engindergi-s15

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2011 - Say覺: 15


Fotoğraf: Engin Enginer

“Yapılırken heyecan duyulmayan işler başarılamaz.” Emerson


İçerik; Sy.04) Birleşen Noktalar - Engin Enginer Sy.05) Ruhunu Rahatlat - Saadet Erdoğan Sy.06) Pencereleriniz Açık mı? - Şeyma Karadağ Sy.07) Beklemek - Evren Kır Sy.08) Zaman Algısı - Tuğçe Büyükabacı Sy.09) Biri Kulağına Fısıldıyor - Serenay Öztürk Sy.10) Bir de Haberin Olsaydı - Kezban Şahin Sy.11) Aşk'ı Oynamak - Melike Meral Sy.12) Başlangıç - Buket Konur Sy.13) Baba Fikir - Dilşah Kalkan Sy.14) Takıntı - Derya Derin Sy.17) Kıyafetinizi Ne Tarz Aksesuarlarla Tamamlayabilirsiniz? Nilgün Hepyalçın Sy.20) Sosyal Medya'nın SOS'u - Yunus Baran Sy.21) Angara'nın Dışı - Bora Eke


Birleşen Noktalar İlkokul 5. sınıfta Halil öğretmen Sibel'e matematik testini, bana Türkçe testini verdiğinde üzülmüştüm. Ben matematiği daha çok seviyordum, niye onu ona vermişti? Ortaokul yıllarımda edebiyat kompozisyonlarından hep iyi not alıyordum, herhalde analitik bir sistematik içinde yazdığım için idi. Lisede eşit ağırlıklı türkçe matematik bölümünde edebiyat ders saati sayısı fazla ve Erman "sen mühendislik ağırlıklı meslekler düşünüyorsun, sayısaldan giriş yapman daha mantıklı bir tercih olur" dediği için fen bölümünü tercih etmiştim. Meslek tercihi aşamasında bankalarda büyüdüğüm için işletme okumaya karar verdim. Ben finansla uğraşmak istiyordum ama bir çok arkadaşıma göre öyle bir işte benim ne işim olabilirdi, yaratıcılığımı kullanacağım bir sektöre yönelmeliydim, hem ağzım da iyi laf yapıyordu... İlk kez 21. yaş günümde deniz kenarında tek başıma yürürken buldum kendimi. Neden bankacılık gibi stresli bir iş yapmak yerine seyahat eden bir yazar olmuyorum diye geçirdim aklımdan. İlkokulu bitirdiğimde her çocuğa sorulan soruyu ilk kez fikir yürüterek cevaplamış ve "bilgisayar mühendisi, ekonomist, psikolog" bu üçünden birisini olacağım demiştim. Titr sahibi olamasam da tüm ilgi alanlarımla kendimi tatmin edecek kadar içiçe olduğum için çok mutluyum. Editörlük vasfı da cabası. Hmm, yazının diğer kahramanlarına ne mi oldu? Halil öğretmen emekliliğinin keyfini sürüp torun sevmekte, Sibel Doktor, Erman ise Yüksek Bilgisayar Mühendisi oldu. Bana bankacılık mı ıygh diye burun kıvıran arkadaşlarımınsa birçoğu şimdi bankada çalışmakta. Hayat, biz planlar yaparken başımıza gelenler imiş. Bazen arkamıza yaslanıp tadını çıkarmasını bilmek gerek.

Engin Enginer


Ruhunu Rahatlat Yazmaya ortaokul yıllarımda başladım. Çok sevdiğim Türkçe öğretmenimin tavsiyesi üzerine bir günlük edindim. Düzenli olarak yazdım. Kendimi buluyordum yazdıkça. Anlatmaya çekindiğim duygularımı aktarıyordum. Kimi zaman öfkelerimin, kimi zaman sevinçlerimin izdüşümü oluyordu günlüğümdeki satırlar. Hala saklarım. Okudukça gülümserim. Yazmak konusunda, gördüğüm her yazarla konuşurum ve hepsinin ortak söylemi şudur: "Yazdıkça yazılarındaki gelişimi çok net göreceksin". Doğru da. O dönemlerde düzenli olarak yazdığım için gelişimi fark etmek mümkündü gerçekten. O dönemlerde diyorum çünkü liseden sonra düzenli olarak yazmayı bıraktım. Ama tamamen bırakmadım hiç. Kendimi en iyi yazarak ifade ediyorum çünkü. Hatta anladım ki konuşmayı beceremiyorum. Annemle kavga etmişsem, ertesi gün cüzdanında bir not kağıdı bulacağını bilirdi o da. Babam kızdırmışsa beni, sabah masanın üzerinde bir mektupla karşılaşması kaçınılmazdı. Bilmiyorum başka türlü kendimi ifade etmeyi ben. Çok ilerde yazar olmayı istiyorum. Ama bunun için çok okumak gerektiğini ve yazar olmanın en önemli şartının birikim olduğunu düşünenlerdenim. Boş sözlerle dolu kitaplar yayımlamak kolay yoksa.. Fakat sözde yazar olmak değil amacım. Yazmaktan korkmayın. Aklınıza yazmaya değer bir şey geldi mi, elinize ne geçiyorsa o an yazın mutlaka. Bir gazete parçası, avucunuzun içi, telefonunuzun mesaj sayfası vs. Unutulur yoksa. Benim çoktur öyle kağıt parçacıklarım. Hiç unutmuyorum, bir gece Ankara'ya giderken otobüsün loş ışığında, içimde biriktirdiklerimi öyle bir hırsla döktüm ki kağıda, gözlerimin ağrıması bile alıkoymadı beni yazma eyleminden. Yazmanın verdiği derin huzur ve rahatlıkla devam ettim yolculuğumun geri kalan kısmına. İlla derin cümleler, süslü kelimeler seçmek zorunda değilsiniz. Basit bir cümleyle başlayın. Okudukça, değerli yazarları takip ettikçe ve yazmayı sürdürdükçe kendiliğinden gelecektir süsleme ve üslup. Yazmayı bu kadar seven biri olarak ben de bir üslup belirleyebilmiş ve hatta kendimi yeteri kadar geliştirebilmiş değilim. Devrik cümleleri sık kullanırım. Kendimle ilgili en önemli tespitim bu. Umarım bir gün üslubu ve söyleyecek sözü olan bir yazar olmayı başarırım...

