyip icatlar yapacak, yepyeni fikirler üretecektir. Sonra, evrenin, doğanın ve yaşamın öz anlamını keşfetmek için ürettiği üst düşüncelerini düzenleyip sınıflandıracak; ortaya çıkan sistematiğin adını da felsefe koyacaktır. İnsan denince nasıl ki akla düşünmeyi bilen insan gelirse, düşünen insan denince de akla felsefe bilen veya felsefe yapan insan gelir. Felsefe, uygar insanın sürekli değişen dünyaya ulaşmasını sağlayan köprü ve o köprü üzerindeki danışma veya tartışma platformudur. Felsefe, düşünen insanın soylu uğraşlarından biridir. Aslana pençesi, balinaya kuyruğu ve file hortumu ne ise, insana da düşüncesi ve felsefesi odur. İnsanoğlu, bedensel olarak doğanın en güçlüsü olmadığı hâlde, “dünyanın efendisi” olmuşsa, bu başarısını ürettiği felsefelere ve teknolojilere borçludur. Öyleyse felsefenin fiyatı salt bilginin fiyatından daha yüksektir! *** İnsan beyni, yapısı gereği, ilk çağlardan beri evreni ve insanı anlamak için, “neden” ve “niçin” sorularını 98


bıkmadan usanmadan sormuş ve bunlara her çağda birçok yanıt bulmuştur. Özellikle ilk çağlardaki anlam arayışları sürecinde çoğunlukla gökyüzü, doğa, insan, ruh ve Tanrı hakkında türettiği düşünceleri derleyip düzenlemiş ve ortaya birkaç felsefî sistem çıkarmıştır. Sonra da bunların sentezinden birer inanç sistemi oluşturmuş ve yaşamını bu inanca göre düzenleyip yüzyıllar boyu sürdürmüştür. Önceleri, gerçeğin sadece düşünce yoluyla araştırılmasına dayanan felsefe, daha sonraları deney ve gözlem metotlarını da bulup düşünce sürecine katmış ve böylece bilimsellik kazanmıştır. Dünyanın bilinen en eski kültürlerinden biri olan Sümerlilerden Avrupa Rönesans’ına kadar uzanan düşünce sürecinin ortaya çıkardığı belli başlı inanç felsefeleri şunlardır: Animizm, Natüralizm, Totemizm, Vedizm, Brahmanizm, Janizm, Budizm, Konfüçyünizm, Aztek-İnka-Maya inançları, Şamanizm, Taoizm, Mısır Politeizmi, Iran Zerdüştlüğü, Grek ve Roma mitolojik felsefeleri, Şintoizm. Semavî sıfatıyla anılan Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık ise, Yahudi Felsefesi, Hıristiyan Felsefesi ve İslâm felsefesi gibi, bazı felsefî ekollerin doğmasını sağlamıştır. Gazali (1058-1111), Muhyiddin-i Arabî (Muid edDin ibni el-Arabî - 1165-1240) ve Mevlâna Celâl edDin-i Rumî (1207?-1273) ile doruk noktasına ulaşan İslâm Felsefesi, Osmanlıların düşünsel hayatında etkin bir rol oynamış, aynı zamanda Avrupa’daki Yeniçağ Felsefesi’nin gelişimine de büyük katkıda bulunmuştur. Yeniden Doğuş Hareketi (Rönesans) ile şekillenen “Avrupa Merkezli Dünya”nın felsefe hayatı, Fransız düşünür Rene Descartes (1596-1650) ile başlar. 99


