engindergi-s11

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2010 - Say覺: 11


Fotoğraf: Pelin Gül

“Hayatta başarılı olmak; iyi bir ele sahip olmak değil, kötü bir eli akıllıca oynamaktır.” Denis Waitley


İçerik; Sy.04) Hastane Macerası – Engin Enginer Sy.06) Tek Başına Gibiyim – Serenay Öztürk Sy.06) Delilik – Dilşah Kalkan Sy.08) Merhaba Dedim – Şeyma Karadağ Sy.09) Ben Bu Dağları Aşarım, Geçerim Bu Denizleri, Korkma – Meltem Özbey Sy.10) Küllerinden Yeniden Doğmak – Evren Kır Sy.12) Soylu Prensim – Elif Alptekin Sy.13) Mavi – Özgün Şen Sy.14) Kadın Her Yaşta Kadındır – Saadet Erdoğan Sy.15) İtalyan Modası – Nilgün Hepyalçın Sy.18) Ayıp Ettik – İzge Berksü Özmen Sy.19) Wicked Affair – Beyza Aksoylu Sy.19) İo'yla Mehtaba Çıkmak – Göktürk Ömer Çakır Sy.23) Bir Söz... - Kezban Şahin Sy.24) Yaşamın Sırrı – Tuğçe Büyükabacı Sy.25) Uyandım – Bora Eke Sy.27) Bu Ay Pollyanna Olalım – Vildan Tandoğan Sy.28) Mutlu'y'muş – Ece Çekiç


Hastane Macerası Yine bir hastane macerası daha... Nasip bu bayramı da burada geçirmekmiş. İlgi alanlarımın başında teknoloji, ekonomi, tıp ve psikoloji geliyor oluşunun yanısıra, küçüklükten beri pek içli dışlı olmuşumdur sağlık sektörüyle. Hani sürekli hastalanıp ilaç kullanıp iğne olmaya alışkın çocuklar vardır ya, ben onların bir üst versiyonuyum... Okula başladığımda aşıdan kaçıp ortalığı velveleye veren çocukları görünce çok şaşırmıştım. Gerçi bu durum -daha önce de bir yazımda dile getirdiğim üzere- çocuklarımızı hep iğneci teyzelerle korkutma kültürümüzün bir parçasıydı aslında. (EnginDergi'10 Mart sayısı.) İlk ameliyatımı ilkokula başladığımda oldum; bademcikleri aldırdık. Sonrasında epey içli dışlı olduğum ve hobi olarak da bu konularla ilgilendiğim için tıbbi terminolojimin hiç de fena değildir. Bu konularda ileri düzey bilgim olduğundan bir çok sağlık konusunu insanlara anlatmada güçlük çekiyorum. Zaten mümkün olduğunca başkalarının sağlık durumları üzerine yorum yapmamayı tercih ediyor ve sorunu olan kişileri üniversite hastanelerine yönlendiriyorum. Konuşmaktan pek haz etmediğimden sağlık, günlük yaşamda genelde geçiştirdiğim mevzular arasında yer alıyor. Çünkü Türk milleti olarak hem fazla meraklıyız ve akla gelebilecek (ya da düşünsem kırk yıl aklıma gelmeyecek) her türlü soruyu soruyoruz, hem de oldukça yardımsever olduğumuz için binbir tavsiyede bulunmadan da geçmiyoruz. Cem Yılmaz'ın bel fıtığı üzerine yaptığı aktarımlar gerçekten de çok güzel örnek teşkil ediyor. Sahip olduğum sağlık sorunları sindirim sistemiyle ilgili ve bu durumdan ötürü meydana gelen sıkıntılardan oluşmakta. Şu hastalığım var diye belirttiğimde pek kimsenin anlayamayacağı ve hastalığın bile hastadan hastaya farklılık gösterdiği böyle durumlarda kişilere izahta bulunmak gerçekten de eziyete dönüşebiliyor. Uzun yıllardır sağlık sorunlarıyla uğraşan birisi olarak söyleyebilirim ki, bir hastaya “geçmiş olsun” dedikten sonra mümkünse konuyu daha fazla uzatmayın. Gerçi başka bir huyumuz da derdimizi sokaktan geçene dahi anlatıp terapi ihtiyacımızı bu şekilde gidermektir, karşı taraf anlatıyorsa elbette dinleyin ama soru sormadan önce lütfen düşünün.


Bir süredir yine hastanedeyim, yeni bir tetkik ve tedavi süreci. İnsan bunlara alışıyor da bazı durumlara alışamıyor. Yan yataktaki hastanın yakınıyla aramızda geçen diyalog; (HY): Geçmiş olsun genç, senin neyin var? (EE): ... hastasıyım. (HY): Hmm ...'ın hastalığından. Olsun ama sen gençsin atlatırsın, yakında iyileşirsin... (Nasıl bir tıbbi yaklaşımsa artık. Bilimsel açıdan erken yaşta kronik bir hastalığa sahip olmanın avantajları olduğu gibi dezavantajları daha çoktur, çünkü hastalıkla yaşanılan süre artıkça bünyeye zarar verme oranı artar.) (EE): (Konuyu uzatmama adına zoraki gülümseme.) (HY): Şikayetlerin ne zaman başladı? (EE): 10 seneden fazla oldu, arada gelip gidiyorum ben böyle. (HY): (Şaşkın yüz ifadesi.) Vah vah, artık günümüz hastalıkları da genci yaşlısı dinlemiyor, teknoloji ve tıp bu kadar ilerledi çözemediler mi hala... Ne gibi sıkıntılar yaratıyor sende? (EE): (Politik cevapla konuyu bağlayıp istirahate devam.) Hastane ortamı öyle farklı ki, kısa ve uzun süreli bulunduğum sürelerde farklı yönlerde bakış açıları geliştirip bir çok farklı insan tanımama vesile oldu. Gece sıkıntı bastı, efkarlandınız, uyku mu tutmadı, bir hastanenin acil servisine gidin ve bir saatinizi orada geçirin derim... Eğer daha fazla zaman ayırabilecek durumdaysanız, kimsesiz çocukları, huzurevini ziyaret edebilirsiniz. Üstelik maddi olarak hiçbir yardımda bulunmanıza gerek yok, orada bulunup yarım saatinizi geçirmeniz yetecektir. Emin olun onlara faydası dokunduğundan çok size iyi gelecektir. Engellilere destek vermeye çalışın ama bunu yaparken maddiyattan çok manevi desteğin daha önemli olduğunu unutmayın. Yeni başlattığımız "EngelsizOnlar" hareketine gelin siz de katılın. Önayak olacak birisi olmadan tek başınıza cesaret mi edemiyorsunuz? Günümüz sosyal ağlarında (Facebook vb.) bu konularla ilgili bir çok etkinlik düzenleniyor. Birbirini tanımayan insanlar toplanıp ziyaretlerde bulunuyorlar. Unutmayın insan istedikten sonra her şeyi yapabilir, yeter ki isteyin... Aklıma bir baba-oğul hikayesi geldi. Belki daha önce duymuşsunuzdur onları, Team Hoyt hakkında bilgi almak için kişisel güncemdeki “hayatı paylaşmak” başlıklı yazıyı okuyabilirsiniz. Esenlikler dilerim.

Engin Enginer


Tek Başına Gibiyim Dünya etrafımda dönüyor, dönüyor, dönüyor… Ben ilerliyormuşum. Öyle sanıyorum. Ama yaşadıklarım aynı gibi. Sanki başa sarılan, sürekli dinlenmekten bazen sıkılan, bazen sevilen bir plak gibi hayatım! Belki plak çaları değiştirmek gerekli. Soruyorum kendime; ama yanıt yok. Kader deniyormuş adına bunun. İlk başta yazılıyormuş alnımıza. İnanıyorum, inanmıyorum her neyse… Arayış vardı; önceleri daha çok keşfetmek, merak etmek, heyecan, daha çok heyecan. Şimdi eser yok heyecandan!!! Kalbim normal seyrinde. Ne istiyorum hayattan öyleyse? İstediğimi özetleyeyim biraz; yalnız olmadığımı bilmeyi, belki de bir desteği…Bunun boyutunu bilmiyorum. Yakınlığım ne derecede olmalı onu hiç bilmiyorum. Kim olmalı, neyim olmalı onu da. Yalnızca dertleşmeliyim, içten samimi olabilen bir kişi olsa yeterli. Anlatmalıyım, paylaşmalıyım küçük bir zamanı. Bu çok mu fazla? Günümüz medyasının reklamlarında bile şu laf; "Paranın satın alamayacağı şeyler vardır, geri kalan her şey için …". Hayatta bazı olguların paha biçilemez olduğunu, değerinin bilinmesi gerektiğini verilen mesajla anlamak hiç de zor değil. Anlayıp, anlamamak tabi yine kişinin kendisine kalmış. Anladım ben… Sevgi, güven, dostluk bunu istiyorum. Soruyorum tekrar çok mu? İnsanoğlu yalnız gelir, yalnız gidecektir belki de. Bundan sonra ne mi olacak? Zaman konuşacak, ben ise dinleyeceğim. Duyacağım, anlayacağım, yolumu kendim mi çizeceğim?

