engindergi-s02

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2010 - Say覺: 02


İçerik; Sy.03) Algıda Algısızlık – Engin Enginer Sy.05) Hoşgeldin – Elif Yıldız Sy.06) Karlı Düşünceler – Ahmet Davut Çetinkaya Sy.07) Ozanlarımız Aşıklar / Son Ders – Bora Eke Sy.11) Yitirdiğim Dostlar – Sezin Dirier Sy.12) Zamanın tadına varamaz olduk! Bu çalkantılı dünyada... – Pelin Gül Sy.13) Yaşamın Tümsekleri ve Bahaneler – Kadir Kırda Sy.15) Senden, Benden, Bizden – Öz'lem Eker Sy.16) 2012'de Kıyamet Kopmazsa Maya'ları Öpücem?! / Sıktı Artık – Sertaç Girgin Sy.18) İde Dağı – Simsiyah Sy.20) Düş – Dilşah Kalkan Sy.21) Sosyal Medya Ünlüleri – Önder Boynudelik Sy.24) Gidesim Geldi – Yunus Baran Sy.26) Hırsız – Erdem Özsoysal Sy.27) Kalbimdeki Aşkı Körükler Kulağımdaki Ses – Tınaz Çokkeskin


Algıda Algısızlık İlköğrenim'deki “Cin Ali” serisini saymazsak, 2000'li yıllara kadar okuduğum kitap sayısı ne yazık ki iki elin parmaklarını geçmeyecektir. Hatta yeis içinde, tam bir “televizyon çocuğu”ydum diyebilirim. O yıllarda televizyon çocuğu olmak, o kutunun başında çok zaman geçirmek ve değişik bilgiler edinmek kadar galiba biraz da tv kumandası olarak kullanılmak anlamına geliyordu. :) Okula gitmek için uyanılmazdı da çizgifilm seyredebilmek için haftasonu sabahın 6'sında kalkmak hiç zor gelmezdi. Zamanında televizyonu kitaplara yeğlediğim doğrudur ama gazete, dergi, hatta ansiklopedi!, elime geçen ve bilgileri sistematik biçimde aktaran ne varsa öğütmeye çalışırdım. Düzgün ve zengin Türkçe kullanmaya olan merakımsa muhtemelen ailemin bulmaca çözme sevdasına ortak olmamla doğdu. Yirmili yaşlarla kitap okumak için çaba sarfetmeye başlamışsam da açık öyle büyük ki, sırada olan daha pek çok değerli eser var. Üniversite hayatımın bana kattığı değişimlerden birisi de tv'den uzaklaşmak olmuştur. Bununla birlikte bu boşluğu İnternet doldurmaya başladı ve bağımlısı haline getirdi. Aslında bilgimiz arttıkça ne de az bildiğimizi görüyoruz ve açlığımız da artıyor; gerçekten de cehalet erdem midir yoksa! :) Bilgisayarı bilgiye erişim aracı olarak gördüğümden olsa gerek ondan uzak durmaya pek niyetim yok. Gerçi insan herhangi bir şey yapmak istesin yeter, herkesin kendine göre haklı bir nedeni oluverir, hatta en ağır suçları işleyenlerin bile! Kendi penceremizden görüp kendimizi ne kadar da kolay haklı çıkartabiliyoruz değil mi? Sanırım biraz da bu yüzden insanları duymak istedikleri sözlerle kandırmak kolay oluyor. Psikolojik manipülasyona maruz tutularak da rahatlıkla kanaat ve davranış değişikliği göstermeleri sağlanabiliyor. Ağzımızdadır, hep yakınırız, “millet olarak okumuyoruz” diye. Okumanın faydasının farkında olmayanlar bir yana, farkındalıkları olup da okumayanlar da vardır, ama hazırdır onların da kulpları. Okuma oranları vehametini gösterebilmek adına birkaç rakam aktarmak için çalışma yaptım ama aktaramadım. Aktarmadım çünkü resmen utandım! Birkaç yıl öncesinde kulak misafiri olduğum tartışma programında geçen bir ifade vardı; “'Bir kitap okursunuz, hayatınız değişir!' derler, doğrudur” diyordu konuşmacı, ve ekliyordu, “Ama bin kitap okursanız o kadar da kolay değişmeyecektir...” Ne demek istemişti diye bir süre düşündüm.


Farklı konulara uyarladığım saptama beni çok etkilemiştir. Bu söz daha çok okumam ve çevremdekileri okumaya sevketme çalışmalarım için büyük bir güdüleme kaynağı olmuştur. Ne zaman yazı yazmaya kalkışsam konu bir yerde gelip algı kavramına dayanıyor. Duyularımız aracılığıyla bilincimizde oluşan uyarılmaya algı diyebiliriz. Gerek genetik gerek de çevresel faktörlerden ötürü her bireyin yaşadığı dünyayı algılayışını farklılaştıran öyle çok değişken var ki, bu da herkesin kendisine göre doğrularının oluşmasına neden oluyor. “Doğrular gerçekler midir yoksa çoğunluğun düşüncesi mi?” sorunsalı az önce bahsettiğim algı farklılıklarından kaynaklanmakta ve “Bakış Acısı” yazımdaki Galileo'nun çektiği sıkıntıları doğurmaktadır. Yine aynı sorunlardan ötürü bir çok düşünür ve bilim insanı çalışmalarını gizli olarak yürütmek zorunda kalmıştır, ki bugün bile düşünce suçu kavramını tartışıyoruz. Demokrasi kavramının bile çoğunlukla yanlış yorumlandığı günümüzde bazen bunun ne kadar hakedildiğini ve oy hakkı yorumundan ötürü eleştiri oklarına hedef olan manken kişiyi düşünüyorum. İfadesindeki haklılık payını, kapımızdaki kar dururken komşumuzun çatısındaki kara laf söylemenin kolaylığını, eleştiriye gelemeyip eleştirip durduğumuzu ve bir ok olamadan etrafa ok atıp duran insanları düşünüyorum. Düşünüyor ve bazı toplumsal gelişmeleri reva görmeye çalışıyorum. Ama ah şu insancıl yanım yok mu, buna da elvermiyor ki. O noktada bunların bir oyun/sınav olduğunu hatırlayıp hayata biraz mizah katıp yaşamı tatlandırmak gerekiyor. Gerekiyor çünkü hasta ve diyette bile olsan başka türlü yenmiyor. Bazen kuyuya deli/dahi'nin birisi bir taş atıyor ve siz uğraşırken kenarda oturup bıyık altından gülümsüyor. Kimbilir, gülümsemesinin sebebi belki çevirdiği dolaplardan, belki de farkındalık artırmaya yönelik çabalarının meyve veriyor oluşunun keyfinden ötürüdür. Her halükarda biz de ne yapıyorsak keyif almaya çalışmalıyız. Ünlü düşünür Francis Bacon; “Okumak bir insanı doldurur, insanlarla konuşmak hazırlar, yazmak ise olgunlaştırır.” demiş. O halde yolculuğa devam...

