engindergi-s06

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2010 - Say覺: 06



İçerik; Sy.04) Kimin Hayatı? – Engin Enginer Sy.06) Hayalperistimsi – Bora Eke Sy.07) Çirkin Hikayeler – Dilşah Kalkan Sy.09) Bakmak ve Görmek – Vildan Tandoğan Sy.10) Modaya Yön Veren Filmler – Nilgün Hepyalçın Sy.12) Eski Defter – Kadir Kırda Sy.13) İngiltere'de Siyasi Skandal – İzge Berksü Özmen Sy.14) Vefa Borcu – Saadet Erdoğan Sy.15) Hakkında Konuşan Adamlar – Yunus Baran Sy.17) Kayıf Otoban Soruları – Öz'lem Eker Sy.18) Islak Mavi – Beyza Paksoylu Sy.19) İde Dağı'06 – Simsiyah Sy.20) Uyandım Sadece – Ece Çekiç Sy.21) Utan İnsanlık Utan – Tuğçe Büyükabacı Sy.22) Emeğin Direnişi – Pelin Gül


Kimin Hayatı? Yapamıyordu, tercihte bulunamıyordu. Hemen herkesin yaşadığı ikilemi aşmayı başaramıyordu. İstemiyordu da aslında, mutluydu böyle. Yalnızca herkese yetemiyor, çoğunlukla da yanlış anlaşılıyordu. Yolu yarılamıştı, orta yaşlarda başarılı kariyer öyküsünün yanı sıra çevresinde de sevilen bir kişilikti. Sabah sporunu ihmal etmez, kendine dikkat ederdi. Çalıştığı iş yerinde göz dolduran bir performans sergiliyordu. Durmak yorulmak nedir bilmiyor, iş yaşantısı kadar sosyal yaşantısında da aktifliğini sürdürüyordu; sürekli bir koşuşturmaca içerisinde olduğu halde yorulmak yerine bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi sanki daha da artıyordu. Yaptığı işi çok etik bulmasa da, oyunun kendisinden değil de oyunculardan nefret eden kesimde yer almıyor, sistem içerisinde sisteme rağmen başarıyı yakalamak ve hedeflerini gerçekleştirmek için çabalıyordu. Finans sektöründe yer alan büyük firmalardan birisinde kurucu ortak olarak çalışıyor, görevini layıkıyla yerine getiriyor, sosyal sorumluluk projelerinde yer almayı ve bağışlarda bulunmayı da ihmal etmiyordu. Böylesi hareketli ve keyifli bir yaşam olamazdı. İşte hayat buydu! Yalnız dönem dönem yaşadığı ruh hali herşeyi bir kalemde kenara bırakmasına neden oluyor, birikimleriyle edindiği küçük çiflik evine kaçıyor ve herşeyden uzaklaşıyordu. Günlük yaşantısında teknolojiyle ve maddiyatla iç içe olan, üstelik bundan büyük keyif alan insan her türlü elektronik cihazdan ve insanlardan soğuyordu. Kimseyle görüşmek istemiyor, tek kelime konuşmak zor geliyordu. Çiftlik evinde doğayla iç içe olup kitaplara gömülüyor, kışın şömine başındaki sedirine, yazın bahçesinde kurduğu hamağa uzanıp derin düşünceleriyle başbaşa kalıyordu. Orada dostu, kitapları ve beslediği hayvanlardı. Onlarla ilgilenmek tüm gerginliğini alıp götürüyor ruhunun arındığını hissediyordu. Böylesi huzurlu bir yaşam olamazdı. İşte hayat buydu! İlginç olansa aradan bir süre geçtikten sonra kendisini boşlukta bulması, hareketli günlerini özlemekten alamamasıydı. Hayvanlarını bakıcılarına emanet edip çıkıyor ve o hareketli şehrin yoğun keşmekeşine geri dönüyordu. Yüksek yüksek binalar, medya, para, çeşit çeşit insanlar ve onların bakış açıları... Ne orada uzun süre mutlu kalabiliyor ne de orada! Evlendikten sonra da yaşamı değişmedi. Eşi her ne kadar anlayışlı bir insan olsa da zaman zaman kendisini ilgisiz bırakmasından yakınıyordu, haklıydı da. Çocukları ve eğitimleriyle yakından ilgilendi. Zaman, su misali... Ne zaman


büyümüştü o çocuklar ve şirket yönetiminde söz sahibi olmuşlardı; hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçiyordu. İlerleyen yaşına rağmen kendisini çalışmaktan alamıyor, sık sık şirkete uğruyor, vaktinin çoğunu da dernek çalışmalarıyla geçiriyordu. Ama yapısı ve alışkanlıkları hiç değişmemişti. Tüm o hayattan sıkıldıkça gittiği çiftlik evinin dili olsaydı da, ah bir konuşsaydı. Tek farklılık torunlarıydı. Torun sevgisi bir başkaydı onun için. Onlar da büyükanneleriyle vakit geçirmeye bayılıyor, çiftlik evinde geçirdikleri zaman zarfında hayatın farklı yanlarını öğreniyorlardı. Yaşamını dolu dolu geçiren yaşlı kadın tüm başarısına ve insanlığa yardımlarına rağmen aslında hayatını yalnızca kendisi için yaşamıştı. Dengesiz olarak nitelendirilen yapısıyla, aslında kendi içerisinde kimsenin sağlamaya cesaret edemediği ve başkalarının hayatlarını yaşadığı dünyada iç huzuru yakalamıştı. Geride bıraktıkları da hala takdir ve beğeniyle anılmaya devam etmektedir... Peki ya siz istediğiniz hayatı yaşayabiliyor musunuz; yoksa aile, iş, maddiyat, eş, dost, akraba kıskacında başkaları için mi didinip duruyorsunuz? Unutmayın hayat sizin hayatınız; kendinizi keşfetmeden ve kendinize yardım etmeden başkalarına yardım edemezsiniz. Önce “ben” demeyi öğrenmelisiniz; bunu yapmalısınız ki -sizin ifadenizlesorumluluklarınızı ve zorunluluklarınızı daha sağlıklı ve verimli bir biçimde gerçekleştirebilesiniz.