Serenay ÖZTÜRK

Delilik İnsanın kendi kendisiyle konuşması mı deliliktir? Yoksa bir film izlerken televizyonla konuşması mı? Yok yok. Buldum galiba. Eğer kendi kendini seviyorsan delisin. Kendinden başkasını daha az düşünüyorsan delisin. Yalnızlıktan korkup bir kenara çekilip insanları izliyorsan, delisin. Sanırım böyle düşünenlerden değilim. Artık herşey o kadar çoğaldı ve bir o kadar değişti ki, bırakın bizi kelimeler bile anlamlarını yitirmeye başladı. Delilik insanın kendisiyle

başbaşa

kaldığında


konuşması değildir. Madem öyle düşünüyorsun o zaman sen onunla konuş. Etrafımızda insanlar dolu. Belki bizi anlayamayacaklarını düşünerek kendimize açılıyoruz. Haklıyız da. Çünkü, artık kimse kimseyi dinlemez oldu. Eskiden, dostlar vardı. Sırf onlar için atardı kalp. Seve seve dinlerdi yürek. Şimdilerde konuşacak bir dostu bırak, yanında kimse bulamazsın. Öyleyse konuş kendinle... Film izlerken televizyonla konuşmakta delilik değildir. Çünkü o filmi tek başına izliyorsan, zevkini çıkarmak için birşeyler yapmak zorunda olduğunu hissedersin. Öyleyse izle tek başına. Kendi kendini seviyorsan ve kendinden başkasını daha çok düşünüyorsan deli değilsin. Çünkü etrafında seni senden daha çok seven yoktur. Ya da daha çok düşünen. Yalnızlıktan korkupta insanları izliyorsan işte o kesinlikle delilik değildir. Çünkü asıl yalnız olan etrafında onlarca insan olup hala kendini yalnız hissedendir. Esas delilik nedir biliyor musunuz? Esas delilik; yanındaki insanı görememektir. Onun bazı şeylere ihtiyacı olduğunu bilip gözlerini kapatmaktır. Esas delilik, kendini kabul etmeyip insanların sevdiği şekle bürünmektir. Esas delilik, başkaları için yaşamaktır. Unutmayalım ki hiçbir zaman yalnız değiliz. Bazen derler ki yalnız olduğunda; aklına ilk gelen kişinin anılarını canlandır. O seni ayık tutacaktır. Hem de bir ömür boyu. Tek yapman gereken gözlerini kapamak. O anının canlanmasını istiyorsan eğer, gözlerini açmak zorundasın. Aklını bir kenara koyup kalbinin sesine kulak vermelisin. Eğer ki yüreğinde yaşamak ve yanında olmasını istediğin kişiyle anılarını paylaşmak istiyorsan, işte o zaman tüm dünyayı bir kenara atıp, kendin gibi düşünmek zorundasın. Unutmayalım ki hiç birimiz deli değiliz. Sadece kendi ihtiyaçlarımızı görmüyoruz... Başkalarını memnun etmek için o kadar uğraşıyoruz ki, kendi mucizelerimizin farkına varamıyoruz...

Dilşah Kalkan


Merhaba Dedim Hiç düşündünüz mü ya da bilen var mı içinizde 'merhaba' ne anlama geliyor diye? Çok ilginç bir o kadar da hoş ve sıcak bir anlamı varmış meğer. 'merhaba' aslında Farsça kökenli olup 'benden size zarar gelmez' anlamına geliyormuş. Çok hoş değil mi? "Merhaba" dedim bir sabah, elimde gazetem ve fırından yeni aldığım iki adet poğaçamla, bankta yalnız başına oturan genç adama.. Fark etmedi beni, dalgın gözlerle parkta oynayan çocukları ve güvercinleri izlerken. Yanına oturduğumda başını çevirdi, benim meraklı ve biraz da çekingen halimden olsa gerek gülümsedi.. Konuşmasına fırsat vermediğimi sanmıştım, uzun zaman sonra kendini gösteren güneşten, bahara yaklaştığımızdan bahsediyorken uzattığım poğaçayı geri çevirmedi. Gülümseyerek tekrar konuşmaya devam ettim, beni hiç bu kadar anlamlı bakarak dinleyen, kelimelerimi tek tek göz kırpışlarıyla onaylayan kimseyle konuşmamıştım o güne kadar... Mimikleri ve bakışları herkesten farklıydı, bir anormallik olduğunu sezdim.. Sorduğum sorulara geç yanıt veren, ve kelimeleri çıkarmakta oldukça zorlanan karşımdaki kahverengi gözlü geç adamın aslında duyma yetisini kaybettiğini öğrendim. İşaret diliyle anlatmaya çalıştığını şaşkın gözlerle bakarak anlamadığım için ufak çantasından çıkardığı not defterine özenle yazdı; çok uzun zamandır ilk defa yeni bir insan tanıdığını, mutlu olduğunu ve tekrar görüşmek istediğini. Daha sonraki görüşmelerimizde onun edebiyat yeteneğini fark ettim, cebinden çıkardığı ucu kıvrılmış kağıtlardaki şiirlerinden. Her okuduğum dizesinde tekrar keşfettim onu, beğenilerim ve yorumlarımla da her seferinde daha çok cesaretlendirdim. Artık paylaştığımız herşeyin ayrı bir değeri vardı.. Aniden gelişen güzel arkadaşlığımız sayesinde mutluluğunu, gözlerindeki ışığı görmek bana günlük hayatımda bu duyguları ne kadar sıradan ve özensiz yaşadığımı, bazı verilmiş güzelliklerinde farkında olmadığımı anladım.. Her şeyin dışında umutlarını kesmek üzere olan birini tekrar hayata dostlukla, sevgiyle bağlamak harika bir duyguydu. Hayatta çok çok değerli olduğunu anladım anlatmanın, dinlemenin, gözlerle, bakışlarla anlaşmanın güzelliğini.. Bir dostun elini tutmayı, o sıcaklığı hissetmenin bambaşka duygusunu... Çoğu şeyin karmaşıklaştığını veya bize karmaşık gibi göründüğünün farkındayım ama bu karmaşıklıkları da yarattığımız minik farklarla çözebiliriz ancak. Durmadan, yorulmadan ve ancak istekle... Denizdeki küçük kayıklarda


büyük umutlar taşıyan herkes için.. Sevgiyle...

