EnginDergi Y覺l: 2010 - Say覺: 07
Fotoğraf: Deniz Esen
"Müziği duyamayanlar dans edenlerin deli olduğunu düşünür." Nietzsche
İçerik; Sy.04) Kendini Bilmeziz – Engin Enginer Sy.05) Hoşgeldin Yüreğime AŞK(ım) – Kezban Şahin Sy.07) Güvenin Tanımı – Vildan Tandoğan Sy.08) Sevgili Sevgilim – Öz'lem Eker Sy.09) Hayat Nasıl Gidiyor? – Bora Eke Sy.10) Bodrum'un Farklı Yüzü – Saadet Erdoğan Sy.12) Yaza Yaza Yaz Bitti – Elif Yıldız Sy.14) Ben Bilmem – Özgün Şen Sy.14) Hayat – Buket Konur Sy.16) Modaya Damgasını Vuran Dönemler – Nilgün Hepyalçın Sy.18) Suyun Mucizesi – Tuğçe Büyükabacı Sy.19) En İlginç Festivaller – Beyza Paksoylu Sy.21) Ülkemin Sınav Sistemi – Şeyma Karadağ Sy.22) Meraklı Milletiz Vesselam – Yunus Baran Sy.25) Düş Kurabiyeleri – Dilşah Kalkan
Kendini Bilmeziz "Ya ortasındasındır AŞK'ın, merkezinde; ya da dışındasındır hasretinde..." diyor Elif Şafak. Nihayet elimdeki Hermann Hesse kitaplarını bitirip Elif Şafak'ın AŞK isimli romanını okuma fırsatı buldum. Henüz okumayanlarınız varsa tavsiye etmekteyim. Sizi alıp başka diyarlara götürüyor. Aynı zamanda içsel bir yolculuğa da çıkıyorsunuz. Kitap hakkında hiç fikri olmayanlar için söylemek gerekir ki; kitapta bahsedilen aşk kavramı günümüzde kullanılanın çok daha ötesinde ilahi bir aşk... Bir yazıyı, bir kitabı, bir filmi beğenilir kılan en büyük etmenlerden birisi kişinin o yapıtta kendinden birşeyler bulmasıdır. Oradan bir karakterle örtüştürürüz kendimizi. En beğendiğiniz kitap, müzik parçası, film ya da dizi aslında karakteriniz hakkında o kadar çok ipucu barındırıyor ki... Bana göre AŞK'ın bu kadar tutmasının nedenlerin birisi de kitaptaki kadın karakterinin klasik Türk kadınına ayna tutuyor olması. Aileye bağlı, kocasının kaçamaklarına göz yuman, iyi bir anne olabilmek için mesleki kariyerini gözden çıkartmış, zamanının çoğu mutfakta geçen ve gençliğindeki yaramaz kızı kendi elleriyle öldürmüş, üstelik giderek hemen her konuda takıntılı hale gelen, hayatını alışkanlıklar bütününe dönüştüren ve sürekli planlamalar yapıp aileyi çekip çeviren bir eş ve anne. Kendimizle özdeşleştirdiğimiz daha bir çok şeyi öyle benimseriz ki; örneğin en sevdiğiniz hayvanı düşünün, onu düşündüğünüzde kafanızda ne canlanıyor, ne hissediyorsunuz biraz irdeleyin. Hemen şimdi bir kağıt kalem alın ve en azından 2-3 cümle yazın. Kendinizce somut veya soyut kelimelerle tasvir edin. Sonra bir kez okuyun... Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama en sevdiğiniz hayvan hakkında yazdıklarınız kendi yapınızla ne kadar da örtüşür! Bunu en sevdiğiniz yemek ya da müzik aleti için de yapabilirsiniz. Kendinini bil ya da kendini tanı kavramının tarihçesi oldukça eskidir ve bu söz felsefenin mihenk taşlarından birisidir. AŞK, sizi hafifçe sarsıp maneviyatın etkisini ruhunuza işleyecek ve keyif alarak okuyacaksınız. Her karakter ayrı bir ustalıkla işlenmiş. Yazar oldukça derin kapsamlı bir araştırma ve inceleme sonucunda ortaya çıkartmış bu eseri. Üstelik kitapta geçen 40 kural öyle titizlikle hazırlanmış ki onları gerçekten Şems'in kuralları zannedenler
çoğunluktadır. Oysa her biri Elif Şafak'ın kaleme aldığı maddelerdir. Elimden geldiğince küçük küçük ben de çabalıyorum aslında Elif Şafak'ın yaptığını farklı açılardan yapmaya; yani ilahi aşkı verebilme adına kitabın içine kadınların ilgisini çekecek bir karakter yerleştirmiş ve çok hoş bir bütünlük doğmuş. Dergi çalışmalarımda da özellikle çeşitlendirmeyi sağlamaya çalışıyorum ki 2009 sayılarında olduğu gibi; astroloji ile ilgili paylaşımlarıma bakmak için giren birisi Özdemir Asaf'ın şiirleriyle de tanışsın. Amaç; kişilerin kendilerini bulma yolunda, farkındalıkları artırmaya yardımcı olmaya çalışmak. Umarım içinizdeki boşluğa su serpecek bu harika kitabı bir an önce edinip okumak için zaman ayırırsınız. Yunus Emre'nin de dediği gibi; “İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır.”
Engin Enginer
Hoşgeldin Yüreğime AŞK(ım) Derin bir uykudan uyandım sanki .. Gördüğüm tüm rüyaları hayra yordum Kabuslarım Rüyalarım Yaşayamadıklarım Hepsini yüzüme çarptığım soğuk sudan akıp giden damlalar gibi Attım içimden .. Bir daha asla sevemem Eskisi gibi olmaz Cesaretim yok Kimseye güvenemem Zırvalıkları bir bir gitti içimden .. Bunca zaman uyutmuşum yüreğimi Uyandırmaya kıyamadığım bir çocuk gibi Yenidende sevebilirmiş insan İlk aşk heyecanı gibi titreyebilirmiş birkaç tatlı sözde, anlamlı bir bakışta Yeniden sevemem dediği anda aşkı küstürürmüş kendine Seni tanıyınca barıştım içimdekilerle
Derin uykuya yatırdığım duygularımı Bir annenin çocuğunu okşayıp uyandırması gibi şefkatli Öpüşündeki gerçeklik, masumiyet gibi Saçımı okşarcasına nefesinle Elini yüreğime koyup ‘uyan dedin’ ... Uyan artık ben geldim ... Güvendim sana Sorgulamadan Tanımadan Görmeden Dokunmadan Adını bile koyamadan Aşk için yakınlık önemli değilmiş meğer Yanıbaşımda aradığım Bunca zaman bulamadığım Uzağıma düşünce sen .. anladım ... Teninin kokusunu bilmeden Gözlerindeki anlamı çözmeden Ellerinin sıcaklığını hissetmeden Buluverirmiş aşk seni Aramak gerekmezmiş meğer ... Bunca zaman uyuttuğum yüreğimden Bincelerce kez özür diledim Aşkı aramakla geçirdiğim bunca zaman Benimle alay edercesine, kahkalar atarken Senin bana kollarını açarak tüm yüreğinle koştuğunu Geç farkettim ... Kulaklarını tıkamış Güzel bir söze aç kalbime ihanet ettiğimde Bir ninni gibi gelen sözlerinle affedildim ... Oysa daha sesini bile duymamışken ... Uzakta olanı da sevebilirmiş insan Yüreğini uyandırıp ‘ben geldim sevgili’ diyebilen bir kahramanı varsa eğer Hoşgeldin AŞK(ım) Bak ben uyandım ...