Engin Enginer

Fotoğraf: Engin Enginer


Hayalperistimsi Işığın Savaşçısı'nın Anımsattığı Bir Hayalperestlik Hali Savaşçı kaçacak yeri azaldıkça ve kapana kısıldığı hissedince kendi kişisel menkıbesinle yüzleşmeye başlar. Artık kaçabilecek çok fazla yer ve zaman yoktur. Ne de bir anlamı... Silahlarını kuşanıp, kendine inanmaktan ve değerlerini, yeteneklerini sergilemekten, bu uğuda kaybetmekten korkmamaktan başka çare yoktur. Bu da dreamer dan olsun... "Bağımlılık, varlığın bir hastalığıdır! Kişinin bütünlüğe erişememesinden kaynaklanır. Bağımlı olmak, kişinin kendisine inanmayı bıraktığının ve düşlemekten vazgeçtiğinin bir göstergesidir." HAYALLERİMİ GERİ İSTİYORUM. EVREN DUYUYOR MUSUN? ONLARI ALMAYA GELİYORUM, BANA TESLİM OL. BENİM SENİ GERÇEKLEŞTİRMEK İÇİN SANA TESLİM OLMUŞ OLDUĞUM GİBİ... İlham Kaynakları: (Bi kısmı sadece - Koca hayatta ne ilhamlar var... kimisinin tadından geçilmiyor ama!) - Kendim, gerçekle yüzleştiğim kendim... hayallerimden beni uzaklaştıran kalıplara sokan seçimlerim değil yani! :) - Paulo Coelho - Işığın Savaşçısının El Kitabı - Stefano Amca - Tanrılar Okulu Sevgili okurlar ve arkadaşlar; Artık sizlerle interaktif bir iletişim ortamı kurmak, sizden gelecek sorular, yorumlar ve paylaşımlara göre karma yazılar yazmak istiyorum. O zaman, www.boraeke.com adresli sitemin iletişim bölümünden mesajlarınızı bekliyor olacağım. Hadi bakam, kalın sağlucakla... Foça, İzmir

Bora Eke


Bora EKE'nin 2010 yılı "Yaşamın Kareleri" koleksiyonundan...

Fotoğraf: Bora Eke (Foça, İzmir)

Çirkin Hikayeler Düşünün... Kocamın, erkek kardeşinin oğlu ile aynı evdeyiz ve ben ona aşık oluyor, dahası ilişki yaşıyorum. Hatta kendi evimizde gizli gizli sevişiyoruz. Annemi bu oyuna dahil ettiğim gibi birçok farklı insanı da keyif alarak yok sayıyor, hayatları üzerine oyun oynuyorum... (Bkz: Aşk-ı Memnu) Düşünün... Bir adamdan hamile kaldım, gizledim. Sonra o başkası ile evlenmek üzereyken gidip “aslında çocuk senin” dedim. Olay yarattım. Gerçi çocuğumun babası da normal değil, dengesiz bir akademisyen. Sonra sırf parası var ve beni seviyor diye iyi kalpli bir adamla evlendim; diğerine inat için. Aynı apartmanda alt alta, üst üste oturuyoruz ve ben canım ne zaman kime isterse ona gidiyorum... (Bkz: Melekler Korusun) Düşünün... Yokluğu, çaresizliği,

evsizliği,

yalnızlığı

paylaştığım

en

yakın

kız


arkadaşımın eski sevgilisi ile -ki halen arkadaşım ona aşık- bir ilişki yaşıyorum... (Bkz: Yine Melekler Korusun) Düşünün... Kız kardeşimin eski nişanlısına aşık oldum ve birlikteyiz. Birbirimizi çok ama çok seviyoruz... (Bkz: Canım Ailem) Düşünün... Kız kardeşimin nişanlısından çocuk doğurdum... (Bkz: Unutulmaz) Şimdi bu hikayelerin evimizde, çevremizde olduğunu düşünün. Kocasının yeğeni ile ilişki yaşayan bir kadın; kardeşinin nişanlısından çocuk doğuran biri; en yakın arkadaşının sevgilisi ile beraber olan biri... Oysa biz, Selçuk Yöntem’i dışarıda bir organizasyonda gördüğümüzde avucunun içine “Karın seni aldatıyor” notu sıkıştıracak kadar saf ve temiz kalpli bir toplumuz aslında! Dört genç kız aynı masada otururken, uzaktan gelen yakışıklıya içlerinden hangisi ilk “Ahh ya bayıldım, gidip tanışayım” derse, diğer üçünün “Zeynep ondan hoşlanıyor, benim için bir şey olamaz” dediği, diyeceği bir toplumuz. Arkadaşının sevgilisine, karısına “bacım” diye bakan, “yenge” diyen, sahip çıkan, koruyup kollayan... Şimdi bu dizileri izleyen gencecik kızların aklından, yarın öbür gün kardeşinin nişanlısına baktığında “Belki bir gün ayrılırlar ve ben birlikte olurum” diye geçmez mi? O kadar uzak ihtimal mi? Amcasının karısına bakıp iç çekmeye başlamaz mı Behlül gibi biri? İnsanları yozlaşmaya ve sınırları aşmaya itmiyor mu bu hikayeler? Şiddet, silah, kavga, dövüş, erotik görüntüler, küfür ve kötü sözler mi sadece kontrol altında tutulması, dikkat edilmesi gerekenler? En tehlikelisi ise artık bu hikayeleri “normal” olarak algılamaya başlamamız... Çok yakında ensest hikayeleri de doğal karşılamaya, baba-kız, anne-oğul ilişkilerini izlemeye başlarsak, hatta hak verip reyting kazandırırsak şaşırmayacağım!