Şeyma Karadağ

Ben Bu Dağları Aşarım, Geçerim Bu Denizleri, Korkma 'Acılar Denizi'nde boğulsa da yaşamaya çalışan ümitli bir gemidir o... 'Kör kuyularda merdivensiz', denizler ortasında yelkensiz bırakılan... Zamanın bittiği yerden zaman getirme 'adak'larında bulunan bir sevgili... Günün 24 saatini birini düşünmek için harcayan en 'ağır işçi'... Geleceğinden bile özür dileyen, bir yandan da 'deniz o deniz değil, dağlar o dağlar değil' diyecek kadar aldatılmış... 'Aşk başlamadan güzel' diyecek kadar heyecanlı... 'Aralarındaki birbirinden uzak iki noktayı bir çizgiyle birleştiren' ince hesap insanı... Tanrıdan penceresinin her sevgiye açık olmasından başka bir şey istemeyen bir aşk şairi... Denizler ortasında bekleyen batık bir gemi'dir... Kapılara, pencerelere koşan bir 'bekleyen'... Şarkılarda bile dillendirilmiş, saat 12'yi vurduğu zaman 'beni unutma' diye bir yakaran. 'Korkusu ölümden değil' sevdiğini yalnız bırakmaktan olan... Bu kadar yürekten çağırmalara karşı koyamayıp 'bir gece ansızın gelebilen'... Bazen de 'bir çıkmaz sokakta' isyankar olabilen... Yaprak, köpük, kuş tüyü ve 'denize kavuşan nehir'dir kimi zaman... Sezen Aksu'ya 'değer mi hiç' diye sorduran... Milyon kere Ayten diye feryat eden... "Ben bu dağları aşarım / Geçerim bu denizleri, korkma"... Hem aşkı bu kadar derinden yaşayan, hem de ölüme bu kadar bilinçli koşan bir hüzünbaz olsa olsa şair, adı da intihar teşebbüslerine tezat, Ümit Yaşar Oğuzcan olurdu. Haziran'da ölmenin zor olduğunu Nazım'dan biliyor olacak ki, bu işi kasım ayına uygun görmüştür. Kasım'da aşk başka değilse de tarafımdan, aşkın, hüznün, ayrılığın ve ölümün şairini anmadan olmazdı. "Ve bu dünyaya aşk dolu şiirlerim kalsın Seninle her yerde güzel, her zaman yeni İstemem, sensiz hatırlamasınlar beni." dese de, Dağ Rüzgarı kisvesine bürünmüş bir ben bıraktı kalbime sızdığı boşluktan...

Meltem Özbey


Küllerinden Yeniden Doğmak Simurg anka...otuz kuş... Rivayet olunur ki kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve herşeyi bilirmiş... Kuşlar, Simurg'a inanır ve ihtiyaç duyduklarında onun kendilerini kurtaracağını düşünürlermiş... Kuşlar dünyasında işler ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış... Ne var ki zaman geçip Simurg ortada görünmedikçe kuşlar, kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler... Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü, Simurg'un kanadından düşmüş bir tüy bulmuş... Simurg'un varlığından emin olan dünyadaki tüm kuşlar toplanmış ve hep birlikte huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerindeki Kaf Dağı'nın tepesindeymiş... Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekiyormuş... Buna rağmen kuşlar hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar... Uçtukça yorulanlar ve düşenler olmuş... Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp... Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış hep... Kartal yükseklerdeki krallığını bırakamamış... Baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl ise bataklığını... Dipsiz vadilerinden üzerinden uçtukça sayıları azalmış... Nihayet beş vadiden geçtikten sonraki altıncı vadinin adı "şaşkınlık"; sonuncusu yani yedinci ise "yok oluş"muş. Buralardan geçerken artık umutlar iyice tükenmiş. Kaf Dağı'na vardıklarında ise geriye sadece otuz kuş kalmış. Ancak hedefledikleri yere varıp da yuvayı bulunca öğrenmişler ki Simurg Anka, meğer "Otuz Kuş" demekmiş. Onların hepsi de birer Simurg'muş! Simurg Anka'ya ulaşmak için 'şaşkınlık' ve 'yok oluşu' yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürmedikçe; kendi küllerimizden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça kendi bataklıklarımızda, çöplüklerimizde, tüneklerimizde, kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayız... Aldanışlar, aldatılmışlıklar... Yarı yolda bırakılmışlıklar... Hiç dinmeyen acılar... Geçmez gönül yaraları... Hasretiyle yanılan gidenler... Süründüren dertler... Tasa, gam, keder...


Önümüze çıkan engeller, bize aşılmaz duvarlar örüyor olsa da... Bütün hayal kırıklıkları, tüm aksilikler hep bizi buluyor olsa da... Her yanımızı imkansızlıklar çevirse... Çaresizlik tüm benliğimizi sarmış olsa da... Yaşadığımız acılardan, yok oluş ve dibe vuruşlardan ders almayacaksak... Neye yarar çektiğimiz acılar? Bir anlamı olmalı yaşananların... Kimsenin kimseyi anlamak için çaba sarfetmediği şu zamanda, kimsesiz kalmış gibi oluyor insan bazen... Geçmişi, yaşadığımız ve yaşattığımız haksızlıkları, aşklarımızı, acılarımızı, umutlarımızı unutarak kendimize yapıyoruz en büyük kötülüğü... Unutmamalı... Yaşadığımız yenilgi bize yeter... Küllerimizden varolmalı, yıkılsak da yeniden ayağa kalkıp direnmeli... Hep direnmeliyiz hayata... Kişisel mücadelemiz hiç bitmemeli... Hiç yaşanmamış gibi yok saymamalı yenilgileri... Unutmamalı... Geçmişin tüm izlerini; vazgeçilmezleri, emeği, vaadedilenleri, sözleri, yeminleri hiç yaşanmamış gibi geçmişte bırakınca bir gün değer verdiklerimiz, işte o zaman kırılıyor direncimiz... Kalabalıklar içinde yalnız kalıyoruz... Herkes kendini öksüz hissediyor işte böyle... Yok aslında birbirimizden farkımız... Yalnız değiliz aslında hiçbirimiz... Sadece bu kimsesizlikle, kim bizi gerçekten seviyor, kim bizden nefret ediyor ya da kim dost, kim katilimiz, anlamamız zorlaşıyor hayatta... İnancımızı yitiriyoruz bazı değerlere ve vazgeçiyoruz... Vazgeçmeli vazgeçmekten yine de... Hiç bir umut kalmamışken ve tam bitti derken yeniden canlanmak imkansız değil, olmamalı... Direnmeli hayata... İnsanın ortaya canını, gözünü kırpmadan koyduğu bir amacı, bir hedefi olmalı hep... Yaşamak için bir sebebi olmalı... Direnmeli her yürek engellere... Unutulması zor fedakarlıkları, kahramanlıkları, idealleri uğruna ödediği bedelleri olmalı... Yıldızlara tutunarak, düşlerine koşmalı insan... Dayanamayacağı acılar çekmekten korkmamalı, her acıya dayanıyor bir şekilde insan, gücü nereye kadar, nasıl yeterse... Bir başına da varolabilmeli, her insan... Bu hüzünlü, umutsuz, yitik bir direniş olsa da... Vazgeçmeli, vazgeçmekten... Bir umut olmalı... Duyan kalpler ve gözler olmalı bir yerlerde... Unutmamalı... O otuz yürekli kuştan biri olmalı... Heykel gibi dimdik durmalı insan... Kendi küllerinden, yeniden doğmalı...

Evren Kır


Soylu Prensim Binlerce ruh öldürdüm tek bedende. Ama senin kadar başarılı olamadım karanlık prensim. Sentinus'un umut kokan elleriyle okşadığı, küçük narin çocuk ruhumu öldürdün sen. Sonra ne mi oldu? Tek tek karşıma dikildi güçlerini tanımadığım insanların Tanrıları. O vakittir ki dizelerim doğdu, küllerinden doğan Phoenix benzeri. Yine de Tanrıları indiremedim gökyüzünden senin gibi. Mum ve kil kokan sayfalarımı karalıyorum durmadan. Sonsuza dek zarar görmeden ayakta kalacak gibi görünen maun yazı masamın başından ayrılmıyorum. Bulunduğun devrin gözde kadınlarından mı sandın beni? Ne cehalet. Soylu prensim... Bugün karanlık sokağından inerken, evimin yolunun üzerinde, kulağım misafir oldu bir diyaloga. Birinin sesi paslıydı, çatlak kuru toprak gibi çatal çataldı. Diyordu ki "Kaybedenlere 'Ruh'unu geri verir onlar. Şifacı Şamanlar." Ve bir diğer solgun ses karşılık veriyordu "Hangi dünyalara yolculuk yapar da bunlar, getirirler kaybolan yaşama sevincini zavallı bedenlere?" Ve yine çatlak ses söylüyordu: "Üst dünyalara uçar, alt dünyalara sızar onlar." Siyah prensim anladım ki bulmalıyım Sentinus'un dokunduğu çocuk ruhumu. Bir şansım olmalı bu Şaman denilen değiştirilmiş bilinçle. Ama korkuyorum bu yolculuktan. Sesini duyduklarım Hekate'nin nihai çözümler sunan ikiyüzlü cadıları mıydı yoksa? Yine de koyulmalıyım yola. Tamamen kaybetmeden, aynı anda hem hüzün hem sevinç kokan çocuk ruhumu. Hatırlıyor musun onu? Şen ezgileriyle doluydu kulakları ve şiir gibi şakıyarak konuşurdu. Gözleri pırıl pırıldı geceleyin hiç sönmeden yanan, gökyüzünde asılı Polaris gibiydi gözleri. Nice yorgun gemici onun gözlerine bakınca bulurdu evine giden yolunu sanki... Ah Hades'in kılıcını taşıyan Tanrı prensim! Tek hamlesiyle ateşin kızarttığı demirlerinde dövülmüş soğuk pırıltının; tek hamlesiyle ellerinde taşıdığın o ilahi bakışlarını yansıtan kılıcının. Nasıl da söndürdün parlaklığını onun. Aldın ya canını, kanattın kalbini etiyle ve kızıl kanıyla insan olan yanımın. Tabi ya! Ruhu değil midir insanın bedeninde kanını coşkun kılan? Ruhum öldü, bedenimde akan ise Set dedikleri Typhon'un yakan kumları. Ne farkım kaldı Kıbrıslı Pygmalion'un elleriyle şekillendirdiği cansız ve