Saadet Erdoğan


Pencereleriniz Açık mı? Bazen sokaklarda dolaşırken en çok evlerin, apartmanların pencereleri dikkatimi çeker. Kimisi sıkı sıkıya kapatmış panjularını rüzgarın bıraktığı toza aldırmaksızın, kimisinin güneşe açılmıştır kanatları, neşeli perdelerin ve minik saksıların eşlik ettiği... Evde hayat belirtisidir pencereler, 'ışığı açık olmak' ise davetkardır aslında misafir komşular için. Bazı pencereler vardır yeşile, güneşe bakan, bazıları ise gölgesiyle çam ağaçlarının hüznünü taşıyan mezarlıklara aksine... Kalbimiz de böyledir aslında, gülümseyişlerimizdir, bazen selamımızdır dostlara, bazen 'gönlümüzden kopanlardır' sessiz yardımlarla... Türkçe'miz de öyle güzeldir ki 'gönül' kelimesinin varlığı sevginin, şevkatinin kültürümüzde yeraldığını gösterir diğer dillerde rastlanmayacak bir nadidelikle üstelik.. Öyle durumlar da vardır ki; 'gönlümüz kırılır' belki daha sonra bir çiçekle veya iki çift tatlı sözle 'gönüller alınır', deyimleşmiştir Türk insanının duyguları her şeyi özetler şekilde... Bir de duyguları önümüze seren bakışlar vardır; bazen şiddetle bakar gözlerimiz, bazen hüzüne bırakır yerini gülümseyişler boş oyun parkı sessizliğiyle, bazen akşam üstü denizden çıkarken ki rüzgarla üşümenin ürpertisi vardır, kimi zaman ışıltılıdır sınavdan çıkmış hem rahat hem başarmanın o tatlı hissiyle.. Pencereler de işte böyle kimliğimizi, hislerimizi aktarır bunu da gözler görev alır... Ev alırken ne kadar önemliyse 'güneşi görmek', seçerken de önemlidir arkadaşlarımızı kalplerinin aydınlığı... Evidir çünkü insanın kalbi, odalarında nefes alır, pencerelerinden bakar, gözlemlersin, seni bazen istemediğin şeylere de şahit ederken, bazen en güzel manzaralara alır götürür. Kızamazsın, engel de olamadığın gibi aslında ama yönünü değiştirebilirsin tüm gidişatın, ama önemli olan güneşe açabilmektir gönlün pencerelerini, sevgilinin rüzgara bıraktığı saçları gibi özgür ama ayakları yere basarak düşünebilmektir. Paylaşmak devreye girer en son bazı şeyleri anlamlı kılabilmek adına görevini yapar, her nimetin de paylaşıldıkça yerini mutluluklara bırakabilmesi dileğiyle...

Şeyma Karadağ


Beklemek Hayatımızı etkileyecek olan ya da hayatımıza yön vereceğini düşündüğümüz, daha doğrusu sandığımız “beklemek”ler de vardır. Okulu bitirmeyi, meslek sahibi olmayı, evlenmeyi, çok para kazanmayı “beklemek” gibi… Kışın geçmesini, yazın gelmesini bekleriz alışkanlıkla... Kuyrukta sıranın bize gelmesini bekleriz, bazen sabırla, bazen sabırsızca... Bazen de birini bekleriz... Kaybettiğimiz ya da daha gelmemiş ve belki de hiç gelmeyecek birini... Bu bir dosttur bazen, ailenizden kaybettiğiniz biri, eş ya da sevgili... Baktığınız her yer O'nda biter. Gördüğünüz her şey de O'nu ararsınız... Aynadaki görüntünüzde bir yansıma, sokaktaki köşe başında bir kucaklaşmadır O... Yağan yağmurdur, denizdeki yakamozdur O... Gecelerin ayı, gündüzlerin güneşidir... Tıpkı yüreğinizi sizden aldığı gibi giderken cümlelerinizi de götürmüştür yanında... Sessizlik kalır geriye sevgiden... Durdu sanırsınız dünyayı... Hayat devam ediyordur ve bu çarkın içinde sizi de bilmediğiniz başka diyarlara sürüklüyordur... Bitecek sanırsınız acınızı bitmez... Sadece bir yerlere saklanır yüreğinizde... Bir şarkıda, bir şiirin içli mısralarında ve belki de bir sözde kanamaya hazır bir yaradır o hep artık... Sessizliğin içinde bir çığlık, karanlığın içinde bir ışık... Hayatta en zor iki şeyin özlemek ve beklemek... Önce araya mesafeler girer dakika dakika uzaklaşır yüreğiniz bedeninizden sonra gittikçe daha da eksilirsiniz... Çekilmezleşir nefes almak. Cayır cayır yanmak gibidir özlemek geçen her dakika daha da büyür içinizde ki ateş, sevgiyi de katlar durur karanlıkları da... Dayanılmaz olur kendini eksik hissetmek... Özlersin... Özlersin... Özlersin... Gittikçe daha da daha da çok özlersin... Vakit hasreti aşmıştır dakika saymaya bekleyip durmaya kalmıstır... Öyle bir hal almıştır ki o andan sonra canın daha da çok yanmaya başlamıştır... Korkuların artmış, ümitsizlik sesleri kulaklarını sarmıştır... İşlemiyordur artık hiçbir şey bedenine ya da ruhuna... Tepkin yoktur hiçbir uyarıcıya... Belki de haberin yoktur ama; beklemek bitirmiştir seni aslında... Dört duvar arasında yapayalnız kalmışsındır belki, sarılacağın kimsen kalmamıştır yüreğinin samimiyetinde... Kokusunu içine çekebileceğin o büyük yürek bir şarkı gibidir... Çook uzaklardadır.. İçin yanar kan ağlarsın bütün yaşları içine içine akıtırsın hıçkırıkların boğazına dizilir kalır dışarı çıkartamazsın... Bunu da kaldıracaksın...

