EnginDergi Y覺l: 2011 - Say覺: 13
Fotoğraf: Deniz Gençkaya
(Yer: Kailua, Oahu, Hawaii)
"Müziği duyamayanlar dans edenlerin deli olduğunu düşünür." Nietzsche
İçerik; Sy.04) Hayatınızı Ertelemeyin – Engin Enginer Sy.05) Yeni Yılda Yeni Ümitler – Serenay Öztürk Sy.05) Sadece Sevmek – Evren Kır Sy.07) Seni Arıyorum – Melike Meral Sy.07) Batırma Gemilerimi – Meltem Özbey Sy.08) Ölen Dostluklar ya da Biten Dostluklar – Vildan Tandoğan Sy.10) Ayartma – Buket Konur Sy.11) İzin Vermeseydiniz - Dilşah Kalkan Sy.13) Hoşçakalım – Kezban Şahin Sy.14) Tiksinti – Derya Derin Sy.17) Şiddet Algısı ve Bakış Açımız – Şeyma Karadağ Sy.18) Magandalar Öyküsü – Bora Eke Sy.20) Ve İstanbul – Sezin Dirier Sy.22) Hobini İşe Çevir İşsiz Kalma – Yunus Baran Sy.23) Bir Yaz Günü Hayali – Tuğçe Büyükabacı
Hayatınızı Ertelemeyin Hep diyorum bu sefer bir hikaye yazayım, bir şiir paylaşayım ama gözlemlerime dayalı paylaşımlarda bulunma dürtüsü diğerlerinin önüne geçiyor. Farkında mısınız ne kadar da çok şeyi erteliyoruz! Bunu da yapayım, şunu da atlatayım, bu da bitsin ondan sonra... Bazı şeylerin sırası hiç gelmiyor. Yapmak istediklerimizi yapamıyor, dahası olmak istediğimiz insan olamıyoruz. Ne demiş düşünür; "Mutluluk varılacak yer değil, yolculuğun kendisidir." Biz hayatın akışına öyle kaptırıyoruz ki kendimizi yolu gördüğümüz zaman yolculuğa çıkmadan da bekliyoruz ve düşünüyoruz. Karar anları! İkilemde mi kaldınız, tamam bitti. İnsanlar yol ayrımlarında karar vermek için o kadar çok enerji tüketiyorlar ki yolculuktan keyif almak bir yana dursun, akılları hep diğer alternatiflerde kalıyor. "Acaba bu değil de diğerini tercih etsem daha mı iyi olurdu?" gibi zihinde uçuşan bir çok soru işareti. O noktadan sonra hiçbir şey sizi tatmin etmez oluyor. Oysa içgüdülerinize güvenip yollardan birisini seçerseniz ve enerjinizi karar vermek yerine o yolu güzelleştirmeye harcarsanız emin olun hayatınız daha da keyif verici hale gelecektir. Çoğu zaman şükretmek yerine (ki şükretmek sahip olduğunuzdan memnun olduğunuzu dile getirip daha fazlasını istemektir) isyanda bulunmayı yeğliyoruz. Başımıza gelenler için birilerini, bir şeyleri suçluyoruz. Bir anonim hikayede olduğu gibi 'acele karar verme'meyi öğrenmek gerekiyor. Mevcut şartlardan ötürü sağlık sorunu olan insanlarla bir arada bulunuyor ve elimden geldiğince destek olmaya çabalıyorum. Hasta olan insanların ortak sorunu, ya hastalıklarının dünyanın sonu olduğunu düşünmeleri ya da sağlık sorunları olduğunu inkar etmeleri. Oysa kabullenip o şekilde yaşamayı deneseler... En büyük yakınma konusu; "tıp ve teknoloji bu denli ilerlemişken nasıl oluyor da 'bu' hastalığa çare bulamıyorlar" oluyor. 'Bu' derken de kastettikleri kendi hastalıkları! Hayatın kendisi ne kadar da ironik. Hep demişimdir; hiçbir zaman sihirli bir değnek olmayacak ki dünyadaki tüm hastalıkları / sıkıntıları ortadan kaldırsın. Sıkıntılarınızı aşmak için hayattan, sahip olduklarımızla keyif almaya çalışmaktan başka yapılacak daha iyi bir şey yok. Amaç yaşam kalitemizi artırmak ve sürdürdüğümüz
hayattan zevk almayı başarabilmek ise bunu yapmak için bir şeylerin olmasını beklemeyin, ve asla ertelemeyin. Sevgili ve saygıdeğer İsmail hocamın** da dediği gibi; "Ben değil de kim? Şimdi değil de ne zaman?" Esen kalın. **[İsmail Karasu - www.ismailkarasu.com]
Engin Enginer
Yeni Yılda Yeni Ümitler Bekleme!!! Başla!!! Yürüme!!! Sadece koş!!! Zaman çok hızlı akıyor. Bir takvim daha bitti. Son sayfayı kopardık diyoruz. Eski takvimi kaldırdık, yeniyi aldık, kullanıyoruz. Bitti mi tüm sorunlar, dertler, tasalar? Belki hepsi sona ermedi. Taşımayın bu yıla artık onları. Değişin, değiştirin. Yeni yıla güzel başlayın. Kimi bekliyoruz, ne istiyoruz sıralayın. Sesli okuyun, yazın, bilgisayarınıza ve cep telefonunuza kayıt edin. Uygulayın. Koşun!!! Yavaş hareket etmeyin. Çok beklemeyin. Kayıp etmeyin. Kazanın. Sahiplenin. Kucaklayın. Sevin. Sevilin. Ümit edin. Ama boşa ümitlenmeyin. Çabalayın. Eski defterleri yırtıp atın eğer gerekiyorsa. Silgi kullanmayın. Direkt üzerini çizin. Korkmayın. Cesaretli olun. Sesinizi kullanın. Gülün. Çok gülün. Ömrünüze ömür katın. Sağlıklı beslenmeye çalışın. Yeni giyecekler alın. Sevginiz hiç azalmasın. Ümitlerimizin tükenmediği, bereket dolu güzel bir yıl olsun…
Serenay ÖZTÜRK
26.12.2010
Sadece Sevmek İnsan ilişkilerinde hesaplı mı davranmak gerekir her zaman? Doğrusu bu mudur ya da neden gereklidir? Sevdiğin birine mesela, sevgini belli etmemeli mi? Ya da biri seni sevdiğinde ve bunu hesapsızca hissettirdiğinde, korkup araya duvarlar mı örmeli, bir beklentisi mi var diye? İnsan kendi duygularının bile nasıl bir değişime