hareketsiz Galetea'dan. Üstelik Tanrı'lara ruhumu bahşetmeleri için yakaran bir beden de yok. Hangi Afrodit duysun olmayan yakarışları? Gecelerin ışığını taşıyan prensim. Benden aldığını arayabilmek için Ceres'in meşalelerine sahip olmalıyım. Bu gücü kendimde bulmalıyım. Akıl ve sezgi birlikte çalışırsa eğer... Ancak o zaman bir şansım olur bu arayışı sonlandıracak, saçların gibi kara olan hikayemde. Çocuk ruhumla karşılayacağım seni bir sonraki seferde... En gülen gözlerimle bakacağım sana. Ve göremeyeceksin kendi izini hiç bir yerimde. İşte o zaman anlayacaksın Tanrı Prensim. Acıtamaz beni, ilahi güçlerin bile, ben izin vermedikçe... [Tablo: Nancy Mueller - Seated Woman]

Elif Alptekin

Mavi Gözlerimi firari bir geceye kapattım. Seni aldım düşlerime, Tüm kalanlar perişan. Sonra söver gibi geceye, Sıraya soktum ölümü. En derin yerinde uykumun, Bir kelebeğe verdim ömrümü Yorgun, çaresiz, bitab Satarken düşleri, Görmesinler diye seni, Maviye boyadım heryeri.

Özgün Şen


Kadın Her Yaşta Kadındır Karşıyaka'dan Konak'a gitmek üzere durakta otobüs bekliyordum. Normalde vapuru tercih ederim. Vapur sefasını hiçbir şeye değişmem. Ancak gitmek istediğim yere yakınlık açısından otobüs güzergahı daha çok işime geliyordu. Bekleme esnasında seksen yaşlarında bir ninenin bana doğru yürüdüğünü fark ettim. Bir elinde bastonu, pırıl pırıl görünen kıyafeti, bembeyaz, kıvırcık saçları, o saçların tamamını kapatmayan örgü beyaz bir beresi ve yuvarlak gözlükleriyle o kadar şirin görünüyordu ki. Nine git gide bana yaklaştı. Otobüs numaralarını göremeyince gençlerden yardım isteyen yaşlılardan biri olsa gerek diye düşündüm. İyice yaklaştı, ona doğru eğilmemi istedi ve kulağıma şunu fısıldadı: Rujun var mı? Evet tahminimde yanıldım. Böyle bir soru edemezdim. Gülümsedim. Aslında kahkahayla şirinliğine. Fakat yanlış anlamasından korktum. düşünmesini istemedim. O soruyu sorarken istedim esasında. Yine de tuttum kendimi.

soracağını asla tahmin gülmek istedim, ninenin Onunla dalga geçeceğimi ki sevimliliğine gülmek

Toplum olarak böyle insanları ayıplama huyumuz vardır ya ne yazık ki. Yaşına başına bakmadan ruj sürüyor denir ya. Yakıştırılmaz niyeyse. Ölüme daha çok yakıştırılır herhalde o yaşa gelindiğinde insan. Halbuki insan her yaşta sevmeli hayatı diye nutuklar atarız yeri geldiğinde.. İşte bakın, hayatı o yaşına rağmen seven, coşkuyla yaşayan bir nine.. Zaten o da dalga geçmeyeyim diye belki de, kadınların makyaj yaparken arkasına gizlendikleri bahaneler vardır ya hani, çok solgun görünüyorum, biraz renk gelsin yüzüme der gibi tatlı bir bahane uydurdu: "Dudaklarım çatlamış da". Hiç böyle çıkmazmış. İlk defa rujunu evde unutmuş... Bu diyalog ile günümün geri kalan kısmı neşe içinde geçti. Bu hayat dersi tokat gibi çarptı yüzüme. Biz seksen yaşımıza geldiğimizde bu enerjiyi, bu motivasyonu bulabilecek miyiz acaba kendimizde? İlk bu soru geldi aklıma. Genç yaşımızda bu kadar yorgun hissederken kendimizi, o yaşlara gelebilirsek şayet, ruj sürebilecek dermanımız kalır mı bilemiyorum. Şunu düşündüm sonra; kadın her yaşta kadındır. İçinizdeki yaşama coşkusunu kaybetmemeniz dileğiyle...

nine

ve

dede

olduğunuzda

dahi

Saadet Erdoğan


İtalyan Modası Şu bir gerçek ki İtalyan Modası'nı anlamak için burada yaşamak gerçekten gerekliymiş. Aslında tam olarak anlatabileceğimiz çok net örneklere sahip bir yapısı yok. Burada yaşayan herkesin kendine ait bir stili var desek daha doğru olur. Yani kimsenin stil kaygısı taşımadığı bir ülke. Şöyle söyleyebilirim ki sokağa çıkarken mor pantolonum kırmızı ceketimle uymaz sanırım demiyor kimse:) Buna bir isim takmak gerekirse 'Özgür Sokak Modası' bu ülkede gerçek anlamıyla yaşanıyor. Nedir özgür sokak modası? Az önce de söylediğim gibi aslında uyum kaygısı içermeyen, ben bunu beğenir bunu giyerim anlayışı... Buradaki tek kaygı giyinirken marka bir şeyler giymek ama onları ne kadar birbiriyle kombine edebildikleri meçhul:) Şöyle bir durumda var burada sadece İtalyanlar çoğunlukta değil… Hintliler, Japonlar, Çinliler, Zenciler, Koreliler, Araplar… Yani tam bir kültür karışımı diyebiliriz buna. Herkesin kendi tarzı, kendi gelenek göreneği giyim tarzına yansıyor. Hepsinden ilginç bir parça dikkatinizi çekebilir. İtalyan modası geneline bakacak olursak sadelikten çok uzak, açık anlatımıyla süsü seviyor buradaki insanlar. İtalyan modasının yapı taşı olan mağazaları gittiğiniz her yerde görüyorsunuz zaten. Bunların ciddi anlamda önemlilerini sıralamak gerekir ise: D&G PRADA MISSONI BULGARI EMILIO PUCCI TOD’s BOTTEGA VENETA VERSACE GUCCI ROBERTO CAPUCCI LA PERLA Bunlar zaten çok bilinen markalar bunun dışında İtalya'ya özgü birçok marka daha mevcut. Bunlar çoğunlukla hazır giyime yönelik olmadığı avangarde bir tarza sahip olduğu için ülkemizde bulunmuyor. Mesela buradaki en ünlü erkek giyim markalarından biri Ermene Gildo Zegna.


