engindergi-s16

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2011 - Say覺: 16


Fotoğraf: Burçin Özdemir

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Mustafa Kemal Atatürk


İçerik; Sy.04) Mecaz - Engin Enginer Sy.04) Bilmezler ki – Serenay Öztürk Sy.05) Cam Kenarı – Kezban Şahin Sy.06) İde Dağı - Simsiyah Sy.08) İnsan Alışkanlıklarının Çocuğudur – Şeyma Karadağ Sy.09) Musiki ile Yaşamak – Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş Sy.10) Elvis Presley ve Pembe Cadillac – Nilgün Hepyalçın Sy.16) Sanal Profilin Senin Kişisel Markan Kadar Değerli – Yunus Baran Sy.17) Beyninizi Ne Kadar İyi Tanıyorsunuz? - Tuğçe Büyükabacı Sy.18) Deneyim ve Keyif – Bora Eke Sy.19) Yabancılaşma – Derya Derin Sy.22) Bir Şey Hariç Her Şey Biter – Ahmet Davut Çetinkaya Sy.23) Hepimiz Birer Yavru Sokak Kedisiyiz... – Evren Kır Sy.24) Bazı İnsanları Değiştiremezsiniz – Dilşah Kalkan Sy.26) Voltran Voltran Voltran – Meltem Özbey Sy.27) Küçük Kedi – Melike Meral Sy.28) Dünden Bugüne... - Ece Çekiç


Mecaz Güller arasındaki papatyayı istiyorum Kaf dağına çıkıp haykırmak Dut ağacına tırmanmak Oradan engin denizlere dalmak... At binmek Çorak tarlalarda iz sürmek Kaybettiklerimi bulmak Belki de sadece yaşamak istiyorum...

Engin Enginer Mayıs 2002

Bilmezler ki Kar yağıyor sanki içime, Seni düşünemiyorum bile, Yüreğim donmuş düşünmeyince, Sen ne dersen de…

Avare sanıyorlar beni, Bırak bilsinler öyle, Bilirler seni beni, Bilmezler ki yüreğimdekini… Serenay Öztürk 13.03.2011


Cam Kenarı Cam kenarından bakınca hayat farklı görünüyor... Ayaklarını karnına kadar çekip, elini çenenin altına yerleştirince, Bir de ara sıra iç çekince daha da rahatlıyor insan.. Hafif çiseleyen yağmur, durmadan geçip giden arabalar, insanlar.. Yalnızlar, çiftler, aileler.. Yarım bıraktığım kitaplarım, acılarım, gözyaşlarım.. Ne kadar yalnız olduğumu Ne kadar aşksız olduğumu Ne kadar sana ihtiyacım olduğunu düşünmüyorum.. Sadece uzun uzun dışarı bakıyorum.. O kadar da büyük gelmiyor bana acılarım.. Küçük bir pencereden o kadar da büyük gelmiyor dünya.. Cama değen yağmur damlaları ile bazen yarış ediyor gözyaşlarım.. Bazen içimdekiler çatışıyor.. Bazen yüreğim isyan ediyor ama.. O kadarda büyük gelmiyor küçük bir pencereden bakınca... Koca dünyayı küçücük bir cama sığdırmak o kadar da zor değilmiş.. Büyük kalabalıklar küçücük kalıyor.. Gözyaşları yağmura karışıyor.. Sadece iç çekip devam ediyorum yaşamaya... Sen o kadar uzak kalmıyorsun buradan bakınca.. Senin de bir cam kenarında beni düşündüğünü hayal edince.. Güneş doğuyor pencereme.. Yüzümde bir gülümseme büyüyor.. Küçücük bir pencereden bakınca. İnsanın kendini kandırması daha kolay oluyor..

Kezban Şahin


İde Dağı “Çocukluk ne zavallıca bir şeydi, düz bir çizgi çizebilmek için yılların geçmesi gerekiyordu.” Oğuz Atay “Şimdiki çocuklar/gençler çok saygısız, çok terbiyesiz!” Peki ya, o çocuklara/gençlere saygıyı, terbiyeyi kim öğretti? Kim öğretiyor? Senin her gün selam verdiğin, beraber çalıştığın, arkadaşın, dostun, ahbabın o şikayet ettiğin çocukların/gençlerin anası-babası. Anne, babasından memnun olup da çocuğundan şikayet etmek biraz garip değil mi? Kaldı ki, saygı da terbiye de zamana ve kişiye göre farklılık gösteren kavramlar. Dolayısıyla, birinin saygısızca bulduğunu diğeri çok da normal karşılayabilir, değil mi? “Şimdiki çocuklar/gençler, bizim tecrübelerimizden hiç ders almıyorlar, bizi hiç dinlemiyorlar.” Neden almasınlar? Alıyorlar tabi. Ama herkes, kendi hayatını kendi hatalarını seçmiyor mu? Sen anneni babanı çok dinlediğin için mi bir sürü hata yapıp, şimdi karşımda “ben yaptım, sen yapma” diyorsun? Kendi yapamadığını başkasından şiddetle beklemek, biraz bencilce değil mi? Ayrıca, hayatta herkesin aynı zamanda aynı tecrübelere sahip olacağını, aynı olaylarla karşılaşacağını düşünmek, nasıl bir ruh halidir? Tarih bu kadar mı tekerrürden ibaret yani? “Şimdiki çocukların/gençlerin bilmiyorlar.”

