EnginDergi Engin Enginer
..EnginDergi.. Haziran 2012 Engin Enginer www.engindergi.com bilgi@engindergi.com
Obsesif Pozitivist Editör Yazın son güneşli günlerinde doğan bu bebek, ilk yaşlardan itibaren kendini düşündükleriyle ve zekâsıyla özdeşleştirirken, yaşamını da bu formata bağlı olarak organize eder. Gözünden hemen hiç bir detayı kaçırmayan çocuk, sürekli bilgi toplar. Düzenli oluşu, çalışkanlığı ve üretkenliğiyle tanınır. Temelde organizasyon ve düzene ait inanılmaz bir yeteneği olmasına karşın, her zaman odasını toplamayabilir. Ama odasındaki dağınıklığın bile kendi içinde bir düzeni olduğuna şüphe etmemek gerekir. Sahip olduğu her objeyi mutlaka kullanmak ister. Faydalı ve tutumlu olmak konusunda doğal bir yeteneğe de sahiptir. Diğer insanlar için bir şeyler yapmaktan mutluluk duyar. Sahne gerisinde kalmayı tercih eder. Fakat sessiz yaklaşımları, her zaman yararlı şekilde kullanmaya dikkat ettiği yoğun enerjisinin kamuflajıdır. Detaylara olan dikkati inanılmazdır. Gözlem gücünün yüksekliği, her şeyin kalitesi hakkında kolayca yargıya varabilmesine ve hem kendisi hem de diğer insanlar için çok yüksek standartlar oluşturmasına nedendir. Analiz etmeyi, küçük parçalarına ayırmayı ve sonuca bu yollardan ulaşmayı sever. Pratik çözümler üreterek diğer insanlara hizmet etmeyi ister. Yaşamında da başarılı olmak, yaptığı şeyi mükemmele ulaştırmak için elinden geleni yapar. Üretmeyi hayatın amacı olarak görür. İletişim kurmaya bayılır. Her konuyu rahatlıkla tartışabilecek, özellikle entelektüel alış-verişe yatkın bir insandır. Orijinal, yaratıcı yanı kuvvetli ve bağımsızlığına düşkün bir kişiliktir. Genellikle farklı bir kişilik sergiler, çağının çok ilerisinde düşüncelere ve bakış açısına da sahiptir. Farklı bir hareket çizgisine ve yaşamsal döngülere sahiptir. Orijinal, özgün, beklenmedik ve yenilikçi düşünceler ve yaklaşımlar tipik özelliğidir. Sezgilerin karar aşamasındaki etkileri ve ani fikir değişimleri çok sık görülür. Dost ve arkadaş canlısıdır, grup aktivitelerinde ve ekip çalışmalarına katkıda bulunmayı seven bir yapıdadır. Grup birlikteliklerinde bile, bireysel bağımsızlığından vazgeçmeyen, özgür düşüncelerinden caymayan bir davranış biçimi sergiler. Genellikle serin ve duygularını gösteremeyen bir yapıya sahiptir.
Hümaniter yanı çok kuvvetli olmasına rağmen, duygularını ve düşüncelerini hiç bir zaman kişisel boyuta dökmek yanlısı değildir. Tüm insanlara karşı ilgi gösterebilmesine karşın, genellikle yakınında olan insanları ihmal edebilir. Yeniliğe ve gelişime açıktır, kendini düşünceleriyle özdeşleştirir. Farklı düşüncelerinin kimi zaman etrafındaki insanlar tarafından anlaşılması uzun süreler de alabilir. Kendini ifade etmesi, gerçek ihtiyaçlarını ilişkilerinde anlatabilmesi de oldukça zordur. Bağımlılığa karşı hissettiği korku da ilişkilerinde yaşadığı problemlerin temel kaynağıdır. Ortak finansal kaynakları yönetmekte ve yaratmakta büyük bir yeteneğe sahip bir kişilik yapısı vardır. Gizemli konulara merak, bilinmeyene duyulan ilgi, sıra dışı bir insanın ortaya çıkmasında etkilidir. Zaman zaman duygular ağır basmasa, tamamıyla yalnız ve bireysel bir yaşam sürdürmeyi tercih edebilir. Entelektüel faaliyetleri o kadar yoğundur ki, tamamıyla kendi kendine yetmesine nedendir. Kendini ilgi alanlarından uzaklaştırmayacak, azami seviyede özgürlük tanıyan ilişkileri tercih etmesi bu yüzdendir. Titiz, detaycı ve mantıklı yapısıyla dikkat çeker. Hoş ve sevecen bir mizacı vardır. Anlaşması kolay bir insandır. Kendi özel hayatına ve özgürlüğüne düşkün olduğu için de arkadaşlarını pek yormaz. Bazen hayatın anlamını düşünmek ya da kendi kendinize eğlenmek için her şeyden uzaklaşıp yalnız kalmak ister. Bu yüzden de kaçabileceği güzel mekânlar nerede bilir ama yalnızlık düşkünü bir insan da değildir. Sadece hayatın vermiş olduklarını takdir eden, dünyayla barışık bir insandır.
Engin Enginer
Bakış Acısı Her yazımı yayımlamaya korkuyorum. Evet, korkuyorum! Doğrucu biri olmaya gayret gösteriyorsam da, her doğrunun da her yerde söylenmemesi gerektiği ayrı bir hakikat. Hatırlatmak gerekir ki bundan yalnızca 400 yıl önce adamın biri (İtalyan fizikçi, matematikçi, gökbilimci ve filozof olan Galileo; modern gözlemsel astronominin, modern fiziğin, bilimin ve modern bilimin babası olarak kabul görmektedir), "Dünya yuvarlaktır!" dediği için engizisyon mahkemesi tarafınca idama mahkum edildi ve ölümden kurtulmak için iddiasını dile getirmekten vazgeçmek zorunda kaldı. Bir ara takma isimle başka bir web sitesi açarak yazmayı bile düşündüm, ama o da içime sinmedi ki! Matrix filmindeki Neo ile Oracle'ın yaptığı görüşmeleri hatırlayın. Neo, öyle olduğu halde neden ilk görüşmelerinde kendisine seçilmiş kişi olmadığını söylediğini sorar. Oracle da, çünkü henüz duymaya hazır değildin diye cevap verir. Çoğumuz henüz duymaya hazır değiliz! Sonra durdum ve sadece yazmak istedim. Böylesi kaygılardan arınıp; sanat, sanat için mi yoksa toplum için mi tarzı çelişkilere saplanmadan, sadece yazmak. Netice de ne diyor Cem Yılmaz; "Mesaj verende değil alandadır. İstanbul aynı İstanbul; kimisi bakıyor ilhamlanıyor Yahya Kemal oluyor, kimisi İstanbul sen mi büyüksün ben mi diye sövüyor..." Spor oyunlarının çıkışının temelinde; savaşlara son vermek ve kitlelerin, enerjilerini, akıl gücü ve fiziksel yeteneklerini sergilemeleri sonucunda, kazananın kan akıtılmadan belirlendiği mücadeleler yaratmak yatmaktadır. Oysa şimdi futbol fanatizmi yüzünden insanların öldüğü bir çağdayız. Zaten Türk milleti olarak ziyadesiyle duygusal bir toplumuz. Önem verdiğimiz değerleri de çoğunlukla kalıplar halinde yaşıyoruz. Aslında bu durum yönlendirilebilmemizi kısmen de olsa kolaylaştırıyor. Alt benlikten gelen ait olma duygusu ile kişilerin belirli gruplara bağlanmasını (bir siyasi parti, bir futbol takımı, bir tarikat vb.) anlayabiliyorum ancak neden kişiler; en azından Sun Tzu'nun 2500 yıl önce yazdığı "Savaş Sanatı" kitabında dile getirdiği "Düşmanını Tanı" felsefesini kendilerince değerlendirmeye yanaşmıyorlar onu anlayamıyorum.
Siyaset... Elbette herkesi bir kefeye koymuyorum ama neden sağcı solu, solcu sağı bilmekten kaçınır onu da anlamam. Sağcısı sol yayını, solcusu sağ yayını okumaz. (Hatta çoğu insan sağ-sol kavramlarının nasıl doğduğundan bihaber.) Zaten medya büyük bir güç ve her istediğini kendi açısından gösterip insanları yönlendirebiliyor. Diğer taraftan bir insan neye inanıyorsa karşılaştığı bir olayı kendi bakış açısına göre değerlendirmesi de daha kolay oluyor. Neden farklı bakış açılarını görmek istemeyiz? Sorgulamak, gerçekten de çoğu kişinin vazgeçtiği bir olgu... Okuyan ve sorgulayan arkadaşlarımı bir araya getirmek; farklı kesimlerin onlara, onların farklı kesimlere ulaşmalarını sağlamak adına oluşturulmuş bir araç aslında engindergi. Çıkar at gözlüklerini ve başla okumaya...
Engin Enginer
Ağustos 2009
Algıda Algısızlık İlköğrenim'deki “Cin Ali” serisini saymazsak, 2000'li yıllara kadar okuduğum kitap sayısı ne yazık ki iki elin parmaklarını geçmeyecektir. Hatta yeis içinde, tam bir “televizyon çocuğu”ydum diyebilirim. O yıllarda televizyon çocuğu olmak, o kutunun başında çok zaman geçirmek ve değişik bilgiler edinmek kadar galiba biraz da tv kumandası olarak kullanılmak anlamına geliyordu. :) Okula gitmek için uyanılmazdı da çizgifilm seyredebilmek için haftasonu sabahın 6'sında kalkmak hiç zor gelmezdi. Zamanında televizyonu kitaplara yeğlediğim doğrudur ama gazete, dergi, hatta ansiklopedi!, elime geçen ve bilgileri sistematik biçimde aktaran ne varsa öğütmeye çalışırdım. Düzgün ve zengin Türkçe kullanmaya olan merakımsa muhtemelen ailemin bulmaca çözme sevdasına ortak olmamla doğdu. Yirmili yaşlarla kitap okumak için çaba sarfetmeye başlamışsam da açık öyle büyük ki, sırada olan daha pek çok değerli eser var.
Üniversite hayatımın bana kattığı değişimlerden birisi de tv'den uzaklaşmak olmuştur. Bununla birlikte bu boşluğu İnternet doldurmaya başladı ve bağımlısı haline getirdi. Aslında bilgimiz arttıkça ne de az bildiğimizi görüyoruz ve açlığımız da artıyor; gerçekten de cehalet erdem midir yoksa! :) Bilgisayarı bilgiye erişim aracı olarak gördüğümden olsa gerek ondan uzak durmaya pek niyetim yok. Gerçi insan herhangi bir şey yapmak istesin yeter, herkesin kendine göre haklı bir nedeni oluverir, hatta en ağır suçları işleyenlerin bile! Kendi penceremizden görüp kendimizi ne kadar da kolay haklı çıkartabiliyoruz değil mi? Sanırım biraz da bu yüzden insanları duymak istedikleri sözlerle kandırmak kolay oluyor. Psikolojik manipülasyona maruz tutularak da rahatlıkla kanaat ve davranış değişikliği göstermeleri sağlanabiliyor. Ağzımızdadır, hep yakınırız, “millet olarak okumuyoruz” diye. Okumanın faydasının farkında olmayanlar bir yana, farkındalıkları olup da okumayanlar da vardır, ama hazırdır onların da kulpları. Okuma oranları vehametini gösterebilmek adına birkaç rakam aktarmak için çalışma yaptım ama aktaramadım. Aktarmadım çünkü resmen utandım! Birkaç yıl öncesinde kulak misafiri olduğum tartışma programında geçen bir ifade vardı; “'Bir kitap okursunuz, hayatınız değişir!' derler, doğrudur” diyordu konuşmacı, ve ekliyordu, “Ama bin kitap okursanız o kadar da kolay değişmeyecektir...” Ne demek istemişti diye bir süre düşündüm. Farklı konulara uyarladığım saptama beni çok etkilemiştir. Bu söz daha çok okumam ve çevremdekileri okumaya sevketme çalışmalarım için büyük bir güdüleme kaynağı olmuştur. Ne zaman yazı yazmaya kalkışsam konu bir yerde gelip algı kavramına dayanıyor. Duyularımız aracılığıyla bilincimizde oluşan uyarılmaya algı diyebiliriz. Gerek genetik gerek de çevresel faktörlerden ötürü her bireyin yaşadığı dünyayı algılayışını farklılaştıran öyle çok değişken var ki, bu da herkesin kendisine göre doğrularının oluşmasına neden oluyor.
“Doğrular gerçekler midir yoksa çoğunluğun düşüncesi mi?” sorunsalı az önce bahsettiğim algı farklılıklarından kaynaklanmakta ve “Bakış Acısı” yazımdaki Galileo'nun çektiği sıkıntıları doğurmaktadır. Yine aynı sorunlardan ötürü bir çok düşünür ve bilim insanı çalışmalarını gizli olarak yürütmek zorunda kalmıştır, ki bugün bile düşünce suçu kavramını tartışıyoruz. Demokrasi kavramının bile çoğunlukla yanlış yorumlandığı günümüzde bazen bunun ne kadar hakedildiğini ve oy hakkı yorumundan ötürü eleştiri oklarına hedef olan manken kişiyi düşünüyorum. İfadesindeki haklılık payını, kapımızdaki kar dururken komşumuzun çatısındaki kara laf söylemenin kolaylığını, eleştiriye gelemeyip eleştirip durduğumuzu ve bir ok olamadan etrafa ok atıp duran insanları düşünüyorum. Düşünüyor ve bazı toplumsal gelişmeleri reva görmeye çalışıyorum. Ama ah şu insancıl yanım yok mu, buna da elvermiyor ki. O noktada bunların bir oyun/sınav olduğunu hatırlayıp hayata biraz mizah katıp yaşamı tatlandırmak gerekiyor. Gerekiyor çünkü hasta ve diyette bile olsan başka türlü yenmiyor. Bazen kuyuya deli/dahi'nin birisi bir taş atıyor ve siz uğraşırken kenarda oturup bıyık altından gülümsüyor. Kimbilir, gülümsemesinin sebebi belki çevirdiği dolaplardan, belki de farkındalık artırmaya yönelik çabalarının meyve veriyor oluşunun keyfinden ötürüdür. Her halükarda biz de ne yapıyorsak keyif almaya çalışmalıyız. Ünlü düşünür Francis Bacon; “Okumak bir insanı doldurur, insanlarla konuşmak hazırlar, yazmak ise olgunlaştırır.” demiş. O halde yolculuğa devam...