Engin Enginer


Hoşgeldin Artık dünyalar tatlısı minicik bir meleğin teyzesiyim. Nasıl bir his olduğunu anlatabilir miyim bilmiyorum; ama onu sadece saatlerdir görmüyor olmama rağmen özledim bile. Benim, dünyaya geleli birkaç saat olmuş günahsız, saf, temiz yeğenim; kaçıncı nefesini alıp vermektesin şuan. Etrafında olup bitenleri anlamayan şaşkın bakışları bile dünyalara değer olduğunu kanıtlamaya yetiyor. Tombul dudaklarının orta yerinde duran minicik burnu ve üst kısmı alttakinden daha şişkin dudakları... O benim kanımdan ve ben onun anne yarısıyım. Muazzam, tek kelimeyle muazzam. Daha dün annesinin karnında, dokunduğumuzda tahmin yürütmeye çalıştığımız ayakları şimdi iki kat çorabın altında bile o denli küçük ki. O bugün dünyaya geldi ve ben içimdeki sıkıntıları yazmak üzere elime kalemi aldığım andan itibaren ondan başka anlatacak bir şey bulamadım. Değiştir dünyamızı meleğim. Günahlarımızı unuttur bize. Seni bize bağışlayanın varlığını kanıtla her hareketinle. Göreceli dedikleri güzeli, doğruyu, iyiyi... anlat birer birer. Hoşgeldin meleğim, hoşgeldin ne de iyi ettin.

Elif Yıldız


Karlı Düşünceler Yine kar, yeni kar, yeniden kar... Elimde bir fincan çayla, sıcak odamın penceresinden bakıp o beyaz kutsal örtüyü ilk gördüğümde, aklımın uçsuz bucaksız dehlizlerinde bunlar esivermişti. Sonra içiçe geçen düşünler peşpeşe geldi. Ne kadar ilginç bir varlıktır kar dediğimiz şey. Ansızın bir sağanak gibi bastırdığı nadiren olur, usul usul başlar çoğu zaman. Önce ağaçları, minareleri, araçları kaplar. Sonra yollarımızı sıvazlar pamuktan örtüsüyle. Öyle olağanüstü salınarak süzülmektedir ki gökyüzünden. Salınarak... Meğer her bir tanesini bir melek taşırmış yeryüzüne. Duyguları coşturur kar, insanı melankolik yapar biraz; azıcık şair ruhluysanız, siz de üşenmez şiir yazarsınız Cahit Sıtkı gibi: “Yağan beyaz bir sükut, bir mahşerdir sanki kar! ... Şimdi yağan kar değil, ruhumdur kar yerine.” Sayısız şarkılar, türküler kar'dan bahislidir; “karlar düşer”, “her yerde kar var”, “kar tanesi”, “kınalı kar”. Zaten biraz derinden kulak verirseniz, kar'ın o içinizi ısıtan soğuk sessizliğinde, inceden ve eşsiz bir melodiyi işitmeniz de imkansız değildir. Derler ki fakir için ızdıraptır, siyah yağar kar; başınızı sokacak bir yuvanız olsa bile, eğer ocağınız tütmüyorsa, bir kaç odununuz tükenmiş, biraz kömürünüz kül olmuşsa zordur karlı bir şehirde yaşamak. Nefesinizin buğusu, gözyaşınız ve kar birleşir, kristalden mücevherlere dönüşüverir. Pekçoğumuz kardan adam yapmayı denemişizdir, peki hiç kar altında nöbet tuttunuz mu? Ben de tutmadım, ama usulca, ama aralık vermeksizin yağan karın altında, kardan adama dönüşmüş mehmetçiklere çok rastladım. Çekmeköy'de kış mevsimi ağırdı o yıl. Gece yarısını geçmişti vakit, kar yağıyordu, hava üşüyordu, Mehmet'in dizlerine kadar gömüldüğü kar tepeciği, an geçtikçe yükseliyordu. Soluduğu nefesle ciğerlerine kar taneleri doluşuyordu. Öylesine soğuk ve öylesine sessizdi ki bir an için zamanın beklediğini düşünebilirdiniz. Ama nöbet yeri beklemiyordu. Kar kutsaldı, nöbet yeri daha kutsaldı... Kar olmasaydı ne olurdu? Çok şey olurdu, ama en önemlisi kardelen çiçekleri olmazdı. Ümidin ve yaşamın simgesi kardelen çiçekleri... Nedense masal varlığı sanırdım bu menekşe güzelini, bir Karadeniz yaylasında hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkana dek. Hiç bitmezmiş gibi görünen kar denizinin ortasında, boynunu uzatmış kardelenler... Ayaza ve toprağı bir daha bırakmayacakmış gibi kaplayan beyaz örtüye inat gülümsüyorlardı. O an, aslında kardelenlerin, baharın öncüsü olduğunu farkettim, kar ile çiçekler arasındaki tezat, ümidin habercisiydi... Artık, penceremden gördüğüm okul bahçesindeki çam ağaçları beyaza


bürünmüştü; bir ağaç yaprakları olmadan ne kadar da zayıf ve çaresiz görünüyordu. Önce fincanımdaki çayın artık soğuduğunu farkettim, sonra eğer kar olmasaydı bu yazının da olmayacağını... Aklımın ince kıvrımlarında anaforlar sürüp giderken, herşeye sırtımı dönmek ister gibi kapattım perdemi bir nefeste. Şehir ve ben kara teslim olmuştuk. Kara teslim olmaktı belki en güzeli...

Ahmet Davut Çetinkaya Silgisiz Kalem

Ozanlarımız; Aşıklar Küreselleşen dünya nimetleri kadar her geçen gün yeni sıkıntıları da yanında getiriyor. Toplumdaki insanlar ise tüm bu olumsuzluklara olan karşı tepkilerini kimi zaman sivil toplum faaliyetleriyle, duyarsızlıkla, gösteriler ve yürüyüşlerle, bazen de hiç istenmeyen yasal olmayan faaliyetlerle dile getirmeye çalışıyor. Son günlerin bu konudaki modası ise rap müzik. Rap müzik, 80li yılların metal müziğinin yerini aldı bile. Rapçi denilen solistler yaşanan savaş, açlık, adaletsizlik gibi konuları kendi tasvir ve kelimeleriyle dile getirmeye çalışıyorlar. Bu rapçilerin dünyaca ünlü bazı emsalleri bunu küfür vb. sözlerle yani pekte etik olmayan bir şekilde dile getiriyor. Dünya bu kaos ortamında kavrulurken biz ise, içimizden yani kültürümüzün özünden kopan ve belkide gençlerimizin öldüğünü zannettiği ozanlarımızı, aşıklarımızı unutmuş bulunuyoruz. Onlar ise yüzyıllardır Anadolu'nun saf ve temiz yüzünü en güzel duygularla, kardeşçe sergilemeye sessizce devam ediyorlar. Onlarında konularında Bosna, savaş, hırsızlık yeriliyor çoğu zaman. Bir de adı üstünde aşkları yazıyolar... Abdülkadir uzmana, peki ozanlar aşık oldukları insanı bulduklarında nasıl yazmaya devam edebiliyorlar diye soruyorum. O da bana güzel şivesiyle onların aşkı tek bir insana değil; doğaya, tüm canlı ve insanığa diye yanıt veriyor. Böyle bir yolu Mevlana'nın, Hacı Bektaş Veli'nin soyundan gelen bir Anadolu insanın hissetmesi doğal değil mi? Başka ülkelerdeki yabancılar bile giderek bu aşıklarımızı, ozanlarımızı, mesnevi kültürümüzü okumaya çalışırken, o topraklardan yeşeren bizler bu değerlerimize ve 21.yy'ın aradığı insanlık anlayışına giden bu yola ne kadar sahip çıkıyoruz acaba?