gözü

hep

yüksekte,

azla

yetinmeyi

Acaba kendisi daha fazlasına erişebilecek olsa, çabalamaz mıydı, merak ediyorum. Babam hep “bizim amacımız, sizi her zaman kendimizden daha yükseğe taşımak” derdi. Bir anne babanın yapabileceği en güzel şey de çocuğunu daha iyiye, güzele, yükseğe layık görmek değil midir? Daha yükseği hedefleyen çocuk, aslında olması istenilen yolda değil midir? “Şimdiki çocuklar/gençler de her şeyi biliyor, daha doğrusu bildiklerini sanıyor.” Ha, yani çocuk/genç olmak her zaman birkaç adım geriden gelmek demek mi? Kendisinden yaşça küçük birinin, daha fazla bilgiye ve zekaya sahip olamayacağını düşünmek, aşağılık kompleksinden başka bir şey değil. Bir de bu cümle genelde, hafif gülümseyerek, dalga geçen bir ses tonuyla söylenir ki tam bir etki bıraksın. Sondaki “bildiklerini sanıyor” kısmı da üzerine basa basa, karşıdaki çocuğun/gencin gözüne gözüne


bakarak haykırılır, hani o nasılsa daha aptal ya, anlamaz, tekrar etmek gerekebilir. Büyük olmak demek, belli bir yaşı devirmiş olmak demek, illa ki çevredeki tüm yaş olarak küçük olanlardan üstün olmak demek değildir. “Akıl yaşta değil baştadır” atasözü, 13 yaşında biri tarafından söylenmediğine göre, kesinlikle kompleksleri olmayan, sevip, sayabileceğimiz bir ata tarafından söylenmiş olmalı. Her şeyi çok iyi bilen ve yapan büyükler tarafından yetiştirilmiş ve yetiştiriliyor olsaydık; şu anda mükemmel çocuklar/gençler olmamız gerekmez miydi? Demek ki, onlar da bir yerlerde eksik kaldılar, bir yerlerde şaşırdılar, hatta ve hatta yoldan çıkmış olmaları bile ihtimal dahilinde. O halde, nedir bu imtihan hırsı? Nedir sürekli bir ders verme havası? Nedir otorite? Söz konusu çocukların/gençlerin büyüklere söylemek istedikleri yok mu? Var tabi! “Şimdiki büyükler, çok ters, çok soğuk, çok uzak.” “Şimdiki büyükler, saygıyı, terbiyeyi, ahlak anlayışını hep giyinişte, saçta başta arıyorlar.” “Şimdiki büyükler, asla tatmin olmuyor, hep dudak büküyor, beğenmiyorlar.” “Şimdiki büyükler, çocukları/gençleri anlamak istemiyor, sadece yargılıyorlar.” “Şimdiki büyükler, basamakları tırmanacak gücümüz olduğunu göremiyorlar.” “Şimdiki büyükler, her şeyi her zaman çok iyi bildiklerini sanıyorlar ve çok yanılıyorlar.” Büyükler! Biraz rahatlayın! Ukalalık yapmaktansa, biraz çocuk/genç olun, gözümüze parmağınızı sokmak yerine, elimizden tutun. Bizimle, küçük, zararsız hatalar yapın ki dost olalım. Saygının korkudan değil, sevgiden güç almasına engel olmayın. Kuşak çatışması değil, kuşak sevişmesi olsun, ne çıkar ki?

