engindergi-s12

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2010 - Say覺: 12


Fotoğraf: Ceylan Çakır

“Önemli olan elinde ne olduğu değil, onu nasıl kullandığındır.”


İçerik; Sy.04) Ayrılık – Engin Enginer Sy.05) Ben Gittim – Özgün Şen Sy.06) Ah İstanbul... – Kezban Şahin Sy.07) Senden Sonra – Buket Konur Sy.08) Çünkü...Mesafe! – Ece Çekiç Sy.09) Yazı'sız! – Sezin Dirier Sy.10) Kendin Ol! - Vildan Tandoğan Sy.12) Giden Yaz... Giden Kış... – Şeyma Karadağ Sy.13) İlim İlim Bilmektir – Bora Eke Sy.16) Yaşadığını Hissetmek için Yapman Gerekenler – Nilgün Hepyalçın Sy.17) Bilinmeyen Yönleri ile Piramitler – Tuğçe Büyükabacı Sy.19) Zaten Hiçbirinizin Soyadı Bana Yakışmıyordu Beyler – Dilşah Kalkan Sy.22) Mesela – Meltem Özbey Sy.23) Eksik Nisan – Evren Kır Sy.25) Hayatın Merkezine Yerleştirin Kendinizi – Serenay Öztürk


Ayrılık Gözyaşımı gerçek sanma Aşkındır dökülen gözlerimden, Üzüntüme aldanma Nefretimdir akan yüreğimden, Yalnız saçların değil Siyah olan kömürden, Artık içim de karadır En derin geceden. Yeni gün müdür güzü getiren Bilmem, lakin dündür Gönlümün yapraklarını döken.

Engin Enginer

Haziran 2007


Ben Gittim Sana ilk şiirim olsa, Anlarım çicek açarken doğum sancısını İlk yağmuru düşse şehrimin, Bilirim erken ölüm kaygısını, Kayda geçmez eşgalim aşka düşerken, Dizleri yırtık nasılsa kalbim. Kelimelerim bozuldu oynarken, Cümlelerim ulaşmaz sana, Kalbine değemem. Bu şehrin kuytularında kan revan, Uykularında kan ter içinde, Yaktım kalanları. Ben gittim, Sana söyleyemem…

Özgün Şen

05.10.2007


Ah İstanbul... Ah İstanbul, yine giyindin o kalın, o soğuk elbiseni.. yine buz gibi ortalık.. ısınmaya hasret yüreklere inat yine soğuk, yine buz, yine yalnız.. kardelen misali sevenler, sana inat, daha aşık, daha inançlı oluyorlar.. gerçi aşıkları üşütmez senin kış elbisen.. onlar sevdiğinin bir bakışından alırlar güneşini, ellerine dokunup, sarıp sarmalar, yine de ısınırlar.. yalnızları üşütür senin kış'ın.. kimsesizleri.. kalabalıkta kaybolup gidenleri üşütür... gidenlerin arkasından bakanları, terkedilenleri, her gece yalnızlıktan yorganına sarılanları üşütür... her şeyini sevdim de, senin kışını hiç sevemedim.. içim hep üşürdü benim, uzun zaman nedenini bilemedim, anladım ki gönlüme değen bir el, gözüme değen bir göz yok, ondanmış bu kadar üşümelerim... sen kendini beyazlara sarıp süslenip gelirsin de, kanarlar güzelliğine, ama bilmezler, anlamazlar yanlızların neler çektiğini.. senin kışını sevemedim İstanbul.. senin beyazlığında daha da üşüdü içim, tane tane değdiğinde yüzüme, daha da akıp gitti içimden gözyaşı, diner sandım gönlümün yangınları, bilemedim yüreğimin öylece donup kalacağını.. ben senin ilkbaharını sevdim, yüzüme değen rüzgarını, çiseleyen yağmurunun altında yürümeyi, mis gibi açan çiçeklerini... Ah İstanbul, seni sevdim.. taşını da, toprağını da, denizini de, ormanını da.. ama senin kışlarını sevemedim.. üşütmelerini sevemedim yalnızlığı hiç sevemedim..


İstanbul..! ben çok sevdim de sanırım hiç sevilmedim.. ondan bu kadar üşümelerim.. senin de suçun yok koca şehir.. sen benim kadar yalnız değilsin..

Kezban Şahin

Senden Sonra hatırlıyorum uzun özlemler sonrası, sabır sınırlarını zorlayan uzun bakışmalar yaşardık. değerli şaraplar açıldıktan sonra da bekletilir. ben sana uzun zamandır yazmadım; kırılmadın mı? bir geliş gidiş anı bu kadar kısa süremez ve hakkında anlatmaya değer bu kadar çok şey barındıramaz. yaşadığım üzüntüyü haklı bulmaya başlıyor değersizliğim. evet duysun bütün dünya ben değersizim. ben bir hiçim; korkmadan söylenebiliyorsa eğer... kırılmaya müsait bir kalp bile istemiyorum artık. birleştiremiyorum benimkiyle. kimisinin parçaları, herneyse dedirtiyor. basitçe; kimse sen değil, olmayacak. düz ve sıradan cümleler kuracağım senden sonra. neden sorma. o kadar sıradışı oldu ki isteklerim, cevaplarımı kurban verdim. ben, "o" seni, çok severdim...

Buket Konur


Çünkü… Mesafe! Ne kayıplar veriyoruz hayatımıza! İnsan olmayı denerken daha fazla yabancılaşıyoruz, önce kendimize sonra herkese "sadece mesafe" oluyoruz. Bir iki adım ilerimize nasıl da yabancı kalıyoruz. Bir kaç kelimemiz var onun dışında kalanlar "oyun bozanlar". Söylemeye cesaretimizin olmayışından hep oyunun dışında bırakıldılar! Hep bir mesafe var gidişimizde kendi karavanımız bu belki de… Nasıl bir karavan ki bu "içimiz dışımıza mesafe" duraklarımız hiç beklemeyenlerin yerine beklemekte… Gidiyoruz yolculuğumuz en uzak mesafe… Konuşamıyoruz ki! Günaydın demek kadar yabancı olmadık mı? Hep birlikte… Oyun bozan sözcüklerimizle beraber gidiyoruz kendi karavanımız bu işte… İçimizde! Bir türlü çıkamadığımız halimizle, en ücra yerde… Görmek, duymak bilmek istemediğimiz bir yerde mola veriyoruz. Hep bir kaçış kalbimiz aklımıza gelince. Biri saklambaç diğeri körebe… Görmemek istemediğimizden belki de… Adı üstünde oyun işte! Tek gerçekliği artık "görüp de görmemekte" Neden? Sorusu hep sorulur ya yeri gelince işte o zaman… Anlaşılır bir dilde oluruz belki de. Hissetmiyoruz! Mesafelerimize şerit çekildiği sürece… Ne çok tanıdık saymışız kendimizi böyle… Nasıl bir kalabalık olmuşuz içimizde Dışımız herkese bir adım mesafede...