Kezban Şahin
Güvenin Tanımı Güvenmek iç güdüsel bir duygu olduğu kadar, her kişinin duyduğu ihtiyaçtır. Güven duygusunu yitirdiğiniz noktada yalnızlık başlar. Özellikle saf insan olarak tabir edilen kişiler de kolaylıkla oluşabilen bir duygudur. Bu duygu tensel bir iletişimle başlayabileceği gibi altıncı his, sözcükler ve inanma isteğiyle de oluşabilmektedir. Arandığında bulunamaz, bulunduğunda ise emin olunamayan bir duygudur. Belki de huzurun diğer adıdır. Başkaları için diktiğiniz duvarları bir insan için, onu başkaları statüsünden çıkarıp özel biri haline dönüştürüp onun için teker teker kaldırmanızdır. Tırmanılan ağaçta rastlanılan sağlam dal, sudan geçerken basılan sallanmayan taş gibi, sevilene hissedilen sağlam duygudur. İnanmak ve şüphe etmemektir. Karşınızdakine yük yüklemektir. Ne kadar güvenirseniz o kadar yük bindirirsiniz sırtına. O yüzden yükü taşıyabilecek kişilere güvenmek gerekir. Kişiyi iyi seçemezseniz ve çok yük yüklerseniz karşınızdaki isteyerek ya da istemeyerek düşürür. Bu onun suçu değildir. Siz ona gereğinden fazla yük yüklemişinizdir. O yüzden yükü kaldırabilecek kişilere güvenmeniz gerekir. İçinizdeki ses sizi yanılttığında yaşanan en ağır hayal kırıklığıdır. Güvenirsiniz, koşul veya neden tanımadan. Güvenmenin en güzel halidir bu; ancak taşlardan biri yan geldiği zaman yerine koymak çok zor olur. Yeniden güvenmek için nedenler aramaya başlarsınız, koşullar değişir. O saf güven duygusu zedelenir. Bir daha aynı güven yerine gelir mi gelmez mi bilinmez. Denemek gerekir görmek için. O içinizde ki ses bir daha kulağınıza kadar gelir mi yoksa aklın, beyinin engeline takılır mı bilinmez. Çünkü kalp kırılmıştır bir kere. Zihni susturabilecek tek şey olan kalp, tamirini bekler durur. Aslında o kadar ince bir çizgidir ki karşındakiyle bunu başarabilmek. Zordur. Zaman ister. Hemen oluvermez. Sen oldu sanırsın ama birden yıkılıverir o kurduğun köprüler. İçin acıyarak bakakalırsın. O zaman anlarsın sadece bir hiç için güvendiğini. Güvenmeden yaşanılamayacağı gibi herkese güvenerek yaşamak da tehlikeli ve inciticidir. Tüm duygular da olduğu gibi güvenin tanımı da kişiden kişiye farklılık gösterir. Bence kişi kendisine ne kadar güveniyorsa karşısındakine de en fazla o kadar güvenebilir.
Vildan Tandoğan
Sevgili Sevgilim Sevgili Sevgilim, Senle tanışmamış olmamız ne acı öyle değil mi? Belki tanıştık ama unuttuk birbirimizi, belki denedik ama yıprattık benliğimizi, belki savaştık egolarımız kazandı, belki mutlandık kadehlerimiz paylaştı. Belki çarpıştı, belki de teğet geçti bedenlerimiz yürürken bir yerlerde... Dizimdeki yarada, bileğimdeki silinmiş dövmede, kırılmış tırnağımda, odamdaki aynada, mailboxımın bir köşesinde, dinlediğim cdlerde, izlediğim filmlerde, yürüdüğüm yollarda, kullandığım bir parfümde saklı kalmış olabilir misin? Yakınımda ya da uzağımda olabilir misin? Konumlandırmıyorum seni, yargılamıyorum, ete kemiğe büründürmüyorum, başkalarıyla kıyaslamıyorum sadece gelip beni götürmeni bekliyorum buralardan, ruhumu sağaltmanı istiyorum. Hani hep söylerim ya, “ikimiz birbirimizin tek kanatlı melekleriyiz uçabilmemiz için kucaklaşmamız lazım...” (nerde okuduğumu ya da nerden duyduğumu hatırlamıyorum) Tabu oynarken kullanamadığım beş yasak sözcükte mi saklısın, çocukken yediğim meybuzların tadı damağımda kalan meyve özünde mi, telefon rehberimin bilinmezlerinde mi? Hesap makinasında rakamlardan yazdığım kelimeler kadar anlamsız mısın şu aralar yoksa anlamın, hayatın anlamını bulmakla eş değer mi? Ab-ı hayattan bir yudum musun? Bilemiyorum… Akreple yelkovan gibi miyiz birbirimize, kaçıyor kovalıyor, buluşup ayrılıyoruz? Ya da başka yarımkürelerde mi yaşıyoruz hiç rastlaşmadık? Karşıdan karşıya geçerken telaşlı adımlarla, farkedemedik mi birbirimizi? Hayatımızın bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçtiği sahnelerde unutulup giden fragmanlar mıydık? Zaman zaman birbirimize yakınlaşıyor sonra küresel ısınmanın etkisiyle modumuzu mu değiştiriyoruz? Saatlerce alışveriş yapmak istiyorum senle, "the upper floor of a skyscraper"da çay içmek istiyorum karşılıklı, minicik görünen her şeye kocaman gözlerimle bakarak, Champs Elysees’de ilk kez senle yürümek istiyorum, sudoku çözmek istiyorum mutfak masasında, yağmur yağarken denize girmek istiyorum, madalyonun iki yüzünü de tartışmak
istiyorum, görmediğim her yeri senle keşfetmek istiyorum, kendimden yeni bir kendim yaratmak istiyorum… Sevgili sevgilim, senle tanışmamış olmamız ne tuhaf öyle değil mi? Gelirken yakana kırmızı karanfil tak, kolayca tanıyayım seni, yok çok banal dersen bir buket papatya e-maili at, sonra da gel, sonra sarılayım, sonra veda edene kadar tadını çıkarayım her şeyin, Öpüldün!
