EnginDergi Y覺l: 2010 - Say覺: 08
FotoÄ&#x;raf: Pelin GĂźl
"Hayallerin son kullanma tarihi yoktur."
İçerik; Sy.04) Kayboluş - Engin Enginer Sy.04) Huzur Kaçışları - Elif Yıldız Sy.05) İktisadı Anlamak - Bora Eke Sy.09) Ele Avuca Sığanlar - Beyza Paksoylu Sy.11) Seçimlerinde Varsın - Sezin Dirier Sy.12) Benim Ülkem - İzge Berksü Özmen Sy.14) Marka Olmak Ne İster? - Yunus Baran Sy.16) Hayal Ormanı Testi - Tuğçe Büyükabacı Sy.19) Tebessüm - Engin Deniz Sy.20) Depresif Manifesto - Özlem Eker Sy.21) Marilyn Monroe - Nilgün Hepyalçın Sy.24) Karışık Melodilerim - Saadet Erdoğan Sy.25) Music Makes The People Come Together! - Ayşe Özge Öztimur Sy.28) Şarkıların Sonu - Özgün Şen Sy.29) Zaman Alsa da; İyileş! - Buket Konur Sy.30) Hep Aynı Rüya - Kezban Şahin Sy.31) Pamuk İpliğine Bağlı Mutluluklar - Şeyma Karadağ Sy.32) Tankut Nedir? - Dilşah Kalkan
Kayboluş Gözlerimi kapatıp dinliyorum Teninin kokusunu Nefes alıp Varıyorum yaşamın tadına Varlığın tutup Götürüyor uzaklara Neden buna Bir anlam veremiyorum Sanki kor alevlerden çıkmış Güzel dudakların Geliyor kulağıma Saçlarından süzülüp geçen Sesleri martıların Dön, bir kez daha bak Engin denizlere bakar gibi Etkileyen gözlerin değil Derin renkli bakışların…
Engin Enginer Nisan 2002 - İzmir
Huzur Kaçışları İçim küçük, içim dar... İçimde benim bile zor sığdığım bir sal... Ne kürek çekmeye derman ne de kıpırdayacak yer var. İçim küçük, içim dar... Aldığım nefes ne ki verdiğimin hesabını sorarlar. İçim küçük, içim dar... İçimde bir kuyu... Kuyunun ucu görünür de sonu hayra mı şerre mi çıkar.
Yoruldum, yoğuruldum akreple yelkovan arasında. Gel de anlat gecenin dört buçuğuna, zamanın su gibi akıp geçtiği anları; bazen gezinir de bir el pürüzlü bir tende, zaman da dört nala, havayı yırtarcasına koşan atlar gibi geçer gider. Gece ağır, gece kasvet ve gece güne bilmem ki kaçıncı kere gözlerimin önünde merhaba demekte. Ölüm bir ömür kadar uzak; sessizliği bozan tütün sesinde, her nefes intiharın eşiğinde. Yüzüm yoksa bana ait olmayanı istemeye, gözlerimi her kapatışta hayalinin önümde salınışları niye. Dalsın gözlerim deliksiz, rüyasız bir uykuya. yeter, birileri amin desin en derinden ettiğim şu duaya! içim küçük, içim dar, içimde dinmek bilmeyen yıkıcı bir fırtına. Uçurumun kenarında, gözleri sonsuz boşlukta; ben özledikçe düşmeyi seçer, kollarımın arasında kaybolmaktansa. Bozma sessizliğimi nefesim yalvarırım! Huzurumun kaçışlarını senden bilirim. Yok içimde istek, kolumda derman bu uçsuz bucaksız bahçeyi talana.
Elif Yıldız
İktisadı Anlamak Benim için iktisadı anlamak; onun altında yatan felsefeyi özümsemek, yaşamak ve yaşatmaktı. İşte o zaman bir İktisatçı olmanın dünyanın yegane saygın bir meslek olduğunu anlamak hiçte zor değildi. Lisans eğitimimizin şüphesiz ilk unutulmaz derslerinden biri Prof. Dr. Temel Ergun'dan aldığımız İktisada Giriş dersiydi. Bu derste iktisadın tanımını, alternatif maliyeti, gerçek bir iktisatçı olmanın ne kadar onurlu bir meslek olduğunu ve hocamızın bize açmış olduğu bir vizyondu; "Ben bir gün Nobel iktisat ödülünü, bu sıralarda oturan genç meslektaşlarımın alabileceğine yürekten inanıyorum, doğru çalışma ve azim ile bu sonuca ulaşmak mümkündür."
Ben ise yine o ilk günlerde içimde sahip olduğum heyecanla Sherwood'un olduğu yolda yürürken, bir öğrenci kulübünün cazibesine kapılıyor ve üyesi oluyordum. Dersler, okulumuzun laboratuarında İnternet'le tanışma, kulübümüzün toplantıları, yeni arkadaşlar, sosyalleşme ve o hiç bitmeyen koşuşturmalar… O koşuşturmalar ki; bugün okulumuza her adımı atışımda bana inanılmaz hep ilk günkü heyecanımı yaşatıyor. Çünkü her bir köşesi hatıralarla dolu. Taşıdığımız koliler, stantlar, organizasyonlar, kişisel gelişim seminerleri, eğitimler, kariyer fuarları, sözleşmeler, bir gün matbaaya gidip baskıyı öğrenmek bir gün Türkiye'nin en büyük iş adamlarının karşısına çıkıp gözlerinizdeki ışıltıyla onlara değişim diyebilmek; var olan yanlışlar yerine doğruyu en güzel şekilde yaratmak ve paylaşmak. Okuldaki mesailere ne demeli, uzun süren toplantıların altında okulda kapalı kalmak, o mesailerin en güzel yoldaşı emektar fakülte sekreterimiz Sıtkı hocamızı, o yurdum insanını tanımak. Binlerce anıdan hangisi bu yazıya sığabilir ki? Ancak bu çalışmalar giderek içimdeki bir özlemi doğuruyor ve bunun eksikliğini hissediyordum, o da içimdeki iktisat ateşiydi; sınav dönemi çalışmalarında bunu daha iyi anlıyordum. Seçtiğim bazı derslere girer olmuştum. Bir gün Prof. Dr. Recep Kök hocamızın İktisadi Düşünceler Tarihi dersindeki bir öğreti hayatımda ne istediğime dair bir açılım yaratacaktı; İktisadı üç ayağı olan bir canlı olarak hayal edebilirsiniz; üretim, tüketim ve titreyen, sallanan ve diğerleri kadar güçlü olmayan paylaşım ayağı. İktisat aslında sınırlı olmayan kaynakların paylaşımını sağlamak üzerine kurulan bir araçtı. Benim de üzerinde uzmanlaşmak istediğim alan bu olmalıydı. Recep hocanın bana bir mesajı vardı; sizin o karmaşık bilgileri unutabileceğinizi zaten biliyoruz. Bizim asıl amacımız; tüm bu bilgilerle sizin düşünmenizi, sorgulamanızı, beyninizdeki nöronların olaylar arasında ilişki kurmasını sağlamak. Bu gözle bakınca, hocanın dersinde onu karmaşık bilgileri anlatan bir insan değil, içindeki sonsuz iktisat sevgisini, hiçbir şeye aldırmadan anlatan bir aşık olarak görebilirisiniz. Baktığında görünen arındaki algılayabilmek, sizlerin öğreneceği en büyük derslerden biri olacaktır.
Yaşar hocayı tanımak… Girişimcilik adlı bir panelde son 10 dakika söz almış, paneli kurtarmakla kalmamış bize de paylaşımlarıyla etkisinde bırakmıştı. Fakültemizde yüksek lisans yaptığı yıllarda, yeri gelip günde 5 saat uyuyup, daha fazla okumayı tercih etmesi ve düşünceleri. Lisans eğitimimin son iki yılında Tarım Ekonomisi ve Rekabet Teorisi adlı derslerde öğrencisi olmak, kendisini Hümanist Düşünce Derneği'nde dinleme şansına sahip olmak. İktisadı hayatımızdan bir kesit olarak bizlere yansıtan, içindeki heyecanı bize aktarabilen, düşündüren ve en önemlisi de bizi dinleyen, kendimizi ifade etmemizi teşvik eden bir insan. "İyi bir iktisatçı dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir işte başarılı olabilecek niteliklere sahiptir." (Yaşar Uysal, Tarım Ekonomisi Dersi) Farklı olmak ve bunu hissetmek. Benim için İktisat bankacılıktan, para piyasasından farklı bir şeydi; hayal etmek, düşünmek, paylaşmak, yenilikler tasarlamak ve bu özgürlüğü de Yaşar hocanın derslerinde bulmak. "Bir gün rekabet teorisi dersinde, ön sırada oturan bir arkadaşım arkasına dönüp notlarımdan bir şey kontrol edip edemeyeceğini sordu, ben de ders notu tutmuyorum dedim. Nasıl olur, sürekli bir şeyler karalıyorsun gibi yüzüme baktı. Ayıp olmasın diye defteri uzattım. Bunlar sadece o sinerjiyle oluşan yeni fikirler ve hayallerdi." Öyle ki bir sabah ilk defa Yaşar hocanın dersine geç kalmıştım, ama ders arasında elimde Yaşar hocaya uzattığım girişimcilikle ilgili yazmış olduğum ilk makalem vardı. Lisans eğitimim sonunda ise yine çok değerli Timuçin Yalçınkaya hocamın tevşihiyle katılacağım kurultayın konusu da bu olacaktı; "Girişimciliğe Dayalı İhracat Stratejileri ve Toplumun Yeniden İnşası". Siz kişiliğinizi keşfediyor, hayat size inanılmaz şeyler yaşatıyor ve size neyin sizi mutlu edebileceğini anlatıyordu. Okul bitmiş, Yaşar hocanın kapısını çalmıştım. Bana, her şeyden önce İngilizce'mi ileri düzeyde geliştirmek için yurtdışına gitmemi söyledi. As teğmen oluşumun en önemli isteklerinden biri gerekli olan bu parayı biriktirmekti. Komando okulundaki öğrenimlerim, yaşam eğrisinde fiziksel ve zihinsel gücüme güç katacak, kıtadaki görevim Türkiye'nin her yerinden insanları ve ekonomik yaşamlarını öğrenmemi sağlayacaktı. Erzincanlı İlyas balıkçılık, Kocaelili Murat sebzecilik, Aksaraylı Mehmet çiftçilik… İktisadı anlamak demişken, her nerede olursanız ve üzerinizde hangi sıfat, üniforma olursa olsun, iktisadı yaşamak.