Dilşah Kalkan


Bakmak ve Görmek Diğer günlerden hiçbir farkı yoktu. İşten çıktım, servise bindim. Walkman'i taktım kulağıma ve sıcak servisimde eve doğru ilerlemeye başladım. İlk iki arkadaşı bıraktıktan sonra, bir göbekte, ışıklarda durduk. Yeşil bakımlı çimlerin arasında gri sakal ve saçları birbirine karışmış, kötü giyimli, 40 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir amca dizleri üzerinde oturuyordu. Önünde titizlikle dizdiği belli olan boş bir sigara kutusu, boş bir su şişesi ve bir bisküvi çöpü duruyordu. Çevresinde servis bekleyenler, bir yere yetişmek için koşuşturanların oluşturduğu yoğun kalabalığın yanı sıra etrafı gelip geçen araçlarla doluydu. Orada dilenmiyordu, birini beklemiyordu. Ne zamadır oradaydı, ne kadar süredir önündeki boş çöplerle konuşuyordu. Elleriyle bir şeyleri açıklamaya çalışıyor; ufak bir tartışma yaşıyor gibiydi. Çöpler onu anlamadıkça sinirleniyordu sanki… Amcanın yüzünde öyle bir ifade vardı ki nerde olduğunun farkında değildi. Belli ki tüm dünyası önüne dizdiği üç arkadaşından ibaretti… Üzgün görünmüyordu, ezik bir hali de yoktu... İçim burkulmuştu yalnızlığına, acımıştım elimde olmadan. Servisten atlayıp yanına gitsem ne yararım olabilirdi? Gözyaşlarımı tutamadım. Sonra düşündüm. Belki mutluydu o, o şekilde… Tanıdığım insanları düşündüm, dertleriyle nasıl yaşadıklarını… Sürekli bir mücadele vardı. Servis ilerlerken gördüğüm kareyi tekrar düşünüyordum. Etrafında mücade içinde koşuşturan insanlar arasında sorunlardan uzak küçücük dünyasında kendince yaşayan bir adam görmeye başladım. Acınacak değil, belki de kıskanılacak bir amcaydı diye düşündüm. Hayata pozitif bakmalı insanlar, bardağın dolu kısmını görmeli… Dert aradıktan sonra çok bulunur; engeller, sorunlar her zaman olacak. Bu nedenlerle hayatı ertelememeli insan, bir defa yaşanacak her an, aldığımız her soluğun değerini bilmeliyiz. Herşey hayata nasıl baktığımızla ilgili… İlerlediğimiz bu yolu kendi tercihlerimizle oluşturuyoruz. Bir karar verme aşamasında kendimize "hangi seçim beni mutlu edecek" demeli ve mutluluğu seçmeliyiz. Sizin mutlu olmanız çevrenizdekileri de mutlu edecektir.

Vildan Tandoğan


Modaya Yön Veren Filmler Bu dönemde Hollywood filmlerinin ve aktörlerinin de etkisi vardır. Arka cepte taşınan tarak modası bu filmlere giden gençlerin film çıkışları filmin aktörü gibi saçlarını tarayıp sinemadan çıkmalarıyla moda olmuştur. Dönemi takip eden ünlüler ‘Baba’ filmiyle yıldız olan Marlon Brando ve Elia Kazan’ın yönetmenliğini yaptığı filmlerle tanınan James Dean olacaktır. Ayrıca James Dean Amerikan asi sokak modasının ‘Cool Biker’ imajının motorsikletli, deri ceketli, beyaz atletli gençliğin başını, itinayla taranmış saçlarıyla çekecekti. Grease (1978): Başrollerini John Travolta ve Olivia Newton’nun paylaştığı bu mükemmel film, 1950’li yılların sonuna damga vuran bir dönemi baştan diriltmiştir. James Deen’in ‘cool biker’ imajı bu filmde çok ön plana çıkmıştır. Erkekler deri mont ve blue jean tercih ederken bayanlar yüksek bel dar pantolonlar, taytlar ve puantiye desenli elbiseler yüksek topuklu ayakkabılarla kombine etmekteydi. The Devil Wears Prada (2006): Türkiyedeki yanlış çevirisiyle ‘Şeytan Marka Giyer’ diye bildiğimiz filmin başrollerini Meryl Streep ve Anne Hathaway paylaşmakta. Film boyunca göreceğinizi tahmin ettiğiniz gibi bütün markalar havada uçuşmaktadır. Prada ayakkabılar, Dior marka aksesuarlar, Gucci çantalar birbiriyle iyi kombine edilememiş kıyafetler söz konusu olsada bakana evet işte bu marka, bu kalite dedirtecek türden görüntüler izleyenleri büyülemiştir. Sex and The City (2009): Film dört yakın kadının yakın arkadaşlığını, aşklarını, aşkın bıraktığı yıkıntıları ve zor kararları içerdiği gibi dört kadının giyimi de herkesi oldukça fazla etkilemiştir. Özellikle Sarah Jessica Parker bu filmden sonra Hollywood’un diğer iconlarının arasına adını yazdırmıştır.


Bir Alışverişkoliğin İtirafları (2009): Film adından da belli olacağı gibi sağlam bir alışveriş koliğin alışveriş merakıyla hayatının nasıl değiştiğini anlatmakta. Çok renkli sahneler içeren bu film alacağınız yeşil bir fular ile moda eleştirmenliğine kadar yükselebileceğinizi göstermekte.

Konu hakkındaki araştırmalarımı eklemem gerekirse bu dört film benim açımdan modayı etkilemiş dört filmdir ancak İngiliz The Times Gazetesinin hazırladığı ilk 25 şu şekildedir: 01- West Side Story (Batı Yakası’nın Hikâyesi), 1961 02- Belle de Jour (Gündüz Güzeli), 1967 03- The Big Sleep (Derin Uyku), 1946 04- Atonement (Kefaret), 2007 05- Bonnie and Clyde, 1967 06- Annie Hall, 1977 07- Factory Girl (Edie), 2006 08- Coco Avant Chanel, 2009 09- Gone with the Wind (Rüzgâr Gibi Geçti), 1939 10- The Talented Mr. Ripley (Yetenekli Bay Ripley), 1999 11- Pulp Fiction (Ucuz Roman), 1994 12- Top Hat, 1935 13- Funny Face (ŞahaneMacera), 1957 14- To Catch A Thief (Hırsızlar Kralı), 1955 15- The Matrix (Matrix), 1999 16- A SingleMan, 2009 17- Thomas Crown Affair (İkili Oyun), 1999 18- The World of Suzie Wong, 1960 19- Zoolander (Zırtapoz), 2001 20- Grey Gardens, 1975 21- Tenenbaum Ailesi, 2001 22- Priceless (Zengin Avcısı), 2006 23- The Devil Wears Prada (Şeytan Marka Giyer), 2006 24- Avatar, 2009 25- Mildred Pierce, 1945