Simsiyah…


İnsan Alışkanlıklarının Çocuğudur "İnsan Alışkanlıklarının Çocuğudur..." İbn-i Haldun İnsan bazen kendini özlüyor. Alışkanlıklarını, tutkularını… Burnunun direğini sızlatıyor tutkusunu yapmamak. Yine de burnunun direğinin sızlamasına ses çıkarmıyor kişi. Her ne kadar gücüne gitse de bu durum, engelleri ortadan kaldırmak için herhangi bir girişimde bulunmuyor. Her şeye muhalefet olan, sürekli eleştiren taraflar gibi sadece isyan ediyor, problemlere çözüm getirmiyor. İş burada kişinin kendi iradesine kalıyor. “Arzulardan Vazgeçmişlik” artık alışkanlık haline gelmişse, başka bir deyişle arzularınızdan vazgeçmek arzunuz olmuşsa; aklınıza, ruhunuza ve bedeninize borçlanıyorsunuz demektir. Şöyle bir düşünün; kalbiniz sizi yaşatma arzusuyla vücudunuza kan pompalıyor. Ya o da arzularından vazgeçmiş olsaydı… hissediyorum, siz de bana katılıyorsunuz. Öyleyse yaptığınız ve yaparken zevk aldığınız bütün güzel şeylerin listesini çıkarın. Bir gün de geçmişi ve geleceği aynı anda düşünerek yaşayın. Elinizde var olan imkanları düşünün, tabii ki olmayanları da… Bulunduğunuz şartlardan memnuniyet duyun geliştirmeye çalışın. Çünkü onların da büyümeye ve değişmeye ihtiyaçları var. Değişim ve büyüme doğruya ve güzele doğru olsun. Eleştirdiğiniz ve takdir ettiğiniz insanlardan örnekler alın. Beğendiğiniz yönlerini kopyalamayın, özgün olun... Kendinize uygun şekilde kendinizi geliştirin. Geçmişinizden ders çıkarıp geleceğinize sağlam adımlar atın. İmkansızlıklar sizi etkilemesin. Sinemaya gidemeyebilirsiniz fakat film kiralayabilirsiniz. O da olmadı yatağınıza uzandığınızda gözlerinizi kapatıp kendi filminizi çekip, seyredebilirsiniz. Böylece hem senarist hem de başrol oyuncusu olabilirsiniz. Hep kendiniz hakim olun. Kendi çizgilerinizi belirleyeniniz siz olun... Geleceğinizi geçmişinizi de düşünerek yaşayın. Alışkanlıklarınızı devam ettirin, tabii ki kötülerinden bahsetmiyorum, ve gelecekte onlara ne katabileceğinizi düşünün. Ön yargılı olmadan şartlarınızı gözden geçirin, arada risk almaktan da korkmayın... Herkesten kazanılacak bir tecrübe, her olaydan çıkarılacak bir ders vardır. Bunları kazanmaya çalışın. Hayatta yaptığınız en güzel eser siz olun!


"Varsın ben öldüğümde heykelimi dikmesinler Ben kendi heykelimi, kendi içime dikeceğim. Varsın benim nasıl biri, kim olduğumu bilmesinler Ben evrendeki en değerli şey olarak öleceğim."

Şeyma Karadağ

Musiki ile Yaşamak İnsanlığın var oluşundan itibaren içimize programlanmış bir olgu. Sevginin mutluluğun bizi biz yapan duyguların tezahürü yani sevgilerin coşkuların yansıması. Daha yeni doğan bir bebeğin annesinden dinlediği o hicaz makamındaki ninni. Ruhumuzun derinliklerine aksedip musiki ile yaşamanın bize verdiği mükemmel duygu seli. Bazen hüzünlendirip bazen neşelendiren bazen de anılarımızı tekrar yaşıyormuşçasına doğumdan ölüme kadar tekrar süre gelen ve hiç bitmeyen o müthiş senfoni. Büyük atamızın dediği gibi, sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir, sözünün ne kadar önemli olduğu sanatın insan hayatındaki önemi ve o kadar büyük bir rol oynaması; ayrıca insanın olgunlaşmasında ahlak, edep, dürüstlük ve alçakgönüllülük, tevazu, her insanı yaradandan ötürü sevmek kavramı bu sanat duygularının bizi bu kavramlardan noksan insanlardan üstün kılar. Çok önemli bir söz vardır, bir iş yapmak işçiliktir, o işe akıl yürütmek zanaattır, fakat o işe gönül ve kalp koymak ise sanattır. Demek ki yüce Mevlana mesnevisinde söylediği kamil insanın olgun bir hale gelmesinde yaşadığı şu dünya hayatındaki serüvenleri ve o mükemmel olabilmenin sırlarını, gönlü zengin musiki bir ruh taşıyan insanlarda çok daha kısa sürede ulaşılabilecek bir yol olduğunu söylüyor. Hz. Mevlana'nın musiki sanatı hakkında yüceltici fikirleri vardır. Tasavvufi şevk ve heyecanının ilahi ilham ve neşvenin kaynağı haline gelmiş olan gönlünü şiir, musiki ve sema gibi üç sanatla çoşturmuştur. Ona göre musiki Allah'ın lisanıdır. Yüce ALLAH bezmi eletse ruhlara musiki ile seslendiğinden hangi ırktan, renkten, milletten, dinden veya dilden olursa olsun tüm insanlar musiki aracılığı ile ayni duyguları paylaşabilirler. Musiki son derece değerli manevi temizlenme, ferahlama ve yücelme vasıtasıdır. Ruhu kir ve paslardan