Bağışlanan can ve ardından ise huzuru tatmak, vizyonumuzu genişletmek ve İngilizcemi geliştirmek için yıldızlara bakıp hayalini kurduğum zorlu günlerde bana güç veren hayal; okyanusları aşmak için Kanada'da geçen yaklaşık bir yıl. Elde edilen kültürel ve bir dünya insanı olma farkındalığı. Üniversitemiz ve Fakültemiz… Ne kadar şanlıyız ki; üniversitemiz ülkemizin medeniyete ve değişime en açık olan şehrinde yer almaktadır. Yine ne şanslıyız ki fakültemiz Prof.Dr. Sadık Acar hocamız gibi nice değerli hocaların hocasını barındırmıştır. Kalbimizde daima yaşayacak olan bu insan fakültemize kültürüne görünmez bir el gibi yıllarca önemli katkılar sağlamış hayatını bu uğura adamıştır. Sevgili arkadaşlarım ve meslektaşlarım lütfen fakültemizde bastığınız her noktadaki bu maneviyatın farkında olun, gençliğinizin tadını çıkarın. Benim bir mezun olarak fakültemize biçmek istediğim vizyon; onun tıpkı Avusturya Girişimcilik, Schumpeterci Yenilikçilik yaklaşımlarında olduğu gibi Hümanist İktisatçılar Ekolü'nü temsil eden bir okul haline gelmesidir. Dünya'nın yakında yüzyılda giderek ihtiyaç duyacağı Hümanist (İnsancıl) yaklaşımın beşiği olmak ne güzel olmalıdır? Fakültemizin tüm bölümlerinin bir ekip çalışması ve bilgi çağının somut gerekleri için Vahap Tecim önderliğinde yükselen teknolojik gelişim, bu vizyona ulaşım yönünde itici bir güç olarak kullanılabilir. Ve bana şu an tüm sınırlamalardan uzak ne olmak istersin diye sorsalar? Girişimci olmak, gezgin olmak, ülkemi kültürümü tanımak, yurdun ve dünyanın her bucağında insanlarla bu hayalleri paylaşmak, üretmek ve bunun vereceği huzuru hayatımın sonunda değil, şu an yaşamak yanıtı olacaktır. Nasıl bir hayatınız olsun istiyorsunuz arkadaşlar? Hayalleriniz, azminiz ve davranışlarınız size o hayatı getirecektir. İktisadı anlamaya gelince; onun adı yaşamaktı.
Bora EKE 03.11.2008, Buca, İzmir, Türkiye
Ele Avuca Sığanlar Az ya da çok hepimiz vücut dilimizi kullanıyoruz. Sözcüklerin tarif edemeyeceği, yetersiz kaldığı yerlerde; aktarmak istediğimizi daha dolu, kişiselleştirilmiş sunmanın araçlarından bu işaret ve hareketlerden yararlanıyoruz. Ben konuşurken el işaretlerini hemen hiç kullanmadığımı, anlattıklarımla sadece mimiklerimin paralel gittiğini farkettim. Tabi karşımdaki kişiyle hiçbir ortak dilimizin olmadığı bir durumda alternatif iletişim kaçamağı olarak el işaretlerine sığınmayacağımı da söyleyemem. :) El işaretleri her ülkede bizim bildiğimiz anlamlarıyla karşımıza çıkmaz. Yurtdışına çıkacaksanız ya da yabancı kişilerle buluşacaksanız diğer kültürlerdeki anlamlarını da öğrenmek oldukça önemlidir çünkü en bilindik işaretler bile kendi içerik ve çeşitlemeleriyle alakalı değişiklik gösterebilir. Thumbs up (elin baş parmağını yukarı kaldırarak yapılan onay işareti) genel olarak kabul, onaylama, "güzel", "iyi iş çıkardın" anlamında yapılan işarettir. Ama bazı yerlerde ve durumlarda farklı şekillerde ortaya çıkar. Can kurtaranlar kendi sorumluluklarındaki güvenli yüzme alanlarını yüzücülere göstermek ya da görev devrinde bölgelerini diğer can kurtarana belirtmek için bu işaretten faydalanırlar. Scuba dalışında ise dalışı durdurup yukarı çıkmayı belirtmek için kullanılır. Basketbol hakemleri, otostopçular başkaca thumbs up'larla karşımıza çıkar. Bu işaretin kökü Eski Roma'ya dayanıyor. Latince sözcük "Pollice Verso", "Gladyatör mücadelesi" sonrası yapılan el işareti için söylenmiştir. Mücadele sonucu yenik düşen gladyatör halkın yargısına bırakılırdı. Halk, thumbs down yaparsa gladyatör ölüme mahkum edilir, thumbs up yaparsa salınırdı. V for Victory (Zafer işareti V) popüler bir efsaneye göre Yüzyıl Savaşları'nın bir parçası olan Agincourt Savaşı'ndaki İngiliz okçuların işaretidir. Fransızlar savaş öncesi yaptıkları açıklamada; Agincourt Savaşı'nda galip gelirlerse esir alacakları İngiliz okçuların ok atan parmaklarını keseceklerini duyurmuşlar. Fakat İngilizler, zafer kazanmış ve ok atan parmaklarını hala sağlam olduklarını göstermek için kaldırmışlar.
Daha sonraları II. Dünya Savaşı'nda Winston Churchill, V işaretini ''zafer'' anlamında kullandı. Vietnam Savaşı'nda savaş karşıtı gösterilerin en önemli sembolü oldu. 1960 - 1970 başlarında alternatif ve anti savaş hippi işareti haline geldi. Günümüzde genelde barış anlamında kullanılıyor. George Bush Snr'ın 1992 Avustralya turunda Canberra'daki Amerikan tarla sübvansiyonunu protesto eden bir grup çiftçiye "barış işareti" vermek isterken hakaret anlamı içeren yanlış V işareti (elin dışı çiftçilere doğru V işareti) yapmış ve büyük tepki almıştır. Kötü V işaretinin 25 ülkede 1.200 konuyla ilgili kaynaklarla yapılan görüşmeler sonucunda İngilizler dışında neredeyse bilinmiyor olduğu ortaya çıkmış fakat İngiliz kültüründen etkilendikleri muhtemel olan ülkelerde tepki almaya devam etmiştir. Spesifik bir neden olmasa da V işaretinin elin dışı karşıdaki kişiye dönük olduğunda erkek vücüdunda anormal bir durumu, göz çıkarmayı ya da karısı tarafından aldatılan erkeğin taklitsel boynuzlarını simgelediği iddiaları vardır. Fingers crossed'un (çapraz parmak işareti, baş ve orta parmağın üstüste getirilmesiyle çıkar) putperest Hristiyan köklere ait olduğu sanılmaktadır. Böyle yapılarak kötülüklerin defedildiğine ve şans getirdiğine inanılır. Halk arasında, yalan söylerken yapılan çapraz parmak işaretinin yalanı nötre çevirip, dengelediğine inanılır. Bazı tarihçilere göre işaret Hrıstiyan hacını oluşturmanın diğer gizli bir yoludur ve bu şekilde kötü ruhu yeneceklerine inanırlar. İşaret kendi içinde hem pozitif hem de negatif semboller taşır. Şans veya yalan.. OK! Perfect (tamam, harika işareti) baş parmakla işaret parmağının birleştirilip diğer parmakların düz tutulmasıyla yapılır ve dalgıçlar tarafından karışıklığın ortaya çıkmaması için popülere edildiği düşünülür çünkü baş parmak aşağı / yukarı işaret ederek kaldırmak, suda aşağı inmek / yukarı çıkmak anlamında kullanılır durum böyle olunca ''tamam'' için bu işaret verilir. Gerçek ise bu işaretin yüzyıllardan beri değerli taş tüccarları tarafından kullanılıyor olması. Tüccar, işaret ve baş parmağı arasına koyduğu taşı ışığa tutup hareket ettirir, her açıdan taşta çatlak olup olmadığını ve kusursuzluğunu test eder. Kusursuzluğu bulma umuduyla farkında olmadan yaptıkları işaret de adını burdan alır. OK! işareti Almanya'da harika ya da bölgelere göre hakarete eşittir. Japonya'da para, Avustralya'da sıfır ve değersiz, Latin Amerika ve Fransa'da hakaret anlamındayken Türkiye'de homoseksüel anlamına gelir. Bizim "buldum!" manasında yaptığımız parmak şıklatma, tekrar tekrar ardarda yapıldığında bir şey hatırlamaya çalıştığını gösterir. Latin Amerika'da "çabuk ol!", Amerika'da tek şıklatma "bir fikrim var!", birçok ülkede birinin yüzüne doğru şıklatma ise hakaret ya da saldırı anlamına gelebilir.