Öz'lem Eker
Hayat Nasıl Gidiyor? Keyfim nasıl mı? Ne iyi ne çok kötü. Yani kötü hissetsem de iyiye doğru gitmesini sağlıyor her seferinde. Hayat çünkü işte adı üstünde! Yaşıyorsun ve sağlıklısın, bir ailen var, başını koyacağın bir ev, ekonomik krizde bir iş, arkadaşların. Olmayanlarda var tabii, sevgi var da, henüz -li ekini eklemekte edebi yönden hala yetersizim. :) Bugün halam ve babaannemlerle mizahi olarak konuşması geçti; dedim ki ben 25 yıl boyunca hayatta ne yaptım diye? Gülüştük, onlar biz xx yıl ne yaptık peki dediler? Ama ben bu soruyu birkaç gündür çaktırmadan kendime soruyorum, Bora ne yaptın diye? Yaptık birşeyler çok şükür, iyisiyle kötüsüyle. Yaptıklarım türlü türlü farklı olabilirdi, fakat hep yine aynı Bora'yım işte. Hatalarıyla, ama sevgi dolu, eksiklerinde mahsunlaşan ama pes etmeyen bir insan. Anlaşılmayı ve sevilmeyi bekliyor ara sıra. Gençlik yıllarımızın bir kısmını geçirdiğimiz Eski Foça'dayız bugün. Eskileri yad edip, denizin engin huzuruna kaptırıyorum kendimi. Rahatlıyor insan, terapi gibi birşey. Güneşin altında kitap okumak. Külahta dondurma. Bazı insanlar duyuyorum etrafımda, onun şusu var, bana böyle bakmazlar, erkekler kızlar değişti diyen. Ama bunlar koşullar sadece tatmin düzeyini değiştiriyor canlıların. Mutluluk bir seçim. Konuşması kolay belki de karnı tokken insana altın kafeste yaşamış olmasam da. Bazı şeyler için üzülmemek elde değil, haberleri dinliyorum. Ufacık bir kıza geçen sene arkadan çarpan ve kim olduğu hala belirlenemeyen aracın yaraladığı kız, soluk makinasıyla yaşadığı bir yıl ve ardından tüm umutlarla Almanya'da gerçekleştirilen ameliyatın ardından iyileşmeyi
beklerken hayata gözlerini yumuyor. Gözleri renkli renkli, boncuk boncuk yaşasa hayata çok güzel şeyler katacağından şüphe duymayacağımız bir yavrumuz. Bazen yolda yürürken sakat bir insanı gördüğümde sağlıklı olduğumuz için şükrediyorum. Onlara sağlayamadığımız haklar, toplumda tam olarak kabullenemeyişimiz için üzülüyorum. TRT'deki bir sanat programında, Nazım Hikmet'in hayatından bir kesidi anlatan "Mavi Gözlü Dev" filmindeki Yetkin Dikinciler'in konuşması dikkatimi çekiyor. Bu filmin gençlerin Nazım Hikmet'i tanımaları, anlamaları için bir araç olacağına olan inancını anlatıyor tarif edilemeyen bir mutlulukla. Yine TRT'nin bir başka kanalında "Majestic" adındaki filmi izliyorum yarım yamalak. Her iki filmide hemen izlenecekler listesine eklemeli diyor insan. Geçen gün arabayla yolda dönerken, bisikletli ufak bir çocuk yavaş olmama rağmen sendeleyip hafifçe düştü ve bana; "Bisikletle bir hareket denediğini" söyledi özür niyetinde. Ve ben de iyi olup olmadığını sordum. Çocuk olmanın eşsiz heyecanını yaşadım bir anlığına. Babam, bugün babaannemden ayrılırken çocukluk döneminden beri görmediği dedemin fotoğrafını aldı, çoğaltıp eve koymak için. Hayat hepimiz için farklı. Kaybetmemeyi dilediğim üç şey var; sevgi, umut ve inanç. Günün yeni haftaya ışık saçacak son anları, yudumladığım okuduğum bu şiir ve belki de bir iyi geceler mesajı ile son bulacak.
çay,
Saygı ve sevgilerimle,
Bora EKE Buca, İzmir, Türkiye - 07.06.2009
Bodrum'un Farklı Yüzü Bodrum’un Gümüşlük beldesi. Muhteşem bir belde. Şehrin kalabalığından sıkıldığımda orada olduğumu düşlerim. Huzur bulurum. Bodrum’un diğer beldelerine nazaran daha doğal, daha yerli.. Güneş daha batmamışken, akşamüzerine doğru kıyıdaki tüm restoranlar masalarını kumsalda sıralıyor. Bembeyaz masa örtüleri, üzerlerinde doğanın renklerini barındıran güzel kokulu çiçek demetleri.. Her bir masa, akşam sefasında rakı ve balık ikilisiyle birlikte ağırlayacağı konuklarını beklemekte. Balıklar çoktan tutulmuş. Denizin içinden yürüyerek bir adaya ulaşıyorsunuz. Deniz fazla derin
değil. Dizinizi az geçiyor. Tavşan Adası’na ulaştığınızda, adanın adını nerden aldığını görmeniz uzun sürmüyor. Her an önünüze bir tavşan çıkabilir. Adanın tepesine çıktığınızda oradan denize atlayasınız geliyor. Öyle bir deniz ki yemyeşil, öyle bir deniz ki masmavi.. Hiç girilmemiş, hiç keşfedilmemişçesine duru.. Adadan dönen doğa sarhoşu insanlar, bu güzelliği bir de uzaktan, sindire sindire izleyebilmek amacıyla en cazibeli masayı seçmek için kumsalı turluyorlar. Kirli bir kalabalık yok. Genelde beldenin yerlileri. Gayet mütevazi hallerinden ve giyim tarzlarından anlıyorum bunu. El işi kolyeler, küpeler ve süslemelerle dolu sergileri geziyoruz sonra. Çeşit çeşit meyveden yapılan reçeller çarpıyor gözüme. Kahvaltı tutkunu olan ben durur muyum hiç.. Hemen ev yapımı bir bergamut reçeli alıyorum. Akşam yemeğinden sonra belediyeye ait tahta masa sandalyeleri olan, kır kahvesini andıran bir kahveye oturuyoruz. Doğanın güzelliğinden midir, orayı çok sevdiğimden mi bilmiyorum yediğim ve içtiğim tatları unutamıyorum. Oradaki çayın lezzetini bulamadım bir daha. Şansımıza yerel bir pop şarkıcısının konserinin olduğunu duyuyoruz. Hafif hafif esen rüzgar, ürpertiyor tüylerimizi. Beldenin halkı yavaş yavaş dolduruyor sandalyeleri. Konseri izlemeye gelmişler. O akşam öyle keyif alıyoruz ki bulunduğumuz ortamdan, unutamıyoruz hiç. Gümüşlük, bizi aşık ediyor kendine. Yeni yerler görmenin verdiği hazzı bir kez daha yaşıyorum. Sahi, bir insan görmüyorsa yeni yerler, keşfetmiyorsa yeni insanlar neden soluk alıp verir ki.. Neden ben yaşıyorum der ki.. Yaşamak mıdır onun yaptığı, yoksa sadece bedenen bir yer mi kaplamaktır yeryüzünde.. Oysa yaşamanın kuralları vardır bana göre. Yaşıyorum diyebilmek için kuralları iyi bilmelisin. Aşık olmalısın mesela katıksız. Hem de biri var diye değil. Kimse olmadan da aşık olmalısın. Aşka aşık olmayı bilmelisin başta. Mutluluğu kendin yaratmalısın. Mutluluğun gelmesini beklemek yerine.. Yaşamak, bütün bunlar hissedildiğinde anlamlı ve heyecanlı.. Yaşamak, önemsendiği ölçüde verimli.. Yaşamak, sevildiği ölçüde sevecen.. Ben gerçekten yaşamayı seçtim..