Bunlardan bazıları el dikişleriyle ve kaliteli kumaş, materyal kullanımıyla da ünlüler. D&G, GUCCI, ERMENE GILDO ZEGNA ve KITON markaları el işçiliğinde çok iyi ün yapmıştır. Burada ki üretim yerleri 'BIELLA'. İtalya'daki kaliteli moda dergilerine örnek verecek olursak bunlar da: WWDFriday WWDBeautyBiz MFFashion MFGentleman Buradaki ünlü moda eleştirmenlerinden biri de 'Suzy MENKES'. Peki neden bu kadar moda kelimesiyle birlikte anılıyor İtalyanlar? Bu işi gerçekten de çok mu iyi başarıyorlar? Bana soracak olursanız, kendi bakış açımla şunu söyleyebilirim ki: İtalyanlar işin reklamını çok iyi yapan insanlar. Tarihi, kültürel, mimari ve hatta mutfak kültürlerine bile çok sahip çıkıp değerini yitirtmemişler. Bir özentilik ya da bir başkasına benzeme kaygısı gütmemişler. Buraya geldiğiniz zaman İtalyan ruhunu size hissettirmek için her şeyi yapıyorlar siz de evet İtalya'dayım diyorsunuz. Modayı sadece giyim olarak ayırmamışlar mesela. Onlar için moda demek tüm hayat felsefeleri tüm yaratımları tüm kültürleri demek, hiçbir şeyi birbirinden ayırmadan önünüze koyuyorlar. Bunu biz yaptık diyorlar. Size modayı tarif ederken en ünlü aşçılarından başlayıp, mutfak kültürlerini, Nutella ve Barillayı bile onların bulduğunu anlatıyorlar. Oradan bizim teknoloji olarak ayırdığımız kısmı da modaya katıp Vespa'yı biz bulduk, Ferrari 476 GT'nin tasarımı İtalyanlar'a aittir diyorlar. Kültürü sadece mimari içinde bırakmayıp onu da modaya katıyor ve Rönesans'tan kalan tablolardaki kıyafetleri size örnek gösteriyorlar, ev dekorasyonunu modaya katıyorlar, Sacco adıyla anılan armut koltukları ilk 1968'de biz bulduk diyorlar. Marilyn Monroe'nun eteklerinin uçuştuğu meşhur film 'Quando La Moglie e in Vacanza' filmi de burada çekilmiş. Hepsine tamam da dantelimize ve çinimize sulandıkları an bende ipler koptu. Bizim kaybımız belki de bu dedim, arkasında durmadığımız


annelerimizin, anneannelerimizin yıllardır el emeği, göz nuru iğne oyalarını dantellerini bile kaptırmışız. Osmanlı zamanından kalma kültürümüzü çiniyi kaptırmışız ki biz daha daha kalitelilerine sahibiz. Biz de bir şeylerden bahsetmemiz gerektiğinde ülkemiz her türlü zenginliğiyle bir bütündür demeli ve hepsini altın bir kase içinde sunmalıyız. Kendi kültürüne sahip çıkan her ülke kazanır. Neyse nerede kalmıştım, olayı toparlamam gerekirse, iyice konuyu yaymadan... Burada her kültürden her toplumdan insanı görüp onlardan farklı stiller yaratma potansiyeliniz çok fazla. İtalyan kadınlarına fazla bir şey diyemem şuan burada moda olan şey kürk, kaşe kabanlar (özellikle kahve tonları hakim), Leopar baskıları ve diz üstüne kadar çıkan uzun çizmeler… 2011 yılını bu şekilde yaşayacağız, ama çoğu İtalyan erkeği gerçekten çok bakımlı. Giyimlerine çok özen gösteriyorlar ve sanırım hiçbiri body salonundan çıkmıyor. Belli bir yaş üstü erkekler ise trench coat ve takım elbiseden vazgeçmiyor her zaman şık geziyorlar. Lükse karşı bir düşkünlük var İtalyanlar'da burada hiçbir şık restoranı boş göremezsiniz. Her akşam baloya gidercesine şık giyimli insanlarla dolup taşıyor. Beni burada esas çeken şey Gotik Mimari'nin etkisi. En iyi örnek ise kesinlikle 'DUOMO KİLİSESİ'. Onun dışında başka örnekler de var tabi ki; mesela: 'Castello, Como…' Neden bilmiyorum mimar olmamama rağmen mimari güzellikler her zaman ilgimi çekmiş ve ilham vermiştir bana. Bu şehrin sokakları eskimiş anılar kokuyor. Gerçekten çok güzel korunmuş mimari eser diyebileceğim güzellikte binalar var. Canım sıkıldığın yağmurun altında bir saat yürüdüm mü, o tarihi arka sokaklar bana ilaç gibi geliyor diyebilirim. Mesela şuan bu yazıyı hazırlamamda bana gaz veren de bu oldu. Penceremden dışarıya bakarken gördüğüm tarihi taş binalar, eskinin kokusu ve yağmurun sesi… Nilgün Hepyalçın


Ayıp Ettik Aylarca medyamızı meşgul eden, sokaktaki halkı bir kez daha ikiye bölmeyi başaran evet-hayır oyununun sona ermesinin ardından Türkiye demokratikleşme sürecine girdi deniyor ve yıllardır çözüm bekleyen Türban sorununa çözüm aranmaya devam edilliyor. Diğer bir yanda ise, Alevi vatandaşlar din dersinin zorunlu değil de seçmeli olmasından yana taleplerini iletiyorlar ki demokratik Türkiye adına gayet makul bir istek olduğu düşüncesindeyim.. Ama sesleri ne kadar duyuluyor şüphe içindeyim.. Nasıl çözeceksiniz bu sorunları Recep Bey? Kemal Bey? Soruları yanıtlana dursun, geçtiğimiz yıllarda da uzun uzun tartışılan, medyanın konusuz kaldığı her an tekrar tartışmaya başlanabilecek , hazırda başka bir konumuz daha var; Avrupa Birliği.. 'Ayıp Ettik' ise Avrupa Birliği tartışmaların yoğun olduğu 2007 yıllarında tiyatroda sahnelenmiş bir oyunun ismi. Türk halkı olarak tiyatroya hakettiği önemi bir türlü vermediğimizi düşünürsek, birçoğumuzun adını bile duymadığı bir oyun olsa gerek.. Renkler Sanat "R.E.S.T Oyuncuları" tarafından sahneye konan bu oyunda cinsellik, erotizmden uzak, komik bir dille anlatılıyor. Aralarında Ece Uslu gibi tanınmış oyuncuların da yer alığı genç bir kadrodan oluşan bu müzikal komedi, birçok kişinin sandığı aksine ailelerin çocuklarıyla birlikte izleyebileceği bir oyun. Konusu ise kısaca şöyle; Avrupa Birliği'ne girebilmesi için Türkiye'ye sunulan şartlardan bir tanesi orta öğretim okullarında cinsel eğitim dersleri okutulmasıdır. Böyle bir müfredatımız olmadığı için de hemen hazırlanması gerekecektir.. Ve komedi burda başlıyor.. Kadınla erkeğin birbirini nasıl keşfettiği Adem ile Havva'dan itibaren anlatılmaya başlanıyor ve oyun boyunca kadın-erkek ilişkilerinde nereden nerelere gelindiği anlatılıyor. Ve aslında cinselliğe AYIP demekle ayıp etmiş olduğumuz vurgulanıyor. Ne de olsa bizim varlığımızın hikayesi, burada olmamızın sebebi değil mi ayıp diyerek geçiştirdiğimiz? Benim anlayamadığım durum ise Türkiye'de böyle bir eğitime başlanması için ille de Avrupa Birliği'ne girilmesi mi gerekiyor... Zaten başımıza ne geliyorsa eğitimsizlikten gelmiyor mu? Töre-namus cinayetleri adı altında katledilen kadınlar, kız çocukları; aile baskıları sonucu intihar eşiğine gelen, kendini öldürmeyi çözüm gören, çocuk yaşta zorla evlendirilen,


mutsuzluğa itilen hayatlar; ve tabi ki eşcinsel oldukları için yaşamaya hakları yokmuşcasına davranılanlar.. Hepsi insan, hepsi CAN… Bu kadar basit olmamalı… Referanduma evet diyen bu demokratik zihniyetin her türlü eğitime de evet demesi umuduyla…

İzge Berksü Özmen

Wicked Affair I don't mind eating what's served on my plate Here's the blank canvas for you to paint Just choose the right patterns to stimulate Till tingles begin leading me to eight o eight The way you'r talking to me, making me blush It's getting harder to handle the rush Fast and slow synchronizing the flow You are my wonder crush It feels so good, it's so true Let my guards down cause i'm with you Whatever you do it's working I don't know what i'm getting myself into This beat is pushing us to the edge It's too high now, time to break the cage So hectic that won't come down, spread the wings Flying is the most fun we can ever taste