Nilgün Hepyalçın


Eski Defter Yaklaşık 15 yıl önceki defterlerimden birini buldum. Defteri karıştırdıkça insanda çok garip duygular uyanıyor, bazen de zamanda yolculuk yapıyor. Bu yazılardan birini sizlerle paylaşmak istedim: Hava henüz kararmıştı. Şahane Pazar eğlence programını izliyordum. Kapı çaldı, kalktım. Kapıya doğru yürüdüm. Yavaşça kapıyı açtım. Bir de baktım kimi göreyim; Mehmet Ali Erbil. “Buyurun, kimi aramıştınız?” dedim. “Bize en beyazlarınızı gösterebilir misiniz?” dedi. “Buyurun oturun, az sonra gelecekler” dedim. Fakat gelmeyeceklerdi, çünkü tatile çıkmışlardı. Derken yine kapı çaldı. Tekrar kalktım, kapıyı açtım. Kim olabilir diye düşünürken, karşıma Bill çıkmasın mı. Karısıyla biraz araları bozulmuş. Gidecek bir yer bulamamış, bize gelmiş. Ben de geri çeviremedim tabii ki. Bilirsiniz Türk milleti misafirperverdir. Öyle havadan sudan konuşuyorduk ki, elektrikler kesildi. Şans işte… Aradan birkaç saniye geçti, elektrikler geldi. Her taraf kartelci medya ile dolmuştu. Ümidimizi kaybetmişken, nasıl olduysa Cüneyt abi geldi ve tek başına hepsinin hakkından geldi. Cüneyt abiye kal dedim, “Nayır, nişim var!” dedi ve geldiği gibi son sürat oradan ayrıldı. Şahane Pazar bitmişti, televizyonda başka da izlenecek bir şey yoktu. Canımız sıkılmasın diye okey oynayacaktık. Dört kişi olması gerekiyordu. Mansur’a (o zamanlar çok gündemde olan esmer şarkıcı) bir alo dedim, geldi. Sağolsun okeyi çok sever. Takım oluşturduk, ben Bill’le, Mansur da Mehmet Ali’yle takım oldu. Saat gece 11’e geliyordu ve her seferinde okeyi Bill bitiriyordu. Bana göre çok şanslıydı ya da saman altından su yürütüyordu. Mehmet Ali’yle Mansur bırakmışlardı, çünkü hep kaybettikleri için canları sıkılmıştı. Biraz da müzik yapalım dedik. Bill saksafon çaldı, ben gitar çaldım. Mansur söyledi, Mehmet Ali oynadı. Bir müddet sonra bir telefon geldi. Bill’in karısı Bill’i affetmişti. Bill gidince üç kişi kaldık. Mansur, şarkı söylemekten boğazı kuruduğu için bir bardak su istedi. Getirirken ayağım takıldı, tüm su Mansur’un üstüne döküldü. Mansur’un rengi atmaya başladı. Rengi atınca Mansur bembeyaz oldu. Mehmet Ali aradığı beyazlığı gördü ve gitti. Mansur ise yeni imajıyla olay yaratmak umuduyla yola koyuldu. Ben de yorulmuştum. Yattım. Kalktığımda bunların bir rüya olduğunu ve bu kadar televizyon izlememem gerektiğini anladım… Güncel Not: Şu anda gerçekten de çok az televizyon izliyorum :)

Kadir Kırda


İngiltere’de Siyasi Skandal!!! 6 Mayıs 2010 tarihinde gerçekleşen genel seçimler öncesi, günün başbakanının seçmen bir bayanla yaptığı sohbet sonrası yaşananlar büyük tepki görüyor ve seçimi kaybeden liderin istifa etmesiyle son buluyor... Olay; mikrofonunun açık kaldığını fark etmeyen liderin, görüşme sonrası bayan icin ‘bigot, little old woman - yobaz küçük yaşlı kadın’ demesi.. Katıldığı canlı bir radyo programında haberi öğrenen lider, soluğu hemen bayanın evinde alıp hem bayandan hem de tüm halkından böyle bir olay yaşandığı için onlarca kez özür diliyor... İngiltere’deki seçim sürecini gerçekten hayranlıkla izledim diyebilirim.. Gelelim Türkiye'ye.. Her daim siyasal açıdan çalkalanan ülkemde bu tarz bir olayın liderin istifasıyla sonlanacağını hiç sanmıyorum. Kaldı ki, benim için sadece kağıtta başbakanım diyebileceğim şahıs, çekinmeden mikrofonlar karşısında kendi seçmenine ‘ananı da al git’ diyebiliyor.. Terbiyesizliğin, seviyesizliğin bu kadarı.. Ve hala başbakan koltuğunda utanmadan oturabiliyor, gerçekten inanılmaz.. Caddeler parti bayraklarıyla süslenmiş, reklam panolarında siyasi liderlerin resimleri boy boy yerlerini almış, büyük gösterişli mitingler, arabalarla konvoylar, yüzlerce bayrak, broşürler, kalemler, çakmaklar.. Ne kadar zengin bir ülke olduğumuzu hatırladım bir anda.. Yazık İngiltere’de siyasi partilerin reklama ayıracak bütçeleri yok maalesef... Türkiye’deki haberleri okumak canımı çok sıkıyor, aynı değişen bir şey yok çünkü.. Sırada facebook var ama bir bakıyorum ki çılgın Türkler olarak tüm gelişmeleri anı anına oraya da aktaran bir toplum olmuşuz.. YouTube gibi bir siteyi yasaklayan zihniyetin iktidar olması beni, yakındır, facebook da yasaklanır diye düşünmeye itiyor.. Acaba onu yasaklayınca bahaneleri ne olur diye düşünüyorum sonra.. Atatürk mü bahane edilecek yine? Yeter dememe kalmıyor bir arkadaşımdan grup daveti alıyorum ‘Obamanın şu kadar hayranı varsa Atatürk’ün şu kadar hayranı olur, kanıtlayalım’. Ben Atatürk çocuğuyum, hiç kimseye hiçbir şekilde bir şey kanıtlamak zorunda değilim.. Sadece onun izinden gitmekle yükümlüyüm.. Sadece onun fikirlerini, onun duygularını anlamak ve hissetmek istiyorum.. Sinirleniyorum, hem de çok!