Saadet Erdoğan
Yaza Yaza Yaz Bitti Sıcak olmayan, soğuğa yakın, biraz da esintili bir ekim akşamı, bir cafenin dış kısmında, açık havada arkadaşlarımla otururken üşüyüp dilediğinde her müşterinin kullanabileceği polar battaniyelerden birini aldım omuzlarıma. Arkadaşlarım hayata dair hararetli bir tartışmadaydı. Olanca gayretleriyle düşüncelerini savunuyorlardı. Başta ben de müdahil olmaya çalıştımsa da her zamanki gibi seslerin yükseldiği bu muhabbetten de geriye doğru çekip kendimi, arkama yaslandım. Güzel bir akşamdı, hayat akıp gidiyordu; evet, bazen kanatıyordu, ama çoğu zaman da sarıyordu açtığı yaraları. Ben yaralarımızı sarışlarından, ateşimiz çıktığında alnımıza ıslak bezler koyuşlarından bahsetmek isterdim o gece, ama olmadı. Tartışmanın seyrine göre arkadaşlarımın zaman-zaman sesleri yükseliyordu. Dakikalar geçtikçe sesleri alçaldı ve duymamaya başladım onları. Nihayet kendi sesimi duyabiliyordum. Nasıl da garip ve şasılasıydı o an, orada dünya. Saniyeler geçmek bilmiyordu sanki. Bizi seyreden ve büyük bir güce sahip biri sanki yavaşlatıyordu zamanı. O an, orada saniyeler geçmiyordu, ama göz açıp kapayıncaya değin geçip giden güzel günlere şahit olmuştum ben. Kitaplar okumuştum göz açıp kapatıncaya değin. Filmler izlemiş güzel bir oyuncağa sahip olmuş ve bir insanı sevmiştim; göz açıp kapatıncaya değin. Hepsinin de tadı damağımda kalmıştı. Güzel günler hep çabuk geçer, anlayamayız bile geçip gittiğini ve sonrasında gelen belki de hüzünlü günler, keskin kuru ayazda bırakır bedenimizi ve bir türlü geçmek bilmez. Güzel kitaplar; hani şu bir solukta okuduğumuz, artık çevirecek sayfa kalmadığını anladığımız o hayal kırıklığıyla dolu uzunca sürede nasıl hayret ederiz; kitabı bitirmenin ne kadar da az zamanımızı aldığına. Güzel filmler; mutlu sonla nihayete erse de kavuşabilmenin saadetiyle birbirine içtenlikle bakan o gözlerin yaşlandıklarını da görmek isteriz. Güzel bir oyuncak; ilk kırılan hep en sevdiğimiz oyuncağımız değil miydi? Ve bir insanı sevmek… Sahi hiç sevdiniz mi? Sadece sevmek için, sebep aramaya gereksinmeden, “seviyorum” diyebilmek, yaşadığınızın farkına varabilmek için. Hatta sevdiğiniz insanın yanınızdaki emanet varlığına, zoraki tebessümlerine, elinizi içtenlikle bir kere bile kavramamış oluşuna rağmen. Göz açıp kapatıncaya değin sonsuz mutluluğa erişebilmek isterdik değil mi? Peki onu hak etmek için yeterince piştik mi? İşte tüm bunları düşünürken ve vakit bir türlü geçmezken şunları karaladım:
“nasıl da karmakarışık aslında tüm bu olanlar. Nasıl da karmaşığım aslında şuan. Bedenimden çıkıp kendime uzaktan bakabilmeliydim oysa şuan. Nasıl da yerle yeksan ve yek karşılamaktayım bu hayatı, oysa yıllar sonra tam da bu gün nerede kiminle olacağımı bilebilmeliydim. Kaç kişinin sarıldığını bilmediğim bir battaniyeye sarılmış bunları yazmaktayım.” Son cümle bu hayatın nasıl da karmaşık olduğunu anlatıyor sanırım. Kaç kişi sarılmıştı o battaniyeye kim bilir, benden önce kaç kişi sığınmıştı ona ısınabilmek için. O battaniyeye sarılanlardan biri o an içinden taşan bir sevinçle bir başkasına sarılıyordu belki de. Biri ölmüştü belki hatta biri tam da o an Azrail ile sonuçsuz bir pazarlıktaydı. Bir diğeri bir bebek dünyaya getiriyordu belki. Biri borçlarını düşünüyor olabilirdi, ya da baba parasıyla daha nereye kadar gidebileceğini. O battaniye beni ısıtırken geçmiş günlerde ona sarılıp da ısınan biri, o an üşüyordu belki de. O sıcak olmayan soğuğa yakın esintili ekim akşamında, hayatla ilgili yapılan tartışmaya müdahil olmayarak saygısızlık etmiştim belki arkadaşlarıma, ama sonuca varamasam da kendimle tartışmıştım hayatın karmaşık, ama çözmeye değer yanlarını. İnsan olacakları önceden bilemez, ama ben hissetmiştim belki de ertesi gün göz açıp kapatıncaya değin ömrümden kopup giden ayların bir nihayete ereceğini. Bu yazıyı yazmaya niyetlenmeden biraz evvel okudum, çevirecek sayfa bulamadığımda, bittiğini anladığım bir kitabı daha. Evet, vakit geçmişti. Hatta duvarlar, bu koca evde yalnız olduğumu yüzüme acımasızca vurmasın diye sesli okudum, o güzelim cümleleri. Ve işte, zaman yine o akıl sır erdiremediğim güç tarafından yavaşlatılmakta. Şuan saniyeler geçiyor mu, gerçekten bilmiyorum. Zamanı durdurmaya mı, yoksa yaşamaktan hoşnut olmadığımız saatleri geçiştirmeye mi ihtiyacımız var. Beni ölümden korkmaya kadar götüren sevinçlerim oldu ve yaşamaya küstüren acılarım. Bazen öyle mutlu oldum ki sonsuza dek yaşamaya layık gördüm kendimi, ölümün lafını bile etmeden. Bazen de bir kapı bulup çıkmak istedim bu hayattan, yaşanılanların acısı bedenimdeki tüm hücreleri sızlatırken. Düşünüyorum da zamanı istediğimde durdurup istediğimde geçiştirmemi sağlayacak bir güce sahip olsaydım ne yapardım? Sahiden kullanır mıydım o gücü. Biliyorum imkânsız, ama ya olsaydı.
Elif Yıldız
Ben Bilmem Sıkıntısı yağmurun temmuzun ortasında, Bulutuna ihanetten mi, Yoksa toprağa hasretten mi, Anlamadım ben, neden? Koca bir beyaz olmak için mi tüm çaba, Ya da çamur için herşey, Ben bilmem. Yokluğunla çok şey öğrendim unuttuklarımdan, Çok geldim gittiklerimden, Günler geçerken bile uğramaz, Geceler sürekli sen. Bilirim ağlarsın, Ben hangi rengi sevsem, Ölmeye de hazırım, Dudaklarından düşeceksem…
Özgün Şen
Hayat Di’li ağır bir yazardım; anlamadığından 'beceremiyor' dedin. Tutkuydu cümlenin öznesi yükleme sorman gereken soruları hep erteledin. Bunca zaman aralığında hiddetin dışında hiçbir şeyini gösteremedin. Acıktığımda karnımı doyurmak yerine ruhumu beslerken bana ekmek yemek de gerekli cümlesini kurdurtamadın. Gitttiğim her yere gözlerini taşıdım, aldığım her nefeste sorgulandım... Gördüğüm her dilenciye para verirdim mesela, öyle haberler yalanlar dolanlar yansıdı ki ekranında 'iyilik yapmak' hazzının yerini kandırılmak aldı. Bu kadar sıradan şeylerle başladı kendini saf sanma sürecim. Sen yaptın bunu; sen başardın her adımda daha da ilerlemememi görmemi. Bir büyümektir tutturdun sonra, istemesen de büyüyüp pişmanlıklar yaşayacaksın dercesine. Biriktirdiklerim kulaklarıma küpe olurken fark edemedim kepçeliği görünecekse de sade gezmenin gerekliliğini.