Yalnız olmayı dert edinmiş gibi durmuyoruz üstelik… Yeterince yabancı kaldık herkese bu yüzden adımız "karavan" olmalı işte…

Ece Çekiç

Yazı'sız! “Neden beni anlatan bir yazmıyorsun” diye sordu adam.

şey

Kadın, elindeki şarap kadehini usulca bıraktı mumların arasına; “…çünkü seni gerçekten seviyorum.” “Aslında bunu ben de düşündüm biliyor musun? Kokunu tattığım andan beri istiyorum ‘seni’ yazmayı. Neler hissettirdiğini. Hayatıma girdiğin andan itibaren nasıl bir bayram havasına büründüğümü.. Aşkı, tutkuyu.. Ve belki de bir doz sevişmelerimizi.. Ama yapamıyorum! Her oturduğumda o tozlu masanın başına, aklıma geliyor yüzün; bunu bilmelisin. Yine de yazamıyorum. Gülümsemekten alıkoyabilsem kendimi, yazacağım belki de…” Adam, kadının hafifçe aralanmış dudaklarına dokundu dudaklarıyla. “Hmmm” diye mırıldandı; “Bunu anladığımı hiç sanmıyorum.” “Basit aslında…” “Yıllardır karaladığım her kelimenin, aslında sevdiğimi sandığım adamları anlattığını fark ettim. Yazılarım, onların yaşattığı acılar ve hayal kırıklıklarıyla dolu. Onları yazıyorum; çünkü bunu yapabiliyor olmak bana iyi geliyor. Kendi puslu dünyama çekip, herhangi bir role bürüyüp acı verebiliyorum onlara. Ya da yaşadıklarımla, bana yaşattıklarını hatırlatarak boğabiliyorum hayallerini…” “..Ama söz konusu sen olunca değişiyor işler. Mutluyum.. Ve ben mutluluğu anlatamıyorum..”

Sezin Dirier


Kendin Ol! Yetiştiriliş, üstünüze yapıştırılan etiketler ve sizden beklenen sorumluluklar; bu kişinin yaşamını öyle bir yönlendirir ve değiştirir ki bunu anladığınızda belki de çok geç kalmış olursunuz. Ailelerin birçoğu sizden mükemmel ve hatasız olmanızı beklerler. Eğer sizde sorumluluk duygusu gelişmişse geçmiş olsun. Seçtiğiniz mesleğe kadar artık hayatınızın yönü değişmiştir. Her attığınız adımı hatta her kullandığınız cümleyi iki defa düşünürsünüz. Farkında olmadığınız iç benliğiniz “sorumlulukların” diye haykırıp durur ve siz de bunu dinlersiniz. Bir süre boyunca ailenin en takdir ettiği üyesi olursunuz, hata yapmamak adına kaçırdığınız şeylerin farkına varana dek “evet ben mükemmelim” duygusu içten içe sizi sarmıştır. Bir an gelir ne kadar deneyimsiz olduğunuzu hissedersiniz. Yeter dediğiniz bir an gelir ve işte o an çok tehlikelidir. Bunca zamandır kullandığınız “hayır” kelimesi sorgulamadan “evet” olacağından hata yapmaya en açık olduğunuz süreç artık karşınızdadır. Bir kez olsun “düşünmeden hareket edeceğim”, hele “sorgusuz güveneceğim” dediniz mi hata yapma olasılığınız çok yüksektir. Aslında bu o kadar da kötü değildir. Yanlış yaptığınızda artık bir değişim ve farkındalık süreci de başlamış olur. Artık sandığınız kadar mükemmel olmadığınızı anlamaya ve en güzeli yaşadığınızı hissetmeye başlarsınız. Hayat daha fazla yaşanmaya değerdir artık. Her gün daha fazla kendinizi keşfetmeye başlamışsınızdır. Ailenizin istediği kişi olmaya çalışmanız; belki de onların sevgisini kazanmak ya da kaybetmemek isteyişinizdir. Kişinin kendisi olması, kendini tanıması ailesinin sevgisini kazanabilmesinden çok daha önemlidir. Başkalarını memnun etmek için değil, kendini memnun etmek için yaşamalıdır insan. Hiçbir şey için geç değildir. Yaşam bize verilen en büyük hediyedir. Karşımıza yararlanabileceğimiz fırsatlar çıktığında kaçırmadan yaşamalı. Etrafıma baktığımda insan davranışlarının, tepkilerinin, hatta giyimlerinin birbirlerine olması gerekenden fazla benzediğini görüyorum. İnsanlar


istedikleri gibi olduklarını sanıyorken, olduklarının farkında olmadan yaşıyorlar.

aslında

istenildikleri

gibi

Teknolojinin, iletişimin zayıf olduğu dönemlere baktığımızda her toplumun kendine özgü bir giyimi, zevk anlayışı ve yaşam şekli vardı. İletişimin hayatımıza hızla girişiyle toplumlar arasındaki farklılıklar gün geçtikçe azalmaya başladı. Teknolojinin hâkim olduğu ülkeler şuanda yaklaşık aynı şekilde giyinmeye, aynı tarz müzik dinlemeye, birbirlerinden hızla etkilenmeye başlamışlardır. Bence bu çok da kötü bir durum değildir. Özümüzü unutmadan, geleneklerimizi yaşatarak imkânlardan en iyi şekilde yararlanmak hatta güzeldir. Kilit kelime iletişimdir. Gördüklerimizin etkisi büyüktür. Etkilenmemek adeta imkânsızdır. Kendiniz gibi olduğunuzu ancak sanabilirsiniz, kendiniz gibi olmak bence tam bir başarıdır. Ailenizin istediği siz, çevrenize göstermek istediğiniz siz, işte tanıttığınız siz bu daha uzar gider. Hangisi sizsiniz? Evet, ortama uyum sağlamak önemlidir. Bunun için kendinizi değiştirmeniz gerekiyorsa; olduğunuz kişi, olmak istediğiniz kişiden farklıdır. Bu tamamen kişinin kendi tercihidir elbette. Ben sadece kendim olmak adına dışlanmayı göze alabilecek cesarete sahibim. Yeni bir yıla başlıyoruz. Ben “yeni yılla birlikte” demek istemiyorum. Her günün değerini bilerek yaşamalı insan. Yapılacaklar için Pazartesi’yi, yeni yılı, doğum gününüzü, sevgililer gününü, anneler gününü, askerden sonrasını beklememeli. Çok geç kalabilirsiniz. Kendinizi olduğunuz gibi sevdiğiniz, sizi sevenlerin kıymetini bildiğiniz, mutlu olmak için çaba sarf ettiğiniz, bol gülücük dolu bir Aralık ayı dilerim.

