engindergi-s05

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2010 - Say覺: 05


İçerik; Sy.03) Yazmayı Denemeye Ne Dersin? – Engin Enginer Sy.04) Değişim Üzerine – Kadir Kırda Sy.05) Hayal Dostuma – Bora Eke Sy.07) Gerçek Yalnızlık – Ece Çekiç Sy.08) İmkansızlıklar Hiyerarşisi – Elif Yıldız Sy.09) Otobüste Sesi Kesilen Müzikler ve Sesi Çıkan Kahramanlar – Sinem Yavaş Sy.11) Dolunay İnsanlar Üzerindeki Etkileri – Tuğçe Büyükabacı Sy.12) İde Dağı'05 / Adem - Simsiyah Sy.14) Erkeklerin Arzuladıkları Kadın Tipi – Sertaç Girgin Sy.15) Fear Factör'üm – Dilşah Kalkan Sy.17) Yaz Gelmeden Zayıflayalım – Vildan Tandoğan


Yazmayı Denemeye Ne Dersin? Sizin içinizden hiç yazmak gelmiyor mu? Durmadan ara vermeden, yazmak... İçinizdekileri boşaltmak ya da en azından bunun için gayret göstermek, rahatlamaya çalışmak. Buna ihtiyacınız var, yoksa günlük yaşam koşuşturmacasında yeterince harap olan sinirlerimiz belirli bir noktadan sonra tehlike sinyalleri vermeye başlıyor. Ben bazen tıkanıyorum, bazense dur durak bilmeden akıtmak istiyorum. Bu da bir çeşit ve oldukça etkili bir terapi. Bunu da bir yerlerde okumuştum; okuyun, okumakla kalmayın gezin, tadın, deneyin. Sizin de yazmanızı, düşünmeden planlamadan, yalnızca yazmanızı istiyorum. Sonra durup yazdıklarınızı okuyun. (Hatta bana gönderin yayınlayalım;) Duyguları dışa vurmak bazı insanlar için oldukça zor. Başımıza gelen olayları, bunların yarattığı etkileri sürekli belirli bir mantık örgüsüne oturtmaya çalışıyoruz. Oysa elmayla armutu toplamak gibi taşlar bir türlü yerine oturmuyor. Sigara kullanan kaç kişi sigara içmenin mantıklı bir davranış olduğunu düşünüyor? Ya da zararlarının en çok bilincinde olan hekimlerimizin neden yüzde 80'i sigara kullanıyor? Duygularınızı dengelemek için sigara yerine kaleme sarılmayı deneyin. Film mi izlemeli, hangi müziği dinlemeli? Bir türlü içinizdekileri dışa kusamıyor, korkuyor musunuz? Birçok insanla konuştum, dertlerimi anlattım ama bunca tekrar yapmama rağmen çözümü bulamadım. Yazarak kendimi kendime anlatmış oluyor ve alt benlikte bir keşfe çıkıyorum. Bu öylesine keyifli bir süreç ki tadına vardınız mı yazar olasınız, hatta kitap çıkartasınız gelir! Kendimizi ne kadar az tanıdığınızı yazdıklarınızı yeniden okurken keşfedeceksiniz. İnsan anlatırken aslında karşıdaki kişinin önemi sandığından küçüktür. O sadece kendisiyle sesli konuşuyordur. Bir geometri sorusu çözmek gibidir. İlk etapta göremediğiniz ince noktayı “baksana şöyle şöyle yapıyorum ama bir türlü sonuca... aa tamam burası böyle olacak” diyerek, sonradan görmektir. Çoğu zaman dışa çıkıp olaylara daha geniş bir çerçeveden bakmayı başaramıyoruz. Yaşamımdaki onca senelik okul hayatı, o kadar kişisel gelişim eğitimi, onca kitap, hiçbirisi yazmak kadar aydınlatmamıştır beni. Evet sürekli değişiyoruz(!) peki bu değişim sürecini lehimize çevirecek kadar kendimize zaman ayırıyor muyuz? Önceki birikmişlikler belirsizliklerin üzerine binince yoğun ve ağır bir etki yaratabiliyor. Hayatınızda şuan yaşadığınız belirsizliklerin ortadan kalkacağını mı düşünüyorsunuz? Sadece yerine yenileri ve daha karmaşıkları gelecek.


Belki de bu yüzden hep geçmişle uğraşıyor ve gelecek ile ilgili hayaller kuruyoruz. Carpe Diem, Anı Yaşa! Bunu sağlamak gerçekten zor mu? Geçmiş yaşamızı gözden geçirin, eskiden kendinize dert edindiğiniz sorunlarınızı düşünüp tartın, hatta şuan canınızı sıktığınız bir kaç konuyu kağıda yazın, katlayın ve cüzdanınıza koyun. Bir sene sonra açıp okuduğunuzda yüzünüzde gülümseme belirmesi olasılığı yüzde seksen! En son ne zaman evinize dönerken farklı bir yolu tercih ettiniz, en son ne zaman hiç denemediğiniz bir şey denediniz, en son ne zaman gerçekten yaşadığınızı hissettiniz? Sabah yataktan kalkarken günün getireceği güzellikleri ve heyecanı yaşamak için sevinçle mi kalkıyorsunuz yoksa kalkmanız gerektiği için mi? Bir banka reklamında geçen ifadeye kulak verelim; "hayatınız bu iki nokta arasında mı?" En son ne zaman farklı bir şey yaptınız? Ne de çok soru var hayatımızda. Doğru yanıtları alabilmek için doğru soruları sormak gerek demiş düşünür. Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki ilerleyişiniz için kendinizi en son ne zaman dinlediniz... Tüm sorulara verilebilecek bir çok yanıt ve onlardan katbekat fazla bahane var. Sorumluluklar, zaman, maddiyat... Peki hangisi "ben"den daha değerli? Ben olmadan diğer kavramlar 1'in yanındaki sıfırlar gibi anlamsızlaşıyor. Söz uçar yazı kalır demişler, bilgisayar kullanıyorsanız mouse toplumu olmaktan klavye toplumu olmaya adım atın, okumakla yetinmeyin ve yazın.