Zaman geldi çok mutlu oldun diyerek beklenmeyen vedalar yaşattın, zaman geldi bu kadar acı yeter gibisinden ani mutluluklar ayarladın. Ne düzensiz bir düzensin ki hala olgunluğumu yorgunluğuma karıştırıp en başa sardırmaktasın. Durduğun yerde değilim; hatta durmadığına eminim. Beni şaşırtabilecek neyin kaldı bilememekteyim. 'Hepsini yaşadım' dediğim anlarda çıkarıyorsun en olmadık yaşamışlıkları karşıma; farkına bile varmadan dışardan bakan oluyorum acılarıma. Girişi gelişmesi sonucu basit hikayelerim var mesela: Muhteşem başladı, olağanüstü gelişti, sancılı bitti; hala hissediliyor dediğim ama 'oldu bitti gitti' den'ildiğim. Kazanan olması gerektiğine inanmadığımdan belki de savaşa çevirmedim seninle ilgili hiçbir şeyi. Yirmibeşinci yılımın dolmasına birkaç ay kala durdum uzayan yolumda. İçim dışım yazı'm kışım sobe değil; 'bal satan'ımda hiç olamadı aslında. Komşunun kızı bebeklerini toplayıp gelse 'ben araba oynarım' diye küslük çıkarmayacak kadar çocuk ve de kadınım kısaca. 'Durdum' diyorum sadece seyircinim artık boşa beni izleme. Bana yaşatacağın bir sürprizin yok, kıskançlık yok, acı yok, haz yok, tutku yok, mutluluk yok. Benim yenilgim gibi görünse de bak işte sen de yenildin. Parmağında oynattığın, izleyip dalganı geçtiğin küçük kız büyümüş; hareketlerini kısıtlama ya da yönlendirme diye pu'tlaşmış seni seyretmekte sadece. Senin gözünden insanları, kuşları, böcekleri izlemekte; dalganı başkalarına yansıtmadan sürüklenmeyi gülümseyişle örtmekte... Bilirim seni, bu ukalalığımı bir anda yok edecek bir pasta hazırlarsın bana; içinde ne var diye sormadan süslemelerine aldanıp yer zehirlenirim. Belki de YİNE bile bile zehirlenirim ama bilirim; illa ki bilirim. Bildiğim için, bile bile mideme indirdiğim için yine suçlayamam seni, o'nu, bu'nu, şu'nu. Yine dururum bir yerde; durmam söylendiğinde... Ve yazarım içten ama okuyanları gülümsetecek bir hikaye. 'En çok satan' olurum belki insanlar arasında; haklı güvensizliğimle ya da çelişen hislerimle... Özetle Hayat; ben savaşı reddettikçe galip sensin bünyede. Savaşı reddetmesem de galip olduğunu bilmek daha sıkıcı diye!
Buket Konur
Modaya Damgasını Vuran Dönemler ‘NEWLOOK’ Moda yaşadığı dönemin olaylarından beslenir. Savaş ve savaşla birlikte gelen yoklukta 1947 yılında çıkacak olan New Look’un yerini hazırlamıştır. Moda her ne kadar hem bayan hem erkek için olsa da yine de bayanların modaya ilgisi daha fazladır. İpek ve naylonun artık kullanılamayacak olması kadınların çorap bulamamasına bu da çorapsız görünmemek için bacak makyajı yaptırmalarına sebep olmuştur. 2 ay süre ile hammadde eksikliğinden kaynaklanan kozmetik sanayinde üretimin durması kadınları ayaklandırmıştır. Fransız kadını her şekilde kendi modasını yaratmıştır. Bu savaş modası olsa bile. Bunun için New Look gibi bir giyim devrimi kadınlarda altın çağ imajı uyandırmıştır. New Look 1940’lı yılların sonu 50’lerin başı olarak karşımıza çıkar. 1940’lı yıllar savaş giyimini içine alır. Bu yeni akım 1940’lı yılların savaş kadının giyimini tam tersi yönde değiştirip biranda 180 derecelik renk katmıştır. Kadınların savaşa katılmaları, giyimde gelen kısıtlamalar, karneli sisteme geçiş, kozmetik üretiminin duruşu, hammadde eksikliği yüzünden giyecek çorap bile bulamadıkları dönem yaşanan kemer sıkma politikaları kadınların New Look’la beraber giyimde bir devrim yaşamasını sağlamıştır. Savaş dönemi kısıtlamalarında pili sayılarının kontrolü, eteklerin kalem etek formunda diz üstü dikilmesi, aksesuarların az kullanımı sonunda savaşın bitmesiyle çıkan New Look ile tam daire etekler, kumaştan, aksesuardan kaçılmamış tasarımlar çok ilgi gördü. Dior, ilk koleksiyonu “Corolle Line”ı gösterdiğinde hemen “New Look” adını aldı, bu dünya çapında emsalsiz bir şekilde dikkat çekti. New Look yeni bakış anlamına gelmektedir. 12 Şubat 1947 yılında Christian Dior’un yarattığı bu çizgi bazıları tarafından savurganlık ve kumaş israfı gibi görülse de, kadınların aradıklarını bulmaları ve kendilerini bu kıyafetlerle çekici hissetmelerini sağlamıştır. New Look ile birlikte düşüşte olan modanın nasıl toparlandığını ve savaştan çıkıp nasıl silkelendiğini, özüne döndüğünü görüyoruz. New Look ilk başta olgun bayanlara hitap eden bir moda akımı olarak ortaya çıkarılmış olsa da genç kızlara da hitap ettiği görülmektedir.
Prenses Margareth’in 21. yaş gününde giydiği New Look koleksiyonunun önemli bir parçası dikkatleri bu yeni akıma çekmiştir. Artık kadınlar bel hatlarını ortaya çıkaran elbiseler, kabarık tam daire havalı etekler giymeye başlamıştır. Şapka ve ayakkabı boyları yükselmiştir. Apartman topuk ayakkabılar tahta ya da mantardan yapılmaya başlanmıştı. Fransız kadınlar kırmızı renkte rujlarından vazgeçmemişlerdir. Ve bu makyajlarıyla da birlikte tercihleri mavi, kırmızı ya da beyaz elbiseler olmuştur. Korse ve jartiyer kullanımı New Look’ta da devam etmiştir. Şapka ve eldiven kullanımı her zamanki ihtişamı ile bayanların kıyafetlerini tamamlamıştır. Çevirdiği bir filmde ki saç modeliyle Veronica Lake ve Lauren Bacall saçı popüler olmuş ve birçok kadın saçını bu şekilde yapmaya çalışmıştır. Bu saç modeli, uzun iki yana salık bırakılmış saçlardan oluşuyordu. Sarı ve uçlarına doğru geniş buklelere sahip bu saç modeli 1945’lere doğru yerini kısa saçlara bırakmış olsa bile tekrar önemini 1950’lerin ortalarına doğru kazanmıştır. Saçlar tekrar uzamış ve çok uzun süre önemini korumuştur. New Look’un stil özelliklerini sıraya koyucak olur isek; - Omuz vatkaları yerini yuvarlak omuz hatlarına bırakmıştır. - Bir takım tasarımlar uzun kabarık eteklerden, geri kalanı ise kalem eteklerden oluşuyordu. - Eteklerin bel formu vücuttaki yuvarlar hatları öne çıkaracak şekilde tasarlanmıştır. Yelpaze Kırmalı pliler de ipek kumaşla birlikte bu etek formunu sağlamak için kullanmıştır. - Gece ve gündüz elbiselerinin boyu kısaltılmıştır. Diz altı - bilek üzeri gibi bir aralıkta etek boyları tercih edilmiştir.