Evren Kır


Zaman Algısı Zaman göremediğimiz, duyamadığımız ama sıklıkla azlığından şikayet ettiğimiz, soyut bir kavramdır. İstemeden de olsa tükettiğimiz, tasarrufunu yapamadığımız bir kavram hem de. Bugüne kadar, bu bulunmaz cevher ile ilgili birçok varsayım ortaya atılmıştır. Fakat, bu varsayımların dışında doğrulanan bir teori vardır ki; o da İzafiyet Teorisi. Bu teoriyi ilk duyduğumda çocuk yaştaydım. O yaşta ki mantığımla da tam olarak kavrayamamıştım. Benim için zaman, İzafiyet Teorisi’nde ki gibi göreceli değildi. Zaman, her yerde aynıydı. Farklı olmasına da imkan yoktu. Daha sonra ise; bu teoriyi merak edip araştırdıkça, çok başka açılımları olduğunu kavradım. Sandığım ya da sanıldığı gibi sığ bir kavram değildi. Tam tersine, günlük hayata indirgendiğinde de gayet basit ve mantıklıydı. Yalnız bu teoriden bahsetmeden önce, ilk kavrama dönmekte yarar var. Yani, zaman kavramına… Aslında zaman, insan beyninin yarattığı bir olgudur. Şöyle ki; beynimiz yaşanmışlıklarımızdan yola çıkarak, bir kıyaslama yapmaya başlıyor. Bunları sıraya koyuyor. Daha sonra ise; aradaki boşlukları değerlendirerek, kendine bir zaman olgusu yaratıyor. Kısacası, geçmiş deneyimlerimizden zamanı oluşturuyor. Eğer geçmişimiz olmasaydı; böyle bir zaman olgusu da kalmazdı. Çünkü kıyaslama yapılacak bir kıstasta olmazdı. Geçmişimiz zamana bağlı ve geleceğimizde düşüncelerimize. Bu durumda bizler için gerçek olan tek olgu; şu anımızdır. Bunun dışında, yaşadığımızı sandığımız zaman dilimi, sadece bizim kafamızda oluşturduğumuz bir sıralamadan ibarettir. Bu kuramın en güzel örneği; kişilerin zaman algısındaki değişikliklerdir. Depremde enkaz altında kalmış bir kişi, zamanı takip etmeye çalışsa da belli bir süre sonra zaman algısını yitirir. Çünkü beyin, sıraya koyabileceği fotoğraflar zincirine artık sahip değildir. Bunun yanında, beyin güneşin hareketlerini de takip edip sıralayamadığı için; zaman algısından yoksundur. Tüm bunların dışında, insanı zamanın görecelik kavramına sürükleyen başka olaylarda vardır. Hepimiz yaşamışızdır. Bazen, sevmediğimiz mekanlarda ya da sevmediğimiz insanlarla beraberken zaman akmak bilmez. Geçirdiğimiz beş dakika, bize bir ömür gibi gelir. Oysaki kimi durumlarda ise, tam tersi olur. Zamanın, nasıl geçtiğini bilemeyiz. Deyim yerindeyse, vaktin göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğinden bahsederiz. Peki, tüm bunların nedeni ne?


Sıklıkla yaşanılan tüm bu olgular, İzafiyet Teorisi’nin hayatımıza bir yansıması aslında. Hepimiz, kendi hafıza kayıtlarımızla zamanı algılıyoruz. Kendi ölçütlerimizle zamanı değerlendirip, yorumluyoruz. Bu nedenle de farklı yargılara, farklı sonuçlara varabiliyoruz; zaman hakkında. Önemli olan ise; farklı pencerelerden baktığımız dünyamızın, her dakikasını dolu dolu yaşayabilmektir. Margerat Bonnano’nun da dediği gibi ‘‘Sonsuza dek mutlu yaşamak; ancak, anbean mümkündür.’’

Tuğçe Büyükabacı

Biri Kulağına Fısıldıyor Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde… Genç, güzel, saçları kara, kaşları kara, güzeller güzeli bir kız yaşamış… Nerde mi? Dünya’nın en güzel masal şehirlerinden birinde… Yani, İstanbul’da. Hayatın; evi, ailesi ve sevdiklerinden ibaret olduğunu sanırmış. Uzun yıllar da öyle zannetmiş. Çevresi tarafından sevilir, tanınan bir hatunmuş. Küçücüğünle küçük olur, büyüğüne de saygı gösterirmiş. Bu nedenle de ilgi toplarmış. İdealleri hep olmuş. Çoğunu da gerçekleştirmiş. Önce okumak istemiş, okumuş; sonra kendi hayatımı kurayım demiş. Çok denemiş olmamış. Üzülmüş, kanadı kırılmış. Kendi yolunda ilerlemeye karar vermiş o da olmamış. Engeller çıkmış karşına… Yalnız kalmış, derdine çare olan olmamış. O, herkesi dinlemiş fakat içinden geleni tam olarak kimseye haykıramamış. İçine atmış, atmış, atmış, biriktirmiş. Sonunda haykırmış, konuşmuş. Kendine bir yol çizmiş. Yol arkadaşı da gelmiş. Nasıl mı? İşte… Günün birinde bir ışık görünmüş… O kadar parlamış ki, peşinden gitmiş… Yakalamış o parıltıyı ve elinde tutmayı da başarmış bu sefer… Ve Serenay der ki; “Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…” Son 23.02.2011

Serenay ÖZTÜRK


Bir de Haberin Olsaydı yine sen, yine sana diye başladığım bir yazı... 'umutsuz bir aşka mı düştüm?' diye kendime sormadan edemiyorum.. umutsuzluğu geçtim de aşka mı düştüm?.. ondan mı canım bu kadar acıdı, ondan mıdır satırlarca seni anlatmak, anlatamamak.. oysa her sabah yüzünü doyasıya seyrederken bin bir hayalin içinde el eleyiz.. etrafımızdaki insanlar yok oluyor ve ben kulağımda çınlayan müzik eşliğinde senin yüzünü, mimiklerini, öksürüşlerini dünyanın en güzel şeyiymiş gibi izliyorum.. gülümsüyorum sana bakarken, buna engel olamıyorum, engel olmakta istemiyorum.. yüreğimdeki bunca yaraya merhem ol istiyorum... senin de kırıklarını ben iyileştirmek istiyorum... aşkım tüm kırıklara, kırgınlıklara, acılara deva olsun istiyorum.. bunca zamandır sarmaşıklarla dolu bir yolda yönümü bulmaya çalışıyorum.. bazen benim gibi kaybolanların elini uzattığını görüyorum, tam uzanacakken yok oluyorlar... sonra kendimi bir ışığın büyüsüne kaptırıp peşinden gidiyorum, kendimi bir çölün ortasında dudaklarım aşksızlıktan kurumuş, susuzluk içinde buluyorum.. yol boyunca bir sürü seraplar görüyorum.. hiç biri gerçek değil.. sonra yolun sonunda senin tuhaf ama benim içime işleyen gülüşünü duyuyorum.. kendimi sana o kadar kaptırıyorum ki serap olabileceğin aklıma bile gelmiyor.. sana kavuşuyorum, o tatlı yüzüne dokunup, kokunu saatlerce içime çekiyorum.. sonra elini tenimde hissediyorum, dokunduğun her yer yanıp, tutuşuyor.. yok oluyor.. sonra gözlerimi açıyorum, güneş gözlerimi yakıyor, gözyaşlarım yanağımı yakarak süzülüp, içimi yaka yaka akıp gidiyor.. hiç olmayacak şeydir ya bir çölde sel oluyor... içim bu kadar yanmışken, sen bana bir yudum su ol istedim.. aslında sadece elini uzatsan yeter, ben sana öylece kanıp giderim...

