engindergi-s01

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2010 - Say覺: 01


İçerik; Sy.03) Tanıtım Sy.04) Bakış Acısı – Engin Enginer Sy.05) Siyah – Önder Boynudelik Sy.06) Hızla Geçtin Gittin Hayatımdan – Sezin Dirier Sy.07) Teknoloji Kültürü – Kadir Kırda Sy.08) E-Katılım Olmadan E-Devlet Mümkün mü? – Ahmet Batat Sy.11) Babam için... – Öz'lem Eker Sy.12) İde Dağı – Simsiyah Sy.14) Esersiz Portrem / Yeşil Gözlü Çocuk / Annem – Bora Eke Sy.17) Korkuyorum – Dilşah Kalkan Sy.18) Sonbahar Kışa Yakındır – Ahmet Davut Çetinkaya Sy.19) Yap-Boz – Mesut Öztürk Sy.20) Huzur Dediğin Nedir ki? – Elif Yıldız Sy.22) Mevzu Bahsine Dikiz – Tınaz Çokkeskin Sy.23) Olası Rusya-Türkiye Gerginliği / İçki Masasında Sevgiliye Mesaj Atmak – Sertaç Girgin Sy.24) Mars, Venüs, Kızıl ve Biraz da Çilek – Yunus Baran


Merhaba Sevgili Dostlar, Steve Jobs'ın da dediği gibi, yaşamımızda geriye doğru baktığımızda noktaların nasıl birleştiğini daha net görebiliyoruz. Her daim dile getirdiğim "bilgi paylaşıldıkça büyür! (mutluluk da öyle…)" sözünden esin aldığım projeme ilgi gösteren ve bu oluşuma destek verenlere teşekkür ederim. Bir çok insanın okul/iş yaşantısı veyahut benzeri nedenlerle vakit ayıramadıkları içsel yolculuğa çıkmak için sık imkân bulmaktayım. Hayata dair sorgulama sürecinde edindiğim deneyim ve yaşam sevincimi, yaşantım boyunca zaman zaman farklı şekillerde çevremle paylaşıyor olmaktan keyif alıyorum. Bununla birlikte çeşitli oluşum ve derneklerle de hem öğrencilere hem de sağlık sorunu olan insanlara elimden geldiğince destekte ve yardımda bulunmayı sürdürmekteyim. 2008 yılında tohumları atılan e-dergi projesi yeni açılımlara gebeydi ve bir çok yeni kazanım sağlamama vesile oldu. Bir yandan içerik bir yandan da biçim ile ilgili araştırmayı keyif alarak yaptım. (İnsanın sevdiği işi yapması kadar mutluluk verici bir şey var mıdır ki…) Bu güne dek gerçekleştirmiş olduğum paylaşımları biraz daha derli toplu, düzenli ve bir parça daha profesyonel hale getirmek ve ilgilenen kişilerle paylaşmak istedim. Böylelikle; aylık olarak yayımlanan bir dijital dergi olan ENGiNdERgi hayat buldu. 2009 yılında dergi projeme maddi/manevi katkıda bulunan kişilere teşekkür ederim. Engindergi 2009'da çoğunlukla derlemelere yönelik bir çalışma iken, 2010 itibariyle yazmayı ve paylaşımı seven kişileri biraraya getiren bir denize dönüştü. Her geçen gün yeni gelişmelere sahne olacak, çalışmalarımız bitmek bilmeden devam edecektir. Siz de bu oluşumun içinde yer almak ya da misafir yazar olarak bulunmak isterseniz, engindergi@gmail.com e-posta adresine kendinizi tanıtan bir metinle birlikte örnek bir çalışmanızı gönderebilirsiniz. Hep dile getirdiğim üzere, 01ocak2010, yeni bir yılın ilk günü. Temennim, yalnızca yeni yılı değil, yılbaşı ya da yaş günü gibi özel günlerde hissettiğimiz yaşam sevinci ve coşkuyu hayatımızın her yeni gününe yansıtmayı başarabilmemiz. Unutmayalım, bugün hayatımızın geri kalanının ilk günü! YENİ GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN. Beraberce, nice mutlu günlere… Sevgi ve Saygılarımla EnginDergi Editörü Engin Enginer


Bakış Acısı Her yazımı yayımlamaya korkuyorum. Evet, korkuyorum! Doğrucu birisi olmaya gayret gösteriyorsam da, her doğrunun da her yerde söylenmemesi gerektiği ayrı bir hakikat. Hatırlatmak gerekir ki bundan yalnızca 400 yıl önce adamın birisi (İtalyan fizikçi, matematikçi, gökbilimci ve filozof olan Galileo; modern gözlemsel astronominin, modern fiziğin, bilimin ve modern bilimin babası olarak kabul görmektedir), "Dünya yuvarlaktır!" dediği için engizisyon mahkemesi tarafınca idama mahkum edildi ve ölümden kurtulmak için iddiasını dile getirmekten vazgeçmek zorunda kaldı. Bir ara takma isimle başka bir web sitesi açarak yazmayı bile düşündüm, ama o da içime sinmedi ki! Matrix filmindeki Neo ile Oracle'ın yaptığı görüşmeleri hatırlayın. Neo, öyle olduğu halde neden ilk görüşmelerinde kendisine seçilmiş kişi olmadığını söylediğini sorar. Oracle da, çünkü henüz duymaya hazır değildin diye cevap verir. Çoğumuz henüz duymaya hazır değiliz! Sonra durdum ve sadece yazmak istedim. Böylesi kaygılardan arınıp; sanat, sanat için mi yoksa toplum için mi tarzı çelişkilere saplanmadan, sadece yazmak. Netice de ne diyor Cem Yılmaz; "Mesaj verende değil alandadır. İstanbul aynı İstanbul; kimisi bakıyor ilhamlanıyor Yahya Kemal oluyor, kimisi İstanbul sen mi büyüksün ben mi diye sövüyor..." Spor oyunlarının çıkışının temelinde; savaşlara son vermek ve kitlelerin, enerjilerini, akıl gücü ve fiziksel yeteneklerini sergilemeleri sonucunda, kazananın kan akıtılmadan belirlendiği mücadeleler yaratmak yatmaktadır. Oysa şimdi futbol fanatizmi yüzünden insanların öldüğü bir çağdayız. Zaten Türk milleti olarak ziyadesiyle duygusal bir toplumuz. Önem verdiğimiz değerleri de çoğunlukla kalıplar halinde yaşıyoruz. Aslında bu durum yönlendirilebilmemizi kısmen de olsa kolaylaştırıyor. Alt benlikten gelen ait olma duygusu ile kişilerin belirli gruplara bağlanmasını (bir siyasi parti, bir futbol takımı, bir tarikat vb.) anlayabiliyorum ancak neden kişiler; en azından Sun Tzu'nun 2500 yıl önce yazdığı "Savaş Sanatı" kitabında dile getirdiği "Düşmanını Tanı" felsefesini kendilerince değerlendirmeye yanaşmıyorlar onu anlayamıyorum. Siyaset... Elbette herkesi bir kefeye koymuyorum ama neden sağcı solu, solcu sağı bilmekten kaçınır onu da anlamam. Sağcısı sol yayını, solcusu sağ yayını okumaz. (Hatta çoğu insan sağ-sol kavramlarının nasıl doğduğundan bihaber.) Zaten medya büyük bir güç ve her istediğini kendi açısından gösterip insanları yönlendirebiliyor. Diğer taraftan bir insan neye inanıyorsa karşılaştığı bir olayı kendi bakış açısına göre değerlendirmesi de daha kolay oluyor. Neden farklı bakış açılarını görmek istemeyiz? Sorgulamak, gerçekten de çoğu kişinin vazgeçtiği bir olgu...


Okuyan ve sorgulayan arkadaşlarımı bir araya getirmek; farklı kesimlerin onlara, onların farklı kesimlere ulaşmalarını sağlamak adına oluşturulmuş bir araç aslında engindergi. Çıkar at gözlüklerini ve başla okumaya...