Birçok işaretin arasında en dikkat edilmesi gereken herhalde Türkiye'de "çok lezzetli" anlamında beş parmağımızı birleştirerek elimizi hafif salladığımız işarettir. Yanlışlıkla yurtdışında bir restorantta yaparsanız sizin sapık olduğunuzu düşünebilirler.. :) Bir şey keyfinizi mi bozdu? Eh burada da yanlış anlaşılmalara yol açmayacak tek el işaretini kullanın.. :)
Beyza Paksoylu
Seçimlerinde Varsın Hayatımızın seçimlerden oluştuğu gerçeğiyle küçük yaşlardan itibaren karşılaşıyoruz. Her gün milyonlarca minik seçim yapıyoruz; neler yaşayacağımızı, ne şekilde devam edeceğimizi bizler seçiyoruz. İlişkiler söz konusu olduğundaki seçim yelpazesi de sanıyorum ki bilinenden daha geniş.. Hayatımı yavaştan yavaştan şekillendirdiğim şu anlarda yaptığım her seçimin, verilen ufacık kararların kelebek etkisiyle katlanacağını ve hayatımı etkileyeceğini biliyorum. Dikkatli olmaya çalışıyorum; daha fazla çocuk olmamaya.. Mantıklı davranmaya ve elbet de ‘daha iyi’ olmaya.. Yine de yaşam zorluyor beni… Hiç ummadığım anda karşına çıkan bir şey, karar ve isteklerimi etkileyebiliyor. Bundan 3 dakika önce yazmayı düşündüğüm şeyle şu an yazdığım şey arasında bile milyonlarca fark var. Bazen, ‘asıl ben’e düşmek, içinde kaybolmak ve hayatın gidişatının nasıl olacağı noktasında hiçbir şey düşünmemek istiyorum… Bazen de artık zamanımın geldiğini; bir nebze de olsa durulmam, uslanmam ve kendime bir çeki düzen vermem gerektiğini… Aslında en çok insanlara neler söylemem gerektiğini düşünüyorum. Nasıl davranmam gerektiğini.. İçinden geleni mi yapmalıyım, yoksa ‘aklı başında’ mı olmalıyım? Ev arkadaşım, sıklıkla bu gibi anlarda kendimi
tutmam gerektiğini ve tabii ki her arzuladığım şeyi dile getirmemem gerektiğini söylüyor… Peki neden? Öyle olduğu zaman, insanlar için ‘daha değerli’ olunuyor da ondan. Ne yazıktır ki bizi çevreleyen insanların büyük bir bölümü bu şekilde düşünüyor. (Kaçan kovalanır, seversen üzülürsün – üzersen sevilirsin, söyledin de ne oldu, ilk o söylesin, ilk o yapsın, ilk o bilmem ne etsin muhabbetleri kısacası...) Peki neden? Öyle olduğu zaman gururunu korursun da ondan. Yahu, ne gibi bir anlayış bu gerçekten anlamıyorum. Karşımdaki insan, iletişimde olduğum kişi – aramızdaki iletişim ne şekilde olursa olsun – bana karşı gerçekten dürüst olsa ve içinden geldiği gibi davransa son derece mutlu olurdum. Hayatına, ilişkimize, düşündüklerine uygulamasa… Elekten geçirmese…
ve
de
söylediklerine
sansür
‘Zamanı değil‘ diye düşünmese… Ben, hayatım boyunca, o minik seçimler noktasında, bunun aksini yaptım işte. Hiçbir zaman içimden geçen bir şeyi gizlemedim. İyi ya da kötü ayırt etmeden, düşündüklerim ve hissettiklerim noktasında net oldum. İstisnasız her kişiye, onun hakkında ne düşündüğümü ve bana ne anlam ifade ettiğini söyledim.. Sonucunu da önemsemedim üstelik…
Sezin Dirier
Benim Ülkem 1923 yılında bağımsızlığını ilan etti benim ülkem… Yüzyılın en büyük devlet adamı, dahi insan sayesinde… Naciz vücudunun elbet birgün toprak olacağını biliyordu, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır dedi son nefesini verene kadar. Çünkü Kurtuluş Savaşı’nda akıtılan onca kan Cumhuriyet içindi. Karanlıktan aydınlığa geçebilmek içindi tüm çaba…
Yıl 2010 Maalesef benim ülkemde hala Cumhuriyet rejimi tartışılıyor. Maalesef benim ülkemde bilim adamlarının başarıları konuşulmuyor çünkü benim ülkemde maalesef kız çocuklarımızı okula gönderebilmek için bile kampanyalar düzenlenmesi gerekiyor.. Çünkü onca yıl O dahi insanın fikirlerini, duygularını anlayamayanlar, hissedemeyenler karanlıkta çoğaldıkça çoğaldılar. Bizler o sırada sağcısolcu diye bölünmekle meşgulken, onlar Cumhuriyetin temel yapı taşı Laikliği hiçe saymaya cesaret edebildiler.. Ya Laik olursun, ya Müslüman diyerek halkın dini duygularını sömürmeye kadar gittiler. Sonuç biz bir olamadık, onlarsa yönetimi ele geçirdiler. Millet sefalet içindeyken refaha kavuşturabildikleri sadece kendileri oldu. Ama yetmedi… Yasama-Yürütme-Yargı’da güçlerin ayrılığı ilkesiydi sıradaki hedef. Yönetim ellerinde olduğu için artık daha kolaydı herşey.. Hızla yol aldılar. Sıra orduda.. En baştan ‘Orduyu demokrasinin üstündeki bir kılıç gibi görmeyeceğiz ve göstermeyeceğiz’ diyen zihniyet, orduya saldırdı bu sefer, kendinden emin... Her şeyi olduğundan daha farklı gösterebilme ve ikna etme yeteneğine sahip olduklarını çoktan kanıtlamışlardı çünkü.. 12 Eylül 2010 Demokrasi için evet deyin diye vuruyor benim ülkemin halkını bu sefer... Aynı yönetim değil mi DEMOKRASİ AMAÇ DEĞİL, ANCAK BİR ARAÇTIR diyen.. Demokrasi amaç değilse, amaç ne peki? Demokrasi araçsa neye ulaşmak için araç peki? Bu çaba, bu sahtekarlık niye? 12 Eylül sabahını bekliyorum, şu an uzaklarda ama o gün Atamın huzurunda, gavur memleketimde… Ama üzgünüm Atam biraz da korkuyla…
İzge Berksü Özmen
Marka Olmak Ne İster? Marka olmak süreklilik ister. Markam Yazıyor gazetesindeki “Sokaktan Markalar” köşesinde oldukça ilginç yerli çalışmaları inceliyoruz. Hepsi birer ticari unvan sahibi dükkân ya da firma. “Sokaktan” demekteki amacımız aslında esnaf mantığını, bu mantıkla işleyen ve ilerleyen işleri deşmekti. Memlekette ekonominin büyük bölümünün döndüğü cadde perakendeciliği konusundaki eksikleri de gözler önüne sermekti. İş, cadde ve sokaklar olunca seyyarları da es geçmek olmaz. Onlar da çok önemli. Her gün geçtiğimiz yolların ya da ara sıra uğradığımız mekânların ve caddelerin müdavimi seyyarları fark etmiştir herkes. Belki sizden farklı olarak ben bu adamların nasıl bir süreklilik arz ettiğini de fark ettim. Öncelikli örneğim üniversite yıllarımın vazgeçilmez mendilcisi “sel-paaaaaaaak” satıcısı.
Benli yaşlarda oldukça sevimli bir genç arkadaş. Okulumuzu kapısında “sel-paaaakk” şeklindeki ifadesi ve güzel sesiyle yıllarca selpak sattı. Tüm öğrencilerin ve okulu ziyaret edenlerin dilinden yıllarca düşmeyecek bir ikon oldu. Dokuz Eylül Üniversitesi’nin bir fenomeni olmayı başaran bu arkadaş onlarca dergi sayfasında inceleme konusu olmayı bu özelliği ile başardı. Hakkında gruplar açıldı, onlarca seyyar çocuk tarafından taklit edildi ve videoları çekildi. Ama o, ne bir kez tarz değiştirdi ne de şımardı. Hala okul kapısında yaz kış selpak’ını satmaya devam etti. O piyasanın ve binlerce üniversitelinin aradığı sima olmayı başardı. Çok kazanmadı belki ama yaptığı işte başarıya ulaştı. Kendini geçindirdi ve şimdi de evlendi. Mutlu yuvasının babası oldu.
Diğer sıra dışı tutarlı örneğim ise herkesin yakından tanıdığı bir ses. İstiklal Caddesi’ndeki ağzına bir aparat koyarak melodiler uyduran “cikcik Necati”. Bu sabırlı arkadaş ağzına yerleştirdiği o ufak aparatla kuş misali cikcik sesle dikkatleri devamlı üzerine çekmeyi başarıyor. Büyük bir merakla her turistin bu arkadaşı inceleyerek önünden geçtiğini, durup baktığını ve fotoğraflarını çektiğini görüyorum. Muhtemelen bu türden sesler çıkaran birini ilk kez görüyorlardı veya ağzındaki aparat ile ilgileniyorlardı. Tam bilemiyorum. Gözlemlediğim kadarıyla arkadaş yıllardır tarzından ve yaptığı işten fedakârlık göstermiyor. “God Father” ve” cikcik” melodilerini büyük sabırla tekrar eden “cikcik Necati’yi” İstiklal’de görmediğim her gün merak ettiğimi itiraf edeyim. Acaba nerede diye onu arayan gözler var mıdır bilmiyorum ama ben ettim. Tuhaftır, şu ana kadar daha bir kişiye bile o aparatı sattığını ve bir para alış-verişi yaptığını da görmedim. Zevk için mi yapıyor bu işi hiç bilmiyorum. Merak ediyorum ama gidip sormuyorum. Marka olmaya aday bir süreklilik göstermese belki de ilgimi bile çekmeyecek biriydi. Tıpkı yine İstiklal Caddesinin simgelerinden Pala Şair gibi. Ölümünden dört ay sonra balmumu heykeli ile caddedeki eksikliği bile doldurulmaya çalışılmıştı. Bu gibi sokak markalarımız hep var olsun. Hayatımızın renkleri yok olmasın. Yıllar yılı yaptıkları iletişim çalışmalarıyla akıllarda kalmaya çalışan birçok marka; bu basit örneklerdeki gibi tutarlı ve süreklilik arz eden durumun getirisi ile mesajlarında başarılı olurlar, istedikleri gibi hatırlanırlar. O sesler, müzikler, kişiler, ürünler, kokular, tonlar onları tanımlar. Hepsinden bir eksik veya bir fazla bir şey katmak istenen etkiyi değiştirir, formülü bozar. Bu çalışmada logomuz daha büyük olsun, On yıldır kullandığım sloganımı burada kullanma, Bu renk çok soluk, kurumsalımız değil ama olsun, daha canlısını kullanalım, Lokum gibi ürünümüz var, ürün nerede? Tüm reklam ürün görselinden oluşsun, Biz hiç sempatik olamadık, biraz daha samimi olalım, sanki güldüren reklamlar daha çok tutuyor, Azıcık ünlü-harf kullanalım ama yarın paramız yetmezse ünsüz-harflerle devam ederiz, Bu konumda çok kaldık, başka konumlar da var onları kapmasınlar azıcık esnek oynayalım…
Gibi konular; markanın özüyle örtüşmeyen istek ve tutumların bir kısmına örnek olabilir belki. Abartı gelmesin yaşanan şeyler. Teklifin hangi taraftan geldiği çok da önemli değil. İster müşteri isterse ajans tarafı markanın özü tabir edilen kısmı ihmal etmemeli. Sonrasında esnetilebilecek olanlar zaten esner. Sokaktan markalar örneğinde devamlı kötü örnekler değil güzel örnekler de bulmak mümkün. O amatörlük içinde o kadar profesyonel bir süreklilik güç olsa gerek. Fakat mümkün. Sürekli markalar dilerim. Sevgiler.