Kezban Şahin


Aşk'ı Oynamak uzaktan izlerim seni; küçük bir kelebek gibi.. üzerine konmuş kokuna aşık olmuş gibi. kanatlarımda taşırım güzelliğini.. kimse duymaz seni ve bilmez de benle gezdiğini.. ömrüme sığmayacak sevdan, ruhumda saklıdır. seni uzaktan izlerim hala sızlarken izlerin.. bulanmışım bulmacana.. bu kadar bende ve bu kadar uzakta.. yanıverecek ruhum düşüncelerimde.. yüreğine değdiğimde! gizil bir yalınlığın var, sızıl sızıl ruhumda... közlerin üstü kapalı;lakin kızıl hala. içtim sevdanın en köpüklü yanını. sarhoşluğu güzel de ya sonrası? zihnim bulanıkken göremedim seni... karanlıklarda sevdiğim adam gel de bul hadi beni... sen beni bulmadan ben seni bilmem bilmeden bulamam beni bilirsem bizi oynarım en sevdalı gibi... oynadığımız oyunlar AŞK adına ancak bencilce. doyumsuz oyuncularız; ruh yiyen ve gayet şişmanız harcadıkça harcanmış. hazımsız ve huzursuz. suyu sıkılmış portakal kadar ruhsuz melekler de geldi kondu omzumuza; olmadı... bir güzel bakışı bir ömre değişenler; kalmadı!...

Melike Meral


Başlangıç Bu bir başlangıç belki de değildir. Sadece bir süreçte olabilir; zamana, hıza ve yola. Kime göre neye göre “gel git” lerimiz vardır; neye göre çelişiriz kendimizle, neler dolaşır beynimizde: Biz kimiz, zaman ne ya da ne kadar kaldı geriye; peki ne kadar gidebildik ileriye... Belki de noktalamalarla yaşadık bu hayatı. Aralarda nefes aldık sona yaklaşırken vurgulanması gereken deneyimlerimiz oldu ve cümle sonu geldiğinde durduk düşündük bir noktalama daha yaptık bu hayata ve son nokta sırası gelince kaldık orada; tamda orda. Yeni bir başlangıç için nefesin yeter miydi yeni sözcükler söylemeye? Ya da bir virgül daha çekip, her şeye; devamıymış bir öncekinin gibi yaslanmayı sürdürebilir miydin? Bir çemberin içinde merkez olup, dönüp duran yanlarına karşın aşınmadan sabitlenebilir miydin? Söylesene geçmiş ile geleceği birleştirebilir miydin; gücün yeter miydi yaşanmışlıkları silmeye ya da yaşayamadıklarının özlemini tüketmeye... Yaşadıklarını gözden geçir mesela: Heyecanın ne zaman doldu içine soluduğun havayla? Ne zaman umutların uyandırdı seni yeni bir güne kurulmuş saat gibi? Sadece o an durdu saat. Bugüne saatler kala ertelenmiş her şey gibi. Kırıkların, mutlulukların, doğruların ve yanlışların hepsi sadece dört işleme tabiydi. Çıkan sonuç kesirliydi belki de. Ne garip gerçektir ki bölünemiyordu rakamlar birbirine ya da elde sıfır bile kalmıyordu “sen” eksildiğinde. İçimden kendimle konuşurum bazen; en çokta kendime kızarım zaten. Düşünsene derim çocukken eğlendiğin palyaçolar büyüdükçe ne kadar ürkütücü bir ifade aldı sende. Gözlerindeki hüzün ne kadar gerçekti, hayatın tanıştığın yüzüyle ne kadar örtüşürdü ve seni hep ne kadar düşündürürdü. Tıpkı çocukken korktuğum karanlığın büyüdükçe kaçış dünyam olması ve hoşuma gitmesi gibi... Şimdi düşünsene yaşlanınca palyaçolar bir tutam neşe koyacak yine yüzüne ve karanlık korkutacak iyiden iyiye… Paradoks yine ve bir şeyler alabildiğine…

Buket Konur


Baba Fikir Hikaye şöyle: Adam başka bir kadını sever, öyle bir sever ki evinin yolunu unutur. Evin yolu deyince, adam evlidir… Evlilik cüzdanında basbayağı fotoğrafı vardır… Gel gör ki kalp bu, yürek bu hiçbir şey dinlemez… Aşk! Çoluk çocuk ve sevgili eş evde onu beklerken, o kendisinden biraz küçük olan sevgilisi ile vakit geçirmekte ve bulutların üstünde uçmaktadır… Kanatları ha çıktı ha çıkacaktır. Buraya kadar tamam… Koca karısını aldatmaktadır. İş seyahatleri yalanı, toplantılar ve müşteri ile yenen yemekler biraz abartılınca asıl kadın konuya vakıf olur. Biraz takip, biraz sorgu, bir cep ve o cepte duran telefonu karıştırmaca ile her şey ortaya çıkar… Eh kadın da aptal değildir. Buraya kadar da tamam… Kadın kocasını yakalar… Adam bir an için cesaretli davranır; “Evet! Seni aldatıyorum! Aşık oldum!” der ve demesiyle geri adım atması bir olur… “Aslında ben karımı seviyorum, eşek kafam ne ettim der” evde dolana dolana… Manyak mıdır nedir? Kazık kadar olmuş çocuklarından utanır… Neredeyse dede olacaktır, ne aşkıdır bu şimdi? Buraya kadar da tamam… Adam kopup gitmeye cesaret edemez. Her eğlencenin bir sonu vardır ve bitmelidir. Gel gör ki ikinci kadın, yani sevgili için iş öyle değildir… Kullanılıp atılmış bir mendil gibi olamaz o… Çemkirmeler, höykürmeler, böğürmeler, ağlamalar… En sonunda iki kadın birbirine girer… Adam senin olacak, adam benim olacak… Biri diğerini ahlaksız olmakla, diğeri de ötekini iyi bir eş olmamakla suçlar… Bu da tam oldu… Her şey yerli yerinde… İki kadın birbirini yerken adam da ikisini birden teskin etmeye ve ikisini de ayrı ayrı sevdiğine ikna etmeye çalışmaktadır… Bütün isteği bu fırtınanın dinmesi ve onun yalan dünyasının eski haline dönmesidir. İkna faaliyetlerine devam etse, bunu sürekli yapamaz… Onun da bir canı vardır… Bir hata etti diye hayatı karartılmamalıdır. İnsanın gücü de bir yere kadardır… Fazla üstüne gelmesinlerdir. Her an niyeti bozulabilirdir. İki kadın birbirini yerken, adam başka bir kadına aşık olur… Aşk bu işte, insanın karşısına ne zaman çıkacağı belli olmaz! Soluğu başka bir ülkede alır adam… Başka bir ev, başka bir hayat, başka bir kadın… Duyduğumuza göre de gününü gün etmektedir. Başkası için sürdürülen savaşlar, kaybedilmeye mahkumdur herhalde… Kazananı olmaz o savaşın… Bu olayın başka bir ana fikri de olamaz… Atı alan Üsküdar’ı geçmiştir… At kim onu bir türlü anlayamıyorum işte… Baba fikri de budur olayın!