temizlediği gibi ona batmış olan dikenleri de ayıklayarak tedavi eder. Musiki ile temizlenmeyen ruh yükselmez aksine yerdeki bayağı ihtiraslara bulaşarak kirlenir ve körelir. Gerçek musiki insana hayvani hisleri hatırlatmak şöyle dursun ona sonsuz varlığı hissettirir. Bu sezgi ile onu ona yaklaştırır ve nihayet ulaştırır. Musiki bize aslında insan olduğumuzu hatırlatan bir araç, bir gayedir. Bu pencereden baktığımızda yaşamanın daha anlamlı daha çekilesi bir dünya olduğunu anlamak hiçte zor olmasa gerektir. Bu bakımdan hiçbir sanat dalı musiki kadar etkili değildir çünkü o direk kalbe çarpar bu da yaratılmış olan her insanın musikiye duyarsız kalmayacağının bir işaretidir; tüm insanlığın aslında ortak bir dilidir. Hiç tanımadığınız bir insanla müzik ortak duygu olduğunda anında tanışıp inanılmaz dostluklar kurabilir, hayatı çok rahat paylaşabilirsiniz. Özellikle bizim musikimiz bu bakımdan çok daha ileri bir seviyededir. Konuyu çok dağıtmak istemiyorum, teknik konuları, musiki yapı sistemimizi, makamların meydana geliş sebeplerini hep bu duygu bütünlüğü olan musikişinas insanların ortaya çıkardığı aşikardır. Hepinizi müziği sevmek ve onunla bütünleşmek adına selamlıyorum.

Neyzen Ahmet Hamdi Erdoğmuş

Elvis Presley ve Pembe Cadillac (d. 8 Ocak 1935 – ö. 16 Ağustos 1977, Tupelo, Mississippi) Rock n Roll’un Kralı Elvis Aaron Presley’in ölümünden bu yana otuz dört yıl geçmiş olmasına rağmen hala isminin ölümsüzlüğünü taşıyan bir efsane diyebiliriz onun için. Onu kısaca Kral diye de anabiliriz aslında herkesin aklına direk Elvis Presley gelecektir. Çocukluğu yokluk ve sefalet içinde geçen Elvis babasının da bazı borçları yüzünden hapse girmesi üzerine annesiyle yalnız kaldı. Tek çocuk olan Elvis doğum sırasında ikizini kaybetmiştir. 10 yaşında iken Mississippi-Alabama Fuar ve süt ürünleri şovundaki bir şarkı yarışmasına katılarak ilk performansını sergiledi. Elvis burada kovboy kıyafeti giymişti ve mikrofona ulaşmak için bir sandalyede olduğu halde, "Old Shep" adlı şarkıyı söyledi


ve ikincilik ödülü kazandı. Bu arada Elvis zaman zaman Pentecostal kilise korosunda şarkılar söyledi. 1946 yılında, Presley ilk gitarını aldı. Gitarı annesinin ona alma sebebi ise Elvis’in istediği bisikleti ona alabilecek parasının olmamasıdır. Bir efsanenin doğması gerekiyorsa o an için kötü görünen sebepler bile iyi sonuçlar doğurabilir. Elvis ve ailesi 1948 yılınca eşyalarını 1939 model Plymout bir kamyonete yükleyerek ekonomik olarak daha iyi bir hayat için Memphis Tennesse'ye giderler. Elvis ve ailesi Memphis'in kuzeyinde halka açık ya da ucuz kiralık evlerde yaşamaya başladılar. Hayat zordur ve Gladys ve Vernon sürekli iş degiştir. Elvis önce The Christine okuluna daha sonra Humens Lisesine yazılır ve aynı anda ailesine yardımcı olmak için çeşitli işlerde çalışmaya başlar. Elvis şarkı söylemeye ve gitar çalmaya devam eder. Müziğinde zenci Blues müziğinden etkilenmeye burada başlar şehirdeki zencilerin ve beyazların dini şarkılarının çaldığı gece kulüplerinin devamlı müşterisi olmuştur. Burada yaşamak Elvis’in müzik tarzına da şekil vermiştir. Elvis L.C. Humes Lisesi'ne devam ederken daha büyükçe olan öğrenciler onun tarzı ve müziğinden pek hoşlanmıyorlardı. Öğrencilerden birinin anlattığına göre o utangaç, mutsuz ve hiç de çekici olmayan bir çocuktu ve gitarıyla birlikte söylediği şarkıların hiç şansı yoktu. Başkaları da Elvis için işe yaramaz züppe müziği yapan işe yaramaz adamın teki diyorlardı. Elvis yaşıtlarından çok farklıydı saçı ve favorileri o günün şartlarına göre uzundu. Öğrencilerin katıldığı bir yetenek yarışmasında Elvis gitarıyla heyecanlı biçimde bir şarkı söyler ve diğer yarışmacılardan daha çok alkış alarak yarışmayı kazanır ve şarkıyı tekrar söyler. Elvis ara sıra aile bütçesine katkı amacıyla akşamları çalışıyordu. Bu arada favorilerini uzatmaya başladı ve Beale sokağındaki Lansky Kardeşler mağazasından alınmış olan parlayan ve dikkat çeken kıyafetler giymeye başladı. Okuldan mezun olduğunda halen ailesinden ayrı bir gece bile geçirmemiş utangaç bir gençti. Crown Elektrik firması için kamyon şoförlüğü yapıyordu ve favorileri de o zamanki kamyoncularınkine ayak uydurmaya başlamıştı. 1953 yılında liseden mezun olduğunda daha 18 yaşındayken müzik firmalarının kapısını aşındırmaya başladı. ‘My Happiness’ ve ‘That’s When Your Heartaches Begin’ parçalarını annesine doğum günü armağanı