Sizlerle sayfamızın sığdığı kadar Abdülkadir uzmanımızın yüreğinden çıkan iki şiir ile veda ediyoruz. Unuttun mu? Aşk ateşi oldu derin Güneşli gün gölge serin Kayıp oldu nerde yerin Yoksa beni unuttun mu Arıyorum yine bugün Senin için hava düğün Dertlerim düğüm düğüm Yoksa beni unuttun mu Ben ıslandım sırtın kuru Bulanırım aktın kuru Gözlerimin sensin nuru Yoksa beni unuttun mu Kadir bu iş beni aştı Gözlerimden yaşlar taştı Beni koyup herhal kaçtı Yoksa beni unuttun mu?

İnsanlık Çölde fırtına esiyor Adam adamı kesiyor Sorgusuz sualsiz asıyor Bu mudur insanlık kardeş Helal tanımaz çaldırır Hakkı olmayan böldürür Günahsız bir can öldürür Bu mudur insanlık kardeş Barbarlık denen buyuz Islah olmayan bir huyuz Cezayı görmeyen uyuz Bu mudur insanlık kardeş Kadir kendine ver ayar Zalimler sözünden cayar Çalışmadan bir yar soyar Bu mudur insanlık kardeş

Bora EKE 25.06.2007 Çukurca, Hakkari, Türkiye


Sinemodam

Son Ders: Aşk ve Üniversite Bu yazım genç yaşta yitirmiş olduğumuz, İktisatçı Prof. Dr. Türkel Minibaş'a ithaf edilmiştir, ülkemizin fikri, irfanı hür nice öğretmenler yetiştirmesi dileğiyle... Hocam hangi kitaptan sorumlu olacağız? Bu derste önce itiraz etmeyi öğrenecekseniz, bu derste verilen bilgiye tepki göstermeyi, onu sorgulamayı öğreneceksiniz. İlk dersimiz kimsenin buradan alınacak bir derse ihtiyacı olmadığı. Ben ders veremem, gerektiğinde hayat dersi insanın kendisine bizzat verir. Bugüne kadar hayattaki en özgün çatlak hocayla karşılaştınız ve sorulacak hiç bir şeyiniz yok öyle mi? Peki o zaman arkadaşlar ders bitmiştir. Sadece yapamadıklarımızdan pişman oluruz. "Hayatımın tek pişmanlığını ortadan kaldırmak için yola çıktım ben..." Buraya kadar ki kısım filmden bizzat alınmıştır. Peki siz hayattaki pişmanlıklarınızı, erteleyişlerinizi ortadan kaldırmaya hazır mısınız? Dersi hayat verir, tüm öğrenimlerimizin sevinçli, acı olanlarının ise sevdiklerimizin desteğiyle ayakta kalmamızı sağlayacağı şekilde olması dileğiyle... Son olarak; mizahçı olmak zeki olmayı gerektir derler, Atamız; "Sanatsız Kalan Bir Milletin Hayat Damarları Kopmuş Demektir." derken bizlere bir şeyler anlatmak istemiş olabilir. Sanatçılarımıza, şairlerimize, kültürümüze ve tarihimize ne kadar sahip çıkıyor ve yaşatabiliyoruz? Bu da benim, derse düşen naçizane sorum olsa gerek. Saygılarımla

Bora EKE

06.02.2009 İzmir, Türkiye Film Künyesi Tür: Dram / Komedi Gösterim Tarihi: 08 Şubat 2008 Yönetmen: Mustafa Uğur Yağcıoğlu, Iraz Okumuş Yapım: 2007, Türkiye Oyuncular: Ferhan Şensoy, Ece Uslu, Kaan Urgancıoğlu, Durul Bazan



Yitirdiğim Dostlar Yitirdiğim dostum; beni affet… Yıldızlardan mahrum bir gecenin şafağında fark ediyorsun hayatın ne denli acımasız olduğunu. Aptallığını görüyorsun geçmiş perdesini aralayınca; bencilliğini ve hatta kaybolmuşluğunu soluyorsun. Peşisıra çalan damar şarkılar eşliğinde bakıyorsun eskiye. Yitirdiğin dostların, yitirdiğin aşkların geliyor aklına… Yavaş yavaş yatağa siniyor adın. Birkaç eski fotoğraf eşliğinde akıyor gözyaşların… Duvarlarına resimler yapılmış odaların loş ışıkları altında yapılan sohbetler doluyor sonra zihnine. Fark ediyorsun ki hep 'çoğul' oluyor hatıralar; bir zamanlar paylaşmış olmanın, paylaşabilmiş olmanın hazzıyla anıyorsun geçmişi. Hiç beklenmedik bir anda, eski zamanlara ait saatlerde özlüyorsun onları; hayatında tatlı-ekşi tatlar bırakanları. Sarılıyorsun kaleme, sarılıyorsun kağıda. Birbiri ardına sıralıyorsun harfleri; her bir kelimen hasret, her bir cümlen özür kokuyor… ***

“Biliyorum; asla aklına gelmezdi günün birinde yeniden benden haber alacağın. Biliyorum ki suçluyum; biliyorsun ki suçlusun. Biliyoruz ki hatalar yaptık birbirimiz ardından. Biliyoruz ki hiçbir büyü değiştiremez olanları. Olsun. Tüketilmiş bir dostluğun ardından birkaç kelam etmeye hakkımız var; biliyorsun. Tüketmek. Adınla uyandığım yüzlerce günde ne de çok kullandık bu kelimeyi. İnsanların ne kadar bencil olduklarından, ne kadar da aptal olduklarından dem vurup, hayatı tüketişlerine kızdık… Ama biz de tükettik; bizi, dostluğumuzu, sevgimizi. Seninle 'tükenen'lerden oluşumuza acıyorum. Yitirilemeyecek kadar değerli olan bir şeyi bu kadar çabuk yok ettiğimiz için, o zamanki halimizi silkeleyip savurmak istiyorum. Bazen sana, çoğunlukla da kendime kızıyorum.. Ne yazık ki yaptığımız hiçbir şeyi geri alamıyorum. Komik ama, bu gibi anlarda, aklıma dur durak bilmeden savurduğun küfürler geliyor. Biliyor musun, onlara bile gülümseyebiliyorum. Sana defalarca 'küfür etmemen' gerektiği konusunda yaptığım uyarıları düşünüyorum; ağzını doldura doldura ettiğin çoğu küfrün aslında ne kadar yerli yerine oturduğunu görüyorum. Beni biliyorsun; hiç olmadık bir anda aklıma geliverir her şey. Tıpkı şimdi olduğu gibi. 'Susmak' konusunda başarılı olduğumu asla iddia etmedim. O yüzden… O kadar bakmışken anılara ve düşlemişken geçmişi... Kahve & sigara moduna da almışken ibreyi; seni es geçemedim... Beni biliyorsun; hatalar yapan ve bunları da asırlardan sonra fark eden biriyim. Yine öyle… 'Geç' fark ettiğim her şey için beni affet; ben bizi çoktan ettim... Beni biliyorsun… Daima seni seviyorum.”

Sezin Dirier


Zamanın tadına varamaz olduk! Bu çalkantılı dünyada... “Uğraşlar içersindeyiz. Koşuşturmaca, hep bi kovalamaca peşindeyiz.”

