EnginDergi Y覺l: 2010 - Say覺: 03
İçerik; Sy.03) Kadının Özgürleşmesi Erkeği de Özgürleştirir - Ahmet Batat Sy.05) Kıyıdan Köşeden - Ece Çekiç Sy.06) Her şeyin başı Sağlık! - Engin Enginer Sy.08) Olumlu Düşünmek ve Zeka - Kadir Kırda Sy.09) Tilkiler ve Corcavado sorunsalı… - Öz'lem Eker Sy.10) Süper Baba - Dilşah Kalkan Sy.13) Bir Küfürdür Aslında - Elif Yıldız Sy.14) Bitti! - Simsiyah Sy.15) Velev ki sarışın... - Pelin Gül Sy.18) Perdeyi Aralamak - Bora Eke Sy.20) Bedenim - Erdem Özsoysal Sy.22) Sevgililiği Abartanlar, Bireyselliği Reddedenler Üzerine Bir Yazı - Sinem Yavaş Sy.23) Merve Sevi'nin Şanssızlığı - Tınaz Çokkeskin Sy.23) Michael Jackson ve Kuru Fasulye - Sertaç Girgin Sy.24) Spiritüel Spa - Beyza Paksoylu Sy.25) Vücudunla Barışma Zamanın Gelmedi Mi? - Mustafa Çırpan Sy.27) Son Sayfa '01 - Can Deniz Avcı
Kadının Özgürleşmesi Erkeği de Özgürleştirir Her yıl olduğu gibi bu yılda 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde ana gündem maddesi Türkiye’de kadınların durumu olacak. Kadınların medyadan tutun siyasete kadar her alanda eksik temsili, kadına yönelik şiddetin 21 yy. Türkiye’sinde halen hüküm sürdüğü gibi kadınların yıllardır haykırdığı sorunlar daha bir yüksek sesle dile getirilecek. Çok büyük bir ihtimalle televizyonlarda düzenlenecek birkaç tartışma programında da kadın kotası tartışılacak. Tartışma da “kota, kadına hakaret midir yoksa kadın katılımının arttırılması için etkin bir araç mıdır” noktasını çözüme kavuşturamadan süre kısıtı nedeniyle sona erecek. Kadınların yıllardır haykırdığı sorunları bir sonraki 8 Mart’a kadar unutarak ve belki de en önemlisi bu sorunların çözümünü yine kadınlara bırakarak yeni bir güne başlayacağız. 2009 yılında İsveç Uluslar arası Kalkınma Ajansı(Sida) tarafından finanse edilen ve UNDP tarafından yürütülen “Yerel Siyaset ve Kadınların Karar Alma Süreçlerine Katılımı Projesi” kapsamında oluşturulan “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Çalışma Grubu” toplantısına katılmıştım. Buluşma kapsamında feminist yazar Pınar SELEK şöyle demişti: “Kadının Özgürleşmesi Erkeği de Özgürleştirecektir!”
Karikatür: Rasim Özkan Bu söylemi daha iyi anlamak için sanırım Toplumsal Cinsiyet kavramına daha yakından bakmakta fayda var. Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyet kavramının ötesinde tüm cinsiyet algılarının çevresel koşullar tarafından belirlendiğini öne sürüyor. Toplumsal cinsiyet, bireyin yaşadığı kültüre, topluma ve çevreye göre değişimler gösteriyor. Bu bakımdan diyebiliriz ki biyolojik cinsiyet anne karnında oluşurken, toplumsal cinsiyet doğumdan sonra oluşuyor. Bunun en belirgin özelliği toplumda egemen olan “kızlar şöyle olur, erkekler böyle olur” türü söylemlerdir. Bu kavramdan da anlaşılacağı üzere bizler biyolojik olarak kadın ve erkek olarak dünyaya geliyoruz fakat kadınlığı ve erkekliği yaşayarak öğreniyoruz. İşte aslında Türkiye’de kadınların yıllardır yaşadığı tüm sorunların kaynağı bu erkeklik ve kadınlık algısı. Bu nedenle Türkiye’de Kadın Sorunları diye ifade edilen aslında bir kadınlık ve erkeklik sorunu.
29 Mart Yerel Seçimleri öncesi CNN TURK’te seçim yardımları ile ilgili bir program yapılmıştı. Programda Diyarbakır’da bir eve gidilmiş ve evde yaşayan bir kadının 3 çocuğu ile hayatlarını nasıl idame ettirdiği anlatılmıştı. Tek göz odadan oluşan evde soba komşudan gelmiş, kömür sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakfından, biri kundakta ikisi yeni ayaklanmış çocuğun giysileri ise belediye ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarının yardımlarından. Özetle yardımlarla idame ettirilen bir hayat gözler önüne seriliyordu. Yoksulluğun dip noktası bu olsa gerek… Muhabir kadına soruyordu, Niçin çalışmıyorsun? Kadın kundaktaki bebeğini göstererek “Nasıl çalışayım? Bu çocuğu kime bırakacağım? Çocukları bırakacak kimsem yok. Okuma yazmam yok ama en azından evlere temizliğe gidebilirim ama bu çocukları bırakamıyorum kimseye.” Muhabir tekrar sordu, Eşin yok mu? O nerede? Kadın yanıtladı, “2 yıl önce evi terk etti. Çok iş aradı, bulamadı, en sonunda kaçtı gitti.” İlk bakışta yoksulluk sorunu olarak gözüken bu duruma Toplumsal Cinsiyet gözlüğü ile baktığınızda durum apaçık ortaya çıkıyor. Toplumda egemen olan “erkeğin evin geçimini sağlaması, güvenliğini sağlaması, aş getiren ve iş sahibi olan” konumu bu örnekte erkeğe altından kalkamayacağı bir yük getirmiş anlaşılan. Yoksullukla mücadele etmek yetmiyormuş gibi bir de omuzlarına aş getirememesi ve iş sahibi olamaması nedeniyle bir başka ağır yük binmiş. Amiyane tabirle, toplumda egemen olan görüşe göre, adamlığından utanmış ve kaçmış. Benzer örnekleri kadın vücudu üzerinden şekillenen namus anlayışı sonucu ortaya çıkan namus cinayetlerinde, yine erkeklerin güvenlikten sorumlu olması anlayışından ortaya çıkan kadına yönelik şiddette de görmek mümkün. Hangi örneğe bakarsanız bakın zarar gören asla sadece kadın olmuyor. Biri namus cinayeti yüzünden yaşamını yitirirken diğeri hapishaneye düşüyor. Bu nedenle sorun her iki tarafı da yakıyor. Her şeyden önce eğer ki ülkemizde kadınların konumunun güçlenmesini ve toplumsal yaşama tam ve eşit biçimde aktif katılımlarını istiyorsak, bunun yalnızca kadınlarla gerçekleşmeyeceğini anlamamız gerekiyor. Kadın Sorunları diye dile getirilen sorunlar aslında Toplumsal Cinsiyet sorunu. Bu nedenle ülkemizin Toplumsal Cinsiyet bakış açısına dayanan insani yatırımlarını arttırması büyük önem taşıyor. Zira kadınların toplumsal yaşama katılım sorunları erkekler olmadan çözülebilecek bir mesele değil. Gerçekten de Türkiye’de kadının konumunun güçlenmesi sadece kadınlara bırakılamayacak kadar önemli ve kapsamlı bir konu. Üstelik bu konu aynı zamanda erkeklerin özgürlük mücadelesi… Erkekleri dışlayarak ya da kadın – erkek ilişkisini ezme – ezilme ilişkisine dayanarak atılacak adımların etkin ve başarılı olmayacağını en iyi aşağıdaki fıkra açıklıyor. “Dünya Feminist Kongresi’nde ülke delegeleri kürsüye gelerek bir önceki
yıldan bu yana hayatlarındaki değişimleri paylaşıyorlarmış. İlk olarak kürsüye gelen Amerikan Delegesi “Geçtiğimiz yıl almış olduğumuz kararları aynen uyguladım. Eve gidince kocama bundan böyle temiz çamaşır giymek istiyorsan, çamaşırlarını kendin yıkayacaksın. İşte makine orda dedim” demiş. İlk gün bir şey görmedim, ikinci gün bir şey görmedim. Üçüncü gün ise bir de baktım ki kocam makinenin önünde sadece kendi çamaşırlarını değil benimkilerini de yıkıyor.” Amerikan delegesinden sonra kürsüye Alman delegesi gelmiş. “Geçtiğimiz yıl kongrede aldığımız kararları eve ulaşır ulaşmaz uygulamaya koydum. Kocama “Bundan sonra temiz tabaklarda yemek istiyorsan bulaşıkları sen yıkayacaksın dedim” demiş. Birinci gün bir şey görmedim, ikinci gün bir şey görmedim. Üçüncü gün ise bir de baktım sadece kendi bulaşıklarını değil benimkileri de yıkamaya başladı.” demiş. Alman delegesinden sonra Türkiye delegesi kürsüye gelmiş. “Geçtiğimiz yıl aldığımız kararları aynen uyguladım. Kocama “Bundan sonra aç kalmak istemiyorsan kendi yemeğini kendin yapacaksın dedim. Birinci gün bir şey görmedim, ikinci gün bir şey görmedim. Üçüncü gün ise sol gözüm biraz açılır gibi oldu" demiş. Hep birlikte daha özgür ve eşit yaşama dileğiyle…