Engin Enginer
Şubat 2010
Her şeyin başı Sağlık! Her şeyin başı SAĞLIK! denir. Denir de öyle mi davranılır ki... Her daim olduğu üzere onun da değeri kaybedildiğinde anlaşılırmış. Keşke anlaşılsa, kaybettiğimizde bile kıymetini yeterince kavrayabildiğimizi hiç zannetmiyorum. Sağlık da ulvi değerler gibi sevmeyi öğrenip barışık yaşayabildiğimiz bir kavram olamamış, çoğunlukla korku timsali anlamlar yüklenmiştir. İnsanoğlu korkusuz doğar, korku sonradan öğrenilir ve öğretilir. Öğrenilen korku çoğunlukla faydalı olmakla birlikte öğretilen korkunun genelde zararı dokunmaktadır. Bir çocuğa ateşin sıcak ve yakıcı olduğunu ne kadar öğretmeye çalışsanız da ateşe değmeden, eli yanmadan nasıl öğrenebilir ki gerçekten. Büyüklerimiz ne güzel söyler, bir musibet bin nasihata bedeldir diye! Söylerler de buna rağmen bin kez de olsa nasihat etmekten geri kalmazlar. Çoğu evebeyn koruma içgüdüsüyle evlatlarını 'tehlike'lerden biraz fazla sakınmaktadır. Yeri gelmişken küçük bir hikayeyi paylaşmakta fayda var. “Güzel bir bahar günü doğada yürüyüş yapan adamın gözüne yol kenarındaki çalının dalında bulunan koza çarpar. Kozadaki kıpırtıyı gören adam başkalaşım geçiren tırtılın kozasından çıkma çabasını bir süre diz çökerek izler. Kozayı aralayan kelebek içeriden çıkmakta zorluk çekmektedir. Adam da 'kendince' yardımda bulunma düşüncesiyle yerden aldığı çırpıyla kozanın aralığını genişleterek açar ve kelebeğin dışarıya çıkmasına yardımcı olur. Yalnız koza açılır açılmaz kelebek yere düşer. Düşer ve kalkamaz. Çünkü adam bilmemektedir; iyilik yaptığını düşünürken kelebeğin hayatına elleriyle son verdiğini tahmin edememektedir. Kelebeğin kozadan kendisi çıkması gerekmektedir, ancak o durumda kanatları güç kazanıp açılacak ve uçabilmesini sağlayacaktır. Oysa adam yardımcı olarak, iyilik yaptığını düşünerek, telafisi olmayan bir sonuca vesile olmuş ve kelebeğin hayatına bir nevi kendi elleriyle son vermiştir.” Yaşantınızda bunu çocuklarınıza, arkadaşlarınıza, sevdiklerinize ne sıklıkla yaptığınızı biraz düşünün. Tamamen iyi niyetle yapılan yardımların çevremizdekilere faydasından çok zararı olduğunu farkedememekteyiz. Bazı zamanlarda "iyilik yaptım, yine de yaranamadım" deriz. Oysa karşı taraf için durum pek de sizin bakış
açınıza göre gelişmemiş olabilir, lütfen bir sonraki sefer bunu da göz önünde bulundurmaya çalışalım. Gelelim iğneci teyzeye... Evladına söz geçiremeyip işin kolayına kaçanların sıklıkla kullandığı “iğneci teyze” karakterinin küçük yaşlardaki çocuğun zihninde ve psikolojisinin derinlerinde ne gibi olumsuz etkilere sebep olabileceği genellikle göz ardı edilir. Bir çok çocuk anımsadığı ilk iğne deneyimini küçük yaşlarda yapılan 'aşı' olma tecrübesinde yaşar. Canı yanan çocuğu korkutmak için kullanılan ve sıklıkla başvurulan bir araç haline getirilen 'iğneci teyze' ilerleyen dönemlerde ağır psikolojik travmalara sebep olabilmektedir. Olur da çocuk herhangi bir sağlık sorunuyla karşılaşır ve doktor tarafından kan tetkiki yapılması öngörülürse; elinde iğneyle bekleyen sağlık görevlisinin önündeki koltuğa o çocuğu oturtmak, ne söylenirse söylensin mümkün olmayacaktır. Çocuğun o an yaşadığı korku ölüm korkusunun bile üzerinde olduğundan muhtemelen tetkiki yapmak için zor kullanmak gerekecektir. Çocukken üzerinde zor kullanılabiliyor olsa da ileride yetişkin bir birey olduğunda; oluşan iğne ve doktor korkusundan ötürü, ciddi sağlık sorunlarıyla karşılaşsa da bir sağlık kurumuna başvurma konusunda direnç gösterecektir. Sanırım liste başında da diş hekimlerinin yer aldığı söylenilebilir. Hastalık psikolojisi oldukça farklı bir kavramdır ama hem sağlığımıza dikkat etmeyiz hem de vücudumuz bu duruma tepki verip bizi uyardığında bundan yakınırız. Sadece bundan da değil, bununla birlikte her şeyden, doktorlardan, sağlık sistemindeki sorunlardan, tıp biliminden, hatta varoluştan... Bir çoğumuzun gözardı ettiği hatta ısrarla karşı çıktığı olgular var. Sindirmemiz gereken sağlığın fiziksel ve ruhsal açıdan bir bütün olarak ele alınması gerekliliğidir. Sağlam kafanın sağlam vücutta bulunduğu gerçeği gibi sağlam vücut da sağlam kafada bulunur. Gerçek sağlık, genetik ve psikolojik bileşenlerin düzenli bir yaşam biçimiyle desteklenmesi sonucu elde edilebilecek bir değerdir. Eğer kişi yaşam kalitesini artırmak istiyorsa fizyolojik ve psikolojik sağlığına dikkat etmek zorundadır. Sahip olduğunuz bedenin ve ruhun kıymetini bilmeniz umuduyla...
Engin Enginer
Mart 2010
Nefes EnginDergi mart 2010 yazımda, her şeyin başı sağlık demiştim ve bir parça bağışıklık sisteminin önemini vurgulamaya çalışmıştım. Bağışıklık sisteminin dengesini bozan belli başlı unsurlar arasında da anksiyete sorunları yatmaktadır. Anksiyeteyi yersiz baş gösteren, dengesiz kaygı durumu olarak tanımlamak mümkün. Başlıca anksiyete sorunları arasında da fobiler, panik atak ve okb (obsesif kompulsif bozukluk) yer alır. Yükseklik korkusu olan birisinin yüksek bir yere çıkması, hatta yüksekte duran birisini görmesi; panik atak rahatsızlığı olan birisinin bir tehlike karşısında, hatta bir sebep bile olmadan ölüm kaygısı taşıması anksiyete sorununun bir sonucudur. OKB'de ise kişi özellikle stres ile tetiklenen takıntılı düşünceler ve bunları gidermeye yönelik bazı eylemler gerçekleştirme zorunluluğu hissetmektedir. Simetri, düzen sorunu, temizlik hastalığı, sayı sayma gibi durumlar okb'de sık görülen sıkıntılar arasındadır. Herşeyden önce kişide yoğun bir kontrol çabası vardır. Temel insan psikolojisi, herhangi bir tehlike karşısında hormonal düzeni harekete geçirerek kendisini duruma adapte etmektedir. Normalde faydalı, hatta yaşamamız için şart olan bu sistem, anksiyete bozukluğu söz konusu olduğunda sürekli tetiklendiğinden dengesi bozulmakta ve vücudun genetik yatkınlığı bulunan organ ve sistemlerine zarar verebilmektedir. Günümüzde bozulan sosyo-ekonomik şartların doğurduğu olumsuz sonuçlar ve beslenmenin kalitesizleşmesi sağlık sorunlarında ciddi artışlar yaratmaktadır. Anksiyete de bu olumsuz şartlarla daha çok tetiklenen ve sonrasında hastalıkları tetikleyen bir sorundur. Anksiyete ile başa çıkmanın yolu bir psikiyatriste gitmek olduğu halde toplumumuzun konuya bakış açısından ötürü bir çok kişi alkol ve sigara gibi yollara başvurarak stres ve kaygısını geçici olarak baskılamayı seçmektedir. Bu da başka bir çok hastalığın kapısını açmaktadır.
Öncelikli tavsiyem nasıl 6 ayda bir düzenli olarak diş hekimine gidilmesi gerekiyorsa aynı şekilde belirli aralıklarla ziyaret ettiğiniz bir psikiyatristinizin de olması gerektiği yönündedir. Sonrasında anksiyeteyi tetikleyen unsurlardan bir nebze olsun sıyrılmak için düzenli nefes egzersizleri yapmanızı öneririm. Düzenli nefes alıp vermek çoğunlukla gözardı ettiğimiz ancak sağlığımız için oldukça önemli bir unsurdur. Her gün uyanınca şifa niyetine bir bardak su içmek ve ardından pencereyi açıp derin derin nefes almak kendimiz için yapabileceğimiz küçük ama etkili bir uygulamadır. Reiki, yoga vb. tüm zihinsel ve bedensel disiplinlerin kökeninde aslında temel nefes egzersizleri yatmaktadır. Gün içerisinde kendinizi bitkin hissettiğinizde, başınız ağrıdığında ya da moraliniz bozulduğunda dik durup derin derin nefes almayı deneyin. Stres altında olduğumuzda çoğunlukla nefes alışverişimiz biz farkında olmadan yavaşlar, vücuda ve beyne giden oksijen miktarı azaldığı için de hem fiziksel hem de ruhsal açıdan kendimizi daha da kötü hissetmeye başlarız. Doğru nefes alabilmek de önemlidir. Bunun için arama motorlarına nefes egzersizleri yazarak araştırma yapabilir, mevcut görüntü dosyalarından faydalanabilirsiniz. Nefesin yaşamımızda tahmin ettiğinizden de önemli bir yeri var. Oksijeni bol bir sayfiye yerine gittiğinizde normalde 8 saat uyuyorsanız 5-6 saat uykunun yeterli geldiğini farkedersiniz. Eğer uyku apnesi gibi horlamanıza neden olan sıkıntılarınız varsa sabahları dinlenememiş, hatta daha yorgun uyanırsınız, bunun da nedeni yine gece uyurken yeteri miktarda oksijen alamamış olmanızdır. Sağlıklı bir uykunun anahtarları yine düzgün nefes alıp verebilmektedir. Hayatımızın başlangıcının ilk nefesimizle vuku bulduğu ve son nefesi vermenin ölüm anlamına geldiği düşünüldüğünde nefes alıp vermek gibi basit bir eyleme gerektiği önemi vermeye başladığınızda; gün içerisinde aklınıza geldikçe bile olsa üçer kez derin ve 'doğru' nefes alıp verdiğinizde yaşamınızda bir şeylerin değişmeye başladığını göreceksiniz.
Engin Enginer Nisan 2010
Yazmayı Denemeye Ne Dersin? Sizin içinizden hiç yazmak gelmiyor mu? Durmadan ara vermeden, yazmak... İçinizdekileri boşaltmak ya da en azından bunun için gayret göstermek, rahatlamaya çalışmak. Buna ihtiyacınız var, yoksa günlük yaşam koşuşturmacasında yeterince harap olan sinirlerimiz belirli bir noktadan sonra tehlike sinyalleri vermeye başlıyor. Ben bazen tıkanıyorum, bazense dur durak bilmeden akıtmak istiyorum. Bu da bir çeşit ve oldukça etkili bir terapi. Bunu da bir yerlerde okumuştum; okuyun, okumakla kalmayın gezin, tadın, deneyin. Sizin de yazmanızı, düşünmeden planlamadan, yalnızca yazmanızı istiyorum. Sonra durup yazdıklarınızı okuyun. (Hatta bana gönderin yayınlayalım;) Duyguları dışa vurmak bazı insanlar için oldukça zor. Başımıza gelen olayları, bunların yarattığı etkileri sürekli belirli bir mantık örgüsüne oturtmaya çalışıyoruz. Oysa elmayla armutu toplamak gibi taşlar bir türlü yerine oturmuyor. Sigara kullanan kaç kişi sigara içmenin mantıklı bir davranış olduğunu düşünüyor? Ya da zararlarının en çok bilincinde olan hekimlerimizin neden yüzde 80'i sigara kullanıyor? Duygularınızı dengelemek için sigara yerine kaleme sarılmayı deneyin. Film mi izlemeli, hangi müziği dinlemeli? Bir türlü içinizdekileri dışa kusamıyor, korkuyor musunuz? Birçok insanla konuştum, dertlerimi anlattım ama bunca tekrar yapmama rağmen çözümü bulamadım. Yazarak kendimi kendime anlatmış oluyor ve alt benlikte bir keşfe çıkıyorum. Bu öylesine keyifli bir süreç ki tadına vardınız mı yazar olasınız, hatta kitap çıkartasınız gelir! Kendimizi ne kadar az tanıdığınızı yazdıklarınızı yeniden okurken keşfedeceksiniz. İnsan anlatırken aslında karşıdaki kişinin önemi sandığından küçüktür. O sadece kendisiyle sesli konuşuyordur. Bir geometri sorusu çözmek gibidir. İlk etapta göremediğiniz ince noktayı “baksana şöyle şöyle yapıyorum ama bir türlü sonuca... aa tamam burası böyle olacak” diyerek, sonradan görmektir. Çoğu zaman dışa çıkıp olaylara daha geniş bir çerçeveden bakmayı başaramıyoruz. Yaşamımdaki onca senelik okul hayatı, o kadar kişisel gelişim eğitimi, onca kitap, hiçbirisi yazmak kadar aydınlatmamıştır beni.