Descartes ve İngiliz filozof Francis Bacon (1561-1626), getirdikleri “ilim, matematik, mekanik ve doğa” açıklamalarıyla, felsefede bir devrim yaratmışlardır. Herder, Humboldt, Rousseau, Fichte, Comte, Kant, Feuerbach gibi düşünürlerle yeni akımlar doğuran Avrupa’daki düşünce hayatı; Alman düşünür G.W. Friedrich Hegel’in (1770-1831) Diyalektik İdealizm’ini, Diyalektik Materyalizm’e dönüştüren Karl Marx (1818-1883) ile Friedrich Engels (1820-1895) tarafından tamamen maddeci bir boyuta sürüklenmiştir. *** Beynin yarattığı felsefelerin açılımı yüzlerce kitaba sığdırılamayacak kadar geniştir. O nedenle -bu bölümün amacına uygun olarak- felsefe hakkında genel bir farkındalık oluşturabilmek için özlü birkaç örnek vermek yeterli olacaktır. Çağdaş felsefe akımları hakkında genel bir görüş belirtmeden önce, birbirinden çok farklı düşünen 3 inanç felsefesine bir göz atalım: Budist Felsefe: Yok’tan gelir, Yok’a gideriz. Mutluluk, toplumla teması kesmek ve Ego’nun isteklerini sıfıra doğru indirgemektir. Çünkü Ego toplumla temas edince büyür ve ihtiras sahibi olur. Varlık ıstırap, yokluk ise mutluluktur. Tam mutluluk ise, Mutlak Yokluk olan Nirvana ile birleşmektir. Fakat Nirvana’ya kavuşmak için dünya hayatından çekilmek gerekmez. “Sekiz katlı kurtuluş yolu” insanları acıdan kurtaracak tek çaredir. Bunlar: doğru inanç, doğru ülkü, doğru söz, doğru iş, doğru yaşamak, doğru çalışmak, doğru düşünmek ve doğru ibadet etmektir. “On katlı günah yolu” ise insanlara acı verecek yoldur: katillik, hırsızlık, namussuzluk, yalan, iftira,

100


acı söz, dedikodu, kıskançlık, sarhoşluk ve ibadetsizliktir. *** Materyalist Felsefe: Evrenin tamamı maddedir ve maddenin dönüşümünden ibarettir. Maddeden geldik, maddeye döneceğiz. Mutlak Varlık, maddedir. Maddeötesi veya Fizikötesi diye bir şey yoktur. Felsefe yapmak, düşünmektir. Düşünmekse; toplamak, çıkarmak, ayırmak, yani saymaktır. Öyleyse doğru düşünmek, birleştirilmesi gerekeni birleştirmek, ayrılması gerekeni ayırmaktır. Birleşebilen ve ayrılabilen şeyler maddesel nesnelerdir. Bu nedenle felsefenin maddeden başka konusu olamaz. Düşünceyi beyinden, yani düşünen maddeden ayıramayız. İnsan da madde olduğuna göre, insanı ancak bilimsel veriler ışığında anlayabiliriz. *** İslâm Felsefesi: Mutlak Varlık, mevcuttur; fakat mutlak yokluk diye bir şey yoktur. Her şey Allah’tan gelmiştir ve O’na dönecektir. Yokluğa, varlık sıfatı takılamaz; çünkü yokluk “olmayan”dır. Madde de mutlak veya sonsuz bir varlık olamaz; çünkü üç boyutludur, yani boyutları sınırlıdır. Maddeyi istediğimiz kadar küçültelim, sıfır yapamayız ve en büyük hâliyle bile sonsuzlaştıramayız. Öyleyse madde, ne mutlak varlık, ne de mutlak yokluktur. Mutlak Varlık, sadece Allah’tır. Yokluk hiçliktir. Hiçlik tanrılaştırılamaz. Her türlü maddî ve mânevî oluşumun kaynağı Mutlak Varlık olan Allah’tır. O varken, hiç bir şey yoktu. İnsan maddenin türevlerinden değil, madde ve ruh birliğinden yaratılmıştır. *** 101