Engin Enginer

Siyah Renkli dünyaların vazgeçilmez asil rengi diye hislerde bilinçlerde yer etmiş en karanlık rengin herkesçe bir başka anlamı olsa gerek. Bendeki siyah karanlık demektir. Karanlık terimi ışığın olmadığı yer değildir bende, bilakis en ala ışıklar içinde kaybolmaktır. Fukara toplumlarda karanlık sahibi evler çoktur, faturaları zamanında ödenebiliyor olsa bile. Renkli dünya içerisinde simsiyah, dışarıdan asil içerden karanlık görünen bir rengin kendisidir siyah. Matem rengi diye anılırken akla yatan bir gerçek iken, aynı zamanda asaleti simgelerken ölümün asillik olduğunu fark etmeden eşitleyen bir kültürün yaşayan son canlılarıyız dedirten renktir siyah. Üzülmektir siyah, kendini güçlü hissetmektir, karanlıktır, aydınlığın düşmanı karamsarlığın resmidir siyah. Fakat beyaza değinilmeden siyah tam anlamıyla deşifre edilemez. Hangi hayat düşünülebilir ki içinde siyah olmasın hangi hayat düşünülebilir ki içinde beyaz olmasın. Demek ki siyahı sevdiren beyazdır. Simsiyah bir takım elbisenin size yakıştığını söyleyebilmeleri için içinizde bembeyaz bir gömleğin olmasının gerektiği gibi unutulmuş kendisine bahşedilen asalet temsilciliğini tam zıttı bir renge borçlu olmak kim bilir siyahı hangi düşünceler içerisinde boğuyordur… Düğündeki damatlık siyah gelinlik ise beyazdır. Amaç nedir? Gelin temizliği erkek asaleti mi temsil eder? Peki ya biraz farklıysa bu durum? Birbirlerine yakıştığı için ise ya da bambaşka bir yaklaşımla geline bakmak gelinin kirlenmemesi için kesinlikle ilgi alaka sadakat doğruluk ve sevgi gerektiriyorsa ve bunu başarabilmek için karanlık dünyada kamuflaj vazifesi için siyah damada yakıştırılmışsa? Öte yandan düğünde giyilen siyahla bazı dinlerde tabutta siyaha bürünen rahmetlinin ortak noktası evlenmek ölmek demek midir? Kısacası Siyah, siyahı konuşurken konudan uzaklaşmak mıdır, yani kaybolmak mıdır? Siyah sonsuzluktur ayrıca siyah bilememek isteyememek bakamamak görememek uzanamamak kazanamamak bitmek karalamak korkmaktır siyah… Hepsi bu mu? Tabi ki hayır… Siyah asaleti temsil etmeyi hak etmiştir elbette. Çünkü siyah; kaybolmak isteyenle beyazların içinde bulunmak isteyenlerin, siyah; görmek isteyenle göremeyenlerin, siyah; mavinin sarının yeşilin morun kırmızının buradayım diyebilmesi için minnet etmek zorunda oldukları rengin ta kendisidir. Siyah; tehlikedir o nedenle. Karatede son kuşaktır. Güneşi en çok üzerine çeken kışın yaklaşılan yazın uzaklaşılan talihli talihsiz baş yapıt, omuzlarında en ala yükleri taşıyan renktir siyah.

Önder Boynudelik


Cadı Kazanı

Hızla geçtin, gittin hayatımdan… Yapayalnız ve yalınayak karşılamıştım seni dört duvarı ıslak bir odada… Gözyaşlarımla nemlenen duvarların ardındaydı dünya; soğuktu, korkutucuydu ve hepsinden de önemlisi senden önce gelenlerin anılarıyla doluydu… Tüm hayatımdan uzaklaşmayı dilediğim, kâbus gibi geçen bir yığın düşlerin ardından uzanıp da karşıladım seni. Yalnızdım; çırılçıplak bekliyordum gelişini. Her şeyden ve herkesten uzakta umuda gebeydi harflerim; büyülü sözlerle büyüttüm gözlerindeki gizemi, kimsenin söylemeye cesaret edemeyeceği sözleri fısıldadım… Seninle, 365 günlük tatlı-ekşi bir macera yaşadık kimseye hissettirmeden. Bazen, canımı ne denli acıttığını anlattım insanlara, bazen de gelişinin bana nasıl da 'uğur getirdiğini' haykırdım… Tüm bunların ardından, bugün görüyorum ki hiçbir zaman değildin sen de öncekilerden farklı. Belki biraz daha büyümüştük ikimiz de, belki biraz daha hüzünlüydük, belki yeterince anlayamadık birbirimizi ama işte sonunda soldu umutlarımız. Gelişinden belliydi gidişinin şiddeti; ikimiz de anlayamadık… Şimdi, bir başka umuda gebe düşlerim. Hiçbir zaman olmadığım kadar heyecanlıyım… "Bu sefer farklı olacak" diye haykıran binlerce insanla birlikte anıyorum 'geleceğin' adını: "2010 ile her şey farklı olacak!" Seninle yaptığım hataları yapmayacağım mesela… Günlerimi bomboş ve sessiz geçirmeyeceğim. Asla yapmaya cesaret edemeyeceğim şeyleri yapacağım onunla… Zifiri gecelerin ırzına geçecek dolunayı doğuracağım onun için… Düşlerimi gerçekleştireceğim… Daha çok yazacak, daha çok coşacak, daha çok sevecek ve daha çok büyüyeceğim. Kimseyle sevişemeyeceğim kadar çok sevişeceğim onunla. Uzun soluklu olacak gecelerim; her dakikasından tutku damlayacak. Tanıştığım, tanıdığım herkese de aynı şeyi yapmalarını söyleyeceğim. En çok incindiğim yılı, seni uğurlarken; yeni bir yıla aşık olmalarını isteyeceğim.

Sezin Dirier


Teknoloji Kültürü Son zamanlarda teknoloji hayatımızda büyük değişiklikler meydana getirmeye başladı ve her geçen gün bu değişim daha da hızlanıyor. Teknolojik değişimin beraberinde getirdiği problemleri çözüme ulaştırma işi de haliyle bizlere, yani teknoloji kullanıcılarına düşüyor. MSN Messenger, cep telefonu, forumlar, gelişen donanımlar ve bununla paralel gelişen bilgisayar oyunları, dijital kartlar, son model arabalar, vs... Aklımıza gelebilecek her türlü teknolojik gelişim, onları kullanmak için bilinçli olmayı, kullanım sınırlarını koyabilmeyi gerektiriyor. Aksi takdirde hayatımızda olumsuz izler bırakabiliyor. Neden "Teknoloji Kültürü": Bir zamanlar çok sık kullanılan Televizyon Kültürü tanımlaması vardı. Artık eskisi kadar kullanılmayan bu tanım aslında hâlâ oluşmamış bir şeydir bana göre. Televizyon çoğu zaman sabah açılır, gece kapanır. Bazen hiç izlemesek bile onun sesi olmadığında evde bir eksiklik olduğunu düşünürüz. Televizyonla ilgili anlatılacak çok şey var. Aynı tanımları diğer teknolojiler için kullandığımızda teknolojilerin birçoğunu aslında gerektiği gibi kullanamadığımızı fark ederiz. Kendimize hâkim olamayız. Meselâ son model arabamız varsa ve biraz da acelemiz varsa, muhtemelen "Biraz daha hızlı gitmek ne sorun yaratabilir ki?" diye düşünürüz. Oysa hız sınırlamaları bilimsel araştırmalar sonucunda insanların hayatını güvence altına almak için tespit edilmiştir, polislerin ceza yazması için değil. MSN Messenger konusuna gelince: bir çalışanın bilgisayarında bu tür bir programın açık olduğunu gördüğümüzde sohbet ettiğini düşünür, "Neden işini yapmıyor da muhabbet ediyor?", "Benimle ilgilenmesi gereken zamanı boşa harcıyor!" deriz. "Acaba yaptığı işle alakalı olarak kullanıyor olabilir mi?" diye düşünmek daha doğru bir yaklaşım olabilir. Fayda sağladığı ölçüde teknolojiden yararlanmak, yararlanırken kendimizi gözlemlemek, teknoloji kültürünün yavaş yavaş oluşmasına imkân verebilir diye düşünüyorum. Okulda bilgisayar dersleri alıyoruz. Derslerde Word, Excel ve benzeri programları kullanmayı öğreniyoruz. Ancak bilgisayarı hayatımızda bütünleşmiş şekilde nasıl kullanacağımızı öğrenmiyoruz. Bunu şimdilik kendi kendimize başarmalıyız. Özetlemek gerekirse, teknolojinin nimetlerinden yararlanırken uzaktan kendimize bakmak, kaynaklarımız ve sınırlarımızı doğru belirlemek bizi koruyacaktır. Neye ne kadar zaman ayırıyoruz, limitleri kim belirliyor, biz mi yoksa teknoloji mi? Sorularının cevaplarını gözlemlemeye başladığımızda ve uygulamaya geçtiğimizde teknoloji kültürü oluşmaya başlayacaktır.