Engin Enginer

Değişim Üzerine Günümüzde herkesin ağzından eksik olmayan bir kelime: DEĞİŞİM. Değişime ne kadar açığız? Değişim adına neler yapıyoruz? Değişim bizim için sadece “Bizim dışımızda kalan kişilerin değişmesi” mi? Bu sorulara cevap vermek kolay olduğu kadar zor da. Herkesin kendine ve yaşadığı kültüre özgü değerleri bulunuyor. Bu değerlere aykırı değişimleri kastetmiyorum. Demek istediğim; sürekli yapmış olduğumuz alışkanlıkları gözlemlemek, yanlış olanları düzeltmek ya da eksik olanları geliştirmek. Örneğin; bir gruba, takıma ya da kulübe girdiğimizde, her zaman onların bizi yönlendirmesini mi bekliyoruz yoksa girişimde bulunup kendiliğimizden yeni bir şeyler oluşturmaya, verimli olmaya mı çalışıyoruz? Başka bir soru: Bizi nasıl bir geleceğin beklediğini düşünürken sadece hayal mi kuruyoruz yoksa kâğıdı kalemi alıp analiz mi yapıyoruz? Elbette hayal kuracağız; bütün büyük projeler hayallerle başlar ancak tutarlı planlar yapmamız da şart.


İnsanlar çoğunlukla başkalarını değiştirmeye çalışıyorlar. Ancak, başkalarını değiştirmek, insanın kendisini değiştirmesinden çok daha zordur. Kendimizi değiştirebilmek için; ilk önce “onu” tanımalıyız. “Ben kimim? Artılarım eksilerim nelerdir? Değerlerim nelerdir?” Bunun gibi birçok soruyu kendimize sormalıyız. İnsan kendisini tanırken bu kadar zorlanıyorsa, başkasını değiştirmenin neden daha zor olduğu herhalde biraz daha iyi görecektir. Kendimizi olduğumuz gibi kabul etmek, bizi bir adım daha öne götürecektir. Çok iyi konuşamıyor olabiliriz, fiziksel olarak sorunlarımız olabilir. Mesela boyumuz çok uzun ya da kısa olabilir, gözlerimiz miyop olabilir. Ancak bunları kabul ettikçe; mücadele gücümüz artacaktır. Davranış Bilimleri dersinde Prof. Dr. Alparslan Usal hocamızın söylediği bir söz vardı: “İnsanlar her zaman değişime direniş gösterir.” İyi ya da kötü olsun, değişim sıkıntılı karşılanır. Örneğin, büyük bir şirketin satış temsilcisiyiz ve 10 yıldır tanıdığımız müşterilerle çalışıyoruz. Şirket bizim farklı bir şubede farklı müşterilerle çalışmamızı teklif ediyor. Böyle bir durumda ne yapardık? Eğer değişime açık kişilersek, üşenmeden, yeni teklifi her yönüyle araştırırız. Hemen olumsuz bir cevap verirsek, belki de ortaya çıkabilecek daha büyük fırsatları elimizin tersiyle iteceğiz. Birçok kişi “Okulda sıradan bir hayatım var, neyi değiştireceğim ki?” ya da “Ben daha önce denedim, ama değişimi gerçekleştiremiyorum.” Gibi cümleler kurabilir. İşin püf noktası; ilk önce bu düşünceleri değiştirmek. Tolstoy’un bir cümlesiyle bitirmek istiyorum: “Herkes değiştirmek istiyor, kimse kendini değiştirmek istemiyor”.

Dünya’yı

Kadir Kırda

Hayal Dostuma Bu yazıyı küçüklüğümdeki hayallerimiz ile hayatıma müthiş bir anlam katan kuzenim Volkan’a armağan ediyorum. Umarım bu armağanı sana nice kez sunabilirim. İçimde bir yanıklık var neden bilmem? Dört senedir ilk defa bu kadar boş vaktim var. Ama ben bunu nedense doğru düzgün değerlendiremiyorum. Belki yorgunluktandır belki de içimdeki yanıklıktan. Öyle kolay değil ki anlamak; hayır mıdır, şer midir bilmem? Öyle kolay değil! Ben yine de tatlı yazalım, hayatımızda tatlı olsun diyorum. Mutluyum her zaman ki gibi, insan hayatını iyiliklere adayınca ister istemez daha fazla umut bekliyor yarınlardan...


Hani bir anonim söz vardır ya; değerli olan şey beklemeye değen şeydir diye. İşte son zamanlarda ona çok inanır oldum. Ben inandım da içimdeki ikizime öğretiyorum bir süredir. Oda öğrenmeye niyetli ama bunca senelik adetin değişmesi öyle kolay ve hızlı olmuyor. Ben yine de inan ki deniyorum. Volkan’ı anlatmak gerek size, benim hayal dostumu. Küçüklüğümün en güzel anları, her yaz tatilinde Volkan’la oynadığımız oyunlarla geçti. Öyle ki; gerçek olan bir biz, bir de hayaller girebilirdi oyunlarımıza. Başka gerçek olan kimseyi almazdık. Neler yapmadık ki? Anılar diye bir bölüm açıp orada paylaşssam daha iyi olacak galiba. Ama şunu bilinki benim metobolizmamı bozan ve bugün böyle hayalperest bir insan olmamın en büyük sanıklarından biri odur. Bu arada Volkan da yazmaya başlamış ve bundan müthiş keyif aldım. Her ikizler biraz yazar olmalı. Herşeyden biraz olmayı istediği gibi. Sizden birşey rica edeceğim. Lütfen benim dün izleme şansına eriştiğim şu filmi hemen izleyin. Yani Elizabethtown’ı. Belki de ondan acele etmemeli ve o özel anı beklemeli insan. O anın mükemmel olması için. Ama zaten hayat sahnesinde sergilediğimiz oyun o kadar müthiş bir eser ki; o bizi istediğimiz yere doğru ister istemez götürüyor. Yazım uzun değil öyle size yazmaya verdiğim uzun aranın aksine! Küçük bir özür var yazımın sonunda. Değer verdiğim insanları, fazla sıkarak onlara benim değerimi anlamaları için kendilerini dinleyecek zamanı tanıyamadığım için. Umarım benim içimdeki iyi niyetin her zaman farkında olur ve beni her görüşünüzde bir tebessümle bu kabalığıma rağmen beni mutlu edersiniz. Bu akşam ki son konuğumuz uzaklardan Golda Mair olsun; Tüm kalpleriyle ağlamayı bilmeyenler gülmesini de bilmezler. Hoşçakalın,