olarak yazmıştır. Memphis Recording ve Sun Recording’e giderek sesini dinlemelerini istedi. Plak yapımcısı ve müzik şirketi sahibi Sam Phillips, Elvis’in ses tonundan ve müzik tarzından çok etkilendi. 1954 yılında Gitarda Scotty Moore, bas gitarda Bill Black ile birlikte üçlü ilk stüdyo kayıtlarını yaptılar. Rockabilly, Rock and Roll, Gospel, Blues, Country tarzlarında eserler vermiştir. "That's All Right" ve "Blue Moon of Kentucky" country, blues tarzında hareketli rock’n roll parçalarıydı. Sun Records’la yaptığı kontrat RCA Record firmasına satılınca yavaş yavaş kariyer basamaklarını tırmanmaya başlamıştı. Bu sıralarda çıkardıkları 5 single gençlerin ilgisini çekerek müzik listelerinde ilk ona girmeye başlamıştı. Bu 5 single içinde en ilgi çeken parça ise "I Forgot to Remember to Forget"ti ve Country listelerine 1 numaradan girmişti. "Heartbreak Hotel" parçası ise Elvis Presley’in tekrar müzik listelerine girip 8 hafta boyunca listelerde kalmasıyla son buldu. Ed Sullivan’ın televizyon programına çıkan Elvis Presley, hareketleri ve konuşmasıyla ilgi çekti. Bu ilginin farkına varan ve onların doğrudan kalplerinde son bulan parçalarla karşılık veren Elvis bu dönemde "Don't Be Cruel," "Hound Dog," "Love Me Tender," "All Shook Up" ve "Jailhouse Rock" parçalarını yaptı. "I Want You, I Need You, I Love You" parçasıyla 11 hafta boyunca listelerde kalan Elvis hızla yükseliyordu. 1956 Kasım’ında "Love Me Tender" filmiyle kamera karşısına geçti, böylece ileride 31 filmde yer alacağı Hollywood stüdyolarıyla tanışmıştı. Bu filmden iki ay önce Ed Sullivan’ın televizyon programında ‘Love Me Tender’ı televizyon ekranlarında onu izleyen 54 milyon izleyici önünde söyleyerek ününe ün katmıştı, artık Amerika onu konuşmaya, onu dinlemeye başlayacaktı. Giyim tarzı herkes tarafından değişik bulunmuş ve şarkılarını dinleyen hayranlarına ilham olmuştur. Kovboy tarzı giyinmeyi seven Elvis, İspanyol paça pantolonu, sevdiği renk olan beyaz, farklı saç modeli, uzun favorileri ve parıltılı aksesuarlarıyla aklımıza gelmekte.