Vildan Tandoğan


Giden Yaz.. Gelen Kış.. ''Her yanını çiçek açmış erik ağacının, nereden baksan gözlerin kamaşır. Oysa ben akşam olmuşum, Yapraklarım dökülüyor usul usul Adım Sonbahar'' (Atilla İlhan) Gerçek bir sonbahar tadında yaşadığımız ekim ve kasım aylarının ardından tam anlamıyla atkılarla, berelerle soğuklara teslim olduk desem yeridir galiba.. Yaz aylarının sıcak canlılığının kendini sokaklarda rüzgarla düşen sararmış yapraklara bırakması hüzünlü, ama yağan karla birlikte çocukların elleri donana kadar hiçbir şeyi umursamadan oynaması bir o kadar da neşelidir.. Kış demek biraz da sabahları soğuk rüzgarın uğultusuyla uyanmaktır.. Yorgun zihinlerle okuldan döndüğünde annenin sıcacık evde karşılamasıdır.. Babanın iş dönüşü fırından getirdiği sıcacık ekmek, ders çıkışlarında soğuktan donmuş elleri ısıtan sevgilidir.. Közde pişmiş kestaneleri arkadaşlarla paylaşmatır dostluk adına.. Bazen üzülmektir.. Pencerenin soğuk camına dokunup dışarıda kalan evsizler için dua etmektir, sokak hayvanları için endişelenmektir.. Kış psikolojisi vardır bir de.. Bulutların yoğun olduğu, kurşuni renkte uyanmak yataktan zor çıkarır insanı sabahları.. Neşeli güneşin yaz enerjisi olmaz pek artık insanda, bazen yaşadığımız küçük problemleri hemen aşamayız, biraz karamsar kalırız hayata karşı.. Bu durumlarda evden çıkmamız fazla mümkün olmuyorsa kitap okumak idealdir bireysel etkinlik olarak veya arkadaşlar görüşmeyi kapalı ortamlarda gerçekleştirmeye devam ettirmek daha faydalı gelir bizlere.. Mevsim değişikliği yeni bir yaşam tarzını beraber getirdiği kadar, bizlere portakalı, elmayı ve çok daha güzel doğanın nimetlerini getirir.. Yeni bir yıl çıkar gelir ardından, başlangıçlarımız olur kış mevsimi bizim için.. En güzel başlangıçları, bu kış, bu mevsimde, bu yıl başında yaşamak dileğiyle..

Şeyma Karadağ


İlim İlim Bilmektir İzmir'e döneli neredeyse bir hafta olacak. Yorgunluğumu ve içimdeki ayrılık hüznünü yavaş yavaş üzerimden atıyorum ve kendimi Hümanist Düşünce Derneğinin yeni dönem açılış seminerinde buluyorum. Dünya'nın en önemli ve belki de tek Sümerolog'u, yıllara meydan okuyan 92 yaşındaki çınar Muazzez İlmiye Çığ'ı karşımda görebilmek bile orada bulunmama fazlasıyla değiyor. Kendisinin kısa özgeçmişini takdim ederlerken; tek tek bütün noktaların üzerinden geçiyor ve düzeltmeler yapıyor. Muazzez hanım 3 büyük savaş görmüş; I.Dünya harbi, Kurtuluş Savaşımız ve II.Dünya Savaşı. Kolay değil ülkesini seven bir insanın bu acıları ve sevinçleri unutması... Okul hayatından başlıyor anlatmaya. Bu bölüme girdiğinde Cumhuriyet'in 10. yılında olduklarını nasıl da hevesle arı gibi çalıştıklarını sergiliyor örneklerle. İkinci Dünya Savaşında Hitler'in Yahudi öğretim üyelerine büyük eziyetler çektirdiğini, Yahudilerin başka ülkelere sığınma istediğini ise Hitler'in korkusundan Amerika'nın bile kabul etmediği ve Atatürk'ün izni ile bu insanlara nasıl kucak açtığımızı, onlara sağladığımız olanakları ve bu sayede dünyadaki ilk beyin göçünü bizim yaptığımızı biliyor muydunuz? O zaman bir milletvekili 300 lira alıyorsa, bir Yahudi hocaya 600 lira verilirmiş. Eğitime verilen değer bize kısa sürede güzel meyveler vermiş. Bilim bilimdir diyor, kanıtı olmayan hiçbir şey bilim değildir. Ve bugün sahip olduğumuz delillerle Sümerler'in Türk olduklarını söylebiliyoruz. Bu harika bir şey çünkü onların yapısını incelediğinizde uzaklardan gelen özümüzün aynı olduğunu anlamak zor olmuyor. Türkler konuşmaya başladığı andan itibaren yazmaya da başlamışlar. Bundan dolayı Sümer anıtlarında atasözlerimize rastlamak zor değilmiş, işte bazıları; "Biliyorsun neden öğretmiyorsun?Boş vakit senindir neye yaramıyorsun?" "Açık ağıza sinek girer." "Kimin karısı ve çocuğu yoksa neşesi yoktur!" "Bir kadınla evlenen gücüne güç katar." Aslında aktarmadığım birçok atasözü Türklerdeki aile bağının ne kadar kuvvetli olduğunu yansıtıyor. Türklerin çok tanrılı inanışı olduğunu, her