Bora EKE (12.02.2006)


Gerçek Yalnızlık Son sözler kalır; onu da giderken bırakırsın arkanda. Son umudun kalır. Son umudum dersin; derinden gelen sessizliğinin ifadesinden silinir. Son kelimelerin kalır ya da öyle olduğu sanırsın artık bir başkasına söylenmeyecek kadar açıktırlar… Bir son vardır ya "adımıza" hangisi yakışır der; bir son vardır ya "o" yakışır dersin, bu anlamsızlığımıza bu suskunluğumuza ve bitkinliğimize… Hangi sondur o der; ikimiz birbirimize bu kadar yakınken ilk durakta indiren… Hangi aşk son durağımızda kalırdı ki; geçerken belki de "biz" fark etmezken… Kelimelerimizi birbirimize konuştururken tutarken söyleyip pişman olurken…

açık

saçık

cümleleri

atıp

Hayallerimize masallar anlatırken ve "biz" olmazken… Başkaları bizim masalımızı anlatırdı. Kahramanlar iki kişilikti ve iyiydi… Kötü karakter vardı elbet ama herkes kendi kötülüğünde boğulurdu sonunda ve hep mutlu sonla biterdi… Hangi "son" hangi "mutsuzluk" yakışırdı ki "bize" ve hangi nedenlerle… Umudun vardır çünkü zamanın vardır ya da zamanın senin olduğuna ve zamanının olduğuna inanan bir "sen" vardır. Gücün vardır sahip olacağın bir hayat… Seni mutlu edecek dostlar ve seni mutlu edecek bir aşk bir sevgi bağlılık ve bencilik… Sonunda her şeye sahip olmak istersin olursun er ya da geç ama yine de bıkmadan usanmadan istersin… Arkanda bıraktığın kırık bir kalp umursatmaz seni ya da yaptığın milyonlarca hata, hata demezsin onlara, görmemezlikten gelirsin halının altına süpürmek gibi yani… En sonunda yatağına uzanırken, ne kadar çok varken ne kadar çok olmadığının farkına varırsın çok gözükmek kalabalık yapmaz seni bunun farkına da ancak yalnızken varırsın vardığında ya çok geç kalmış olursun ya da yarıda yakalamış… Ama en azından farkına varmışsındır ki "yalnızlığını yaşarken sadece bir ruhun vardır" ve sahip olduğun tek gerçek de aslında o ruhdur.

Ece Çekiç


İmkansızlıklar Hiyerarşisi Yapmak istemek, ama yapamamak, istemek ama elde edememek… Dışarıdan yaşıyormuş gibi görünüşümün altında yatan gizli gerçek. Had, hudut tanımayan bir kütle taşıyorum, omuzlarımın tam orta yerinde. Kimi zaman, kimileri tarafından iki bacak arasında taşınan, varlığı pek dişe dokunmayan “düşünme organı” hani. Öyle bir sınırsızlığı karşılıyor ki düşünmek, hiçbir çılgının zincir vurmaya yeltenmediği, yeltense de sadece şaşmakla yetineceğim bir hiyerarşi. Yaşamayı düşünüyorum; özgürce, hesapsız, kuralsız, DÜZENSİZ ve dizginsiz… Sevmeyi; seviyorum savurganca, günün birinde sevgisiz kalma ihtimalini göze almadan. Hayal etmeyi düşünüyorum ve hayal ediyorum düşünürken. Günler geçiyor bir hayal üzerinde, sınırsızlığın acı, tatlı, tuzlu, kekremsi, mayhoş… Ne kadar tat varsa bu dünyada hepsini tadarak. Hayal etmek; her günün sonunda hayalden öteye geçemeyecek bir sevgili aromalı rüyaya dalmak. Bir saniye sürdüğünü öğreneli ne kadar olduğunu bilmediğim rüyalarda, beni yaratana dakikalarca onun yüzünü görebilmek için yalvarmak. Hayal etmek; “İmkânsızlıklar Cumhuriyeti”nde, devlete karşı bir “anarşist” eylem yapmak. Anarşistim ben, “gerçek hayat parçalı dondurma”lar gibi tükettim kanına girdiğim sevgileri. Anarşistim ben, bu İmkânsızlıklar Cumhuriyeti’nde, OLUR sandım. Olur, sandım, yeniden kalktım, ağlayarak günlerce ve gecelerce yattığım yerlerden. OLUR, sandım bu İmkânsızlıklar Cumhuriyeti'nde: OLMADI… Çocuktum ben hep, çocukluğumun en yakın arkadaşıydım. Uçurtmalar gibi, bağladığım insanları, elimden kaçtı diyerek, göklerde sahipsiz bırakıyordum. Her ne kadar planlı da olsa yaptıklarım, hesapta olmadan dizlerimi karnıma çekip ağlıyordum. Ben, sadece “Ben”dim ve en kalabalık ben ve ben olabiliyordum. Küçümsüyordum belki hayatları, “bir pamuk şeker” diyordum “ne kadar doldurabilir ki midemi, ağzımda kalan saniyenin üçte biri kadar süren varlığıyla…” sonra çokbilmişin teki, en sinir bozucu tavrıyla dikilip karşıma, bir kilo pamuk ve bir kilo demirin aynı ağırlıkta olduğu gerçeğini vuruyordu yüzüme. Damlaya-damlaya göl oluyordu yani, göl kuruyor çöl oluyordu. Pamuk ağırlıkça eşiti olan demire dönüşüyordu ve daha birçok acıtıyordu bu eşitlik içimi. Ben çocuk sanıyordum kendimi, ne zaman ki bu dişilik geldi vücuduma yerleşti işte o zaman her gece vicdan denilen şey, beni dizlerine yatırıp, hayal ettiklerime elimi bile sürmeden benden almakla tehdit eder oldu. Acı verdi yaptıklarım bir süre sonra, artık günahlarım bir başkasının sorumluluğunda değildi…