Kadir Kırda


E-Katılım Olmadan E-Devlet Mümkün mü? Son yıllarda bilgi ve iletişim teknlojilerinde yaşanan gelişmeler sosyal ve kurumsal yapıyı kökten değişmeye zorluyor. Nasıl ki matbaanın icatından sonra okuma–yazma bilmeyenler cehaletle yüzleşmek zorunda kaldıysa, günümüzde bilgi ve iletişim teknolojilerini kullanamayanlar / kullanmayanların cehaletle karşı karşıya kalacaklarını kestirmek güç olmasa gerek. Bu bakımdan bilgi ve iletişim teknolojileri ülkeler açısından kalkınmada önemli fırsatlar sunmakla birlikte sayısal uçurum gibi büyük tehditleri de içerisinde barındırıyor. Türkiye 9. Kalkınma Planı'nda yer alan "bilgi toplumu" olma vizyonu doğrultusunda bu gelişmelere mümkün olduğunca ayak uydurmaya çalışıyor. Örneğin Türkiye'nin şu anda 2006–2010 yıllarını kapsayan bir "Bilgi Toplumu Stratejisi" bile bulunuyor.i Söz konusu strateji kapsamında başta Ulaştırma Bakanlığı olmak üzere diğer ilgili bakanlıklar ve kamu kurum / kuruluşların katkıları ile çalışmalar devam ediyor. E-devlet artık toplumun hemen hemen her kesiminde kabullenilmiş, mutlaka hayata geçirilmesi gereken bir proje olarak görülüyor. Ne yazık ki söz konusu bakış açısının çok da bilinçli olduğunu söylemek zor, sanki bir hissiyatın dışa vurumu gibi. Zira ülkemizde uygulanan pek çok çalışma devletin başına bir "e" takısı getirmenin ötesine henüz geçebilmiş değil. E-Devletin Temel Mantığı 90'lı yılların sonlarından itibaren tartışma konusu olan ve nihayet ülkemizde gerçek anlamda kamu yönetiminin gündemine 2000'li yıllardan itibaren giren e-devlet, dünyada e-katılım ve e-yönetişim ile iç içe gelişmiş bir kavram esas itibariyle. Online Devlet, Dijital Devlet ya da Elektronik Devlet olarak da tanımlayabileceğimiz e-devlet kavramsal olarak "kamu hizmetlerinin sunumu ve geliştirilmesi için, vatandaşlar, iş dünyası ve diğer kuruluşlarla iletişim ve etkileşimin sağlanmasında bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanılması"ii anlamına gelmektedir. Kavramın tanımından da anlaşılabileceği üzere e-devletin en temel unsuru devlet ile devletin hizmet sundukları arasındaki (iş dünyası, sivil toplum, vatandaşlar, vb.) iletişim ve etkileşimdir. 90'lı yılların sonlarını ve 2000'li yılların başlangıcını siyasi istikrarsızlıklar ve derin


ekonomik sorunlarla geçiren Türkiye'de, e-devlet kamu yönetiminde "ekonomik verimliliği" sağlama aracı olarak görülmüş ve algılanmıştır. Bununla birlikte dünyada e-devletin ortaya çıkışı bilgi ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerin oluşturduğu "bilgi ekonomisi" modelinin "kamusal alan"a uyarlanması değildir. Tersine bu model devletin "ekonomik verimliliği"nden çok yurttaşların karar süreçlerine katılım ve kamu yönetimini denetleme talepleri doğrultusunda gelişmiştir.iii Bu bakımdan Tükiye'de e-devlet algısında önemli ve yapısal bir eksiklik bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. E-Devletin Demokrasi Boyutu: E-Katılım Bilgi ve iletişim sektörünün bir toplumdaki tüm sektörleri yatay olarak kesen bir yapıya sahip olmasından dolayı, bu alanda yaşanan gelişmelerin toplumdaki demokrasi algısını etkilememesi düşünülemez. Sınırların hemen hemen sadece duvarlardaki haritalarda kalmış olduğu ve bilgiye erişimin temel bir insan hakkı haline gelmeye başladığı dünyada, devletin vatandaşla ilişkisini yeniden biçimlendirmesi gerekmektedir. 21.yy'da artık devletin temel fonksiyonu koğuş ağalığı yapmaktan çok, hizmet sunduğu vatandaşların görüş ve talepleri doğrultusunda etkin,şeffaf bir kamu hizmetini sunmak haline gelmiştir. Bu bağlamda günümüzde öne çıkan temel kavram "katılımcı demokrasi"nin her düzeyde kurumsallaşması ve yaygınlaştırılmasıdır. Bu nedenle bütüncül bir biçimde ele alınması gereken "e-devlet" çalışmalarında demokrasiyi daha katılımcı hale getirecek "e-katılım"a yer verilmesi önem taşımaktadır. Zira e-devletin temelinde yatan felsefe -vatandaşın katılımı ve denetimi- "e-katılım"ı zorunlu kılmaktadır. E-katılım, daha etkin bir siyasal katılım için vatandaşlar arasındaki ve vatandaşların karar alıcılar arasındaki etkileşimi sağlamaya yönelik bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanılması anlamına gelmektedir.iv Şüphesiz bu kavram geleneksel demokrasinin yerleşmiş vatandaş algısını değiştirmekte, "oy verme" ve "vergi ödeme" davranışı ile sınırılı vatandaştan "karar ve eylemlere katılan", "eleştiren, sorgulayan ve çözüm üreten" ve "bilgi ve iletişim teknolojilerini kullanabilen" aktif bir evatandaşa dönüşümü de beraberinde getirmektedir. Bu dönüşümün ne hızda ve nasıl şekilleneceği ise devletlerin bilgi toplumu olma yolunda izleyeceği statejilerin başarısı ile doğru orantılıdır. Türkiye'nin Bilgi Toplumu Stratejisi, bilgi toplumu olma yolunda önemli adımları içermekle birlikte "demokrasinin dönüşümüne" ilişkin yeterli bir çerçeve sunmamaktadır. Kamu Yönetimine ilişkin belirlenmiş olan


stratejik öncelikler çoğunlukla "kamu hizmetlerinin sunumu"na yönelik olup karar alma ve politika yapım süreçlerine ilişkin bir çerçeve bulunmamaktadır. Bununla birlikte Bilgi Toplumu Eylem Planı'nda "yerel e-demokrasi uygulamalarının geliştirilmesi" ve "kamu internet sitelerinde e-danışma formlarının oluşturulması"na yer verilmiştir.v Söz konusu iki eylemin katılıma yönelik kültürden yoksun yerel yönetimlerce nasıl ne ne şekilde uygulanacağı ise merak konusudur. Sonuç Türkiye'de e-devletin kurumsallaşması sürecinde "Bilgi Toplumu Stratejisi"ne sahip olması sevindirici olmakla birlikte söz konusu stratejnin devletin vatandaşla olan ilişkisini sadece hizmet sunan – hizmetten faydalanan düzeyinde tutması e-devletin kurumsallaşması yolunda büyük bir eksiklik olarak göze çarpmaktadır. Zira bu tutum vatandaşı özel sektördekine benzer bir "müşteri" ilişkisine indirgemektedir. Halbuki vatandaş sadece kamunun sunmuş olduğu hizmetlerden faydalanan değil aynı zamanda kamuya karşı hak ve sorumluluklarla donatılmış bir konumda bulunmaktadır. Vatandaşı müşterinden ayıran bu temel nokta vatandaşa kamu hizmetlerinin sunumunda görüş ve düşüncelerini ifade etme, kamu politikalarının oluşumuna katılma hakkı da tanımaktadır. Bu nedenle bilgi toplumu olma yolunda önemli adımlardan birisi olan e-devletin kurumsallaşmasında vatandaşların karar alma süreçlerine ve politika yapım sürecine dahil edilmesi bir zorunluluktur. E-katılım olanaklarını geliştirmeyen ve teşvik etmeyen bir e-devlet projesinde değişen ikematgah kağıdığının gerçek hayattan sanal ortama aktarılmasından başka bir şey olmayacaktır. Devlet algısı ve devletin vatandaşla ilişkisi e-katılım olmaksızın değişmeyeceğinden dolayı devletin başına getirilen "e"takısı kamu yönetiminde beklenen "vatandaş odaklı hizmet sunma" ihtiyacına cevap vermeye yeterli olmayacaktır. i)DPT(2006), Türkiye Bilgi Toplumu Stratejisi, Ankara ii)http://en.wikipedia.org/wiki/E-government (Erişim: 22.12.2009) iiiMACINTOSH, A.(2006), "eParticipation in Policy Making: the research and the challenges" http://www.stradigma.com/turkce/haziran2003/print_09.html (Erişim: 24.12.2009) iv)http://zope03.indicator.dk/demo/dissemination/repository/am-policymaking (Erişim: 22.12.2009) v)DPT (2006), Bilgi Toplumu Eylem Planı, Ankara, sy.27 ve sy.15