özel varlığı bir tanrıyla bağdaştırdıklarını ama tüm bunlara rağmen kararlarında asla dini ön planda tutmadıklarını biliyor muydunuz? İrfanı yerinde bir Sümerli "Tanrının isteğini insanlar hissedecek ve düşünecek" kuralına inanarak kararlarını verirmiş. Yani biz yüzyıllar önce saf Türklüğümüzü kaybetmeden önce medeni ve laik olarak yaşıyormuşuz. Sahip olduğumuz bu saf Türklüğü kaybedip, sonra kurtuluş mücadelemiz sonunda onu tekrar bulmak için yeni bir sayfa açışımızın nedenini çok iyi bilmemiz gerekiyor. Acaba çok güzel bir din olan Müslümanlığı seçerken, kendi içimizdeki laik Türklük yapısını koruyabilir miydik? Belki de Atatürk'ün laikliğin üzerinde bu kadar önemle durmasının nedeni budur. Onu bir kez daha kaybetme lüksüne sahip değiliz. İşte soru-cevap kısmında öğrenmiş olduğum ve paylaşmak istediğim bazı diğer bilgiler; •

Çoğumuz ben dahil çivi yazısının çiviyle yazıldığı için bu adı aldığını düşünürken, yazının şeklinin çivi şeklindeki köşeleri andırdığı için bu adı aldığını öğrendim. Sümerler ince hayvan postlarına özenle yazdıkları değerli yazıları, uzun yıllar saklamak için fırınlarlarmış. Böylece bu çağlarda kütüphanecilik yani kayıt altına alma konusunda oldukça ileriye gitmişiz. Bu üstünlüğümüzü batı doğudan yani bizlerden öğrenmiş. Bizler ise şu an sahip olamadığımız, devletin kesesine acı bir zehir gibi hükmeden bu eksikliğimizi kapamanın yollarını batıda arıyoruz. Örneğin; Eski Türkler'de kayıtsız evlilik diye bir şey olmaz, olursa da geçersiz sayılırmış. Bir siyasi heyet Almanya'ya usta-çıraklık sistemimizi modernleştirmek için gittiğinde, Almanlar bunu çok hayıflamış ve bizlere; "Biz kendi sistemimizi sizin Ahilik-Lonca yapınızı inceleyerek oluşturduk. Bundan dolayı buralara geliş masrafınızı anlayamadık" şeklinde bir imada bulunmuşlar. Tarihte Zeytin fidanının Nuh'un gemisinden Anadolu'ya taşındığı biliniyormuş. Ama bunun nasıl oraya geldiği konusunda kesin bir bilgi yokmuş. Muazzez hanım son yolculuğunda Anadolu'da Hazar Gölünden akan su ile oluşmuş bir göle rastlamış. Bu beni mutlu etti diyor. Bununla birlikte "92 yaşında daha kesin kanıtlar elde etmeyi merakla bekliyorum." diye sözüne ekliyor. Bir de Kızılderililerin Türk olma ihtimali var. Yıllar önce Mezopotamya'dan bir grup insanın Kanada civarlarına çıktığı ve bunların Türk olduğu ileri sürülüyor. Zaten Kızılderililerin dillerini ve kültürlerini incelediklerinde bizimkilerle bir çok benzer yön bulmak mümkünmüş. Zaman akıp gidiyor durmak lazım, son noktada söylemek ise gelen soru üzerine bizden Atatürk'ü ve inkilaplarımızı düşünmemizi rica ediyor;


"Bizler Fransa'nın 100 yılda yapmış olduğu devrimleri, 10 yılda gerçekleştirdik. Devrimin düşmanı kendisidir. 100. yılımıza 20 yıl kala sahip olduğumuz bu Cumhuriyet'i korumak ve hakettiği yere getirmek için hepimiz bir şeyler yapmalıyız." Muazzez hanımın son sözü ise onu hayat felsefesini yansıtyor; "Çok daha güzel olacağına inanıyorum." Fransa'da tanımış olduğum Asyalı arkadaşlarımdan sonra kendi kültürümüzün özünü bulma yolundaki arzum, bu seminerin ardından daha da perçinleniyor. Hayatımın dönüm noktasında, Muazzez hanım gibi hangi alanı seçersem seçeyim sonunda kendimi bulacağıma yürekten inanıyorum. Şimdi tarihimizi daha fazla okumak ve yaşatmak zamanıdır. Yunus Emre varken bize daha fazla söz düşmüyor. Mutlu kalın. İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmez isen Ya nice okumaktır Okumaktan mânâ ne Kişi Hakk'ı bilmektir Çün okudun bilmez isen Ha bir kuru emektir Okudum bildim deme Çok tâat kıldım deme Eri Hak bilmez isen Abes yere yelmektir Dört kitabın manası Bellidir bir elifde Sen elifi bilmez isen Bu nice okumaktır Yunus Emre der hoca Gerekse var bin hacca Hepisinden eyice Bir gönüle girmektir Yunus Emre

Bora EKE (01.10.2006)


Yaşadığını Hissetmen İçin Yapman Gerekenler Bu başlığı atmadan önce kendimi bu konuda sorguladığımı hissettim. Ben kendim için ne yapıyorum? Mutlu muyum? Bu sabah uyanırken nasıl bir ruh haliyle uyandım? Neden insan her güne kendini mutlu edebilecek bir şey bulmaktan yoksundur? Bunu başarabilmek cidden bizim elimizde mi yoksa biz insanlar dış etkenler yüzünden mi sadece mutlu olur ya da üzülürüz?... Bu sorular kendinizi sorgulamaya başladığınız zaman bitip tükenmiyor. Onun için ben de diyorum ki biraz kendimize vakit ayıralım. Zaman bu kadar çabuk geçerken yerimizde sayıp sürekli soru sormak yerine zamanla birlikte hareket edelim ve hızlı cevaplar bulalım bu sonu gelmeyen sorular yerine. Mesela en son tek başınıza ne zaman sinemaya gittiniz? Bir cafe'ye oturup keyifle kahvenizi yudumlayıp yanına en sevdiğiniz tatlıyı aldınız? Ne zaman bir deniz ya da göl kenarına oturup etrafı dinlerken çok güzel bir kitap okudunuz? Bunlar kişisine göre değişebilir rahatlatma yöntemleri aslında kendimizi dinlediğimiz zaman bize yoğun iş veya okul temposundan sonra ilaç gibi gelecek yöntemler bizim içimizde saklı, önemli olan o doğru yöntemi yakalamak. Zamanı yavaşlatmak belki böylelikle mümkün olabilir. Bazen bunların yetmediği zamanlarda olabilir. İşte o zaman alışverişe çıkın sürekli vitrinde görüp ama çok pahalı dediğiniz ayakkabıyı alın :) bu biraz bayanlara yönelik oldu ama erkeklere de tavsiye ederim. En azından ödeme günü gelene kadar sizi mutlu edecektir:) ya da bir arkadaşınız veya sevgiliniz onunla ne kadar hoş göründüğünüzü söyleyince evet canım sağ olsun cidden yakıştı deyip bir süre aynanın karşısından ayrılamayacaksınız (ona uygun kıyafeti seçmek için bile bir gecenizi ayna karşısında büyük bir zevkle geçirebilirsiniz:)) Kadınlar için geçerli ikinci kurala gelelim. Bu genelde erkek arkadaşları kocaları tarafından canı sıkılan bayanlar için çok geçerli bir yöntemdir eminim ki herkes bunu tahmin etmiştir; ‘Kuaföre Gidin’. Her zaman için yeni bir stil saçta başlar. O an olduğunuzdan daha sexy daha çekici görünmek size inanılmaz güven verecektir. Sonra ardından güzelliğinize bakan diğer erkekler sayesinde ne sevgili ne de koca sıkıntısı aklınıza gelmez, güvenle dimdik sağlam adımlarla yürümeye devam edersiniz.