İşte sırf bu yüzden belki de; hayal etmek, kuru beton üzerinde oturup da ana kucağında hissetmek gibi kendimi. Sırf bu yüzden, içimde vasıflar yüklediğim sevgiliye cümleler üretmek ama gerçekteki ona tek kelime edememek. Sırf bu yüzden sınırım yok. İmkânsız ne de olsa, ne de olsa gerçek olmayacak, gerçek olsa bile yanıltacak beni, güzel bir oyuncağı elime veriyormuş gibi yapacak ama geri çekecek. Defalarca kez uzatacak ve ben her defasında tutacağımdan yana aynı umudu taşıyarak, atılacağım heyecanla, ama asla benim olmayacak. İşte bu yüzden, sırf bu yüzden, bu İmkânsızlıklar Cumhuriyeti’nde benim kendi ellerimle yarattığım ütopyada bir anarşistim ben, farkına varmadan kurduğum düzenlere karşı savaşıyorum. İtiraf ediyorum suçumu ve sırtımdan vuruyorum kendimi, en büyük ihaneti kendimden yiyorum. İçinde bolca vicdan kelimesi geçen cümlelerle yargılıyorum kendimi. Darağacına gönderiyorum ve ben çekiyorum kendi ipimi. Öylece asılı kalıyorum ipin ucunda, bir uçurtma gibi ama noksan bir özgürlükle. Kimse gelip indirmiyor beni, kırılan boynumu ipten kurtarmıyor. Bir rüzgâr esiyor, mutlu ve masum insanların yaşadığı yerlerden, beraberinde getirdiği taze ekmek kokusuyla önce saçlarımı sonra bedenimi savuruyor. Ölüm sessizliği çınlıyor geçmişime giren birinin kulaklarında. Çünkü sınırım yok, had yok hudut yok…

Elif Yıldız

Otobüste Sesi Kesilen Müzikler ve Sesi Çıkan Kahramanlar Otobüste mp3 player ile müzik dinleyen bir kadını sesin dışarı çok gelmesi üzerine bir adam uyarır. Omzuna vurur, kadın kulaklığını çıkarır ve adam çocuğunu azarlarmış edasıyla “Kızım kıs biraz şunun sesini rahatsız oluyoruz burda” der, yer belirtme isteğini sadece otobüste rahatsız oluyor diye algılamayın aslında evde, iş yerinde de rahatsız olur ama onun olduğu her yer kendi merkezinde olduğundan hükmedercesine her yeri burası yani kendisinin olarak görür. Kadın birşey demeden kulaklığını takıp müzk dinlemeye devam eder. Müzik de öyle bilindik bir müzik değil hani, şöyle Serdar Ortaç’tan bir Allah’lı melodiler gelse sonra binlerce dansöz olduğu kanısına varsak belki bu kadar rahatsız olmayacağız, ama onun dışında klasik müzik dinliyorsa zaten sabah sabah uykusu vardır adamın gıy gıy kafası uğuldar, rock müzik dinlesen bass'tan dolayı davul sesinden rahatsız olur kızım kes şu satanist müziğini başım ağrıdı der, yani öyle de der böyle de, sadece popüler müziğe biraz toleransı vardır o kadar, o da aşinadır artık farklı gelmez, alışveriş merkezinde girdiği her dükkanda, radyoda açtığı ilk frekansta, televizyondaki magazin programlarında, internet cafede, maç sonrası oturduğu kahvede... Kısaca alışmıştır artık popüler


müziğe ve ona belki karşı çıkmaz, dinlemesine karışmazdı. Böylece bu müziğe aşina olan kesimin kolaya kaçan müzik tarzını kendi bulunduğu ortamlardaki seçimlerin temelindeki kültürden aldığı yani farklı müziğe tahammülsüzlüğün alt kültürün benimsettiği bakış açısından aldığı da aşikar olmuştur. Herneyse gelelim otobüs yolculuğuna, en son kadın kulaklığını takıp büyüğünü dinlemez şarkı dinler tavrıyla yine dikkatleri çeker ve bu sefer bu adama destek olan, işi gücü olmayan çok bilmiş teyzemiz de bu ne terbiyesizlik der ve kadının omzuna vurunca kadın dayanamaz ve “size ne” der yine kulaklığını takar ve artık otobüs yolculuğuna bu adam ve teyzemiz için renk gelmiştir, boş boş konuşabilecekleri yığınla dialog belirir kafalarında ve teyzemiz başlar; ”Bu ne terbiyesizlik, insan olana bir kere söylersin, demek... neyse söylemiyorum.” der ve herkes anlamıştır. Burada kadın neyse diyerek kendi terbiyesini bozmamıştır. Ama teyzeye de kızmamak gerekir, bu toplumda herşeyi gizli yaparsan edepsiz olmazsın, göze batmazsın dürüst olduğunda sen edepsiz de olursun, serseri de orospu da. Yani hayvan çıkmamıştır ağzından belki oruçlu filandır çünkü bozulmasın ama herkes de anlasın bir yandan ne mantıklı öyle değil mi? (!) Bir de şu etken var tabi aralarında konuşurken şahit olunur, sabah sabah işe gidiyoruz bu ne saygısızlık, yani sabah erken kalkıp işine giden bu mutsuz, yola boş boş bakan insanların bir gece önce yolda dinlerim diye hazırladığı playlist’i gereksiz bulmuş, sabah insanların hiçbir şey yapmadan sadece camdan yola bakmalarını uygun görmüşlerdir. Onlar nasıl uygun görüyorsa onun dışında çıkanlar yadırganıyor. Örneğin siz otobüste size taciz eden bir adama tepki gösterme hakkına sahipsiniz ama bunu eyleme dökerseniz suçlanabilirsiniz bile çünkü o zaman bu sese duyarlı vatandaşlarımız, teyzelerimiz, amcalarımız hiçbir şey görmez, söz söylemezler. Çünkü ağır meseledir, ucu onlara da dokunur, yer vermeleri bile gerekebilir, kavga edebilirler ne gerek var hem kadında da suç vardır mutlaka adama o kadar yaklaşmasa ya bu kalabalıkta(!). O zaman dayanışma denen olgu asla ortaya çıkmaz ama gel gelelim sadece müzik dinleyen bir kadına karşı herkes el ele olur. Adamın “tabiiiği” diyerek onaylamalarıyla hızını alamayan teyze “Biz de genç olduk canım, hiç böyle değildik ama.” Der, adam yine “tabiiii” der, ardından desteğini alan teyze “Yani biz baskıcı bir ailedeydik, bir kadının asi olmaması gerekirdi, hepimiz hanımefendiydik” diyecek gibi olmuş çantasını iki eliyle kucağında tutup, bacaklarını aralamadan oturmasından bunu belli eder olduğundan bir şey dememiştir. Bir yandan da teyzenin