Ahmet Batat
Kıyıdan Köşeden Korkular; korkak yaşayan kalplerini de korkarak öldüren insanlar tanıyorum… Nefes alarak son bulan, seslerinden anlaşılır yalnızlıkları kelimelerle boğuştukları bellidir çoğu kez fark edilmez gölgeleri… Zaman mıdır? Korkuları hiçe sayan… Korkular değil midir? Elini kolunu bağlayan adımlarını küçücük attıran… Korkulardır; bedene hükmetmeye başladığı zaman bir adım atamayacak kadar felç olmuşluk getirir ruhuna… Nefesler zamanı delicesine içine çeker o an, sanki gölgelerin büyüklüğü altında fark edilmez kaçışını izlersin zamana yenik düşen yine korkudur… Korkulardır; çok uzağa yolculuklar yaptıran duraklara yakın indirmek istersin korkularını ama o! seni öyle bir hapsetmiştir ki ruhuna “son durağa kadar yanında olacağım seni rahat bırakmayacağım!” seslerini işittirir, beyninde yankılanır… Nedenler, sonuçlar, sorular doldurulmamış boşlukların bilinmeyen cevapları hepsi seni beklerken korkularla yüzleşmemişlik en çok o bilinmezlik yorar… “Bin olası gözle görmek” istersin kendini dışarıdan bakabilmeyi dinginliği istersin huzuru ve zamanı… Hayata dair, korkuların seni yaşamdan engeller… Bunu fark ettiğin zamansa “bir ömürde bir yaşam olsun istersin” ama geç kalınmıştır. Hunhardır zaman fark edilmese yaşatmadan almaya başlar. Kabuğundan çıkabilirsen, önce korkularını bırakıp arkana yaslanıp hayata seyre dalarsın… Gecenin ışıkları
söndüğünde ise yıldızlara… Korkusuzca! Sen; korkularından kaçarken korkuların seni köşeye sıkıştırmaya seni kendinden uzaklaştırmaya devam edecek… Eğer yüzleşmekten kaçarsan zamandan da kaçmış olacaksın… Zamansızlıktan, yakınan biri için zamanın gölgesinde kaldığında fark edilebilir…
değeri
ancak
zamanın
Bunun farkına da sadece; hayattan korkmayanlar varabilir…
Ece Çekiç
Her şeyin başı Sağlık! Her şeyin başı SAĞLIK! denir. Denir de öyle mi davranılır ki... Her daim olduğu üzere onun da değeri kaybedildiğinde anlaşılırmış. Keşke anlaşılsa, kaybettiğimizde bile kıymetini yeterince kavrayabildiğimizi hiç zannetmiyorum. Sağlık da ulvi değerler gibi sevmeyi öğrenip barışık yaşayabildiğimiz bir kavram olamamış, çoğunlukla korku timsali anlamlar yüklenmiştir. İnsanoğlu korkusuz doğar, korku sonradan öğrenilir ve öğretilir. Öğrenilen korku çoğunlukla faydalı olmakla birlikte öğretilen korkunun genelde zararı dokunmaktadır. Bir çocuğa ateşin sıcak ve yakıcı olduğunu ne kadar öğretmeye çalışsanız da ateşe değmeden, eli yanmadan nasıl öğrenebilir ki gerçekten. Büyüklerimiz ne güzel söyler, bir musibet bin nasihata bedeldir diye! Söylerler de buna rağmen bin kez de olsa nasihat etmekten geri kalmazlar. Çoğu evebeyn koruma içgüdüsüyle evlatlarını 'tehlike'lerden biraz fazla sakınmaktadır. Yeri gelmişken küçük bir hikayeyi paylaşmakta fayda var. “Güzel bir bahar günü doğada yürüyüş yapan adamın gözüne yol kenarındaki çalının dalında bulunan koza çarpar. Kozadaki kıpırtıyı gören adam başkalaşım geçiren tırtılın kozasından çıkma çabasını bir süre diz çökerek izler. Kozayı aralayan kelebek içeriden çıkmakta zorluk çekmektedir. Adam da 'kendince' yardımda bulunma düşüncesiyle yerden aldığı çırpıyla kozanın aralığını genişleterek açar ve kelebeğin dışarıya çıkmasına yardımcı olur. Yalnız koza açılır açılmaz kelebek yere düşer. Düşer ve kalkamaz. Çünkü adam bilmemektedir; iyilik yaptığını düşünürken kelebeğin hayatına elleriyle son verdiğini tahmin edememektedir. Kelebeğin kozadan kendisi çıkması gerekmektedir, ancak o durumda kanatları güç kazanıp açılacak ve uçabilmesini sağlayacaktır. Oysa adam yardımcı olarak, iyilik yaptığını düşünerek, telafisi olmayan bir sonuca vesile olmuş ve kelebeğin hayatına bir nevi kendi elleriyle son vermiştir.”
Yaşantınızda bunu çocuklarınıza, arkadaşlarınıza, sevdiklerinize ne sıklıkla yaptığınızı biraz düşünün. Tamamen iyi niyetle yapılan yardımların çevremizdekilere faydasından çok zararı olduğunu farkedememekteyiz. Bazı zamanlarda "iyilik yaptım, yine de yaranamadım" deriz. Oysa karşı taraf için durum pek de sizin bakış açınıza göre gelişmemiş olabilir, lütfen bir sonraki sefer bunu da göz önünde bulundurmaya çalışalım. Gelelim iğneci teyzeye... Evladına söz geçiremeyip işin kolayına kaçanların sıklıkla kullandığı “iğneci teyze” karakterinin küçük yaşlardaki çocuğun zihninde ve psikolojisinin derinlerinde ne gibi olumsuz etkilere sebep olabileceği genellikle göz ardı edilir. Bir çok çocuk anımsadığı ilk iğne deneyimini küçük yaşlarda yapılan 'aşı' olma tecrübesinde yaşar. Canı yanan çocuğu korkutmak için kullanılan ve sıklıkla başvurulan bir araç haline getirilen 'iğneci teyze' ilerleyen dönemlerde ağır psikolojik travmalara sebep olabilmektedir. Olur da çocuk herhangi bir sağlık sorunuyla karşılaşır ve doktor tarafından kan tetkiki yapılması öngörülürse; elinde iğneyle bekleyen sağlık görevlisinin önündeki koltuğa o çocuğu oturtmak, ne söylenirse söylensin mümkün olmayacaktır. Çocuğun o an yaşadığı korku ölüm korkusunun bile üzerinde olduğundan muhtemelen tetkiki yapmak için zor kullanmak gerekecektir. Çocukken üzerinde zor kullanılabiliyor olsa da ileride yetişkin bir birey olduğunda; oluşan iğne ve doktor korkusundan ötürü, ciddi sağlık sorunlarıyla karşılaşsa da bir sağlık kurumuna başvurma konusunda direnç gösterecektir. Sanırım liste başında da diş hekimlerinin yer aldığı söylenilebilir. Hastalık psikolojisi oldukça farklı bir kavramdır ama hem sağlığımıza dikkat etmeyiz hem de vücudumuz bu duruma tepki verip bizi uyardığında bundan yakınırız. Sadece bundan da değil, bununla birlikte her şeyden, doktorlardan, sağlık sistemindeki sorunlardan, tıp biliminden, hatta varoluştan... Bir çoğumuzun gözardı ettiği hatta ısrarla karşı çıktığı olgular var. Sindirmemiz gereken sağlığın fiziksel ve ruhsal açıdan bir bütün olarak ele alınması gerekliliğidir. Sağlam kafanın sağlam vücutta bulunduğu gerçeği gibi sağlam vücut da sağlam kafada bulunur. Gerçek sağlık, genetik ve psikolojik bileşenlerin düzenli bir yaşam biçimiyle desteklenmesi sonucu elde edilebilecek bir değerdir. Eğer kişi yaşam kalitesini artırmak istiyorsa fizyolojik ve psikolojik sağlığına dikkat etmek zorundadır. Sahip olduğunuz bedenin ve ruhun kıymetini bilmeniz umuduyla...