uğrayacağını bilemez. Bugün çok sevdiğin, onsuz yaşayamam dediğin birini yarın görmek, düşünmek bile istemeyebilirsin. Tüketmiştir kendini bir şekilde... Ya da seni çok sevdiğini, sensiz yaşayamayacağını söyleyen biri, yitip gitmiştir hayatından... Sevdiğin için, sevildiğin için endişelenmek boşuna... İnsan kendi duygularının sürekli olacağından bile emin olamazken, bir başka insanın duygularının sürekliliğinden nasıl emin olabilir ki? Zaten kimse kimseyi, o kişi onu seviyor diye sevmez ki... Kendiliğinden olur bu, bir bakarsın ki seviyorsun... O seni seviyor diye değil... Hesaplarla, beklentilerle, çıkarlarla ya da korkularla sevemez ki insan... Bu korkular, hesaplar varsa içinde; karşında seni safça, beklentisizce seveni de göremezsin... En kötüsü de onun saf sevgisini de yıpratırsın... İçinden gelen sevgiyi bastırır seni korkutmamak için... Tutuklaşır, dilinin ucuna kadar gelen sözcükler boğazına düğümlenir kalır belki... Aramak, sesini duymak ister, bir el durdurur. Sarılmak, dokunmak ister, bağlıdır sanki elleri... Sevgi, saygı gibi bir çok duygu var hesapsızca hissedilen yaşam boyunca... Birine saygı duyuyorsan, o seni sayıyor diye duymazsın bu duyguyu... İçinden geliyordur sadece, belki bin tane sebebi vardır belki hiç yoktur... O seni tanımıyordur bile belki de, yaşadığın sürece senin varlığından haberi bile olmayacaktır... Dolayısıyla karşılıksızdır... Bir bebeği, bir kediyi, köpeği sever gibi seversin, seversen birini... Hiç bir şey düşünmeden, hesap yapmadan, korkmadan, beklentilerin olmadan... Bu bebek, köpek, kedi olsun; ya beni sevmezse diye düşünmezsin... Ya da ya bana çok bağlanırsa da, sonra ben onu bıraktığımda bensiz yapamazsa diye düşünmezsin... Bu yüzden güzeldir ya onları sevmek... Sadece sevgidir çünkü... En saf haliyle... Elbette sevginin sürekliliğinin bir garantisi yok... Tükenmek, tüketmek var sevgiyi bazen hiç beklemediğin bir anda... Elbette ayrılıklar var eninde sonunda, bazen gerekli, bazen gereksiz... Ölümler var hiç beklenmedik... Hayat 'an'lardan oluşuyor ve bunun bilincinde olmuyoruz yaşarken... Hiçbir şeyin, hiçbir ilişkinin, hatta yaşamın bile bir sürekliliği, kesinliği yok aslında... Unutuyoruz... Ne dün de kalınıyor, ne yarın planlanabiliyor... Sadece bugün, bu an var aslında... Bugün hissettiklerin, bugün istediklerin... Yaşadığımız anın değerini bilmek gerek sadece... O an dünde kalmadan...
Evren Kır
Seni Arıyorum seni arıyorum.. bilmediğim yüzlerde, karanlık gözlerde.. seni arıyorum.. belki de sonsuza dek yanarak hiç bir zaman -sobee! diyemeyeceğim bir saklambaçta??.. seni arıyorum. belirsiz sıfatını, sıfatına sığmayan ruhunu sonsuzlukta tadarak. yokluğunu bile bile, gerçekliği sile sile.. seni arıyorum.. işin garibi; seni ararken ben kayboluyorum. yanılıyorum, kırılıyorum, yeniliyorum.. arafta, eşikte: dünyaya da sonsuzluğa da bitişikte.. aslında BENİ arıyorum.. seni aradığıma kanarak.. bulamıyorum.. kaybolmuşum; yaşadığımı sanarak!!
Melike Meral
29.10.2010
Batırma Gemilerimi "Zaman tüm yaraları iyileştirir. Zaman, en şiddetli yangınları bile yavaşça söndüren sabırlı, sarı bir yağmurdur." Sarı Yağmur'un en, belki de tek etkileyici cümlesiydi. İçinde bulunduğumuz an anlam veremediğimiz, her şey geçince hak verecek olduğumuz şeyin özeti; zaman... Sabah sabah anlamsızca uyanıp, hepi topu 3-5 kanallık televizyon izleme, yoktan var edilen oyunlar, gülen salamlar, anne yapımı karanfilli portakal reçeli, siyah arabayı pullarla süsleyip kara şimşek yapma, kocaman demir kapıda bazen yalnız oturma, camdan sarkıtılan sepete koyulan kocaman cam şişenin dolusunun gelmesini bekleme, koştururken
düşünce kanayan dizleri en büyük acı sanma... Hepsinden öte, 'ah bir büyüsem diye iç geçirme'... Hangimiz yapmadık? Okula başlanır, okumayı öğrensem, hep oynasam, hep oynasam... İlkokul bitince, 'ah çocukluk arkadaşlarım olsa'... Ergenlik dönemi, artık bir liseye gitsem. Lisede şu sınavları halletsem bi üniversiteli olsam, bana karışmayın, ben büyüdüm'lü cümleler. Üniversiteli olursun, bıktım artık okumaktan, işe başlasam dersin. İşe de başlarsın, her gün iş-ev yeter dersin... Aşık olursun daha fenası... Küçük kara bir kan pıhtısıdır aşk, gelir oturur kalbin merkezine. Ya ona iyi bakıp, barışacaksındır, ya da kendi haline bırakıp, bütün bedenini sarmasına izin vererek mağlup ayrılacaksındır. Bazen hastalıkları tadarsın. Derinden ve yüzeyden... Bir tarafın kal savaş der, bir tarafın git... Yaşamak yanı ağır basar ekseriyetle. Bazen ölümü tadarsın, bekleneni ve beklenmeyeniyle... Derinden ve yüzeyden... Görüneni onlar bilir, görünmeyeni sen. Gözyaşı gereklidir ya gözlere... Temizler, besler. İçe akanı ise, aynısını yapmaz işte. Bir süre sonra paslanmaya yüz tutar kalp. Unutmanın ve unutulmanın hissiyatını tadarsın. Bazen çok kolay olur, hiç yaşamamış gibi; bazen bir saniye akıldan çıkmaz, hiç silinmeyecek mürekkep ve en ince uçlu kalemle görebileceğin her yere yazılmış gibi... Bazen gülmenin şiddetinin, bazen coşkunun, bazen duyurulan bir şarkının, çalınan bir enstrümanın, yazılan birkaç yazının, akıldan çıkmaz bazı sözlerin, bir dokunmanın, bir tatmanın, bir içeceğin, bir koşmanın, bir çift gözün, biraz toprağın, bazı sahteliğin, yitirilenlerin, var edilenlerin... Yerini alsa ya düşünce kanayan dizler...