- Ceketler bel altına kadar uzatılmıştır. Genelde bele kadar oturan belden aşağısı genişleyen ceket formları kullanılmıştır. Bazıları belden kesiklidir. Bel kısmında kemer kullanılan ceketlerde mevcuttur. Göğüs kısmı vücuda oturur, tüm bu modellerde ortak özellik olarak bu çok belirgindir. Bu önemli akımı bu sıra ile tanımlamak doğru olur. Dönemde bu akımdan etkilenen çok fazla modacı olmuştur; bunlardan bazıları; Christobal Balenciaga, Pierre Balmain ve Chanel’dir. Günümüzde ise John Galliano, Betsey Johnson, Marc Jacops, Vivienne Westwood gibi tasarımcılar bu akımdan etkilenen tasarımlara sahiptir. Özellikle Dior House’un baş tasarımcısı olan John Galliano hemen hemen her sene New Look akımını günümüze uyarlayıp moda severlere sunmaktadır. Nilgün Hepyalçın
Suyun Mucizesi Su, insan hayatının devamı için bir gereklilik. Hepimiz gün içinde vücudumuzun bu ihtiyacını karşılamak için, belli miktarlarda su içiyoruz. Peki, bu zorunluluk dışında hiç suyun içindeki gizemi düşündünüz mü? İnsan vücudunun %70'i sudur. Soluduğumuz havada bile belli bir miktarda su buharı vardır. Günlük yaşamımızda su ile bu kadar içli dışlıyken, hiç içtiğiniz suyu bir iyileştirme aracı olarak kullanmayı düşündünüz mü? Kuantum çalışmaları sonucunda, insanların birbirleri ve evren ile etkileşiminin temel unsurunun enerji olduğu konusunda bir fikir birliği var. İnsanların enerjileri ile olayları kendine çektikleri ve kendi düzeyinde frekans yayan insanlarla iletişime geçtikleri söyleniyor. Açıklamak gerekirse: kötü düşündüğünüzde kötü, iyi düşündüğünüz de iyi şeyleri kendinize çekiyorsunuz. Diğer insanlarla da aramızda kablolar olmadığına göre bu enerji alışverişinin bir yöntemi olmalı. Suyun önemi işte bu noktada devreye giriyor. Havada, toprakta ve yaşayan tüm canlıların vücudunda belli oranda su olduğuna göre enerji akışının bu şekilde gerçekleştiği düşünülmeye başlandı. Bu düşünceyle birlikte de bir takım deneyler yapılmış. Bir grup suya, sevgi sözcükleri söylenmiş. Diğer gruba da tam aksi, kötü sözler söylenmiş. Araştırma sonucunda gruplardan su örnekleri alınmış ve fotoğraflanmış. Daha da ilginci, bu
deney gruplarını bilinen tüm dillerde aynı şekilde test etmişler. Sonuç olarak; tüm dillerde suyun, iyi ve kötü enerjiyi ayırt edebildiği ortaya çıkmış. Güzel bir titreşim aldığında, su çok güzel kristal şekiller ortaya çıkarmış. Kötü bir enerji aldığında ise kristal yapı bozulup, darmadağın olmuş. Yani su, ses tonunuzdaki titreşimden iyi ya da kötü enerjiyi hissedebiliyor ve ona göre tepki veriyor. Araştırmacılar, bu deneyin sonucunda suyun enerji akışında önemli bir rol oynadığına karar vermişler. Aynı şekilde suyu modern tıbbın yanında alternatif tıp olarak, hastalık tedavilerinde de kullanmaya başlamışlar. Sonuçlar gerçekten çok ilginç. Sevgi sözcükleri söylenmiş suları içen hastaların, tedaviye daha çabuk cevap verdiğini farketmişler. Bunun devamında da, insanların evlerinde su içerken bile şükrettiklerinde bağışıklık sistemlerinin daha güçlendiğini ortaya koymuşlar. Düşünüldüğünde, hepimiz su damlası gibi bir sıvıdan Dünya'ya geldik. Yaşamımızı devam ettirirken de birbirimize yaydığımız iyi ya da kötü titreşimlerle bedenimiz etkileniyor. Aklımızdan geçen kişiler bir gün pat diye karşımıza çıkıyor. Başımıza gelmesinden korktuğumuz olaylar, bir gün gerçek oluyor. Öldüğümüzde ise; toprak olup, yine suya karışıyoruz. Tüm yaşadıklarımız yaydığımız iyi ya da kötü titreşimlerle kendimize çektiğimiz olaylardan ibaret. Su, bunun için belki sadece bir örnek, belki de sadece bir aracı; sonuç olarak niyetimiz nasılsa, ona paralel hayatlar yaşıyoruz. Not: Eğer su hakkında daha fazla bilgi öğrenmek isterseniz, Masaru Emoto'nun “Suyun Bilinmeyen Mucizesi” kitabını okumanızı tavsiye ederim.
Tuğçe Büyükabacı
En İlginç Festivaller Hep iş ve sıfır eğlence, şehri sıkıcı hale getirebilir. Bunun için hemen her yerleşim birimi ne kadar küçük olursa olsun en azından senede bir toplu kutlama düzenlemelidir. Palet, standart tatillerden daha özgün yöresel miraslara, ürün şenliklerinden eğlenceli festivallere çeşitlilik içerebilir. Bazı yöreler, tüm bolluk ve zenginlikleriyle birlikte festivallerde yaratıcı kutlamalara sahne olur. Bu ilginç festivaller kültürlerine uygun olmalıdır ya da benzersizlikleriyle göze çarpmalıdır. Sıradışı festivallerden La Tomatina için 1945'ten bu yana her sene dünyanın farklı yerlerinden binlerce kişi İspanya'nın Valencia bölgesindeki
Bunol Köyü'nde buluşuyor. Başlama topunun patlamasıyla bir saat boyunca domates savaşı yapıyorlar. Kamyonlarla dağıtılan domateslerle meydan dünyanın en büyük gazpachosuna (İspanyolların meşhur domates çorbası) dönüyor. Festivalin yapıldığı sokakta oturanlar, evlerine zarar gelmemesi için duvarlarını plastikle kaplatıyor. Bunun yanında herkesin bölgeyi temizlemeye ve hortumla yıkamaya katılmasıyla, yardımcı ve güzel toplum ruhu ortaya çıkıyor. İtalya'da kutlanan Orange Throwing Festival in Ivrea, değişik hikayesiyle dikkatleri üstüne çekiyor. Festival 12. yüzyılda halkın, Biandrate kontu Ranieri'ye başkaldırısına dayanan bir efsaneyi temel alıyor. Acımasız kontun bir gün sonra evlenecek genç kızların bekaretini bozmak gibi ahlaksız düşkünlüğü varmış, bunun ''jus primae noctie'' (kontun ilk gece kanunu - hakkı) olduğunu iddia ediyormuş. Bir değirmencinin kızı Violetta zorba hükümdarın asılmalarının intikamını onun kafasını keserek ve halka göstererek almış. Bu, halkı Ranieri'nin korumalarına karşı harekete geçirerek vahşi bir isyan ortaya çıkarmıştır. Özgürlüğün kutlaması, taşların yerini yerli malı portakalların almasıyla her yıl yapılıyor. Sert portakal darbelerinden korunmak için kask takılıyor ve ortaçağın simgesi kostümler, zırhlar, festivali o döneme götürüyor. Festivallerin, genelde ziyafetlerin verildiği, çevrenin en iyi şekilde süslendiği o yerin imgesi etkinlikler olmasının yanında; dinsel açıdan festivaller, değişik anlamlara bürünebilir. Çoğu kültürde kutsal bir duruşu, tanrı tarafından verilmiş önemli süreleri temsil eder. Hristiyanların Noel ve Paskalya Yortusu ana dinsel festivalleridir. Katolik, Doğu Ortodoks ve Anglikan mezheplerinde de bir sürü festival sayabiliriz. İslam'da ise bayramlar, festivallerin yerine ibadet ve kulluğu simgeleyen önemli zamanlardır. İnancın, üzerinde belirleyici bir rol aldığı enteresan festivallerden Japonya Okayama şehrindeki Şinto Tapınağı'nda yapılan çıplak erkek festivali anlamına gelen Hadaka Matsuri Festivali'nde, binlerce çıplak adam Şinto rahibinin bir gece önce çamurlu çukura attığı uğurlu çubukları bulmaya çalışıyor. Kazanan erkek bulduğu çubukları pirinçli bir ahşap kaba saplıyor ve bir sene boyunca huzur ve mutluluk garantilediğine inanılıyor. Bulamasalar da Japon inancına göre erkeklerin negatif enerjiden ve kötülüklerden arındığına inanılıyor. Mevsimsel değişikliklere bağlı festivaller, yöresel ürünlerin ad sahipliği yaptığı, ekonomik, kazanç ve tanıtım amaçlı festivaller yada sadece eğlence için yapılan festivaller..ve binlercesi..