Ahmet Batat


Babam için... "kış başlıyor sevgilim, hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor"* Yıllardır yeni yıla girerken değişik bir gülümseme belirir yüzümde, hani papatyalar açar, kelebekler konar, misk ve amber kokuları dolar odama ve buna benzer bir sürü tumturaklı söylemler vs. Kendimi eşsiz insan Murathan Mungan'ın Yalnız Bir Opera'sını okurken bulurum odamın en mahrem köşesinde her bir cümlenin yarattığı balyoz etkisinin kelebek etkisine dönüşmesini bekler, sonrada kendi kendime gülümserim.. "bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan / oysa yapacak ne çok şey vardı / ve ne kadar az zaman"* İzmir'de bir imza gününde bir elimde bir buket gül diğer elimde onlarca Murathan Mungan kitabı en sevdiğim şaire ulaşmak için sırada beklerkenki his... Bir umut, bir mutluluk, bir huzur, bir tutku, bir kalp çarpıntısı, bir gariplik, bir değişiklik, bir fenalık... Büyümek kelimesinin eş anlamlısı on sekiz yaşımdan beri gülümsemek olarak yer etti belleğimde, nedensiz. Hani yansıtma mekanizmamı kullanıyor da olabilirim, korktuğum bir şey varsa o da 30'lu yaşlarıma kadar gülümsememin histerik kahkahalara dönüşmesi. "kış başlıyor sevgilim / iyi bak kendine / gözlerindeki usul şefkati / teslim etme kimseye, hiçbir şeye"* Yeni yıla girmek demek gülümsemek ve büyümek demektir Özlemce'de, her şeye rağmenle başlayan cümleler kurmak çoğu zaman. Artık şiir okumuyorum, en sevdiğim yazar diye bir kavram yok, saçım, makyajım, tarzım, tavrım, düşün bahçem eskisi gibi değil. Yıllardır yaptığım tek değişmeyen şey yeni yıla girerken yalnız bir operayı okuyup gülümsemek. İlk gençlik yıllarımın heyecanını yineletmek öz'üme. Hani belki de aralık ayını daha hafif atlatmak. Neyse... "upuzun bir kış başlıyor sevgilim / ayrılığımızın kışı başlıyor / giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime"* Bu yıl benim için kötüydü. Kayıpların yaşandığı, zalim, hunharca geçen... Hani herkesi motive etmek için söyleyebileceğim hüsn-i talil sanatına atıfta bulunacak cümlelerin dile dökülemeyeceği cinsten... Ama her yıl olduğu gibi hatmettim kitabımı, okudum şiirimi ve gülümsüyorum... Arada aksaklıklar yaşansa da biliyorum bu yıl papatyalar açacak, kelebekler konacak, misk ve amber kokuları dolacak odama... *(Murathan Mungan - Yalnız Bir Opera)

Öz'lem Eker


İde Dağı "Beni ya şımartın ya da kapı dışarı edin! Yarı içtenliğe dayanamam zor benim!" Oğuz Atay – Tutunamayanlar Ne iş yaptığımı sorarlarsa, hasbelkader, kağıt sarfiyatı diyorum. Güzelim tertemiz sayfalarda, çok sevdiğim sayılar hiç sevmediğim bir nedenle dans edip, her 10 yılda bir yakılmayı bekleyerek odalar dolusu yer kaplıyorlar. Yakılma zamanları geldiğinde; ülkede paranın değeri, onlara dans öğretmenliği yapan yasalar, pist görevi gören basit ve eksik programlar, bu eziyete katlanarak kirasını ödeyen zavallı bedenlerin ruhsal durumları bir hayli değişmiş oluyor. Oysa herşey o kadar basit ki! Tıpkı şiirde olduğu gibi: Basit yaşayacaksın! Hata; herşeyi okurken olduğu gibi tatlı ve bitmez tükenmez sanmaktı galiba. Bize vaad edilen hayat, altın tepside gelmeliydi önümüze, oysa burası düpedüz self-servis! ***

Osmangazi Üniversitesi, öğrencilerinin bir anketi cevaplandırması karşılığında ücretsiz olarak iki tane öğrenci belgesi verme kararı almış. Bunu da internet sitesinde "son dakika haberi" kıvamında duyurmuş. Kampanyada son nokta! Şimdi durum nedir bilmiyorum ama benim öğrencisini çok seven okulumda bu tür belgeleri temin etmek herhangi bir ücrete tabi değildi. Zaten öğrenci işleri kavramı benim canım okulumda "öğrenci kendi işini kendi yapar" manasına gelirdi. Çok iyi anlaşmama, günde en az bir iki kez beraber çay-kahve içip sohbet etmemize rağmen öğrenci işlerinde çalışan ablalarım ve abilerimin, gelen giden öğrencileri güleryüzle başlarından savmaktan başka bir işle meşgul olduklarını pek görmedim. Sanırım bunda, envai çeşit belgenin diğer okulların aksine bedava elde edilebilir olmasının da etkisi vardı. Bedel ödeyerek elde ettiğimiz şey bir kağıt parçası bile olsa, daha değerli gelirdik belki de birbirimize! Zaten canım okulumda böyle bir sistem kurulmuş


olsaydı, okulun potansiyelinin de verdiği etkiyle, Bahçelievler'de değil de Etiler'de Boğaziçi Üniversitesi'ne komşu olurduk. Böylece de şimdi tanımaktan inanılmaz bir keyif(!) aldığım çalışma arkadaşımı daha önce komşuluk ilişkileri vasıtasıyla tanımış ve muhtemelen çalışma arkadaşım olmaması için de elimden geleni yapmış olurdum. Ta Boğaziçi'nin oralardan kopup talihsiz bir şekilde Sanayi mahallesine düşmüş, Boğaziçi'nin bembeyaz tabaklarından tabldot tepsilerine zorunlu geçiş yapmış, Etiler-Bebek-Ulus üçgeninden ibaret sandığı İstanbul'un karanlık yüzüne de şahit olmuş ve doğal olarak memnun kalmamış, Türkçe konuşurken bile kelimeleri Amerikan aksanıyla telaffuz eden Sturbucks gençliğinin üyesi güzel arkadaşım da beni tanıyıp şimdiye kadar karşısına çıkmış insan modellerini gözden geçirmek zorunda kalmazdı. Benim için mutluluk; cehaletimi çoktan kaybetmiş olduğum için uzun süre önce anlamını yitirdi. Ama keşke O'nun "Boğaziçi'nin oralar" kadar saf ve temiz mutluluğu benim Taksim'in kiri bulaşmış elimle lekelenmemiş olsaydı! Geç kaldık, hep olduğu gibi! ***

Çocuk sesiyle konuşan, sevgililerinin kendilerini aldatmasını haklı(!) nedenlere dayandıran, 7 yaş zekasına sahip kadınlar, süslü çantalarını tasma niyetine kullanıp sevgili dedikleri heriflere taşıtarak, güzelim Türkçe’nin anasını belleyerek, 5 kilo makyajla, anakaranın iklimini değiştirmeye yetecek parfüm yoğunluklarıyla, akın akın üzerimize geliyorlar. Alkolsüz, hissiz, zevksiz, manasız hayatlarını bir ahlak muskası yapmış, boyunlarına asmışlar. En pembe, en ağlamaklı, en hanım hanımcık halleriyle hepimizi zehirlemeye, felç etmeye geliyorlar. Onlarla beraber anaokuluna dönüp renkli oyun hamurlarından melek yüzlü canavarlar yaratalım istiyorlar. Zara’dan, Mango’dan birörnek giyinelim ama en güzel kendileri olsun istiyorlar. Hepimiz aynı anda sarışın, kızıl, esmer olalım ama beyinsiz erkekler, sadece kendileri saçını savurunca pasta ısmarlasın, park yerini gülümseyerek terketsin istiyorlar. Fonda her zaman 13 kelimeden ibaret şarkılar çalsın, bütün kitapların kapaklarında aşkla ilgili başlıklar olsun istiyorlar. Tatile çıktıklarında terkettikleri şehir beyin göçü yaşadığını sanıp kan kussun, gittikleri yerde insanlar yollara kırmızı halılar sersin istiyorlar. Kafalarını yoracak şeylerin; tekstil sektörünü zengin, kozmetik firmalarını ihya edecek türden şeyler olsun istiyorlar. Dünya hep dönsün ama mümkünse çevrelerinde uydu modunda takılsın istiyorlar. Kadınların istekleri hiç bitmiyor! Asla tükenmiyor, yorulmuyorlar!