Beyza Paksoylu

İo'yla Mehtaba Çıkmak Kitap Adı: İstanbul’un Antikçağ Tarihi / Klasik ve Hellenistik Dönemler Yazar: Murat Arslan Yayınevi: Odin Yayıncılık Yayın Tarihi: Temmuz 2010 Sayfa Sayısı: XVI + 579 Efsâneye göre, yeryüzünü çevreleyen, tanrıların atası (İlyada, xıv,302), ırmakların babası, derin anaforlu (Odysseia, x, 511)


Okeanos ile denizin semeresini simgeleyen 'ana Tethys'in (il., xıv, 302) oğlu ve kendisi de bir ırmak tanrısı olan Argos kralı İnakhos'un kızı İo, aynı kentteki Hera tapınağının rahibesidir. Hep suya izafe edilen bu kutsal kişilerin soyundan gelen güzel rahibe günlerden bir gün tanrıların ve insanların babası Zeus'un gözüne çarpar ve baştanrı kendisine âşık oluverir. Arkaik Çağ'ın tragedya yazarlarından Eleusisli Aiskhylos'un (i.ö. 525-456) Prometheus desmotes'inde İo bu aşktan rüyasında haberdar olduğunu Prometheus'a şöyle anlatır: "Geceler gecesi yapayalnızken odamda Şöyle sözler duyuyordum düşlerimde: 'Ey mutlu genç kız, niçin yalnızsın Erkeklerin en yücesi özlerken seni? Zeus yanıp tutuşuyor senin için, Aphrodite'nin gerdeğine girmek istiyor seninle. Zeus'un isteğine karşı koma sakın, Kalk git Lerna'nın yeşil çayırlarına, Babanın koyun, sığır otlaklarına, Git ki Zeus görsün orada seni, Doysun seni görmeye Zeus’un gözü" (Prometheus desmotes, 640 vd.) İo bu birliktelik ve başına gelen birçok felaketten önce gördüklerini babasına açar; İnakhos da Delphoi ve Dodona orakllerine danışıp tanrının buyruğuna uyulmadığı takdirde Zeus'un yıldırımıyla soyunun yok edileceğini öğrenince, Olymposlu'nun korkusu kızının sevgisinden yeğin gelmiş olacak ki onu kovmuş, böylece güzel rahibe Lerna Gölü kıyısında Zeus'un koynuna girmiştir. Çok geçmeden Zeus'un kıskanç eşi, tanrıçaların ecesi Hera bu durumu öğrenir. Bunun üzerine baştanrı, İo'yu karısının kıskançlığından korumak için ineğe çevirir. Latin şair Ovidius (i.ö. 43 - i.s. 17), ünlü eseri Metamorphoses'ta bu başkalaşım ve sonrasında olanları çok güzel dillendirir: "Sezmiş karısının geldiğini Jupiter, dönüştürdü Bir ak düveye Inachus'un kızını..." (Metamorphoses, ı, 610 - 611) Hera, ineğe dönüşmüş İo'yu sürekli rahatsız etmesi için bir sinek yollar. Kaçıp İstanbul Boğazı'nı geçen İo, Prometheus ile karşılaşır. Kafkasya'da zincirlenmiş olan Prometheus, İo'ya gelecekte insan haline kavuşacağını ve onun soyundan Herakles'in geleceğini haber verir. İo oradan Mısır'a geçer ve Zeus tarafından tekrar insana çevrildikten sonra Mısır kralı Telegonus ile evlenir. İo'nun boğazdan geçişinin hâtırâsı, bu su yoluna verilen isimle kutsanır: Bosphorus, yâni inek geçidi… Boğaz'dan geçerken başka bir armağanı daha olur güzel râhibenin. Bizim


Haliç, batılılarınsa "Altın Boynuz" olarak adlandırdıkları içerlek suyun kıyısında Keroessa'yı doğurur. Haliç de ismini işte bu kızdan almıştır: Khrysokeras (Altın Boynuz). Böylece İo, yolculuğuyla hem Boğaz'a hem Haliç'e isim verir. İstanbul sanki sudan doğmuş gibi ilk yer adları bu su yollarına konulur. Sonraları Zeus ve İo'nun kızına âşık olan denizlerin üç dişli yabayı taşıyan kadim tanrısı Poseidon, Keroessa'yla birleşir ve bu birleşmeden İstanbul'un kurucusu Byzas dünyâya gelir. Bu öyküde herşeyin başlangıcını suyla ilgili metaforların alması ne ilginçtir. Boğaz, Haliç, Poseidon… Eskil çağların basit düşünüşlerinden suya izâfeten berrak aşk öyküleri doğmuş ve İstanbul'u kurmuşlardır. İstanbul, eski çağlardan bu yana iskân gören, târihsel ve kültürel dokusunun zenginliğiyle tüm dünyayı kıskandıran bir şehir olma vasfını hiçbir zaman kaybetmedi. Aynı düşüncelerle ve bir stratejist olması dolayısıyla Napoleon Bonaparte bütün meselenin İstanbul'a kimin sâhip olacağı olduğunu söylemiş, Çar'la girdiği pazarlıkta O'nun İstanbul'a ilişkin taleplerini "asla kabul edilemez" bulmuş. Zira "İstanbul'a egemen olmak dünyaya egemen olmaktır." Kentin târihine ilişkin yerli-yabancı pek çok yazar kalem oynattı ve bugün henüz çevrilmemiş olan yabancı literatürü saymasak dahi İstanbul'la ilgili çeviri ve telif eserler kapsamlı bir kütüphane oluşturacak çeşitliliğe sahiptirler. Bununla birlikte Marmaray Projesi sâyesinde târih öncesine ışık tutan yeni bulguların gün yüzü görmesiyle şöyle bir gerçek de ortaya çıkmıştır: Kentin, –aslında çok uzun bir zaman dilimini kuşatan– eski çağlarına ilişkin kitap çapında yayınların dilimizde –yok denecek kadaraz olması... İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Oğuz Tekin'in değerli fakat mütevazı çalışmaları hâricinde şehrin bahsi geçen çağlarına ilişkin akademik nitelikli derli toplu bir telif eser yayınlanmış değildir. Neyse ki bu eksikliği, Akdeniz Üniversitesi Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü öğretim üyelerinden Doç. Dr. Murat Arslan, son derece zengin içerikli bir kitapla giderme yolunda başlangıç teşkil edecek önemli bir adım atmıştır. Murat Arslan, daha önce yayınlanan yüksek lisans(i) ve doktora(ii) tezleri hâricinde Arrianus'un Karadeniz'e ilişkin bir eserinin(iii) Hellence'den yaptığı çeviri ve incelemesiyle dikkate değer bir bilim adamı olduğunu ispatlamış, ortaya koyduğu eserler – akademik niteliklerine rağmen– dar bir akademik çevrenin dışında da rahatlıkla okunabilmesiyle daha da önem kazanmıştır. Odin Yayıncılık'tan çıkan son kitabı "İstanbul'un Antikçağ Tarihi" adını taşımakta, kentin Klasik ve Helenistik dönemlerini içeren, önemli oranda primer kaynakların kullanıldığı zengin bir kitaplık uğraşına dayanmaktadır. Arslan, kitabın kapsamı konusunda gittiği dönemsel sınırlamayı, İ.ö. II. Yüzyıldan itibaren Roma'nın müttefiki (civitas foederata) olan kentin Roma İmparatorluk çağından sonra siyâsî


bağımsızlığını yitirmesi sonucu târihsel gelişimini başka bir çerçeve içinde (Roma Tarihi) ele alma zorunluluğuyla açıklamış. Umarız şehrin eskiçağ tarihine dönük çalışmalar yapmak isteyen bilim insanları için bu açıklama bir uyarı teşkil eder ve kentimizin –özellikle– Latin istilâsına kadar olan dönemini ihtiva eden bilimsel monografilere ilham verir. Arslan'ın kitabı önsöz, teknik-terminolojik açıklamalar ve kentin kuruluşu ile Boğaz'ın târihsel coğrafyasına ilişkin "Giriş" bölümü dışında üç ana bölüme ayrılmış. Siyâsal Gelişmeler başlığını taşıyan birinci bölüm Klasik ve Hellenistik dönemde meydana gelen yaklaşık 500 yıllık olayları – Dareios'un İskit Seferi'nden Cumhuriyetin çözülüşünü başlatan Roma İç Savaşları'na kadar– ele alan iki alt bölümden oluşmuş. İkinci bölümde ise şehrin idârî ve iktisâdî yapısı ile kültür târihine değgin konular işlenmiş. Sikke sistemi, tarım ve hayvancılık, balıkçılık ile kentteki yapı ve surlar, boğazın her iki yakasındaki kült ve limanlar incelenmiş. Üçüncü bölümü oluşturan "Sonsöz"ü ise zengin bir bibliyografya ile "Dizin" takip ediyor.