Tam anlamıyla bir müzik adamı olan Elvis bir gün şöyle demişti: "Çocukken gerçek anlamda hayaller kuruyordum. Çizgi roman okur, kendimi çizgi kahraman hayal ederdim. Film seyreder, filmdeki kahramanla kendimi özdeşleştirirdim. Aslında tüm kurduğum hayaller bir gün gerçek oldu. Hatta defalarca. Çocukluğumda öğrendiğim bir cümle var: Şarkısız bir gün yaşanmış değildir. Yaşamınızda müzik yoksa arkadaşınız da yoktur. Şarkısız yolculuk bitmez. Ben de hep şarkı söylüyorum. Kendim için, sizler için" 1955’lerin başında aldığı pembe Cadillac ise onu anarken kullanılan ayrı bir özelliği diyebiliriz. Aslında ilk alınan araba Elvis bir konsere giderken fren balatasında çıkan bir sorun yüzünden yol kenarında yanmıştır (5 Haziran 1955). Onun üzerine aldığı 2. araba Flettwood serisi 60 model, mavi boyalı siyah çatılıdır. O dönem içinde pink cadillac geçen bir şarkıyla billboardlarda ilk sıraya yükseldi. Lamar caddesindeki bir ressama arabayı pembeye boyattı, ilk boyanan rengin hoşuna gitmemesi üzerine elindeki kırmızı üzümü arabanın üstüne sıkıp ‘işte bu renk olacak’ der ve araba tam olarak o tona boyanır. Bu renk "Elvis Pembesi" olarak anılmaktadır. Daha sonra arabayı annesine armağan etti ancak ehliyeti olmadığı için annesi yerine Elvis arabayı kullanmıştır. O arabayla da yaklaşık 1000$'lık bir kaza geçirip, traktöre çarpan arabanın çatısı beyaza boyanır. 1960’ta askerden geri dönüyor. Üzerinde Amerikan askeri kıyafetleriyle çocukluğundaki gibi hayal kurmaya başlayan Elvis döndüğünde kendine beyaz ve pembe çatılı cadillac coupe de ville almak istiyor ve 1961'de alıyor. O dönem pembe Cadillac herkese ilham perisi olmuştur birçok minyatürü ve oyuncağı yapılıp satılmıştır. 2006'da pembe Cadillac'ın ikizini yapmak için 125 açıdan fotoğraf çekilip uygun pantone colour arayışına girip bir orijinali üretilmiştir. Bu hiçbir ücret ödenmeden ‘Meme Kanseri’ vakfına yardım için bağışlanmıştır. Ve bunun için kullanılan kurdelenin pembe oluşunun sebebi de buradan gelmektedir. Dört kapılı sedan pembe Cadillac şuanda Graceland müzesinde sergilenmektedir. Arabanın boyandığı pembe renk ise Amerika'da Elvis pembesi olarak kullanılmaktadır. Arabanın rengi popüler kültüre fazlasıyla


etkide bulunmuştur. Birçok albüme, şarkıya ve filme esin kaynağı olup isim vermiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: “Pink Cadillac” (albüm), 1979 John Prine "Pink Cadillac" (şarkı), 1983 Bruce Springsteen "Pink Cadillac" (remake), 1988 Natalie Cole “Pink Cadillac” (film), 1989 Clint Eastwood “Pink Cadillac” (müzikal roman), 2002 Robert Dunn

Daha sonra Kral için özel bir limuzin de yaptırılmış. Bu limuzinin bazı yerleri 24 ayar altın kaplama, hatta bazı elmas ve yakut parçalarıyla da süslenmiştir. 61 model olan bu limuzin beyaz renkte hazırlanmıştır. Ömrünün son yıllarında çok sağlıksız beslenmeye başlayan Elvis aşırı kiloları sebebiyle kalp yetmezliğinden vefat etmiştir. Ölümünden sonra birçok fan sitesi kurulmuş birçok taklidi yapılmaya çalışılmış, albümleri Best Of listelerinde satışa sunulmuştur, hatta ve hatta onun aslında ölmediği ve bir yerlerde sessiz sakin bir hayat sürdüğü bile konuşulmuştur. Her yıl ölüm yıl dönümünde binlerce seveni Kralın mezarına gidip onu sevgiyle anmakta ve şarkılarını mezarının başında severek seslendirmektedir. En çok sevdiğim şarkılarından biri kızı Lisa Marie Presley ile olan düetleri ‘Don’t Cry Daddy’dir. Hala günümüzde Elvis baskılı kıyafetler, aksesuarlar, ev eşyaları üretilmektedir. Tarihe adını altın harflerle yazan bu müzik adamı asla unutulmayacak. Şuan bu yazıyı yazarken dinlediğim ölümsüz Elvis parçalarından en çok bilinenlerden birini de eklemek istedim. Ayrıca derin Elvis bilgisiyle bana fikir veren kankam Okan Öztürk'e teşekkürü bir borç bilirim, sağol varol kanka. :)


IT'S NOW OR NEVER It's now or never, come hold me tight Kiss me my darling, be mine tonight Tomorrow will be too late, it's now or never My love won't wait. When I first saw you with your smile so tender My heart was captured, my soul surrendered I'd spend a lifetime waiting for the right time Now that your near the time is here at last. It's now or never, come hold me tight Kiss me my darling, be mine tonight Tomorrow will be too late, it's now or never My love won't wait. Just like a willow, we would cry an ocean If we lost true love and sweet devotion Your lips excite me, let your arms invite me For who knows when we'll meet again this way It's now or never, come hold me tight Kiss me my darling, be mine tonight Tomorrow will be too late, it's now or never My love won't wait. Elvis Presley

Nilgün Hepyalçın


Sanal Profilin Senin Markan Kadar Değerli!