Fotoğraf: Uğur Fertellioğlu “Zaman akıp geçiyor dur demek olmaz!” şarkısını mırıldanıyorum kendimcee.. zaman zaman, kimi zaman! Zamanın akışına yapabileceğim bir şey yok, malesef! Tek yapabileceğim şey; içinden çıkılamaz bu derin sulara, hatta ve hatta bu sele kapılmamak. Sele kapılıp da, insanı insan yapan değerlerimizden uzaklaşmamak, en önemlisi de hayatın curcunasına karışmamak. Oldukça kısa olan zamanı, sevdiklerimizle birlikte değerlendirmek; en güzel şekilde... Kendimize bile vakit ayıramazken, kaldı ki çevremizdekilere kendimizden zaman ayırmak, oldukça zor... Bu da insanlar arasındaki ilişkileri çatışmalara sürükleyen neden oluyor. Zaman kavramı bu denli lanet bir şey! Ne denli de anlamsız tartışmalara sebep oluyor.


Sürekli ertelenen buluşmaların ardı arkası kesilmezken, buluşmalar gerçekleştiğinde de, sevdiklerinle özlemini gideremeden, sohbetin tadına varıp da, tadı damağında kalıp, en keyifli yerinde yarım kalıyor karşılıklı konuşmalar... Daha sonrasında yerini sanala bırakıyor görüşmeler. Facebook, Twitter gibi iletişim araçlarından haberdar oluyorlar birbirlerinden... Birlikte izlediğiniz filmin kritiğini bile yapamazken, tam gaz eve yol alıyorsunuz. Ki filmi dostlarınızla beraber izlemenizin en keyifli yanı da, film bitiminde herkesin kendince yorumlar yapmasıdır. Bunun tadına bile varamaz olduk. Alelalade yaşantımızdan kesitler, bi nebze de olsa gerçekler! Koca bir Pazar gününü en iyi şekilde değerlendirmek adına, planlar yaparken, daha sonrasında koca bi Pazar günü göz açıp kapatıncaya kadar geçiyor. Zaman dilimleri o kadar kısa kalıyor ki, yaşanılanların tadına varılamıyor! Verilen sözler yerine getirelemiyor ve kırıcı olmamak adına söz verilmemeye de özen gösteriliyor. Oysa ki; her mevsimin tadı ayrı İstanbul'da. Bambaşka tadlar diyarında... Lezzetlerin buluşması, farklı kültürlerin harmanlanarak bizlere sunulmasının farkına varamaz olduk bu dünyada. Evlerde pinekler olduk, trafik korkusuna. Vapur seslerinin bize neler çağrıştığının bile farkına varamadık, koşar adımlarla atladık vapura. Şehrin anlamsız uğultusuna, araba kornalarının beyinlerde zonklaması eşlik etti. Yeşil ışığı bekleyemez olduk. Sabretmeyi öğrenemedik. Yeşil ışık açmalı insan... Yansıtmalı da sevdiklerine ışığını, aydınlıklara da saçmalı. Akışına bırakmamalı! Rotasına yön vermeli sevgi ışığının. Sevgiyi demetiyle sunmalı sevdiklerine. Gözleriyle anlatmalı içi içine sığmayan mutluluğunu, anlatırken gözbebeği parıldamalı. İçinde patlayan volkanları dışa vurmalı. Lavları dışa akıtmalı ki, aynı sevgi mineralleriyle varolmalı. Aynı mutluluğa kucak açıp, sımsıkı sarılmalı, bir daha ayrılmayacakmışcasına. Sağlıcakla ;)

Pelin Gül

Yaşamın Tümsekleri ve Bahaneler Bahaneler hayatımızın dört bir yanını saran zararlı sarmaşıklar gibidir. Onlardan kurtulabildiğimiz yada en azından sayısını azaltabildiğimiz sürece hareket imkânımızı genişletebilir, üstün hedeflere dört elle sarılabilir ve özeleştiri yapabiliriz. Hedeflediğimiz bir şeyi gerçekleştirmek istiyoruz. Ancak ona ulaşmamızı engelleyen


yahut da öyle sandığımız değişkenler her zaman mevcuttur. Hayatında başarılı olan insanları kıskanmak çok kolay. Ancak buz dağının altındaki kısmı kimse görmek istemez. Bunları sadece yaşayan kişi bilebilir. Hayatta her şeyin bir bedeli var. Olumlu sonuçlar elde etmek istiyorsak bedeline katlanmalıyız. Elde ettiğimiz değerlerin kıymetini artıran budur belki de. İyi not almak istiyorsak çalışmalı, dinlenmek istiyorsak yorulmalı, başarmak istiyorsak vazgeçmemeliyiz. Bedelini ödemek düşüncesi birçoğumuzu rahatsız etmektedir. Çünkü insanoğlu tembel yaratılışlı canlılardır. Meselâ hazırlık sınıfını kaç kişi dinlenmek için, kaç kişi İngilizce'yi çok iyi öğrenmek için okuyor? Başarısızlığımızı bahanelere bağlamak istersek yüzlercesini bulabiliriz. Alın size birkaç tane bahane: “Arkadaşımla kavga ettim, moralim bozuktu”, “Yerim rahat değildi”, “Havalar çok sıcak, çok soğuk yada çok ılık”, “Kapasitem yetersiz, anlayamıyorum”, “Gece uyku tutmadı”... işte böyle devam ediyor. Şimdi bu örnekleri irdeleyelim: 1. Moral: Arkadaşlar, herkesin her zaman morali çok düzgün olamaz. Moralimiz yerinde olmasa bile bildiklerimizi hatırlayabiliriz. Eğer hatırlamakta güçlük çekiyorsak biraz daha çalışmamız gerekiyor demektir. 2. Rahat mekân: Örneğin bir sınav esnasında sıranız sallanıyorsa, bir ayağının altına kağıt parçası sıkıştırın, bütün dertleriniz bitecektir. 3. Havalar: Havalar çok soğuk olduğunda titrer, çok sıcak olduğunda terleriz. Ancak bunlar yine de başarısız olmak için geçerli sebepler değildir. 4. Kapasite: Arkadaşlar, eğer bir noktada sizden bir şeyler bekleniyorsa, başarabileceğiniz düşünüldüğü için bekleniyordur. Siz oraya zaten kapasiteniz sayesinde gelmişsiniz. Ancak matematik ve sosyal açıdan denklik söz konusu olmayabilir. Böyle durumlarda zayıf olan taraf üzerine biraz daha çaba gösterilmelidir. 5. Uyku: Özellikle bir gün sonra iş görüşmemiz, sınavımız, proje çalışmamız ya da bilgi yarışması varsa heyecandan uyuyamayabiliriz. Ben hiç uyuyamadan bir gün sonraki ÖSS'de başarılı olmuş kişileri hatırlıyorum. Onlar başardıysa, niye biz de başaramayalım ki… Yukarıdaki örneklerin birçoğu sınav üzerinde odaklandı. Ancak yaşamın her alanda benzeri örnekleri görebiliriz. İleride bir gün dönüp baktığımızda bu günleri tekrar yaşayamayacağımızı göreceğiz. İşte o zaman bahaneleri sıralayıp hayıflanmak ile her şeye rağmen hayata göğüs gerdiğimizi görmek arasında seçim yapacağız.