Meltem Özbey
Ölen Dostluklar ya da Biten Dostluklar Aynı anda yemek yiyor, her anımızı bir arada geçiriyorduk. Birbirimizi bulmamız ne büyük şanstı. Öyle aynıydık ki, günler geçmesine rağmen buna hala şaşırabiliyorduk. Konuşmadan anlaşmaya başlamamız sadece birkaç günü bulmuştu.
Düşünerek konuşmama gerek yoktu. Adeta o benim iç sesim, kendimle sohbetim gibiydi. Nedensiz yere başlayan kahkaha krizlerimiz, sabah ezanına kadar durmadan yaptığımız sohbetlerimiz, kalori hesaplamalarımız, dondurma krizlerimiz... Her anımız dolu dolu geçiyordu. İkimizin de sorunları vardı. Paraları biranda harcayıp evdeki pekmez, tarhana ve makarnayı yiyişimizi; hatta yüzüne bakmadığımız bir kilo zeytini katıksız kahkahalar içinde yediğimiz o günleri unutamam. Çekirdeği kim daha uzağa fırlatacak diye zeytinin dibini görmüştük. Buna benzer bir dolu güzel anı ile birlikte hepsi geride kaldı. Ne yazık ki en kötü sevgili en iyi dosttan daha değerlidir. Hiçbir zaman anlayamadım bunu... Kız ve erkeklerin ilişkilere bakış açıları çok farklı. Erkeklerin geneli sevgilileri olduğunda özel yaşantılarından ödün vermezler. Her şey olduğu gibi devam eder. Maçlarını izler, işleri olduğunda söyler; hayatlarının odak noktası haline getirmezler. Olması gereken de budur. Ama kızlar - hepsi için geçerli değil elbette- tüm hayatlarının merkezine alırlar. Ellerinden biranda telefon düşmez olur. "Aradı mı, arayacak mı, nerde acaba, beni düşünüyor mu?" bu gibi sorularla o kadar yoğunlaşıyorlar ki... Hep bir düşünceli halde olur, her an ondan bahseder olurlar. Kendilerini, her şeyi unutuverirler. Bu kadar karışık olan nedir ben bunu hala anlayamıyorum. Kız yurdunda kaldığım da yaptığım gözlemlerden anladım ki kız milletine cidden güven olmaz. Oyunları, entrikaları hiç bitmiyor. Kendilerini kabullendirmek yerine sürekli gereksiz yalanlara başvuruyorlar. İstatistik bir rakam vermem gerekirse 10 kızdan 6'sının böyle olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. :) Dost, sevgili ve kendiniz... Hepsinin yeri ayrı; birbirleriyle kıyaslanamayacak üç değer. Bunların yerini bilip ona uygun hareket etmek çok zor olmasa gerek. Olması gerekeni aslında herkes bilir; ancak öz eleştiri yapması kişiye zor gelir. Bazıları da "evet, benim yaptığım yanlış ama ben buyum" diyip sıyrılır. Hepimizin en önemli amacı mutlu olmaksa eğer, her nasıl yaşamak sizi mutlu ediyorsa öyle yaşayın. Yalnız sizin mutluluğunuzdan başkaları zarar görecekse lütfen buna dikkat ediniz.
Vildan Tandoğan
Ayartma Az yaklaş yanıma... bilirim ürkersin, bayrakları ateşe verenlerden. dilin tutulur, ben öpmeye yeltendikçe. oysa yaklaş yanıma sen de anlarsın, ağzımız aynı kokar seninle. gizli isyanlar taşıyan, utanmaz hırıltılar emziren ağzımız... hadi durma, yaklaş yanıma. sana gizli sözlerim var, ilk sen öp beni... sen mor bir baykuş, ben sarhoş kargayım, ilk sen öp beni... durma öyle, öyle saf saf bakma. hem, senin kesilmemiş bileklerin var. günü giyinirsin alacakaranlıkta, sonra kış olur zaten, yüzümün yarısını alır gidersin. hem sen bilmez misin, kuşlar ölünce saatler de durur. hiç kuş vurmadım ben, ama çok sapan yaptım. fazlasıyla vurdum kendimi, kaç kez hırpaladım anılarımı ama ben saatleri hiç durdurmadım. gerçi... bir ayrılık için, binlerce durmuşluğum var. ama saatim yok benim... durma yaklaş yanıma. korkağın biriyim zaten. dişsiz ve saçsız kalmaktan korkarım. sonra olmadığın gecelerden, gündüzün tutsaklığından, ölü çocuklardan, yapma çiçeklerden, camlardan, cennetten korkarım. silahtan değil de üniformasını giymekten korkarım. en çok da ince parmaklarından korkarım. hadi... vakit kalmadı diyorum. bak, saatleri durdurmaya geliyorlar, yıldızları tek tek söküyorlar. bize ait bir şey kalmayacak böyle giderse. yüzlerimizi de çalacaklar aynalardan, yüzlerine bakma sakın. anılarımızı silecekler giysilerden, ellerini tutma sakın.
sen korkma, ben bütün korkuları salarım üstüme. hadi... artık şaraplar da öldü. sudaki sonsuz akıntılar da öldü. sağır kediler, kör kelebekler öldü. kuşlar öldü, biz hep ihtiyar kaldık. en çok da oyuncaklar büyüdü. az yaklaş yanıma, sana gizli bir isyanım var. ya yak beni ya da seviş benimle!