Göktürk Ömer ÇAKIR (i)Antikçağ Anadolusu’nun Savaşçı Kavmi Galatlar (Arkeoloji ve Sanat Yayınları), 2000 (ii)Roma’nın Büyük Düşmanı Mithradates VI Eupator (Odin Yayıncılık), 2007 (iii)Arrianus’un Karadeniz Seyahati/ARRIANI PERIPLUS PONTI EUXINI (Odin Yayıncılık), 2007


Bir Söz... Bir söz dağıtabilir tüm karanlıkları Bulutlarda dolanabilirsin... Aşkın sadece pembesini değil Gökkuşağı gibi alalede renklerini taşıyabilirsin... Her yeni sabahta Her gece yatarken Ya da bi gece yarısı Yüzünde tebessümle Uyuyup, uyanabilirsin... Bir söz alıp götürür seni bilmediğin uzaklara Günün ortasında bir deniz kenarında Ya da yemyeşil ağaçların ortasında bulabilirsin kendini Bir gece yarısı esen rüzgarda Sevdiğinin kolları arasında mehtabı seyrederken Dalabilirsin en derin uykuna... Ve bir söz yıkabilir tüm hayallerini Seni çekip kurtardığı karanlıklara atabilir tekrar Kurduğun hayallerde karabulutlar dolanabilir Her renk sana siyah gelebilir Ve gece ya da sabah birbirine karışabilir Herşeye bedeldir bir söz... Helede sevdiğinin ağzından çıkarsa eğer... Bazen merhaba diyebilir Ya da hoşçakal... Kimse düşünmez ki söyledikten sonra bıraktığı izleri... Bakmaz arkasına... O zaman tek bir cümle kalır arkada Elveda... Yaşanmışlıklara Yaşayamadıklarımıza Sana Bana Başlamadan biten aşkımıza...

Kezban Şahin


Yaşamın Sırrı Modern çağımızda, hayatlarımız koşturmaca içinde geçiyor. Bu koşturmaca içinde, kimi zaman ileride hatırlanmayacak kadar önemsiz; kimi zaman ise hayatımızın dönüm noktası olabilecek olaylarla karşılaşıyoruz. Peki, bizler karşılaştığımız bu olaylar karşısında nasıl tepkiler veriyoruz? Durumu kabullenip, köşemize mi çekiliyoruz; yoksa sinirlenip, olayın daha da mı üstüne gidiyoruz? Aslında bu noktadan yola çıkarak, hayata bakış açımıza göre üç ana grup oluşturabilir ve verdiğimiz tepkilerle, yaşam kalitemiz hakkında fikir sahibi olabiliriz. İsterseniz, vakit kaybetmeden ilk grubumuzla başlayalım. Birinci grup: Yaprak misali savrulup duranlar ve sonra da yaşadıkları her şeye, "kader, kısmet" diyenlerdir. Bu yüzden, bu grubumuza "kaderciler" demek istiyorum. Kaderciler, her şeyin alınlarına doğarken yazıldığına ve hiçbir şeyi değiştiremeyeceklerine inanırlar. Bundan dolayı da evde oturup kaderlerine ağlayarak, ömürlerini geçirirler. Daha güzel bir yarın hazırlamak için bugünlerini değerlendirmeyi bilmezler. Çünkü onlar, kendilerine acımakla meşguldür. Kafalarını kaldırıp da çevrelerine bakmazlar bile. Kafaları olması gerektiği gibi, her daim kumun içindedir. Sorsanız; onlara göre, bu da kaderdir. Kadercilerin, doğarken kaderleri çizilmiştir ve artık yapılacak tek şey, onu yaşamaktır. İkinci grup: Önündeki 5-10 yılını programlamış, aşırı denetimci kimselerden oluşur. Bu grup, mükemmelin peşindedir ve hiçbir işini şansa bırakamaz. Onlar, mükemmeliyetçidirler. Bu gruptaki insanların hayatında rastlantı yoktur. Hele kader hiç yoktur. Her şey, insanın kendi elindedir. Bugünden iyi hazırlanılırsa, mükemmel yarınlar inşa edebileceğini düşünür. Durmadan plan yapar. Günü, haftayı, ayları hatta yılları planlarlar. Böylelikle, hayatlarında hiçbir sorun olmayacağını zannederler. İşler umduğu gibi gitmediğinde ise, kendini büyük baskı altında hissederler. Kendini savunmasız kalmış ve ne yapacağını bilemez bir halde bulurlar. Bu çaresiz durum, taa ki yeni bir plan yapana kadar devam eder. Bu, bir döngüdür artık ve ne yazık ki, çıkış kapısı bulunmamaktadır. Bundan bir yıl öncesine kadar, ben de mükemmeliyetçiler arasındaydım. Kaderin, insanın kendi seçimleri sonucunda oluştuğunu düşünürdüm. Bundan dolayı da her şey kontrol edilmeliydi ve her şey mükemmel olmalıydı. Bu düşüncemin, ne kadar anlamsız olduğunu ise; yaşadığım sağlık sorunundan sonra anlayabildim. Her şeyin, benim elimde olduğunu düşünmekle ne kadar yanılmışım; işte o zaman anladım. Yaptığım hatayı fark ettiğim dönemde, John Lennon'a ait bir söz okumuştum. "Hayat, sen başka planlar yapmakla meşgulken; başına gelen şeydir." diyordu. Tam da buydu olan. Ben, yaşayacağımı bile bilmediğim zamanı planlayıp


duruyordum. Sonundaysa, planlarımda olmayan bambaşka bir yerde buldum kendimi. Bu süre zarfında ise, ne mi öğrendim? Şimdi bahsedeceğim; son gruba ait bakış açısını, benimsemem gerektiğini. Bu grubumuz, elinden geleni yapan ve sonucu kadere bırakanlardır. Uzun süreli plan yapmak; ne kadar yaşayacağımızı bilmediğimiz şu dünyada, gerçekten anlamsız. Tabi, bir yandan da gideceği limanı bilmeyen bir gemiye, hiçbir rüzgar yardım edemez. Bunu da unutmamak lazım. O zaman, önemli olan dengeyi sağlamak. Belki de işin sırrı, tam da bu noktadadır. Planlar yapmalıyız ama onların kölesi olmamalıyız. Hayata karşı her zaman esnek olmalıyız ki kırılmayalım. Her şeyden önemlisi ise yeri geldiğinde, kaderi de kabullenmeliyiz. Biz elimizden geleni yapsak da bazen olmuyorsa, olmuyordur. O zaman çok düşünmeyip, fazla da üstelememiz lazım. En iyisi, her şeyi doğal akışına bırakmaktır. Mark Twain'in dediği gibi, "Hayat, Tanrı'nın bize sunduğu bir armağandır; onu değerlendirme şeklimizse, bizim Tanrı'ya sunduğumuz bir armağandır." Hepimizin, Tanrı'ya güzel armağanlar sunması dileğiyle…

Tuğçe Büyükabacı

Uyandım Uyandım uyanmasına da, yanı başıma çiğ düşmüş. Sırtımda anlam veremediğim bir üşüme. Üstüme dünden kalan bir koku sinmiş, midem de ise içmiş olduğum şarabın mayamsı çalkantısı cebelleşip durmakta. Bu hafta bana dediler ki; görünen köy kılavuz istemezmiş. Doğrudur belki, o an durdum. Tekrar anladım ki, ben var olan köyü değil de görmek istediğim köyü yaşamışım çoğunlukla. Çok şanslıyım ki, hayatta neyin iyi neyin kötü, neyin fırsat neyin tehdit olduğu göreceli bir şey. Göreceli'den gelen amca, gelin burdan yakalım demiş dünyayı tasarlarken evren'e. Bak dünya bana artistlik yapma senden de büyüğü var, büyüğün olanın da büyüğü. O dünyanın içinde insan küçücük bir simge, dünya ise evrenin içinde bir toz parçası misali. Bakın şu işe, yok yok. Dante'nin İlahi Komedya'sını daha okumadım ama bu konuya mutlak değinmiştir diye tahmin ediyorum. Dante deyip geçmeyelim hemen hazır onu anmışken, o cesur günlerini, kaleminin gücünü, düşüncelerini, yaşadıklarını korkmadan sevgiyle paylaşımını. Dante'de yıkımlar geçirdi tabi ki de. Hangi eserci, karamsarlığa kapılmamış ki bir yerlere varırken!