Engin Enginer
Olumlu Düşünmek ve Zeka Duygusal zeka üzerine yapılan araştırmalar, sosyal yaşamda ve iş hayatında duygusal zekası üstün ve orta seviye IQ’ya sahip olan bir insanın, çok yüksek IQ’ya sahip ama duygusal zekası daha geri kalmış birinden daha mutlu ve başarılı olabildiğini ortaya koymuş. Öncelikle bu kavramları açmakta yarar var. IQ, İngilizce iki sözcüğün baş harflerinden oluşmuştur. Genel olarak analitik zeka anlamına gelir. Örneğin matematik ve mantık soru ve sorunlarını çözebilme becerisidir. Sosyal Zeka (İngilizce kısaltması EQ) ise bir kişinin toplum içerisindeki davranışları, insan ilişkileri, karşısındaki insanın veya insanların duygularını ya da düşüncelerini anlayabilme gibi konulardaki becerilerle ilgilidir. Bireysel gelişim açısından duyguları yönetebilmek yapılacak ilk adımdır. Ancak toplumsal açıdan bunun önemini yeteri kadar idrak ettiğimizi düşünmüyorum. Bu konuyu bir örnekle pekiştirmekte fayda var. Örneğin sevmediği bir şeyi yapmak kişiye çok zor gelir. Bunun sonucu; mutsuzluk, karamsarlık, hoşgörüsüzlük, uzaklaşma, şiddet, boş vermişlik gibi bir çok sonuca neden olabilir. Yapılan iş ne olabilir? En yakından düşündüğümüzde, ders çalışmak, dersi dinlemek, okula gelmek, konuşma yapmak, toplantıya katılmak, vb… Bu ve bunun gibi zorunlu işlerimizi istemeden yapıyorsak artık günlerimiz hatta saatlerimiz çekilmez hale gelmeye başlar. Başka bir açıdan konuya yaklaşalım. Şu andaki yerinize istemeden geldiyseniz, başka bölümü ya da üniversiteyi tercih edip de buradaysanız, muhtemelen başta mutsuzdunuz. Bununla birlikte, şimdi hala mutsuzsanız ortada bir sorun var demektir. Durumu değiştirebilmek için yapabileceğiniz başka seçenek de yoksa, eliniz kolunuz bağlı gibi hissedebilirsiniz. Türk halkı özgürlüğüne düşkündür. Bu nedenle kendisini sınırlandıran etkenlerden hoşlanmaz. Buna karşılık, bulunduğunuz yeri yıllardan beri hayal ediyordunuz ve tırnaklarınızla kazıyarak amacınıza ulaştınız. Alın teri söz konusu. Nasıl düşürdünüz? Büyük olasılıkla biraz daha farklı olurdu, öyle mi? Duygusal açıdan yapabileceğimiz şeylerden biri, bakış açımızı değiştirmektir. Bu söylendiği kadar kolay değil. Eğer öyle olsaydı, 3-5 maddede mutluluğun sırrı gibi kitaplara gerek olmadan, kendi kendimize bunu kolayca yapabilirdik. Bakış açımızı değiştirmek zor olsa da bunu başarmak için çok çaba sarf etmeliyiz. Peki bakış açımızı değiştirmek için neler yapabiliriz? Kendimizi her durumda olumlu düşünmeye sevk edebiliriz. Yani bardağın dolu tarafına
bakmalıyız. En kötü durumda bile düşünürsek olumlu bir yan bulabiliriz. Her şeyde bir hayır vardır dediğimiz de budur zaten. Bazı noktalara saplanıp kalmamalıyız. Diyelim ki yapmak istediğimiz şeyi yapamadık ve olaylar çok daha farklı bir yol izledi. Bu duruma ayak uydurmaya çalışmalıyız. Geriye bakıp keşkelerle dolu bir hayat sürmektense, geçmişi bir kere gözden geçirip ilerisi için kılavuz haline getirmeli, esnek olmalıyız. Şirketler de öyle yapmıyor mu zaten? Her zaman bir “B” yolu vardır. İlle de “A yolundan gideceğim” diye diretmemek gerekir. Bakış açımızı değiştirmek, duygusal açıdan bizi gelişime sevk edecek yöntemlerden sadece biri. Ancak sırf bunu yaparak bile yeterince mutlu olabileceksek ne duruyoruz? Hadi farklı bakış açıları geliştirelim…
Kadir Kırda
Tilkiler ve Corcavado sorunsalı… Mart ayının da gelmiş olması zihnimde oluşan, zaman hızla ilgili tüm rekorları kırıyor, kendi rekorunu da düşüncesini iyice pekiştiriyor. Yine kendime, kendimce sorduğum onlarca soruyla başbaşayım. Kafamda dolaşan kırk tilkinin kırkının da kuyruğunun birbirine değmemesi olayı ise fena halde canımı sıkıyor. Mucizelere ihtiyacım var galiba. Mardin’in Sürekli ilçesinde rutin kazı çalışmaları yapılırken iş makinalarının kepçelerinden yüzyıllar öncesinden kalma altınların toprakla birlikte havaya saçılması gibi misal… Şu an içinse altınların trajik bir biçimde havaya saçılmasını değil, anılarımın etrafımda patlama etkisi yaptığını söyleyebilirim, İzmir’deyim, ruhumu sağaltıyorum, mutluyum, huzurluyum… Kulağıma “hayrani” diyen bir ses çalınıyor. Sesi ete kemiğe büründürmeden uzaklaştırıyorum… Amacım aklımdaki soruları tek tek yanıtlamak, durup bakıyorum neler olacak. Beş yıl sonra ruhumun yaşadığı şehirde olmak, sayısız anıları hatırlamaktan öte içsel bir yolculuk yapmamı sağladı. Demek ki beş yıldır özüme hiç bakmamışım, hiç umursamamış, hiç takmamışım. Kendime olan uzaklığım ise başka bir maceranın, başka bir ayın konusu olsun. Gökyüzüme yıldız yıldız dağılmış anılara dönecek olursak Ece(m) Temelkuran(ım) Muz Seslerinde şöyle bir şeyler yazmış, saygı duyuyorum. “Beyrut’ta yaşayan herkes eninde sonunda Beyrut’a benzer, unutmaya çalıştığı tek bir şey vardır ve bir tek onu çıkaramaz aklından…” Rio de Janeiro‘yu kucaklayan İsa heykeli gibi bende kollarımı açıp iki yana şehrimi kucaklıyorum, kendimi neden Corcavado anıtına
benzettiğimi konusunda değişik söylemler düşünebilirsiniz, gülüp geçedebilirsiniz.
var,
siz
istediğinizi
Kendimizi mutlu hissettirecek şeylerden neden bu kadar uzak kalıyoruz, neden her şeyi erteliyoruz, neden sorunlarla cebelleşirken kendimizi ödüllendirmeyi unutuyoruz, neden kendimize zaman ayırmıyoruz, neden içimize biraz daha derinden bakmıyoruz, neden anı yaşayıp, tadını çıkarmıyoruz? Neden olumsuzlukların hareket alanımızı kısıtlamasına izin veriyoruz, neden her şeye kucak acıp, her şeyi olgunlukla karşılamıyoruz? Neden radikal kararlar almaktan ürküyoruz, neden hayatın bizi yorduğunu düşünüp, otoriter baskıdaymışız gibi kabuğumuza çekiliyoruz, neden daha fazla gülümsemiyoruz? Özgürlük bizim için ne ifade ediyor, en son pervasızca ne zaman eğlendik, coşkuyla kimle tartıştık, gerçekten olmak istediğimiz yer neresi diye sorduk, en son ne zaman aşık olduk, en son ne zaman günlük bir gazetenin tamamını okuduk? Ne zaman kararlarımızı uygulamak için ilk adımı attık? …Ve en son ne zaman kendimize dürüst olduk ve tüm cevaplarımızı sakınmasızca paylaştık kendimizle? Hadi silkinip kendimize gelelim, muhasebemizi yapıp öyle başlayalım ertesi güne, baharı daha kararlı, daha dingin ve daha iyi karşılayalım. Kolay gelsin sevgili okur, hem size hem bana, nisanda görüşmek üzere. Not: Erhan’a sonsuz teşekkürler… O olmasaydı asla evime, okuluma, sokağıma gitme gücüm olmazdı!
Özlem Eker
Süper Baba 1990’lı yıllardı. Çocuktum. Seksenlerin kargaşasından çıkıp kendine yeni yollar çizmek için çırpınan bir ülkede büyüyorduk. Oyunlar oynamak için beton binalar arasında boş arsalar arıyorduk. Topumuz caddeye kaçarsa çok dikkatli olmak zorundaydık, çünkü her an hızla gele...n bir araba topumuzla birlikte bizi de ezebilirdi. Yabancılarla konuşmamalı, evin önünden fazla uzaklaşmamalıydık. Öyle ki karşı caddede, yani elli metre ötemizde oyun oynayan çocukların yanına gidemezdik, çünkü etraf tehlikeliydi. Hava kararmadan eve girmeliydik, çünkü belli bir saatten sonra sokaklar çocuklar için tekinsizdi. Oysa her şey, hayatlarımız, alışkanlıklarımız, ayakkabılarımız, dinlediğimiz müzikler, yürüdüğümüz sokaklar git gide modernleşiyordu. Özal Türkiye'siyle yeterince çağ atlamış, ölümünün ardından Demirel gelmişti. Karayolları örüyordu bu amcalar bizler için. Taş duvarları çoğaltıyorlardı. Bir yandan özel kanallar açılıyor, diğer yandan otel odalarında şairler, yazarlar, aydınlar yakılıyor ya da evlerinin