Yunus Baran
Hayal Ormanı Testi Tam olarak kimden duyduğumu hatırlayamadığım, lise yıllarından bir test kaldı aklımda. Bu testi, yakın arkadaşlar birbirine yapar ve bir nevi kişilik analizinde bulunurlardı. Bilimsel bir gerçekliği olmamakla beraber, eğlenceli ve basit bir psikanaliz yöntemdi. Şimdi, bu testi sizlerle de paylaşmak istiyorum. Haydi, hazırlayın kalemi kağıdı. Okurken hem eğleneceğiniz; hemde biraz kendinizi keşfedeceğiniz bir yolculuğa çıkıyoruz. Unutmadan söyleyeyim; öykünün sonuna kadar cevaplara bakmak yok. Zaten herhangi bir puanlama sistemi olmadığı gibi; şıkların da birbirinden üstünlüğü yok. Test bittikten sonra bakın bakalım, verdiğiniz cevaplar size bilinçaltınızdan ne gibi izler getirmiş. İyi eğlenceler... 1. Bir ormana girdiğinizi hayal edin. Yürüyorsunuz. yürüdüğünüz bu orman, nasıl ağaçlardan oluşuyor? a) Yüksek ve ulu ağaçlardan oluşuyor. b) Kısa, bodur ağaçlardan oluşuyor.
Hayalinizde
2. Hayalinizdeki bu orman nasıl ışık alıyor? a) Çok sık yapraklı olduğu için ağaçlar, ortalık loş gibi... b) Çok aydınlık. Ağaçlar, gün ışığını hiç engellemiyor. 3. Bu büyük ve güzel ormanda yolunuza devam ediyorsunuz derken; bir su sesi duydunuz. Bir iki adım daha attıktan sonra o muhteşem manzara karşınızda. Acaba ne gördünüz? a) Uçsuz bucaksız bir okyanus. b) Ormanın içinden geçen büyük bir nehir. c) Çok güçlü bir şelale. d) Büyük bir göl.
4. Bu muhteşem manzaranın tadını çıkardıktan sonra yeniden yola koyuluyorsunuz; fakat yolunuzda ilerlerken, ayağınıza bir şey takılıyor. Baktığınızda; bir anahtarlık buluyorsunuz. Bulduğunuz anahtarlık...? a) Camdan yapılmış. b) Ahşaptan yapılmış. c) Metalden yapılmış. 5. Yolunuza devam ediyorsunuz. Bir baktınız ki o da ne! Karşınızda bir ev duruyor. Peki, karşınıza çıkan ev nasıl? a) Büsbüyük, gösterişli, müstakil bir ev. b) Küçük, sevimli, bahçeli bir ev. 6. Bu gördüğünüz evin giriş kapısı açık. Ne yaparsınız? a) Eve yaklaşıp, pencerelerden içeriyi gözetlersiniz. Ona göre de girip girmemeye karar verirsiniz. b) Hemen içeri girersiniz. c) Hiç ilgilenmeden yolunuza devam edersiniz. 7. O kadar çok yol aldınız ki, artık bu hayal ormanında çıkma vakti gelip çattı. Ama çıkış yolunun üstünde bir duvar var. Bu duvar hayalinizde nasıl? a) Çok yüksek, güçlü bir duvar. b) Küçük, hemen yıkılabilecek bir duvar. 8. Son sorumuza geldik. Bu duvarı aşarsanız, ormandan çıkacaksınız. Nasıl aşarsınız? a) Duvarın üzerinden atlayarak çıkarım. b) Yanından dolanıp, ormandan öyle çıkarım. Gelelim Cevaplara... 1. Hayal ettiğiniz ağaçlar: Sizin, idealleriniz hakkında ipuçları verir. a) Hayal ettiğiniz ağaçlar, yüksek ve ulu ağaçlarsa: Hedeflerinizi büyük tutuyorsunuz. b) Eğer, küçük ağaçlar gözünüzün önünde canlandıysa: Aza kanaat getiren kişilerdensiniz. 2. Ormandaki ışık oranı: Sizin hedeflerinize ulaşma konusunda ne kadar umutlu olduğunuzu gösteriyor. a) Eğer orman loş ise: Kendinize pek güvenmiyorsunuz. b) Ormanınız çok aydınlıksa: İdeallerinize ulaşabileceğinize inanıyorsunuz. 3. Tasarladığınız su birikintisi: Sizin, hayata bakış açınızı özetlemektedir. a) Okyanus: Hayatı derin ve sonsuz olarak gördüğünüzü anlatır. Siz her
şeyin derinine inen ve mistik bir alt yapıya sahip bir kişisiniz. b) Nehir: Hayatta sizin için en önemli şey güç ve harekettir. Kendi içinizdeki karşı konulamaz potansiyeli farkındasınız. c) Şelale: Hayata korkusuzca bakarsınız. Yeniliklerin ve maceraların peşinden koşmaktan, hiç çekinmezsiniz. d) Göl: Bu şıkkı seçen insanların, hayata bakış şekli durgunluk ve huzurdur. Yeri geldi mi, insanları kucaklayabilen; yeri geldiğinde ise, içine kapanabilen bir yapıya sahiptirler. 4. Bulduğunuz anahtarlık: Hayat tarzınızda neye daha çok önem verdiğinizi gösterir. a) Cam: Bir nesnenin, göze hitap etmesinin sizin için önemli olduğunu gösterir. Estetik ve şık tasarımlar sizin tercihiniz. b) Ahşap: Sizin içinse, dış görünüşten çok sağlamlık ve doğallık daha önemli. Günlük hayatınızda daha çok rahat tasarımlar tercihiniz. c) Metal: Siz, sağlamlık ile estetiği bir arada buluşturmaya özen gösteriyorsunuz. İyi işlenmiş, dayanıklı ve modern tasarımlar tercihiniz. 5. Hayal ettiğiniz ev: Sizin, hayat standartınızı nasıl tutmak istediğinizi gösterir. a) Hayal ettiğiniz büyük ev: Sizin, maddi getirilere önem verdiğinizi ve standartın üstünde bir yaşamı arzuladığınızı imgeler. b) Küçük ev ise: Zorunlu yaşam standartınızı sağladıktan sonra, elinizdeki ile yetinecek bir yapıya sahip olduğunuzu imgeler. 6. Eve yaklaşma biçiminiz: Sizin, diğer insanlara karşı güven duygunuzu yansıtır. a) Bazen ileriye doğru adımlar atmak isteseniz de, yeterince cesur davranamıyorsunuz. Eğer doğru yerde, doğru değerlendirmeleri yaparsanız; güven duygunuzdan iyi bir şekilde yararlanabilirsiniz. b) İnsanlara çabuk güveniyorsunuz. Bu yüzden de, ummadığınız anda hayal kırıklıkları yaşıyorsunuz. c) İnsanlara karşı güvensizsiniz. Size göre; kendi sınırlarınızda kalmak her zaman daha güvenli. Eğer bu güvensizliğinizi törpülemezseniz; hayata dair bir çok fırsatı ıskalayabilirsiniz. 7. Hayal ettiğiniz bu duvar: Sizin, sorunlara bakış açınızı yansıtacaktır. a) Çok yüksek ve güçlü bir duvar ise: Sorunları gözünüzde oldukça büyüttüğünüzü gösterir. b) Küçük, hemen yıkılabilecek bir duvar ise: Her ne olursa olsun; sorunlarınızı fazla büyütmeden, çözüme ulaşmayı amaçladığınızı gösterir. 8. Ve son cevabımız. Bu soruda cevap verdiğiniz yöntem; hayatta ki engelleri nasıl aştığınızı anlatmaktadır. a) Eğer duvarın üzerinden atlıyorsanız: Korkusuzca engellerin üzerine gidip, mücadele ediyorsunuz, demektir.
b) Duvarı dolanarak geçiyorsanız: Engeller sizi çabuk yıldırıyor ve zaman zaman kolay yolu tercih edip, kaçmayı düşünüyorsunuz. Engellerle yüzleşmekten kaçınıyorsunuz, demektir.