Peki ya bir yerin kutlamaya değer hiçbir şeyi yoksa? Bu Texas'ta küçük, sıcak ve nemli bir şehir olan Clute için konu olmuş. Yerliler tek zengin doğal kaynağının örümcekler olmasıyla dalga geçiyorlarmış. Artık Clute her sene düzenlenen Mosquito Festival'a ev sahipliği yapıyor. Karnaval ve gece konserleriyle başlayan festival örümcek maratonu ve örümcek bacak yarışması (ince bacaklı insan yarışması) ile devam ediyor.. Yerlilerin ''eğer değişik bir özelliğin varsa, övünerek göster'' sloganıyla festival sona eriyor.
Beyza Paksoylu
Ülkemin Sınav Sistemi Her geçen gün gelişen, dallanıp budaklanan, sil baştan eski versiyona dönülen garip bir sınav sistemine sahibiz ülkecek. Eskiden Anadolu Lisesi sınavları olarak bilinen LGS, OKS, en son da SBS olarak üç basamaklı hale getilen orta öğretime giriş sınavlarımız var. Daha 13 yaşındaki ufak beyinler sosyal ortamlara hiç gözlerini açamadan aileleri dersanelere göndermeye başlıyor. Sonra, o ufak beyinler okulla dersane arasında yediği yarım döner-ayran tokluğuyla geçiriyorlar günlerini... Akşamları aileyle geçirilen bir buçuk saatten sonra tekrar test kitaplarına dönüyorlar uyuyana kadar. Bu ortaokul çocuklarının sınav sisteminin, dayatmalı yaşantısının bana görünen manzarasıydı... Şimdi lise gençliğinin hayatına resmen kastı olan YGS'den bahsedelim... Açıkçası ben 3 yılımı verdim bu sınavın ÖSS versiyonuna... Yaklaşık 5 bin lira dershaneye ödedim, 3 güzel yılımın boşa geçmesi ve sinir sistemimin, psikolojimin de yıpranması da cabası. Neyse işin sonunda başarıya ulaştım, Ege Üniversitesi'ni kazandım ama benim çektiğimi de şimdi sınava giren arkadaşlarım bilir. O sınav psikolojisiyle ne onların ne de ailelerinin kafası rahat olmaz bir türlü, anne baba için çocuklarının hayatı, mesleği söz konuyken; bizler ise "doğru düzgün bir okula, iyi bir bölüme kapak atsak da hem geleceğimiz kurtulsa, hem de biz rahat etsek" mantığını güderiz. Ama dershane gençliği olarak şanslı sayılırız; maddi durumundan ötürü dersaneye gidemeyen, ikinci el test kitaplarıyla çalışmak zorunda kalan bir çok arkadaşımız vardı. KPSS'yi söylemeden olmaz zaten... Dershane sektörü tavan yapmış ve binlerce yarışçısı bulunan, en çok da öğretmen adaylarının korkulu rüyası KPSS. YGS'den 2 kat daha zor ve meslek alan testleri araya sıkıştırılmış olan versiyonudur. Çoğu memur ve öğretmen adayı okullarından mezun
oldukları halde iş bulma konusunda sorun yaşadıkları için devlet kadrosunda yer almak isterler ve mecburen bu sınava girerler... Onlar için daha zordur bu durum. Çünkü, aynı zamanda çalışanlar az kazandıkları için ailelerinden destek almak zorunda kalırlar. Ayrıca bu gittikleri KPSS dersanelerinde yine ataması çıkmamış öğretmenler ders verirler... Ne garip bir kısır döngü değil mi? ALES, TUS, SPK, vs. bunlardan bahsetmeme gerek yok zaten. Ama hepsinin gözümde ortak bir yeri var. Sınav için yatırılan ücretlerle devlet para toplamayı alışkanlık edindi yeterince, dersanelere bir şey söyleyemiyorum, çoğumuzun babası yılın 6 ayı her ay maaşlarının yarısını oraya yatırıyor zaten, siz benden daha iyi biliyorsunuz... Umarım bu sınav sistemleri artık en adil şekilde rayına oturtulur... Umarım herkes mecbur kaldığı bu sınav dayatmasından alnının akıyla tek seferde geçer, başarıya ulaşır... Sevgilerimle
Şeyma Karadağ
Meraklı Milletiz Vesselam Bugün bir Taksim turu yaptım. Aslında evde kalıp çalışmam gerekiyordu ama kalamadım. Sanki göreceklerim ve yaşayacaklarım varmış gibi attım kendimi dışarı. Yol boyunca türlü manzaraya şahit oldum ve sonunda Taksim’e vardım. Yoldaki manzaraları anlatmicam onların benzerlerini defalardır anlattım. Levent’ten metroya bindim. Metro gelene kadar sarı çizginin öbür tarafında bekleyenlerden biri de ben oldum. Oturmak için bir yer aradım her yer dolu. Ayakta kaldım. O sırada bir çocuk takıldı gözüme. Trendi takılıyor belli. Hiphop tarzındaydı. Yalnız alışık olduğumdan biraz farklı bir tarzdı. Özellikle de ayakkabıları çok değişikti. Birkaç gün önce aklıma takılan bir konuyla ilgili parmağını gözüme sokarcasına dikkatimi çekti. Merak ettiğim şey neden büyük beden bir şeyler giyinirken büyük numara bir ayakkabı giyinmezdi. Hem de bayağı bir büyük numara. Böyle bir şey ne vakit moda olur ya da olmuşumuydu düşündüm. Rastlaşmadım. Demek ki olmamış dedim tarihin derinliklerine de vakitsizlikten inmedim. Ama bu gün gördüm. Giyinen biri vardı. En az üç numara büyüktü ve bu çok bariz belliydi. Gerçi çocuğun üstündeki her şey en az üç beden büyüktü. Ayakkabıya dikkat etmek kimsenin aklına bile gelmezdi o bolluktan ama ben fark ettim. Ve kendi kendime güldüm. “Ne meraklı adamdım ya, nasılda gördüm” falan dedim. Bir merak daha sardı beni. Bunun gibi hiphop olmayan ama bol ayakkabı giyen başka birini daha görebilir miydim? Özellikle de bir kız olabilir miydi
bu kişi. Bu artık aynı gün içinde bir mucize olurdu. Aslında olmazdı Taksim’de herkesi bir arada bulmak mümkündü. Ama bunca yaşıma kadar tesadüf edemediğim bir durumdu. Umutlu ve meraklıydım. Hani eskiden annelerimiz babalarımız seneye de giyeriz diye aldıkları büyük numara ayakkabılar hariç tabi. :) O kültürün güzide davranışlarına bende pek çok maruz kaldığımdan onu biliyorum ve konunun dışında sayıyorum. Merakım biraz Burger King önü takılmalarım sırasında giderildi. Her geçenin ayaklarına baktım. Erkekler gayet normaldi ama kızlarda türlü haller mevcuttu. Ve sonunda beklediğim kişi geldi. Sanırım ondan evvel birkaç bin kişi geçmişti geç gelmiş ama güç gelmemişti. En az dört numara büyük yüksek ve kalın topuklu bir terlik giyinen bir kızdı. Dost başa düşman ayağa bakar atasözündeki gerçek olmayan mana gibi ayaklara baktım ve aradığımı buldum. Terlikti ama sonunda büyükçeydi. Hem de çok büyükçe. Benim gibi bir merak eden var mıydı bu konuyu bilmiyorum ama şahsen çok tatmin oldum. En son askerdeyken yeni aşçımıza ihtiyacı olan beyaz önü kapalı terliği alırken kaç numara giyebileceğini bilemediğim için seneye de giyer diye 43 numara terlik aldığımda düşündüğüm bu meselenin realitesinin modalaşmış halini görmek çok güzel bir