önünde suikasta uğruyorlardı. Akşamları ailecek televizyon karşısına geçip, naklen yayınlarda savaşlar izlemiş tuhaf bir toplumun çocuklarıydık işte. Üstelik Hulusi Kentmen de ölmüştü. Hani izlediğimiz filmlerde sevimli bıyıklarıyla saçımızı okşayıp, bizi her şeyin düzeleceğine inandırabilen o adam… Ertesi yıl Sadri Alışık ve Belgin Doruk… Artık büyüyünce benzemek isteyeceğimiz bir prenses, birlikte oyun oynamak isteyeceğimiz o şahane serseri de yoktu. Öylece kalakalmıştık. Ne tarih kitaplarının yazabileceği kadar eskiydik, ne de kalem üstadlarının hakkımızda anlatabileceği bir şeyler bulabileceği kadar yeni. Çok şükür seksenlerin eziyeti ve görmemişliği son bulmuştu fakat şimdi de nereye gideceğimizi bilemiyorduk. Arada kalmış, kimsenin üzerinden kalın çizgilerle geçemeyeceği kadar belirsiz o dönemin çocuklarıydık biz. Belirsizlik içinde büyüyen, kendi kendine ayakta kalamayacaksak sonumuzun geleceğini bildiğimiz hayatlar yaşadık. Sürekli yarışmayı ve önümüzdekini ekarte edip koşu çizgisine ulaşmayı öğrendik. Bu arada güzel, içten, sıcak, el değmemiş bir şey bulursak eğer, deli gibi sarılıyorduk. Kaybolmasın diye çığlıklar atıyorduk, başka şansımız yoktu. İşte Süper Baba, o yılların dizisiydi. 1993-1997 yılları arasında yayınlandığında insanları ekranın başına kilitleyen ve bu kilitlenmenin apaçık sebeplerinin olduğu, hepimizin hayatlarına yakın, fakat hepimizin hayatlarından daha güzel bir hikaye vardı karşımızda. Ne de olsa senaryosu Sulhi Dölek gibi bir ustanın elinden çıkıyordu ve Osman Sınav’ın kariyerinin en parlak işlerinden biriydi. Şevket Altuğ hepimizin özlediği, özendiği, görür görmez sevdiği, gözbebeklerinin insan olmanın en güzel haliyle titrediği bir babayı, eski eşi, divane sevgiliyi canlandırıyordu: Fiko. Fiko sevmesini biliyordu herşeyden önce. Bizlere dönüp aşka dair tek bir kelime etmese de, sadece onuz izleyerek, aşkın insanı nasıl değiştirebildiğini, nasıl yaşayan, akan bir su haline getirebildiğini görebiliyorduk. Aynı anda bir sürü insanın sevgisini kalbine sığdırabilecek kadar geniş yürekli bir adamdı Fiko. Kahveci Nihat’la olan dostluğu herkesin hayatta mutlaka tatması gereken duygulardandı. Nihat ve Fiko’nun can yoldaşlığı dünyadaki tüm yalnızlıkların üstesinden gelinebileceğini gösteren muhteşem bir düetti aslında. Yıllar geçtikçe arkadaşlarımız bizi o kadar sevmedi, biz arkadaşlığın eşyasal yakınlıktan öteye gidemeyeceğini düşünüp üzüldük belki. Düşünsenize, hiçbir arkadaşımızla Nihat ve Fiko gibi kavga etmiyorduk. Kavganın ardından barışıp, her zamanki meyhanemizde oturup, rakı içip ağlayamıyorduk. Bu sakinlik nezaketimizden miydi, hayır! Biz sadece
yaşamayan, sahte ve naylon ilişkiler geliştiriyorduk kendimize. Bir başkası için içimizden bir şeyler kopar diye ödümüz kopuyordu. Nihat’ın kahvesi dünyada güzel, samimi ve sadakatli olan her şeyin merkez üssüydü aslında. İpek… Fiko’nun gerçek aşkıydı. Çekip gitmelerini bile seven bir adam vardı İpek'in hayatında. Dünyayı görmek pahasına her şeyi bırakabilecek kadar cesur bir kadın, aynı zamanda yaşadığı tuhaf dünyada böyle kuvvetli sevilmesinin şaşkınlığını da atlatamayan, o şaşkınlıkla aşkı ağır basan biriydi İpek. Tıpkı Deniz ve Elif gibi… Hepsi bu adamın nasıl olup da bu kadar çok aşık olabildiğine, aşka bu kadar çok emek harcayabildiğine önce şaşırıp, sonra hayran kalıyorlardı. Unutulmaz biriydi Fiko. O kadar sıradandı ki üstelik… Sıradanlığı öyle güzeldi ki… Hiçbir zaman o kadınlar gibi sevilmeyeceğimi bilmek ne kadar kırıcıydı. Ne de olsa içinde yaşadığımız yıllarda aşk, alay edilesi bir şeydi. Kirli, yapış yapış ve geçiciydi. Ya da biz onu bu hale getirmiştik. Ben biraz Deniz’dim o zamanlar, biraz da Fiko’nun büyük kızı Zeynep. Tıpkı onlar gibi yaşayacaktım ilerde. Şiir gibi. İnce bir ipeği isabetli ve sert dokunuşlarla ama incitmeden dokur gibi. Hep içimizi ışıklandıracak şeyleri sevecek, inandıklarım içinse dünyayı yıkacaktım. Mümkünse Deniz’in Çengelköy’de oturduğu o ahşap evde oturup eski günlükler okuyacaktım. Milyonlarca kitabım olacaktı, bambaşka hayatlar görüp, kendime yetecektim.. Çünkü çocuk aklımı, yaşayacağım hayatla ilgili böyle güzel örneklerle dolduracak hikayeler vardı, şanslıydım. Şimdi büyüyen çocuklar gibi vatan millet nidalarıyla belindeki silahla insanların karnına kurşun doldurduğu için alkışlanan, ya da lüks bir hayat için kısa yoldan köşe dönmece oyunları öğreten iğrenç ikonlarım yoktu. Büyük ailelerin de renkli hayatları olabileceğini görmüştük Süper Baba’da. İhsan Devrim ve Aytaç Yörükaslan’ın oynadığı dede rolleri bizi hep gülümsetti. Bu ihtiyarların yaşama tutunma inadına hayran kaldık. Üstelik Cevdet gibi bir ağabeyimiz vardı. Haksızlığın karşısında esip gürleyen tam bir delikanlıydı Cevdet. Kabadayılığın o temiz anlamıyla hayatlarımızın karşısına dikiliyordu. Mahallede herkes renkli, herkes kendiliğindendi. İnanmanın, hayatla savaşmanın anlamlı olduğu tertemiz bir masaldı Süper Baba. Ailenin yaşadığı evin arka bahçesinde gerçek olmadığını bildikleri halde sırf hayata tutunmak için, ondan güzel şeyler dilemek için yarattıkları bir kahraman da vardı üstelik. Etem Dede. Bence şimdi hepimiz bunu düşünüp kirlenmemiş bir düşün elini tutmak için, kirlenmiş dünyamıza böyle inançlar katmalıyız. Ama vaktimiz yok. Bir şeylere inanacak halimiz yok. Bize martılardan ve güzel dileklerden, aşktan, dostluktan, inançtan, daha sağlam şeylerden söz açacak umudumuz, direnmek için sebebimiz yok. Hepsini tuhaf ve anlamsız bir kargaşanın içinde yitirdik. Şimdi ne zaman yitirdiklerimiz üzerine düşünsem, bu Çengelköy masalını hatırlıyorum. Evet, biraz eskiyi özlüyorum. Biraz gelecek güzel günlere inanmak istiyorum. Biraz bize
öğretilenlerin dışında, insanların kuru bir çöle çevirdiği bu yaşayışın dışında bir yer bulmak istiyorum. Her şeyden daha da çok inanmak istiyorum. Gerçekliğin kuruttuğu bu dünyada, masal olmaya inanmayı diliyorum. Dilşah Kalkan
Bir Küfürdür Aslında "yazmak" ne derin dehlizli, ne karmaşık, ne uçsuz bucaksız bir kelime. Yazıyorum ya hani; sanki sonu görünmeyen bir kuyunun içine kusuyorum içimde yüzyıllardır biriktirdiğim nefreti, sırrı, acıyı... Benim hayatla bir alıp veremediğim yok da yine de merak ediyorum işte, bu çaldığım her kapıdan kovuluş niye. Yoruldum; bir mısır pramidini tek başına inşa etmişçesine hırpalanmış hissediyorum kendimi. Çırpınıyorum çünkü. Olmayanı oldurmaya çalışmaktan daha yıpratanı var mı? Nereye çevirsek yüzümüzü ya ağlayan bir çift göz ya da mutluluğu gözlerini bürümüş insan yığınları. Bir yerlerde sıkışıp kaldık da çözemedim bu iki ara bir derenin nereden güneş aldığını. "git!" demişti içimdeki ses "daraldığın her an git, daraldığın o yer olmayan bir yerlere." Sen ister buna kaçış de ister müeyyide. Nasıl refaha ereceğini söylemediler ki neden gittiğini sorgulamaya yüzleri olsun. o seçim yapmakta zorlandığın yol ayrımlarında elinden tutmadılar ki seçtiğin yolun yanlışlığını yüzüne vurmaya hakları olsun. Uzunca bir yol şimdi önümde bu yüzsüz serzeniş; almaya hakkım olmayanı, hakkımmışçasına almaktaki haksız direniş. kalem tutan ellerim bile benim değilken, kim bana bahşetti ki huzur saydığım zaferleri. nasıl da benim sanmıştım oysa tüm kelimeli, istediğim an birbiri ardına dizilişlerini seyretmeyi. "git!" demişti oysa içimdeki ses "git gidebildiğin uzaklara, rüsva etme kendini!" Git gidebilirsen şimdi; çarmıhta "günahkar" bir kadın bedeni misali, ancak ruhunu teslim ettiğin an görebilirsin insanların yüzünde sana duyulan nefreti. Anlatılmaz o nefrete ruhlara çivi izlerinin işlemediği. Uzunca bir yol işte, daha fazla dilenip de ayyuka çıkarma muhtaçlığını. yol yoldur; çıplak ayak, kan ter içinde yürümen değiştirmez gitmeye çalıştığın yerin uzaklığını. bir daha bahsetme yorulmaktan. farkında değil misin hr yoruldum deyiş, başladığın yere geri geri dönmek aslında. Tırnakların arasında kan, üstün başın çamur içinde; varsa eğer yolun sonunda huzur, varmaya değmez mi hayalini kurduğun o yere? Sabrın, katlanmanın mükafatı papatyadan örülmüş bir taç şimdi başımda. Desem de bilirim inanmazlar asla bana; "yazmak" canıma kasteden ne varsa hepsine haykırdığım bir küfürdür aslında.