Çağdaş Felsefe akımları: Avrupa’daki modern felsefeye büyük ölçüde Alman filozof Immanuel Kant (17241804) yön vermiştir. Kant, kendisinden önceki Leibniz, Wolff, Locke, Hume ve Newton gibi düşünürlerin düşüncelerini geliştirmiş ve Fichte, Humboldt, Hegel, Comte, Feuerbach, Marx, Nietzche, Bergson, Russell, Heidegger ve Sartre gibi filozoflara da ilham vermiştir. Felsefenin geçen yüzyıldaki, bilgiyi sevme ve arama amacını daha üst boyutlara taşımış olan çağdaş felsefe, çağın gidişine, yaşam biçimine, inanç sistemlerine ve tüm bilimsel araştırmalarına yol gösterip yön veren önemli bir kaynağa dönüşmüştür. Kesin ve “son doğru” gibi zihinsel gerçeklerin varolamayacağı ilkesiyle akıl yürüten pek çok düşünür, akıl ve dil ikilisi üzerinde ve özellikle anadilin aklın gelişmesi üzerindeki rolü hakkında kapsamlı araştırmalar sürdürmektedirler. Özellikle küreselleşme denen olgunun yaygınlaştığı yeni binyılda, yepyeni buluşlar, sosyal ve ekonomik değişimler, çağı bir ân önce yakalama ve geleceği yönetme eğilimleri çoğaldıkça, yeni felsefeler üretme ihtiyacı da doğru orantılı olarak artmaktadır. Modern deneyci düşünürler, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde böylesine hızlı ve kapsamlı bir gelişimdeğişim-dönüşüm süreci yaşanmaya devam ederse, bugünkü bilim ve teknolojinin gerek duyduğu insan kaynaklarının yerini, hızla, yapay zekâ denen dijital teknoloji kaynağının alacağını öngörmektedirler. Uzay araştırmalarından, Kuantum Mekaniği’nden, Atomötesi Partikül Deneyleri’nden ve Genom denen insan genlerini tanıma-değiştirme projelerinden elde edilen yepyeni ve çok değerli veriler, geleceğe yönelik ufuk taramalarına daha geniş boyutlar kazandırmakta ve makro-mikro evrenler hakkında yeni felsefelerin 102


doğuşunu sağlamaktalar. Ayrıca, bilişim ve iletişim teknolojileri sayesinde yapılan yenilikler ve bunların doğurduğu dijital “beyin çocukları” daha sanal bir dünyaya doğru gidildiğine işaret ettikçe, gelecekteki insan ve dünya (fütüroloji) hakkında pek çok felsefî düşünce üretilmektedir. *** Bütün bu düşünce ekolleri geçmiş tüm ekolleri birer birer yıkmakta, yerine çağın realitelerini koyarak felsefeye bir tür “kuantum sıçrama” devrimi kazandırmaktadır. Bu ileri atlayış ivmesi devam ettikçe, bütün taşların yerinden oynayacağı ve insanın evrene, Tanrı’ya ve yaşama dair bakışının tamamen değişeceği kaçınılmaz olacaktır. Belki çok yakında, fizikötesi denen şeyler birer birer fizik içine, yani lâboratuvarlara alınacak, böylece ruh ve Tanrı kavramlarına daha somut açıklamalar getirilecektir. Zaten bu süreç başlamış ve örneğin beynin alın yumrusunda (frontal lobe) önce bir “tanrı bölgesi”, daha sonra bir “tanrı geni” bulunduğu açıklanmıştır. İşte böylesine yeni buluşlar ortaya çıktıkça, beynin felsefe yapma yeteneği hemen işin içine girmekte ve bunlar hakkında nasıl düşünmemiz gerektiğini ortaya koyan düşünceler üretmektedir. Son yıllardaki klonlama ve kök hücre tartışmaları “gen etiği” denen olguyu ortaya çıkarmış; “küreselleşmenin yapıcı-yıkıcı etkileri” tartışmaları ise son hızla sürüp gitmektedir. Bunlar gibi sürekli gelişen/değişen bir çağın yenilikleri üzerine sistematik birer düşünce ve ahlâk felsefesi muhakkak ki oluşacaktır. *** Düşüncelerimize, hedeflerimize ve eylemlerimize kural getiren beynin ahlâkı ve beynin inancı konuları da başlı başına yüzlerce cilt kitabı dolduracak kadar 103


bilgi, sezgi ve inanç felsefeleri içermektedir. Beynin felsefesi konusunu ahlâk ve inanç hakkındaki birkaç soruyla bitirelim: “Ahlâk nedir, ne değildir, nasıl oluşur, nasıl korunur, hangi ahlâk sistemi doğrudur, doğru-yanlış ahlâk tartışması yapmak doğru mudur? Düşünceye dayanan etik ile geleneksel değerlere dayanan ahlâk arasındaki farklar nelerdir?” gibi birkaç basit soruyla düşünmeye başlandığında, açıklanması çok kolay gibi görünen bir kavramın dahi tanımının ve açılımının ne kadar zor olduğu ortaya çıkmaktadır. Keza, “Düşünce ile inanç arasındaki en temel fark nedir? Neden inanır, neden inanmayız? Dinsel öğretiler birer dogma mıdır, değil midir? İman ve ideoloji arasındaki fark nedir? Vahiy ve ilhamın kaynağı aynı mıdır? Ruh mahiyeti nedir, nerdedir, ölümlü müdür ölümsüz mü, tekrar doğar mı? Ölüme çare aramak veya insan ömrünü iki katına çıkarmaya çalışmak etik midir? Başka kadınlardan yumurta alarak çocuk yapmanın ahlâkî yükümlülükleri nelerdir? Kişinin genetik cinsiyeti ile beyin cinsiyeti arasındaki farklar nelerdir (sex/gender) Beynin cinsiyeti ne zaman ve nasıl oluşur?” gibi araştırma ve derin düşünce isteyen soruların yanıtlarını ararken, felsefe, zihnimizde yeni pencereler açmada, yeni köprüler kurmada bizlere ışık tutmaktadır. Çağdaş felsefe, insanın aklına düşen binlerce soruya verilecek yanıtları, çağın gerçekleri olarak yeterli görmeyi kabul eden, önü açık ve gelişimci bir felsefe anlayışıdır.