Evet sürekli değişiyoruz(!) peki bu değişim sürecini lehimize çevirecek kadar kendimize zaman ayırıyor muyuz? Önceki birikmişlikler belirsizliklerin üzerine binince yoğun ve ağır bir etki yaratabiliyor. Hayatınızda şuan yaşadığınız belirsizliklerin ortadan kalkacağını mı düşünüyorsunuz? Sadece yerine yenileri ve daha karmaşıkları gelecek. Belki de bu yüzden hep geçmişle uğraşıyor ve gelecek ile ilgili hayaller kuruyoruz. Carpe Diem, Anı Yaşa! Bunu sağlamak gerçekten zor mu? Geçmiş yaşamızı gözden geçirin, eskiden kendinize dert edindiğiniz sorunlarınızı düşünüp tartın, hatta şuan canınızı sıktığınız bir kaç konuyu kağıda yazın, katlayın ve cüzdanınıza koyun. Bir sene sonra açıp okuduğunuzda yüzünüzde gülümseme belirmesi olasılığı yüzde seksen! En son ne zaman evinize dönerken farklı bir yolu tercih ettiniz, en son ne zaman hiç denemediğiniz bir şey denediniz, en son ne zaman gerçekten yaşadığınızı hissettiniz? Sabah yataktan kalkarken günün getireceği güzellikleri ve heyecanı yaşamak için sevinçle mi kalkıyorsunuz yoksa kalkmanız gerektiği için mi? Bir banka reklamında geçen ifadeye kulak verelim; "hayatınız bu iki nokta arasında mı?" En son ne zaman farklı bir şey yaptınız? Ne de çok soru var hayatımızda. Doğru yanıtları alabilmek için doğru soruları sormak gerek demiş düşünür. Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki ilerleyişiniz için kendinizi en son ne zaman dinlediniz... Tüm sorulara verilebilecek bir çok yanıt ve onlardan katbekat fazla bahane var. Sorumluluklar, zaman, maddiyat... Peki hangisi "ben"den daha değerli? Ben olmadan diğer kavramlar 1'in yanındaki sıfırlar gibi anlamsızlaşıyor. Söz uçar yazı kalır demişler, bilgisayar kullanıyorsanız mouse toplumu olmaktan klavye toplumu olmaya adım atın, okumakla yetinmeyin ve yazın.
Engin Enginer Mayıs 2010
Kimin Hayatı? Yapamıyordu, tercihte bulunamıyordu. Hemen herkesin yaşadığı ikilemi aşmayı başaramıyordu. İstemiyordu da aslında, mutluydu böyle. Yalnızca herkese yetemiyor, çoğunlukla da yanlış anlaşılıyordu. Yolu yarılamıştı, orta yaşlarda başarılı kariyer öyküsünün yanı sıra çevresinde de sevilen bir kişilikti. Sabah sporunu ihmal etmez, kendine dikkat ederdi. Çalıştığı iş yerinde göz dolduran bir performans sergiliyordu. Durmak yorulmak nedir bilmiyor, iş yaşantısı kadar sosyal yaşantısında da aktifliğini sürdürüyordu; sürekli bir koşuşturmaca içerisinde olduğu halde yorulmak yerine bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi sanki daha da artıyordu. Yaptığı işi çok etik bulmasa da, oyunun kendisinden değil de oyunculardan nefret eden kesimde yer almıyor, sistem içerisinde sisteme rağmen başarıyı yakalamak ve hedeflerini gerçekleştirmek için çabalıyordu. Finans sektöründe yer alan büyük firmalardan birisinde kurucu ortak olarak çalışıyor, görevini layıkıyla yerine getiriyor, sosyal sorumluluk projelerinde yer almayı ve bağışlarda bulunmayı da ihmal etmiyordu. Böylesi hareketli ve keyifli bir yaşam olamazdı. İşte hayat buydu! Yalnız dönem dönem yaşadığı ruh hali herşeyi bir kalemde kenara bırakmasına neden oluyor, birikimleriyle edindiği küçük çiflik evine kaçıyor ve herşeyden uzaklaşıyordu. Günlük yaşantısında teknolojiyle ve maddiyatla iç içe olan, üstelik bundan büyük keyif alan insan her türlü elektronik cihazdan ve insanlardan soğuyordu. Kimseyle görüşmek istemiyor, tek kelime konuşmak zor geliyordu. Çiftlik evinde doğayla iç içe olup kitaplara gömülüyor, kışın şömine başındaki sedirine, yazın bahçesinde kurduğu hamağa uzanıp derin düşünceleriyle başbaşa kalıyordu. Orada dostu, kitapları ve beslediği hayvanlardı. Onlarla ilgilenmek tüm gerginliğini alıp götürüyor ruhunun arındığını hissediyordu. Böylesi huzurlu bir yaşam olamazdı. İşte hayat buydu! İlginç olansa aradan bir süre geçtikten sonra kendisini boşlukta bulması, hareketli günlerini özlemekten alamamasıydı. Hayvanlarını bakıcılarına emanet edip çıkıyor ve o hareketli şehrin yoğun keşmekeşine geri dönüyordu. Yüksek yüksek binalar, medya, para, çeşit çeşit insanlar ve onların bakış açıları...
Ne orada uzun süre mutlu kalabiliyor ne de orada! Evlendikten sonra da yaşamı değişmedi. Eşi her ne kadar anlayışlı bir insan olsa da zaman zaman kendisini ilgisiz bırakmasından yakınıyordu, haklıydı da. Çocukları ve eğitimleriyle yakından ilgilendi. Zaman, su misali... Ne zaman büyümüştü o çocuklar ve şirket yönetiminde söz sahibi olmuşlardı; hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçiyordu. İlerleyen yaşına rağmen kendisini çalışmaktan alamıyor, sık sık şirkete uğruyor, vaktinin çoğunu da dernek çalışmalarıyla geçiriyordu. Ama yapısı ve alışkanlıkları hiç değişmemişti. Tüm o hayattan sıkıldıkça gittiği çiftlik evinin dili olsaydı da, ah bir konuşsaydı. Tek farklılık torunlarıydı. Torun sevgisi bir başkaydı onun için. Onlar da büyükanneleriyle vakit geçirmeye bayılıyor, çiftlik evinde geçirdikleri zaman zarfında hayatın farklı yanlarını öğreniyorlardı. Yaşamını dolu dolu geçiren yaşlı kadın tüm başarısına ve insanlığa yardımlarına rağmen aslında hayatını yalnızca kendisi için yaşamıştı. Dengesiz olarak nitelendirilen yapısıyla, aslında kendi içerisinde kimsenin sağlamaya cesaret edemediği ve başkalarının hayatlarını yaşadığı dünyada iç huzuru yakalamıştı. Geride bıraktıkları da hala takdir ve beğeniyle anılmaya devam etmektedir... Peki ya siz istediğiniz hayatı yaşayabiliyor musunuz; yoksa aile, iş, maddiyat, eş, dost, akraba kıskacında başkaları için mi didinip duruyorsunuz? Unutmayın hayat sizin hayatınız; kendinizi keşfetmeden ve kendinize yardım etmeden başkalarına yardım edemezsiniz. Önce “ben” demeyi öğrenmelisiniz; bunu yapmalısınız ki -sizin ifadenizle- sorumluluklarınızı ve zorunluluklarınızı daha sağlıklı ve verimli bir biçimde gerçekleştirebilesiniz.
Engin Enginer
Haziran 2010
Kendini Bilmeziz "Ya ortasındasındır AŞK'ın, merkezinde; ya da dışındasındır hasretinde..." diyor Elif Şafak. Nihayet elimdeki Hermann Hesse kitaplarını bitirip Elif Şafak'ın AŞK isimli romanını okuma fırsatı buldum. Henüz okumayanlarınız varsa tavsiye etmekteyim. Sizi alıp başka diyarlara götürüyor. Aynı zamanda içsel bir yolculuğa da çıkıyorsunuz. Kitap hakkında hiç fikri olmayanlar için söylemek gerekir ki; kitapta bahsedilen aşk kavramı günümüzde kullanılanın çok daha ötesinde ilahi bir aşk... Bir yazıyı, bir kitabı, bir filmi beğenilir kılan en büyük etmenlerden birisi kişinin o yapıtta kendinden birşeyler bulmasıdır. Oradan bir karakterle örtüştürürüz kendimizi. En beğendiğiniz kitap, müzik parçası, film ya da dizi aslında karakteriniz hakkında o kadar çok ipucu barındırıyor ki... Bana göre AŞK'ın bu kadar tutmasının nedenlerin birisi de kitaptaki kadın karakterinin klasik Türk kadınına ayna tutuyor olması. Aileye bağlı, kocasının kaçamaklarına göz yuman, iyi bir anne olabilmek için mesleki kariyerini gözden çıkartmış, zamanının çoğu mutfakta geçen ve gençliğindeki yaramaz kızı kendi elleriyle öldürmüş, üstelik giderek hemen her konuda takıntılı hale gelen, hayatını alışkanlıklar bütününe dönüştüren ve sürekli planlamalar yapıp aileyi çekip çeviren bir eş ve anne. Kendimizle özdeşleştirdiğimiz daha bir çok şeyi öyle benimseriz ki; örneğin en sevdiğiniz hayvanı düşünün, onu düşündüğünüzde kafanızda ne canlanıyor, ne hissediyorsunuz biraz irdeleyin. Hemen şimdi bir kağıt kalem alın ve en azından 2-3 cümle yazın. Kendinizce somut veya soyut kelimelerle tasvir edin. Sonra bir kez okuyun... Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama en sevdiğiniz hayvan hakkında yazdıklarınız kendi yapınızla ne kadar da örtüşür! Bunu en sevdiğiniz yemek ya da müzik aleti için de yapabilirsiniz. Kendinini bil ya da kendini tanı kavramının tarihçesi oldukça eskidir ve bu söz felsefenin mihenk taşlarından birisidir.
AŞK, sizi hafifçe sarsıp maneviyatın etkisini ruhunuza işleyecek ve keyif alarak okuyacaksınız. Her karakter ayrı bir ustalıkla işlenmiş. Yazar oldukça derin kapsamlı bir araştırma ve inceleme sonucunda ortaya çıkartmış bu eseri. Üstelik kitapta geçen 40 kural öyle titizlikle hazırlanmış ki onları gerçekten Şems'in kuralları zannedenler çoğunluktadır. Oysa her biri Elif Şafak'ın kaleme aldığı maddelerdir. Elimden geldiğince küçük küçük ben de çabalıyorum aslında Elif Şafak'ın yaptığını farklı açılardan yapmaya; yani ilahi aşkı verebilme adına kitabın içine kadınların ilgisini çekecek bir karakter yerleştirmiş ve çok hoş bir bütünlük doğmuş. Dergi çalışmalarımda da özellikle çeşitlendirmeyi sağlamaya çalışıyorum ki 2009 sayılarında olduğu gibi; astroloji ile ilgili paylaşımlarıma bakmak için giren birisi Özdemir Asaf'ın şiirleriyle de tanışsın. Amaç; kişilerin kendilerini bulma yolunda, farkındalıkları artırmaya yardımcı olmaya çalışmak. Umarım içinizdeki boşluğa su serpecek bu harika kitabı bir an önce edinip okumak için zaman ayırırsınız. Yunus Emre'nin de dediği gibi; “İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır.”
Engin Enginer
Temmuz 2010
Ayrılık Gözyaşımı gerçek sanma Aşkındır dökülen gözlerimden, Üzüntüme aldanma Nefretimdir akan yüreğimden, Yalnız saçların değil Siyah olan kömürden, Artık içim de karadır En derin geceden. Yeni gün müdür güzü getiren Bilmem, lakin dündür Gönlümün yapraklarını döken.
Engin Enginer
Haziran 2007
Kolay Gele Dönem dönem yazmakta o kadar zorlanıyorum ki... Nedeni de nereden başlayacağım ya da nasıl bitireceğim de değil halbuki. "Kusura bakma mektubum uzun oldu, kısasını yazmaya vaktim olmadı." demiş ya hani düşünür.(1) Yazmaya başladığımda ipin ucu kaçıyor ve durup okuduğumda sayfalar sürdüğünü görüyorum. Yazı üzerindeki ilgiyi kaybetmeden herkese ulaşabilmek adına yazılarımı mümkün olduğunca farklı boyutlar içerecek türde yazmaya çalışıyorum. Hem ilk okunduğunda anlaşılacak ve farkındalık sağlayacak kadar yalın olsun istiyor hem de tekrar tekrar okunup her bir cümlesi irdelendiğinde altında yatan derin anlamlar algılanabilsin diye arzuluyorum. Gerçi kaç kişi farketmiştir ki Ocak yazımın başlığının bakış açısı değil de Bakış Acısı olduğunu...(2) Herkese ulaşmak diyoruz da ne mümkün, öyle farklı değişkenler var ki kişilerin hayatında, bin bir türlü insan var şu dünyada demişler ya, o misal. Herkesi memnun edecek şeyler yapmak mümkün olmadığı gibi gerekli de değil aslında. Bazen unutuyorum yazmaya başladığımdaki tutkularımı ve asıl yazma amacımı. Neden herkese ulaşmaya çalışmalı ki, sadece yazmış olmak için yazmak niye olmasın? İşte burada başka bir sorunsal ile karşılaşıyoruz. Benlik ve toplumdaki birey olan biz. Hiç sevememişimdir "kartallar yalnız uçar, kargalar sürüyle" sözünü. Ee tabi, diyorum karga akıllı hayvan takım çalışması yapıyor. Neden bu kibir ve yek olma çabası? Gerçek aidiyeti yaşamayı çözebilseydik karşıt görüş sahibini sevmesek bile saygı duymayı öğrenirdik. Belki o zaman fanatizm (din, siyaset, futbol, vb.) yüzünden insanlar zarar görmezdi. Hanefi Avcı'nın kitabında bahsettiği Simonlaşmak(3) ifadesi de, Sağa Çektim Bekliyorum(4) isimli anonim yazıdaki şizofren gencin yaşadığı sorunun kaynağı da bu aslında. Bizden olanlar hata da yapsa göz yumuyor ama bizden olmayanın doğrularını göz ardı ediyoruz. Oysa ne güzel demiş Hz. Ali, "Doğru söz nereden gelirse gelsin alınız; söyleyene değil söylenen söze bakınız." diye.