Bir akşam en şık kıyafetlerinizi giyin ve o hep önünden geçtiğiniz pahalı restorana gidin ve en kaliteli içkisinden söyleyin, evet bunu yapın hayatınızda bir kere de olsa o ay ki diğer harcamalarınızdan da kıssanız bunu kendiniz için yapın. Bunu herkes hak eder. Kendinizi şımartmanız önemli, onun için ara sıra da olsa kendiniz için vakit ayırın görmediğiniz bir ülkeye gidin. Bol bol fotoğraf çekilin, gittiğiniz yerlerin geleneksel tatlarını deneyin. Yeni arkadaşlar edinin. Değişik bir hobi kursuna başlayın ‘dans, resim, heykel, satranç, yemek, herhangi bir spor’. Hafta sonlarınızı evde geçirmeyin, eğer alışverişi ve para harcamayı sevmiyorsanız uzun doğa yürüyüşleri yapabileceğiniz yerlere gidin. Bunları bilinçli yapmayı istiyorsanız turlara katılın. Hasta olurum diyerek kaçmayın yağmurdan, biraz ıslanmak size de iyi gelecektir ve hava yağmur yağdığından her zamankinden fazla temizdir bu sizi rahatlatacaktır. Alın şemsiyenizi ve başka bir arkadaşa ihtiyaç duymadan yürüyün, düşünün bu arada yapmanız gereken bir şey, yalnız kalıp kendinizi dinlemeniz;) Kısacası bunlar benim sizler için üretebildiğim kendi açımdan bana iyi gelen şeyler bunları çoğaltmak sizin elinizde herkesin kendine vakit ayırmasının şart olduğu zor, sıkıcı ve yoğun tempolu hayatlar yaşıyoruz. Hepimizin azcık dinlenmeye ihtiyacı var, bu sadece haftasonu tatili evde uyumak değil. Sabah güne pozitif uyanmak, sevdiklerini arayıp değişik planlar yapmak, güzel bir masa hazırlayıp uzun süre keyifle kahvaltı yapmak, sonra günü değerlendirmek belki de.

Nilgün Hepyalçın

Bilinmeyen Yönleri ile Piramitler Piramitler, şekil ve yapı itibari ile asırlar boyunca ilgi odağı olmuştur. Çoğu zaman tarih merakı, çoğu zamansa firavun efsaneleri nedeniyle binlerce turist, akın akın piramitleri ziyaret etmektedir. Peki, bu eşsiz yapıları bu kadar gizemli kılan nedir? Piramitler, tepesi sivri bir biçimde birleştirilmiş üçgenlerden oluşan bir şekildir. İsmin Grekçe'de ki manası, "merkezdeki ateş"tir. Dünyanın çeşitli yerlerinde bu tarz şekillere rastlanılmasına rağmen, en popüler olanları


Mısır'dadır. Belki de bu popülerliğin nedeni, sayıca fazla olmalarıdır. Nitekim Mısır'da, 100'den fazla piramit olduğu bilinmektedir ve bunların hepsi, firavunların mezarları için inşa edilmiştir. Mısır inançlarına göre: Firavunlar, öldükten sonra da bu piramitler sayesinde yaşamaya devam edeceklerdi. Böylelikle sonsuzluğa ulaşacaklardı. Piramit isminin manası hatırlandığında, gerçekten "merkezdeki ateş" dolaylı da olsa böyle bir güce sahip olabilir mi? Piramitler, derinlemesine araştırıldığında çok enteresan sonuçlara ulaşılmış. Bunlardan bazılarını burada da paylaşmak istiyorum. Tabi, bilinen gizemlerinin başında, cesetlerin bozulmadan mumyalanması akla geliyor. Ne ilginçtir ki, normal koşullarda etkili olan çürüme olayı piramitlerin içerisinde işlememektedir. O zamanlara dönüp de düşünüldüğünde, belki de sonsuzluğun bu şekilde sağlanılacağına inanılıyordu. Yani, beden yok olmadığı sürece; ruhta, bedenle bu dünyada kalacaktı. Bu da ancak piramit şeklinin özel enerjisi ile sağlanabiliyordu. Öte yandan, diğer gizemlere değinecek olursak; sütün piramit içinde günlerce kalmasına rağmen bozulmaması, piramitlerin içinde elektronik cihazların çalışmaması ve inanılmaz mükemmellikteki matematiksel oranlar örnek verilebilir.

Tüm bu gizemli taraflarının dışında, en çok merak edilen ise piramitlerin nasıl yapıldığıdır. Günümüzde, Mısır'da ki piramitleri inceleyen uzmanlar, bu muhteşem yapıda her biri 10 ton ağırlığında olan, yaklaşık 3 milyon