Simsiyah


Esersiz Portrem İnancım sonsuz arkadaşım Böylesine susamışım Bir Nazım olmuşum sanırsın Suskunum nedendir bilmem ama Bilirim çoşacağım o ülkemin Mavi denizlerini Bir de leş kargaları uçar üzerimde Biri değil bini gelse ne yazar Destanlar yazmışım ben mabedim de. Ey cihanın tüm güzellikleri Sizleri yaşamaya dair isteğim Suç değil!

Bora EKE 13.10.2009 Alsancak, İzmir, Türkiye Yaşamın Kareleri

Yeşil Gözlü Çocuk Sarı saçları ve kocaman yeşil gözleri ile sanki bir yetişkin gibi bakışları olan küçük bir çocuk. Peki ya bu çocuğu belki de diğer çocuklardan farklı kılabilecek şey ne? Henüz 1-2 yaşına girmeden bile girmeden önce doğduğu yerden çok uzaklardaki tarihi likya yolunu tamamlamış olması. Şu an da o farketmese de çıplak ayakları binlerce kültürün yeşerdiği topraklarla besleniyor. Küçücük elleriyle oynadığı topraklardan nice gezginler gelip geçti? Hayatımın 25 yılından sonra hissetmeyi başarmış olduğum barış, farklı kültürlere ve onların yaratmış olduğu çeşitliliğe saygı duyma onurunu, gencecik insanların yaşamasından duyduğum mutluluğu anlatmak zor! Sırtlarındaki özel çantada bu bebeği taşıyan anne-babasına nasıl teşekkür etmeli? Küçük ya da büyük hepimiz istediğimiz her an hayatta olumu bazı değişimler yaratabiriz. Başlamadan önce bize uzun ve zor gelen yolculuklar, yola çıktıktan sonra çok daha keyifli ve kısa hale gelebilir. Yıllar sonra... Yeşil gözlü çocuk büyüdü. İnsanların çok sevdiği bir diplomat oldu ve artık onu Filistin-İsrail arasındaki durmayan savaşı sona erdiren barış elçisi olarak biliyorlar. Yıllar sonra likya yolunu gezerken verdiği


röportajda sorulan bir soru kocaman gözlerinden bir damla mutluluk yaşının akmasına neden oluyor ve ekliyor; Bana bu olanağı sağlayan ailem olmasaydı, bugün buralara gelebilir miydim emin değilim, bir doğacak oğlumun adını barış koyup ben de aynı yolu oğlumla tamamlayacağım. Barış'ı tüm kalbinle hissetmek ne güzelmiş. Tıpkı Çanakkale savaşınızda olduğu gibi; sizden sonra gelecek yarınlarınızın kalbinde yaşamak ölmek değilmiş! Sevgi, barış ve insanlık dileğiyle,

Bora EKE 22.09.2009 Kabak Vadisi, Fethiye, Türkiye

Fotoğraf: BoraEke Silgisiz Kalem - Düz yazılar

Annem Ne annem, ne de babam bizlerin incinmesini istedi, belki de çekindi korktu bir ömür boyu anlatması zor yaşayınca anlaşılan bu duyguyu. Mesai saatim bitmş, ancak tüm yorgunluğuma rağmen son kalan işlerimle uğraşırken telefonum çaldı. Arayan babamdı. Tahmini olarak yemeğe kaçta geleceğimi soracağını düşündüm. Nitekim de öyle yaptı. Ben tam saat veremeyip, bir şey mi oldu diye dayatınca da annemin rahatsız olduğunu ve akşam hastaneye yatıracağımızı söyledi. Eşyalarımı alıp hızla otobüse yöneldim. İçimde sakladığım o koca erkeksi


gözyaşlarını tutmak için otobüste zorladım kendimi. Dayanamadım bir durak sonra inip, bir taksiye atladım. Tüm bir yol boyunca ve yazımın sonuna kadar göz yaşlarımı saklamak için kendimi zor tuttum. Evdeyim. Ablam ayaküstü annemin iç kulak iltihabı geçirdiğini, bir kulağının duymadığını ve hastalığın ilermesini önlemeleri için tedavi olması gerektiğini anlattı. Annemse hiç hasta gibi davranmıyordu. Hazırlanıyor, daha doğrusu ütülediği gömleklerimi dolaba yerleştiriyor, evdeki yemekleri gösteriyor. Evin her yerini kontrol edip, dikkat etmem gereken şeyleri tembih ediyor. O haliyle bile zerre kadar olsun kendini düşündüğünü hissetmedim, canım annem benim. (Bayramın ikinci gününe dönüş) Bayramın ikinci günü annem rahatsızlanıyor, önce acile kaldırıyorlar. Sonraki günlerde gittiği doktorlarda önemli bir rahatsızlık tespit edilemiyor. Ama asıl tespiti yapamayan, hastalığın farkına varmayan, o iltihabı görmeyecek kadar hastalarına yüzeysel bakan bir hekim ya da bir hastane ya da bir devlet ya da bizler... Hangimiz daha suçluyuz emin değilim? Ve ihmal yine bu ülkedeki insanların göz göre göre bazı insanların sağlıklarının hiçe sayılması nedeniyle annem, bir vatandaş olarak şu an duyma sorunu ile karşı karşıya. Arabadayız. Annem ve babam önde, ben ise arkada oturuyorum. Yıllar önce ÖSS sınavına giderken ki gibi sessizim ve ruhum hüzünle dolu. Aklım almıyor, içimden annemin rahatsızlığını farketmeyen sağlık kurumuna gitmek, kendilerini mahkemeye vermek, o hekime olanları anlatmak ve onu ömrüm boyunca unutmayacağım haykırmak geliyor. Ben de suçluydum, anne rolünü evde o kadar çok benimsemiştik ki, onun hastalığına duyarsız kalmıştımm. Olumsuz düşünmektense umutlu olup tedavinin iyi sonuç doğuracağına inanmak ve artık ailemin, sevdiklerimin bizler için ne kadar değerli olduğunun hep farkında olmak istiyorum. Bu ülkede kim bilir kaç insan daha kötü deneyimler yaşıyor diye düşünüp şükrederken, yine bu ülkede bazı insanların işini hakkını vererek yapmamalarını vicdana sığdıramıyorum. Güzel haberleri paylaşmak dileğiyle, Bora EKE 09.12.2009 Buca, İzmir, Türkiye


Korkuyorum Neden? Neden olacak, korkuyorum! Korkuyor musun? Evet ya, korkuyorum. Çünkü seni seversem hemen huyun suyun degişecek, sende sevdiğim şeyler farklılaşacak, şımaracaksın, beğenmez olacaksın artık beni. Çünkü ben artık muhtaç olmuş olacağım sana, senin gözünde. Öyle değil mi? Bilmez misin? Muhtaç olmak acizliktir. Şimdi seni sevdiğim için cezalandıracaksın beni biliyorum! Hor göreceksin, bekleteceksin, aramayacaksın. Menfaatlerin ön plana çıkacak. Şayet menfaatlerini de sevmezsem beni sileceksin. Yalan mı? Sileceksin işte! Sonra her gün benden azar azar uzaklaşacağını seyredip kahrolacağım. Yahu ben bir "seven"im. Yani seni sevgimle onurlandırmış bir insan. Dünyayı ayakta tutacak insan kudretinin adıdır "sevgi"... Şimdi ben sevdim diye, bu kudrete ve cesarete sahip oldum diye sen beni nasıl ve ne hakla cezalandirabilirsin? Aklım almıyor, zeka seviyem de, insanlığım da, yüregim de. Yok! "Seni seviyorum" cümlesini çok sarfetme eskir! Yok! Herkese "seni seviyorum" deme, sadece aşık olunca kullan! Yok! "Seni seviyorum" demeden once bin bir hokkabazlık yap ve şirin görün ki sevdiğin sevildiği icin kendini dev aynasında görmesin, onu inlet, süründür, aklını başına getirt, mahvet! Neden? Çünkü, bu makbul. Kaç... Sevsen de sevmesen de kaç! Neden? Çünkü kaçan kovalanır aptal! Kaçan kovalanır... İyi de, neden sevdiğim için kaçıyorum ki? Ben kaçacak ne yaptım? Kaçarak daha mı makbul olacağım? Kaçarsam daha mı kıymetim anlaşılacak? Sevmek utanç verici birşey mi ki kaçmam gerek?! Anlayamıyorum... Oysa ben zaten sevdiğimi severek devleştirmişimdir. Onun dev aynasında kendisini yeniden devleştirmesine ne gerek var ki? Bir görebilse benim gözlerimle kendini, eminim kıskanacaktır bendeki kendisini... Yok ama yok! Bilmez sevgililer sevilmenin eşsizligini, bilmez... Ondandır bol keseden sevgiyi böyle tüketişleri... Ben hiç şımarmayan, değişmeyen, yozlaşmayan, uçup gitmeyen, tükenmeyen sevgi görmedim. Artık cenaze törenleri iki türlü yapılmalı. Biri bedenler icin, diğeri zorla öldürülen sevgiler için!... "Ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim." Anlayın artık varlıkları değil, ihtimalleri sever olduk... Neden? Çünkü ihtimaller hayallerimizdir. Sevmekse hayatın bir gerçeği. Hayallerimizde sevgilimiz hiç değişmez. Hatta "seni seviyorum" dedikce ya gözleriyle, ya elleriyle ya da tatli diliyle "beni sevdiğin icin teşekkür ederim aşkım" der... Teşekkür etmek?! Beni sevdiğin için... Evet ya... Bir onurdur, bir ödüldür, bir şerefdir sevmek ve sevilmek, özgürlüğümüzdür, cesaretimizdir, insanlığımızdır, ayrıcalığımızdır. Ama ne yazık ki bir de bütün bunları farkında olamayışımızdır sevmek... Korkuyorum. Hep sevdiğim icin cezalandırıldım. Artık "seni seviyorum"