Yine dönüyorum başa, ben yazayım da kişi ister okur ister okumaz, ister beğenir ister beğenmez, öyle mi? Aslında pek de değil, çünkü insanoğlu sosyal bir varlık ve tek başına yapamaz. Bu yüzden tecrit ölümden bile ağır bir cezadır belki de. Issız adaya düşseniz sorusunda yanımıza alacağımız üç şeyden birisi muhakkak ya bir yakınımız ya da bir iletişim cihazıdır. Ki, aksi durumda zaten kendi isteğimizle giderdik oraya. Sosyal medyanın bu kadar popüler olup yaygınlaşmasının sebebi de insanlarla iletişimi kolaylaştırması değil midir! Üniversitedeki bir hocamın sözü geldi aklıma, "Sizinle bir anlaşma yapalım, dünyadaki herşey sizin olacak, hem de herşey. Ama tek bir şartla! Giderken yanımda tüm insanoğlunu da alıp götüreceğim. Kabul eder misiniz?" diye sormuştu. Ya siz, siz kabul eder miydiniz? Bunu bırakın, eminim İnternet ile fazla haşır neşir iseniz artık cep telefonu ya da bilgisayar kullanamama düşüncesi bile içinizi ürpertir. Hem başka insanlar olmadan yapamıyor hem de onlara gerçekten güvenemiyoruz. Yıllardır tanıdığımız birisi bile yaptıklarıyla bizi şaşırtabiliyor değil mi? Peki ya biz? Hiç kendinizi tanıyamadığınız olmuyor mu, siz ne kadar güvenilirsiniz? Yine ne çok soru var yazımda... Hep böyle oluyor ama şikayetçi de değilim. Sorgulayan bir birey olmayı seviyorum. Sonunda gitgide yalnızlaşıyor bile olsam birey olma ve ait olma dengesini kurabilmek için elimden geleni yapıyor gerisini de oluruna bırakıyorum. (5) Denge, buradaki anahtar kelime olsa gerek. Denge dünyasındaki dengesizlikler içinde dengesiz dengeyi yakalayabilmek en önemlisi... Haydi size kolay gele. DipNot: (1)Farklı kaynaklarda K.Marx, M.Twain, Voltaire ve B.Shaw'gibi isimlerin kullandığına dair rivayetler olsa da ilk kez B.Pascal tarafından dile getirildiği sanılmakta. (2)Bakış Acısı yazım EnginDergi Ocak 2010 sayısında yayınlanmıştır. (3)Hanefi Avcı – Haliç'te Yaşayan Simonlar (Dün Devlet Bugün Cemaat) (4)Sağa Çektim Bekliyorum'u enginenginer.com' dan da okuyabilirsiniz. (5)Sorgulayan birey olma ile ilgili Doğan Cüceloğlu'nun web sitesindeki Sorgulamak ve Yalnızlaşmak Sorusu başlıklı paylaşımı okumanızı tavsiye ederim.
Engin Enginer Eylül 2010
Kumdan Kaleler Yapmak Kumdan kaleler yapma hikayesini bilir misin? Hani sahilde iki küçük çocuk vardır; birlikte çalışıp didinip kendilerine kale inşaa ederler. Sonra bir dalga gelir ve yıkar yaptıkları kaleyi. Ağlayacaklar diye beklersiniz de el ele tutuşup biraz daha ileride yeniden başlarlar yeni bir kale inşaa etmeye. Denizyıldızı hikayesinde de benzer bir tema, Paulo Coelho'nun Simyacı'sında da. Siyasetten hazetmeyip Zeitgeist temeliyle teknolojinin insanlar yararına kullanılarak paranın olmadığı bir dünyada yalnızca “gelişim” için çabalayan bir nesil hayal ediyorum desem, yüzünüzde oluşacakgülümsemeyi tahminlemek zor olmaz. Ütopik gelen bu düşüncenin gerçekleştiğini görebilmeyi ummasam da sana; Geleceğe Dönüş (Back to the Future) serisinde Dr. Brown'un barda içkisini yudumlayan insanlara günümüzden bahsettiği sahneyi hatırlatmak isterim. Diğer taraftan hayat devam ediyor, Allah inancı olan dini bütün birisi ya da Darwinci ve ateist birisi olman farketmiyor çünkü her iki koşulda da “sınav”dasın... Birisinde ahiret hayatına yönelik diğerinde de doğal seleksiyona karşı. Neye inanıyorsan inan doğumdan ölüme kadar yaşam büyük bir imtihan. İster “kader” de ister “olasılık”, hayat tesadüflerle dolu. Eylül yazımda sosyal varlık olan bizlerin iletişim gereksimine değinmiştim. Günümüz teknolojisinde iletişim sürecini hızlandıran İnternet gibi ağlar ile birlikte oldukça geniş imkanlara sahip olduk. Bilgi birikiminin katlanarak logaritmik biçimde artmasıyla birlikte toplum giderek daha da bilinçlenmeye başladı. Diğer taraftan zengin-fakir arasında olduğu gibi dogmatik ve septik bireyler arasındaki uçurumun da açıldığını görmekteyiz. Aıp rupdçıp sıepdkı vzyhkzp özvkzslzvh çusumuvnçtl zlz vzyhkzphlhm ıcımd özpczkzp ğzkımçd jnvlz eıjpı çzğz bzyıö üd dgkdmbdkı fdkçı. Aovkdbd at jhrhlkzph rzçdbd yığmımı aıpzy pkrtm ynpkzvzm üd ldpzjhmh fıçdpldj ıcım zpzsşhplz vzölzvz fdpdj çtvzmkzp zmkzvzaıkrım ırşdçıl. Icdpıhım ğdpğzmfı fıykı aıp şzpzeh mklzvzbzj, rzçdbd drmdj çusumba vzöhrhmz rzğıö jısıkdpkd özvkzslzj ırşdçıgıl jnmtkzph at sdjıkçd zjşzpzbzghl.
Gelişim için çalışmalıyız. Üstelik fiziksel bir güç sarfetmeye de gerek yok, sadece düşünmek bile yeterli ancak ne yazık ki kendimizle ilgili konulara zaman ayırıp düşünmekten bile kaçınıyoruz. İşte bu yüzden de bir çok insanın fena halde “canı sıkılıyor”. Neyle karşılaşırsak karşılaşalım devam etmeliyiz, hatta en başa dönsek bile yeniden ve yeniden denemeliyiz... Ne demiş düşünür; sil baştan başlamak gerek bazen! ;) Okuyan, araştıran, düşünen, paylaşan bir dünya dileğiyle...
seven
ve
Engin Enginer
Ekim 2010
Kayboluş Gözlerimi kapatıp dinliyorum Teninin kokusunu Nefes alıp Varıyorum yaşamın tadına Varlığın tutup Götürüyor uzaklara Neden buna Bir anlam veremiyorum Sanki kor alevlerden çıkmış Güzel dudakların Geliyor kulağıma Saçlarından süzülüp geçen Sesleri martıların Dön, bir kez daha bak Engin denizlere bakar gibi Etkileyen gözlerin değil Derin renkli bakışların…
Engin Enginer Nisan 2002 - İzmir
Hastane Macerası Yine bir hastane macerası daha... Nasip bu bayramı da burada geçirmekmiş. İlgi alanlarımın başında teknoloji, ekonomi, tıp ve psikoloji geliyor oluşunun yanısıra, küçüklükten beri pek içli dışlı olmuşumdur sağlık sektörüyle. Hani sürekli hastalanıp ilaç kullanıp iğne olmaya alışkın çocuklar vardır ya, ben onların bir üst versiyonuyum... Okula başladığımda aşıdan kaçıp ortalığı velveleye veren çocukları görünce çok şaşırmıştım. Gerçi bu durum -daha önce de bir yazımda dile getirdiğim üzere- çocuklarımızı hep iğneci teyzelerle korkutma kültürümüzün bir parçasıydı aslında. (ED Mart'2010) İlk ameliyatımı ilkokula başladığımda oldum; bademcikleri aldırdık. Sonrasında epey içli dışlı olduğum ve hobi olarak da bu konularla ilgilendiğim için tıbbi terminolojimin hiç de fena değildir. Bu konularda ileri düzey bilgim olduğundan bir çok sağlık konusunu insanlara anlatmada güçlük çekiyorum. Zaten mümkün olduğunca başkalarının sağlık durumları üzerine yorum yapmamayı tercih ediyor ve sorunu olan kişileri üniversite hastanelerine yönlendiriyorum. Konuşmaktan pek haz etmediğimden sağlık, günlük yaşamda genelde geçiştirdiğim mevzular arasında yer alıyor. Çünkü Türk milleti olarak hem fazla meraklıyız ve akla gelebilecek (ya da düşünsem kırk yıl aklıma gelmeyecek) her türlü soruyu soruyoruz, hem de oldukça yardımsever olduğumuz için binbir tavsiyede bulunmadan da geçmiyoruz. Cem Yılmaz'ın bel fıtığı üzerine yaptığı aktarımlar gerçekten de çok güzel örnek teşkil ediyor. Sahip olduğum sağlık sorunları sindirim sistemiyle ilgili ve bu durumdan ötürü meydana gelen sıkıntılardan oluşmakta. Şu hastalığım var diye belirttiğimde pek kimsenin anlayamayacağı ve hastalığın bile hastadan hastaya farklılık gösterdiği böyle durumlarda kişilere izahta bulunmak gerçekten de eziyete dönüşebiliyor. Uzun yıllardır sağlık sorunlarıyla uğraşan birisi olarak söyleyebilirim ki, bir hastaya “geçmiş olsun” dedikten sonra mümkünse konuyu daha fazla uzatmayın. Gerçi başka bir huyumuz da derdimizi sokaktan geçene dahi anlatıp terapi ihtiyacımızı bu
şekilde gidermektir, karşı taraf anlatıyorsa elbette dinleyin ama soru sormadan önce lütfen düşünün. Bir süredir yine hastanedeyim, yeni bir tetkik ve tedavi süreci. İnsan bunlara alışıyor da bazı durumlara alışamıyor. Yan yataktaki hastanın yakınıyla aramızda geçen diyalog; (HY): Geçmiş olsun genç, senin neyin var? (EE): ... hastasıyım. (HY): Hmm ...'ın hastalığından. Olsun ama sen gençsin atlatırsın, yakında iyileşirsin... (Nasıl bir tıbbi yaklaşımsa artık. Bilimsel açıdan erken yaşta kronik bir hastalığa sahip olmanın avantajları olduğu gibi dezavantajları daha çoktur, çünkü hastalıkla yaşanılan süre artıkça bünyeye zarar verme oranı artar.) (EE): (Konuyu uzatmama adına zoraki gülümseme.) (HY): Şikayetlerin ne zaman başladı? (EE): 10 seneden fazla oldu, arada gelip gidiyorum ben böyle. (HY): (Şaşkın yüz ifadesi.) Vah vah, artık günümüz hastalıkları da genci yaşlısı dinlemiyor, teknoloji ve tıp bu kadar ilerledi çözemediler mi hala... Ne gibi sıkıntılar yaratıyor sende? (EE): (Politik cevapla konuyu bağlayıp istirahate devam.) Hastane ortamı öyle farklı ki, kısa ve uzun süreli bulunduğum sürelerde farklı yönlerde bakış açıları geliştirip bir çok farklı insan tanımama vesile oldu. Gece sıkıntı bastı, efkarlandınız, uyku mu tutmadı, bir hastanenin acil servisine gidin ve bir saatinizi orada geçirin derim... Eğer daha fazla zaman ayırabilecek durumdaysanız, kimsesiz çocukları, huzurevini ziyaret edebilirsiniz. Üstelik maddi olarak hiçbir yardımda bulunmanıza gerek yok, orada bulunup yarım saatinizi geçirmeniz yetecektir. Emin olun onlara faydası dokunduğundan çok size iyi gelecektir. Engellilere destek vermeye çalışın ama bunu yaparken maddiyattan çok manevi desteğin daha önemli olduğunu unutmayın. Yeni başlattığımız "EngelsizOnlar" hareketine gelin siz de katılın. Önayak olacak birisi olmadan tek başınıza cesaret mi edemiyorsunuz? Günümüz sosyal ağlarında (Facebook vb.) bu konularla ilgili bir çok etkinlik düzenleniyor. Birbirini tanımayan insanlar toplanıp ziyaretlerde bulunuyorlar. Unutmayın insan istedikten sonra her şeyi yapabilir, yeter ki isteyin...
Aklıma bir baba-oğul hikayesi geldi. Belki daha önce duymuşsunuzdur onları, Team Hoyt hakkında bilgi almak için kişisel güncemdeki “hayatı paylaşmak” başlıklı yazıyı okuyabilirsiniz. Esenlikler dilerim.
Engin Enginer Kasım 2010
Mecaz Güller arasındaki papatyayı istiyorum Kaf dağına çıkıp haykırmak Dut ağacına tırmanmak Oradan engin denizlere dalmak... At binmek Çorak tarlalarda iz sürmek Kaybettiklerimi bulmak Belki de sadece yaşamak istiyorum...
Engin Enginer Mayıs 2002
Hayatınızı Ertelemeyin Hep diyorum bu sefer bir hikaye yazayım, bir şiir paylaşayım ama gözlemlerime dayalı paylaşımlarda bulunma dürtüsü diğerlerinin önüne geçiyor. Farkında mısınız ne kadar da çok şeyi erteliyoruz! Bunu da yapayım, şunu da atlatayım, bu da bitsin ondan sonra... Bazı şeylerin sırası hiç gelmiyor. Yapmak istediklerimizi yapamıyor, dahası olmak istediğimiz insan olamıyoruz. Ne demiş düşünür; "Mutluluk varılacak yer değil, yolculuğun kendisidir." Biz hayatın akışına öyle kaptırıyoruz ki kendimizi yolu
gördüğümüz zaman yolculuğa çıkmadan da bekliyoruz ve düşünüyoruz. Karar anları! İkilemde mi kaldınız, tamam bitti. İnsanlar yol ayrımlarında karar vermek için o kadar çok enerji tüketiyorlar ki yolculuktan keyif almak bir yana dursun, akılları hep diğer alternatiflerde kalıyor. "Acaba bu değil de diğerini tercih etsem daha mı iyi olurdu?" gibi zihinde uçuşan bir çok soru işareti. O noktadan sonra hiçbir şey sizi tatmin etmez oluyor. Oysa içgüdülerinize güvenip yollardan birisini seçerseniz ve enerjinizi karar vermek yerine o yolu güzelleştirmeye harcarsanız emin olun hayatınız daha da keyif verici hale gelecektir. Çoğu zaman şükretmek yerine (ki şükretmek sahip olduğunuzdan memnun olduğunuzu dile getirip daha fazlasını istemektir) isyanda bulunmayı yeğliyoruz. Başımıza gelenler için birilerini, bir şeyleri suçluyoruz. Bir anonim hikayede olduğu gibi 'acele karar verme'meyi öğrenmek gerekiyor. Mevcut şartlardan ötürü sağlık sorunu olan insanlarla bir bulunuyor ve elimden geldiğince destek olmaya çabalıyorum. olan insanların ortak sorunu, ya hastalıklarının dünyanın olduğunu düşünmeleri ya da sağlık sorunları olduğunu etmeleri. Oysa kabullenip o şekilde yaşamayı deneseler...
arada Hasta sonu inkar
En büyük yakınma konusu; "tıp ve teknoloji bu denli ilerlemişken nasıl oluyor da 'bu' hastalığa çare bulamıyorlar" oluyor. 'Bu' derken de kastettikleri kendi hastalıkları! Hayatın kendisi ne kadar da ironik. Hep demişimdir; hiçbir zaman sihirli bir değnek olmayacak ki dünyadaki tüm hastalıkları / sıkıntıları ortadan kaldırsın. Sıkıntılarınızı aşmak için hayattan, sahip olduklarımızla keyif almaya çalışmaktan başka yapılacak daha iyi bir şey yok. Amaç yaşam kalitemizi artırmak ve sürdürdüğümüz hayattan zevk almayı başarabilmek ise bunu yapmak için bir şeylerin olmasını beklemeyin, ve asla ertelemeyin. Sevgili ve saygıdeğer hocam İsmail Karasu'nun da dediği gibi; "Ben değil de kim? Şimdi değil de ne zaman?" Esen kalın.