yanında oturan bir çocuk arkadaşına telefonu aracılığı ile mesaj yazmaktadır, olayı anlatıp “teyze; biz de genç olduk ama böyle değildik diyor, adama zamanında iPod yoktu demezler miydi?” yazıp gülen surat ifadesi ekler. Teyzeye; senin zamanında taşınabilir müzik çalar yoktu, herkes mutlaka genç olmuştur, ama bu herkes bir başkasının hayatını takip edip o nasıl genç olmuşsa sen de öyle olacaksın gibi bir durumun mümkün olmadığını, bu yüzden yargılamaktan çok anlamaya çalışmanın daha faydalı olacağını anlatmak gerekiyordu ama aslında her şeyden önce insanlar nasıl, hangi tür müziği, nerede, hangi ses seviyesinde dinlemesine karışacak hakka sahip görüyorlardı kendini, nasıl bu aşamaya gelinmişti onu bilmek gerekiyordu. Acaba cahillik özgürlüğe tahammülsüzlüğü mü doğuruyordu, sonuçta teyze hiç iPod'dan müzik dinlememişti muhtemelen ve bilmiyordu tabi bazı kulaklıklarda dışa sesin daha fazla geldiğini, o yüzden otobüsten inerken; “kulakları patlar bunun dinlediği müziği dinlesen.” diyerek kendince espri yaptığını düşünüp belediye otobüslerinin o günkü kahramanı olmuştu.

Sinem Yavaş

Dolunayın İnsanlar Üzerindeki Etkileri Dolunayın Dünya'ya olan etkisi (gel-gitler vs.) çoğunlukla herkes tarafından bilinmektedir. Peki hiç dolunayın insan vücuna da bir etkisi olup olmadığını düşündünüz mü? Yalnız insan vücuduna etkisi dendiğinde Hollywood filmlerinin etkisindendir sanırım, herkesin aklına ilk olarak "kurt adam" hikayesi geliyor. Şu ana kadar dolunayda hiç kurt adama dönüşen görmesekte daha normal etkilerinin olması gayet mantıklı bence. Bu konuda çeşitli fikir ayrılıkları olsa da FBI ve bazı Amerikan istatistik kurumları bunları incelemişler ve bu dönemlerde trafik kazalarının ve cinayetlerin arttığını, migren ve sinir hastalıklarında şikayetlerin daha belirginleştiğini ve kadınların ay döngülerinin bile dolunaydan etkilendiğini düşündüren sonuçlar elde etmişler. Tarih öncesi dönemlere bakıldığında da insanların tarlalardan daha fazla verim elde etmek için Ay'ın evrelerinden yararlandıkları zaten bilinmektedir. Ayrıca yapılan bir


başka araştırmaya göre de tavuklar ortalama 2 günde bir (dışsal etki olmadığı takdirde) ayın her bir burç değişiminde yumurtlarmış ve özellikle dolunayda üretimleri artarmış. Eğer üremeden ve üretmekten devam edecek olursak kadınların da ay döngüleri (normal koşullarda) 28 günde bir tekrarlamaktadır. İlginç olan ise Ay'ın da gökyüzündeki değişimini 28 günde tamamlaması. Zaten kadınların halk arasında özel günlerini "ay dönemi" olarak isimlendirilmesi de işte bu sebeptenmiş. Bu arada bu dolunay muhabbetinin nerden çıktığını merak edenler için söyleyeyim. Bundan bir hafta önce (dolunay vakti) kendi kendime sinir stres yapıp sonra "Acaba ben niye durduk yere böyle oldum" diye düşünüp dururken camdan bir baktım ve aman Tanrım o da ne dolunay!!! "Filmlerde ki insanlar dolunayda kurt adam bile oluyor ben neden sinirli olmayayım ki" diye düşünüp suçu direkt dolunaya attım. Ondan sonra suçluyu bulmanın rahatlığıyla kendimi akladım tabi. Yalnız ben o merakla araştırma yapıp bu yazdıklarımı okuyunca ister istemez "Bak benim başım da ağrıyordu ondan demek", "Bak şu da olmuştu. O da kesin dolunaydandır" diye garip bir delil bulma çabasına başladım. Demek ki neymiş insan psikolojisi bir kere suçluyu buluverdi mi günah keçisi yapmadan onu bırakamıyormuş. Kimbilir belki bu da dolunayın bir başka etkisidir.