104


BEYNİN MUTLULUĞU

Yaşamınızın senaristi ve yönetmeni kendiniz iseniz, mutluluk daha sıkça gelir. Yaşamımızda başarılar art arda gelse; ailemizde sürekli mutluluk ve sevgi olsa; sokaklarımıza incelik ve tolerans hâkim olsa; ve toplumsal hayatımız merhametle, saygıyla dolup taşsa acaba mutlu olur muyuz? Sağlıklı olma, zevk ve estetik sahibi olma, erdemli ve âdil olma, varlıklı ve başarılı olma beynimizi sürekli mutlu edebilir mi?.. Yaşamımızda bunların tümü her ân mevcut olsa dahi, beynimizin mutlak anlamda mutlu olacağına hiç kimse garanti veremez. Çünkü tam ve sürekli mutluluk diye bir olgunun gerçekleşmesi için doğada ve toplumda hiçbir şeyin değişmeden süregitmesi gerekir. Oysa tüm evrende ve hem kendi içimizde hem de içinde yaşadığımız toplumda her ân önemli değişiklikler ortaya çıkar. Yani aynı ırmakta iki kez yüzülemeyeceğinden ötürü, mutlak ve sürekli mutluluk asla gerçekleşemez. Sadece kısa veya orta vadeli “kendini iyi hissetme” hâlleri yaşayabilir; fakat ömür boyu mutluluğu hep hayal ederek yaşarız. Pek çok kavramın tanımı hem yok, hem de çoktur. Aşk, mutluluk ve başarı bu tür göreceli kavramlardandır. On binlerce kitap mutluluktan söz eder veya onu tanımlamaya çalışır. Herkesin benimsediği bir mutluluk tanımı vardır. Her insan mutluluğu farklı biçimde tanımlar ve duyumsar. Peki, nedir bunun ölçüsü veya mihenk taşı?

105


Mutluluğu bir fincan kahvede bulanların da, trilyonlara sahip olduğu hâlde bulamayanların da yaşadığı bir dünyada ortak bir mutluluk kriteri bulmak kolay değildir. Bu konu hakkında biraz daha derinleşmek gerekmektedir. Bizleri en fazla mutlu eden şeylerin başında ne geliyor dersiniz, veya en çok ne zaman hâlimize şükrederiz?.. Ölümcül bir hastayı ziyaret ettiğimizde, cezaevlerindeki kötü koşullarda yaşayanları gördüğümüzde, akıl hastaları ile karşılaştığımızda, sefalet ve pislik içinde yaşamaya mecbur olanlara tanık olduğumuzda... Böyle ânlarda hem hüzünlenir, hem de gizli bir mutluluk yaşarız, değil mi? Öyleyse, beynimizin mutlu olduğu ve bizi mutlu hissettirdiği bazı ‘olmazsa olmaz’ları vardır. Bu vazgeçilmez seçenekler arasında birinci mutluluk kaynağı, sağlıklı olmaktır. *** İkinci mutluluk kaynağı, beğenilme duygusunu yaşamaktır. Hattâ beğenilme duygusu, modern insanda temel bir içgüdüye dönüşmüştür de denebilir. Zira beğenilme, insanları hem hayata bağlayan, hem de başarıya ve yaratıcılığa ulaştıran itici bir güç hâline dönüşmüştür. Eğer, dünyadaki tek insan siz olsaydınız, ütülü elbiseler giyer, tıraş olur, makyaj yapar veya tırnak keser miydiniz? Ya da şiirler ezberler, resimler yapar, eşsiz saraylar inşa eder miydiniz? Giysilerinizin markası, ayakkabılarınızın kalitesi veya saçınızın rengi fark eder miydi? Etmezdi, çünkü çevrenizde onları beğenecek ve size övgüler yağdıracak kimseler bulunmazdı da ondan. *** Üçüncü mutluluk kaynağı, özgürlüktür. Bir eve, biraz toprağa veya bir vatana sahip olup orada özgürce hareket edebilmek doğal bir ihtiyaçtır. Suç işleyenleri 106