derken bana tuhaf tuhaf bakmayacak varlıkları daha çok sevmeye niyetliyim... Bir çiçek gibi, bir hayvan gibi, bir dağ manzarası gibi, bir su damlacığı gibi, bir küçük tomurcuk gibi henüz doğmakta olan... Çünkü hepsinin insanlarda var olan bir büyük silahdan arındırılmışlığı var. Yani dilleri yok, dilleri! Konuşamazlar... Sadece dinlerler... Sevginizi anlayarak hissederek dinlerler. Onlara "Pardon! Acaba sizi sevebilir miyim?" demeniz gerekmez. Direkt söylersiniz sevginizi hesapsızca, umarsızca... Saymadan... Ve sevgimi ifade edecek her türlü çılgınlığı hesapsızca yapmak istiyorum. Gurur denilen sözcüğü sözlüklerden çıkartmak, sevdiğim için sevilerek ödüllendirilmek istiyorum...

Dilşah Kalkan

Sonbahar Kışa Yakındır Herdaim kalabalık bir alışveriş merkeziydi buluşma yerleri. İlk kez gözlerine rastladığı yerdi, burasıydı. Bir daha düşlerime girer mi diye düşündüğü o bakışları şimdi doyasıya yudumlamanın verdiği tuhaf sarhoşluk başını döndürüyordu genç adamın. Sıcağı yazdan kalma bir sonbahar ikindisiydi vakit. Oysa yüreğinde ilkbaharın kıpırtısını hissediyordu; tomurcuk açan çiçeklerin kokusu, kanat çırpan kelebeklerin titreşimleri, gökkuşağına gebe gökyüzü... Tezattı ve güzeldi. Bütün hissettiklerinin, onun gözlerinden içine aktığını düşünüyordu. Bayılmadığına şükretti... Şimdi elleri, ellerindeydi. Yumuşaktı, gizemliydi. Sanki İzmir'i tutuyordu. Bir an sarılmak istedi, sadece istemekle yetindi, İzmir'e sarılamazdı. Kokusunu içine çekti. Hatırlıyorum dedi, hiç unutmamıştı ki... Genç kızın topukları biraz yüksekti, genç adamınsa ayakları yerden kesilmişti. Öyle yerden bir kaç santim yüksekte süzüldüler, bahar rüzgarında ağır ve ritimli uçuşan iki tüy tanesi gibiydiler. Güneş körfezin üzerinde kırmızılı sarılı renk cümbüşüne bürünüp battığında deniz kıyısındaydılar, az sonra yıldızlar belirmişti gökyüzünde. Şimdi genç kızın kokusuna, denizin kokusu karışmıştı; az biraz toprak, bir ölçü ıslak çimen kokusu. Üşür mü diye düşündü, içi üşüdü, şimdi biraz mahçup sarıldı İzmir'e. Olurunu düşünmeden... O'ndan bir daha hiç ayrılmayacağını düşünüyordu. "Son nefesinde elini o tutacak, son sözlerini o duyacak"tı... O'nu bir daha asla göremeyeceğini aklından bile geçirmiyordu. Oysa görmeyecekti. Uzaktan bile göremeyecekti. Bu, ilk akşam ve son geceydi hiç bilmese de. Sonbahar, herzaman kışa yakındı, rengi bahara çalsa da...

Ahmet Davut Çetinkaya


Yap-Boz Yanımdaki hayaline gelme kuma, Dokunma, bozma sessiz yapbozumu İzle öylece uzaktan, bak sadece oynadığımız Sonucu belli oyuna... Hep bir parça eksik çıkıyor görüyor musun? Hep en son hamle kalıyor bana yine, Eksik olan eksikliğimizi arıyorum gözlerinde ben, bulamıyacagımı bile bile... Ve her seferinde yenik düşüorum, çocuk gibi masum ve arsız, Bu acımasız kadere. Dürüsttüm ama ben hep sana, Hiç bir parçamızı da saklamamıştım ki senden Sense, sakladığın o parçayı bulmama, tahammül bile edemezken. Kazanmak vardı meşrebinde, evet kazandın, Yine üstün geldin benden, ama artık istemiyorum inan inan hiçbir şey senden... Nedensizdir, hayalinde arıyorum artık o eksikliği ben, Biliyorum da, bulduğum gün yok olacaksın nemli gözlerimden, bu yüzdendir bitiremiyorum, gidemiyorum istesemde hayalinden, Aynı çocuk mızmızlıgımla, bozuyorum ortasında bu oyunu bitmeden, Düşünmeden ve ilk defa seni dinlemeden. Oynuyorum yine de ama kin tutmadan, usanmadan beni bırakma, gitme diye mi? Utanmadan... Ama ne olur artık SEN gelme Ne olur dokunma, sensiz ve sessiz yapbozuma... İzle sadece zaferini uzaktan, İzle galip olduğun her seferinde tekrarlanan, ve her tekrarda sana acımasızca gülümseyen oyununu, dinle şimdi dinle, o masum ve arsız çocugun haykırışlarını, ama gelme ne olursun gelme bana bir daha...

Mesut Öztürk


Huzur Dediğin Nedir ki? Bu sessizliği ne bozar. Kimden medet umuyorum ki. Şu an gerçekten de yalnız hissediyorum kendimi. Kimse üzerine alınmasın, kimse üstlenmesin bu yalnızlığın mimarlığını. Onu bu hale ben getirdim çünkü. İnce-akıllıca planlarla değil belki; ama zaman-zaman acı içinde inleyerek getirdim onu bu hale. Birilerinden kaçıp birilerine sığındım da yine de yalnızım işte, gün tükenmekte. Zamanı geri alıp bir dakika gibi geçip giden saatlerin göreceliğini sorgulamak isterdim hal bu ki, kime hesap soracağını bile bilmezken ben. Kimler başucumda geçirmek isterdi acaba, şu kendimi yapayalnız hissettiğim saatleri? Kimleri savuşturdum kalabalığımdan, kimler ardına bakmadan çekip gitmeyi tercih etti de ben başımı bu kanepenin omzuna yaslamış bunları yazmaktayım? Benim için özenle inşa edilmiş hangi kaleyi savurganca yıktım da şuan hangi dört duvarın içinde, birinci tekil şahsın tek kahramanıyım? Gidecek bir yerim olsun isterdim şimdi, çalacak bir kapım ya da içtenlikle, sıcak bir ses duymak isterdim, mesafeleri aşsa da sesim. Oysa huzur dediğin nedir ki. Kim kaybetmiş de ben bulayım, bu huzurlu olmaya en müsait, dingin ve sessiz mekânda. Kime sorsam verecek bir cevap bulur herhalde. Bulur da arkasına yaslanır, zaman-zaman huzur bulabilmenin içinde yarattığı rahatlıkla. Huzur dediğin nedir ki oysa... Koca bir evde yapayalnız, televizyonu bile açma gereği duymadan içerden gelecek herhangi bir tıkırtıyla korku içinde kalabiliyorken ben. Ne istediğimi bilmek isterdim şimdi. O zaman belki yargılayabilirdim kendimi. Sorular sorardım kendime, beni köşeye sıkıştıracak, ecel terleri döktürecek... Sorular sorardım; bu kalleşçe suçu nasıl işlediğime, nasıl işleyebildiğime dair. Dibine kadar suçlu bulup kendimi, yine ben kurardım soğuk ve çirkin görünümlü giyotinimi. Giyotinin başımı bedenimden ayırmak üzere, hızla aşağı doğru indiğini anladığım birkaç saniyelik zaman diliminde, yüzümde nasıl bir ifade olduğunu göremezdim belki; ama bilirdim yine de yüzümden pişmanlığımın harfi harfine nasıl okunabildiğini. Yargılamak isterdim kendimi ve bir yargıya ulaşabilmeyi. Nasıl da acizim oysa şuan, nasıl da çaresiz. Yalnızlığım bile noksan. Böyle mi olur yalnız kalmak. Kafasında bunca kalabalık varken yalnız kalabilir mi insan. İnsanlarım! Hayatıma bir-bir giren, bazen çıkmayı tercih eden, bazen çıkmamak için direnen ya da çıkmaya gereksinmeyen... İnsanlarım! Neredesiniz şimdi, ne yapmaktasınız. Geçer miyim şuan,