Elif Yıldız
Bitti! “Bitirmek istiyorum” dedi. Buz gibi soğuk bir sesle, daha önce üzerinde düşünülmüş ve prova yapılmış bir edayla söyledi. Üzerimizden boktan bir gökkuşağının geçtiği yağmurlu bir Salı günüydü. Eve getirebilmek için geceler boyu ağladığı o pireli kedi bacaklarımın arasında dolanıyor, paçalarıma tüylerini bırakıyordu. Suratında ukala bir gülümseme mi vardı ne? Beni terkettiği için değil de, o pis hayvanı bana güldürdüğü için nefret ediyordum o an O’ndan. Ne zaman ki sokağa çıkıp, tabiat ananın yüzüme tükürür gibi yağdırdığı çamurlu sıvıyı tattım, o zaman kendime geldim. Beni terketmesi demek, evsiz ve yarı yarıya aç olmam demekti. Dostlarım arasında bütün kredimi yitirmiştim ve işim de tek başıma geçinmeme yetecek maddi gücü sağlamaktan çok uzaktı. Beni dönem dönem evlatlıktan reddeden bir annem, hayatı benimki gibi darmadağın bir ablam ve aynı çulsuzluk seviyesinde bir dolu arkadaşım vardı. Acilen yeni bir ev, yeni insanlar ve mümkünse bana deli gibi aşık olacak bir kadın bulmam gerekiyordu. Her zaman çok zeki geçinen ben, nasıl olmuştu da bu kadının beni böyle bir çırpıda bırakabileceğini anlayamamıştım acaba? Bu kadar zaman en saçma huylarıma bile katlanan kadın ne olmuştu da delirmişti ki? Cebimdeki son parayı Karaköy’de içeceğim en adisinden soğuyamamış kutu biralara ayıracağımı bildiğimden, it gibi ıslanarak 40 dakikalık yolu yürüdüm. Aklımdaki sorular, “neden böyle oldu” dan “şimdi ne olacak” kıvamına geldiğinde, çürümüş balık kokan bir deniz kenarında ilk biramın kutusunu eziyordum. İlk kez batışım değildi bu tabi ki, son da olmayacaktı muhtemelen. Ama bu sefer o kadar uzun zaman düzenli bir hayat sürmüştüm ki belki de artık bu son olur diye düşünmüştüm. 2 yıldır aynı evde, aynı kadınla, üstelik her şeye rağmen sorunsuz yaşıyor olmak dibe vurma hissini unutturmuştu bana. Şimdi her şey baştan başlıyordu. Para da bira da bitince, kalkıp çaresiz o eve döndüm. Bunca zamandır benim olmuş bir yerde ilk ve son defa bu kadar yabancıydım. Diken üzerinde, hiç bitmeyecekmiş gibi, uykusuz, kabus dolu bir geceden sonra günün ilk ışıklarıyla kalkıp, elime ilk geçen birkaç parça eşyayı saçma sapan bir çantaya tıkıştırıp evden çıktım. Sokaktaki uyuz kedi ve köpekler beni o saatte dışarda görmeye alışık olmadıkları için, şaşkın bakışlarını üzerime diktiler. Benden daha sarhoş olduğunu düşündüğüm bazı yalaka hayvanlar da arkama takılıp beni sokağın başına kadar
geçirdiler. Sabahın köründe beni ayakta görmeyi beklemeyen sadece sokaktaki hayvanlar değildi, işyerindeki tek tük insan da şaşkınlığını gizleyemedi. Elimdeki çantayı ve suratımın halini gördükten sonra soru sormaya gerek duymamaları da işimi bir hayli kolaylaştırdı. Bu kadar kaybedenin aynı yerde olduğu bir çatı altı bazen moral bozmak yerine, moral verici olabiliyordu. Daha o gün işe başlayan, hayatını mahvetmeye karar verdiğim yeni kadın da o an karşımda belirmeseydi, bu berbat günde gülümseyebileceğime asla ihtimal vermezdim.
Simsiyah
Velev ki sarışın... Yazar hakkında; uzun boylu, sarışın, bir o kadar da zeki bir kadın. Dönemin en iyi kadın mizahçısı da denilebilir. Geleceğin de... Türü, pek nadir bulunan hemcinslerimden olup pek bir kıymetlilerimden... Sizlere yaptıklarından, yapacaklarından, kitaplarından, kendisinden bahsetmek isterim. Gülse Birsel, Boğaziçi Üniversitesi, İktisat bölümünü bitirmiş, bitirdiği gibi de bölümün kendisine göre olmadığının farkına vararak gazeteciliğe merak salmış! Kendisinin de bahsettiği gibi yazarlık ve oyunculuğu keyifle yapmakta, bir de üzerine para almaktadır. Ruh işini bulmuştur. Ruh eşini bulmak gibi birşey olsa gerek. Belki ikinci baharınızda farkına varacaksınız, belki de o baharı bekliyosunuzdur, hayatınızın dönüm noktasını büyük bir sevinçle karşılayıp, devam ettirerek mutluluğa erişeceksinz. Ruh işinizi bulduğunuz gibi, ruh eşinizi de bulduğunuzda hayatın tadına varacaksınız. Ruh eşini buldum bile diyenler illa ki vardır. E peki ruh işinizi de bulmaya ne dersiniz? E o zaman, varsın hayat bildiği gibi gelsin, tepsin istediği gibi! Vız gelsin, tırıs giderek geçsin hayat... Hayata, hayatın saçmalıklarına mizahın penceresinden bakan Gülse Birsel, 1994 yılında Colombia Üniversitesi'nde sinema üzerine yüksek lisans yapmıştır. İktisat mezunu olmasına rağmen, ekonomi dergilerinin pek iç açıcı olmadığının bilincinde olarak, 96 yıllarında Esquire ve Harper’s Bazaar dergilerinin yayın yönetmenliğini yürütmüştür. Aralık 2001’den beri sabah gazetesinde, okurlarına keyifli bir hafta sonu geçirmesi için ağlanıcak halimize güldüren(!) yazılar yazmaktadır. 20022004 yıllarından g.a.g. (güldüren anlık görüntüler) programı ile kendisine hayranlığım vardır. Şubat 2004’ten Haziran 2009’a kadar 6 sezon devam edip hiç sıkılmadan, tekrar tekrar izlediğimiz de bile evde kahkalara neden olan Avrupa Yakası dizisinin senaristi olduğu gibi oyuncularından birisidir de... Hafızalara kazınan, uzun bir zaman yer edip ve hatta unutamayacağımız Burhan karakterini ortaya çıkaran da Gülse
Birsel’dir. “Hırsız var’’ filminde medya patronunun karısını canlandırırken, “7 Kocalı Hürmüz’’ isimli filmde; Hürmüz’ün kankasını, 1987 yılında Adile Naşit’in canlandırdığı Safinaz karakteri ile başarısını ve yeteneğini sinemada da göstermiştir. 1987 yılında Ayten Gökçer’in rol aldığı “7 Kocalı Hürmüz”ü izlemesi, oyuncu olmaya karar verme nedenlerinden birisiymiş. Nurgül Yeşilçay da kendisiyle yapılan röportajda; “özellikle Gülse ile aynı kadroda olmak benim için çok önemliydi. Bir kadın filminde, Türkiye’nin çok önemli bir kadınının yer almasını istiyordum." demiş. “Gayet Ciddiyim!”, “Hala Ciddiyim!”, “Yolculuk Nereye Hemşerim?” kitaplarının yazarıdır. Büyük keyifle okuyacağınız, okurken toplumun trajikomik hallerine hak vereceğiniz derecededir. Hakkikatten de öyle, vallahi de öyle diyeceğiniz tarzda kitaplardandır. Okumalık bir kitap değil, sosyal sorumluluk adına okumanız gereken kitaplar arasındadır. Gülse Birsel’in “Velev ki Ciddiyim!’’ kitabı 2009 Aralık ayında Turkuaz Kitap tarafından piyasaya sunularak raflarda yerini aldı. Kendisi, yeni kitabını “Bu ülkedeki, bu gezegendeki insanlar arıza vermeye başladı! Keyifler kaçık, tepeler atık! Uçlarımız sivrildi, birbirimize batıyoruz. Mizah en iyi silah, en iyi ilaç... Son yılların popüler deyişiyle "Velev ki’’ ciddiyim, "Velev ki’’ ıskalamadım ve pabuç tam "yerine" ulaştı!’’ diyerekten okurlarına sundu. Kitabın her bölümünde kısa kısa hikayelerle tipik Türk insanının muzipliklerinden bahsediyor. İçtenlikle, samimiyetle yazılmış bir kitap. Kitaptan sizler için alıntılar yapmam gerekise, ki gerektiğini düşünüyorum, paylaşmadan pas geçemeyeceğim. Kitapta ulusa sesleniş, Türkiye’deki düzene, olan bitene, yaşanılan trajikomik hallere mizahi dilde bir yakarış, haykırış var! Gülse Birsel, Velev ki öğrencisin; diyerekten kız öğrencilerin eli ayağı oluyor. Dile getiremediklerini kaleme alıp MEB’e sesleniyor. “MEB, Türk lise eğitiminin en büyük problemini keşfetti ve okullara bununla ilgili bir genelge gönderdi! Kız öğrencilerinin eteklerini belden katlayarak kısaltması!" Öğrencilere Diz üstü bilgisayar temin etmek yerine, Milli Eğitim Bakanlığı diz üstü etek konusuna genelge çıkarmış, yıllardır bu durumla başa çıkamamıştır. Kuşaktan kuşağa da devam etmiştir bu gelenek. Ablalarımız yapardı, biz yaptık, hala kız kardeşlerimiz yapıyor! ... Gülse Birsel; “Ergenin her yaptığında mantıklı birşey aramıyacaksın." der! Sağlıklı bir insan niye dilini deldirip küpe takar? Dengeli bir insan, niye kalçasından düşmek üzere olan dört beden büyük pantolon giyer? Niye kirli saçı, temiz saça tercih eder? Niye yaşadığı en