cezaevine kapatmak, en değerli varlığı olan özgürlüğünü yitireceği anlamına geldiği için ağır bir ceza addedilir. Ve kişiler o özgür dolaşımlarını kaybetmemek için cezaevine girmekten şiddetle kaçınırlar. Tabii saygınlık ve sosyal statüdeki kayıp da bu sakınışın nedenlerindendir. Beynimiz kendisinin de, kendisini yaşatacak olan bedenin de özgür olmasını ister. Kaldı ki kaybedilmiş bir özgürlüğü geri almak beynin belki de yaşamak kadar önem verdiği bir uğraş olur. Özgürlük tüm canlılar için bir mutluluk pınarıdır. *** Dördüncü mutluluk kaynağı, sevilmektir. Sevilen insan kendini mutlu hissetmekten alıkoyamaz. Sevginin gürül gürül mutluluk veren bir kaynak olduğunu anlamak için sevgiden yoksun ve sevgi alışverişi yapamayan insanların mutsuzluğunu gözlemek yetecektir. *** Beşinci mutluluk kaynağı, güç, itibar veya ün sahibi olmaktır. İnsanlar bir diplomaya, bir etikete, bir koltuğa veya bir şöhrete sahip olmayı hep istemişlerdir. Bunları elde edemediklerinde ise, onlara saygınlık kazandıracak ve üstünlük komplekslerini giderecek araç olan paraya doğru dümen çevirmişlerdir. Onu da edinemediklerinde, toplumun takdir duygusunu kazanabilmek ve kendilerini yararlı hissetmek için evrensel değerlere sarılmış ve onların şampiyonluğu için çalışmışlardır. Hayırsever olmak, yardım kuruluşlarına katılmak, gönüllü toplumsal görevler üstlenmek vbg. *** Altıncı mutluluk kaynağı, başkalarına muhtaç olmadan, en azından temel ihtiyaçları karşılayabilecek kadar bir işe ve gelire sahip olmak veya kendi olanakları ile maddî gereksinimlerini giderebilmeyi başar107


maktır. Bu durum, kişide özgüven, gurur ve yeterlilik duygusu uyandırdığı için büyük bir mutluluk kaynağıdır. *** Yedinci mutluluk kaynağı, yaratıcılıktır. İnsan beyni monotonluğu sevmez ve tekdüze yaşamdan çabuk sıkılır. Tüm evren aralıksız değişirken, doğadaki her şey her ân yenilenirken, beynimiz statik konumda kalmak istemez. Ya evden çıkıp biraz dolaşmak ihtiyacı hisseder, ya ülkelerarası seyahate çıkar, ya sosyal çevresini değiştirir, ya eşyalarını yeniler ya da yeteneklerini kullanarak daha önce yapılmamış yepyeni şeyler yaratmak ister. İnsanın sanat ve bilimle uğraşması, yeni keşifler yapması ve bu sayede kültür ve teknolojinin sürekli evrimleşmesi öncelikle bu nedenden dolayı, yani beynimizin yeni şeyler üretmek istemesindendir. Yaratıcılık, insana sürekli çok büyük hazlar yaşatan bir mutluluk kaynağı olagelmiş ve olagidecektir. *** Sekizinci mutluluk kaynağı, barış ve esenlik içinde yaşayabilmektir. Genetik kodlarımızda “yaşamak için öldürmek” gerektiğini dikte ettiren kalıntılar olsa dahi, binlerce yıldır sürdürdüğümüz toplumsal yaşam sayesinde barışçıl ve problemsiz bir gündelik hayatı yeğleyen bir yapı da geliştirdiğimiz ortadadır. Düşmansız, kendi hâlinde veya paylaşımcı bir sosyal yaşantı çoğumuzu mutlu kılmaktadır. *** Dokuzuncu mutluluk kaynağı, bilgi ve kültür sahibi olmaktır. Bilen, bildiğini kullanarak iyi sonuçlar alan, bildikleri yüzünden toplumsal beğeni gören ve bildiği için akıl satan veya kendisine akıl danışılan kişiler, yüksek hazlarla dolu mutluluklar yaşamaktadırlar. Nüansları ve çoğu kimsenin farkında olmadığı detayla108