Kadir Kırda


Senden, benden, bizden Bugün bunalım yapasım, kendimi mutsuz edesim, havaya serzenişte bulunasım, annemle didişesim, kalın ve koyu renk kazaklar giyinesim, arkadaşlarıma naz yapasım, ne yiyeceğim diye düşünesim, kumanda elimde 'değiştir' oynayasım, dolabımı sil baştan derleyip toplayasım, saçlarımı yaptırıp kendimi daha havalı hissedesim yok… işin aslı bugün tumturaklı cümleler kurup, felsefi yorumlarla süslenen bi yazı yazasım da yok… Ben en iyisi senden, benden, bizden bahsedeyim… olmadı baştan! Bugün yağan yağmur eşliğinde araba süresim, hiç bilmediğim bir yerlere gidesim, orada yeni bir yer keşfedesim, o yerde içesim, içip dağıtasım, dağıtıp tekrar toplayasım var… Elime mikrofon alıp şarkılar söyleyesim, maskülen tarzımla ortalarda salınasım, chris isaak edasıyla nobodyyy lovesss nooooneeee… diyerek etrafıma keskin bakışlar savurasım ve sonrasında da konserimi sonlandırasım filan var. Sevgili okur, renkli rüyalara kısa bi’ara… Bugün hayattan bir dilim frambuazlı pasta rica ediyorum… Dipnotlar: * yetenek sizsiniz yarışmasına başvuran her on kişiden altısının yeteneksiz olduğuna ve sadece ünlü olma kaygısı taşıdığına inanıyorum. * LG nin “farkının farkında olanlara” temalı chocolate serisine bayıldım. * artık şu UGG botlarımızı bir daha giymemek üzere imha etme zamanımız gelmedi mi? * yakışan yakışmayan her bayan neden modayı bu kadar içselleştirip kırmızı dudaklarla dolaşmakta inat ediyor, yakışmıyor çoğunuza efendim, kabullenin bu gerçeği! * gossip girl sezon bölümleri fena değil mi ne? * her kadının sahip olması gereken otuz şeyden üçü bence: mizah anlayışı, kaliteli beyaz bir gömlek ve klasik bir parfüm olmalıdır. (diğer yirmi yedisi herkesin kendi takdiri.) * erkeklerin saçlarına kuyruk bırakmaları ne alakadır? * yırtık kot modası umarım önümüzdeki on yılda da devam eder * asmalımescit'in kalabalığını anlıyorum da, bu kadar çok kameraya pes! * etrafımdaki her üç kişiden birinin hayatla barışmak yerine rejim yapmayı tercih etmesi zoruma gidiyor. * hamdi koç'u keşfetmeyenler varsa, okunası kitaplara imza atmıştır kendileri, ben yıllar önce okuduğum bir kitabını yeniden okumaya başladım, bilgi ve ilginize…

Öz'lem Eker


2012'de Kıyamet Kopmazsa Maya'ları Öpücem?! 2012 adlı filmi seyredesim yoktu. Ama can sıkıntısı, uykunun bir türlü gelmeyişi ve içimde biriken sıkılganlık, vakit öldürme arzusuyla birleşince seyredeyim bari dedim. He bu arada filmi seyretmeden önce görsel ve yazılı medyada konuyla ilgili birçok haber, köşe yazısı ve ıvır zıvır okudum herkes gibi. Merak ettim nedir abicim bu mayaların olayı diye. Sonra araştırdım internetten işin aslını. Cahil cühela bi adam değilim. Açıkçası bu haberleri ve filmi görene kadar hiçte merak etmedim, mayaları moyaları. Size diğer entel danteller gibi; “arkadaş 89 yılından yani 6 yaşımdan beri biliyorum lan ben kıyametin kopacağını köylüler, sizin gibi sinemadan, gazeteden görmedik” triplerine girmedim. Daha önceden bilmiyordum, kıçında donu bile olmayan bu milletin dünyanın sonu hakkında kehanette bulunduğunu. Yazıyı okuyan arkadaş, sakın onlar dünyanın en gelişmiş toplumu falan diyip çıkışma biliyoruz. Bizimde evimizde ttnet var, bizde internetin search kısmına http://tr.wikipedia.org/wiki/Maya_uygarl %C4%B1%C4%9F%C4%B1 yazabiliyoruz. Ama bu resme ne diyeceksin. Bu mu uygarlık? Yemişim böyle teknolojiyi. Neyse filmi izledim. Her Amerikan filminde olduğu gibi boşanan bir karıkoca. Kocanın bi yeteneği var (genelde müzisyen, yazar, şair… Bu filmdeki gavatımız, pardon yoksa kahramanımız mı demeliydim? Yazar.) ama bu yeteneği hiç keşfedilmemiş, filmin son dakikasında voleyi vurup, köşeyi dönecek diğer filmlerde olduğu gibi. İki tane pırlanta gibi evlat var. Biri kız biri erkek %90. Kadın sevgili yapmış, adam sap. (kadınların sevgilisi genelde doktor, avukat veya yönetici, bu filmdeki kahramanımız doktor.) Çocuklar üvey baba adayına hayran ama kendi babalarını da seviyorlar. Nedense çocukların babaları her defasında ya çocuklarına verdikleri sözleri tutamıyorlar ya geç kalıyorlar ya da bi komploya kurban gidiyorlar. Bu filmdeki geç kaldı. İki adam da affedersiniz gavat. Arkadaş bu nedir ya? Filmin sonunda hep mi boşanan çift tekrar mutluluğu bulur. Eee!!! doktor, avukat, savcı güruhundan olan adamlar neci filmde. Madem bunlar barışacak neden araya bi tane daha adam koyuyorsun yönetmen arkadaş. Neden bu adamların gururuyla oynuyorsun. Bu adamlar hep kendilerinin bir ailesi olmasını istemediler mi? Neden başkasının ailesine kaynak yaptırıyorsun bu adamları. Biz de duygusal milletiz ya; hemen kaynakçı diye tabir ettiğimiz, zor bir çocukluk geçirip, zor zar okuyup, dişiyle tırnağıyla yükselip parayı vuran bu adamlara, milletin ailesini bozuyor, karısına kızını yoldan çıkarıyor diye gıcık olup, kızıyoruz. Hiç düşünmüyoruz o abimizin içinde kopan


fırtınaları, hiç görmüyoruz hatta görmemezlikten geliyoruz o adamcağızın verdiği bizi gıcık eden mücadeleyi. Neyse konumuza tekrar geri dönelim. Şimdi Mayalar kıyamet 2012'de kopacak ve taş üstünde taş kalmayacak falan demişler. Bazı sözüm ona bilim adamları da, bakın gördünüz mü küresel ısınıyoruz, bakın gördünüz mü buzullar eriyor, bakın gördünüz mü denizler çekiliyor falan, veriyor yaygarayı. Bazı sapık bilim adamları ise bakın gördünüz mü diyerek nah çekiyor millete ve ekliyor; “oynuyor mu?” Bende burada bu arkadaşlara katılmadığımı belirtmek için bu yazıyı yazma gereksinimi duydum. Şimdi bende kendi çapımda laflar hazırladım, sorularım ise şükela. Soruları yanıtlayan ve kafamı rahatlatan arkadaşlara nargile ısmarlıycam. 1)Bu takvimi yazan kişiye arkadaşları; “sen yazabildiğin kadar yaz, sıkılınca haber ver biz de yazarız demiş olamazlar mı? Bu işi bu arkadaşa kilitlemiş olamazlar mı? Bu eleman 2012'ye kadar yazdıktan sonra, sırası gelen eleman “ne yazıcam arkadaş 2012'ye yüzlerce yıl var, kasmanın bi manası yok, şu güzel imparatorlukta takılalım” demiş olamaz mı? 2)Madem bu takvimi yazdılar, madem kıyamet kopacak neden kendi imparatorluklarının sonunu göremediler? 3)Neden esmer ve minnacık doğan kız bebeciklerine maya ismi konur? Mesela Ek$iSözlük'te “Adı Taylan olanların esmer ve yavşak olması” diye bi başlık var. Böyle bi ırk mı yaratmaya çalışıyoruz kendi kendimize. 4)Meksika acısıyla alakaları var mı? 5)Annem soruyo; Pakmaya bunların mı? Şimdiden teşekkürler.