büyük acıymışcasına konser bileti bulamamaktan yakınır. En güzel yanı da bu dönemin çabuk geçmesidir. Solak arkadaşları buraya davet ediyoruz; okul döneminin başlangıcında “cici elinle yaz" baskısı başlar. Ama cici elin yazası yoktur. Bu konuda çocuklara çok fazla baskı yapmamak gerek. Zira istatistiklere göre, solaklarda daha yüksek tansiyon problemi, hassas bağırsak sendromu ve şizofreni görülüyor. Anlıyoruz ki eğitimcilerin ampirik bilgileri yabana atılmamalı, solaklara baskı yapılınca manyak oldukları inanışın bir temeli varmış! Leonardo da Vinci, Michelangelo, Isaac Newton ve Albert Einstein’ın da solak olduğunu göze alarak yaratıcılık ve zekanın getirdiği bir yan etkisi diyebiliriz. Araştırmalar ergenlik çağındaki gençlerin vücut saatlerinin erişkinlerden ve çocuklardan farklı çalıştığını gösteriyor. Bunun en iyi örneği okul servisleri, Yaşayan ölülerin sabahı! Yaşları 12 ile 18 arası gençlerden akşamüstü, okul dan dönerken şöförü isyan ettirecek derecede curcunaya sebep olan bu ergen zombilerin, sabahları çıtı çıkmıyor. Başka bir araştırmaya göre ilk derste uyuya kalan gençlerin oranı yüzde 28. Kimi zaman yüzde 50‘lere varıldığı da kesin. Gençlerin, geleceğimizin, yeni nesilin daha verimli eğitim alması, algılaması açısından ders saatlerinin biraz daha geç olması gerekir. Zira İstanbul gibi bir şehrin, trafiği de bir nebze nefes alacaktır. Gece kuşlarından mısınız? Sabah insanlarından mı? Bende her ikisinden yarımşar olarak var. :) Sabah insanı neşelidir, disiplinlidir. Onun grip aşısı, plaja giderken yedek mayosu, gardırobunda klasik bir siyah takımı, dondurucusunda acil misafir için milföy hamuru vardır! Gece kuşu ise sabaha karşı acıkınca evde bulunan ekmek ve salçadan yalancı makarna yapmayı, ödünç almayı, arkadaştan otlanmayı sever! Geceleri diğerleri uyurken, bunlar hoplayıp zıplıyor, yiyecek arıyor, sabah olduğunda kaşına kaşına uyumaya devam ediyorlar! Hayatın curcunasından yorulup emekliliğinizi isteyenlerden misinz? Eğer emekliyseniz, ağır ağır yürüyüşe çıkabilir, bakımsız olabilir, saatlerce öylece oturabilir, boş bakabilir, sorulara cevap vermeyebilir, erken yatabilir, geç kalkabilir, günün her saatinde uyuyabilir, herşeyi kaçıırabilir, unutabilir! “Emeklilik statüsü, istediğin zaman istediğin sefilliği yapabilme ve bunun için imajınla, kariyerinle, sosyal hayatınla, aşk yaşamınla ilgili hiçbir bedel ödememe demektir. Ama nedense hiçbir emekli bu sonsuz özgürlüğü, mutluluğu, bu coşkuyu idrak edemez. Onların tercihi de aktif olmaktır." Gülse Birsel, daha nice hikayesini okuruyla paylaşıyor, şiddetle tavsiye edilir bir kitap!
Pelin Gül
Perdeyi Aralamak Hayatın perdesini aralamak gerekiyor Hayalini kurduğun, Okyanusun yanıbaşındaki Penceresinden güneşin içine sızdığı eve sahip olmak için. Onu usulce kendine çağırmak Çile doldurmak, Hak derdinin taşıyıcısı, İlahi aşkın yorulmaz yolcusu olmak gerek Sonra da o cennetin saklı bahçesinde Kalan zamanımızı huzur içinde yaşamak. Önce olgunlaşmak Sonra da yıllanmayı beklemeden Renklerin tadına bakmasına izin vermek Rüzgarın seninle dans etmesine Ruhunun ölümsüzlüğüne Kimi zamanda... Beni ben yapan Seni sen yapan Bilinmediğine göre Ne sen beni ara Ne ben seni arayım. Sen beni üz Ben sana kucak açayım Sonunda ya gel ben ol Ben de sen olayım Ya da biraz geri çekil ki; Lakin perdemde gölge olsun istemem.
Bora EKE 04.06.1984
Not: Fotoğraflar Bora EKE'nin 2009 yılında Pasifik Okyanusu boyunca gerçekleştirdiği seyahatnamede çekilmiştir.
Bedenim Bedenim her gün senden kaçarken ruhum her gün SENİNLE doğup içimdeki seni büyültüyordu. Oysa ben BUGÜN sadece benimle kalmanın hesaplarını yapmıştım dün gece. Yatmadan evvel, sonradan inanmaya karar verdiğim tanrıya el açıp seni unutabilmemin umutlarına dua edip adaklar adamıştım… Yanımda; şimdi dün gecenin yorgunluğu ile, ölü bir ayı gibi yatan, hırıltıları büyük İHTİMALLE evin her köşesine yayılan, birkaç gün önce bir barda tanıştığım adam bile umrumda değildi. Evet bildiğin seni düşünüyordum, seninle geçen günlerimi, aylarımı ve yıllarımı. Genç kızlıktan kadınlığıma giden ince, dar, engebeli, zor, çetin, bir yanı uçurum yolu senli yıllarda heba etmiştim. Evet şimdi heba ETMEK diyorum ADINA ama yaşadığım yıllarda sanki bir ritüeldi benim için. Tamam yalan söylemeyeceğim şimdi bile seninle yaşadığım her an benim için bir ritüel gibi geliyor… Yağmur uzun zaman sonra artık yağmamaya karar vermişti şehirde. Bardaktan BOŞALACAK tek bir damla kalmayana dek, şehrin tüm aptalları ıslandığına emin olmuştu ki tam bir ay sonra yağmamıştı bu sabah yağmur. Yağmur; şehir insanları için taşradaki derelere çaylara benzer. Şehrin insanları yaşadıkları tüm sıkıntıları, kederleri, yorgunlukları, bitkinlikleri, olmamışları olamamışları yağan yağmura bırakıp şehrin kanalizasyonlarına ulaşmasını sağlarlardı. Çünkü kederler, dertler, sıkıntılar anca böyle zamanlarda ağlayarak çıkardı ki, bu şehirde ikinci bir emre kadar ağlamak yasak olduğundan bu yağmurlar GÖZYAŞLARINA yataklık ETMİŞLERDİ. Yataktan ne zaman, nasıl ve ne düşünerek kalktığımı, banyoya gidip yıkanıp yıkanmadığımı, hatta yüzümü bile yıkayıp yıkamadığımı hatırlamıyorum. Şimdi zamanın ve hayatın farkında olduğumda; an içerisinde kendimi mutfakta sıcaklığından, yeni YAPTIĞIMI ANLADIĞIM Türk kahvesini içerken buldum. Türk kahvesini çok severdin sen, tıpkı ÇAYI, nescafeyi sevdiğin gibi ama hep yeni şeyler deniyordun ve ben bu DENEDİKLERİNİ senin elinden içmenin mutluluğu içerisinde zevk-i sefa alemlerinde GEZİNİYORDUM. Çünkü bir adamın, ÜSTELİK deli gibi sevdiğim adamın bana bir şeyler yapması kadar güzel bir şey yoktu… Şehir kendi döngüsü içinde yalancı yüzlerin gökkubelerinde BAŞROL oynadıkları bir sahneydi… Herkesin kendi DIŞINDAKİ tüm yaşamsal ORGANİZMALAR birer yardımcı karakterden öteye gitmiyordu. Her birey şehrin en iyi kadın YA DA erkek oyuncusu ödülünü her sene kendisinin aldığını sanıp; garip, saçma, yalan, yanlış, ukalaca, hatta yer yer faşizanca bir ruh halinde geziniyordu. Bu şehir sadece ruhları satılmışların konaklamasına, kendi içerisinde çıkardığı yasalar ile karar verip yeterince satılmamış ruhlara konaklama izni vermemekteydi. Kahvenin kokusu seni bana hatırlattıkça -ki ARADA BİR AKLIMDAN
ÇIKIYOR SANKİ DE- DAHA DERİNDEN ANDIM SENİ. İşte bu hatırlama halinin bana İZDÜŞÜMÜ gözümden, istemsizliğin devrimi içerisinde akan iki damla yaş oldu. Oysa beni aldattığını öğrendiğim gece tüm gözyaşı baraj kapaklarımı açmış gözyaşı baraj göllerim kuruyana dek ağlamıştım... ŞİMDİ aylar sonra bu iki damla asi gözyaşı nerden çıkmıştı ki? ŞEHİRDE bir kadın… Gözleri iki damla YAŞ… Yaşlı gözleri kadının… Aldatılmışlığının ve terkedilmişiliğinin son damlaları… Şehirde bir kadın… Ruhu satılmışlar şehrinde… Sahte yüzlü adamların kahpeliğinde Sevgisizliğin ... Sen hayatımdan gittiğin günden beri ismini bile hatırlamadığım, yüzlerini zaten hiçbir zaman, değil hafızama kazımak gözlerimin tarayıcısından bile geçirmediğin sayısını elimin parmaklarıyla saymayı bıraktığım ruhları; senin gibi satılmış adamlar ile doldurmaya çalıştım. Ama ne yalan söyleyeyim -zaten sana hiçbir zaman dilimi içerisinde yalan söylemedim, gerçekte yalan söylemem zaten, yalanın ne pembesi ne moru ne turuncusu olurdu gözümde ama sen benim söylediklerimi hep koca yalanlar olarak gördün ya işte, ne yalan söyleyeyim diye bir daha uyarıyorum şimdi- senin ruhsuzluğunun karakterinde kimseyi koyamadım yerine. Bende açtığın, yeri bir çocuğun dizlerindeki yaraların kabuklarını sökmesi gibi söküp atıp kurtulmak istedikçe aynı çocukluğumun yaraları bir türlü iyleşmeyen kanlı dizlerime DÖNÜYOR… Bu şehrin yolları kendi içinde çıkmaz sokaklar gibidir, dönüp dolaşıp şehrin merkezine ulaşırsın nereye gitmek istesen başladığın ruhsuzluk merkezine geri dönersin. Yolları aştıkça Yalnızlığından kurtulacağını sanan bir kadın Gözlerinde kanlı GÖZYAŞLARI… Ve ruhsuzluğun diyalettik yansıması bir şehir… Son bir sigara yakıyorum şimdi akıtmayı unuttuğum tüm gözyaşalarımı da akıttıktan sonra, sen ruhunu bilmem kaçıncı kez şeytana satıp üzerinden BİNLERCE zebaniyi geçiren adamı siliyorum hayatımdan…Son sigaram kadar kısa bir ömür olacak bedenimde… Sigaram bittikçe ırzına geçen zebanilerin zevk çığlıkları ile mutlu olacağım ve sen benim hayallerimi çalarken; esasında kendi hayalsizliğinin kurbanı olduğunu anlayıp seni umursamama haslına alıp hayatı, zebanilerin senin üzerindeki geliş gidişlerini hayal edip mutlu olacağım…