Tuğçe Büyükabacı
Tebessüm Bir çoğunuz bilirsiniz Abidin Dino’nun Mutluluğun Resmi'ni. Nazım Hikmet der ya “Bana mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?” diye üstat da konuşturur fırçalarını ve o şaheseri yaratır. Biz de bakar bakar imreniriz o resimdeki çatısı akan fakir aileye. İşte öyle yazmak istiyorum ben. Yazılarımda kirli, pasaklı, üstü başı yırtık, eli yüzü çiziklerle dolu bir çocuğun gözlerindeki pırıltıyı bulun istiyorum. O yazıyı yazmak için uğraşıyor cümleleri arşa ulaştırmak istiyorum ve yazdıkça özgürleşiyorum. Kalem kağıt ve düşüncelerden oluşan bir ülkenin hünkarı, askeri, köylüsü, sarayındaki cariyesi, batağındaki fahişesi, hizmet eden kölesi, sokağında bağırıp çağıran delisi oluyorum yazarken. Kalem çalıştıran cümleleri kusup masa başında buluyorum kendimi. Sanki karşılıklı iki camı açılmış bir oda misali zihnim. Uçuşuyor esintiden düşünceler yakalayabildiklerimi yapıştırıyorum kağıda yakalayamadıklarım bir birkaç gece daha konaklayacaklar o odada. Zafer kazanmış bir generalin gururu, kafasına silahı dayamış bir adamın çaresizliği, ilk sevgilisinden tekmeyi yiyen bir gencin ezilmişliği, ilk kez sevişen bir erkeğin heyecanı ve daha teşbihini yapamadığım bir çok duyguyu hissediyorum iliklerimde ve kalem yardımıyla kağıda da ilikler açmaya çalışıyorum tüm amatörlüğümle. Bu dünyanın bu ülkesinin bu şehrindeki bu evinin bu odasından çıkıyor, başka dünyaların başka ülkelerinin başka şehirlerindeki başka evlerinin başka odalarına uzanıyor ve başkalarına anlatıyorum beni bilmediğim bir dilde. Yazıyorum çünkü yazarken biliyorum kim olduğumu ve kim olamayacağımı. Eğer bir gün yazılarımda o çocuğu görürseniz yıkamayın onu. Ne yeni kıyafetler alın ona ne de pansuman edin yaralarını. Sadece gözlerine bakın onun ve gülümseyin tüm dişlerinizi göstererek. Büyüsün çocuk o gülümsemeyle. Gözlerindeki pırıltı sönmesin sonsuza dek kapandığında…
Engin Deniz
Depresif Manifesto Herkese merhaba, Bu ay pek bi'dertliyim, anlatamam. Tahammül sınırımı zorluyor her şey, eleştirel bir kimlik takındım söylenip duruyorum, şu en nefret ettiğim dırdırcı insan tipine büründüm, vallahi sosyal bir insan olmamdan kaynaklanıyor başka bir şey değil. Gözlem yapmadan duramıyorum, bakınca her şeyi görüyorum (ya da öyle sanıp avunuyorum) ne yapayım? Ademoğlu olmanın bütün özelliklerini taşıyor olmamızdan mıdır nedir sevgili okur, herkeste bir hayıflanma, bir asabiyet, bir mutsuzluk almış başını gidiyor... Totaliter rejimle otoriter rejim arasındaki farkı bilmeyen insanların güncel olaylar için yaptığı yorumları hayretler içinde dinliyorum, doğayı hunharca katleden bilinçsiz tüketicilerin havaların ısınmasından kaynaklı rahatsızlıklarını ellerindeki klima kumandalarını görmezden gelerek etraflarına tükürükler saçarak anlatmalarını kabullenemiyorum. Şu yeniyetme gençkızların ve kendini yeni yetme gençkız sanan orta yaşlıların sürekli depresif olmalarını, hayattan bezmiş köle modunda ortalarda dolaşmalarını, hayatlarının merkezine bir erkeği oturtup, hem kendi etrafında hem de o erkeğin etrafında pervasızca dönmelerini göz ardı edemiyorum. Trafikte, ani alınmış bir kararla ya da normal seyirdeyken (hiç farketmez) birdenbire dönen ve dönerken sinyal vermeyen trafik canavarlarını affedemiyorum. Deniz kenarında halka açık bir plajda, mangal yakıp, semaverle çay demleyen Türk ailesinin genetik kodlarını hakikaten çok merak ediyorum. Örneklerin bunlarla sınırlı olmadığını çok büyük bir üzüntüyle belirtmekte fayda var... Sürekli dır dır eden kızları, ailelerine yük olup çalışmaktan aciz erkekleri, kredi kartlarına güvenip bendensin diyen zihniyeti, çok şey bildiğini sanıp boş konuşan tipleri, birilerinin gözüne girmek uğruna kendi fikirlerini saklayıp başkalarının fikirlerini kuşananları, arkadaş toplaşmalarına başkalarından alınan ödünç kıyafetlerle katılanları, bir koca yılda bir adet kitap okuyamayan bırakın kitabı gün boyu internette sosyal paylaşım sitelerinde dolaşıp tek bir günlük gazetenin manşetini bile tıklamayan gençliği esefle kınıyorum. Lütfen biraz kendimizi tanıyalım, kimiz, nerdeyiz, hayattan beklentimiz ne, aslında ne olmak istiyoruz, amacımız ne, nelerden zevk alıyoruz... Lütfen biraz kendimize yatırım yapalım, okuyalım, dinleyelim, gezelim, paylaşalım, biriktirelim...
Lütfen biraz kendimizi sevelim, hayata karşı dik duralım, farkında olalım, kendimiz olalım... Bu, sıradan bir insanın şahsi bir manifestosu olup, kendi kendini imha etmeye programlanmıştır. Sağlıcakla kalın, Not: Sevgili Y, bi'yandan yazıp, bi'yandan konuşup, bi'yandan düşünüp aslında bi'çok şey yapmışım. İlham perilerimi ayakta tutup beni sürekli gülümsettiğin için teşekkürler...
Özlem Eker
Marilyn Monroe Marilyn Monroe [01 Haziran 1926 - 05 Ağustos 1962], (asıl adı Norma Jeane Mortenson) Yahudi asıllı aktrist. ABD'li sinema oyuncusu, şarkıcı ve modeldir. 20. yüzyılın en ünlü sinema yıldızlarından, seks sembollerinden ve pop ikonlarından biriydi. Biolojik babası tam olarak bilinmeyen Monroe’nun babasının, annesinin RKO stüdyolarında film editörü olarak birlikte çalıştığı Charles Stanley Gifford ismindeki satış elemanı olduğu düşünülmektedir, ikinci ihtimalle annesinin ikinci kocasıdır. Monroe kötü bir çocukluk yaşamıştır. Annesi şizofreni olduğu için çocukluğunun büyük bölümünü yetimhanede geçirmiştir. Yetimhaneden çok dindar bir aileye evlatlık verilmesinin ardından annesi hastaneden çıkıp Monroe'yu tekrar yanına almıştır ancak bu seferde üvey babasının cinsel tacizine maruz kalan Monroe çok aile değiştirmek zorunda kalmış sonunda komşunun oğlu ile 16 yaşında evlenmiştir. 4 yıl süren evliliğin bitmesi üzerine Monroe hemen mankenlik ajansına başvurmuş saçlarını kestirmiş, platin sarısına boyatmıştır. Ve bu saç stili günümüze bile damga vuracak kadar dönem dönem kendini göstermiştir.
Bu dönemlerde çektirdiği çıplak fotoğraflar gelecekte başına dert açacaktır.
Yıllarca küçük rollerde kendini gösterdikten sonra Gentlemen Prefer Blondes, How to Marry a Millionaire, Some Like It Hot ve The Seven Year Itch gibi filmlerde gösterdiği komedi yeteneği, seksi cazibesi ve ekrandaki görünüşü 1950'lerde ve 1960'lı yılların başında en popüler film yıldızlarından biri olmasını sağladı. Kariyerinin sonlarına doğru başarısının ölçüsüyle Bus Stop ve The Misfits gibi filmlerde dramatik rollerde de oyunculuğunu gösterdi ve eşi görülmemiş popüler bir ilgi nesnesi haline gelip, kazandığı bu şöhret ile zamanının diğer yıldızlarını geride bıraktı. Niagara filmindeki oyunculuğuyla oyunculuğunu film eleştirmenlerine kanıtlamıştır. Monroe burada kocasını öldürmek isteyen bir kadını canlandırmaktaydı. Oysa ki, halkın gözündeki mutlu imajının aksine, özel hayatında yaşadığı hayal kırıklıkları ve güvensizlikleri zaten var olan problemlerini daha da derinleştirdi. Özellikle 1950'li yılların sonuyla 1960'lı yılların başından itibaren yaşadığı çeşitli sağlık sorunları ve kişisel problemleri kariyerine de yansımış ve Monroe'nun çalışması zor ve dengesiz biri olarak kötü ün yapmasına sebep olmuştur. Yine de ölümününden itibaren ünü gitgide artarak tüm zamanların en önemli kültürel figürü ve ikonlarından biri olmuş, sık sık diğer ünlüler tarafından taklit edilmiştir. Ölümünden önce yakalayamadığı büyük ilgiyi öldükten sonra gören sanatçılardandır kısacası. Ölümü resmi olarak aşırı dozda uyku hapından kaynaklanan muhtemel intihar olarak geçse de ölüm sebebi üzerine pek çok spekülasyon yapılmış, komplo teorileri oluşturulmuştur. Hala ölümü büyük bir sır perdesi gibi tam olarak açıklanamamaktadır. Bu sır ölümlere; Elvis Presley, Lady Di ve son zamanlarda kaybettiğimiz popun kralı Michael Jackson’u örnek verebiliriz.