rı görmek; en yeni veya en antik bilgileri elde etmiş olmak; bunları kullanmak veya aktarmak, kişiye bir üstünlük hissi tattırdığı için onu mutlu kılmaktadır. *** Onuncu mutluluk kaynağı, mutlu bir aile, başarılı çocuklar/torunlar ve övünülecek dostlara sahip olmaktır. Bunlar, kendimizi başarısız görmemizi engeller ve övünç kaynağımız olurlar. “Bir marifetin varsa göster, babanınki ile övünme!” özdeyişi çoğu insanı bu övünçten mahrum kıldığı için rahatsız eder. *** Onbirinci mutluluk kaynağı, mutlu olma sanatını öğrenmiş olmaktır. Kötü bir deneyimden iyi bir enstantane çıkarıp onunla alt ve üst bilincimizi memnun edebilme, iyimser olma, pozitif düşünme, Poliannacılık oynama ve bardağın yarısını dolu görme bizi/beynimizi mutlu kılmaktadır. Dingin bir ruh hâline sahip olan ve kolay kolay ruhsal frekans bozuklukları yaşamayan insanlar, sosyal ilişkilerinde ve özel yaşamlarında diğerlerine göre daha mutlu bir yaşam sürmektedirler. *** Onikinci mutluluk kaynağı, beynin kendi amaçlarını gerçekleştirebilmesi ve kendi değerlerini yaşatabilmesidir. İnsanın anlam arayışı ile bulduğu değerler arasında tükenmez bir ilişki vardır. Etik ve ahlâkî değerlerle ilişkisi bulunan kişinin yaşamı, sahip olduğu değerleri kullandıkça anlam kazanır. Zaten beynimiz, yaşamın anlamını bazı değerler edinildikçe ve bunların uygulamada değer bulduğunu gördükçe kavrar ve mutlu olur. Modern felsefeciler ve psikologların birçoğu daha anlamlı ve daha mutlu bir yaşam için bazı olumlu alışkanlıklar ve üst değerler yüklenmek gerektiğinde mutabık kalmışlardır.

109


SON SÖZ

Sadece gözleri ile bakanlar, kapkara kördürler. İspanyol atasözü İnsansoyu olarak, onbinlerce yıldan bu yana, devasa boyutlarda bilgi, felsefe, bilim ve teknoloji ürettik. Yaşamımızı kolaylaştıran milyonlarca icat yaptık. Telsiz olarak dünyanın bir ucundan diğer ucuna uzanan sesli ve görüntülü haberleşme araçlarına sahibiz. Uzayda yürüyebiliyor, güneşin diğer gezegenlerinde yürüyebilen araçlar tasarlayabiliyoruz. Fakat kaçımız, evet dünyada kaç kişi kendi doğasını, kendi iç dünyasını dış dünyayı tanıdığı kadar tanıyabiliyor!.. Kendimize bu kadar yabancı kalışımız, içkültürümüzden böylesine bihaber oluşumuz niye acaba? İşte bu kitabın amacı, böylesine kocaman bir özbilgisi cehaletini gözler önüne seren bir farkındalık oluşturmaktı. Paragrafları odaklanmış bir dikkatle okuduysanız: a- Genelde insan beyninin, özelde kendi beyninizin yapısı ve korunması hakkında genel bir kanaat edinmiş oldunuz, b- Yanlış kullanılan ve birer “bilinç virüsü” gibi bize ve topluma zarar veren bazı zihinsel kavramların doğru bağlamlardaki doğru kullanımlarına tanık oldunuz, c- Kendinizin, eş-dostunuzun ve -varsa- çocuklarınızın hangi zihinsel eksiklikleri olabileceği ve bunların nasıl giderileceği hakkında fikirler edindiniz, d- İnsanlığın gelişiminde beynin hangi özellikleri110