Buket Konur
İzin Vermeseydiniz Saat gece yarısını çok önce geçti. Pek çok gecede olduğu gibi, ekranımda boş bir beyaz dosya, aklım az önce giden arkadaşımda takılı, haddinden fazla içilen kahvenin nahoş bulantısıyla oturuyorum. İzin Vermeseydiniz… Sohbet sırasında sigarayı da biraz fazla kaçırmışım. (Not: Sigara sağlığa zararlıdır! İçmeyin, içirmeyin!) Bu mereti bırakmalı artık! Kötü giden bir ilişkiyi devam ettirme ısrarından daha fazla zarar verir mi? Cevabından emin değilim… Dilerim konuştuklarımız aklına ve ruhuna sinmiştir. Dilerim diyorum çünkü bir bünyeye aşk girdikten sonra insanda değişimler yaratıyor. Sonra aşk gidiyor, değişimin getirdiği hasarlar baki kalıyor. Kangren olmuş bir ilişkiyi neden devam ettirmeye çalıştığını konuştuk.
Korkuyor! Yorgun ve bıkmış! Birlikte olduğu zaman boyunca değişmiş. O artık eski güçlü kadın değil. Sinmiş, ezilmiş, kendini kötü hissetmesi için ne gerekiyorsa yapılmış. Sonucunda kendi etrafında dönüp durur ve çıkışı göremez hale gelmiş. Erkek arkadaşı kavga ve kötü davranış kısmına, hakaret etmeyi ve küçümsemeyi de eklemiş. Bencil ve kadının gücü altında ezilen erkeklerin uyguladığı taktiği uygulamış, aşağılayarak sindirmiş. Oysa zarif ve kaliteli bir kadındır. Kendini unutmuş! Kim olduğunu, bugüne kadar hangi zorluklardan geçtiğini, yeteneklerini, gücünü, inadını unutmuş. Şu cümleyi ettiğinde dayanamayıp konuşmaya başladım: "İnanabiliyor musun, beni herkesin içinde aşağılıyor ve küçümsüyor. Birkaç kilo aldım diye, 'yuvarlanarak git de bir bardak çay doldur' diyor. Bir adam sevdiği bir kadını nasıl aşağılar ve insanların içinde sürekli küçük düşürür?" Buna benzer pek çok olaydan örnek verdi. Yaşadıkları kötü tartışmaları ve adamın davranış biçimini anlattı. Seven bir adamın bunları nasıl yapabileceğini sorguluyordu. Oysa asıl soru şu olmalıydı: Bir kadın, kendisini aşağılayan bir adamın hala onu sevdiğine nasıl inanır ve onu mutsuz eden bir adamla birlikte olmaya nasıl devam eder? Birileri size hak etmediğiniz şekilde davranıyor ve sizi mutsuz ediyorsa, siz de buna izin veriyorsanız, yaptığı her hareketten sonra bağışlıyorsanız, sizi sürekli olarak hor görmesine müsaade ediyorsanız; iyi düşünün bakalım, suç karşı tarafta mı, sizde mi? Birini yaptığı her yanlıştan sonra affetmek, karşı tarafın bunu alışkanlık haline getirmesine neden olur. Nasılsa affediyorsunuz, neden yapmasın ki? Üstelik düzenli olarak gelişen bu olaylar zincirinde, karşı tarafa verdiğiniz sessiz mesaj şudur: Bana yaptığın her şeyi affediyorum çünkü layık olduğum davranış biçimi bu! Ben ancak bu kadar değerliyim! İnsanlar hata yapar elbette ve affetmek güzel, olgun bir davranıştır. Ancak bu süreklilik arz ediyorsa, karşınızdakini suçlamanın manası yoktur! İzin vermeseydiniz…
Dilşah Kalkan
Hoşçakalım Yağmur, ıslak sokaklar, kalabalıkta oradan oraya koşanlar, kaçışanlar, bir şemsiye altında sarılanlar, hızla gelip geçen arabalar... Gökyüzüne çevirmişim yüzümü, damlalar yüzümde gözyaşlarımla karışıyor, her damla gönlüme değiyor, önce canım yanıyor... Sonra içime huzur doluyor.. Derin bir nefes alıyorum, karşımda sımsıkı sarılmış bir çift.. Aklıma sen geliyorsun.. Soğuk bir akşamda el ele şemsiyesiz ıslandığımız o akşam geliyor, ıslandığımız diğer onlarca akşamlar geliyor.. Hiç üşümezdim elin elime değince, sırılsıklam olurdum da sen sarılınca içimi kaplardı sıcak.. Kimse umurumuzda olmazdı, onca yolu yürürdük.. Önce sessiz, sonra aşk dolu cümlelerle.. Kahkahalar atardık, sokaklar bizimdi, ikimizin... Yolun sonuna gelince göz göze gelir dakikalarca konuşmazdık.. Dakikalar geçer, yağmur yağar, senin elin yüzümü okşar, sonra yanağımda öpüşünün sıcaklığı, sonra hoşçakal.. Hatıralarımda güzelsin ve hep yağmurlu akşamlarda içimdesin... Her yağmurda veda ediyorum sana, akıyor gözyaşlarım, yanlız yürüyorum o sokakları, kulağımda içimi ısıtan bir melodi, ellerim boş, biraz üşüyorum, sonra ıslanıyorum, yolun sonunda kendimle vedalaşıyorum, yüzümü okşayan yok... Her yağmurda anıyorum seni, yine yağmurlu bir akşam, yürüdüm ıslak sokaklarda.. Ne farkettim biliyor musun, yokluğuna o kadar alışmışım ki her yağmur biraz daha alıp götürmüş seni beden, o kadar akıp gitmişsin içimden.. Bu akşam seni hatırladım ama sadece bir ANIsın.. Herkesin yağmurlu bir günde ya da akşamda olan bir hikayesi gibi bir an aklıma geldin HOŞÇAKALIM..