Monroe, 1999 yılında Amerikan Film Enstitüsü'nün tüm zamanların en büyük kadın film yıldızı sıralamasında altıncı sıraya yerleşti. Laurence Olivier ile birlikte The Prince and the Showgirl isimli bir film çevirdi. Bu filmi eleştirmenlerden karışık eleştiriler almasına ve fazla hasılat yapmamasına rağmen, özellikle Avrupa'da Monroe yine oyunculuğu ile büyük övgü kazandı ve Oscar Ödülü'ne denk ödüller olarak görülen İtalyan David di Donatello ve Fransız Crystal Star Ödülleri'ni kazandı. Bu sırada hamile olduğunu öğrenen Monroe dış gebelik yüzünden bebeğini aldırmak zorunda kaldı. 1960’lı yıllara doğru psikolojik ve fiziksel sorunları, alkol ve reçeteli hap bağımlılığı, iki sefer yorgunluk ve sinir bozukluğu sebebiyle hastaneye yatırılması ve sete sürekli geç gelmesi nedeniyle çekimlerde çok fazla sorun ve gecikmeler yaşanmasına sebep oldu. Dönemin çok ünlü aktörleri ile başrol paylaştı, bunlardan ikisi Clark Gable ve Dean Martin’dir. 1962 yılında "Something’s Got to Give" adlı komedi filminde oynamaya karar verdi. Bu film, onun aynı zamanda ilk çıplak sahnesini de içeriyordu. Ancak film boyunca hasta olduğunu öne sürerek sete az gelmesi ve onun yerine hakkında aşk söylentilerinin çıktığı J.F. Kennedy'nin doğum günü için şarkı söylemeye gitmesi üzerine Fox şirketi tarafından filmden kovuldu, sözleşmesi iptal edildi ve film şirketi tarafından kendisine tazminat davası açıldı. Zaten bu meşhur şarkıyı bilmeyenimiz yoktur ‘Happy birthday Mr. President’ kürsüde konuşma yapan Kennedy’nin yanına gidip kürkünü çıkaran Monroe seyircilerin şaşkın bakışları arasında bu şarkıyı söylemeye başlar. Ayrıca Monroe’nun başka bir özelliğide altı adet ayak parmağının bulunmasıydı bu almış olduğum bir duyuma göre onun ezber yeteneğinin de yine böyle bir hormonel sebepten dolayı çok iyi olduğudur, ayrıca bu tarz insanların intihara meyilli yapıları da oluyormuş bu sadece almış olduğum bir duyumdur kesinliğini araştırmış değilim. Fox şirketi filmi tamamlamak için aktrist Lee Remick ile anlaşmasına rağmen, Monroe'nun filmdeki rol arkadaşı Dean Martin'in başka bir aktristle çalışmak istememesi üzerine işe geri alındı ve kendisiyle yeni bir sözleşme yapıldı. Ancak filmin çekimleri tekrar başlamadan önce yüksek dozda sakinleştirici ilaç alarak 5 Ağustos 1962'de Brentwood, Los Angeles'daki evinin yatak odasında henüz 36 yaşındayken hayata veda etti. Ölümünün ardından yapılan otopsi sonucunda ölüm sebebi
yüksek dozda Barbitürat alımı sonucu muhtemel intihar olarak ilan edilmesine karşın, olay yerindeki delil yetersizliği, otopside alınan dokuların daha sonradan kaybolması ve başta kahyası Eunice Murray olmak üzere görgü tanıklarının çelişkili ifadeleri sonucu ölüm sebebinin cinayet olduğuna ve politik sebeplerden CIA, Mafya ve Kennedy ailesinin buna sebep olduklarına dair tam olarak kanıtlanamamış birçok komplo teorisi ortaya atıldı. Monroe'nun bedeni daha sonra eski kocası Joe Dimaggio'ya teslim edildi ve onun aranje ettiği bir cenaze töreni ile 8 Ağustos 1962 yılında ise Westwood Village Memorial Park Mezarlığı'nda defnedildi. Marilyn Monroe, dönemin moda ikonu olarak görülen Jaklin Kennedy ile moda konusunda yarışmıştır. Sonuç olarak sevdiği adama da sahip olan bu kadının Monroe’nun rakibi olmuştur. Bizim Marilyn Monroe’yu en iyi tanıdığımız kıyafeti beyaz elbisesidir. Hala o kıyafetiyle eteği uçuşan pozlar birçok yerde kullanılmaktadır. Zamanında 50’li yıllarda çoğu New Look tasarımların modelliğini de yapmıştır ama 70'lere doğru yarattığı moda akımından etkilenen gençlerin giyim tarzına günümüzde Retro da denmekte. Chanel no:5 adlı parfümü Monroe adına üretmiştir (kokusu mükemmel) Marilyn Monroe demek; yüksek topuklular, fular, büyük gözlükler, kabarık etekler, puantiyeli kumaşlar… demek. Günümüzdede birçok ünlünün hala Monroe’ya benzemeye çalıştığı giyim ve saç stilleri mevcut. Kısacası Marilyn Monroe hala stilini günümüzde yansıtıyor. Andy Warhol bile ‘PopArt’ı yaratırken bu mükemmel kadından etkilenmiştir.
Nilgün Hepyalçın
Karışık Melodilerim Duygularımı melodilere tutturdum ataçla. Gitarımın tellerine dokundukça çıkan melodilerle duygularımın telleri de titriyor birer birer. Hüzün, öfke, sevgi notalarım oluyor. Hepsi birbirinden farklı sesler çıkarıyor. Fakat bir araya gelince ben oluyorlar. Hepsi hayatın içinden sesler değil midir? Her birinin tınısı, insanda bıraktığı etki farklı değil midir?
Hüzün çabuk olgunlaştırır mesela. Öfke ise kısaltır ömrü. Sevgi mi? O, hayatın sol anahtarıdır. Her kapıyı açar. Melodilerin ise en aranan notasıdır, notalarınsa şahıdır. Onsuz melodiyi melodiden saymaz bestekarlar. Hüznün tınısı da güzeldir kimi zaman ama abartmamak gerekir. Çatlak sesler verebilir ileri gidildiğinde. Ezginin bütünlüğünü bozabilir. Dozu iyi ayarlanmalı. Hayat bazen öylesine tuhaftır ki, bütün notalar birbirine karışabilir. Net sesler alamayabilirsiniz melodinizden. Tıpkı şuan bende olduğu gibi. Bir melodi çalıyorum. Fakat sesler öyle karıştı ki birbirine, ya gitarı bırakmalıyım elimden ya da akordunu yapmalıyım yeniden. Karar veremiyorum. İlk kez bu kadar çaresiz hissediyorum kendimi. Gitarımdan çıkan seslerden rahatsız oluyorum. Bu ben miyim inanamıyorum. Nasıl olur da sesleri birbirine karıştırırım ben? Oysa yıllarca müzik eğitimi aldım öyle değil mi? Neden olmak istediğim yerde değilim o zaman? Neden başarılı bir melodi çalamıyorum? Sorular bitmek bilmiyor. Kafam aydınlanmıyor bir türlü. Birilerini suçlamak yanlış dediler. Kendimde aramalıymışım. Kabullenmek zor. Ama tek suçlu benim.. Sistem değil..
29.05.2010 Saadet Erdoğan
Music Makes The People Come Together! İlk yazımın başlığına daha uygun bir ifade bulamadım. Gerçekten de tek değil midir müzik; bizi bir araya getiren, dilimizin yetmediğine hızır gibi yetişen, ifade edemediklerimize tercüman olan. Hem işin içinde olup üreten hem de dinleyici biri olarak, müziğin hayatımızdaki kocaman yerini tanımlamak, sınırlarını çizebilmek benim için dahi çok zor. Dinlediğimiz her melodiden kaptıklarımız, farkında olmadan zihne en kolay kaydettiğimiz küçük parçalar belki de şarkılar. İnsan anılarını en kolay kokularla hatırlarmış, bilim
öyle der. Ama en küçük ayrıntısına kadar hatırlamak istiyorsak herşeyi inanın bir şarkı yeter. Hatta bilmediğimiz hislerimizi, düşüncelerimizi bile hatırlatır bize; bir beste ya da güfte. 'Ah bu şarkıların gözü kor olsun!' diyen Şahin Çandır'ı saygıyla anıyoruz. Bu Ay Ne Var Ne Yok? Yaz aylarını seviyoruz, neden? Kapalı mekanlara sıkışmadan, yıldızlar eşliğinde kulağımızın pasını sildirme şansı verebildiği için. Tatil coşkusunu en güzel tamamlayan konserler bu aylarda hatrı sayılır bir şekilde arttığı için. Turnelere ve festivallere ev sahipliği yaptığı için. Ve şimdi bu konserlerin en önemlilerinden veya en sevdiklerimizden haberdar olma vaktidir. Geçen Temmuz ayında ülkemize teşrif ederek bizleri mutlu eden çok önemli sanatçılar ve gruplar oldu. Ağustos ayı da geçen ayı aratmayacak gibi gözüküyor. İstanbul'daki organizasyonlardan bahsedecek olursak ilk göze çarpan, Grammy ödüllü Sean Paul. Ülkemizde ilk olarak 'Get Busy' şarkısıyla kendisinden haber olduk. Sonraları yaptığı düetlerle yerini sağlamlaştıran Sean Paul -Jamaikalı anne ve Portekizli baba ürünü olmasından belkide- yaptığı müziğin içinde reggea öğelerine yer vererek aynı kulvardaki diğer müzisyenlerden ayrılıyor. İstanbul Arena'da gerçekleşecek olan konserin bilet fiyatları ise 56.5 ve 168.00 TL arasında değişiyor. Harbiye Açık Hava da ise Kral Harbiye konserleri gerçekleşecek. Tarkan, Sertab Erener, Demet Akalın, Volkan Konak, Serdar Ortaç, Zülfü Livaneli ve Mustafa Ceceli (ve konukları) bu muhteşem mekanda sahne alacak sanatçılarımız. Benim naçizane tavsiyem, Sertab Erener, Volkan Konak ve Mustafa Ceceli konserlerini kaçırmamanız. Özellikle Mustafa Ceceli'nin Sezen Aksu ekolünden gelen bir müzisyen olduğunu, piyasada dinlediğimiz çoğu sanatçının albümünde aranjörlük yaptığını hatırlarsak konukların ne kadar çok ve renkli olacağını tahmin etmek hiç zor olmaz. Son zamanlarda kaliteli pop müzik dinlemek pek mümkün olmasa da Mustafa Ceceli gibi işini bilerek, layığıyla ve çok iyi yapan Müzisyen ve Sanatçıların müziğinden bolca istifade etmek gerek. Güzel İzmir'de ise bu ay, havasına ambiyansına hayran olduğum Bostanlı Karşıyaka Açıkhava Tiyatrosu'nda, kendisine layık çok hoş konserler bulunmakta. Bir Nev-i Alaturka albümüyle bildiğimiz Türk
Sanat Müziği şarkılarını kendine has üslubuyla yeniden yorumlayan Nev'i kesinlikle kaçırmayın derim. Albümde müzisyenliğini de konuşturmuş ve bütün enstrümanları kendisi çalmış. Konserde de bir süpriz yapabilir diye düşünüyorum. Biletlerin 34 ve 56.5 TL fiyatları arasında satışa sunulduğu bu konserin tarihi ise 2 Ağustos. Eğer ki Çeşme'de tatildeyseniz, Alaçatı'ya uğramadan dönmemeniz gerektiğini de biliyorsunuzdur umarım. Oradaki restaurantların muhteşem ev yapımı şaraplarından bir iki kadeh yuvarladıktan sonra en güzel eğlence genelde Babylon Aya Yorgi'de olur. 5 Ağustos tarihinde oralardaysanız şarabın yarattığı o güzel kafayla eskilere gitmek zor olursa eğer, size Göksel yardım etsin. Göksel - Naim Dilmener & Sarp Dakni ile Eski 45'likler ile nostaljinin dibine vurmak bazen hüzünlü olsa da çoğu zaman eğlenceli olacaktır. Türkçe müzik'ten uzak durmak isteyenler için de 7 Ağustos'ta yine Babylon Aya Yorgi'de Nouvelle Vague & Melanie Pain konserine gitmenizi tavsiye ederim ki: giden biri olursa mümkünse beni de götürsün. Buradaki konserlerini kaçırmak çok talihsizlik oldu cidden. Eski pop, bossa nova, caz şarkılarını kendilerince yeniden yorumlayan muhteşem bir cover gruptur, şiddetle öneririm. Başka bir şehrin programından bahsedemeyeceğim çünkü neden? Salt konserlerle ilgilenmiyorum farkındaysanız, mekanları da konserlerle bütünleştirmeye çalışıyorum. Bahsettiğim yerler daha önce havasını soluyup, bulunduğum mekanlar. Üzerinde tecrübemin olmadığı bir mekandaki konsere gitmenizi tavsiye edemem, zira konser ne kadar iyi olursa olsun mekanla berbatlaşabiliyor. Başka bir şehirde başka bir mekanda konsere gitmediğimden, bu kısmı burada noktalıyorum. Ki burdan da konuyla bağlantılı olarak ayın eleştrisine geçiyorum. Ayın Eleştirisi Biraz önce de dediğim gibi mekanların konserler üzerinde çok büyük bir etkisi var. İnsan en büyük hayalini bile seyretmeye gittiğinde şayet mekan veya ortam kötüyse gitmemiş olmayı dileyebiliyor. Gerçi organizasyon sayısını yeni yeni çoğaltabilmiş, yeni yeni dünyaca ünlü sanatçı ve grupları ağarlamaya başlamış olan ülkemizde bir yandan insana 'Bu kadar kusur kadı kızında
da olur!' dedirtiyor. Bu ayki eleştiri Cranberries konserine gidiyor. Maçka Küçükçiftlik'te gerçekleşen konsere giden insanların çoğu konser alanından memnuniyetsiz ayrılmışlar. (Gitmeden eleştirmek olur mu demeyin, tahmin edebiliyorum çünkü o parkta daha önce bir kaç organizasyonda bulundum.) Fazlasıyla eğimli bir alan, verimsiz bir ortam konser için. Düşünin ki dev ekranlar bile düzgün gözükmemiş. Bilete verilen paranın az olmadığı düşünülünce büyük haksızlık gibi geliyor bana bu durum. İzmir'den bir arkadaşımı misafir ettim bu konser için ve kendisi gibi tüm giden arkadaşlarım aynı şikayette bulundular. Ama sevgili arkadaşımın 'keşke konser parasını yandaki lunaparka yatırsaydık da dönme dolabın en üstünden izleseydik konseri!' şeklinde ortaya attığı fikri takdire şayan buldum. Yani neymiş, bundan sonra Maçka'daki konserleri lunaparkta izliyormuşuz. Bendenizden bu aylık bu kadar. Bir daha ki aya yine aynı yerde bilmem ne zaman görüşmek dileğiyle. Bolca müziklenin efendim.