adet taş blok bulunduğunu belirtiyorlar. Eğer, bu yapıların günümüzden 2500 yıl kadar önce yapıldığını öngörürsek; bunlar nasıl bir güçle, nasıl bir teknoloji ile bu kadar kusursuz yapılmış olabilirler ki... 2007 yılında, Fransız mimar Jean-Pierre Houdin yaptığı açıklama ile tüm bu merak edilenleri farklı bir boyuta taşıdı. Houdin 8 yıl boyunca, Mısır'da bulunan ve en büyük piramit olan Keops'un üzerinde çalışmıştı. Bu çalışmalarının sonucunda da bir teori oluşturmuştu. Bu teoriye göre; ilk önce taş bloklar bir araya toplandı. Daha sonra yapı için iki büyük rampa inşa edildi. İlk rampa, dıştan kurulmuştu ve başlangıç için gerekliydi. Diğer rampa ise spiral şeklinde içten kurulmuştu ve dışarıdan görünmüyordu. Yapının dış yüzeyine, içten dayanıyordu. Bu sayede de yapı, içten dışa doğru örülmüştü. Taşların ağırlığıysa, çamurlu su ile kaplanan rampalardan kaydırılarak, hafifletiliyordu. Böylelikle de inanıldığı üzere 20 ila 30 yıl gibi bir sürede de piramidi tamamlamış oluyorlardı. Bu teori kimi bilim adamı tarafından kabul görse de bir kısım tarafından da şüpheyle karşılanmaktadır. Piramit inşa teorisi, ne derece doğru tartışıladursun. Şu, su götürmez bir gerçektir ki; Mısır Piramitleri, eşi benzeri olmayan yapılardır. Daha da önemlisi, dünyanın yedi harikasından günümüze kadar gelebilmiş yegane eserdir. Eğer, yaşadığımız kainatta hiçbir şey nedensiz değil ise; mutlaka piramitlerden de öğrenmemiz gereken bir şeyler var demektir. Kim bilir, belki de sonsuzluğun kaynağı, insanlık için çok da uzakta değildir.

Tuğçe Büyükabacı

Zaten Hiçbirinizin Soyadı Bana Yakışmıyordu Beyler

Yeter Yeter! Beni bırak seninle kendi halime. Yeter artık içindeki yabancıya söyle gitsin.

Bir ilişkinin can çekişme aşamasına pek bir uygun parça, takdir ediyorum seni Yonca Lodi. Zaten beni hep aşka getiren bu şarkılar. 'Çoktan unuturdumm ben seni çoktann, ah bu şarkıların gözü kör olsun'. Hayatınızda aşktan vazgeçtiğiniz, ümidi kestiğiniz monoton günlerin birbiri arkasına geldiği,


çalıştığınız işten bıkkınlık geldiği, sigara kahve bira patates çikolata, 'Aman bekarlık sultanlıktırr oğlumm' diye sayıkladığınız ama bu durumdan içten içe sıkılmaya başladığınız, kız arkadaşlarla yapılan muhabbetlerle geçen günler vardır. İşte tam bu günlerde bir şekilde; metrobüste, tramvayda, facebookta, arkadaşlar vasıtasıyla, yolda, kitapçıda, parfümeride, alışveriş merkezinde, tuvalette, okulda, işyerinde, bakkalda, kasapta biriyle tanışırsınız. Yakışıklıdır ya da '***üme benziyor' denilen cinstendir. Çok iyi konuşuyordur sizi anlıyordur, size iltifatlar ediyordur. Unuttuğunuz kadınlığınızı size yeniden hissettiriyordur. Çok ortak noktanız vardır ya da siz zorla noktalarınızı uydurmaya çabalıyorsunuzdur. Çok güzel öpüşüyordur, ona tav olursunuz veya tam tersi sebil sübyandır hiç bişey bilmiyordur, bu hoşunuza gider. Size sürprizler yapıyordur, gelecek hayallerinize bir anda girmiştir. Çocuklarınız bile olmuştur bir anda, şaşırırsınız böyle bir erkeğe ilk defa denk gelmişsinizdir. Evlilikten bahseder sizi can alıcı noktadan vurur ipneler. Ya da özgür takılan evlilik, çocuk karşıtı bir bebedir, bu yanı size çekici gelir. Malum biz kadınlarda öyle bir taraf vardır nerde ipsiz sapsız biri buluruz özenle ağzımıza sıçtırırız. O kadar ruhunuza dokunuyordur ki hele hayatınıza önceden giren domuzlardan sonra ilaç gibi gelmiştir. İŞTE! Asıl en büyük hatamız burada başlıyor. Canım ciğerim; önceki domuzlar da ilk başta romantik prens ayağına kandırdı seni zaten. Gerçek yüzünü göstermeden içine içine işledi, evinin kadını çocuklarının anası yaptı seni. Ya daa öyle bir aşık etti ki kendine seni, sıçtığı boku bile nimetten saydın, en büyük hatalarını göremedin. Büyü gibi bir şey bu. Velhasıl kelam bir şekilde sen bu adamı hayatına soktun. Biz kadınlar hemen teslim olmayız aslında, erkeklerin canına okuruz en başta. Gezdin tozdun, sinemalar, barlar, cafeler güzel eğlendin. Evine girdin, ebeveynle tanışma badiresini en az hasar alacak şekilde atlattın. (Hiç Sevmem Bu Olayı)! Her şey çok güzel, herif gözünün içine bakıyor, hastalanınca sümüklerini o temizliyor, sevişirken sana bir Angelina Jolie, bir Demi Moore, bir Pamela Anderson muamelesi yapıyor. Diyorsun ki 'Bu herif beni ***sen aldatmaz abi'. Arkadaşlar tanıştı hatta çöpçatanlık bile yaptınız. Herkes gıpta ile bakıyor size. O zamanlar diyorsun ki 'Ben buna teslim olayım belli mi olur belki çocuklarımın babası bu olur, zaten soyadı bana yakışıyor'. Bunu dediğin an aslında o an ayrılık fermanını imzalıyorsun.