aklınızın bir köşesinden? Evimin önündeki yoldan mutlu, mesut bir kalabalık geçiyor şuan. Neler düşünüyorlar kim bilir neler söylüyorlar da birbirlerine, bu şen kahkahaları yükselip geliyor kulağıma. Ve bir tıkırtı daha içerden, birilerinin mutluluğuna sevinirken ben tedirgin ediyor beni. Huzur demiştik değil mi? peki yalnızlık. Onu da söylemiş miydik? Hiç bahsetmediğim bir şeyden bahsetmek isterdim oysa şimdi, hiç tatmadığım bir mutluluktan belki. Hatta o mutluluk gelip kapımı çalsın isterdim, çokça çaresiz olduğum şu dakikada. Kahkahalarla gülebilmenin anlamını çözmek isterdim ya da belki şu kâğıda daha güzel bir yazı döşeyebilmeyi. Arabalar geçiyor, insanlar yürüyor; kulağımda ayak sesleri. İnsanlar yaşıyorlar ve ben seslerini duyabiliyorum. Peki, ben, tek başıma kalemimin kâğıt üzerinde gezinirken çıkardığı sesten fazlasını çıkaramazken, şuan burada, bu soğuk evde yaşadığımı duyabiliyor mu birileri? Ya da evimin camlarından dışarı vuran ışıklarına bakıp da birileri iç geçiriyor mu? Öyle ya! Ben de yükseklerden seyredilen bir manzaranın silik sönük de olsa bir parçasıyım şimdi. Bir ışık daha sönse birileri fark eder mi? Şu an bu yaşadığım bir işkence mi? var mıdır bu acının, noktasından virgülüne bir dengi? Oysa parmak uçlarımın pürüzlü bir tende gezinmesini isterdim şimdi ve bir elin sadece elimi tüm içtenliğiyle kavramasıyla yetinebilmeyi. Uyusam günlerce, rüyalara bile yumsam gözümü, geçer mi? üstesinden gelinebilir mi? en başa dönebilir mi insan, hiçbir şey olmamış gibi tebessüm edebilir mi? Tebessüm edebilmek isterdim oysa şimdi, sebep aramaya bile gereksinmeden. Ağırlığıyla iki adım atmaktan aciz olduğum omuzlarımdaki yükün üstesinden gelebilirdim o zaman belki. Beni istediğim her güzele, her yüze, her ele götürebilen ayaklarıma bakıp da nasıl da şükrederdim. Ama işte her defasında başa dönmeyi ben de istemezdim ama ve lakin huzur dediğin nedir ki? Birileri doğarken çokça kalabalık yalnızlıklara, birileri ölürken kimsesiz ücra köşelerde ve ben bu evde bu huzurlu olmaya en müsait sessiz ve dingin gecede huzurlu olmayı en fazla ne kadar hak edebilirim ki?

Elif Yıldız


Mevzu Bahsine Dikiz Kaplumbağaya sanatçı adı verilir mi? Rezillik diz boyu. Adamlar hazmetmiş. Düşün bizde olsa; köpeğe kediye Yunus Emre, Neyzen Tevfik, Nazım Hikmet konduğunu, memleket ayağa kalkar. Balık düşün adı Fazıl Say. İyilik yap akvaryuma at Fazıl Saymazsa Halık sayar durumu. Sanata sanatçıya küfür gibi birini de angut kılığına sokmuşlar. Adamın kemikleri sızım sızım sızlıyordur. Bir kere ana yemekte ara öğünde pizza. İnsan bir montaj yapar lahmacun falan koyar. Usta Siplintır da rakının yanına çiğköfte yoğurur falan geçinir giderler. Basın orda da boyalı be kardeşim. April midir nedir. İnsanın bir haber ajansı olur. Olmadı paparazi olur. İnsan kaplumbağadan medet umar mı? Kaplumbağadan kahraman olur mu? Kahraman dediğinin bir kıyafeti olur kendine has tavırları olur. Bunlar hep aynı, aynı kabukta yüzyıllardır, iğrenç kokuşma zaten her öğün pizza bıkmak usanmak yok. Kaplumbağa dediğinin kahramanlığı tavşanı yarışda geçmesinden ibarettir. Kabul edilir değil. Artık kaplumbağa mizil mizil güvercin adım deyimine rakip edebiyat yoksunu yol alırken; tavşan da sevişiyor mudur, nasıl bir gaflettir anlamam. *** Pamuktan bi cüce misal; 7 tane prenses benim peşinden koşsa ne güzel olurdu. Önce salağa yatsa anlayışı kekeme olsa. Kasıldıkça kasılsa sonra aseksüel olsa prensesler menapoza girse. Prensesin menopoza girmesi, king kong'un başka bir prensese aşık olmasından daha gerçekçi en azından. Ya da lezbiyen olsalar benimle sırf param için falan ilgilenseler... Ben ilgi alakadan şımarsam beni kötü emellerine alet etseler ki 7 kadının kötü emeline alet olmak bile insanı aleti edavatıyla kurumsallaştırır. Masal kötü bitebilir aletten ötürü ama prenses belki ruh güzelliği ile yeniden düzenlenir. *** İnsanın içinde en çok yer eden masallardan bir de rapunzeldir. Zaten hep ilkokulda kızların saçları da uzun olur. Örgülüdür, taralıdır, başkasının özel elleri tarafından okşanmıştır. Dönemsel fantazi yoktur. Görünüş itibarı ile erkek çocuğunun kız çocuğundan farkı yoktur. İki cinsin vücudu da dikdörtgenler prizmasından hallicedir. Cinsellikle ilgi sünnetten ibarettir. Zira cinsel organa ilgi de sünnetten ibarettir. İnsanın cinsel organı için bütün akrabalarının toplanması sanki o andan sonrada bu ilgi devam edecektir sanır. Fakat hiçbir zaman o sayıya ulaşamayacaktır. Hatta cinsel açıdan ilgili bir kişiyi bulduğu gün milli(!) bayram ilan edecektir. Konuya geri beslemeli uzunlukta geri dönüş yaparak; Rapunsel kuleye tırmanılması için saçlarını pencereden sallandırmış bangi camping yapacak kimseler bulamaz iken. Ben görsem geçerken uğramış takliti


yapsam, sonra da çantamdan makasımı çıkarıp rapunzelin saçlarının kırıklarını alsam. Saçlarından doğru tırmanıp en yukarı çıkınca fön çekmeye başlayıp tekrar aşağı doğru insem. Fatura kessem grup indirimi yapsam.