Altmış altı gün sonra tünelin sonunda ışık göründü. Tıpkı karneme yazdığınız gibi hocam, karanlığın en koyusu öncesiymiş şafağın. Aydınlığa çıkmak bir seçim, onun bedelini ödememek ya da çıkmayıp çıkmamanın bedelini ödemek. Olmak ya da olmamak gibi bir bilmece sanırım. Alın bakalım sizlere bilmece bildirmece, el üstünde kaydırmaca; her yeri görür kendini görmez (göz) altı mermer üstü mermer içinde bir bülbül öter (ağız) dalları aşağı (saçlar) iki pencerem var etrafı etten duvar sabahları açarım geceleri kapatırım (göz) karnı şişik kafası yapışık (burun) uzun sırık, beli kırık (kaş) yedi delikli tokmak, bilmiyorsan aynaya bak (baş) çarşıdan alınmaz mendile konulmaz bundan tatlı şey olmaz (uyku) ben giderim o gider kah benden önce kah arkamdan emekler (gölge) ben giderim o gider içimde tıktık eder (kalp) Neyse ben gidip Buca (İtalyanca çukur demekmiş) Hasan Ağa Parkı'na bir yürüyeyim. "Hadi yürü Bora. Yürüme koş Bora koş." Sağlıcakla kalın,

Bora EKE (Buca, İzmir, Türkiye - 23.10.2010)


Bu Ay Pollyanna Olalım "Sen ben o herkes aynı hikayede. Başı ve sonu aynı gerisi farklı. Bir yerden tutunduysak hayata. Boşa geçirmemeli bırakmamalı." demiş bir düşünür... Yaşam detaylardan ibaret. Aynı denklemin sadece değişkeniyiz. Her şey gelip geçici sadece yaşanılan an, tek gerçek budur. Birkaç gün önce üzüldüğünüz konuyu bugün düşündüğünüzde ya sizi artık üzmüyordur ya da "buna mı üzülmüşüm" dedirtip tebessüm ettiriyordur. Sadece bakış açısı, önemli olan bardağın dolu kısmını görebilmek, bize verilen tek seferlik bu şansı en iyi ve en kaliteli şekilde değerlendirmek. Son günlerde pek güzel olmayan günler yaşadım. Kendimi kısa süreliğine üzdüm. Üzülmek virüs gibi çevrenize yayılıyor, çoğaldıkça çoğalıyor. Üzüleceğiniz farklı konular ürüyor. Her zaman can sıkıcı konular olacaktır. Sorunlara dışarıdan baktığınızda aslında üzülmenin bir faydası olmadığını rahatlıkla görüyorsunuz. Üzülmek için bir çok neden olabilir; ancak mutlu olmak için de nedenler elbette ki bulunabilir. Azcık Pollyanna olmanın kimseye zararı olmaz. İmkansız olan, çözümü olmayan hiçbir konu yoktur. Üzüntülerden sıyrılmak, hayatla barışık yaşamak için çakraları açmaya, budist olmaya, nirvanaya ulaşmamıza gerek yok. Bunlarda elbette bir seçenek... Sadece bakış açımızı değiştirmek de yeterli... Önce kendimizi olduğumuz şekilde tanıyıp kabullenmeli, sevmeli ve önemsemeliyiz. İlgi alanlarımızı tespit ederek gün içerisinde hobilerimize zaman ayırmaya çalışmalıyız. Kimse vazgeçilmez değildir, önem sırasında her zaman birinci sırada kendimiz yer almalıyız. Spora zaman ayırıp sağlığımıza dikkat etmeliyiz. Önce biz kendimizi önemsemeliyiz. Kendine değer vermeyen birine başkalarının değer vermesi pek olağan olmazdı zaten... Ve siz başkalarına değer verdiğiniz taktirde karşılığında değer görebilirsiniz. Düşüncelerimiz saf enerjidir. Basit bir dille sizin düşünceleriniz başka düşüncelerle çarpıştığında olaylar bu şekilde meydana gelir. Pozitif


düşündüğünüzde bu yüzden iyi olaylarla karşılaşırsınız. Negatif düşündüğünüzde de aynı şekilde kötü sonuçlar elde edersiniz. O nedenle bir kötü durum sonrası moraliniz bozulduğunda üst üste birçok kötü olay birbirini takip eder. Her soruna gülüp geçecek kadar gamsız, hissiz olmayabiliriz ama karamsar olmamak adına çaba sarfetmek en doğrusudur. Geçirdiğim sorunlu üzücü günleri ardımda bırakmayı ben başardım. Azcık Pollyanna olup gülüp geçmenin, hatta abartıp kahkaha atmanın bir zararı yok... Kahkaha bulaşıcıdır. Mutlu, bol kahkaha attığınız bir Kasım ayı geçirmemizi dilerim.

Vildan Tandoğan

Mutlu'y'muş Uyandık… "mış" gibi yapmıyoruz artık. Bilmiyoruz, bakmıyoruz sormuyoruz kendimizle konuşmuyoruz. "Küs" gibiyiz. 'Sakın konuşma!' derken bile duymak istediklerimiz var, ama acıtır diye kulaklarımızı kapattığımız… Söylemek istemediklerimiz var söylemek zorunda olduklarımız gibi… Amalarla başlayan cümlelerimiz var ama! Bir şeyler eksik. Yarım kalmış bir şeyler… Uyandığımızda sözlerimize, kendimize, zamanımıza "harcanmışlık" yaşattığımız şeyler. Ne garip değil mi? Başlarken "biz"dik bitirirken yabancılaştık hiç tanışmadık sanki… Hala soruyoruz kendimize neden diye? İkimiz için de "bitti" diyoruz… Konuşuyoruz bu sefer duymak istemediklerimizi söylüyoruz… Boğazımızda düğümlenmiyor sözcükler, çıkıyor olduğu gibi en doğrusu da bu sanki… Suçlamalar, bencilikler yalanlar hepsi yolunu buluyor… Evet, bu sefer konuşmayı öğrendik diyoruz. Saklanmıyoruz kendimize, belki de ilk defa olduğumuz gibi görünüyoruz birbirimize… Kelimelerimizi saçıyoruz geldiği gibi acıtacağını sanıyoruz ama "bitince" acıtmadığını da anlıyoruz ya da "mış" gibi yapıyoruz… Ve hep eksik kalanlarımızla yaşıyoruz! 3-2-1 kayıt diyoruz… Kesiyoruz ve yeniden başlıyoruz…


14. tekrar ama devam ediyoruz… Roller değişiyor… Hikâyeler değişiyor… Konuk oyuncuları davet ediyoruz hayatımıza… Ağlıyoruz, gülüyoruz ama yaşıyoruz işte "biz" olmayı öğreniyoruz belki de olamamayı… Hayatımızın fragmanı olan "her şeyin" artık değişmeyeceğini anlıyoruz hiçbir şeyin… Belki de sırf bu yüzden! "Son bölüm" olan yalnızlığımıza yaklaşıyoruz. Ve Bitiriyoruz… Devamı yok! Ama tekrarlarını hep yaşıyoruz… "Mutlu" bir son için… İyi seyirler diliyoruz. Hayatımıza!

Ece Çekiç

..EnginDergi.. Kasım 2010 sayı-11


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.