Elizabeth Gilbert 'Ye Dua Et Sev' kitabında şöyle yazmıştı; 'Ben ince bir zar gibiyim, kime aşık olursam onun şeklini alıyorum. Eğer sana aşıksam birçok şeye sahipsin demektir. Parama, kıçıma, aileme.. Bütün borçlarını senin için öderim, ailene Noel hediyeleri hazırlarım, seninle bıkmadan sevişirim, aklına gelebilecek en uç şeyleri yaparım. Ta ki yorulana dek, yeniden yenilenmemin tek yolu bir başkasıdır.' Aslında birçok şeyi özetlemiş. Üstüne düşmeler, kıskançlık krizleri, kavgalar, umursamamazlıklar, delirmelerle geçen günler.. Öyle bir sahipleniyorsun ki bir yerden sonra 'Benim' diyorsun ya.. Benimmm. Başkası bakamaz, öpemez, koklayamaz. Gizemini kaybediyorsun. Adam da anlıyor bunu ve bunun rahatlığıyla davranmaya başlıyor bir süre sonra. Öyle bir hal alıyor ki Dünya ***ime Minare modunda takılıyor. Bu kadar sahiplenmeyeniniz varsa çok takdir ediyorum sizi. Ama bana kalsa akvaryum alıp oraya tıkıcam adamı, beni görsün, ben yemek vereyim, benimle sevişsin, bana itaat etsin, başkasıyla değil hep benle konuşsun oluyorum. Çok çabalasak da bir yerden sonra kadınla erkek rolleri değişiyor her iki tarafta evrim geçiriyor. Bunu kabullenebilenlere ne mutlu. Kabullenemeyenler yanlız değilsiniz canlarım. Hep mi erkekler suçlu? Hayır değil tabi ki. Erkekler her zaman odundur, kabadır, pislik bir tarafları vardır, tek eşli kalamazlar, zoru severler, güzel bacaklı, kalçalı bir kadına hayır diyemezler, kovalarsan kaçarlar, bencildirler. Bunu biz çok iyi biliyoruz ama işimize gelmiyor, adamı hayalimizde makyajlayıp önümüze sunuyoruz ve kendimizi kandırıyoruz. Tabi bu kadının daha fazla sevdiği bir ilişki tipidir. Bakma biz acayip şeytanız da bütün numaralarımız aşık oluncaya kadar. Bir ilişki bitince de zaten (ki bu raddeye geldiysen toprağa göm ardından dua oku) bira şişeleriyle sevişmeye başlarsın, aşk ayrılık ihanet entrika dolu şarkılar can yoldaşın olur, arkadaşlarından hep 'Sen daha iyisine layıksın' sözünü duyarsın. Ama o ağzını burnunu kırdığımın iyisini hiç bulamazsın. Ve böyle geçen aylardan sonra yine birisiyle tanışırsın ya da eski sevgiliye bir şans verirsin. Aşık olursun ve bu oyun böyle sürüp gider. Ben bu oyunu bıkmadan oynayanlardanım, pişman mıyım hayatımdan çıkarttıklarım için? Hayır.. Zaten hiçbirinin soyadı bana yakışmıyordu.

Dilşah Kalkan


Mesela Herkesin başına en azından bir kere gelmiştir. Hani siz çok seversiniz, aynı oranda sevilmezsiniz ya... Ya da belki hiç... Ama sevmek karşılık beklemek değildir dersiniz de, değer verilmemesi daha çok koyar ya. İşte ondan bahsetmek zamanı... Eski sevgililer ikiye ayrılır, yaşayanlar ve yaşamayanlar. İki anlama da gelebilir bu. Hayatta olması değildir her zaman. Yaşayan; karşılaştığınızda en azından bir kuru selamı esirgemeyecekleriniz, kötü zamanlarında yanında olabileceklerinizdir. Diğerleri ise, neyse... Hani cevap vermeye bile üşenirsiniz o derece. Ama hep bu 2. grup geri döner ne hikmetse. Benim yok artık, imkansız, adam beni aldı eşeğin nazik yerine iteledi çekti iteledi çekti dediklerim ise başı çeker. Efendim bu insanlar arayamaz genelde mesaj atarlar, hani cevap vermezseniz rezil olmamak için. Gelelim örneklere: •

Yeni yılın / Doğum günün / Bayramın vs. kutlu olsun. Cevap vermezseniz, "pardon meltem yaa yanlışlıkla sana gönderdim."

Bir gün buluşsak. Hayır derseniz; "sanki yiyeceğiz" derler.

Arkadaş olalım. Kabul etmezseniz; değerden girer, onca zamandan çıkar.

Hayatımda biri var derseniz. En tehlikeli kısmı budur. Bir erkek bu rekabeti kabullenmez ve daha da hırslanır. Mutluluklar diler, zaten ayrılacaksın, sen onu değil beni seviyorsuna getirir. Adını sorar, kendiyle kıyaslar. Bitmez, tükenmez. İkinizden biri galip çıkacak, bu siz olun.

Seni rüyamda gördüm. (Aslında bu her zaman yalan değildir. Eğer sizi sıklıkla düşünüyorsa olabilir tabi.) Merak ettim, iyi misine bağlanır. Fazla uzatmadan iyi olduğunuzu bildirip kesin, yeter, çok bile.

Bir de sizi hep kısık ateşte tutanlar vardır. Ara ara kendini hatırlatır, biri var mı diye yoklar, onu unuttunuz mu bakar, 1-2 özledim serpiştirir, yerseniz size bir süre gider.


Son olarak, sizin kadar enayisini bulamayanlar var. "Senin değerini çok geç anladım, çok pişmanım, üzülüyorum, sen beni çok sevmiştin, hak etmediğim halde değer vermiştin, güzel günlerimiz vardı." Bu böyle uzar gider. KAÇIN! En tehlikeli grup budur, gerçekten kaçın. Birlikteyken, sevgiliyi de geç, insan olarak değer vermeyen, sonradan değerinizi anlasa kaç yazar?!

*Giden sizin için çok değerli de olsa, kapıyı örtün ki; içeride kalanlar üşümesin. (Paulo Coelho)

Meltem Özbey

Eksik Nisan Her bahar bir düş aslında... Bazen hiç uyanmak istemediğimiz güzel bir rüya, bazense hatırlamaktan bile korktuğumuz bir kabus olur... Hani bahar gelince insanın içi kıpır kıpır olur ya, yeniden başlayacakmış gibi herşey... Hüzün kaplar benim içimi her bahar... Nisan yalancı bahardır bana... Mucizeleriyle parlayan güneşi, kara bulutlar örtüverir bir anda... Gökyüzü hıçkırıklara boğularak ağlar... Diner elbet gözyaşları ama, her çekilen acıda hep eksilir ya biraz insan... Eksilir durur benim Nisan'ım da... Diriliş olduğu kadar ölümdür bende bahar... Nisan vedadır... Soğuk, karanlık günlere değil sadece; anılara, kaybettiklerine... Anneannemle dedemi bir 23 Nisan'da trafik kazasında, bir anlamda annemi 7 Nisan'da, on iki yıl kendi yavrum gibi baktığım köpeğimi 6 Nisan'da, kendimi de 8Nisan'da kaybettim... 23'ü, 6'sı, 7'si, 8'i derken, eksik kaldı benim Nisan'ım...