İzge Berksü Özmen


Vefa Borcu Her şey bir merhaba ile başladı. Yanında sıcacık bir gülümseme. Sonrasında tanışma faslı.. Adı ne, nerede oturur, nelerden hoşlanır, kimleri okur.. Ailelerden bahsedilir sonra, ikimiz de ailelerimizin tek çocuklarıyızdır. Gittikçe artıyor ortak noktalarımız. Konuştukça daha da yakınlaşıyoruz birbirimize. Dünya görüşümüz, dinlediğimiz müzikler, haksızlıklara tepkilerimiz, edebiyata olan tutkumuz, ileriye yönelik hayallerimiz, hayallerimizin temelinde yatan nedenlerimiz.. Günler geçiyor, paylaşımlar artıyor, sevgimiz çoğalıyor, günler geçiyor.. Derken, hayallerimizi on ikiden vurmayı başaramasak da temelinde yatan nedenlere başka şekilde ulaşmayı seçiyor ve ayrı yerlere sürükleniyoruz. İkimizde çok memnun değiliz seçtiğimiz yaşamlardan ama bizim işte yaşıyoruz. Hatta bir süre sonra kaptırıyoruz kendimizi ucundan iliştiğimiz yaşamlarımıza. Bir akşam cevaplanan telefonun diğer ucundan Cahit Berkay'ın sesi geliyor. Arkasından daha güçlü bir ses: "Sana gelsin" diyor. Mutlu oluyorum unutulmamış olmama. Yaz tatillerinde bir araya gelebiliyoruz artık. "Hayallerimizin neresindeyiz"i konuşuyoruz. O birine aşık oluyor bu arada. Artık hep onu konuşuyoruz. Üzülüyor, ben üzülüyorum; seviniyor, ben seviniyorum. Fakat bir süre sonra bakıyorum ki, konuşamaz oluyoruz. Çünkü o gidiyor ve yerine aşık olduğu kişi geliyor. Kayboluyor adeta aşık olduğu kişinin benliğinde. Anlayamıyorum onu ve aşkının şiddetini. Görüşemiyoruz artık eskisi gibi. Belki de görüşmeyi tercih etmiyoruz. Ama biliyorum hayatındaki gelişmeleri. İçimdeki derin sevgi bitmiyor çünkü. Nasıl bitebilir.. Onun gibi dürüst ve tertemiz birini sevmeyi nasıl bırakabilirim? Onun üzerinde her sözü söyleme hakkımın bulunduğuna inanarak, sarf ettiğim asabiyet dolu sözlerimi yumuşacık tavrıyla geri çevirebilen birinden nasıl vazgeçebilirim? Bendeki de çok sahiplenmek, anaç ruhlu olmak, sözde tehlikelerden korumak güdüsü işte.. Bir gün hayatındaki en önemli haberi vermek için arıyor beni. "Nişanlanıyorum" diyor.. İnanamıyorum. O aşka dair yaşadığı bütün badireleri ayrıntılarıyla bilen biri olarak, bu haber beni şaşırtıyor aslında. Aşıyor demek ki engelleri. Kavuşuyor aşkına. Mutlu oluyorum. Dedim ya, sevinci sevincim oluyor. Görüşemesek de uzun süre, tahmin edebiliyorum ve hatta hissediyorum o heyecanını. Zorunlu bir nedenden dolayı şehir dışındayım ve o mutlu gününde yanında olamıyorum. Çok üzülüyorum. Çünkü göbek atmayı, nişanlanan çiftten sonra en çok hak edenlerden biri olduğumu düşünüyorum. Şehir dışından döndükten sonra onu görmeye gidiyorum. Tebrik ediyorum. Hediye alıyorum giderken, bana bolca pasta yap diyorum


hediyemi verirken. Tabi ki diyor yüzünde şimdiye kadar görmediğim bir ışıltıyla. Ve biz o gün tüm geçmişimizi konuşuyoruz. Hayatımızdan akıp gidenleri, paylaştıklarımızı, kızgınlıklarımızı, tamir ettiklerimizi ya da etmeyi beceremediklerimizi.. Büyüdüğümüzü fark ediyoruz sonra. Meğer ne kadar olgunlaşmışız. Bakış açılarımız değişmiş. O ben olmuş, ben ise o.. Artık onu anladığımı anlatmaya çalışırken, o da şimdiye kadar benim haklı olduğumu söylemeye çalışıyor. Günah çıkartıyoruz adeta. Sana çok kızıyordum biliyor musun çünkü şundan dolayı diye başlıyorum.. Evet evet haklısın diye devam ediyor. Ve biz yine iç içe geçtiğimizi görüyoruz. Zaman bir şey götürmemiş bizden neyse ki. Mutluluğumuz artıyor. Akşam yemeğine davetli misafirler için hazırlanan sofra takılıyor gözüme. Bak kalıyorsun yemeğe sen de diyor ama üzülerek gitmem gerektiğini söylüyorum. Bu arada nişan için yapılan bütün alışverişleri yığıyor önüme. Bayılıyorum özenle hazırlanmış çeyizine. Darısı başına diyor gülümseyerek.. Ve ayrılıyorum evden. Beni gideceğim yere arabasıyla bırakıyor. Vedalaşıyoruz. Yeniden görüşmek üzere sözler veriyoruz. O sözünde durmuyor. O gün onu son görüşüm oluyor. Mehtap'ım seni çok özlüyorum.. Rahat uyu dostum..

Saadet Erdoğan

Hakkında Konuşan Adamlar "Hakkında konuşacak doğru adamlar bul ya da adamlar hakkında doğru konuşsun!" Sosyal Medya’nın hızlı gelişmesi ile birlikte hakkımızda yazılan şeyler de hızla arttı. Bu durum acaba gereksiz laf enflasyonu mu yoksa bir bilgi optimizasyonu mu? Şimdi birincisi ile ilgili şöyle bir gözlemim var. Hayatta görmediğimiz ve sesini dahi duymadığımız biri bizimle ilgili internetin derin ücralarında bir yerde bir şeyler yazmış. Acaba doğru adam mı? Belki değil ama umduğumuz şey doğru şeyler yazmış olması olur. Gereksiz söz enflasyonuna girmemiş olması düşüneceğimiz en iyi ihtimaldir. Çamur at izi kalsın döneminden, laf at Google bulsun dönemine geçmiş bulunuyoruz. İkincisi ile ilgili ise durum şu olsa gerek.