Tınaz Çokkeskin

Olası Rusya-Türkiye Gerginliği Rusya ile Türkiye arasındaki vize kalkar mı? Sorusu soruldu. Daha sonra geyikler dönmeye başladı. Sadece kalkan vize mi olur? diyenler mi ararsınız, Baltacıların torunları çok şanslı, bu sefer sadece Katerina olmayacak çeşit artacak falan diyenler mi? Sonra Rus erkekleri isyan etti. “Lan sizinde karınıza bacınıza laf atsalar hoşunuza gider mi?” diye. Bizim ağır ağbi konseyi toplandı “bilemedik kardeş kusura bakma” yanıtını verdi. Bizimkiler resmen özür dileyince dünya basını buna kayıtsız kalmadı haliyle. Şaka, hatta tam bir Umut Sarıkaya karikatürü gibi. Sonra iki ülke arasında Ana Bacı Antlaşması imzalandı. Antlaşmayı ülkemiz adına Kamer Genç, Rusya adına ise İvan Divandelen imzaladı. Antlaşmanın maddeleri şöyle: 1. Rusya’dan Türkiye’ye gelen, fuhuş yapan kadınlar dışındakilere Türk erkeği, kaşar gözüyle bakmayacak. Rusya’da tıp fakültesini bitirip Türkiye'de fuhuş yapmaya gelen ablalarımız farklı alanlarda istihdam edilecek. 2. Türkiye'den her ipini koparan Rusya'ya giremeyecek, girse de sokakta her gördüğü kadına laf atmayacak. Attığı görülürse sözlü uyarılacak, ikinciye yaparsa dövülecek, üçüncüde sınır dışı edilecek. 3. Fuhuş yapan her Rus Kadınına Nataşa denmeyecek. Rus bu denebilir. (taslak halinde; görüşmeler devam ediyor.) 4. Rus vatandaşları sıcak sularda takılabilecek. (Gönen, Güre, Ilıca kaplıcaları gibi kaplıcalara giriş serbest.) 5. Evet anlamındaki DA ayrı yazılacak. 6. Coca Cola – Pepsi votkasız içilmeyecek.

Sertaç Girgin

İçki Masasında Sevgiliye Mesaj Atmak Genellikle sevgiliyle kavgalı, bilemedin tripli, hiç bilemedin sevgilinin zorla izin verdiği bir gece arkadaşlarla çıkılan ve alkol oranın, ortamdaki muhabbetle doğru orantıda tüketildiği masadan atılan mesajdır. Bu mesajları genellikle erkekler atar. Konunun özü sevgiliyle olan duruma bağlıdır. Eğer kavga edilmişse ve er kişi bu kavgada haklı durumdaysa hatun kişiye şöyle bi mesaj gönderir. "Bi 70lik bitti. Şimdi ufağa geçtik. Kına yak" yani burada, kişi "senin yüzünden içiyorum ve derbeder oldum, bana şefkat dolu bi mesaj at,


haksız olduğunu kabul et, bana sırnaş bende bi iki saat senin ağzına sıçayım sonra eskisi gibi oluruz sevgilim"dir. Kız tarafından ise "yaa aşkım nolur, özür dilerim" bi mesaj gelir ve erkeğin planı tıkır tıkır işler. Eğer kavgada haklı taraf hatun kişiyse er kişi bu sefer. "biliyorsun karaciğerimde problem var ama 70liği su gibi içtim. Ölünce anlarsın değerimi" diye mesaj atarak hatun kişinin kalbini kendini acındırarak gene kazanmaya çalışır. Eğer bi trip söz konusuysa er kişi: "geçen sende arkadaşlarınla çıktın, biz sana bişi demedik, bekleme beni bu gece" diye mesaj atar. Alkolün vermiş olduğu etkiyle bunun meali ise gecen gece yaptığın davranış bana çok koydu. Sen gez milletle, beni yanında taşımaktan utan, bende ilik gibi hatunlarla takılayımdır. Halbuki masada 1 tane hatun yoktur. Eğer ara düzgün ve er kişiye, hatun kişi git tabi hayatım diye izin verdiyse erkek, ne şiş yansın ne kebap diyerek hem dalgasına bakar, ortamda fırtına gibi eser hem de sevdiceğine "seninle kahve içerek aşkımızı perçinlemek isterdim" şeklinde mesaj atarak kendini tatmin eder. He bide hatun kişi bu durumda "aşkım kızlara bakma ekiekieki" diye mesaj atarsa cevabı basittir. "sen dünyanın göreceği en güzel varlıksın. Varlığın varlığıma armağan olsun" yazarak gene hatun kişi mutlu edilmeye çalışır.

Sertaç Girgin

Mars, Venüs, Kızıl ve Biraz da Çilek Biraz da mitoloji kattık mıydı tamamdır. İşte senin tarifin bende bu. Hepinizin ortak bir noktası var. Ne biliyor musun? Hepsi de keşfedilmeye değer, hepsi de merak-aver, hepsi de derbeder. Görmesem de merak ettiğim, görünce aşkından öldüğüm, dokunsam yandığın ve kavrulduğum bir his. Bilmiyorum belki de anlatması çok pis. Ben mi hoşlanıyorum sadece bu durumdan. Bilemedim… Geldiğim gibi bu yoldan da geriye bir türlü dönemedim. Işınlar parlak, topraklar susuz, havalar sıcak, renkler kızıl. Kırmızıya çalan tatlı bir hırsız. Gönlüme söz, aklıma dem, damarlarıma nem. Hepsinden az bir dirhem… Lazım olan yalnız bu….


Neresinde mitoloji bilemem. Aklımdan geçen sadece merak konun. Bildiğim şey sayılarla, gezegen ve aylarla tarifin. Mesela Mars'ın rengi, Venüs'ün cazibesi, Ay'ın şafkı, Güneş'in narı, Yüzünün nuru. Bütünlüğünün üstünlüklü billuru. Sende bulduğum rakamları bir bir toplasam, alt alta eklesem, çarpsam ve de bölsem, bir de üstüne büyükçe kesirlerden bir tane de ben koysam; toplamı yine sevgim etmeyen bir dünyanın boşluğunu ne denli tarif edebilirim ki… Evrene sığmayan bir tasavvur içinde olduğumu tahayyülden aciz olmadığını umarım. Bu cümleleri anlamakta da zorlanmadığını bir de. Yağmursuz bir çöl, kızgın bir torak ve tatlı bir meyve gibi tenine dokunamam. Yangın yerini ab-ı gülistana çeviremem. Su serp diyemem. Kızılına beyaz bir renk de ben çalamam, aklımı başıma alamam. Tariflerin en darı, alevlerin en harı ve içimin püsküren buharı bunlara büyükçe bir engeldir. Tüm bunları aşamam… Mistik bir gücün esiri ve çekimi altında ne denli şuurlu bir davranışın müessiri olunur bilemem. Sorumsuzluklarıma sorumluluk yükleyemem. Senle seni çözemem. Üst üste koyup toplayamam. Dağıtırım duygularımı. Toplamanı bekleyemem… İstemek ve kavuşmak arasında giden özlemlerimi yenemem. Dillendirip dillendirip sonra dillerini kesemem. Söylediğim tüm sözleri bir bir geri çekemem. Çekiminden etkilendiğim gezegenini de yerle bir edemem. Kızılına bir renk de ben süremem.


İrkilemem, tüm isteklerimi ikilemem… İlk adımımı atmış gibi sevinemem, dokunsam yanarım da bunu neden bilemem. Narın nurunu gözlerimle görsem çözemem. İsteklerin sonsuz, dünyan belli ki de uçsuz. Bildiğim bir şey var. Bu yürek kesin suçsuz. Kat'i suretlerin en kat'isinden daha kat'i bir gerçek var. Bedenim tutsak. Ruhum uçsuz… Evrenin gezegenleri ile tarif, anlamların en evrenseli. Herkesin bildiği, burçların çözdüğü, karakterlerin belirlendiği bir çekimin; yer çekimine karşı koyamadığı cazibeyle karşındayım. Engelleme ve durdurma… Bırak düşsün rakamlar, savrulsun meyveler, çözümsüz saysın bunu da fizik ve kimya, yeter ki ruhumun kimyası biyolojisine yenik düşmesin ve bu çarpıntı dinmesin. En renksiz boşlukların kör diplerinden görünen narın alevi, kızılın en keskini ve susuzlukların en hararetlisi etkisiyle yanarım. Bir çilek versen inan ben ona da kanarım. Yasak olsun, tatsız ve anlamsız da. Ellerinden geleni Mars'tan gelmiş sayarım. Renksizse senin renginden, tatsızsa senin tadından ve anlamsızsa mitolojinden katarım. Biraz Mars, Biraz Venüs, Biraz çilek ve az biraz da mitoloji çözümün en anlamsızı. Uydurduğum anlamların tek anlayanı yine ben. Uzaklardaki ulaşılmaz olansa her zamanki gibi. Sen… Ama olsun! Bir gün biri keşfedecek ve bu yangına o da düşecek. Susuz çöller, kızgın kumlar ve göz yakan nar ve hararet ve buhar ve nur ve ışınlar ve kızıl… Vee… Gözlerim kör. Efsunun bitti, çekimin söndü. Bir çilek ver bari. Tadın kalsın dilimde.

Yunus Baran


“Hayal kurabilirsiniz ve onu gerçekleştirebilirsiniz. Herşeyin bir fare ile başladığını asla unutmayın!” Walt Disney

Fotoğraf: Engin Enginer

..EnginDergi.. Ocak 2010 sayı-01


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.