Kezban Şahin
Tiksinti Bir sabah… Umut Bozgun enteresan düşlerin sersemletici etkisinden uyandığında saat beş buçuktu. Yeni yeni ağarmaya başlayan gün onun sırtında demir gibi sert bir etki yarattı. Birçok yapılacak işi ve yapacak hiçbir şeyi yoktu. Umarsızca bir debelenmeye soyundu ruhu. Bunun onu nereye ve nelere sürükleyeceğinden habersizce yatağın altındaki pantolonunu almak için dizleri üzerinde bir sürüngen gibi süründü. Biçimsiz, ciddi ve kaba pantolonunu hiç sorgulamadan giyindi. Günün kalabalığına, hengâmesine katıldı. Bir şeyler ters gidiyordu. Ama bakıldığında ortalıkta öyle tersine giden bir şeyi görmekte mümkün değildi. İyi bir eğitim almıştı. Saygın biriydi. Ailesi tarafından seviliyor, takdir ediliyordu. Son günlerde ailesinin tavsiyesi üzerine güzel bir kızla tanışmıştı. Umulanın ötesinde harika bir ilişki içindeydi. İlişki evliliğe doğru gidiyordu. Evet. İşte ne olduysa olmuştu. Yaşantısında hiçbir sorun yoktu. Onun asıl sorunu da buydu. Her şeyin yolunda gitmesi herkeslerce normal karşılanırken onda tuhaf bir etki, tiksinme, iğrenme duygusu yaratıyordu. Düşlerinde kendisini başkalarını eğlendiren bir palyaço olarak görüyordu. Ya da sirkte yaşayan bir maymun. Veyahut ne söyleyeceği ezberletilmiş bir papağan. Bu rüyalar neredeyse hemen her gece kendisini tekrar ediyordu. En son ne zaman kendisini kendisi gibi gördüğünü hatırlamıyordu bile. Kendisini kendisi olarak görmeye başladığındaysa tam tersi cereyan etti. Bu defa da diğerleri bir tür başkalaşım içindeydi. Örneğin annesiyle yemek masasında otururken, annesini bir köstebek olarak görüyordu. Köstebek anne çay dolduruyor, onun tabağına taze beyaz peynir koyuyordu. Tıpkı her zaman olduğu gibi oğluna kocaman ağzını hiç kapamamacasına açarak sıkıcı öğütler veriyordu: “Geleceğini düşüneceksin. Attığın her adımı tartacaksın. Serserilerle ve başıboş insanlarla arkadaşlık kurmayacaksın. Paranı çarçur etmeyeceksin. Ve en önemlisi, hep ailenin mutluluğunu düşüneceksin. Çünkü biz senin için fedakârlık yapan insanlarız. Bize hep borçlusun. Borcunu iyi ve güzel bir çocuk olarak ödeyeceksin. Seninle gurur duymamız çok önemli. Anlıyor musun?” Maalesef anlıyorum diye düşündü içinden. Ama bu ses nasıl olduysa dışarıdan da duyuluyordu. O an iç sesinin tınısının yankısını hissetti. Köstebek anneyi öfkelendirmişti bu. Çatalını gırtlağına dayadı: “Yaramazlık yaptığında neler olacağını biliyorsun!” dedi. Maalesef biliyorum diye düşündü içinden. Ama bu ses de dışarıdan korkunç bir yankıyla duyuldu. O an köstebek annenin, çıldıran bakışlarından kendisine doğru ateş saçıldığını hissetti: “Seni karanlık ve soğuk bir odaya kapamalı!”
Maalesef biliyorum diye düşündü içinden. Ama ses bu defa da dışarıdan korkunç bir yankıyla duyuldu. Köstebek anne çatalı gırtlağına geçirdi hiç düşünmeden. Artık sessizdi. Rüyadan uyandığında gırtlağında çatalın iğreti ve can yakan etkisini duyumsadı. İlk kez rüyalar hakkında kuşkuya düştü. Çünkü gırtlağında çatal izi vardı. Bir diğer rüyada yanında babasıyla köprünün üstünde yürüyordu. Babası bir bukalemun görünümündeydi. O ise son derece rahatsızdı bu durumdan. Yürümekte güçlük çekiyordu çünkü çevresi olanca meraklı yüzler kumkuması ile çevrelenmişti. Bukalemun baba, neye yaklaşsa onun rengini alıyor ve kendisini korkunç kalabalığa karşı kamufle ediyordu. Ama onun için durum farklıydı. O bir bukalemun olmadığından kalabalık arasında hemen fark ediliyordu. Herkes köprünün üstünde enteresan bir şey bulmayı bekliyordu. Köprü onlar için bir tür eğlence yeri gibiydi. Bazıları bukalemun babanın rahatlıkla ileriye sıçrayan adımları yanında onun ağır aksak ilerleyen adımlarını seyrederken çekirdek çıtlıyor, birtakım yorumlarda bulunuyorlardı. Sanki herkes bir tür gösteriye gelmiş gibiydi. Onun içinse durum farklıydı. Bu onun hayatıydı. Bunun içinden çıkmanın tek yolu da uyanmaktı. Uyandı. Tekrardan uyudu. Uyandı. Tekrardan uyudu. Tam olarak nerede olduğunu anlamak istediğinde çevresini gözleriyle tarayarak hayran olunacak bir kesinlik ve dikkatle odanın resmini çizdi. L şeklinde açılan koridorun en başında köstebek anne, kitaplığın yan tarafında bukalemun baba, elinde elektrik süpürgesiyle fare kız kardeş, tek kişilik büyük koltukta elindeki yelpazeyi sallayarak oturan kertenkele sevgili… Resmin altına küçük bir not yazdı: “Tiksinti” Ertesi sabah üzerine rahat, salaş kıyafetler giyindi. Elinde küçük bir çantayla gemi gezisine çıktı. Rüzgar yüzüne vurduğunda yeni bir soluk aldığını hissetti. O an geminin nereye gittiğini merak etti. Yanında oturmakta olan beyaz saçlı, ablak yüzlü, kömür karası gözleriyle onu adamakıllı inceleyen kadına sordu: “Nereye gidiyor bu gemi?”