Tuğçe Büyükabacı

İde Dağı ‘05 Adem Adem, Manisa’nın en şirin ilçesi Soma’da yaşayan 27 yaşında kendi halinde genç bir adamdı. 2 yaşına kadar annesinin memesinden ayrılamayan Adem’in 2,5 yaşında ilk söylediği kelime ise; doğduğu yerin hayatında bundan sonra ne kadar önem arzedeceğini gösterircesine “linyit” olmuştu. Kafasının çok hızlı çalışmaması, kelimeleri yanyana getirip de mecalini anlatabilmedeki başarısızlığı ve bünyesinde kendiliğinden varolan saflık nedeniyle çocukluğundan beri sosyal ilişkilerde sorun yaşamıştı. Kalabalıklarda unutulmuş veya görmezden gelinmiş, yemeklerin hep sonuna yetişebilmiş, oyunlara alınmamış ve hep ablalarının küçülen kıyafetlerini giymek zorunda kalmıştı. Bu talihsizliği ve ezikliği ilk gençlik yıllarında da yakasını bırakmadı.


Tuvalette gizli gizli sigara içmelere, okul çıkışı lise kapılarında kızlarla bakışmalara, akşamları kuytu köşelerde sidik gibi olmuş biraları tatmalara hiç çağrılmadı. Yaşıtları liseden mezun olup kimi üniversite için, kimi çalışmak için bu linyit kokan ilçeden çıktığında Adem, ölene kadar Manisa il sınırını kendi arzusuyla geçmeyeceğini çoktan anlamıştı. Alay konusu olduğu en keskin anısıyla barışıp, madende çalışmak için başvuru yaptı. Ancak liseden 24 yaşında mezun olması ve TSK’nın kapısına dayanması sebebiyle bu ilk ve en hevesli başvurusunda geri çevrildi. Hayatının tüm süreçleri gibi askerlik dönemi de olduğundan uzun sürdü ne yazık ki. Zorunlu ve gerekli hava değişimleri yüzünden 33 ay askerlik yapan Adem, Soma’da bir Mercedes-302’nin merdivenlerinden inerken cebinde 237 gram buzlu badem taşıyordu. 33 aydır binbir sıkıntıyla yaşadığı Ceylanpınar’da buzlu badem alışkanlığı sayesinde yüzü biraz olsun gülmüştü. Nedense?! Döndüğü ilk akşam babasından nasihat dinlerken de bir yandan yine buzlu bademlerini yutuyor, bir yandan da kulağı babasında ama aklı her zaman olmak istediği madende hayaller kuruyordu. Ertesi gün, en sevdiği yavruağzı gömleğini giydi, evde halıya oturmaktan kıçı yer yer tüylenmiş siyah pantolonunu boydan boya 2 çizgi olacak şekilde ütüledi, göz kamaştıracak kadar beyaz çoraplarını gülümseyerek ayaklarına geçirdi, 563 gr buzlu bademini de ıslak ıslak avuçlayarak cebine doldurdu ve evden neşeyle çıkıp madene doğru yola koyuldu. 13 yaşından beri türlü sebeplerle kapısından döndüğü madene bu sefer kesinlikle girecekti. Bu kararlılığı madenin girişine kadar sürdü ama sigara molasında olan işçiler tarafından farkedilmeden içeri süzülemediği için beceriksiz cümleler kurmak zorunda kaldı. Yine de derdini anlatamadı, muhakkak linyite bulanmış elleriyle bademleri yutmak zorunda olduğuna kimseyi inandıramadı. İtiş kakış, madenden Salih ustanın görünmesine kadar sürdü. Salih usta nedense Soma’da Adem’i babasından bile çok koruyup kollardı, araya girip O’nu işçilerin arasından çekti ve madenden içeri soktu. Adem, sonunda cebinde buzları yarı yarıya erimiş bademler ve üzerinde en sevdiği kıyafetleri olduğu halde, karanlık bir yolda ilerlemeye başladı. Ciğerlerine sonuna kadar o mis gibi linyiti çekti. Salih usta yanından ayrılıp onu bir köşede yalnız bıraktığında, Adem çoktan hayallere dalmıştı bile. Kendini bildi bileli olmayı en çok istediği yerdeydi. Kendi etrafında yavaşça dönüp, bu en az kendi hayatı kadar karanlık yeri hafızasına kazıdı. Artık madeni unutmayacağına ikna olduğunda da pantolonunu hafifçe yukarı doğru çekip, yavaş yavaş yere çömeldi. Simsiyah olmuş elleriyle kese kağıdının içindeki buzları kıra kıra bademleri atıştırmaya başladı. Bir süre sonra o kadar ne yaptığını bilmez bir hale geldi ki, bademlerin kabuklarını soymaktan vazgeçti. Arka arkaya 17 badem yutmuştu ki boğazında bir gıdıklanma hissetti. Öksürmeye çalıştı ama bu hamle daha da tıkanmasına yol açtı. Kese kağıdının içindeki artık rengi siyaha dönmüş buz parçalarından attı ağzına,


bademin kabukları yemek borusuna iyice yapıştı. Onca şanssız gün, kılpayı kaza geçirmiş Adem, o gün o madende çok sevdiği buzlu badem yüzünden tam 7 dakika 33 saniye içinde gözlerinden yaşlar akıtarak can verdi. Cesedini ancak 13 saat sonra farkeden Salih usta, Adem’i sırtına alıp madenden çıkardığında, ağızdan ağıza dolaşan şu 3 cümle, Soma halkını kah güldürdü, kah hüzünlendirdi: Adem madene inmiş. Madende badem yemiş. Madem, Adem madende badem yemiş, bize neden getirmemiş? Teşekkür: Bu iğrenç tekerlemeyi hayatıma katıp çok sevdiğim buzlu bademden beni bir anlık da olsa tiksindiren ama yazmama neden olup kendini affettiren, “insan” kelimesini küfür sayacağına inandığım hayvana teşekkür ederim!