duyguydu. Garibim çocuk 41 giyiniyormuş ve o da bir sene daha askerde kalacak olmanın verdiği mantıkla taktı terlikleri ayağına ve “haklısın ne de olsa buradayım. Ya ayaklarım büyürse…” diyerek ve gülerek giyidi terlikleri. Meraklı Türk insanının bir ferdiyim galiba. Tatmin olmuştum artık gezebilirdim. Arkadaşımla İstiklal’de yol aldık. İlerde Mısır apartmanının önünde bir vinç ve tepesinde apartmana yansıttığı ışıklar parlıyor. Her geçen yukarı bakıp ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Yukarıdaki bir reklam filmi çekimiydi. Bunu ben biliyordum çünkü benim müşterimindi. Girip girmeme konusunda kararsızdım. Hava güzeldi ve dışarısı daha cazip geliyordu. Bir tur attık ve çekime çıktık. Enfes bir çikolata reklamı. Güzel bir kız. Yabancı bir yönetmen. Hummalı çalışan onlarca adam. Reklamcı abiler ve ablalar. Bir de ben. Set değiştiriliyor ben bekliyordum. Reklamcı arkadaşa “aşağıdaki herkes burada ne olduğunu merak ediyor” dediğimde; - Evet ya sorma, az evvel aşağıdan ufak bir çocuk çıkmış. Geldi içeriyi gezdi. Öylece durup bakıyor. “Ne arıyorsun burada ufaklık” dedik. - Hiiç merak ettim görmeye geldim dedi. Biz de oturttuk izlettik merakını giderdik. Eskişehir caddelerindeki heykelli banklar geldi aklıma. İlk gördüğümde çok beğenmiş, şehre çok güzel bir hava kattığını düşünmüştüm. Beni gezdiren arkadaşıma “bu birbiriyle konuşuyormuş figürleriyle sergilenen heykellerin ne konuştuğunu merak edenler oluyor mu?” diye
sorduğumda; “çoooooook” cevabını vermişti. Şakasına sorduğum bir şeydi. Bunu çocuklar yapsa anlarım dedim ama yetişkinlerde yapıyormuş. Garipsedim. Ama çocuk merakı yine de bir başka oluyor. Hayal güçleri inanılmaz gelişmiş olduğu için her şeye açıklar ve ilgililer. Benden de beter bir vaziyette oldukları belli. Meraklı afacanlardan biri bir gün “hala biz çekirdek bir aileyiz, bizi yemezlerdi mi?” diye bir soru sormuş. Meraka bakar mısınız? Aynı çocuğun diğer sorusu; “İlk uçan adam kimdir” olmuş. Hezarfen Ahmet Çelebi‘nin Galata Kulesinden kanat takarak uçuşunun şeklini ve gerekçelerini ona anlatan halası meraklı ufaklığın modern bir Hazarfen çılgınlığı yapmasından korkmuş olacak ki bunu evde denememesi gerektiğini de anlatmış. Erkek çocukları ve kız çocukları farklı meraklara sahip galiba. Geçen hafta otobüste ilkokula giden bir kız çocuğu yanıma oturdu. Telefonuma mesaj geldi. Döndü baktı benle birlikte o da okudu. en telefonu sağa çeviriyorum kafası da sağa çevriliyor. Ona bakıyorum hiç oralı olmamışçasına sola çevirip etrafına bakıyor. Ben telefonu yine elime alıyorum içine giriyor okumaya çalışıyor. Hay Allahım ne meraklısın sen diyemedim, merak motivasyonunu kıramadım. Elektronik eşya merakı değil tamamen özel hayat kurcalamaları. :) O yaşına kadar her köşede olay olduğunda başına dikilen ve seyreden büyüklerini görmesi, TV’de magazin programlarında ünlülerin hayatlarını takip eden büyükleriyle aynı programları izlemesi, ev oturmalarında annelerinin çekiştirmelerine şahit olması ve daha birçok çevresel duruma maruz kaldığı bir ortamda normal karşılamak zor gelmiyor. Hani çocuk milleti iyi şeylere merakı olsa daha da güzel olur fakat her onlardaki merak neye dönüşür onu da pek bilmediğimden susuyorum. Hayal gücünün de dahil olduğu bir şey sonuçta. Donunu çekiştirip orada neler olduğuna bakan bi’ dünya bebek var dünyada. İnsanın başına ne gelirse ya meraktan gelir derler ya. İlerlemeye mani bir söylem bu bence. Bence merak iyidir. Toplumsal meraka destek olalım araştıralım. Birde bunu deneyelim. Araştırmayla gelen merakta bakalım neler bulabiliriz.
Yunus Baran
Düş Kurabiyeleri Güneşi görünce mutsuz olan garip bir kadın olarak, elbette kış aylarına talibim. Bana kalsa, yaz geldiğinde kutuplara kaçacağım. (Kime kalıyorsa!) Şu yağmur, ne güzel bir doğa olayıdır. Aslında bir de kar yağsaydı, bak o zaman değmeyin keyfime! O da biraz fazla hayal oldu sanırım; haziranda kar istemek. Olsun! Ben yapmışım mis kokan kahvemi, oturmuşum cam kenarına, yanına da bir tabak düş kurabiyesi koymuşum, çok mu? Ne demişler, isteyenin bir yüzü! Yazın aşkları ile kışın aşkları bile fark ederken, benim ruh halim mevsimlere göre değişmesin mi? Meşhur kısa süren ama tadı hep damakta kalan yaz aşklarının lezzeti de bir değişik oluyor, değil mi? Özellikle her yaz aynı yere gidiyorsanız, beğendiğiniz kişinin gelmesini beklemenin bir garip heyecanı vardır. Gerçi onlar da eskide kaldı. Ben yaşlanıyor muyum acaba? Eskiden cep telefonu olmadığı için, yazlık sevgilinin gelip gelmeyeceğini bilemezdik. Sürekli bir bekleme hali oluşurdu. Gözümüz onların evinde! Perdeler hiç açıldı mı? Işık yandı mı? Tam vazgeçersiniz beklemekten, çarşının orta yerinde karşılaşırsınız. Ay bir heyecan, bir heyecan sormayın gitsin! Şimdi cep telefonu çıktı, aşkların da tadı bozuldu! Aynı adama yazlar boyunca aşık olabilirdin. Kışın dönüp şehrine, kış aşkınla kaldığın yerden devam edebilirdin. Ben de gençken çapkınmışım yahu! Ancak tek sorun şu olurdu: Kışlık sevgili hasretine dayanamaz, biriktirdiği üç-beş kuruşla atlar gelir, bir pansiyona yerleşirdi. İşte her şeyin arapsaçına döndüğü zamanlar bunlar olurdu. Bu durumda, yapılacak en akıllı hareket, ailenin akşam dışarı çıkmana müsaade etmediğini söyleyerek, kendini eve kapatmaktır. Yazlık yerler küçük olduğundan, birini kandırıp ötekiyle çıksan, diğerine mutlaka yakalanırsın! Kışlık sevgilinin cebindeki para, uzun süre orada kalmaya yetmeyeceği ve akşamları aile yasağından(!) seni göremeyeceği için, fazla kalmaz geri döner. Sen de yazın keyfine ve kısa heyecanına kaldığın yerden devam edersin. Ancak bu anlattıklarım 13-15 yaş arası, masum aşklar için geçerlidir. Kazık kadar olmuş ve neredeyse evlenme çağına gelmiş olan arkadaşların, bu taktikleri uygulamaması önemle rica olunur. O zaman keyifliydi işte, ne bileyim! Bak, şu anda gülümseyerek hatırladığım anılarım var. Yaşadığım her şey için mutluyum. Ben aşkı seviyorum, o da beni seviyor. Görüyorum ki, ben daha küçücükken düşmüşüm aşkın o sihirli suyuna, daha da iflah olmam!
Dilşah Kalkan ..EnginDergi.. Temmuz 2010 sayı-07