Engin Enginer Ocak 2011
Kıl Vücudumuzda kıl çıkmayan tek deri yüzeyinin el ve ayak ayaları olduğunu biliyor muydunuz? Kıl, "Bitkilerin kökleri ile yapraklarında bulunan inceuzun yapılara ve hayvanların, özellikle de memelilerin bedenlerini kaplayan, 'kıl kesecikleri' adı verilen hücrelerden çıkan tüylere verilen ortak ad.” olarak tanımlanıyor. Saç ise insanın baş üzerinde bulunan kıl kümesine verilen isim. Diğer kıl kümelerine göre daha hızlı uzayan saçın büyüme hızı günde ort. 0,3-0,4 mm imiş. Bu konu hep ilgimi çekmiştir. Kıllar insan psikolojisinin yansımasına dair o kadar çok öğe içeriyor ki. Olması ayrı olmaması ayrı dert. Kişileri sınıflandırmak için de sık kullanılan bir betimleme aracı: Kel, kıvırcık, kızıl, köse, uzun saçlı, sarışın vb. Erkeklerdeki temel sorun kellik. Androjen hormonu ile ilgili olduğu için de erkeklerde kadınlara oranla çok daha fazla görülüyor. Gerçi bu sebeple de yadırganmıyor. Kel bir kadın gördüğünüzde eminim daha çok ilginizi çekecektir. Başka bir sorun da aşırı kıllanma, bu da yine hormonlardan kaynaklanan bir durum. Ki erkeklerde meydana geldiğinde övünç kaynağı olarak bile gündeme getirilebilecek olsa da bayanlar için yine büyük bir sorun teşkil ediyor. Kadınların derdi bu kadarla da bitmiyor; saçları kıvırcık olan düz olsun istiyor, düz olan keşke hafif dalgalı olsaydı diyor. Psikolojik dalgalanmalarda da ilk başvuru merkezi psikiyatrist değil kuaförler oluyor. Eminim kuaförlük mesleği bu kadar gelişmeseydi psikiyatristler daha çok para kazanırlardı. Kuaföre giderek saç rengi değiştirmek ya da daha canlı görünüm için boyatmak artık mevsime göre rutin olarak yapılan bir eylem haline geldi bile. Boya, fön, röfle vb. işlemlerle yıpranan saçların kısalma yolculuğu kırık aldırmakla başlıyor. Saç giderek kısalınca, kat verme vb. geçiş sürecinin ardından küt ve erkek kesim ile gelinen noktadan pişman olan kadın bu sefer uzatma sürecinde postiş, kaynak vb. yöntemlere başvuruyor.
Erkekler içinse sakal bir karizma unsuru olarak kullanılmasının yanı sıra siyasi (bkz. ülkücü bıyığı) ve dini sembol haline de gelebiliyor. Dini sembol demişken, başörtüsü konusunda pek çok tartışma yaşanıyor, örtünme konusunun dini açıdan yoruma açık olduğu aşikar; bununla birlikte şahsi kanaatim demokrasiyi savunuyorsak -siyasi bir anlamı olsa bile- başörtüsünün serbest olması gerektiği yönünde. Ömrünü tamamlamış saç kendiliğinden veya dış etkilerle dökülür ve yerine yeni saç çıkar. Günde ort. 100 adet saç teli dökülmektedir. Stres vb. sağlık sorunları bunu etkileyebilmekte. Yani saçımızın görünümü genel sağlık durumumuzla da yakından ilgili. Saç sağlığınıza dikkat etmek moralinizi de doğrudan etkileyeceği için boya, fön, şekillendirici vb kullanmak yerine doğal yolları tercih edebilirsiniz. Sabahları bir yumurta yemenizin faydası bile hissedilir olacaktır. Bunun yanında yapay şekillendiriciler yerine nemlendirici kremler sürerek, zeytinyağlı banyo ürünleri kullanarak ve saçınızın hava almasını sağlayarak (özellikle saç dökülmesi olan erkeklerin şapka kullanımı saç derisine hava aldırmayarak dökülmeyi hızlandırmaktadır) saç kayıplarınızı en aza indirgeyebilirsiniz.
Engin Enginer Şubat 2011
Birleşen Noktalar İlkokul 5. matematik verdiğinde daha çok vermişti?
sınıfta Halil öğretmen Sibel'e testini, bana Türkçe testini üzülmüştüm. Ben matematiği seviyordum, niye onu ona
Ortaokul yıllarımda edebiyat kompozisyonlarından hep iyi not alıyordum, herhalde analitik bir sistematik içinde yazdığım için idi. Lisede eşit ağırlıklı türkçe matematik bölümünde edebiyat ders saati sayısı fazla ve Erman "sen mühendislik ağırlıklı meslekler düşünüyorsun, sayısaldan giriş yapman daha mantıklı bir tercih olur" dediği için fen bölümünü tercih etmiştim.
Meslek tercihi aşamasında bankalarda büyüdüğüm için işletme okumaya karar verdim. Ben finansla uğraşmak istiyordum ama bir çok arkadaşıma göre öyle bir işte benim ne işim olabilirdi, yaratıcılığımı kullanacağım bir sektöre yönelmeliydim, hem ağzım da iyi laf yapıyordu... İlk kez 21. yaş günümde deniz kenarında tek başıma yürürken buldum kendimi. Neden bankacılık gibi stresli bir iş yapmak yerine seyahat eden bir yazar olmuyorum diye geçirdim aklımdan. İlkokulu bitirdiğimde her çocuğa sorulan soruyu ilk kez fikir yürüterek cevaplamış ve "bilgisayar mühendisi, ekonomist, psikolog" bu üçünden birisini olacağım demiştim. Titr sahibi olamasam da tüm ilgi alanlarımla kendimi tatmin edecek kadar içiçe olduğum için çok mutluyum. Editörlük vasfı da cabası. Hmm, yazının diğer kahramanlarına ne mi oldu? Halil öğretmen emekliliğinin keyfini sürüp torun sevmekte, Sibel Doktor, Erman ise Yüksek Bilgisayar Mühendisi oldu. Bana bankacılık mı ıygh diye burun kıvıran arkadaşlarımınsa birçoğu şimdi bankada çalışmakta. Hayat, biz planlar yaparken başımıza gelenler imiş. Bazen arkamıza yaslanıp tadını çıkarmasını bilmek gerek.
Engin Enginer
Mart 2011
Nedenler Denizi Neden ruhum sıkıntılı, içim kör Fezaya çıksam, ötesine baksam Hatta engin denizlere de dalsam Hayat bu ara hep olduğundan daha nankör Misal Ay neden bu kadar hüzünlü bu gece Parıldamıyor diye denize mi dargın Rüzgar neden bu denli sert, dalgalar öylesine hırçın Ve ben böylesine yorgun ve argın...
Engin Enginer
Mayıs 2011
Masalsı Çelişkiler Günlerden bir gün, pire berber iken deve tellal iken diye başlarmış eski masallar. Ülkenin birisinde diye devam edermiş. Ezilenlerin gün gelir devran döner hesabı mutlu sona eriştikleri masallar anlatılırmış hep. Masallarla büyüdük biz, sonra da gerçek dünyaya uyum sağlamamız istendi. Önce hayal kurmayı öğrendik ardından hayallerimizi öldürmeyi. Şarkılar, filmler, diziler arabesk kültürünü sundu. Bilinçli ya da bilinçsizce ince ince içimize işledi. Batsın bu dünya dedik, kavuşamayan aşıkların hazin öykülerinde bulduk kendimizi. Gerçekten yaşamayı değil de yaşıyormuş gibi yapmayı, acı çekmeyi, sabretmeyi öğrendik. Dünyaya neden geldiğimizi, varoluş amacımızı unuttuk. Kaç kere sil baştan başladık. Anlaşılmayı bekledik de hiç anlamaya çabalamadık. Baktık ama göremedik. Korktuk. Korkusuz doğan bizler her geçen gün yeni bir yasakla bilendik. İki kere iki her zaman dört etmiyordu bu hayatta. Mutlu olanlar bu eşitliğin dışına çıkıp asıl dengeyi sağlayabilenlerdi. Oysa dengeyi
kurmak öyle güçtü ki; ve artık gücümüz de tükenmişti, yorulmuştuk. İstesek dünyayı değiştirebilirdik ama istemiyorduk işte, ne istediğimizi bile bilmiyorduk. Hiçbir kural 'gerçek' değildi aslında, dünyanın bile ekseni kayabiliyordu. Gece gündüze gündüz geceye karışmıştı; iç dünyamızdaki denge nasıl bozulmasın! Dengeyi sağlamak, yitip giden düzeni yeniden kurmak için uğraşmaya cesaretimiz bile kalmamıştı, nereden başlayacağımızı bilmiyorduk ki. Başkalarının hayatını da yaşamak istemiyorduk. Oysa mutluluk rolleri üstlenmekten geçiyordu. Derdimiz mutlu olmak da değildi aslında bir parça huzur arıyorduk sadece. Doğru yere mi bakmıyorduk, yoksa, yoksa ne... Öyle ya da böyle geçiyordu zaman. Sorular yeni soruları beraberinde getiriyordu, sorguladıkça yalnızlaşıyorduk. Yalnızlık! Hissettiğimiz bu muydu, derdimiz tüm o kalabalığa rağmen yek olmak mıydı? Kendi dünyamızı kurup şizofreni içerisinde kaybolup mutluluğu, huzuru yakalayabilir miydik yoksa her şey daha da mı kötüye... daha da kötü olabilir miydi gerçekten? Kalabalığa karışıp benliğimizi yitirmeye satabilir miydik herşeyi, sadece dinginliği yakalayabilme adına bu oyuna dahil olmalı mıydık? Yalnız bir bozkırkurdu sürüsü haline gelmiştik. Cehalet erdem miydi! Ama artık bazı şeyler için çok geç idi; öğrendiklerimizi unutmak istemiyor, fazlasını arzuluyorduk ama bu arzu uyuşturuyordu bizi. Acıdan başka bir şey hissetmez olmuştuk. Ne acı çekmek istiyor ne de ilerlemeye yelteniyorduk. Hayat anlamsızlaşıyordu, eskisi gibi tat alamıyorduk, hiçbir şey keyif vermiyordu. Tatmin olamıyorduk bir türlü.
Hayatın cilvelerine karşı gülümseyip başımıza gelenlerle dalga geçmekten başka şansımız yok gibi duruyor. Yüzmeyi başaramıyorsak; boğulmamak için çırpınmak yerine, hareketsizce sırt üstü uzanmak gerek. Belki akışına bırakırsak onlar erer muradına ve biz de çıkarız kerevetine.
Engin Enginer Haziran 2011
Hayatın Özü Sevgi,nedir sevgi? Sevgi bence her şey demektir. Hayatın özüdür, hayata bağlayandır. İnsanı yüksek özverilere götüren yüce bir duygudur. Sevgiyi sormuşlar uçan kuşa, koşan ata Sevgiyi sormuşlar ağlayan çocuğa, yaşlı adama Sevgiyi sormuşlar akan ırmağa, parıldayan yıldıza Aldıkları cevap pekte farklı değilmiş. Sevgi öylesine güzel ve engindir ki kelimelerle anlatılamaz, ancak hissetmek mümkündür onu. Annesinin bebeğine dokunuşunda, bir çocuğun gülümsemesinde, bir sevgilinin bakışlarında ararsanız bulursunuz sevginin en tatlısını... İnsanı bazen, bir anlık düşünmesi bile korkutur, sevgisiz bir dünyayı. Sevgimiz, sevenlerimiz, sevdiklerimiz ve seveceklerimiz olmadan yaşamamız mümkün mü? Tüm bunlar olmadan ruhsuz birer et parçasından başka ne olurduk ki? İşte sevgi bizi diğer varlıklardan üstün kılan en büyük kozumuzdur. Ne güzel demiş düşünür “Silahlar hedefini şaşırır ama çiçekler asla”. Siz gelin sevin, sevilin. Çünkü bir şeyleri sevmekle başlar her şey.
Engin Enginer
26 Kasım 1998
Makro Felsefe Artık içinde bulunduğumuz sosyo-ekonomik şartlardan mıdır, havalardan mı yoksa gezegenlerin konumundan mı bilinmez (şu Merkür de hep geri gidiyor zaten) şu aralar herkes biraz agresif... Çoğu kişide bir boş vermişlik ve umursamazlık mevcut. İnsanlar bilmeden-istemeden, bazense isteyerek ve çekinmeden birbirlerini kırıp incitiyor. Benim oldum olası en çok yakındığım konu olan ötekeleştirmeyi de had safhaya çıkartmış durumdayız. “İnsan ayıpladığını yaşamadan ölmezmiş!”, bu sözü son zamanlarda çok düşünür oldum. İlk kez birkaç ay önce Ceylan F.'nin Facebook duvarında dikkatimi çekti bu ifade, araştırdım bazı ayetler buldum, özlü söz olarak yer aldığı farklı kaynaklar tespit ettim, geçenlerde okuduğum bir kitap ile de tekrar anımsadım bu sözü. İlginç olan kitabı aylar önce Ceylan Ç.'nin hediye etmiş olması ve kitaplığımda kendisine sıra gelmesini bekliyor oluşuydu. Hatırlamak ve üzerine kafa yormakla kalmadım, kitap aklımdaki soru işaretlerinin de pek çoğunu giderdi. Sadece bu konuda değil varoluş amacıma yönelik eksik parçaları yerli yerine oturttu. Birçok insanın fantezi olarak nitelendireceği kitap ufkunuzu açacak farklı bakış açıları barındırıyor. “Bir zihnin gelişmişliği, kabul edilemez olanı kabul etmesiyle ölçülür.” deniyor kitapta. “İşin içine duygularımız katarak inandığımız şeyler, bizim gerçeklerimiz haline gelirler.” yani “İnanç gerçeğin kendisini yaratır.” gibi saptamaları barındırıyor. Sonuç olarak başımıza gelen her şeyin bizim seçimimiz olduğunu savunuyor. Bir Makro Felsefe Klasiği – MS 2150 isimli kitabın yazarı Thea Alexander. Felsefe ile ilgilenen, yeni bakış açıları tanımak ve fantastik dünyalar keşfetmek isteyenlere tavsiye etmekteyim.