Bizim ile ilgili bi’ dolu söylenen övgülü söz ve methiyelerin acaba hangisi gerçek? Hangileri aslında yansıtmaktadır?

gerçek

tüketici

deneyimlerini

İnanırlık derecesi ve objektiflik payı ne kadardır? Önemli birinin yazdığı az önemli bir söz bile çok önemlidir hepimiz için. Çünkü o önemli biridir. Önemsiz birinin yazdığı doğru söz ise bazen önemsiz gibi görünebilir. Çünkü onu önemsiz olarak kaydetmişizdir zihnimize çoktan. Hangi adam hangi lafı edecek, hangi tarzda hangi tonda söyleyecek konuları bizim kendimizi yönetmemizden geçiyor. Görünen, duyulan, dokunulan, koklanan ve hissedilen bir varlıklarız. Sosyal hayattaki görünürlüğümüz, sanal hayattaki bulunurluğumuz, toplum içindeki varlığımız bir duruşun yansımasıdır. Nasıl durmak gerektiği ise bütün duyuların algısına bağlıdır. Çoğu zaman insanların gördükleri duyduklarından daha etkin olabiliyor. Öte yandan; ikisi birden aynı noktaya parmak basıyorsa, etki iki kat artar. Belki daha da fazladır. İhmal edilemeyecek başka duyuların rolünü de katarsak bu anlaşılma ve anlama olayındaki etkin araçların önemi daha da anlaşılır. Anlaşılmak üzerine inşa edilmiş ve doğru yönetilmiş davranışların etkisi kısa sürede kendisini gösterir. Sanal kimlikler sınırlı duyulara hitap eder. Gerçek kimlikler ise sınırsız duyulara. Farklı mecralarda farklı adamlarda, adamına göre muamele devri kapandı. Her Her Her Her

mecrada adam gibi davranmalı. macerayı adam gibi yaşamalı. mecmuada adam gibi yazmalı. mercekten adam gibi gözükmeliyiz.

Birini çizeceksek hissettirdiği adama uygun çizmeliyiz. Adam olmayan birini de adam yerin koymalı ona da önem vermeliyiz.


Çünkü o adam hakkımızda yazan, çizen, konuşan, konuşturan bir adam olabilir. Unutmamalıyız. Unutturmamalıyız.

Yunus Baran

Kayıp Otoban Soruları Balkonumda seyredalmış bir yandan yazıyor bir yandan düşünüyorum. Dinlediğim şarkılar iç sesimin dışa vurumu mu, yoksa bir ademoğlunun gecenin bi’yarısı etrafa serzenişte bulunuşu mu? Ayrımsamak güç… Sesin geldiği evi bulup kapıyı tıklatmam an meselesi… “Merhaba, hayat ne tuhaf değil mi, vapurlar filan?” Losthighway II kıvamındayım, evet hala senaryolaştırılmadım, kulağımda saksafon sesleri, bilinmeze doğru gidiyorum. İçimdeki karşıkonulmaz gitme isteğiyle başa çıkıyorum, iki ileri bir geri... Hey genç adam, içimdekileri emanete bırakabileceğim bir yer var mı? Atamadığım yüzlerce eşya arasında boğulmuş kısık gözlerle etrafa bakıyorum, bahar temizliği yapmanın sırası gelmiş de geçiyor diye hayıflanıyorum, Avrupa’nın kültür başkentinin İstanbul olabilmesi için hayaller kuruyor, sanki Ütopya’yı* yeniden yazıyorum. Travis’le düet yapıp “Hit Me Baby One More Time”ı yoğun istek üzerine ikinci kez söylemek istiyorum. Sevgili okur sizce son on yılın en iyi cover'ı hangisi? Saatlerdir bir Yahudi mottosunu düşünmekten, hak ehliyetini kaybetmiş bir cenin gibi zamansız göğe yükseliyorum, arama motoruna** bağlı belleğim PS oynayarak tükenen zamana dem vursa da hiç oralı olmuyor, hayatımın gözümün önünden bir film şeridi gibi geçişini usta bir kalecinin, yüzünün ortasına yediği futbol topuyla eş değer tutuyorum. Sevgili yönetmenim filmimi 35 mm ile çekebilir misin? O kadar yüklü ki beynim ampütasyona ihtiyacım var gibi hissediyorum, kendimi boğazın rüzgarına bırakacağım, bu bi’kaç günü iple çekiyorum… Günde dört saat uykuyla nereye kadar dayanabilirim bilemiyorum. Güzel geçirmek için zamanı, elimden geleni yapıyorum, temmuzu da paylaşmak üzere! Sevgi&Saygı İyi kalın… (*Thomas More, **Google)

Öz'lem Eker


Islak Mavi Yaz geçte olsa geldi, bulutlar ve boğuk hava arada ''ben de burdayım'' dese de resmi olarak yaz geldi!:) Bütün kış yaz yaz diye sayıklamış olmama rağmen üşümek istediğim zamanlar da olmuyor değil, yastığın soğuk tarafını ve içinde buz olan her içeceği seviyorum.. Güzel yazın acıklı yanı ise eskiden yaptığım gibi iki üç ay yan gelip yatamıyor olmam, malum iş haftanın sadece bir buçuk günü beni rahat bırakıyor. Yakınmaktansa sıkıştırılmış tatiller oluşturuyorum. Kısa sürelerle büyük keyifler almaya kuruyorum kendimi. Çoğumuz haftasonları eğlenmek için çalışıyoruz (birikim yapabilenleri de ayrıca tebrik ederim). Bir şekilde sabırlı olmayı da öğretti bana çalışmak, koca haftaiçi güneşi ve denizi pencere arkasından mahsun gözlerle izleyerek haftasonu kızgın kumlardan serin sulara atlamayı beklemek en dişli sabır sınavlarından biri benim için.. Haftasonu geldiğinde ise bir dakikayı çöpe atıcak lüksüm olmadığını biliyorum.. ''Aaa şansa baaak deniz çok dalgalıı, hava da çok rüzgarlıı (Çeşme için çokta şaşırtıcı değil!)'' gibi durumlar mini tatilimin önüne set çekemiyor çalıştım çalışalı, güneşin tadını çıkartıyorum bu kendimi daha az vampir hissettiriyor.. Sıcak hava bana farklı bir doping yüklüyor, erken kalkmış olsam da çok geç saatlere kalacak enerjiyi veriyor. Griden sıyrılıp daha canlı renkleri etrafa çiçekler aracılığıyla serpiştirilmiş görmek, taze mis kokulu bahçelerle süslenmiş sokaklardan geçmek yüzümde güller açtırıyor, doğa bir parçası olduğumu kulağıma fısıldıyor. Yaz tüm çekiciliğiyle önümde duruyor ve muzur muzur beni çağırıyor..