Simsiyah

Erkeklerin Arzuladıkları Kadın Tipi Bu yazacağım yazı erkeklerin %20'sini anlatmaktadır. Zaten sizi de ilgilendiren bu tip adamlar olmalıdır. Geriye kalan %80’nin felsefesini merak edenlerin merakını gidereyim hemen “Nefes Alsın Yeter”. Şimdi gerçek erkek isteyen hatunları ilgilendiren konumuza geçebiliriz. Öncelikle hatun dediğimiz kişi sosyal ve kültürlü olmalıdır. Erkeklerin dış güzellikten sonra önem verdikleri en önemli şey hatun kişinin muhabbetinin ne kadar sağlam olduğu ve kendisinin yanında ne kadar rahat hissettiğidir. Mesela Ayşe Arman dediğim hatun, Ece Gürsel’e 1000(yazıyla bin) basar. Neden? Seksilik dediğimiz kavram sadece dış görünüşle giyimle ve vücut ölçüleriyle sabitlenecek bi kavram değildir. Ayşe Arman’ın dergiye verdiği pozlar ece’nin kine tur bindirir. İkinci kavram ise hatunun dış görünüşüdür. Hatun ne kadar güzel giyinirse er kişi “aha bu hatun modadan anlıyor, ben buna takılayım da trend olayım” der. Bu tarz hatunların yanında gezen erkeklere diğer dişiler daha çok bakar. Çünkü bir kadının en büyük rakibi başka bir kadındır. Hatun düzgün giyindikçe kendine güveni yerine gelir. Erkekte kendine güvenen kadına ayrı bi değer verir. Üçüncü konu saçlar ve makyaj. Saç dediğimiz kıllar hatuna vücudunun verdiği en önemli aksesuardır. Kadınların takıntı yaptıkları şeyler eller ve saçlarıdır. Erkekler kadınların bu huylarını bildikleri için saçlarına ve parmaklarına çok dikkat ederler. El ve ayak parmakları bakımlı, saçları


yapılı (dibi gelmemiş, kırıkları olmayan.) kadınlar bi erkeğin kendilerine parmakların çok çirkin, yok saçlarının dibi gelmiş şeklinde söylemlerinden oldukça rahatsız olur, etkilenir, sinirlenir, hiç düşünmeden ağzına geleni söyleyerek geri dönüşü olmayan bi yola girerler. Burada amaç kendilerine bu tarz sözleri söyletmemektir. Dördüncü konu ise dış görünüştür. Aslında bu yüzde yirmilik erkekler, kanka oldukları kızlardan kendilerine kız ayarlamalarını beklerken ve içki ortamlarında arkadaşlarına “abi valla benim için dış güzelliğin önemi yok, Esra güzeldi de ne oldu? Bastı tekmeyi” derler. Ama kazın ayağı öyle değildir. Hatun kişi seksapel olduktan sonra, dekolteyi ayarladıktan sonra tipi ne olursa olsun erkek ona aşık olmayı kafaya koyduktan sonra aşık olur. Bu yazılanların hepsini hatta birkaçını yerine getiren hatun erkeğin gözünde değerini arttırdığı gibi ulaşılmaz bile olur. Hatta abartmayayım iki ayaklı, her istediğini anında yapan, konuşabilen kuçu sahibi olmaları işten bile değildir. Kaynak: Ben…

Sertaç Girgin

Fear Factor'üm Evrakaa beklediğimi buldummm buldummm! diyorum ama derken... off of! Sıkıldım!!! Çok sıkıldım. Ah alacağımı bile bile doğru yaptığım yanlışlardan! (Can yakmalarım, mutsuz etmelerim, acı çektirmelerim vb.) Mutlu muyum, hayır! Tam evet buldum derken kendimi ona bırakmışken "senin için zor olacak biliyorum ama benden bişey bekleme" nidalarından. Duydum bunu da duydum allahıma şükür! Benim kimseden bişey beklediğim yok ki. Bekledğim sadece "o"ydu ve buldum. 3 yıl sonra tekrar yaşadığımı hissediyorum acı çekiyorum ya bir yerlerime bişeyler batıo rahatsız ediyor. Her rahatsız edilişimde nefes aldığımı hissediyorum derin derin. İkinci defa acıdan heyecan almaya başladım. Adrenalin survivor fear factor :) Evet evet o benim fear factor'üm... Sonunda hedefime ulaşmak pahasına korkularımın üzerine gidip yılanların, farelerin, tarantulaların arasına uzanmak, o benim fear factor'üm o iğrenç mide bulandırıcı koyun gözlerini yemek, o benim fear factorum nefessiz kalacağımı bile bile o mezara girmek!!! Değer mi ki 50 bine ulaşmak için bu kadar heyecana ve gerilime! Cadı olarak bazen değer diyorum yılma yaparsın her türlü mide bulandırıcılıktan kaçmazsın nasılsa midem bulanıyor galiba dünya tuttu demiyor muyuz teoman'la hep bir


ağızdan laylaylommm :):) Bazen değmez diyorum bırak kızım sana adam mı yok (ki yok aramaktayız değül mü)!!! Ben neyi seçtim biliyor musunuz tabi ki en nefret ettiğim en tiksindiğim tarantulaların arasına yatmayı :) Bunlar hep eskilerin bana su, elektrik faturası :( Acun sorsana bana Fear Factor'e neden katıldığın diye? Burdan cevap veriyorum Aldığım ah'lar yüzünden hem de en KDV'lisinden!!!