Dilşah Kalkan


Takıntı Yeni aldığım ayakkabıların kırmızı bağcıklarına bir kez daha dikkatle baktım. Pek bir çirkin, olabildiğince sevimsiz; kırmızı bağcıklar!!! Ne alakaydı. Uyumsuzdu. Oracıkta karar verdim, derhal ayakkabıları değiştirecektim. Bu değiştirme fikri, ağır hastalığıma ilaç gibi… Tek ilaç! Tek çözüm! Asansörün bozukluğunu yadırgamadan koygun renkli koridorun bitimine, merdivenlere yürüdüm. Tüm basamaklar boyunca ayaklarım merdivenlerden inerken, gözüm hep kırmızı bağcıklara takıldı. Tam başa belaydı. Bir baş belasıydı; takıntılarım! Umutsuz bir vaka olduğumu biliyor ve gittikçe bu umutsuzluğa kapılıp devinim gücümü artırarak hız iblisine teslim oluyordum. Tabii, kim şu anda böyle bir teslimiyetin kapısını tekmelerdi ki… Boydan boya adımladım koridoru. Ve bir kez daha kırmızı bağcıklardan nefret ettim. Derken ana caddenin kalabalığına çömen o pis, tiksinç, iğreti koku midemi altüst etmekle kalmayıp tüm yaşama şevkimi de kırdı. Bir tek şey beni kurtarabilirdi bu durumdan; hız… Hızlandım. Olabildiğince, alabildiğince hızla, koşar adım ileri, daha da ileri!.. Beş katlı bir binanın en üst katındaki, bana ayrılmış olan çalışma odasına girdiğimde nefes nefese kalmıştım. Duraladım. Henüz çalışmaya başlamadan gelen yorgunluğumu biraz olsun dindirmek adına çay içtim. Yavaş yavaş başlayan hareketlilik, devinim; günün, tüm diğer günlerle benzeşen, bir türlü kırılamayan döngüsü. Sanırım buna gündelik yaşam diyorlardı. Masamın üzerine uzanan eller… Parmaklar… Bir şeyler bırakıp bir şeyler alan, uzunlu, kısalı… Kalın ve ince kıvrımlar… Tam bir kaosun ortasında kalan; sıkışıklılığı en iyi tarif eden birbirine çapraşık eller!.. Tutmaktan çok bırakmaya, kurtulmaya meyilli. Akıntıya kapılmış bir tahta parçası gibi, hızla çekilip götürülüyor ileriye; tüm duyularıma aynı anda hücum eden uğultu, boğuyor nefesimi. Soluksuzum. Sürekli konuşuyorum. Birilerine bir şeyler anlatıyorum. Ağzımın açılıp kapanma hareketini takip etmek neredeyse olanaksız. Muhasebe departmanında çalışan biri, herhangi biri için durum böyledir. Paranın hareketini, hareketliliğini kontrol edebilmek güçlüğü aynı ölçüde


zorunluluğu doğurur. Zarfların içine girip çıkan paralar, ödemeler, alınacaklar, hesap takipleri… Bilançolar… Sonra bir de çalışanların maaş bordrolarındaki olası aksaklıklar, bunlar hemen her ay bir şekilde ortaya çıkar. İnatla. Ne kadar titiz ve dikkatli olunursa olunsun aksiliklerin kendisini var edebileceği bir boşluk, boş bir alan muhakkak bulunur. Bunca yoğunluk arasında kırmızı bağcıklara takılmayı unuttuğumu sanıyorum. Ancak bir ölçüde o bağcıklar gelip yakama yapışmakta kararlı. İçimdeki kötücül duyuyu, yoğun bir dürtüyle kaşıyor. “Çabuk, tez elden kurtul bağcıklardan,” diyorum kendi kendime. Sanki tüm bela, husumet, can sıkıntısı, dert mini minnacık gözüken bağcıklar yüzünden. Derken şu sonuca varıyorum; ağır hastayım. Sol böğrümde açılmış yumru kadar bir yaram yok belki. Herhangi bir sağlık kuruluşuna gitsem, doktor enikonu muayene etse, turp gibisiniz raporunu elime sıkıştırıp yollardı beni. Bunu bilmek neyi değiştirirdi, size bir o kadar yabancı olan, yayvan yüzlü, kopça burunlu, ince dudaklı biri sizin hakkınızda nasıl bu kadar net bir sonuca varabilirdi! Ah tam o anda, yine gözüm kırmızı bağcıklara gidiyor. Dayanamıyorum. Akşamın olmasına ne kadar var? Birkaç saat… Birkaç dakika… Ve mesaiye kalacak herhangi bir özel durumun çıkmayışıyla soluğu alışveriş mağazasında alıyorum. Vitrindeki kocaman harflerle yazılmış yazıya takılıyor gözüm. “Bir dolap dolusu ayakkabınız var ama yetmiyor değil mi? En uygun fiyatlarla koleksiyonunuza hemen bir yenisini ekleyin, fırsatı kaçırmayın!” Sonra bakışlarım tüm gün boyunca olduğu gibi kırmızı renkli bağcıklarda. O an ne kadar aptal olduğum dank ediyor kafama. Beynimin karanlık noktacıklarında bir ışık!.. Kandırılmaya meyilli, klasik bir tüketici modeline hangi ara ne vakit dönüştüğümü hatırlamıyorum bile. Beş kuruş etmeyecek çirkinlikteki ayakkabılara, iki yüz elli saat çalışma


parasını verebilecek bir aptallığın yarattığı sinirle dalıyorum mağazaya. Satış görevlilerinden boşta olanı hemen koşuyor yanıma. Kızcağızın başına geleceklerden haberi yok tabi. Kibarca yaklaşımını bir çırpıda bozuveriyorum. “Şu ayakkabılardan kurtar beni!” “Anlamadım,” diyor. Dirseğimi reyona dayayıp anlatıyorum: “Derhal, şu lanet olasıca ayakkabıları yok et!” Birdenbire tüm bakışlar üzerimde, merak konusuyum, ilgi odağıyım. Hakkımda ne konuştuklarını işitmiyorum ama fısıltılarda ben varım. Oturmam için yarı ahşap sandalye getiriliyor, bir şeyler içip içmek istemediğim soruluyor, bütün bunlar beni büsbütün deli ediyor. İyi miymişim? İyi miyim? İyi miydim ki? Zerre kadar umurlarında olmadığımı sezinlediğimi açığa vurmak adına yapabildiğim tek şey sesimi yükseltmek: “Ayakkabıları istemiyorum!” Bir hengâme içinde, çırpışan parmakların birbiri ardına sunduğu yeni ayakkabı modelleri başımı döndürüyor. Ha bayıldım ha bayılacağım. Toplumsal bir olaya dönüşüvermiştim bir anda. Oysa istediğim tek şey bağcıklardan, kırmızı bağcıklardan bir an evvel kurtulmaktı. Meğer insanlar ne kadar hazırmış bir olaya, kargaşaya, kavgaya. Bunun şaşkınlığıyla ne yapacağımı bilemedim. Hayır, sorun benim sorunum olmaktan çoktan çıkmıştı. Kontrol diğerlerindeydi. Hangi ara nasıl ürediğini bilemediğim birden çok savunucum türemişti. Haklılığımı ispat etmek adına benden daha çok konuşan insanlar kumkuması! Ve bunun yarattığı ürküntüyle oradan sıvıştım. Ayakkabıları, en önemlisi kırmızı bağcıkları oracıkta bırakıp yalınayak uzaklaştım mağazadan. Cadde ıpıslak. Ayaklarım çıplak. Bırakmanın, vazgeçmenin getirdiği rahatlıkla ilerliyorum. Hava sert ve soğuk. Burun deliklerimden içeriye sızan bir büyüme hissi. Büyüyor, büyüyor, büyüyor…