“İstanbul’a… Sarayburnu’na…” “Ama biz zaten İstanbul’da değil miyiz? Sarayburnu değil mi burası? Nasıl mümkün olur bu?” “Evet… İstanbul’dan İstanbul’a gidiyor. Sarayburnu’ndan Sarayburnu’na… Tek seferlik…” Kadının aklını kaçırdığından emindi. Böyle şey görülmemişti. Mümkün de değildi. Bir yanlışlık olduğundan adı gibi emindi. Elindeki bilete baktı. Kalkış yeri: Sarayburnu… Varış yeri: Sarayburnu... Artık her şey mümkün görünüyordu. Gemi gerçekten de Sarayburnu’na geldi ve iskeleye yanaştı. Yolcular gemiyi boşalttı. Kimse yadırgamadı bu seyahati. O da yadırgamıyormuş gibi göründü. Aşağıda köstebek anne, bukalemun baba, fare kız kardeş, kertenkele sevgili onu bekliyordu. Sevinçle el sallıyorlardı. O da gülümsedi. İnce ve zarif adımlarla onlara doğru yürüdü. Sanki yeni bir hayata yürüyormuş gibi… *[Desen Çalışması: Oktay Çakır – oktaycakirart.blogspot.com]
Derya Derin
Şiddet Algısı ve Bakış Açımız Biz farkında olmadan hayatımıza giren, yerleşen ve artık normal bir durum olarak kanıksadığımız şiddet olgusu, ülkemizin en büyük ve en acı verici sorunlarından biri haline geldi son yıllarda. Ülkenin ekonomik durumu ve kitle iletişim araçlarının insanlar üzerindeki etkisi, aile kurumunun giderek zayıflaması ve önemini yitirmesi, şiddet nedenlerinin temelinde yatıyor. Tahammülsüzlük sınırlarına geldiğimiz ve şiddet konusunda kendimizi tutamayıp büyük zararlar verdiğimiz, polisin öğrencilere kullandığı orantısız güçten de aşikar durumda son günlerde. Kitle iletişim araçları ve medyanın bu durum karşısında net bir önleyici tavrını görmemiz gerekiyorken, tam tersi insanların bilinç altına destekleyici yayın ve içerikli programlarıyla yerleştiriyor. Psikolojik olarak medya, her türlü bilgi ve argümanı iletişim mekanizmaları yoluyla üzerimize salması, şiddet olgusunun yayılmacılığını ortaya koyuyor. Özellikle ailede başlayan, okulda ve trafikte devam eden fiziksel ve psikolojik şiddetin engellenmesi, halkın şiddet olaylarına bakış açısının 'normal'liğinin ortadan kaldırılması ve rehabilite edilmesinde yine büyük pay medya organlarına düşüyor.
İnsanların birbirleri hakkında hissettiği kin, nefret, dedikodu, öç alma gibi ilkel duyguların, yaşadıkları rekabet ortamında, aile içinde veya sosyal ortamda ortaya çıkmasıyla yaşanan problemlerin çözümünü şiddet yoluyla gerçekleştirmeleri ve bu çözüm yolunu üniversite mezunu eğitimli kesimin de kullanması şiddetin ancak sosyal bir bilinçlendirme ve psikolojik yardım yoluyla çözümlenebileceğini gösteriyor, bunun yanında insanlara aile kurumunun öneminin anlatılmalı, sevgi ve saygı yoluyla çözülemeyen hiçbir sorunun kalmayacağı ve daha çok sağ duyulu, sabırlı olursak birçok sosyal sorunumuzu aşabileceğimiz unutulmamalıdır.
Şeyma Karadağ
Magandalar Öyküsü Yine aynı şeyler, hep başkalarına olur olmaz yerde sinirleniyor diye kızarken, ben de canımın sıkıldığı bir şey olduğunca en yakınımdaki insanlara bağırıp çağırmaya başlıyorum. Kendimce haklıyım tabii. Sinirlilik bizim özümüzde var. Soyumuzdan gelenler sinirli insanlar olmasa biz sinirli olur muyduk hiç! Biz Türklerin başka hiçbir toplumda bulamayacağınız nitelikte güzel özellikleri vardır; misafirperverlik, paylaşım gibi. Ama biz genellikle olumsuz olanları duyarak yetiştiğimizden yüz yıllık geleneği bozmayacağım ve size ülkemdeki magandaların manzaralarını sunacağım. Bizler galiba biraz değer ölçemez insanlarız. Cahilliğimizden mi kaynaklanıyor bilmem? Gün geçmiyor ki düğünlerde ölen bir insanın haberini alalım. Maganda kurşunu magandayı da bulmuyor. Gidip gencecik, hayata dört elle sarılan kim varsa ona isabet ediyor. Sen git geceni gündüzünü ülkene ver, sonra da gözlerinin kepenklerini sonsuza denk indirsinler. Bunun bedeli nedir? Buna nasıl adaletsizliktir. Bunlar son zamanlarda ortaya çıkan icatlar değil. Ülkemin insanı bunları yıllardır yaşıyor. Değişen tek şey ise zaman geçtikçe bu olayların sayısının mantar gibi çoğalması ve birçok kişiyi tehdit eder olması. Artık zenginler, orta halliler kısacası büyük bir kesim tehdit altında sayılabilir.