Dilşah Kalkan

Krematik Bir Vaka

Markalar dünyasında dramatik vakalar olduğu kadar krematik vakalar da vardır. Uydurmuyorum! Ve bu bir teori değil, gerçek. Marka olmak zor iştir ve Türkiye’de bu zorluğu daha da zorlaştıran markalar bolca da vardır demek istiyorum esasında. Aynı sektörde faaliyet gösteren birçok marka sektör liderini takip eder. Bilir ki lider olan bu yollardan geçmiş, pazar oluşturmuş, zorlukları aşmış ve aştığı tüm zorlukların yakınlarında onları aşacak yeni birileri için izler de bırakmıştır. Cesaretsizlikten ileri gelen bir düşünce biçimi olan bu model; markaların özgün stratejiler geliştirmelerine olanak tanımadığı gibi özgün marka isimleri bulmalarına da engel olmaktadır. Peki ya “Krematiklik” bu işin neresinde? Krematik lafını uydurmaktan kastım işin dramatik bir hal almasından kaynaklanıyor. Krem çikolata pazarını değerlendirerek ilerlemek istiyordum ilkin. Fakat bu değerlendirmeye gerek bile bırakmayacak kadar tüm söylemek istediklerimi açıklamaya yetecek marka mevcut piyasada. İşte o acı gerçek. Bakın markalardaki “Ella Bella” furyasına. Bu furya o denli bir sevdayla ve aşkla takip ediliyor ki dünyanın en kötü isimlendirme çalışmalarında biri olan “ANİRELLA”, “ŞENERELLA” markasını doğurmuştur. Bu doğumlar yetmezmiş gibi krem çikolatadan sürülebilir pazarın tamamına doğru kayan bu karşı


konulamaz akım; hız kesmeden önüne gelen tüm ürünler üzerine özenle boy gösteriyor. Yer alıyor. Dillendiriliyor. Yerleştiriliyor vesaire… FİDELLA ve KAYSELLA da kategori dışına sıçrayan diğer örnekleri. Ey güzel yurdumun güzel marka yöneticileri! İçinde bulunduğunuz ahval ve şeraitten dolayı bunu yapıyorsanız durun ve derin bir nefes alın. Azıcık da olsa konvansiyonel düşünmeye çalışın. Sonra yaptıklarınız değiştirilebilir bir durumdaysa eğer markalarınızın isimlerini değiştirin. Yok değiştirilemeyecek durumdaysa “ella da bela” bataklığında ölmeden kalabilmenin tek yolu kıpırdamamaktır. Çırpınmamaktır. Batarsınız! Sakın yeni bir hareket daha etmeyin. Zor iş marka olmak. Zor iş isim bulmak. Zor iş yediğimiz şeyi her şeyiyle sindirmek ve afiyetle mideye indirmek. “Ella da Bella” diyorum başka da bir şey demiyorum. :)

Yunus Baran

Yaz Gelmeden Zayıflayalım Paylaşmak güzel, paylaştıklarının yararlı olması bir kat daha güzel diye düşünüyorum. Yazın yaklaşmasıyla beraber bayanların çoğunun kilo verme isteği arttı. Malum daha ince kıyafetler kışın aldığımız fazlalıkları gizlemede pek de yardımcı olmayacak. Bir de deniz sezonu var elbette. Sağlıklı beslenmek ve güzel görünmek kadar yemek yemeyi de seviyorum. Ne yemekten vazgeçebilirim ne de fazlalıklarla yaşayabilirim. Bu nedenle bu yaşıma gelene kadar zayıflamak için denemediğim yöntem kalmadı. Hızlı zayıflama diyetleri, sporla zayıflama, zayıflama hapları, bitkiler gibi... Herkesin metabolizması farklı elbette; ancak ben bana en sağlıklı ve en kolay gerçekleştirdiğim zayıflama yolumu anlatmak istiyorum. En çok ve en kalıcı bu yolla kilo verdim. Her sabah kalktığınızda mutlaka kahvaltıdan yarım saat kadar önce, oda sıcaklığında bir ya da iki bardak su için. En önemli öğün kahvaltı, kahvaltınızı atlamayın. Peynir, zeytin ve


salatalık çeşitleri ağırlıklı olacak şekilde bir iki dilim kepek ekmeği eşliğinde yapmanızı öneririm. Mevsim meyvesi ya da haşlanmış yumurta ile de kahvaltınızı renklendirebilirsiniz. Ayrıca karbonhidrat ve proteini bir arada rahatlıkla yiyebileceğimiz tek öğündür. Sık sık, az az yemelisiniz. İki üç saate kalmaz bir şeyler yemek isteyeceksiniz. O zaman da bir meyve, meyve suyu, salata tercih edilebilir. Ben diyet bisküviyi yararlı bulmadığım için önermiyorum. Her diyetin vazgeçilmezi su, mutlaka içilen su miktarını arttırmalısınız. Ben her yemekten yarım saat önce su içerdim. Kesinlikle daha az yemenizi sağlar. Öğle yemeğinde ise bir porsiyon herhangi bir yemek olabilir. Mümkünse sebze ve eğer tembellik yapmazsanız yanına bol salata hazırlayabilirsiniz. Akşam da ise nerdeyse her diyette söylendiği gibi et ve karşılığı bir gıda yemeliyiz. Yanında haşlanmış brokoli, kabak ya da brüksel lahanası tercih edilebilir. Dilediğinizce renklendirebilirsiniz. Porsiyonları küçük tutmak kaydıyla tabi. Asıl önemli nokta ise saat. Saat 18'den sonra yemek yasak! Bu işin en büyüleyici kısmıdır. Hatta yemenize dikkat etmeden (abartmamak şartıyla) saat 18'den sonra yemeyi kestiğinizde kesinlikle zayıflıyorsunuz. Bir süre sonra 18'den önce yediklerinizin miktarı siz farkında bile olmadan azalıyor. Ben ilk zayıflama kararı aldığımda tek yaptığım 18 yasağı koymaktı. Yağlı hamur işleri bile yiyordum. Gün geçtikçe yemem azaldı. 62 kilodan 2 ayda 54'e düşmüştüm. Ben pek yapmasam da spor da zayıflamak için çok etkili; özellikle sıkılaşmak için. Ben bir dönem yaptım ama bırakınca kilo almıştım. Kilonuz eğer fazlaysa sarkmaları önlemek için spor şart. Zayıflamayı isteyenlere az da olsun yardımım dokunacağını düşünüyorum. Şuanda kilomdan memnunum, sadece mümkün olduğunca kötü gıdaları az tüketiyor ve geç yememeye özen gösteriyorum. Hepimize sağlıklı günler dilerim.

Vildan Tandoğan ..EnginDergi.. Mayıs 2010 sayı-05


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.