Ayşe Özge Öztimur
Şarkıların Sonu Beş yıllık bir şarkı Bizi her seferinde buraya atan, İçimizdeki düğümün yanık kokusu, Naylon bir köprünün, Kağıt bir geminin sonu. Artık çalıntı bir şarkının nakaratında Saklıyorum seni. Bakacağım son, Duyamadığım her yerdesin. Ben seni sonsuza, Sense beni adı yok bir piyese başrol yapıyorsun. Gece biterken, şarkılar bitmiyor her seferinde. Suçsuzluğumuzu yazıyoruz denize, Bizi anlarsa diye. Yazarı bildik romanlarla değişiyoruz, Bitmeyen şarkılarımızı. Sdc
Özgün Şen
Zaman Alsa da; İyileş! Benimde bir hikayem var aslında, yazdığımda kimsenin kendinden bir şeyler bulamayacağı gerçeklikten uzak; bu kadar da olmaz dedirtecek, benimsenmeyecek, inanılmayacak kadar masal olan. Masallarında; masal kahramanlarının da psikolojisini alt üst edecek; masalında masalı olurmuş gibisinden yeni bir tür ortaya koyacak olan. Bir gün yazacağım elbet "hikaye" başlığı altında tüm hikayeleri masallaştıran; okuyanlarıysa masalsızlaştıran bir anı. Abarttığım konusunda hemfikirim dostlarımla... onlara yalan gelen; sahte gelen içinde sevgi olmayan an'ları anı diye atıyorum cebime, biri çıkartmaya kalksa çöplük gibi gelecek olan ama bana hep lavanta kokan bir birikintiye... Ölüme uçarken açılan paraşütün sizi kurtarıyor gibi görünürken yerden yere vurması, öldürmeyip daha da beter acılar hissettirmesi ne berbat bir şeydir bilemezsiniz. Evet ahkam kesmiyorum aslında; hissediyorum ya da biliyorum... O paraşüte "hayatım" deyip vurduğu dağı tepeyi sivriliklerine, kangren derecesinde büyük yaralarına, tahrişlerine inat sevmeyi başarabilmiştim. Acıyı duyumsayan bedene inat 'hayat'a inanan kalbimin acımadığı düşüncesi kırıklığın aksine başka bir masalda başka bir hayatta yaşıyor gibiydi. Di'li geçmiş masalım böyle sona ermedi... Gideceği yere varmıştı paraşüt. Dağları tepeleri engebeleri kısaca yalnız gitmekten çekindiği tüm zorlukları beni sürükleyerek aştı bitirdi; şimdi düzlük zamanı; eğlenceli bir düşüşle bu hikayeyi sonlandırmalı. Evet sayesinde bende düzlükteyim... Dağ yok, tepe yok, taşlar, kanlar, rüzgar, yağmur... hiçbir şey yok etrafımda... Bedende taşıncak yara kalmadığında; kalbi yok edebilmeli aslında...
Buket Konur
Hep Aynı Rüya Hep aynı rüya... Ilık bir rüzgarda savrulan saçlarım Ayağımı yakan kumlar Üstümde bembeyaz bir elbise... Masmavi dalgalarda bana koşan sen... Silik... Sabırla bekliyorum Koşuyorsun, koşuyorsun Tam kollarımı açmışken Koskoca bir boşluğa sarılıyorum.. Gözyaşlarım denizle birleşiyor Sonra bir rüzgar alıp götürüyor beni .. Hep aynı rüya Ter içinde uyanıyorum her sabah Ya da bir gece yarısı Sağıma, soluma bakıyorum Yalnızım... Her uyanışta dahada yalnızım .. Korkuyorum İlk defa bu kadar derinden hissediyorum korkumu Üşüyorum.. Titriyorum.. Sadece adını biliyorum Bi'de gözlerinin rengini Ve uzağımdasın dokunamayacağım kadar Ama ne tuhaf her an benimlesin Kokun bile benimle Dudakların sımsıcak Dokunuşların Ah o ruhumu okşayan dokunuşların İçim şimdi bile sımsıcak... Kendimle çelişiyorum Ruhum bedenimden ayrı... Ama hep aynı rüya Deniz, sen, ben.. yalnızlık...
Kezban Şahin
Pamuk İpliğine Bağlı Mutluluklar İki fotoğraf düşünün, birbirine yakın tarihlerde çekilmiş iki fotoğraf... Birisi yüzlerde en güzel gülümsemeleri barındırırken, diğeri gözlerde endişe ve mutsuzluk taşıyor... "Yedi farkı bulun" oyununu anımsatan bu değişikliğin sebebi sizce ne olabilir? Bence "küçük şeyler"dir sebebi. İnsana en kötü anında, gözüne dönülmez hata olarak görülen hareketler veya telafisi olmayan sözler de bu "küçük şeyler"e dahil konumdadır. Günlük hayatın stresi, iş ve aile problemleri, karşılıklı ilişkilerde olumsuz rol oynar. Güne güzel başlamışken nasıl alınan bir kötü haber insanı "sol tarafından kalkmış"lığa itebiliyorsa insanın beklentilerinin karşılanmaması da hayal kırıklığı yaratabiliyor. Bu tür günlük hayatımızda yaşadığımız problemlerimizi empati yoluyla aşabiliriz. Dostlarınızla dertleşirken özellikle size söylenen "kendini bir de onun yerine koy" tavsiyesini lütfen kulak ardı etmeyin. Önemli olan karşınızdakinin "ne söylediği değil, ne anlatmak istediğidir." Çünkü bazen sözler bizi ifade etmek yerine anlaşılmaz kılabiliyor. Karşımızdakinin niyetini ve o anki psikolojisini göz önüne alarak düşünmek her zaman size fayda sağlar. Özellikle biz kadınlar, isteklerimizi ve beklentilerimizi doğrudan söylemek yerine, dolaylı şekilde ifade etmeyi severiz. Anlatmak istediğimiz şey bizim tamamıyla anlatmaya gerek duyulmadan anlaşılması bizler için önemlidir. Tabi erkekler yapı ve düşünüş şekli itibariyle bizlerden daha farklı olduğu için, "yanlış anlaşılma" gibi bir problemle karşılaşabiliriz. Aynı şekilde biz de karşı cinse karşı aynı zorluğu yaşarız. Empati ve dinlemek bizi yanlış anlaşılmalardan ve tartışmalardan kurtarır diye düşünüyorum. Kendi isteklerinle, karşı tarafın beklentilerini değerlendirdikten sonra empati yoluyla anlaşmak eminim bir çok sorunun çözümü olacaktır. İnsan ilişkileri de, mutluluklarımız da artık pamuk ipliklere bağlı. Herşeyin artık elimizin altında olmasıyla, hayat koşullarının eskiye göre kolaylaşması ve imkanların artması hem maddi hem manevi açıdan insanlarda yetinmemeye ve doyumsuzluğa neden olur oldu. Sevginin artık parayla özdeşleşmesi, saygının artık yaşa başa bakmamasının da nedeni budur. Karşılıklı anlayış ve saygı devamlı olmalı ki pamuk ipliğine attığınız düğümler çözülmesin... Ayrıca "güzel yüzlüyle kırk gün, güzel huyluyla kırk yıl doyulur" demiş atalarımız. Bu sözümle de kıssadan hisse deyip yazımı noktalıyorum. Sevgilerimle
Şeyma Karadağ
Tankut Nedir? Hayatınızdaki sevdiğiniz, değer verdiğiniz bayanların yanına yakıştıramadığınız veya acayip kıl olduğunuz erkek arkadaşı ve/veya adayına kısaca TANKUT diyoruz. Neden kızlar Tankutları seçer? Çünkü her genç kızın rüyası olan tiplerdirler. Yakışıklı, karizmatik, iyi para kazanan, kariyer planlamasını yapmış ve bu yönde adım adım ilerleyen. Entelektüel birikimi olan, kızı ezmeden sahiplenen, romantik, ciks mekanları sık sık ziyaret eden. Neden Tankut'tan nefret ediyoruz? Tankut her zaman bize alternatiftir çünkü, her zaman bize göre bir artıları vardır, çirkinse karizmatiktir (bkz. Okan Bayülgen) veya acaip yakışıklıdır (bkz. Achiles), sıradandır ama çok zengindir. Alternatif Tankut İsimleri Tankut, Berk, Taşkın, Berkcan, Çağıl, Çağan, Barçın, Ufuk, Gökhan, Gökmen, Baran, Aybars, Göktürk Tankut Meslekleri Bir borsa aracı kurumunda Dealer, Analist veya Broker, "x" bir firmada, İş Geliştirme Müdürü / Genel Koodinatör / Yönetim Kurulu üyesi, Bar/Cafe İşletmecisi, ressam, tanınmamış müzisyen veya fotoğrafçı (ama aileden zengin), reklamcı (metin yazarı mesela), mücevher tasarımcısı Tankut Evleri Tankutların evleri genelde şu özellikler barındırır. Geniş en az 200 metre kare stüdyo daire, az mobilyalı olacak evimiz ama teknolojik olacak, ikiz yatak (yatağın tavanında ayna) [ayna uygulaması tavşan ruhlu olanlarında vardır], büyük rahat koltuklardan oluşan oturma grubu, amerikan mutfak, oturma grubunun karşısına bir ev sineması sistemi, mükemmel bir müzik seti dvd li filan, evin içine serpiştirilmiş bir sürü irili ufaklı hoparlörler, muhakkak ana tv sistemine bağlı hazır bekleyen xbox oyun makinesi ve kumandaları, çekim yapmaya hazır amatörden biraz daha iyi video kamera ve ışık sistemi. Yatak odasında geniş bir gardrop, boy boy kıyafetler. Geniş bir banyo (Fantaziye uygun büyüklükte küvet veya duruma göre jakuzi). Evin temizliği ile uğraşan her gün öğleye doğru gelen 45 yaşlarında bir hanım. Tankut Arabaları Tankutların vazgeçilmez aksesuarı arabadır. En büyük zevkleri hızlı araba