Bu noktada insanoğlunun bir özelliğini ortaya sermek gerekiyor; İnsanlar ancak kendinin ya da sevdiklerinin hayatları risk girdiğinde başkalarının yaşadıklarını gerçekten anlayabiliyor.
altına
Düzce depremi oldu, içimiz cız etti belki, peki hangimiz orada hayatını kaybedenler ya da onların yakınlarının yaşadıklarını yaşayabildik. Aradan yıllar geçince televizyon haberlerinde tekrar bazı şeyler anımsıyor muyuz? Bu kişileri hatırlayabiliyor muyuz? Benim nefsim buna yetmiyor doğrusu. Kötü niyetli olmak istemiyorum ama bundandır ki; sosyal içerikli eğitim projelerine destek olanların sayısı git gide artıyor. Ne güzelde oluyor doğrusu! Sanki bir Robin Hood çıkmış da zenginden aldığını fakire veriyor. Dedim ya bu magandalar öyküsünde herkese bir yer var artık. Geçen gün evimizin yakınlarında yürüyordum. Bir araba yanımdan geçerken neredeyse bana çarpacaktı; kendimi zor çektim. Sonra araba biraz ileride durdu, içinden bir genç bana baktı. Bende gözümü gözünden çekmeyince beni öyle beklediler. Sonra kafamı çevirip yanlarından geçtim. Bir kaç kez yolumu keser gibi yakınlarımdan geçtiler. Neyse badiresiz atlattık. Yine moralimin çok bozuk olduğu bir gün, otobüse atlayıp İnciraltı'na gittim. Başladım korkarak fotoğraf çekmeye. Sonra gökyüzünün renklerine ve kuşların ihtişamlı uçuşlarına kanmışım ki iskelenin kenarına kadar gelmişim. Bu iskele insan kalabalığının dibinde olan bir iskeleydi, üstelik iyi giyimli bir amca da iskele kenarından denizi izliyordu. Daha sonra amca gitmiş fark etmedim. Fotoğraf çekmeye dalmışım arkamdan birden gelen sesler ile irkildim. Birileri küfrederek bana yaklaşıyordu. Döndüğümde bu seslerin iskelenin ortasına tuvaletlerini yapan tinerci çocuklara ait olduğunu fark ettim. Affedersiniz, gel benimkini de çek diyor ve küfrediyorlardı. Arkamı dönüp hızla kaçmaya başladım. Zaten yapabileceğim başka bir şey de yoktu. Arkamdan geldiklerini fark ettim, dua ederek uzaklaştım. Nihayet insanların arasına ulaşmıştım. Hayat devam ediyordu tüm telaşıyla. Derin bir nefes aldım. Üzerimden soğuk terler boşanmıştı. Özdilek Alışveriş Merkezi'ne doğru ilerledim. Ve içimden bağırmak geldi haykırırmışcasına; "Niye?" diye... Biz bu ülke için gecemizi gündüzümüzü verirken bunları yaşamayı hakediyor muyuz? Hayatın karelerini çekmenin de bir bedeli varmış demek. Şimdi yıllarını fotoğraflara veren insanların değerini daha iyi anlıyorum. Dün de sabah yürüyüşten dönerken bir arabadaki amca motorsikletli bir çocuğa küfretmiş. Motorsikletli çocuklar da sinirlenip adamın üzerine yürüyünce adam sesini çıkaramadı. Lakin öyküleri artırmak mümkün bildiğiniz üzere...
Şimdi üniversite de Türk Dili dersini iki yılın sonunda zor geçebilen bir kişi olarak küçük bir Türkçe dersi vermek istemekteyim. Hani dersi geçmek ayrı anlamak ayrıdır ya. Ben bunun ikincisinin daha makbul olduğuna inanan biriyim. Gelin bir kaç kelimeyi köklerine ayıralım bakalım bizlere bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar mı? Vatan – daş: Aynı vatandan olan insan. Arka – daş: Bir kişiyi kollayan, arkasında olan insan. Meslek – taş: Aynı mesleği sürdüren. Bu meslekte uzmanlaşmayı ve başarıyı bekliyen kişiler. Yol – daş: Gittiğiniz yolda size inanan, destek olan kimse. Kısaca hayat arkadaşı. Dilimiz bir şey ifade ediyor. En büyük Türkçe dersi, anladım ki; dersin yaşanması ile öğreniliyormuş. Dilimiz çok güzel ama yaşayan kim? Onu yaşatan kim? Önce adam olmayı öğrenmek lazım! Adam gibi adam olmayı...
Bora EKE (Buca, İzmir, Ege Bölgesi, Türkiye, 14.09.2005)
Ve İstanbul O klasik sahneyi yaşadığımda 5 yaşındaydım… Haydarpaşa Tren Garı‘ndan adımımı ilk kez İstanbul’a atmadan önce, Afyon’dan kuzeye doğru uzanan zorlu bir yolculuk geçirmiş, bir hayli de yorulmuştum. O sıralarda hayatın benim için anlamı, daha güzel kıyafetler giymek, bol bol resim yapmak ve arkadaşlarımla oynamaktı. Tren yolculuğu da ilginç gelmişti bu yüzden. Trene girer girmez ikiletmeden yerime oturmuş, gece boyunca da varış noktamızda neler yapacağımı düşünmüştüm… Annem, “İstanbul’a gidiyoruz” dediğinde, aklıma ilk olarak alacağımız güzel güzel elbiseler ve vapurlar gelmişti. Gece boyunca yeni elbiselerimin hayalini kurmuştum… Elbet ya, güzel bir çocuk olarak bambaşka bir şehirden alınan güzel şeylere ihtiyacım vardı; ayrıca vapurdan martılara simit atan insanları da hep kıskanmıştım. Ben de paylaşacaktım simidimi; ama çoğunu ben yiyecektim, kesin acıkırdım.