Derya Derin


Kıyafetinizi Ne Tarz Aksesuarlarla Tamamlayabilirsiniz? Bu başlığım sadece bayanları ilgilendirmesin çünkü giyinmeyi, modayı ve farklı tarzları seven erkeklere de bazı tüyolar vereceğim yeni sezon için çünkü yeni sezon erkeklere de farklı tarzda giyim şansı sunuyor bu sene. Özellikle renk seçimleriniz daha geniş bir renk kartelasına çıkıyor. Bu sezon her rengi vitrinlerde görme ve edinme şansınız olacak. Sokaklar değişik tarz ve renklerle süslenecek çünkü sokak modası bu sezon önemli hale geliyor. Çünkü çoğu modacının bu sene kendine icon aldığı insanlar sokak çekimlerinden. Herkesin kendine ait bir tarz edinebileceği bu geniş çerçevede kıyafetinizi tamamlayıcı yine geniş bir çerçeveye sahip aksesuarlar da bu sezon fazlasıyla üretildi. Özellikle moda haftalarındaki görüntülerde dikkati farklı yapımda, değişik materyallerle süslenmiş çantalar çekiyor. Gerçekten bu sezon modacıları aksesuarlara da önem verdikleri için fazlasıyla takdir ettim. Bunlardan başarılı olanlarına göz atacak olursak Prada’nın erkek çanta koleksiyonu çok hoşuma gitti. Ne tam olarak iş çantası ne tam olarak günlük bir çanta. Kıyafetinize göre iki türlü de kullanabileceğiniz bu çantalar şıklığınıza şıklık katacak kadar hoş. Prada’nın erkek çantalarındaki minimal yaklaşımı çok başarılı çünkü her tarz erkeğe hitap edebilir büyük ve kullanışlı çantalar üretmişler. Fiyat olarak daha uygun örneklerini vermem gerekirse Zara Men'de de güzel ve daha uygun fiyata çantalar bulmanız mümkün. Bayan çantalarında ise benim listemde başı Gucci çekmekte. Daha önce anlattığım trendlerin Primitive Future başlığından etkilenen Gucci çok farklı ve güzel materyalleri bir araya getirip çok yönlü çok farklı tarzlarla birlikte kullanılabilir çantalar üretmiş. Bu materyallerden bahsedicek olursak Bambu, deri, süet ve baskılı kanvas. Tabiî ki renk seçimindede çok geniş olmasa bile size her renkle kullanabileceğiniz bir renk kartelası sunuyor.


Uygun fiyatlarıyla tavsiye edebileceğim değişik türde güzel ve kullanışlı çantaları bulabileceğiniz adresler ise Guess ve H&M (bence H&M'deki leopar baskılı hasır el çantasını sakın kaçırmayın çünkü yazın gittiğiniz bir partide ya da özel bir davette siyah elbisenizi tamamlayabilecek çok önemli bir parça tabiî ki güzel bir fular ve büyük tahta küpelerinizle bu dediğim tamamlayıcı aksesuarların adresi de Zara ve H&M). Ben daha asi bir stile sahibim diyorsanız tabiî ki Berskha ya da Stradivarius’a göz atabilirsiniz. Peki çanta bitti şimdi bu tamamen doğal malzemelerden ve doğal renklerden oluşan bu çantaları nasıl ayakkabılarla tamamlayabiliriz? Tabiî ki bu sezona damgasını vuran tahta ve hasır topuklu doğal renklerde ayakkabılarla. Tahta topuk tercih ediyorsanız Mango’nun nalın tarzı ayakkabılarını tavsiye ederim çünkü Milano bunu tercih ediyor diyebilirim. Onun dışında Zara’nın hasır ayakkabıları da gözden kaçmayacak kadar hoş. Bu modellerin dolgu tabanlarını tercih etmenizi öneririm. ;) Erkekler için tercihim ise spor modelleri ile çok hoşuma giden Dolce Gabbana ve klasik tarzı ile G.Ferre. Bunların dışında Gucci’nin sürdürdüğü başarılı bir çizgisinin olduğunu da unutmamak gerek. Şimdi geldik aksesuarlara… Büyük boyutlu küpelere, uzun kolyelere ve çooook büyük boncuklu bileziklere merhaba. Korkmayın bu kocaman küpeler kulağınızı acıtmayacak kadar hafif malzemelerden üretildi. Bunun için H&M ve Accessories’e göz atmanız iyi olacak. Yine karşınıza çıkan leopar ve hayvan motifli aksesuar, fular ve benzerlerini görünce yeter artık demeyin çünkü onlardan sıkılmanız için daha erken. :) Saçlarımızı süsleyecek tüyler hala ve tabiî ki büyük fiyonklu saç bantları üretilmekte bu sefer taçlar saç bandına çevrilmiş şekilde ve daha çok pastel tonlarda üretiliyor. Saçlara özgürlük bu sezonda saçlar salık gezilecek bayanlar. ;) Erkeklere aksesuar önerisinde bulunacak olursak eğer bir numaralı erkek aksesuarı saattir. Onlara seçtiğim örnekler G.Ferre ve Gucci’den gerçekten çok başarılı saatler var. Bunların dışında saat kullanmam diyenler için güneş gözlüğü önerebilirim. Bunları bulabileceğiniz adresler Diesel ve Dsquared ama sokak modasını takip


edecek olursak hala Ray Ban modası geçmemiş gibi görünüyor, hatta geçeceğe de benzemiyor diyebiliriz. Onun için Ray Ban’in numarasız gözlüklerini kullanabiliriz özellikle siyah ve kemik çerçeveli olanları hem bayan hem erkeklere şıklık katıyor bence. Geri kalan eksesuar seçeneklerimiz ise tercihe bağlı ama benim sıklıkla tercih ettiğim aksesuarlar şapka ve fular. Fular seçeneğini size bırakmam mümkün çünkü çok değişik ve sizi anlatan bir fuları bir sokak satıcısından bile alabileceğiniz kadar değişik seçeneklerinin üretildiği bir dönem geçiriyoruz. Ama erkekler için Dsquared ve Gucci şapkaların çok iyi bir seçenek olduğunu düşünüyorum. Bu sezon bayanlar için hasır şapkaları sanırım sadece plajlarda görebileceğiz bazı alternatif tarza sahip insanlar dışında kullanılan şapkaların materyalı yine düz ve baskılı kumaşlara dönüşecek. Kemerlerden

bahsedecek olur isek bu sezon tahmininizden çok kullanılacak kemerlerin geçen sezonda bele korse gibi takıp kullandıklarımızı bulmanız zor görünüyor. Çünkü klasik tarzda ince deriden üretilmiş ve metalin her renginde aksesuarlarla tamamlanmış kemerlerin dışında doğal malzemelerden (hasır ve değişik renkli kumaşlarla) hazırlanmış etnik türde kemerler dikkatimi çekti. Kıyafetinize göre seçimi yapmak size kalmış. Genel bilgileri verdikten sonra ekleyebileceğim tek şey kendi modanızı yaratın. ;)