Sertaç Girgin

Sıktı Artık - Candan Erçetin'li Sütaş reklamı. Hani üç tane eleman vardı. Youtube'ta, facebook'ta çıkıp sütü seven kamyoncu tem'e diyorlardı. Bu arkadaşlardan duyduk beğendik biz bu şarkıyı. Türkçe'ye bu şekilde çeviren reklam firmasını kınıyorum. Candan Erçetin'e de hayal kırıklığına uğrattığı için teessüf ediyorum. - Yaprak Dökümü ve Aşk-ı Memnu. Yaprak Dökümü'nde Ali Rıza Bey, Aşk-ı Memnu'da Adnan Bey duş alsınlar, yıkansınlar. Ailesinin ve kendi üzerindeki kara bulutları dağıtsınlar. Hatta Behlül'ün yeni hedefi Adnan, bu adamın acilen kısırlaştırılması veya hadım edilmesi lazım. - Coca-Cola'nın damlama sulama projeli reklamı ne kadar mükemmel değil mi? kimi kandırıyorsa artık. Yemezler canım. Bi projeye destek


verdi diye unutur bu kapitalist firmayı ama benim milletim öyle saf öyle temizdir. - Roberto Carlos'un Fenerbahçe hakkında ileri geri konuşması. - Aykut Kocaman'ın her yaptığı icraattan sonra gazetelerde çıkan; “kocaman uyarı, kocaman transfer, kocaman bilmem ne” haberleri. -Facebook'ta Allah'ını seven 999.999.999 kişi, 2 milyon fenerli buraya, Bülent Ersoy’un muhabbet kuşu gibi grupların davetiyesi. Hayır yani 1 milyar kişi olunca ne olacak arkadaş. 1 milyarıncıya “yürü git len, zındık kafir” mi çekecekler.

Sertaç Girgin

İde Dağı “Collons de deu!” Gabriel Garcia Marquez – Kırmızı Pazartesi Ne hoş tınılı bir cümle değil mi? Şarkı sözü gibi, şiir gibi narin ve kırılgan. Ama aynı anda biraz da emri-vaki bir hava var sanki bu kelimelerde. Bir devrimcinin havaya kalkan sol yumruğu gibi, ölüme gitmeye hazır bir gencin cesur naraları gibi asi ve sivri. “Kitaplarımda gerçekliğe dayanmayan tek satır bulamazsınız” diyen Marquez yazdıysa illa ki gerçektir bu! Collons de deu, ne bir şarkı sözü, ne bir şiir dizesi, ne de bir zafer nidası! İçinde hem isyan hem alay hem de soru işareti barındıran bir küfür, collons de deu! Katalan dilinde Tanrı'nın taşakları demekmiş bu melodisi kendinden bağımsız cümle. Deniz kenarında tasasız hayat, bol balık, sağlıklı besin, düzenli ve dengeli uyku, ev yapımı şarap zihni açmakla kalmıyor, açılan kanallardan gürül gürül, el değmemiş bir sanatın akmasını da sağlıyor demek ki. Bizim, her biri sülalenin değişik elemanlarını cinsel ilişki sıralamasında hedef almış küfürlerimize karşılık; en yüksek görülen merciye nanik yapan bu küfür alayına isyan! İster istemez, bizimki gibi Avrupa ülkesi görünümünde ama inatla üçüncü dünya ülkesi haline getirilmeye çalışılan bir ülkede, böyle has ve simsiyah bir küfür yaratılabilir mi diye düşündüm! Hemen akabinde, arapça duyduğu her şeyi 'kutsal' sayan bir toplumda, bu kadar yaratıcılık kokan bir küfürün asla peydah olamayacağını idrak ettim ve Katalan halkına gecenin bir yarısı kendi kendime teşekkürü bir borç bildim! ***


Aslında en çok, benim ülkemin uyuyan halkının küfürlere ihtiyacı var. Önce uykularından uyandırmak için, zira artık tatlı tatlı “hadi canlarım uyanın bakayım” demekten anlamayan et yığınına dönmüş bir insan topluluğu olduk. Sonra da bizi mışıl mışıl uyutup arkamızdan iş çevirenlerin suratlarına tokat gibi çarpmak için, zira artık terbiyeli cümlelerden anlamaz oldular. Haber izlemekten, dinlemekten korkan bir toplum, en abuk olaylara bile şaşırmayan bir insan topluluğu yaşıyor bu topraklarda. Yapılan her türlü haksızlığa bile “ne yapabiliriz ki?” diye soran gözlerle bakıyor, ama aynı hataları tekrar etmekten yorulmuyoruz. Bu ülkede, belki de dünyanın en zengin insanları yaşıyor, çünkü her şeyin en pahalısını kullanıyor. Bu ülkede, her evde, doğuştan Maliye Bakanı olan insanlar yaşıyor, çünkü gelirlerinin üzerinde harcama yapmalarına rağmen hala ayaktalar. Bu ülkede, sinirleri kaya gibi sağlam insanlar yaşıyor, çünkü bunca saçmalığa rağmen gülümseyebiliyorlar. Göz göre göre yapılanlara rağmen hala daha iyiye, daha huzurlu ve mutlu bir ülkeye dönüşebileceğimizi umut eden var mı? Bir şeyleri değiştirmeye çalışmadan, çaba göstermeden, yerinden kımıldamadan, mevcut durumdan şikayet emeye hakkımız var mı? Cesaret ve enerji kısmı için herkes silkelenmeli belki, küfür konusunda da Katalan halkının yardımını alırsak önümüzde kimse duramaz! *** Madem küfürle başladık, en son bir küfür daha savuralım şöyle en dumanlısından da, tam olsun bari! Sigaranın kokusundan da tadından da nefret eden biri olarak sigara yasağına ve zammına sonuna kadar karşıyım. Onca sigara tiryakisi arkadaşımın, ben sıcacık yerimde buz gibi biramı içerken, karda kışta dışarlarda donup, zevklerinin 3 kuruşa satılmasına gönlüm razı olmuyor. Biradan, kahveden, rakı masasından sigaranın tecrit edilmesi, sinirime dokunuyor, bu duruma resmen bozuluyorum! Biz kendi hımbıl ötenazi kararımızı kendimiz verebilecek kadar büyüdük, devlet babanın ciğerlerimizi düşünmesine ihtiyacımız yok ki! Öyleyse hep beraber, yaratıcı Katalan kardeşlerimizi can-ı gönülden anıp, ağız dolusu bir küfür savuralım Ankara semalarına… Collons de deu!