Heyecanlıydım; hem de çok. Kurduğum güzel düşler yüzünden saatlerce uyuyamadım. Aslında İstanbul’a gidişimizin nedeni bir hayli acıklıydı. Karşı komşumuz Nuray teyze çok hastaydı; bana tam olarak söylememişlerdi ama durumun ciddiyetini anlamıştım. Çocuk aklımla onun için çok üzüldüğümü hatırlıyorum; İstanbul’a gidiyor oluşumuza sevinmeme rağmen, o tatlı düşler içinde yer alan kara lekeyi bir türlü çıkaramamıştım. Biz annemle hastanenin loş koridorunda onu beklerken ortamı saran havayı da unutamam. Annem suskundu, Nuray teyzenin yanımıza sonradan katılan akrabası suskundu; öleceğini sanmıştım… Yine de… Hastaneye gidip gelirken bindiğimiz vapur, Galata Köprüsü’nde yediğimiz balık-ekmek, martılara simit atmak çok, çok güzeldi.. İstanbul’un anlamı oldu sonra bu üçlü.. Vapur, balık-ekmek ve martılar..
Şimdi yeniden İstanbul’dayım.. Şehrin yıllar içinde anlam değiştiren her halinden sıyırdım kendimi. Yalnız gibiyim, ama değilim de. Bambaşka bir hayatta, bambaşka bir hikâye kuruyorum.. Bir martıyla vapura binip, balık-ekmek yiyeceğimi hayal ediyorum mesela. O martıyı özlüyorum; 5 yaşındaki heyecanımı bana geri verdiği içinse her geçen dakika daha çok seviyorum.
Sezin Dirier 12.08.2010
Hobini İşe Çevir İşsiz Kalma Son iki yıldır inanılmaz derecede hobisi olan insan görüyorum. Hepsi de birbirinden değerli işler yapıyorlar. Birçoğu bu hobilerini asıl işlerini aksatmadan gerçekleştiriyor ve en az asıl işleri kadar da başarılılar. Yemek yapmaktan keyif alan ve en az bir aşçı kadar kabiliyetli insanlar var aramızda. Ya da çok iyi bir psikolog olması yanında çok iyi bir ressam olan. Bir de yaratıcı reklamcıların şu takı tasarım kabiliyetleri yok mu onlar da pek şahane. Hepsi de hobisi için ciddi miktarda para harcıyor ve harcadığı kadarını kazanıyor gibi görünüyor. Birçoğu mevcut ihtiyaçların tezahürü. Bildiğiz şeylerle meşguller. Yeni bir ihtiyaçlar yaratanlar ise pek az. Ama gerçekten profesyoneller. İşsiz kalsalar acaba bu becerilerinin onları geçindirebileceğinden haberleri var mı? Bir insan aynı anda çok iyi bir sporcu, çok iyi bir ses sanatçısı, çok iyi bir aşçı, çok iyi bir fotoğrafçı, çok iyi bir yazar, çok iyi bir siyasetçi, çok iyi bir lider, çok iyi bir yönetici olamaz. Hadi bunların hepsinin başındaki çok iyileri atalım. O zaman yine olmaz. Bir iki özellik vardır bizi biz yapan. Odaklanıp onları ön plana çıkaralım ve onlar üzerinde prim yapalım. Katma değeri çok yüksek bir getiri ile ilerde sizin ve tüm sevdiklerinizin mutluluğuna ve geçimine neden olacak güzel bir iş yapmış olursunuz. Markanızın alt unsuzları aslında beli zaman sonra üst unsurları olur. Çağla Kubat mankendir. Ama sörf okulu açıyor. Mankenlik kursu değil! Herhalde söylemek istediğim ne varsa güzelce izah edebilmişimdir. Ve herhalde siz de beni anlamışsınızdır.
Yunus Baran
10.03.2010
Bir Yaz Günü Hayali Kış mevsimini, oldum olası sevememişimdir. Kasvetli ve karanlık gelir bana. Kara kara bulutlar, şehirleri esir alır. Geceler, gündüzden zaman çalıp daha bir erken bastırır. Gündüzün de zaten eski tadı yoktur. Güneş’in yüzünü doya doya göremeyiz. Kısa günlerin gölgesinde, günümüzü geçiririz. Belki de bu sebeptendir ki, kış ayları insanı daha çabuk depresyona sokar. Daha kendini bıkkın ve yorgun hissettirir.
Yapılan araştırmalara göre, kış aylarında insanlar depresyona daha çabuk giriyorlarmış. Bunun tıpta ki adı da ‘‘mevsimsel depresyon’’muş. Hatta bilim adamları kışın doğan bebeklerin, ileride depresyona daha meyilli olacağını bile saptamış. Kendimi düşündüğüm zaman, bilim adamları pek de yanılmamış gibi geliyor. Çünkü bende bir ilkbahar çocuğuyum. Güneşli günlerde kendini iyi hisseden; bulutlu havalarda ise enerjisini kaybeden bir ilkbahar çocuğu... Bu yüzden, kışın bunaldığım anlarda yaptığım bir terapi vardır. Her nerdeysem, gözlerimi kapatıp arkama yaslanırım. Kendimi parlak güneşin altında, şezlonguma uzanmış olarak hayal ederim. Önümde deniz ve ayağımın altında uzanan sonsuz bir kumsal ile… Düşünsenize; bomboş bir sahilde, şezlongunuza uzanmışsınız. Hafif hafif gelen dalga seslerini dinliyorsunuz. Güneş içinizi ısıtıyor ama sıcağı bunaltmıyor. Sonra denize yürüyorsunuz. Yürürken ayağınızdaki kumları bile hissedebiliyorsunuz. Sonunda ise kendinizi denizin ılık suyuna bırakıyorsunuz. Sizce de muhteşem değil mi? Gözünüzü açtığınızda, yaşamınıza kaldığınız yerden devam edeceksiniz. Tabi, daha rahatlamış olarak… Asıl önemli olan şudur ki; yaşadığımız sıkıntıların geçeceğine ve yazın yeniden hayatımıza gelebileceğine inanmaktır. Yaz güneşini, mutluluklarımızla bağdaştırabilmektir. Unutmayın ki; içinizdeki güneş parıldadığı sürece, yağan yağmurlar bile renk kazanır. Yeter ki siz, içinizdeki yazı kaybetmeyin. Herkese günler…
bol
güneşli,
mutlu
Tuğçe Büyükabacı
..EnginDergi.. Ocak 2011 sayı-13