nin daha fazla rol oynamış olabileceği sorusuna karşı bir yanıtınız oldu, demektir. Fakat aynı zamanda: e- “Bir insanın değeri, beynindeki yeteneklerin değeri kadar mıdır?” veya “Ben neyim, kimim, nerden geldim, nereye gidiyorum?” sorularına birer yanıt bulamadınız, f- Telepati, altıncı his, sezgi, ilham vs. gibi varlığından söz edilen; fakat varlığı kanıtlanmamış hakikatler hakkında bilgi edinemediniz, g- Ruh, vahiy ve Tanrı gibi dinsel ögelerin beyinle ilişkileri hakkında fazlaca yorum okumadınız, demektir... Bunların nedeni, Beynin Kimliği’ndeki tüm bilgilerin somut bilimsel gerçeklere dayandırılmış olmasından kaynaklanmaktadır. İnsanın evrenle, ruhla ve Tanrı’yla ilişkilerini diğer üç kitabımda geniş olarak ele aldığımı haber vererek, bu kitabı şu paragrafla bitiriyorum: Gerçekte kim olduğumuzu, fiziksel ve zihinsel limitlerimizi zorlayıp kendimize şaştığımız ânda daha iyi anlarız. Çünkü içimizdeki o tek nüsha olan “ben” ortaya çıkıp gerçek gücünü gösterir. Kişi o gücün farkında varınca, hayatın sunduğu tüm güzelliklerden, tüm olanaklardan ve tüm başarılardan payına düşeni almak için sonuna kadar çalışır. Sonuçta, potansiyel yetenekleri ortaya çıkar ve hem kendini, hem çevresini, hem ulusunu, hem de tüm insanlığı yüceltecek eserler, eylemler ve/ya söylemler geliştirebilir. Ne mutlu yetenek cellatlığını yetenek avcılığına dönüştürenlere!..

111


BEYNİN ORTALAMA DEĞERİ

Aşağıda listelenen kişisel özelliklerinizin her birine 15 ile 95 arasında değişen puanlar veriniz. 1 - HAFIZANIZ a. İsimler ve yüzlerin belleğinize yerleşmesi b. Rakamları ezberleme gücünüz c. Bilgileri ezberleme ve saklama gücünüz 2 - SÖZEL YETENEĞİNİZ a. Konuşma kabiliyetiniz b. Kelime hazineniz 3 - YAZMA YETENEĞİNİZ 4 - OKUMA HIZINIZ 5 - PROBLEM ÇÖZME BECERİNİZ VE HIZINIZ 6 - GENEL OLARAK KONSANTRASYON DERECENİZ 7 - BİLİMSEL YAPITLARI ANLAMA YETİNİZ 8 - HAYATA BAKIŞ AÇINIZ (pozitife vereceğiniz not) 9 - YAŞAMA BAĞLILIK DERECENİZ 10- ÜZÜNTÜ VE STRES DERECENİZ 11- LİDERLİK KABİLİYETİNİZ 12- ORGANİZASYON BECERİNİZ 13- PLANLAMA BECERİNİZ 14- ZİHİNSEL KONDİSYONUNUZ 15- KENDİNİZE GÜVEN DERECENİZ 16- DETAYLARI GÖREBİLME DERECENİZ 17- AMAÇ VE HEDEF SAPTAMADA KARARLILIĞINIZ 18- HAYAL GÜCÜNÜZ 19- ESPRİ YAPMA VE ONLARI ANLAMA ORANINIZ 20- AÇIK FİKİRLİLİĞİNİZ / ETKİLENME DERECENİZ 21- BEDENSEL SAĞLIĞINIZ 22- GENEL RUHSAL SAĞLIĞINIZ / MORALİNİZ 23- DUYGULARINIZI KONTROL DERECENİZ 24- STRESLE BAŞA ÇIKMA DERECENİZ 25- SAHİP OLDUĞUNUZ ZEKÂ TÜRLERİNİN ORTALAMASI (Matematiksel, artistik, müzikal, duygusal,