Şehirde yalnız bir kadın… Umutlu düşleri ruhsuz hırsızlar tarafından çalınmış bir kadın… Kadın yatak odasına geri döndü… Biraz önce ismini bile hatırlamadığı adamın koynuna çırılçıplak bıraktı kendini. Zevk çığlıklarını zebaniler duydukça, altlarından kaçmaya çalışan ruhsuz bedenlere bir kez daha bir kez daha tecavüz etiler…
Erdem Özsoysal
Sevgililiği Abartanlar, Bireyselliği Reddedenler Üzerine Bir Yazı Fikirlerini sevgilisinin hoşuna gidecek şekilde biçimlendirmek, ayrı hayatlarının olması bilincinden çok sevişme esnasındaki bedensel birliği, beyinsel birliğe de dönüştürmeyi hedef alan birey olamamışların yaşantısı çok batmakta bugünlerde gözüme, kulağıma, kalbime, duygusal algılarıma... Örneğin; ikisi de arkadaşınızdır, hatun olmadık olaydan trip atmış ve artık onunla uğraşmayı, ilgilenmeyi kestiyseniz, aranız bozulduysa bir şekilde ama erkek olanla herhangi bir probleminiz yoksa bile bir gün karşılaştığınızda onu da soğuk bulursunuz, artık onunla da konuşamayacak hale gelebilirsiniz. Çünkü sevgilisi sizin hakkınızda atıp tutmuştur, o da sevgilisine sevgisini kanıtlamak, benim için "o" değil, "sen" önemlisin demek için aradaki ilişkiyi sıfırlamayı göze almış ve sonunda "nasılsın?" sorusuna karşılık alamadığınızdan ötürü tebrik edilmeyi haketmiş bir sevgili olmayı başarmıştır. Bir kadın veya erkek sevgilisinin özgürlüğünü kendi çizdiği alanlarda mı yaşamasına izin vermekte ve böyle mutlu olduklarını mı düşünmektedir? Günümüzde yaşanan miktarına bağlı olmuş.
ilişkilerde
insanların
sevgi
ölçütü
kısıtlama
Ne kadar kısıtlarsam onu o kadar sevdiğimi düşünür hem de dediğimden çıkmaz, beni aldatmaz düşüncesi yerleşmiş. Kısıtlamanın olduğu 3 metrekarelik bir alanda on katı kaçış noktası olabileceğini hesaba katmayan sadık gençlerle donattık evi, okulu, sokağı. Sırf üç metrekarelik alanda aşk yaşamaya çalışan, nefes almak için kaçış noktalarından kafasını uzatıp da dışarı bakan insanları görür olduk ve gördüğümüz her yerde de aşk kaçamaklarına tanık olduk. Hepimiz biliyoruz sizi kaç kişiyle aldattıklarını, nerede, ne zaman yalan söylediklerini, hayallerinizi onunla kafeste yaşayabilmek uğruna yoksaydığınızı… Hepsini biliyoruz ve içinde bulunduğunuz durumun size verdiği zararlardan biz de etkilenmiyor, suçlanmıyor değiliz
kavgalarınızda. Size göre doğru olanlar bize göre değilse yadırganır olmuşuz mesela hava karardığında tüm kötülüklerin, yalanların, aldatmaların çocuğuna gelecek endişesi taşıyan her ebeveyn gibi onlar da sevgililerin gece arkadaşıyla çıkmasına "izin" vermez olmuş, ama izin vermediklerinin hepsinin teker teker yapar ve ertesi gün evli bir kadının boşanma davası bitmeden başka bir adamla el ele dolaşmasını kınarmış bu “kuralsever” arkadaşlarımız. Yine konuları dağıttım, bu konuda kendime benim de sınırlarımı belirleyecek bir sevgiliye ihtiyacım olacak sanırım.(!) Kısaca aslında söylemek istediğim; karşınızdakine ve çevrenizdekilerin size olan saygısının sürmesi, istediklerinizi kısıtlamak için değil daha da geniş yelpazede gerçekleştirebilmeniz için sevgilinizi bi rahat bırakın! İnanın sizi daha az aldatacak ve size daha bağlı olacaklar!
Sinem Yavaş
Merve Sevi'nin Şanssızlığı Merve kardeşimiz genç ve güzel bi ablamız ama şöyle bi takıntısı yüzünden türkiyenin en ünlü, en gözde iki insanıyla evlenmesi imkansız. İlk önce takıntısından bahsetmek lazım. Bizim kerata merve tutturmuş ben evlenirsem soyadımı değiştirmem diye... Dedim yapma etme yok dedi olmaz değiştirmem bunu yapamam dedi ama neler kaybettiğinin farkında değil.Türkiyenin en popüler iki yakışıklı erkeğini kaybetti. Biri ünlü ses sanatçımız Metin ŞENTÜRK diğeride milli takımımızın kurtarıcı Semih ŞENTÜRK. İşte bu iki kişiyle asla evlenemiyecek Merve SEVi kardeşimiz eger takıntısından vazgeçemezse çünkü kimse soyadının SEVİŞENTÜRK olmasını istemez heralde :) Tınaz Çokkeskin
Michael Jackson ve Kuru Fasulye Yemek yerken televizyon seyretmenin tadı ayrıdır benim için. Özellikle de MTV açıksa o yemeğin tadı tuzu farklı gelir. Mesela kapuska yerken 50 cent dinlemek, imambayıldı yerken Tori Amos’un o güzel, büyüleyici sesini duymak gerçekten ayrı bi tattır bu dünyada. Geçen akşamda işten sonra rutin olan yemek faslına başladım. Sağ olsun annem, söylemesi ayıp sucuklu kuru fasulye, yanına da koymuş bir baş soğan, üstüne de bir bardak buz gibi ayran yapmasın mı? Of ki ne of. Her neyse (şimdi yazıyı okuyan bir takım aristokrat çizgisinden çıkmak istemeyen, karizması sarsılmasın diye bırak soğanı ufacık sarımsak bile yemeyen dangozlar ıyy diyor duyuyorum, yapma! Günah, nimete ıyy denmez) tamam dedim kendi kendime. Hemen açtım MTV’ yi. O sırada çalan şarkı merhum pop kralı, geçen aylarda kaybettiğimiz Michael Jackson’ın Trailer’ıydı. Gerdanımı kırıta kırıta, soğanı duza bana bana
yirkene, özür dilerim şivem kaydı, bir anda düşüncelere daldım. Lan koskoca Michael, bir kuru fasulye yemeden ölür mü? Ölüyor işte. O koskoca Neverland’ı olan, 40.000.000 (yazıyla kırk milyon) satıp rekor kıran adam az kuru, az pilav, az cacık yapamadan öldü. İnanılır gibi değil. Ya ağabeycim o adamın neverland’ı vardı ben ise neverdım. O adam derisini değiştirdi, siyahtı beyaz oldu, ben solaryuma bile gidemedim. O adam milyonlarca doları dakikada harcıyordu ben ise Veys Döviz bürosundan, Halk Bankası’ndan kimlik fotokopisi karşılığında 100 dolar bozduruyordum. Bütün bunları düşündüm tek tek. Adama bak; bana 100 fark atmış averaj yapmış, 50 yaşında ölerek de avans vermiş. Sanki “istersen 100 yaşına kadar yaşa deyyus, geç bakalım geçebilecek misin?” der gibiydi. Sonra önümdeki kuruya baktım, tv ye baktım. Dedim ki, .Lan bi dakika!!! Bu adam kuru yememiştir. Hadi fasulye yemiştir, ama kuru yememiştir. Kuruyu da yedi diyelim, temel besin zinciri hamburger kola olan bir toplum, sucuğu kuruya entegre edebilir mi? Hayır. O zaman bu adam sucuklu kuru yemedi. Aha!!! Michael’a borum var…kapak. Var ama ölü arkasından konuşmak bize ters. Sevindiğim şeye baksanıza a dostlar. Utandım bir anda kendimden. Şarkılarınla büyüdüğüm, danslarını taklit ettiğim o adamın varsın olsun, bana borusu. Gocunmam ki. İlkokul çağlarında söylediğim mani geldi aklıma birden ve kuru fasulyeme bir damla gözyaşım yanaklarımdan süzülerek aktı. Maykıl Ceksın, Madonna Bir numara, Gir çuvala, Salla salla vur duvara, Sonra ağzımdan bir anda damarlarımda Türk kanı dolaştığından şu ağıt çıkıverdi. Michael Jackson öldü mü? Issız acun kaldı mı? Feleg Öcün aldı mı? Madonna’nın kıçı başı oynadı mı? İmdi yürek yırtılır. Güle Güle kral…
Sertaç Girgin
Spiritüel Spa Ahh sonunda eve vasıl olabildim. İstatistikler kadınların ömürlerinin ortalama 17 gününü çantalarında anahtar arayarak boşa harcadıklarını gösteriyormuş; tabi bu bana az geldigi için önce anahtarımı bulma süremin iki katını evden biri kapıyı açar umuduyla geçiriyorum, gerçekleşmeyince + anahtarımı arıyorum! Ayrıca bu istatistikleri 80'lerde kadınların omuzlarına mini çantalar astıkları zamanlarda almış olmalılar, bizim bavuldan kırma çantalar hesaba katılmamış.