Esen yel savurup dağıtırken saçlarını, başını kaldırıp bakarsın gökyüzüne; her zamankinden daha mavi gelir ya sana... Güneş hiç parlamadığı kadar parlıyordur sanki... Karbeyaz bulutlar omuz omuza... Deniz gökyüzüyle birleşmiş sanki, aynı renk olmuş... Ağaçlar yeşillenir, çiçeklenir... Dallara asılmış, duvakları andıran tomurcuklu ağaçlardan 'uyandım ben!' diye bağırır sanki tabiat... Bebekler gibi mis, can yayan havası... Leylak, nergis, sümbül kokan sokaklar... Mutluluk gözyaşları gibi bir anda başlayıp, bir anda bitiveren yağmurdan sonra toprağın kokusu... Bin bir çeşidi yeşilin; çağla, erik, haki, fıstıki, zümrüt yeşili... Soğuklar diner dinmez geliveren kırlangıçlar... İnancın, direnişin sembolü ipekböcekleri... Yüzümüzde güneşin ilk öpücüklerinin masum, utangaç pembeliği... Bir tutsaklıktan kurtulmuşçasına özgür, heyecanlı... Yüzümüz, gözümüz bahar... Bilsek de gelip geçici... Gelincikler gibi, her sabah güneşe dönmeye çalışan gayretiyle yaşayan... Gelincikler gibi başını güneşe çevirip, saçlarını rüzgara verir, gülümsersin hüzünle her bahar hayata... Gelincik gibi güneşe muhtaç, kendi özsuyuyla yetinen, tomurcuklarındaki tozlar, sadece tutunabilmek için hayata umut zerrecikleri olur... Rüzgarla titrer durur hep yüreği gelinciklerin... Toprağa tutunmaya çalışır tüm gücüyle ama cılız, hüzünlü, yorgundur bedeni... Yalancı bahar ürkütmüştür yüreğini... Güçlüymüş gibi durur sadece rüzgara karşı, gerçekten güçlü olduğundan değil... Yalancı baharı kandırır sadece... Her güneş batışında yapraklarının salınışı değişiverir, köklerinden yapraklarına kadar hüzünle dolar... Gökyüzünün gözyaşları düşerken toprağa, yaşama aşkının bedelini öder gelincik ve sadece tebessüm eder ölümüne... Güçsüz, narin, cılız yapraklarına rağmen, rüzgara karşı cesurca salınan bir gelinciğe dokunabilir mi ki ölüm..? Rüzgarla savrulur, dağılır tohumları, uçuşan sarı saçlar gibi... Can kırmızı ipeksi kadife yapraklarının içine çöker en karası sevdanın... Kapkara bir leke olur içinde... En karasıdır sevdanın, hep taşıdığı yüreğinde... Hüzündür gelincik, ölümsüzlüğü imkansız bir aşktır hayata... Hem hiç ölmeyecekmiş gibi, hem de yarın ölecekmiş gibi yaşamak dedikleri... Hayallerin olmalı yaşamak için, hiç bitmeyen umutların olmalı... Gelincikler gibi, ipekböcekleri gibi... Birkaç günlük ömür için, kaç ömürlük bir mücadele, gayret... Sadece dut yaprağıyla yetinen bir ipek böceği kadar direnen, özsuyuyla yetinen gelincik kadar mağrur... Hayalleriyle yaşayan, hayallerine inandığı için sabreden... Alemde, hayal ettiğin sürece yaşarmışsın ya, hayallerin bittiği yerde her şey bitermiş... Bir varmış, bir yokmuş gibi... Bütün masalların başlangıcı gibi... Ne var ne de yok gibi... Bir görünen bir kaybolan... Ya da aslında olmayan, olmasını düşlediğimiz... Hayal gibi, bir hayale inanmak gibi, bir varmış bir yokmuş gibi... Bahar gibi... Eksik Nisan gibi...

Evren Kır


Hayatın Merkezine Yerleştirin Kendinizi Hayata bağlanmaya neden aramıyorum. Bana hayatı bağlayacağım çünkü. Kendimi yaşamın merkezine yerleştireceğim. İlgi odağı olmayı mı seviyorum ne? Galiba öyleyim. Konuşulmayı, konuşmayı, sormayı, araştırmayı seviyorum… Farklı gözle bakarım, ararım, bulurum. Şimdi gözlükleri de değiştirme zamanı benim için… Pembe diye tabir edilen gözlüklerin modası geçti bana göre. Turuncu olmalı benim gözlüğüm, hem de çok turuncu. Sıcak ve samimi, camın rengi de içini ısıtmalı insanın. Bir taktığında gözlüğü çıkarmak istememelisin. Tutkuyla bağlanmalı, gözün gibi bakmalısın gözlüğüne de. Kayıp ettiğini fark edip, hemen aramaya başlamalısın. Yerine başkasını almayı asla aklına bile getirme. Bulmalısın onu. Kullanıp bir kenarda bırakma, değer ver ona. Gözlüğün alışkanlığın haline geldiğinde tamamdır. İşte bambaşka bir açıyla bakıyorsun hayata… Ben de kendi yerimi değiştirmeye çalışıyorum. Rengimi ve modelimi biliyorum; onu bulup, alacağım aynısı da olsa. Yeter ki doğru seçimi yaptığına emin ol!!! Gözlük bu, dışarıdan bakıldığında ne de olsa hoş görünmeli en azından. Seçimi yap ve kullanmaya başla hadi!!! Çok düşünmeye gerek yok, zaman kaybetme. Her zaman bir alternatifin de olsun. Gideceğin yere ve mevsime göre. Çok konuşulan, alkışlanmayı seven, biraz da iltifattan hoşlanan bir tipim. Boş alkışlara, içten olmayan konuşmalara, insanlara yer yok artık… Onlar var ile yok arasında benim için. İnsan, sadece kendini kandırırmış. O tipler de aynen öyle yapıyorlar. Geçelim bu tanımsız varlıkları. Onları devre dışı bırakalım. Kendinize şu kadarını alın: Hayatın merkezinde siz olun; insanlar, olanlar, bitenler etrafınızda dönsün. Bencil olun demiyorum. Hayata katkıda da bulunun. Ama ilgi odağı olunuz, korkmayın!!! Yanınızda da bir ya da birkaç kişinin olmasına izin verin. Biri mutlaka farklı olsun!!! Destek verenlere de asla sırtınızı dönmeyin… Merkezde olayım derken, çemberin dışında sakın siz kalmayın!!!

Serenay ÖZTÜRK

30.11.2010

..EnginDergi.. Aralık 2010 sayı-12


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.