Engin Enginer
Ağustos 2011
Her İnsan Bir Kitap İnsanlarla iletişim kurabilmek gerçekten başka türlü bir sanat. Tanışılan her insan yeni bir kitap gibi geliyor bana. Kitabın ismi ve fiziksel nitelikleri gibi kişinin ismi ve dış görünüşü de karşımızdakine dair önizlenimlerimiz oluşmasında etkili oluyor. Bu önizlenimler ise çoğu zaman geçmişte okuduğumuz kitaplar ve tanıdığımız diğer insanlar sebebiyle önyargıları da beraberinde getiriyor. Her kitabın türü ve teması gibi bireylerin de karakter özellikleri mevcut. Yeni tanışma safhasını kitabın arka kapağını okumaya benzetiyorum. Az, öz ve başlangıç için temel bilgileri içeriyor. Bazen başkalarının o kitaptan edindiği deneyimlere yer veriyor. Yalnız herkes bilir; ne ismi, ne kapağı, ne kalınlığı, ne de görüntüsünün kalitesi size o kitabı anlatmaya yetmez. Kimi zaman görünüşüne aldandığınız kuşe kağıda bir kitabı okumak eziyet haline gelir, kimi zaman ise doğru düzgün kapağı ve önsözü bile olmayan saman kağıda bir kitap başucu kitabınız olur. Bitsin istemezsiniz, bitse bile defalarca başa dönüp yeniden okur ve her okuyuşunuzda yeni yanlarını keşfeder, yeni hazlar alırsınız. Aynı kitap herkesin elinde de aynı durmaz. Her okuyan kendi süzgecinden geçirerek irdelediği için farklı sonuçlar çıkartır. Kimilerinin dönüp yüzüne bakmadığı ya da okumaya başladıktan sonra sıkılarak bıraktığı kitaplar başkaları tarafından baş tacı edilir ve anlatıla anlatıla bitirilemez. Kitap kadar, okuyanın kişilik özellikleri de önemlidir. Kimisi kitabın kenarını dahi kıvırmaya kıyamaz, kimisi ise tabiri caizse haşatını çıkartır o kitabın, yeri gelir bardak altlığı olarak bile kullanır. Kimisi işaretlemeler yapıp üzerine küçük notlar alır; kendisine göre yeni ekler yapar, okuma sürecinde daha da zenginleştirir kitabı. Kitap değişir, gelişir, okuyucusuna göre yeniden şekillenir, yeri gelir kabuk değiştirir. Bazen bir kitap okursunuz ve hayatınız değişir. İronik olan ise okuduğunuz kitap sayısı arttıkça kolay kolay değişmez olursunuz.
Çünkü farklı bakış açıları tanırsınız ve bütünün içerisinde kendi ideolojinizi yaratmaya başlamışsınızdır. Okudukça daha çok okumak istersiniz. Sadece deneme, sadece polisiye-macera, sadece dini yayınlar, sadece bilimsel kitaplar okumak yalnızca bir alana odaklanmak karakterinizi de o açıda şekillendirir. Farklı görüşlerden uzak kalırsanız faklı bakış açıları ve farklı zevklerden de mahrum kalırsınız. Daha da fazla okumaya başlamak açlığınızı daha da artırır. Bu durumda 'cahillik erdemdir' sorunsalıyla karşı karşıya kalırız. Oysa hiç okumamak, günün birisinde nasılsa öleceğiz diye yaşamamaya benzer. Kuran-ı Kerim'de yer alan ilk emir OKU'dur. Tüm dini kitapları okuyup ateizmi seçen birisini yargılayan ve bunu kendi dininin kitabını dahi okumadan yapan birisinin bu bağnaz tutumundaki ironi de başka bir konudur. Çoğu zaman okumak zor gelir insanoğluna; okuyup anlamaya çalışmaktan çok anlaşılmayı bekler-durur. Oysa kendimizi dahi yeterince anlayamamışken başlarından bekleriz bunu. Kendi tavır ve tutumlarımız dahi yeri geldiğinde anlamlandıramazken okuduğumuz kitapları, tanıdığımız kişileri ne de çabuk eleştirmeye başlarız. Kolay kolay dönüp bakmayız kendimize, karşıdakini ötekileştirmek çok daha kolaydır. Kendimizden bile kaçarız çoğu zaman, iç hesaplaşmaya girmekten korkarız. Sizin için iyi olan nereden başlamaktır bilemem ama okuyun isterim. Herşeyin fazlası zararlıdır derler, doğrudur da ama çok okumaktan zarar görmüş insan tanımadım. (ki pek çoklarına oranla fazlasını tanıdım diyebiliriz.) "Tanıdığınız her insan bilmediğiniz bir şey biliyordur, gidip onu öğrenin." demiş düşünür. Önyargılarınızdan arınmaya çalışarak daha çok kitap okumanız, daha çok düşünmeniz ve daha çok iletişim kurmanız temennisiyle...
Engin Enginer
Eylül 2011
Sevginin Gücü Bu ay yazmayı bir türlü beceremedim. Defalarca yazıp, ardından sildim. İnsanların duyguğu bunca üzüntü ve sıkıntının arasında içimden hiçbir şey yazmak gelmedi. Duygu ve düşüncelerimi nasıl aktaracağımı bilemedim. Benim tek bildiğim: “Sevginin gücü, güç sevdasına üstün geldiğinde, dünya huzur bulacak.” "When the power of love overcomes the love of power, the world will know peace." Jimi Hendrix
Engin Enginer Ekim 2011
Ay Dede Evine doğru hızlı adımlarla ilerlerken rüzgarın serinliği yüzünü okşuyordu. Nefes almak için durdu. Epey yol yürümüştü ancak yokuş çıkmak yoruyordu artık, dizleri de eskisi kadar sağlam değildi. Havanın kokusunu içine çekerek başını gökyüzüne kaldırdı ve her zaman yaptığı gibi Ay'ın güzelliğini seyretti bir süre. Yine bir dolunay akşamı içi içine sığmıyor, düşünceden düşünceye atlıyor, zihninde kırk tilki dolaşıyordu. Acaba dolunayın var olduğunu bildiğinden psikolojik olarak mı enerjisinin arttığına inandırıyordu kendisini yoksa üzerinde gerçekten de bir etkisi var mıydı? Sürekli bunu sorgular dururdu. Astronomi ve astrolojiyle ilgilenirdi. Pekçoklarının zırva olarak nitelendirdiği şeyler aslında modern bilimin doğuşuna sebep olmuştu da kimsenin haberi yok diye düşünür, “öyle şeylere inanmam” diyenlere sadece bıyık altından gülümserdi. Elbette astrolojinin gazetelerdeki günlük fal ile ilgisi yoktu, savunduğu şey de bu değildi zaten, ama gezegen konumlarının bizi etkilediği tartışılmaz bir gerçekti. (Ah hele o Merkür yok muydu? Hep geri, hep geri. :) Ay'a ise küçüklükten beri özel bir ilgisi vardı. Tüm çocuklar gibi Ay Dede hikayeleri ile büyümüştü. Her dolunay zamanı oldum olası kendisini sebepsiz yere daha mutlu hissederdi. Dakikalarca gözyüzündeki o parlaklığa bakarken içi huzur doluyordu. İlköğrenimde okuduğu Bilim&Teknik dergilerinden öğrenmişti, ayın sadece tek bir yüzünü görebildiğimizi. Bize güneşin ışığını yansıtan parlak alan ve hiç görmediğimiz karanlık bölge olmak üzere ikiye ayrılıyordu ay yüzeyi. Çünkü kendi etrafındaki dönüş süresi ile dünya etrafındaki dönüş süresi eşit ve 28 gün idi. Üstelik bahsi geçen periyot kadınların muayyen dönemlerini de belirlemekteydi. Zaten Ay'ın hareketleriyle gel-git'ler yaşanıyor ve dünya üzerindeki tüm su kütlesi yer değiştiriyorken vücudunun üçte ikisi su olan bizler bu durumdan nasıl olur da etkilenmezdik. Durup birkaç saniye içinde yine neler düşünmüştü diye düşündü ve gülümsedi kendisine. Etrafına bakındı, neyse ki kimseler yoktu. Ağır adımlar ile yola devam etti...
Engin Enginer
Kasım 2011
Bir e-Derginin Hikayesi Zaman su misali... EnginDergi'nin 3. yaşını kutladığımız şu günlerde sizlere derginin hikayesini aktarmak istedim. Zamanı verimli değerlendirebilme adına 2008 yılında hayata geçirmek üzere farklı projelere kafa yorarken, Dokuz Eylül Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, öğrenci topluluğu olan Kariyer ve Yönetim Kulübü organizasyonu “Kariyer Kongresi'08”de yıllar sonra saygıdeğer hocam İsmail Karasu ile bir araya geldik. Eğitim sonrası sohbetimizde beraber çalışmaya dair yaptığı teklif beni onurlandırsa da içerisinde bulunduğum şartlardan ötürü bunu kibarca geri çevirmek durumunda kaldım. Eğitimin ardından ertesi gün evimde uyandığımda, elimi yüzümü yıkarken “ben bunu zaten yapıyorum” dedim kendi kendime. Zaman içerisinde çevremdeki insanlarla gerçekleştirdiğim sohbetlerde ve e-posta grupları aracılığı ile pek çok hikaye paylaşmış, sosyal ağlar üzerinde oluşturduğum gruplar ile geniş kitlelere hitap eden ortamlarda organize olunmasını sağlamış ve kendimi insanların farkındalıklarını artırmaya adamış birisi olarak; neden tüm bunları daha derli toplu bir çatı altında bir araya getirerek daha fazla insanın faydalanmasına olanak tanımıyorum, diye düşünmeye başladım. O döneme kadar yaptığım paylaşımların yanı sıra elimin altında biriktirdiğim geniş bir arşivim mevcut idi. Farklı hikayeler, kendi yazdığım yazı ve şiirler, pratik bilgiler vb. pek çok veri. Geniş kapsamlı öğeleri barındıran bir yapı olacağı için de “derleme” eyleminden “dergi” kelimesine ulaşıp EnginDergi adını verdiğim proje üzerinde çalışmalar yapmaya başladım. Tarih: 23.12.2008 Öncelikle hikayeler, yazılarım, kitap tavsiyeleri, film önerileri, pratik bilgiler, İngilizce kelimeler ve daha pek çok paylaşım içeren bir yapıyı nasıl paylaşabilirim üzerine düşündüm ve Word programı aracılığı ile hazırlıklara başladım. Sonraki 10 günlük süreçte bu paylaşım PDF formatına, sonraki ay da Flash destekli bir e-dergi'ye dönüştü.
Hazırlanan ortalama 25-30 sayfalık yayını İnternet üzerinden insanlara aktarmanın en kolay yolu bir web sitesi açmak olduğundan enginenginer.com 'u hayata geçirerek EnginDergi'yi de enginenginer.com/engindergi altında yayınlamaya başladım. Bu süreçte neye, nereden, nasıl başlayacağıma dair web üzerinden ulaşarak sorularıma yanıt aldığım kişi sanal alemin popüler kişilerinden olan Sunipeyk idir. Sadece takip ettiğim bir blog olduğu için iletişim bölümündeki formu doldurarak temel bazı sorular yöneltip aldığım yanıtlara göre çalışmalara başladım. Çünkü sıfırdan başlayan birisi için hangi sistem kullanılmalı, domain&hosting nereden alınmalı vb. konular tamamen yabancı gelmekteydi. Arkadaşlarım Süleyman ve Kadir'in de destekleriyle projenin temelleri atılmış oldu. (Not: İlk günden bu yana Niobeweb ile çalışıyor ve oluşturduğum sitelerde Wordpress altyapısını kullanıyorum.)
İlk yıl www.enginenginder.com/engindergi altında faaliyet gösteren EnginDergi, -hatta o dönemde soyimimden ötürü ENGiNdERgi olarak kaleme alıyordum- gün geçtikçe değişti ve ilgi alanlarım doğrultusunda kendimi gerçekleştirmeme vesile olacak ürünler ortaya çıkmasına aracı oldu. Aldığım olumlu geribildirimler de gösteriyordu ki pek çok kişinin severek takip ettiği bir yapı oluşturmuştum ve bu durum beni çok daha mutlu ediyordu. Zaman geçtikçe her ay düzenli olarak 25-30 sayfalık bir yayın hazırlamak yorucu olmaya başladı. 8 ayın sonunda kendimi tekrarlıyor olma sürecine geçişim de verimliliği azaltacağından, yeni ne yapılabilir düşüncesine gömüldüğüm bir dönemdi. EnginDergi'yi daha ilk günden beri destekleyen “Simsiyah”, bir arkadaşı ile birlikte ZiyanZebil isminde bir projeye kalkışıp yazılarını Word aracılığı ile eposta adreslerine gönderdikleri ilk ay, onlara teknik olarak nasıl destek verebilirim düşüncesiyle harekete geçtim. Bu adım ENGiNdERgi 'den EnginDergi'ye geçişin tohumunu atmış oldu.