Bu markaları nerden bulabilirim diye düşünenleriniz için internet satış sitelerini ekliyorum: shop.hm.com www.dolcegabbana.com www.gucci.com www.dsquared2.com/home.asp?tskay=80569BA9 www.guess.eu www.zara.com/webapp/wcs/stores/servlet/home/11766/en/zara-S2011 www.bershka.com www.e-stradivarius.com www.gianfrancoferre.it

Nilgün Hepyalçın


Sosyal Medya SOS’u Sosyal medya iyice gelişti. Hatta tarihte hiç olmadığı kadar ilerledi. Eskiden geleneksel reklamlar yapılırdı. Niş kanallar pek denenmezdi. Maliyet optimizasyonu bakımından bir sıkıntısı vardı. Kişi başı ulaşım maliyeti daha fazlaydı, ya da öyle algılanıyordu. Dolayısıyla interaktivite de pek önemsenmezdi. İnternet alternatif mecralar içinde en alternatifiydi. “Önce bir mass medyayı halledelim sonra sıra internete gelir” denirdi. İnternete verilen tek şey ise küçük bannerlerden öteye geçemezdi. Ama artık değişti. Sosyal medya türedi, gelişti ve bulaşıcı bir hal aldı. Facebook öncesinde pazarlama aklı yüksek girişimci gençlik örnek model alınabilecek birçok site girişimi gerçekleştirdi. İnsanlar birbirlerine sevgili bulmadan öte bir şey yapamıyordu. En fazla banner veriliyordu ki o da uzun sürmedi. Ya siteler kapandı ya da yeni trendler karşısında geri kaldı. Facebook’tan öncesi de var. Bloglar! Bir dönemin pek rağbet edilmeyen gelişimiydi blog tutmak. Herkesin var benim neden olsun ki, dendi. Ama gelişimin bu kadar büyük olabileceği tahmin bile edilmedi. Herkes artık bir blogger, bir yazar, bir sosyal medya kullanıcısı, bir interaktif mecra düşkünü. Bloggerlar arttı peki bu ne sağladı? Herkesin özgür olacağı ve fikirlerini ifade edebileceği bir alanı oluştu. Kimse kimseye hesap vermeden yazdı. Hobisini, ilgi alanını ve projelerini paylaştı. Güzel de yaptı. Artık gazeteler değil bloglar okunuyor. Artık bloglar da bitti bitiyor. Sosyal medya kanallarında akan feedler takip ediliyor. Birbirini besleyen etkenler. Bloglar bu kadar gelişmeseydi, sosyal medya bu kadar gelişmezdi. Sosyal medya bu kadar gelişmeseydi, insanlar bu kadar özgürlükçü olmazdı, insanlar bu kadar özgürlükçü olmasaydı sistem kendini yenilemezdi. Gelişim yine bizim elimizde. Facebook, FriendFeed, Twitter ve daha birçoğunu yaratılan ihtiyaçlar belirledi. Belirlemeye de devam edecek. Sisteme dahil olmak için geç kalmayın. Katılan kazanır. Mart 2010

Yunus Baran


Angara'nın Dışı Bu ay Angara’nın dışına gidiyoruz seyahatimizde. Yani diyeceksiniz ki güzelim Ankara, üstelikte başkentimize bu çocuğun yakıştırdığı bu tasvir de ne? Ne bileyim, gülmek iyi gelir diyor sağlığa. Biz de aramızda bir eğlence yaptık bu sözcüğü, motive de etti bizi. :) Gördük Angara’nın dışını. Türlü türlü amaçlar söz konusu gezmek için. Örneğin, ilki oluşturduğum mutluluk projesi anayasasına dayanıyor; “Her ay en az bir defa şehir dışına seyahat yaparım” Bir de anayasamızın ilişkili maddeleri var gezmeyi zorunlu kılan; “Her ay en az bir seyahat yazımı sevdiklerimle paylaşırım.” “EnginDergi’ye her ayın 13’üne kadar yazımı gönderirim.” İşte görüyorsunuz ya, bir taşla 3 kuş vurmak diye buna denir! Tabii buna sabahın 5:30’unda kalkıp bu yazıyı yazmayı da eklersek. Kendimi bildim bileli böyleyim, okula gidiyorsam okuldan önce, işe gidiyorsam da işten önce evden çıkmadan, benim ifademle daha bir şehrin insanları uyurken ben bir şeyleri yapmayı severim. Müzik dinlerim, dans ederim, kitap okurum, bir önceki gün sevdiklerime gönderdiğim e-postalardan gelen sürpriz yanıtlara bakarım. Günün en güzel saatinde yazıyorum size, dolaylı olarak sizi sevdiğim anlamına da geliyor bu ve bunun için kendinizi şanslı kabul edebilirsiniz, yazıma en azından şöyle bir göz gezdirdiğiniz için de. :) Kıssa’dan notlara;

hisse

gelelim

Angara’mızdan

kısa

Hacettepe Üniversitesi'nden yukarı tırmanıp İbn-i Sina Hastanesi'nden aşağı sarkılınca Etnografya Müzesi ve Devlet Resim ve Heykel Müzesi’ne varıyoruz. Resim müzesine giriş ücretsiz, bir de harika bir kitapçık ve sergiyle ilgili çok hoş bir çanta veriyorlar üstüne. Biz gidip gezelim görelim diye gençlik, (pardon abi ya biz öğrenciyiz üstüne çanta da para da var mı? :))