Kişisel

Herkesin bir sanal profili var artık. Yeni doğacak olan bebeklerin bile ebeveynleri tarafından oluşturulmuş birer Facebook hesapları var. Hem de doğduklarında doğuyorlar.

yüzlerce

arkadaşlar

Bebekliğimizden beri sahip olamadık ama bizim de bir hesabımız var. O bizim bebeğimiz gibi oldu. Onla yatıp onla kalkıyoruz. Kimlik gibi bir şey esasında. Tüm bilgilerimiz orada. Paylaşımda sınır tanımayanlar için derya deniz bir dolu yazım alanı var. Dilediği kadar doldurabiliyor. Bazı masalar dağınık olur. Bazıları derli toplu. Bazı kişiler sanat kokar bazıları moda. Bazısı tekniktir bazısı da sıradan ve yalın. Kişiler birbirinden çok farklı, özellikler de. Herkesin ön plana çıkabilecek bir özelliği de olmayabilir. Detaylı bir karakter analizi ile onu da bulacağımı iddia edebilirim aslına. Şimdi profillere geri dönelim. Sanal kimliklerimiz, dünyanın her yerinden ulaşılabilen profillerimiz. Bunlar aslında bizim markalarımız. Facebook hesabımız, Freindfeed sayfamız/feedlerimiz, Twitter twitlerimiz. Hepsinin ortak bir amacı var, bizi tanımlıyor olması. Artık kız istemeye giderken kaynananın ilk baktığı yer Facebook hesabın. Arkadaşlarından tut da yazdıklarına kadar her şeyin çok çok önemli. Hamamda görmeler bitti. Facebook hesabındaki bikinili resimlerin seni anlatamaya yeter. İş mülakatından önce patron önce bir Facebook profiline bakıyor. Her yerde ulaşılabilen sanal portfolyon aslında sanal profillerin. Google’da arattırdığında hakkında çıkan her şey sen istesen de istemesen de sensin. Onları iyi yönet. Kişi markana sahip çık. Kişi markana sahip çıkmak için önce kişiliğini bilmen gerek. Henüz kendini tam çözemediysen, yardımcı olurum.

Yunus Baran 07.03.2010


Beyninizi Ne Kadar Tanıyorsunuz?

İyi

Günlük yaşantımızda, bir sürü işle meşgul oluyoruz. Yemek yiyoruz, yürüyoruz, konuşuyoruz. Bu tür otomatik aktivitelere ek olarak; daha karmaşık işlerle de ilgileniyoruz. Algılıyoruz, ayırt ediyoruz, karar veriyoruz. Peki, bu kadar meşakkatli işlerle uğraşırken size yardım eden kim? Tabi ki, sizi hiç yalnız bırakmayan beyniniz. Beyin, gizemi tam olarak çözülememiş bir bilgi yumağı aslında. ‘‘Gizemi çözülememiş’’ diyorum; çünkü beynimizde 100 milyonu aşkın nöron olduğu tahmin ediliyor ve her bir nöron da kendi gibi olan nöronlarla 10.000 bağ yapabiliyor. Tabi, bu kadar çok bağlantıda varken; beyni de tüm yönleriyle açığa çıkarmak, biraz daha güç oluyor. Düşünsenize; bir odaya bu kadar kablo çekseydiniz, ne kadar da karmaşık olurdu! Beyin hakkında ortaya çıkarılan teorik bilgiler ise, bir hayli ilginç. Örneğin; yaşamımızı kolaylaştıran bu organ, vücut ağırlığımızın sadece %2'sini oluşturuyor. Bu oranın da, %80'ini sudur aslında. Bunların dışında, vücudumuzdaki oksijen ve şekerin %25'ini beyin kullanıyor. Ağırlık ve yoğunluk yönünden az olsa da besin yönünden ne kadar maliyetli olduğu ortada. Peki, beynimizi geliştirebilir miyiz? Yoksa herkes sahip olduğu beyin kapasitesiyle mi yaşar? Beyin, tamamen geliştirmeye müsait bir kapasiteye sahiptir. Bunun için önemli olan, beyni bilinçli düşünmeye sevk etmek ve sınırlarını zorlayıcı egzersizlerle çalıştırmaktır. Nasıl ki vücudumuzdaki kaslarımızı geliştirmek için egzersiz yapıyorsak; beynimizi de çalıştırmak için uygulamalar yapmalıyız. Beyin faaliyetlerini arttırmaya yarayan uygulamalardan bazılarını, şöyle sıralayabiliriz: - Zeka problemleri - Sudoku - Bulmaca - Briç - Satranç - Yabancı dil öğrenmek Bu uygulamalardan birini ya da bir kaçını yaptığınızda nöronlarınızın birbiri ile olan bağlantısını arttırmış olacaksınız. Bu da demek oluyor ki, ne kadar çok bağlantı; o kadar güçlü bir hafıza ve bunun etkin kullanımı anlamına geliyor.