kullanmaktır. Çok zenginleri ferrari filan kasmaya çalışırlar ama genelde kullandıkları araçlar 80 bin liranın üzerindeki ithal otomobillerdir. Mecbur kalmadıkları sürece arabada sevişmezler, araba onların mabedidir. Tankut Bilgisayarları Paraya para demediklerinden paranın alabileceği son model diz üstü bilgisayarları kullanırlar. Meslekleri ile alakalı yazılımları kullanırlar ve pek nadir de olsa chat yaparlar, güzelim makineler heba olur bu adilerin ellerinde. Bu yetmezmiş gibi diz üstü bilgisayarlarına ipod veya cep telefonuna davranır gibi davranırlar. Evde çalışma odalarında ayrıca büyük ve yine son model oyun oynamak için hayvan bilgisayar sistemleri vardır. Tankut Cep Telefonları Arkadaşlar nokia yeni model çıkardıkça cep telefonu değiştirirler. Anlaşmalı oldukları sürekli yeni modelleri takip edip yeni model çıktıkça kendilerine haber veren telefoncuları vardır. İçlerinde maceracı ruha sahip olanları Motorolanın Hello Moto sunu veya simensin en pahalı modellerinide tercih edebilirler. Tankut ve Nakit Para Klasik bir tankut'un üzerinde günlük harcamalar içim yaklaşık 500 TL civarında nakit, en az 200 euro ve en az 300 USD bulunur. Ayrıca ani bir trafik kazası yapıp çarptıkları adamı şikayetten vazgeçirmek için 1000 euro'luk banknot katlı olarak cüzdanlarının dibinde saklıdır. Tankut ve Kredi Kartları Tankutlar her daim likit olsalar da harcamalarının büyük kısmını Kredi Kartı ile yaparlar, Tankutlara göre bar/cafe/restoran gibi mekanlarda ödemeyi nakit veya ticket (yemek çeki) ile yapmak ayıptır. Yemek çekini sadece iş arkadaşları ile öğle yemeğinde sosisli yerken kullanırlar. Tankut ve Sinema Tankutlarda kız portföyü geniş olduğundan vizyondaki tüm filmleri izlerler hatta bazılarını birkaç kez tekrar izlemek zorunda kalırlar. Film zevkleri yoktur. Sinemayı kızlarla vakit geçirilen bir mekan olarak düşünürler. Tankut ve Tiyatro Tankutlar sürekli sinema izleyicisi olmalarına rağmen tiyatroya ancak entel dantel bir kızla çıkıyorlarsa mecburen giderler. Keza şiir dinletisi, imza günü, panel, konferans gibi etkinlikleride tiyatro gibi değerlendirirler. Tankut ve Müzik Tankutların klasik bir müzik anlayışı vardır. Rakı içerken arabesk veya türk sanat müziği dinlerler ancak günlük hayatta genelde yabancı pop
olayındadırlar. Portföylerindeki kızların müzik tercihlerine göre ritmini sevdikleri her müziği dinlerler. Bunun yanında evlerinde geniş bir Klasik Müzik ve New Age arşivleri olur. Sevişirken bu müzikleri tercih ederler. Tankut ve Siyaset Tankutlar Anap'ın Anap olduğu dönemde genelde Anaplıydılar. Bunlardan bazıları geçtiğimiz dönemde Uzan gazıyla genç partili oldular. Halen büyük çoğunluğu anap-dyp çizgisindedir. Politikayla aktif olarak ilgilenmezler, faiz/euro-USD/güncel araba fiyatları gibi değerleri vardır. İçlerinde aile baskısı ile politikaya sokulmuş olanları vardır. Ülkemizde çok zengin ve büyük aileler bizimde bi vekilimiz olsun diyerek zaman zaman bu gençleri ilerde girdiği partide bir konuma getirip vekil seçtiririz düşüncesiyle gençlik kolları başkanlığı filan yaptırtırlar. Tankut ve Kitap Tankutlar kitap okur. Entelektüel birikimleri vardır. Siyaset hariç her konuda okurlar. Tüm yeni çıkan kitapları okurlar, özellikle kızların takip ettiği Ahmet Altan (aldatmak), Murathan Mungan (sende aşkları temize çektim...) gibi yazarları takip ederler. Özellikle geçerli bir meslek sahibi olmayanları (misal: yazar, ressam, müzisyen vb...) muhakkak bir roman denemesi yaparak en az bir 20 adet A4 dolduracak bir şeyler karalamışlardır. Kızlardan çok anlarlarmış gibi bu denemeleri okuyarak yorum yapmalarını isteyerek pirim yaparlar. Tankut ve Televizyon Klasik bir Tankut popüler dizileri takip eder, özellikle kızların sevdiği "Bir İstanbul Masalı", "Haziran Gecesi" ve bunun gibi diziler favorileridir. Kızlar sevdikleri diziler ile ilgili sohbet etmeye bayılır. Bunun yanında yükselen değerlerimizden cnbc-e, ntv, cnn türk üçlüsünün sürekli takipçileridirler. Bu 3 kanalın hemen her programını izlerler. Tankut ve Romantizim Tankutlar duruma göre romantizmi bir silah olarak kullanabilmeyi beceren yetenekli erkeklerdir. Kızlar romantik erkeklere bayılır. İtiraf etmek gerekirse, Tankutlar gerçekten romantiktirler ve kızların çoğunlukla onları tercih etmelerinin sebebide budur. Biz sıradan erkekler romantizmi kızlara karşı bir silah olarak görürken bu tankutlar romantizmi gerçekten yaşayıp yaşatarak parsayı götürürler. Tankut ve Moda / Giyim kuşam Tankutlar her zaman için trendy giyinir, genelde tek bir gömleğe 200 $ verecek kadar sapkındırlar. Geniş bir gardropları vardır. Her zaman gardoplarında hiç giyilmemiş bir kaç takım kyafetleri olur. Modayı sadece kendileri için değil kızları içinde takip ederler, renk seçimleri genelde kötüde olsa marka aldıkları için öyle yada böyle hediye ettikleri tüm kyafetler çok beğenilir.
Tankut ve Yemek Damak zevkleri yoktur. Ot ya da bok yiyebilirler. Portföylerindeki kızların damak zevklerine göre her şeyi yiyebilirler. Genelde güzel tatların nerede olduğunu bilirler, kızlar damak zevki olan ve kendilerine farklı tadları keşfettiren erkekleri beğenir çünkü. Tankut ve Mutfak Tankut aynı zamanda iyi bir aşçıdır da, kızların tav olacağı sebze ağırlıklı kolay pişirilen tüm yemekleri bilirler. Misal pratik bir Tankut yemeği tarifi: Malzemelerimiz: 2 adet havuç, 1 adet kabak, 1 adet patates, 1 adet pırasa, 2 adet acı biber, 1 bağ maydanoz, 2 domates, 1 bardak haşlanmış bezelye, yarım bardak şarap, yarım tane kalın doğranmış tatlı soğan, 4 yaprak nane, 4 yaprak fesleğen, 2 kaşık sıvı yağ, tuz-karabiber Hazırlanışı: Havuç-kabak-patates-pırasa-soğan-acı biber tavada az pişmiş hale getirilir. Üstüne baharat ile şarap ve soyulmuş küp küp doğranmış domates ilave edilir biraz daha pişirilir. Çok az tuz ve kızın acı sevip sevmediğine bağlı olarak biber miktarı çok tutulabilir. Pişmiş sebzeler iki servis tabağına pay edilir, yanına bezelye konur, fesleğen ve nane ile şekil yapılır. Yanında minimum 100 $'lık bir şarap ile servis yapılır. Sıradan bir erkek için saçma sapan bir yemek olan bu yarı pişmiş sebze tabağının kesin çince bir ismi vardır. Ve özellikle tiki kızlar bu yemeğe bayılır. Tankut ve Seks Tankut en az 2 farklı kızla haftada en az 4 gece ve 1 gündüz seks yapar. Tankutlar tatminsiz olduklarından sekste azimlidirler. Bari kızı mutlu edelim diyerek çok çalışırlar, işte kızların Tankutları tercih nedenlerinden biride budur.
Dilşah Kalkan
..EnginDergi.. Ağustos 2010 sayı-08