2009 yılı içerisinde hazırladığım 9 sayıda, her ay bir misafir yazarın yazısına yer verdiğim için çevremde okumaya düşkün ve yazmaya merakı olan insanların varlığından haberdar olmuştum. 06-09 Kasım 2009 tarihli İstanbul seyahatimde Simsiyah ve Sinem Yavaş ile gerçekletirdiğimiz toplantı sonrası birlikte bir projeye adım atma kararı aldık ve isim olarak da hem 10 aylık geçmişinin bulunuyor oluşu, hem de kelime anlamıyla amacımıza hizmet edeceği için EnginDergi ile devam etmeyi uygun gördük. Sonraki bir ay içerisinde çevremde zaman, motivasyon, teknik bilgi vb. gibi eksiklikler nedeni ile yazmak istediği halde yazamayan insanlara ulaşıp bu proje içerisinde yer alıp almak istemediklerini sorarak bir grup oluşturmaya başladım. Aralığın son haftası yazılar toplandı ve Ocak 2010 itibariyle ilk sayımızı yayına aldık. İlk başladığımızda önce dergiyi yayına alıp ardından ay sonunda yazıları arşivleme amaçlı siteye aktarıyorduk; ancak süreç içerisinde edinilen deneyim ve gerçekleştirilen toplantı ve istişareler sonrasında önce toplanan yazıların sisteme aktarılması, ardından da yazıların derlenip düzenlenerek ay sonuna doğru ilgili aya ait edergi'nin yayına alınması şekline dönüştürdük. Geride bıraktığımız 2 yıl içerisinde 50'dan fazla kişinin yazdığı EnginDergi'de 300'den fazla yazı yer aldı. Binlerce okura ulaştık. En önem verdiğim misyonlarımdan olan okuma, yazma ve paylaşmaya teşvik konusunda böylesi sonuçlar elde etmiş olmaktan dolayı duyduğum memnuniyet başka hiçbir konuyla kıyas kabul edemeyecek derecede yüksek. Sırada geride bıraktığımız 3 yıl içerisinde e-dergide yer alan yazılardan oluşan bir basılı yayın çıkartma projemiz var. Bakalım zaman ne gibi güzellikleri beraberinde getirecek. Bizi takibe devam edin...
Engin Enginer Aralık 2011
Kullanım Kılavuzu Aşağıda bundan 3 sene önce kaleme aldığım bir yazıdan kesitler iletip, günümüze uyarlamak için de ekler yaparak sizlerle paylaşacağım. O dönem e-posta aracılığı ile yayılan spam gönderiler günümüzün popüler sosyal medya aracı olan Facebook üzerine kaymış durumda. Internet'te istenmeyen e-posta, yığın ileti, junk mail gibi isimlendirilen spam mail; aynı mesajın fazlaca miktarda, bu mesajı almak istemeyen kişilere zorlayıcı nitelikte gönderilmesi olarak ifade edilebilir. Örnek vermek gerekirse; "Bu mesajı şu kadar kişiye gönderirseniz dileğiniz gerçek olacak", "Bu mesajı X kişiye yollarsanız Y kurumu size Z kadar para verecek", "Bu sitede değerlerimize hakaret vardır, birkaç bin kişi şikayet edince site kapanacaktır" gibi mesajların gerçekle alakası yoktur ve Spam mail olarak adlandırılırlar. Hatta bir ara msn paralı olacak epostaları vardı ki; o msn adamının renk değiştireceğine herkes mi inanır! Gelen e-postalara cevap yazdığımda aldığım yanıt çoğunlukla "öyle olmadığını biliyorum ama ya olursa diye göndermekte de bir zarar görmedim" idi. Birisinden gelen bir mesajı başka birilerine göndermekle böyle bir hizmetten faydalanacağına inanmak ne kadar akıl karı anlayamıyorum. Geçen gün [2009 yılında] Türkiye'nin 2012 olimpiyatlarına katılımıyla ilgili düzenlenmiş bir ankete davet mesajı aldım. Anket 2006 yılında düzenlenip birkaç hafta sürmüş ve olimpiyatların Londra'da gerçekleşeceği belirlenmiş ama biz yıllardır iletip duruyor ve dahası ankette başı çekiyoruz! Trajikomik... Böylesi başka bir paylaşım da Hacettepe Üniversitesinin tekerlekli sandalye dağıttığı hakkında. Sandalyeler depoda çürüyecekmiş, kendilerine ulaşılmasını bekliyorlarmış. Küçük bir araştırma yaptım, yok böyle birşey! Sekreteryadaki görevli çıldırmak üzereymiş, bu durumla ilgili haberler bile yapılmış.
[Yeri gelmişken, mavi kapak toplama kampanyasından haberdarsınızdır. 250 kg kapağın karşılığında bir tekerlekli sandalye verilen bir sosyal yardımlaşma projesi olması gerçekten üzücü. 250 kilo kapağa 1 tekerlekli sandalye. Diğer taraftan hiç olmamasından da iyidir elbet.] Ama daha da kötüsü var... Geçen hafta gelen, hem de öyle 1-2 değil onlarca arkadaşımdan gelen bir mesaj. Ege bebek hakkında. Uygun kemik iliği aranıyor ve bu mesajı yayalım deniyor. Küçük bir araştırma yaptım ve ne yazık ki Ege bebeği geçtiğimiz yaz kaybettiğimizi öğrendim. Ailesinin durumunu düşünebiliyor musunuz? [Aynı şekilde Facebook aracılığı ile kan arayışı ile ilgili paylaşımlarda bulunuluyor, güzel bir amaca hizmet ediyor oluşu hoş, ancak keşke tüm paylaşımlara tarih eklense de paylaşımlar daha sağlıklı gerçekleştirilmiş olsa.] Elektronik postalar aracılığı ile yürütülen imza kampanyaları [kurum ve kuruluşların web sayfası aracılığı ile yaptığı imza kampanyaları bu grupta yer almıyor], Microsoft tarafından takip edildiği ve belirli bir rakama ulaşınca birilerine yardım yapılacağı, chain letter denilen zincir e-postalar, sinemadaki iğneden AIDS kapan veya küvette uyanan ve böbreği çalınan gencin hikayesi gibi mesajlar asılsızdır ve spam'e hizmet etmektedir. Bu tarzdaki paylaşımlar çoğunlukla gerçek değildir ve gaye, sen bu tür paylaşımları yaydıkça üzerinde toplanan e-posta adreslerinin daha sonra pazarlanmasıdır. [Günümüzde kendi paylaşımının yayılması ile ego tatmini vb. unsurlar da devreye girmiştir. Yahut tıklanan bağlantılar aracılığı ile 3. kişiler reklam geliri elde etmektedir.] Yakın bir geçmişe kadar posta kutumuza eskisi gibi mektup ve kartpostalların yerine sürekli faturaların ve kredi kartı ekstrelerinin geliyor olmasından yakınırdık, teknolojiyle birlikte bu durum Internet ortamına taşındı. Artık herkesin birden fazla e-posta adresi var. Site üyelikleri için başka, arkadaşlar için başka, iş için başka, orası için burası için başka e-posta adresi kullanıyoruz. Afedersiniz ama yattığımız yerde yiyip içip sonra da oraya pisliyoruz, ardından da pislik içinde yaşadığımız için söyleniyoruz. Arkadaşlarıma attığım
e-postalara yanıt alamıyorum! Neden? Çünkü birçok kişinin gelen kutusunda yüzlerce e-posta birikmiş ve vakit ayırıp ilgilenemiyormuş... [Bu durum e-posta'nın yerini Facebook mesajlaşma sisteminin alması ile geride kaldı. Artık e-posta yerine Facebook paylaşımları ile iletişim kurulur oldu.] Gerçi sen burada belirtilen türde mesajlardan zaten hiçbirisini atmıyorsun. Senin attıkların zararsız, komik yazılar, karikatürler ve üstelik sadece kendi arkadaş çevrenden bir kaç kişiye gönderiyorsun. İşte! Aslında kontrolsüz olarak yapılan tüm bu paylaşımların da spam gönderilerden hiçbir farkı yok. [Facebook kullanım oranının artıp e-posta kullanım oranının azalması ile birlikte bu konudaki sıkıntılar büyük ölçüde azalmış durumda. Ancak bu sefer de alt kısımda dile getirdiğim başka sıkıntılar doğmakta.] Sonuçta bu kişiler benim e-posta adresimi nereden buluyor dediğin hiç mi olmadı! Peki bundan kurtulmanın yolu yok mu? Elbette var. Yapman gereken e-posta gönderirken, birden fazla kişiye gönderiyorsan adresleri to(kime) kısmı yerine bcc(gizli) kısmına yazmak, işte bu kadar. Unutma, sen de İnternet zincirinin bir halkasısın ve bu zincirin daha kaliteli ve güvenli olması için üzerine düşen görevi yapmalısın... İşte bu noktada bir takım ekler yapmak gerekiyor. Öncelikle apps.facebook ile başlayan ve adına uygulama denilen çalışmalar Facebook haricinde de geliştirilip sisteme entegre edilebilmekte. O yüzden sistemde dolaşırken tıkladığınız bir bağlantı eğer sizden uygulamayı çalıştırmak için izin istiyorsa o uygulamanın gerçekten güvenilir olduğuna emin olmalısınız. Çünkü uygulamalara izin vermeniz o uygulama sahiplerine sizin hesabınıza belirli açılardan erişim hakkı tanır. Son günlerde Facebook hesabı aracılığı ile Diş Beyazlatma, Zayıflama, Saç Dökülmesi sorunu vb. reklamlara ve pornografik paylaşımlara istemsizce alet olanlarınız varsa bunun nedeni olup olmadık linklere tıklamak ve uygulamalara gelişigüzel
izin vermektir. İzin verdiğiniz uygulamaları gözden geçirmek ve iptal etmek için menüden, Hesap ayarları > Uygulama ayarları sekmesini seçmeniz gerekmektedir. Başka bir sıkıntı da “Oyunlar”. Herkes gelen oyun davetlerinden yılmış durumda olduğundan değinmeden geçemedim. Gelen herhangi bir oyun/uygulama davetinde davetin üzerine geldiğinizde sağ üst köşede çıkan çarpı (x) işaretine bastığınızda “... uygulamasını engelle” seçeneğini seçerek bir daha o oyun/uygulama ile ilgili olarak rahatsız edilmemeyi garantilemiş olursunuz. Teknik olarak bunu yapabilmek iki dakika sürüyorken agresif tutumlar sergileyerek “bana oyun daveti göndermeyin” diye başkalarına kızıyorsunuz... Aslında kendi kapımızın önündeki kar dururken başkasının çatısındaki kardan şikayet etmesek de biraz çaba göstersek. Birazcık okusak, araştırsak, sadece biraz. Her alanda olduğu gibi teknolojinin nimetlerinden de faydalanmak, kullanım alanlarına göre şekillenmektedir. Eğer bu güzelliklerden yararlanmak istiyorsak en azından kullanımlarına dair bilgi edinmeliyiz. Pek çok insana göre ben “bilgili” birisiyim ve bunun nedeni herkesin düşündüğü gibi çok fazla kitap, gazete, dergi okuyor olmam değil, benim sırrım her şeyin “kullanım kılavuzu”nu okuyor olmamda saklı... İnsanlar üşenerek kullandıkları şeylerin nasıl kullanıldığını bilmediğinden verim alamaz, sonrasında da suçu başka unsurlara atarlar. Suçlama huyumuzdan vazgeçip okuyup, araştırarak kendimiz ve çevremiz için yapıcı çözümler oluşturmaya çalışmamız temennisiyle...
Engin Enginer Ocak 2012
Misafirhane Farkındalık kavramı bambaşka bir olgu. Öncesinde Algıda Algısızlık yazımda da nispeten değindim bu konuya. Okumak gerçekten önemli. Okuma alışkınlığı olmayan insanlar neler kaçırdıklarını bir bilseler... Farkındalığa sahip olmak pek de kolay olmadığı gibi; aşamaları da mevcut. Siz farkındalık sahibi birisi olarak doğru yolda gittiğinizi düşünürken, aslında yolun olmadığını farketmeyebiliyorsunuz bile. Üstelik yalnızca farkındalık sahibi olmak da uygulamaya geçmek için yeterli değil. En basit örneği; sigaranın zararlarını en iyi bilen meslek grubu olan hekimlerimizin ne yazık ki büyük çoğunluğunun sigara kullanıyor oluşu. Oysa biz farkındalıklarımızı artırmak yerine çoğunlukla kulp uydurmayı tercih ediyoruz. “Sigara içmek zararlıdır biliyorum ama ...” ile başlayan cümleler peşi sıra geliyor. Din, siyaset, insan ilişkileri, zararlı alışkanlıklar, konu her ne olursa olsun; kişi yapmak istedikleri doğrultusunda kuralları esnetip kendisine göre uyarlayabiliyor. Günlük hayatımızda sıklıkla karşılaşabiliyoruz bu durumla. Siz yüzde yüz haklı olduğunuz halde kazanan karşı taraf oluyor. Bunu sağlayan şey ise o konuda karşı tarafın farkındalığının sizinkisinden fazla oluşu denebilir. Kazanmasını sağlayan; daha farklı açılardan bakmayı başarabilmesi veya sandığınızın aksine gerçekten de haksız olmanız olabilir. Şimdi gelelim bir sonraki aşamaya; aslında özünde haklılık veya haksızlık, doğru veya yanlış olma diye bir durum da yok. Ne demiş Mevlana; “Yanlış ve doğru davranmayla ilgili fikirlerin ötesinde bir yer var. Seninle orada buluşacağım.” Yargısız olabilmeyi başarabilmek önemli, önemli olduğu kadar da zorlu bir süreç. Günlük yaşantımızda olaylara farklı açılardan bakmayı denediğimizde önyargıların günümüzü ne kadar da zorlaştırdığını daha iyi göreceğiz.
Ben, bizzat ciddi önyargıları olan ve dünyaya eleştirel gözlerle bakan birisi olarak farkındalık sahibi olma sürecinde geçtiğim aşamaları düşündüğümde hayrete düşüyorum, ki farkındalık artıkça inanın sizi şaşırtacak durumlar gittikçe azalıyor. Yaşam zaten yeterince zor, neden insanlar el ele verip hayatı kolaylaştırmaya çabalayacaklarına diğerlerine önyargıyla yaklaşarak bazı şeyleri daha da zorlaştırıyorlar ki... Lütfen 'ama' içeren cümleleri azaltmaya, kendimiz ve çevremiz için hayatı kolaylaştırmaya çalışalım. Unutmayın, iyilik karşılık beklenmeyen bir tutumdur. İnanın eğer gerçekten yüreğinizden gelerek yaparsanız verdiğinizden fazlasını alacaksınız.