Simsiyah


Düş Düş: Arabanın arka koltuğu, sıcak, bütün camlar açık, radyoda eğlenceli bir şarkı çalıyor, hızla ilerleniyor. Kadın kolunu mümkün olduğunca camdan dışarı çıkarmış, kırmızı ojeli tırnakları kısa, elleri bembeyaz. Bir an... Kısacık bir an... Her şey yavaşlıyor. Çok yavaş. Rüzgarı görebilecek neredeyse. Aksi yönden gelen bir araba. Kolunu aynı şekilde uzatmış adam, esmer, parmakları kadının hatırladığı gibi. Parmaklarının uçları birbirine hafifçe dokunuyor… Ve her şey eski hızına dönüyor. Arabanın arka koltuğu, sıcak, camlar açık, radyoda spiker o gün yapılacak maçla ilgili ayrıntıları anlatıyor, her şey hızlı. Kadın kolunu içeri çekiyor, yüzü bembeyaz. Düş: Kulakları tırmalayan bir uğultu var. İnsanlar konuşuyor, insanlar gülüyor, insanlar bakıyor. Kadın bir arabanın önünde duruyor. Son 4 saat 23 dakikadır orada dikiliyor. İşi bu… Tek yapması gereken insanlara gülümsemek. Kadın bunu yapamayacak kadar üzgün. Adam gideli haftalar olmuş. Yüzünü özlüyor ve bıyıklarını. Bir an başını yere eğip adamı düşünüyor. Uğultu susuyor, insanlar hareket ediyor fakat çok sessizler. Yanında birisinin dikildiğini fark ediyor, konuşuyor ama kadın duymuyor, sadece dudaklarının kımıldadığını görüyor. Gayri ihtiyarî karşıya bakıyor. İnsan selinin arasından adamın geldiğini görüyor. Adamın görüntüsü net, geriye kalan her şey bulanıklaşıyor. Adam gülümseyerek kadına doğru gelmeye devam ediyor. Tam önünde elini kaldırıp kadının yüzüne dokunuyor. Adamın eli kadının yüzünün içinden geçip gidiyor. Adam arkasına bakmadan yürümeye devam ediyor. Kadın bakıyor. Aniden sesleri duymaya başlıyor. Görüntüler netleşiyor. Yanında dikilen adam önünde durdukları arabayı satın almak için hangi bankadan kredi çekmenin daha avantajlı olduğunu soruyor. Kadın sorunun cevabını bilmiyor. Düş: Dışarıda kar yağıyor. Kadın şömine bozması, ancak kendini ısıtan bir sobanın önünde oturuyor. Kadın daha 3 dakika önce ağlamış, adama bunu söyleyemiyor, umursamayacağını biliyor. Tekrar ağlamamak için adama geçenlerde izleyip çok beğendiği bir klibi anlatıyor. “Bir kadın var, evi darmadağın. Galiba sinirlenip kendisi kırıp dökmüş. Sonra yola çıkıyor. Ha hatta yolda bir kafeye uğruyor. Kafedeki adam ona fonda çalan şarkıyı söyleyen adamı sevip sevmediğini soruyor. Bak burası çok güzel. Kadın her yarım saatte bir diye cevap veriyor. En sonunda şarkıyı söyleyen adamın güya klibinin çekildiği yere gidiyor. Adam şaşkın


bakakalıyor. Kadın ellerini silah şeklinde yapıp adama doğrultuyor. Adam şarkı söylemeye devam ediyor kadına yalvarır gözlerle bakarak. Kadın ellerini monitöre doğrultup işte güya ateş ediyor. Monitör parçalanıyor. Şarkıyı söyleyen adam hariç herkes kaçışıyor. Kadın dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya başlıyor. Adam gelip sarılıyor ve klip bitiyor. ” “ama” diyor kadın “ben adamı vurmasını tercih ederdim. Eğer yapabilseydim, azıcık cesaretim olsaydı seni öldürürdüm.” Adam kadının kendisini gerçekten öldürmek istediğini biliyor. Kadının cümlesi biter bitmez tv'de klip başlıyor. Kadınla adam şaşırıyorlar. Gülüyorlar… Ertesi gün kadın kar yüzünden sıkışıp kaldığı evde geceden bitirdiği şarap şişesini ve ‘tek’ kadehini kaldırırken gözü tv'ye takılıyor. Dün gece bahsettikleri klip yayınlanıyor. Elinde şişe ve kadehle koltuğun ucuna ilişip klibi izlemeye başlıyor. Ağladığının farkında bile değil. Zaten önemli de değil. –kadın ellerini silah şekline getirip adama doğrultuyor. Adam yalvarır gözlerle şarkısını söylemeye devam ediyor. Kadın ateş ediyor, adam yere düşüyor.- Kadın gülmüyor. Düş: Kadın adamın yüzüne bomboş bakıyor. Az önce söylediği şeyin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışıyor. “Yarın gidip hep istediğimiz o evi kirala. Artık döndüm, üzülme her şey geçti.” Kadın nefes alamıyor, balkona çıkıyor. Gerçek mi emin değil hala. Düş mü görüyor? Adam sahiden döndü mü yani? Her şey düzeldi mi? Adam arkasından yaklaşıyor. “Sana dönemem. Kendini iyi hissetmen için söyledim her şeyi. Yapamam.” Kadın üzgün bile değil. Kadını belinden tutup balkonun kenarına oturtuyor. “Seni şimdi aşağı itsem her şey sona erecek. Seni düşünmek, özlemek zorunda kalmayacağım. Sen hiç olmamışsın gibi yaşamak istiyorum. Senden kurtulmak istiyorum.” Kadın korkmuyor. “Artık seni sevmek istemiyorum.” Kadın susuyor, adam ağlıyor, kadın bakıyor, adam omuzlarından tutuyor. Balkonun kenarı sahiden çok rahatsız. Düş kadın!!!…

Dilşah Kalkan

Sosyal Medya Ünlüleri Sosyal ağlarda artık sık bir şekilde ünlü kişileri görmeye başladık. Bunların en popülerlerinden birisi de Twitter. Ünlülerin kişisel hayatlarını yakından takip edebiliyor, karşılıklı bir etkileşimde bulunabiliyoruz. Bu durum hayranlar açısından daha etkin bir durum aldı. Daha önceden kurulan fan club siteleri olsa da açıkçası iletişim açısından pek verimli olmuyordu ve devamlılık, süreklilik sağlamak, zaman ayırmak zordu. Şimdi ise konsere, programa çıkmadan önce BlackBerry'lerinden IPhone'larından o anki durumlarını özetliyorlar.


Şu an sosyal ağları en etkin kullanan ve bu konuda profesyonel danışmanlık alan isim olarak Sertap Erener'i görüyoruz. (http://twitter.com/sertaberener)

Sosyal ağlarda rastladığımız ve Sertap Erener’in danışmanından bu konuda yardım alan bir diğer kişi ise Demir Demirkan. (http://twitter.com/ddemirkan)

Bir diğer ünlümüze ise Nil Karaibrahimgil. Kendisi Facebook ve Twitter kullanıyor. Friendfeed'teki hesap ise kendisine ait değil. (http://twitter.com/niltakipte) Karikatüristlerimizden Erdil Yaşaroğlu'da sosyal ağların ünlülerinden. Twitter’in yanında Friendfeed'i de kullanıyor. (http://twitter.com/erdilyasaroglu) Selçuk Erdem de Twitter ve Friendfeed'te sık sık gözleniyor. (http://friendfeed.com/selcukerdem) Twitter tarafından sahte hesapları önlemek için sunulan “Verified Account” (doğrulanmış hesap) hizmeti sayesinde takip ettiklerimizin gerçekte o kişi olduğuna emin oluyoruz. Türk ünlü camiasında henüz yaygın olmasa da yurt dışında çok yaygın. Twitter'daki diğer yerli ve yabancı ünlülerimizden bazılarını söyle sıralayabiliriz:


Gazeteci-Yazar Murat Bardakçı, http://twitter.com/muratbardakci Gazeteci Fatih Altaylı, http://twitter.com/fatihaltayli Ntv Yayın Yapımcısı Mirgün Cabas, http://twitter.com/MirgunCabas Fotografçı Mehmet Turgut, http://twitter.com/mehmeturgut Seslendirme Sanatçısı ve Program Yapımcısı(Ntv) Yekta Kopan, http://twitter.com/yektakopan Karikatürist Umut Sarıkaya, http://twitter.com/umutsarikaya Ntv Program Yapımcısı Murat Kosova, http://twitter.com/Murat_Kosova Yönetmen Nuri Bilge Ceylan, http://twitter.com/bilgeceylan Basketbol Yorumcusu Kaan Kural, http://twitter.com/kaankural Shaquille O’Neal, http://twitter.com/THE_REAL_SHAQ Lance Armstrong, http://twitter.com/lancearmstrong Britney Spears, http://twitter.com/britneyspears Coldplay, http://twitter.com/coldplay Sen. John McCain, http://twitter.com/SenJohnMcCain Martha Stewart, http://twitter.com/MarthaStewart John Legend, http://twitter.com/johnlegend Larry King, http://twitter.com/kingsthings JessicaS impson, http://twitter.com/JessicaSimpson Serena Williams, http://twitter.com/serenajwilliams Arnold Schwarzenegger, http://twitter.com/Schwarzenegger Ben Stiller, http://twitter.com/RedHourBen Demi More, http://twitter.com/mrskutcher Ricky Martin, http://twitter.com/ricky_martin Ellen DeGeneres, http://twitter.com/TheEllenShow Chris Cornell, http://twitter.com/chriscornell Kevin Spacey, http://twitter.com/KevinSpacey Lenny Kravitz, http://twitter.com/LennyKravitz Mehmet Öz, http://twitter.com/DrOz Barack Obama, http://twitter.com/BarackObama Bill Cosby, http://twitter.com/BillCosby

Önder Boynudelik


Gidesim Geldi Gidesim Geldi. Uzaklara… Bilmediğim tuzaklara… Gidesim geldi. Kimselerin göremeyeceği, Ulaşamayacağı ve haberdar olamayacağı… Gidesim geldi. Kimselere görünmeyeceğim diyarlara. Tanımadığım kalabalığın arasında önemsiz bir adam olasım geldi. Aslında gidişim kaçış değil, Tebdili mekân. Ve bu gidiş içimde beni kemiren bir istek. An be an. Gidesim geldi… Uçsuz bucaksız çöller aşasım. Ve gidesim geldi… Okyanuslar üstü uçuşlar yapasım. Gidemesem de yolunda ölesim geldi… Uzaklaşasım ve dönmeyesim. Habersiz kalasım. Uzaklarda nefes alasım… Mesela Kuzeylere. Soğuk ülkelere, bozkıra, buzlara. Mesela güneylere. Güneş diplerine, yağmurlara, çöllere. Ya da doğuya ve uzağa. Yemeklerini bile bilmediğim, mideme söz geçiremeyeceğim diyarlara. Belki de batılara. Medeniyetin kucağına. Belki de kaçışım kendimden! Aslında… Denizlerde balık olmak vardı, Ya da ormanlarda bir kuş…


Uçmak vardı, Ya da yüzmek, Göklerde dolaşmak vardı, Bir ejder olup korkuları kovalamak.. Ve umutlara kapılar aralamak. Uzaklaşasım geldi… Sadece gidesim. Barbaros misali denizleri aşasım. Neron gibi romayı yakasım. Fatih gibi karadan usulca denize varasım. Ya da Apollo gibi evrenin dışına kaçasım. Farketmez yani! Bazı şeyler yüreğimde kalacak, ben gidicem. Uzaklaşıp kendime yaklaşıcam. Sorunuz varsa sakın sormayın. Çünkü hiçbirine verecek tek bir cevabım bile yok. Merakınız varsa gideremem. Çünkü ben gidiyorum. Elveda da demiyorum. Çünkü kimsenin bundan haberi olmayacak. Hoş geldin lafını da maalesef söyleyemeyeceksiniz. Çünkü bunu kimse bilmeyecek. Gidesim geldi. Deli olasım. Akıldan yetesim. Buradan uzakta bir yerde bitesim. Ve artık gidiyorum. Tüm hayallerime doğru uçuyorum. Ruhum bedenimi taşıyor. Ve ben gidiyorum…

Yunus Baran


Hırsız Kaybolmuş bir hayatın kırıntılarını topluyorum şehir çöplüklerinden, Senin haberin bile yok düştüğüm dehlizlerden. Yalnızlığımı başka kadınların kokularıyla gizleyip; Kendime soytarı aşk oyunları yazıyorum. Sen yeni bir aşkın çığlıklarını atıyorsun evinin duvarlarında. Ben sensizliğin dumanını çekiyorum sigaramdan. Ve bin kere tövbe edip aşka; Gene itinayla ve inatla mahkum ediyorum kendimi aşka. Olmaz aşkların sarhoşluk makamındayım… Göz yaşlarım aktı akacak arifesinde. Sen yeni düşlerin koynunda. Bitmeyeceğini bildiğim bir yokluk hali… Duvarlar örüyorum kendime, Acılarım görünmesin diye. Hatalarıyla seviyorum sözcüklerimi, Türk dil kurumun hiçbir kuralını sokmuyorum hayatıma. Kuralsızlığın kuralını yazıyorum kendi lugatımda. Tıpkı dengesizliğimin kendi iç dengesinde olduğu gibi… Susmalıyım belki de diyorum hiç durmadan… Ama sen umutlarımı çalıp, Eski bir hurdacı dükkanında sattığından beri, Ben garipliğin di’li geçmeyen zamanını yaşıyorum.

Erdem Özsoysal


Kalbimdeki Aşkı Körükler Kulağımdaki Ses “Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir.” “Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir.” Eğer bu sözleri okurken kulağınızda “ulu” bir insan olan Mustafa Kemal Atatürk'ün sesi yankılanıyorsa ve tüyleriniz diken diken oluyorsa, emin olun o yattığı yerde rahat uyuyordur. Kemiklerini sızlatmaya çalışan o zavallılar bilmiyorlar ki insanların sadece bedenleri bu hayata veda eder ama ruhlarımıza işleyen o sevgi ve aşk asla ve asla gidenlerin arkasından kaybolmaz. Öyle bir sevgidir ki o parayla, pulla, yatlarla(gemiciklerle), bir dakikada(!) kazanılmaz. Zamanı geldiğinde o gemiler ufak bir balıkçı teknesi oluverir ve denize açıldığında etrafını aydınlatacak bir fener bile bulamaz. O paralar boş bir kâğıt parçasına dönüşüverir ama vasiyetini yazacak kalemin bile olmaz. O dakikalar geçmek bilmeyen senelere dönüşüverir ama zamanını geçireceğin yerdeki duvarlara ya da kara toprağa “Beni hiç konuşturmadınız, bir daha buraya gelmem.” dedirtmez adama. Sen rahat uyu ATAM, ben bu sözleri okurken sesin kulağımda, aşkın hala ve her zaman kalbimde…

Tınaz Çokkeskin

..EnginDergi.. Şubat 2010 sayı-02


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.