Şans bu ya bir medeniyet gezgini, Evliya Çelebi’nin 400. doğum yılına adanmış sergimiz. “UNESCO, 2011 yılını 'Doğumunun 400. yılında Evliya Çelebi Yılı' ilan etti. Osmanlı Devleti’nin hudutları dahilindeki yerleri ve çevre bölgeleri bizzat gezip görerek tanıtmakla kalmayıp aynı zamanda bize dünya seyahat edebiyatının şaheserlerinden birini de armağan eden Evliya Çelebi, bizim kültürümüzün en önemli kişilerinden birisi olduğu kadar, eşsiz üslubu ile bizi adeta hayallerin ötesine bir gezintiye götüren, on yedinci yüzyılın önde gelen kültür adamlarından birisidir.” (Ne güzel ifade etmişler, bana gerek kalmadı ellerine sağlık.) Hemen bitişiğinde Ankara Etnografya Müzesi’ne geçiyoruz. Müze de tarihimizi, kültür ve geleneklerimizi yansıtan objelerle donatılmış; Kıyafet Salonu-Kına Gecesi Vitrini, Dokuma Salonu, Çanakkale Seramikleri ve Silah Seksiyonundan Görünüm, Sünnet Odası, tahtlar, şerbet kazanına kadar... :) Modernlik en temel ilkemiz olmalı, ancak modern bir şekilde geleneklerimizi yeni nesillere birer miras olarak bırakabilmeli ve yaşatmalıyız kanısındayım. Bu eserlere baktığımda o kadar özel olduklarını anlıyorum ki. Naçizane, zengin bir ülke olduğunda, evler, arabalar, yollar muntazam olduğunda seni farklı kılacak ya da parayla satın alamayacağın en önemli miras kültürümüz oluyor. Kanada ve Amerika’da geçirdiğim süre içinde bunu açıkça fark ettim. Müzenin en anlamlı yerine gelince; Atatürk’ün naaşı, 1953’te nakledilene kadar burada kalmıştır. Bu kısım halen Atatürk’ün anısına hürmeten sembolik bir kabir şeklinde korunmaktadır. Üzeride beyaz mermere yazılmış şu kitabe bulunmaktadır: “Burası 10.11.1938’de sonsuzluğa ulaşan Atatürk’ün 21.11.1938’den 10.11.1953’e kadar yattığı yerdir.”


15 yıl süreyle Etnografya Müzesi Anıtkabir işlevi görmüş. Devlet başkanlarının, elçilerin, yabancı heyetlerin ve halkın ziyaret yeri olmuş. Gelenekler dedik de; Kütahyalılara özgü “Yâren” denen bir geleneğin varlığını öğrendim. Aramızda Kütahyalı yazar var diye de hatırlıyorum, onlar yazmazsa yakında ben yazacağım yâreni... Müzeden Hamamönü’ne doğru yürüdük. Burada eski Ankara evlerinin benzerlerini görebilirsiniz. Çok sayıda restoran yapıp olayı fazlasıyla ticarileştirdiklerinden benim pek hoşuma gitmedi. Buna rağmen bölgedeki sanat atölyelerinin bulunduğu yer çok hoşuma gitti. Görsel Sanatlar Atölyesi’ne gitmenizi öneririm. Gelelim Ankara Kalesi’ni de içinde barındıran Çengelhan semtine. Bu sefer kaleye tırmanmadık fazlasıyla yorulmuştuk. Ben de ikinci kez Rahmi Koç Müzesi’ne gitme şansına eriştim. Müzeyi anlatmıyorum sitesinden inceleyebilirsiniz; www.rmk-muesum.org.tr Kızılay’da Karanfil Sokak'ı bulup Leman Kafe'ye oturacağız derken, baya bir yol teptik. Ne kadar karışık geldi Ankara’nın merkezi. Aklınızda bulunsun en kestirme yol, yer altında metro içerisinde ilerleyerek gideceğiniz yerlerin çıkışlarını bulmak. Son durak Anıtkabir. Derman yok ama Ata’yı ziyaret etmeden olmaz! Herhalde Anıtkabir'i 3. ziyaretim. Daha birçok kez gidip okumak istediğim yazılar var burada. Özellikle Kurtuluş Savaşı'nın canlandırıldığı bölüm, yakın tarihimizle ilişkin bilgiler ve tabloların yer aldığı bölüm. Bu tablolar Kurtuluş Savaşı'na halkımızın canla başla birbirine kenetlenip gösterdiği mücadeleyi sergiliyor adeta. Zihnimden çıkaramadığım bir tablo Yunanlılar'ın işgal zamanında sivil halkımızı kılıçtan geçirdiği, kadınlarımıza tecavüz ettiği bir canlandırma. Irkçı değilim, savaşı sevmem. Ama tarihte bir daha böyle şeyleri yaşamamak ve başkalarına da yaşatmamak için iyi bir ders teşkil ediyor gibi.


En sevdiğim tablolar. Atatürk portreleri, hele bir tanesi var ki... Bu porteye nereden bakarsanız bakın, Atatürk’ün gözleriyle size bakıyor hissi uyandırıyor. Adeta bir şaheser. “Bir gün Anıtkabir’deyim. Rehberin anlattıklarını dinleyebilmek için ilkokul öğrencilerinin olduğu bir gruba çaktırmadan katıldım. Çocuklara şöyle diyorlar; şimdi herkes Atatürk’ün gözlerine baksın, eğer Atatürk de size bakıyorsa, bu sizde bir ışık gördüğünü, akıllı birer çocuk olduğunuzu, size güvendiğini ve ülkemize sizlere emanet edebileceğini gösterir. Ve sorar, şimdi kimler görebiliyor diye? Tüm çocuklar o cıvıltılı sesleriyle; öğretmenim ben gördüm ben gördüm bana bakıyor diye birbiriyle yarışır sevinçle. Atalarının onlara güvendiği gibi onlarla da ona olan sevgiyle büyür.” Ben bakıyorum Atam ve o ışık hiç sönmedi, gözlerinin içine bakmaya devam edeceğiz ve yeni gençlerin bakması için elimden geleni ardıma koymayacağım, için rahat olsun. Bu ülke, dünya, doğa ve birey olarak bahşedilen hayat, hepsi biz canlılar için. Unutmayın ki biz sahip çıkmazsak birileri mutlaka sahip çıkacak birileri mutlaka çıkar. Mart ayına gelince bekle bizi İstanbul... Şurada bir yerlerde Hazerfan Ahmet Çelebi’den kalma kanatlar olacaktı, neyse sonra bakarım. Ben bir işe gideyim bari. Ne de olsa “İşimiz gücümüz İzmir” :) Aykırı bir seyahat anı yazısı oldu sanırsam, mutlu ve sevgiyle kalın efem. Not: Ankara Etnografya Müzesi'ni gezip biletinin üstüne “boraeke.com’la kültür serüvenine devam” yazıp imzalayıp, bana bileti ya da fotoğrafını ulaştıran ilk beş kişinin bilet bedelini karşılayabilirim. İlgilenenlere. Bu arada heykel müzesi tadilattaydı belki içinizden biri gezip bahsederse de seviniriz.

Bora EKE

..EnginDergi.. Mart 2011 sayı-15


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.