Engin Enginer
Şubat 2012
Misafirhane İnsan kısmı bir misafirhane, Her sabah yeni birisi gelir. Bir sevinç, bir bunalım, bir zalimlik, Aniden farkına varmak bir şeyin, Hepsi beklenmedik misafir. Hepsini karşılayıp eyle! Evini vahşetle süpürüp, Bütün mobilyalarını boşaltan Bir kederler kalabalığı bile gelse. Her geleni alnının akıyla misafir et. Olur ki yeni bir zevk getirmek için Boşalttılar evini. Karanlık düşünce, utanç ve garez, Hepsini gülerek karşıla kapıda Ve buyur et içeri. Minnettar ol her gelene Kim gelirse gelsin. Çünkü bunların her birisi Öte taraftan bir kılavuz Olarak gönderildi. Mevlana
Çalışmanın Keyfi En son ne zaman gerçekten istediğiniz için kalktınız yataktan? Dahası her gün yataktan niye kalkıyorsunuz? Bunun için sizi motive edip güdüleyen ne? Sorumluluklardan, zorunluluklardan bahsetmiyorum; sizi bıraksalar yataktan niye kalkarsınız? Ne acayip şey şu insan psikolojisi... Herhangi bir olgunun ruh halinizi ve dolayısıyla fiziksel durumunuzu değiştirebilmesi için; başınıza, hatta sadece aklınıza bile gelmesi yeterli. Adrenalin, seratonin vb. hormonlar, fiziksel, zihinsel ve ruhsal bütünün çalışma mekanizması hayranlık uyandırıcı bir yapıda. Durup düşününce ne de çok değişken var... Mevsim geçişleri; alıştığımız bir şeyden kopartıldığımızda, çevresel faktörler değişim gösterdiğinde ne de çabuk etkileniyoruz. Yazın plajda güneşlenip denize girdiğinizi düşünün, hemen ardından da yağmurlu bir sonbahar günü pencere önünde kahvenizi yudumladığınızdaki melankolizmi... Yaşattığı duygu durum değişikliğinin tadına bakın. (Unutmadan; Ağustos böceği ve karıncanın hikayesini bilirsiniz ama Sunay Akın'dan dinlemediyseniz gerçekten biliyor sayılmazsınız.*) İçsel, çevresel faktörler vb. bir çok etmen sonucunda gün geçtikçe yeniden şekillenen şartlara uyum göstererek dengeyi sağlamak zor zanaat. Darwin de 'evrim teorisi'nde aslında tam olarak güçlü olanın değil, çevreye uyum sağlama yeteneği olanın kalıcılığına dem vurmaktadır. Bir çok kavramın göreceli olduğu sosyal ilişkilerde bunu sağlamak ise ayrı bir uzmanlık alanı. İşte bu noktada da Kolay Gele* isimli yazımdaki mevzular gündeme geliyor. İnsanoğlu soyal bir varlık ve tek başına yapamaz! Bu yüzden mutlu olmak için dengeyi gözetmek zorundayız.
Bir çok insan emekliliğin hayalini kurarak yaşar ama emekli olduğunda boşluğa düşüp bunalıma girer, üstelik o her gün şikayet ettiği işine dönmek ister. İşsiz kesim bu duyguyla daha erken tanışıyor diyebiliriz. Değişikliğe ayak uydurmak gibi boş durmak da gerçekten zor. Dediğim gibi; “Bazı insanları ancak çalışmak dinlendirir.”
Başa dönelim; ben niye uyanıyorum, yeni günden ne bekliyorum? Bunu ne zaman düşünsem aklıma Kadir Çöpdemir'in geçtiğimiz yıllarda haber kanallarından birisinde Kurban Bayramı dolayısıyla yaptığı röportaj gelmekte aklıma. Kadir Çöpdemir mikrofonu kurbanlık deveye uzatıp (evet deveye:) – K.Ç.: Sizinkisi de hayat mı, doğ, büyü, sonra kesip yesinler. – Deve: Ne yapalım ağabey, kaderimizde bu var, hem boşuna değil, hayra vesile oluyoruz. – K.Ç.: Peki ya bu sene satılıp kesilmezsen ne yapacaksın? – Deve: Fransa'ya dil eğitimine gitmeyi düşünüyorum. – K.Ç.: Nasıl yani? E, bu sene olmasa seneye bayramda satılıp kesileceksin... – Deve: Ne yani ağabey, öleceğiz diye kendimizi geliştirmeyelim mi? Öyle ya, öleceğiz diye kendimizi geliştirmeyelim mi? Engin Enginer Mart 2012 * Sunay Akın - Bir 'kış kış' masalı * “Kolay Gele” isimli yazımı EnginDergi'nin 2010 Eylül'de yayınlanan dokuzuncu sayısında okuyabilirsiniz. Not: Ernie J. Zelinski'e ait Çalışma(ma)'nın Keyfi isimli kitabı okumanızı da tavsiye ederim.
Enkarne Kalabalık bir alışveriş merkezinde olduğuydu son hatırladığı. Dolaşırken ortalıkta çığlık çığlığa koşuşanların yüz ifadelerindeki dehşeti görünce irkildi. İnsanların geldiği yöne doğru ilerledi ve eli bıçaklı adamın bir genç kızı rehin alarak etrafa korku saçışına tanık oldu. Aynı filmlerdeki gibi zaman yavaşladı sanki. Ağır adımlarla karşısındaki adama doğru ilerledi. Hangi sebeple böyle davrandığını bilmiyordu ama birisinin zarar göreceği muhakkaktı. Güvenlik görevlileri mesafeyi koruyor ve müdahale etmekten çekiniyorlardı. Ne ara hamle yaptı ve bıçak tutan eli bileğinden kavradı kendisi de bilmiyordu. Yaşanan arbedede kız adamın kolları arasından kurtulmuştu. Ama zaman yeniden akmaya başladığında yere düşen kanlı bıçağı gördü. Güvenlik adamı yaka paça yakaladığı esnada; bir dakika, neler oluyordu? Yere yığılmış ve her yer kararmıştı. Ölmüş müydü yoksa! Hayatı filmlerde olduğu gibi gözünün önünden falan geçmemişti, her şey bir anda olup bitmişti. Hayır ölemezdi, şimdi olmazdı. Daha yapması gereken onca şey varken, çalışmalarını sonuca ulaştırmak üzereyken tüm bunları geride bırakamazdı. Hiç de anlatıldığı gibi parlak bir ışık görmemişti. Ameliyathane masasına benzeyen ama musalla taşı soğukluğunda sert bir zeminde uzanıyordu. Doğruldu. Hiçbir şey hissetmiyordu. Kabullenmek istemese de, ölmüştü! Etrafta bıçak üzerinde gördüğü gibi bir kan kızıllığı vuku buldu. Derinden gelen, ne olduğu anlaşılamayan fısıltılar işitiyordu. Duyuyor ama anlamıyordu, yoksa duymuyor da zihniyle mi algılıyordu. Hem ölü birisi nasıl duyuyor olabilirdi ki... Hayır dedi, olmaz, ölemem ben. Üstelik de sonuca bu denli yakınken. Yapılması gereken işleri bitirmeden olmazdı. Yine o his... Peki. Madem öyle, madem dönmek istiyorsun... Evet, evet istiyorum, kısa bir süreliğine de olsa. Yarım kalan işlerimi tamamlamalı, dünyayı daha iyi bir yer kılmak için görevimi yerine getirmeliyim. Ancak öyle huzur bulup ölebilirim. Kendim için değil, insanlık için istiyorum bunu, yapmam gerekenleri yapmalıyım. Yan tarafta pembemsi, dar ve yuvarlak bir kapı belirdi. Oraya doğru
çekildiğini hissetti. Yüzme havuzlarındaki kapalı su kaydırakları gibi bir oluktan aşağı doğru kayıyordu. Hayır, dedi; yeniden, sil baştan olmaz. Kaldığı yerden devam etmeliydi. Ancak bedeni ölmüştü ve geri dönmenin tek yolu buydu. İlginç ve bir o kadar da sancılı bir süreç yaşıyordu, olanlara anlam veremiyordu. O ıslak oluktan kayıp düştüğü boşluk dar bir akvaryum gibiydi ve hareket etmesini engelliyordu. Nefesini tuttu, tuttu... Artık dayanamayacağı an ise, nefes almasına gerek olmadığını farketti. Evet, gerçekten de ana rahmindeydi. Çoğunlukla kendinde değildi. Sürekli uyuyor oluşu iyiydi aslında. Uyanık olduğunda kendisini bu kapalı yerde hiç de rahat hissetmiyor, sürekli başına neler geldiğini idrak etmeye çalışıyor, geçireceği evreleri, aynı birikimleri elde etmek için geçecek zamanı, sil baştan başlaması gerektiğini düşünüyor ve bunalıyordu. Nasıl olacaktı. Her şeyi unutacaktı. Unutup yeniden öğrenecek ve yarım bıraktığı işi tamamlayacaktı. Sahi neydi o... Bu sefer gerçekten de boğuluyor olduğunu hissetti. Canı yanıyordu. Sonra çekip aldılar onu oradan. Bir anda boşlukta buldu kendisini. Ciğerleri ilk kez havayla, gözleri ışıkla tanıştı... ***
Ciğerleri ilk kez havayla, gözleri ışıkla tanışmıştı. Yine yandı canı, ağladı... Hissettiği acı yetmiyormuş gibi kundaklamış ve eklemlerini hareketsiz kılmışlardı. Oldum olası sıkıntıya gelemezdi zaten. Oldum olası?! Hayatı sanki kameranın arkasından seyrediyormuş gibi buğuluydu heryer. Sık sık kendini kaybediyor ve sonra yeniden açıyordu gözlerini. Sanki şizofren birisi gibi bilinçli olarak orada olduğunu hissettiği anlar pek fazla değildi. Geçmişe dair tüm anıları uçup gitmişti. Hatırladıkları parça parça, rüyaydaymış gibi bölük pörçüktü. Kafasını toparlayamıyor, bu da kendisini kötü hissettiriyordu. En iyisi unutmaya çalışmak ve akışına bırakmaktı galiba. Unuttu. Yıllar yılları kovaladı... Bazen bir koku, bir görüntü, bir ses önceki hayatını anımsatıyorsa da aldırmıyordu. Sorgulamaya başlarsa çıldırmaktan korkuyordu. Zaten kimseye anlatamazdı da. Bir gün bir kitapta okuduğu iki kelime derinden sarstı onu: “Öğrenmek hatırlamaktır.” En başından beri öyleydi. Okul hayatı boyunca sanki bildiği şeyleri yeniden keşfediyormuş hissine kapılması, hayatı sanki tekrar ediyormuşçasına bir rüyadaymış gibi yaşıyor oluşu bundandı demek. Daha fazla okudu. Zaman geçtikçe biriken bilgiler yeni kapılar açtı, unuttuklarını parça parça da olsa hatırlamaya başladı. Nasıl böyle olduğunu, ne yapacağını bilmediği, anımsamadığı halde yapbozun parçalarının birleşeceği günü sabırla beklemeye karar verdi. Artık en azından tutunabileceği bir amacı vardı. Ne yapacaktı, tamamlaması gereken iş neydi en ufak bir fikri bile yoktu ama uygun şartlar oluştuğunda hazır olmalıydı. Bunun için daha çok çalışacak ve kendisini geliştirecekti. Bu hayatında geçirdiği yıllar içerisinde başına gelen tüm olumsuzluklar ve içinde bulunduğu sıkıntılar o an anlamını yitirmişti. Biliyordu ki, olması gereken yerde ve zamanda yapılması gerekeni yapacak ve huzur içinde dünyaya -yeniden- veda edecekti.
Engin Enginer Nisan 2012
İstikrar Her öğrenci yeni eğitim-öğretim dönemine büyük bir şevk ile başlar. 'Bu sene düzenli çalışacağım, sınav dönemi sıkışmayacağım.' ifadesini muhakkak kullanmışsınızdır. İster ilk ister yüksek okulda olun, yeni defterler alınır, sene başında özenle not tutma gayretinde bulunulur. Ne yazık ki bu heyecan dolu motivasyon süreci kısa bir zaman sonra sekteye uğrar. Yazılar özensizleşir, kendi kendine verilen sözler unutulur. Başarılı öğrencilere baktığınızda çoğunlukla çalışma motivasyonunu istikrarlı bir biçimde sürdürmekte olduklarını görürsünüz. Bu durum yalnızca öğrencilik hayatında değil, yaşamın her alanı ve döneminde geçerlidir. Yaptığınız iş her ne olursa olsun o konuya dair motivasyonunuzu ve azminizi yitirmediğiniz ölçüde istediklerinizi elde edebilirsiniz. Bu konuda ne de güzel bir özdeyişimiz var; "Damlayan su taşı deler; taşı delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir." Pek çok insan kendisini heyecanlandıran bir işe tabir-i caizse balıklama dalar. Yalnız yeteri kadar güdülenme olmadığında belirli bir sürenin ardından yitirilen heyecan ile birlikte işi sürdürmeye dair türlü içsel bahanelerin üretimi de beraberinde gelmeye başlar. Bu süreçte, sizi içten veya dıştan güdüleyen herhangi bir unsur olmadığında kalkıştığınız iş sekteye uğramaya mahkumdur. Örneğin; bir çoğunuz İngilizce öğrenmeyi istediği halde 'yeteri' ölçüde başaramamaktadır. Oysa işin aslı konuda yeterli dürtüye sahip olmamanızdır. Siz aslında İngilizce öğrenmek değil 'bilmek' istiyorsunuz. İngilizce bilmenin getireceği artılardan faydalanmak için İngilizce bilmek istiyor ama öğrenmek için yapılması gereken çalışma için yeterli motivasyonun istikrarını sağlayamıyorsunuz. Bu durum bir müzik aleti çalmaktan tutun da imrendiğiniz ve muktedir olmak istediğiniz herhangi bir konu için de böyledir. Yaptığınız şeyleri başkalarının beğenisini kazanmaktan çok size keyif verdiği için yapın. Diğeri kalıcı mutluluk sağlamayacaktır. Aslında
mühim olan anlık heyecan duyulan işlerden çok bizi gerçekten mutlu edeceğini hissettiğimiz ve yürekten inandığımız işleri bulup ona odaklanmaktır. Bunu yaptığımız takdirde başarı kendiliğinden gelecek ve yaşam daha çok keyif vermeye başlayacaktır. "Mühim olan çokluk değil, sıklıktır." Engin Enginer Sevgiyle kalın.
Engin Enginer Mayıs 2012
Devam edecek...