Beyza Paksoylu


İde Dağı Haziran ayından bir Pazar günü. Yeteri kadar sıcak ve bunaltıcı ama illa ki güzel! Pazar gününe yakışır derece sıkıcı, miskin, hafif deniz kokulu, hafif –artık büyümüş yaşın büyümüş olmasından kelli- çamaşır suyu kokulu bir Pazar. Cumartesi gecesi erkenden üstelik alkol bile almadan –iki tanecik bira sayılmaz herhalde- uyuduktan sonra, sabahın köründe, midede bir sıkıntı ağrısıyla uyandım ve sanki rüyamda görmüş gibi, ders kitaplarına sarıldım. Ne zaman ki, kahvaltı etmediğimi hissettim o zaman saatin ve nerede olduğumun farkına vardım. Acele, keyifsiz ama sağlam bir kahvaltıdan sonra, kenardan bana gülümseyen kitap ve defterlerle tekrar, bu sefer ayrılmamacasına bütünleştim. 4 senelik okulu, 3 ayda hızlandırılmış olarak tekrar okuduğum için ve sanırım artık aşırı yüklenmeye beynim alıştığı için, saatlerce kıpırdamadan soru çözebilme yeteneğine sahip olduğumu anladım. Okurken 1 saat ders dinlemeye dayanamayan ben, bu belge uğruna katlandığım fiziksel ve psikolojik baskıyı düşündükçe daha da şaşırıyorum kendime. O ünlü vurdumduymazlığım, ehli keyifliğim gitmiş, apaçık azimli biri haline dönüşmüşüm bile. “Ders çalışmam lazım” cümlesini son 3 aydır sürekli telaffuz eder hale gelmişim, çok can alıcı bir plan yapılmadıkça ve feci şekilde daralmadıkça dışarı çıkma planı yapmaz olmuşum, 3-4 temmuzdaki sonuç yüzümü güldürsün diye, başım ağrıyana kadar masa başında oturmayı kabullenmişim. Kısacası, büyümüşüm ben, olmuşum artık, onu anladım. Tüm bu çıkarımlardan sonra, 2-3 tane değişik marka ve modellere sahip buz gibi bira içip rahatlamak, biraz amaçsızca oturup dinlemek, bir kaç sayfa kitap ve dergi karıştırmak, kafamın içinde dolanan kelimelerden bir kaç şarkı oluşmasını sağlamak, normale dönmeme yardım etti. Etti etmesine rağmen ama birazcık olsun insan içine karışmak, güneşin birazcık olsun yakmasına izin vermek, belki trafiğe ve Pazar kalabalığına da yine birazcık olsun sinirlenmek gerekti. İyi de oldu. Cayır cayır yanmayan ama mis gibi ısıtan bir Pazar günü için makul sayılabilecek bir kalabalığın ortasına daldım, iyi de yaptım. Kendimi, ebeveynleri tarafından Pazar gezmesine çıkarılan sbs gazisi gibi hissettim bugün. Bu his, çocukluğu, sorumsuzluğu ve keyfi çağrıştırmasına rağmen özlediğim bir his değildi. Galiba artık, hani şu içimizdeki çocuk denen canavar da ergenliğe girdi, iyi bok yedi! Sorumluluk duygusundan hiç değilse bir günlüğüne uzak, sürekli suratımda aptal bir gülümsemenin olduğu, deniz kenarında bir Pazar gününün özlemiyle bu pazarı da harcadım, haydi bakalım…

Simsiyah


Uyandım Sadece Uyandım... Yine aynı gökyüzü! Her yerde bilindik yüzler yüzlere bilenmiş o sessiz kötülükler... Baktım güneş sislerin içine sinmiş puslu, eski halini aramaktan bile bitkin bu korkusu... Uyandım... Yine çığlık yine telaş! Toz duman olmuş bu şehir... Oyun parkları kendi gıcırtılarıyla kala kalmış en derin sessizlikten belki de daha sessiz... Uyandım... Yine yaşama telaşı! Olmayan bir yaşamda mücadele savaşı... Adanmış ya bir kez "hayat" en acımasızlığa bile boyun eğemez olmuş bu telaş... Uyandım... Yine karanlık! Işıklar sönmüş konuşmalar sansürlenmiş... Kelimelerin anlamları bile unutulmuş en güzel cümleler bile son noktayı göremez olmuş "sevgi" karanlığa hapsolmuş... Uyandım... Hayaller yok olmuş! Her bir hayal sıkışıp kalmış kalplerinde... "Nefes" alamayan hayallerin bekleyişi unutmuş...

kıyıya

vurmuş

özgürlüğü

Uyandım... Demir atamadığım son limana! Sahte yüzlere vaadedilmiş sözlere uyandım... Unutulmuş o gözler o hayaller için uyandım... Çıkarlar içinde sıkışıp kalmış bir dünyaya uyanmadım! İyiliğin unutulduğu yok sayıldığı bir dünyaya uyanmadım! Kötülüğün egemen olduğu bir dünyaya asla uyanmadım! Uyandım sadece derin bir "yuhh" çektim gözlerini kapatmış bu dünyaya... Ama uyandım... İyiliğin kötülüğü alt edebileceği bir dünyaya Hiç eksilmeyecek olan bir sevginin olabileceği bir dünyaya... İyiliğin ve barışın liman atabileceği bir dünyaya... "Üç maymunu" oynamayan bir dünyaya... Uyanmak istedim sadece...