Ne kadar uzundu bugün sanki taş taşıyarak geçirmişim gibi yorgunluktan canım çıkmış ve ne kadar kısaymışki yarın da işlerimin gözümde devasalaşan hatta sonsuzmuş gibi gelen devamı beni bekliyor olacak. Neyseki kaptığım vanilyalı dondurmam şimdi beni tazeliyor ve gelir gelmez üstümden fazlalıkları atmanın inanılmaz hafifliğiyle John Ondrasik'in (Five for Fighting) yumuşak sesine kulak kabartıyorum ve peşpeşe dinleyeceğim eski-yeni, pastel, rahatlatıcı, samimi aklıma ilk gelen parçalardan çalma listesi oluşturuyorum... 1. Five for Fighting - Superman 2. Vanessa Carlton - A Thousand Miles 3. John Mayer - Your Body is a Wonderland 4. Robin Thicke - Lost Without You 5. Katie Melua - Closest Thing to Crazy 6. Alan Jackson - Remember When 7. Shania Twain - Still the One 8. Goo Goo Dolls - Iris 9. The Script - The Man Who can't be Moved 10. Incubus - I Miss You Bir tane daha.. 1. Maroon 5 - Sunday Morning 2. Coldplay - Viva La Vida 3. Kanye West - Through the Wire 4. Usher - U Remind Me 5. Michael Jackson - In the closet 6. Panic at the Disco - New Perspective 7. Mika - Grace Kelly 8. Cassie - Me & You 9. Daniel Powter - Bad Day 10. Sherly Crow - Soak up the Sun
Beyza Paksoylu
Vücudunla Barışma Zamanın Gelmedi Mi? Hep merak ederim neden bizim insanımız spor yapmaz ya da önemsemez? Yapsa bile yaza 2 ay kala ya diyet yapmaya başlanır ya da spor salonuna gidilir. 2 ay sonunda tabi vücutta öyle müthiş değişiklikler olmayacağı için ya salona atıp tutulur ya da kendisiyle barışmaya çalışılır. Barışılırda herkese söylenir “ben kendimle barışığım” diye. Bu iki kelime ona çok fazla güç verir, artık vicdan azabı duymadan yemeklere saldırabilir. Arkadaşları da alışmıştır bu duruma. Küçük bir diyalog: Eleman: Kanka bu kız dünyayı yedi, hala yiyor. Kankası: Oğlum o kendisiyle barışık bilmiyor musun? Eleman: Öyle desene be abi. Şu börekten de alır mıydın kardeş? :))
Çoğumuz çalışan insanlarız ve çalışanların çoğu da statik çalışıyor. Hep masa başında... Bir de sağlıksız ve zamansız besleniyorsanız, üzerine de sigara ve alkol kullanıyorsanız vücudunuz mutlaka size bir gün sinyal verecektir. Ya da daha kötüsü… İçinizi karartmaya çalışmıyorum sadece vücudunuzdan daha gelmeyen o sinyali ben vermek istiyorum. Çok basit bir şekilde bu durumdan kurtulabilirsiniz. İki kelime: Spor yapın! Hemen duyar gibiyim “benim vaktim yok” diyen arkadaşları. Vaktiniz yoksa haftada bir gün bile olsa gidin evinize en yakın salona. 1 saat vücudunuzu çalıştırın onun bile size çok faydası olacaktır. Salondan emin olun mutlu ayrılacaksınız (ilk günler kaslarınız biraz ağrıyacağı için mutlu olmayabilirsiniz tabi :)). Hatta salona haftada 3 gün gelmek için olmayan vaktinizden vakit üreteceksiniz. Bu noktada en önemli konu salona disiplinli bir şekilde devam etmek. Yok, ben 2 ay gittim salona yarım kilo veremedim. Yok, benim karın kaslarım brad pitt'in ki gibi olmadı... Bunlar aslında çok komik, 2 ayda vücut daha yeni yeni bu sportif haline alışıyor. Sersemlemiş durumda çünkü. Diyor ki “ya bunun kafasına saksı falan mı düştü 20 senedir hareket bile etmezdi. Ne yapsak acaba yağları yıkmaya başlasak mı?”. İşte bu noktada vücudunuzu ikna etmeniz gerekiyor yağları yıkması için. Yani devamlı olarak spor yapmanız gerekiyor. Bir de unutmadan brad pitt gibi karın kası isteyen arkadaşlar varsa söyleyeyim 1-1.5 senede iyi bir beslenme ve diyetle anca baklavalı bir mideye sahip olursunuz. Yok 1.5 sene yapamam derseniz, o baklavayı anca pastane vitrininde görürsünüz… Spor yapmanın yanında beslenme alışkanlıklarınızı da değiştirirseniz sağlıklı bir vücut için çok önemli bir adım daha atmış olursunuz. Kadının vücudu takdir edersiniz ki erkeğe oranla çok daha estetiktir ve ben bir kadının vücuduna dikkat etmemesini kabul edemiyorum. Yedikçe yiyorlar, içtikçe içiyorlar, 100 kilo oluyorlar, her yerinden yağ fışkırıyor, sonra “ama ben kendimle barışığım”:) bakalım vücudun seninle barışık mı? İstersen midenin sesini dinle! Mide: Bugünde dünyayı yedi ya. Yaktığı enerji belli ama hala gönderiyo. Bari düzgün bir şey yese, yağlı unlu şekerli ne varsa yiyo. Ne yapalım arkadaşlar… yine depoya göndereceğiz. Önce yağ yapın şunları, gönderin bir kısmını beline bir kısmını da kalça tarafına... Her yerde de söylüyorlar, yazıyorlar sağlıklı beslenin diye, daha geçen engindergi'de bir arkadaş yazmış. Yok dinlemiyor ki habire yiyo. Yazık valla bizim çektiğimiz çileye gecenin bu saati oldu hala çalışıyoruz yaa. Her yerde konuşuyor birde ben kendimle barışığım diye... Ben sana küsüm haberin olsun! Basta midemiz olmak üzere vücudumuza böyle davranmaya hakkımız yok. Vücudunuzun da sizinle barışmasını sağlayın. Spor yapın... Yağsız, sıkı, kaslı günler :) Mustafa Çırpan
Son Sayfa '01 İlkokulu bitirince tanıştım basketbol ile. Futbolu kendimi bildim bileli oynuyordum fakat 11 yaşımda tanıştığım bu yeni spor içine çekmişti beni çoktan. Olayların nasıl geliştiğini anlamadan daha, kendimi Basketbol Yaz Okulu’nda bulmuştum. 11 yaşın getirdiği enerjiyi basketbol ile atıyordum artık. Ortaokul yıllarım basketbol ile geçti. Mirsad Türkcan hayranıydım ve hep 6 numara giymek isterdim. Futbola olan yeteneğim daha fazlaydı biliyordum ama bu oyun o kadar heyecan vericiydi ki benim için, artık futbol zevksiz gelmeye başlamıştı. Sonra NBA denen büyülü organizasyonu keşfettim. 20.000 kişilik salonlarda inanılmaz ışık oyunlarıyla adeta rüya gibi maçları izlemeye başlamıştım. M.Jordan, S.Pippen, H. Olajuwan, C.Barkley, R.Miller gibi yıldızların posterleri değişmeli olarak odamın duvarlarını süslüyorlardı. Liseye geçmiştim artık ve Petar Naumoski’nin yarattığı fırtına Türkiye’yi bu oyuna kitlemişti adeta. Ben de basketbol müptelası olmuştum bile çoktan. Efes Pilsen’in Koraç Kupası’nı aldığı kadroyu şu an bile sayabilirim aklımdan. O zamanlar basketbolda bir tane skorer oyuncun olduğu zaman maçı alır giderdin ama şimdi tamamen takım oyununa döndü basketbol. Artık hiç oyundan çıkmadan maçın sonuna kadar oynayan oyuncular yerine, 5 dakikada bir kenara gelip dinlenen taze kuvvetler var. İlk yazım bu ve sözü konuyu daha fazla dağıtmadan toparlamak istiyorum. Engin Enginer’in de teşviki ile dergide yazmaya karar verdim. Konu hakkında serbest olduğumu aklımdan ne geçiyorsa yazabileceğimi belirtti Engin bana. Benim de aklıma ilk basketbol geldi. Fakat basketbol ile sınırlı kalmayıp türlü sporlardan da bahsetmeyi düşünüyorum. Adım Can Deniz AVCI, 1981 yılından katıldım dünyaya ve doğma büyüme İzmirli’yim. Enginle yanlış hatırlamıyorsam 2001 yılında KYK vesilesiyle tanıştık fakat samimiyetimiz 2004 senesinden sonra gelişti. Engin’in öncülüğünde bu oluşumun içinde olmak bana keyif verecek.
Can Deniz Avcı
..EnginDergi.. Mart 2010 sayı-03