112


ruhsal, sezgisel, analitik, atletik, dilsel, uyumsal, ansiklopedik ve ortak zekâ türlerinin ortalaması) 26- SEZGİLERİNİZİN GERÇEKLEŞME ORANI 27- BAŞKALARININ SİZE VERECEĞİ BEĞENİ NOTU Değerlendirme: Puanları toplayıp 30’a bölünüz. [10: Çok kötü, 50: Orta, 75: İyi, 95: Mükemmel] Hazırlayan: Mehmet Sağlam KAYNAKÇA (Aşağıdaki kaynakların tümü okunup taranmıştır. Alıntılar, kitapların birer özeti niteliğinde olduğundan, sayfa numaraları belirtilememiştir, özür dileriz.)  Düşünce Tarihi, A. Timuçin, BDS, İstanbul, 1992  Psikoterapi, Sidney Bloch, Cerrahpaşa, İstanbul, 1989  Çağdaş Felsefe, B. Akarsu, Inkılap, İstanbul, 1994  Felsefenin İlkeleri, Nihat Keklik, İstanbul Üniv., 1987  Gelişim Psikolojisi, B. Onur, Verso Yyn., Ankara, 1991  Genetik Kopyalama, Sevil Duvarcı, Scientific American  Felsefe Sözlüğü, O. Hançerlioğlu, 3. Basım, Remzi, İst.  The 21st Century Brain, Steven Rose, Vintage, London, 2006  The New Brain Sciences, S.Rose, Cambridge Unv,2004  Oxford Advanced Learner’s Dictionary, Oxford, 1993  Journey to the Centres of the Brain, Susan Greenfield, BBC Education, London, 1994  Irrationality, S. Sutherland, Penguen, London, 1994  Power of Subconscious Mind, Joseph Murphy, S&S, London, 1988  The Astonishing Hypothesis, Francis Crick, Touchstone, london, 1995,  The Quantum Self, Donah Zohar, Harper Collins, London, 1990  The Emperor’s New Mind, Roger Penrose, Vintage, London, 1990  Make the Most of Your Mind, Tony Buzan, London, 1988  Ther Psychology of Consciousness, Robert Orntein, Freeman, N.York, 1972

113


    

Use Your Memory, Tony Buzan, BBC, London, 1986 The Neurobiology of Memory, Y. Dudai, Oxford, 1989 http://www.genbilim.com http://www.sciencemag.org http://www.the-scientist.com

KISACASI, nüfus müdürlüğündeki kayıtlarda 1956 yılının birinci günü doğduğum yazılı; fakat annem, soğuk bir kış günü değil, caneriklerinin manavlarda görücüye çıktığı Haziran ayının ortalarında doğduğumu söylüyor. Ben anneme inanıyorum. O günden 20 yıl sonra -yine bir Haziran ayında- Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nü bitirip İngilizce öğretmeni oldum. Bakanlık, yaşım tutmadığı için, yılsonuna kadar tayinimi yapmadı; çünkü yasa uyarınca 21 yaşına girmem gerekiyordu. Diyarbakır ve Bornova Anadolu Liselerinde 4 yıl öğretmenlik yaptım. 1980 yılı yaz tatilimi otostopçulardan öğrendiğim yöntemler sayesinde Avrupa’da gezip geçirirken kendimi Londra’da buldum. 2 hafta sonra Londra’da yaşamaya karar verince, öğretmenlikten istifa dilekçemi –o günkü ruh hâli içinde- tereddüt etmeden İzmir’e gönderdim. Tercümanlık yaparak geçiniyor, bir yandan da bana verilen önemli bir görevmiş gibi, yeni çıkan romanları ve popüler bilim kitaplarını okuyordum büyük bir iştahla. 16 yıl boyunca belleğimde birikenleri kitaplara boşaltıp yurdumun insanlarıyla paylaşmak için İzmir’e döndüm. Bir apartman dairesi satın alıp keyfimce döşedim. Sonra önümde tertemiz bir klavye, oturup ilk kitabımı yazdım: Beynin Kimliği. Kitabım beğenilince motivasyonum arttı ve tam üç yıl süren bir araştırma döneminden sonra ikinci kitabımı bitirdim: İnanç Fırtınaları. Yazılmamışı, yararlı olanı arıyordum. Bu kez iki yıl sürdü araştırmalarım: Genetik Geçmişimiz ve Geleceğimiz. Sıra yazar olmaya, yani roman yazmaya gelmişti. Tekrar iki yıl sıkı çalışıp bir fantastik roman yazdım: PİS2YATIR. Bu kitap bir üçleme olacak. Umarım ikincisi gelecek yıl elinizde olur.

114


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.