Ece Çekiç


Utan İnsanlık Utan!!! Gazze'ye yardım için giden Özgürlük Konvoyu, 28 Mayıs 2010 tarihinde Antalya'dan ayrılmıştı. Amaç belliydi; Gazze'ye 35 aydır uygulanan ambargo karşısında insani yardım götürmek. Gemi, Antalya Limanı'ndan dualarla uğurlandı ve Türkiye için de gergin bekleyiş başlamış oldu. İsrail'in yardım konvoyuna herhangi bir atakta bulunacağı zaten önce ki tehditlerinden de hissediliyordu. Akdeniz'de restleşmeler oluyor ve gerginlik devamlı tırmanıyordu. Ama doğrusunu söylemek gerekirse böyle kanlı bir eylemi hiç kimse beklememişti. Haberi ilk duyduğumda inanamadım. Belki de inanmak istemedim. Uluslararası sularda, savunmasız ve suçu sadece insani yardım yükü taşımak olan bir gemiye, bu denli haince bir saldırı yapılması gerçekten çok kanıma dokundu. Aslında olayın çok farklı uluslararası ve siyasi yönleri olduğunu düşünüyorum. Ama burda, olayın bu olası yönlerinden bahsetmek istemiyorum; çünkü şu an hissettiklerim, milliyetçiliğin ya da herhangi bir ideolojinin çok üstünde olan insani bir duygu. Yardım yolunda yapılan bu kanlı engelleme, siyaseti de aşan saldırgan bir tavırdır. Bu vicdanları sızlatan ve insaniyet namına yaşanmış utanç verici bir olaydır. Böyle bir durumun bir özrü ya da telafisi olamaz. Hoş, zaten bu insanlık suçunu işleyenlerin, böyle bir çabaları da yok. Tam aksine, yaptıkları bu kanlı saldırıyı sahiplenip, meşrulaştırmak için propoganda çalışmalarına hiç vakit kaybetmeden dört koldan giriştiler. Üzgünüm; hemde çok üzgünüm. Masum ve savunmasız insanlar (özellikle de Türk Vatandaşları) başkalarının hayatını kurtarabilmek pahasına kendi hayatlarından oluyor. Hani nerde insanlık, hani nerde Dünya barışı. Dipnot: Bu noktada değinmeden geçemeyeceğim. Aldığımız ürünlerle İsrail'i bilmeden de olsa desteklediğimizi, hiç düşündünüz mü? Bizim şu an için yapabileceğimiz küçük ama etkili bir adım bu. Yaptığınız alışverişlerde, lütfen barkod numarası 869 ile başlayan ürünleri tercih edin; çünkü barkod numarası 869 ile başlayan ürünler ülkemizde üretilmiştir. Hem ülkemizdeki üretimi desteklemek adına, hemde başka ülkelere sağladığımız kazançları azaltarak; onların silahlanmasına bir nebze de olsa "dur" diyebiliriz. Bu arada merak edenler için söyleyeyim, diğer ülkelerin barkod numaraları bir çok web sitesinde yer alıyor. Yalnızca ben İsrail'in barkod numarasının 729 ile başladığı hatırlatmak istiyorum. Barkod numarasına bakarak alacağınız ürünlerle belki bazılarının hayatını kurtaracaksınız. Ben sadece şahsi fikrimi söylüyorum gerisi sizlere kalmış. Daha huzurlu ve barış dolu günlerde görüşmek dileğiyle...

Tuğçe Büyükabacı


Emeğin Direnişi Dönemin siyah beyaz filmlerine tanık olmuş, şarap misali yıllanmış, yıllandıkça büyüleyici görkemini yitirmemiş. Tarihi kimliği ile dönemimizin rant peşinde koşan iş adamlarına karşı direnmekte... İstiklal Caddesinin, Yeşilçam Sokağında perdelerini 1924 yılında "Melek" adıyla açmıştır. Adını perdenin iki yanında yer alan Art Nouvea tarzı melek figüründen almış. Sahiplerinin el değiştirmesi ile Emekli Sandığına geçerek ismi de "Emek" olarak değiştirilmiştir. 1993 yılında restorasyondan geçerek, 2000 yılında ses sistemi değiştirilerek teknolojiye ayak uydurmuş. Dünyada barok mimaride yapılmış, çalışır durumda olan 50 sinema salonundan birisi olup, yüksek tavanlı, 875 kişilik dev salonu ve ihtişamlı süslemeleri ile görkemli bir mimariye sahip, adeta büyüleyici bir havası vardır. Emek sinemasıyla tanıştığım ilk günü hatırlıyorum da, salona adım attığım an duraksadım ve olduğum yerde o mimari dokuya hayranlıkla bakakaldım. Koltuğuma oturup o büyüleyici görsel şöleni seyre daldım. Huzur verici idi. İzlemiş olduğum filmin bir önemi yoktu artık. Bu büyüyü yakalamak, huzur bulmak için bile gelebilirdim her daim. Film sonrası Yeşilçam sokağında, yunan müziklerinin çalındığı kendi halinde, orta halli bir kafenin koltuğunda dostlarınızla birlikte filmin kritiğini yapmanın hazzını da yaşayarak Emek Sineması’nın tadına, farkındalığına varmış olacaksınız. Yirmi yılı aşkın bir süredir İstanbul Film Festivallerine ev sahipliği yapan tarihi Emek Sineması’nın 2010 Avrupa Kültür Başkenti olduğu bir dönemde kapatılması ve film festivallerine yer verilmemesi sinema tutkunları tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı. Kentsel dönüşüm etkisiyle rant haline getirilmek istenen Emek Sineması’nın yıkılıp yerine alışveriş merkezinin en üst katında yeniden yapılandırılmak istenmesi içler acısı. Eski ihtişamını, tarihi dokuyu yakalaması elbette mümkün değildir. Gün geçtikçe yenisi açılan, tüketim toplumuna yönelik alışveriş merkezlerinde, sinema salonlarının varoluşu izlemiş olduğunuz filmin kritiğini; uğultulu, kuru gürültüde yapmak da pek keyifli olmayacaktır. Alışveriş merkezlerinin sinema salonlarının rahatlığının rehavetine kapılıp da, Yeşilçam dönemlerini deviren, Türkiye’nin en büyük salonuna ve mistik havasına sahip olan Emek Sineması’na gitmeyenler, yıkılmak istenmesinden de bizzat kendileri sorumludurlar. Bu duruma tepkisiz kalarak sinema tarihimizin yok olmasına göz yumuyoruz. İstiklal Caddesi'ndeki tarihi sinemalar,


ekonomik açıdan; zor durumda kaldıklarından dolayı birer birer kapanmaya mahrum bırakılıyorlar. Önce Beyoğlu Sineması, Alkazar ve Emek sineması. Yazılı ve digital imza kampanyaları ile başlayıp sadece Türkiye’de değil, Yunanlı sinemaseverler, Venedikliler, Fransa’da sinema eleştirmenlerinin de desteği ile devam etti. Kişisel bloglarda ve paylaşım sitelerinde yer verilerek hükümetin bu çağrıya kulak verilmesi istendi. "Emek Sineması Platformu" tarafından düzenlenen, sivil toplum örgütleri ve birçok sanatçının katılımı ile gerçekleştirilen gösteri ve yürüyüşlerde; "Plastik Lale"ler sahiplerini buldu. Emek sinemasının yıkılmasına neden olan kurum ve kuruluşlara ödüller verildi. "Zart" ödülü Bakan Günay’a, "Kaynaklı Rant" ödülü Beyoğlu Belediye Başkanı Demircan’a, bu duruma tepkisiz kalan İKSV’de "Çevir Kazı Yanmasın" ödüllerine layık görüldü.

Sinema severlerin emeği boşa gitmedi ve bireysel çabalarının, direnişlerinin sonucunda Yargı 12.05.2010 tarihinde yürütmeyi durdurma kararı aldı... Ve film mutlu sonla bitti. Pelin Gül

..EnginDergi.. Haziran 2010 sayı-06


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.