Tüm bu uygulamaların dışında, beyni besleyen gıdalara da dikkat etmeliyiz. Çünkü, beslenmenin de beyin üzerinde olumlu etkisi olduğu saptanmış. Beynimizi besleyen gıdaların başında ise; - Fındık, ceviz, fıstık - Balık (özellikle somon, sardalya) - Domates, avokado - Yumurta - Koyu yeşil sebzeler - Kepekli pirinç gelmektedir. Bilinenin aksine, günde 2 fincanı geçmeyecek şekilde kahve içmenin de beyin için iyi geldiğini kanıtlamışlar. Yapılan araştırmalarda gösteriyor ki beynimizin düşünme ve hafıza kapasitesini değiştirmek bizim elimizde. Aslında, bu çok da zor değil. Sadece, elimizdeki gücü farkında olmak ve onu etkin kullanmanın yollarını denemek yeterli. Siz uyurken bile uyumayan emektar beyninize, bu kadarı az bile değil mi? Not: Teorik bilgiler için, Prof.Dr.Mehmet Kılavuzunuz" kitabından yararlanılmıştır.

Öz'ün

"Siz,

Kullanım

Tuğçe Büyükabacı

Deneyim ve Keyif Hayatın tek bir amacı var olduğunu söylüyor Aykut Oğut, bununla da kalmıyor evrenden torpili olduğunu iddia ediyor. Seveceğimi sezinlediğim bir kitabı bulmanın hevesiyle yorgun argın iş çıkışı, kitabın iç kapağına sihirli tarihi giriyoruz: 21.04.2009 29. sayfaya yelmiş bulunmaktayız, tanrı evrensel iletişimde kullanılmak üzere bir dil yarattı. "Buyrun bakalım şimdi biz tanrıyız ve nasıl bir sistem geliştireceğiz." :) Otobüsteyim ve yorgun bir şekilde kitabımı okuyorum. Bir Tanrı olarak sıradan insanlarla otobüse bindiğim için çok alçakgönüllü olmalıyım. Ya da meraklı mı desek? Neden kendi ruhumdan üfleyerek yaratmış olduğum insanların deneyimlerini gözlemlemek beni bu kadar ilgilendiriyor? İletişim konusuna girmeden, aklıma gelen ilk şey şu; otobüsün içindeki


birkaç insanı ne diye yaratmış olabilirim ki? Oysa zamanımı kusursuza yakın bir estetiği olan kadınları yaratmak için daha fazla harcayabilirdim. Neyse biz işimize devam edelim. Telapati mi kursak, örneğin tüm insanlar birbirlerinin duygu ve düşüncelerini öğrensinler. Yok o zaman da gizemi ortadan kaldırmış oluruz. Biz en iyisi vücut diliyle anlaşalım. Yalnız o abuk subuk seslere gerek yoktur, sarılıp, koklaşsak kafidir. Tabii bunda da toplumsal inaç kalıpları nedeniyle yiğitlik bozulur mu bilmem? Soluk ve yemek boruları kısmı, planı yanlış mu tutuyorum ne? :) Ses rahatsız verici olabiliyor. Ama insanın içindeki sınırları aşması için onları perçinlemekte birebir. Bir insan dağların doruğuna çıkmış "Özgürlük" diye haykırıyor ve bütün dağlar, bulutlar, ovalar ona eşlik ediyor. Düşünme kısmı güzeldi ama galiba konuşma dilinin yerini almıyor birçoğu. Neyse biz otobüsten inelim. Şuradaki soldaki adamı tanımıyor muyum ben? Allah Allah niye selam vermiyor ki bana? Yahu hani biz tek bir ruhun parçasından yaratılmıştık, nedir bu çekememezlik yarabbi? Vallahi ben onu bunu bilmem ama bana tanrı gibi davranan yegane insan annem olsa gerek; kapıda beni karşılayıp çantamı alıyor, yemeğimi hazırlamış sofraya oturuyorum, kıyafetlerin yıkaması ve ütüsü desen kendim yapsam yanmıştım herhalde :) Vallahi Tanrı da olsam, annelerin emeğini ödemek zor gibi gözüküyor. Babamla da bu arada selamlaşıyoruz. Normalde yapılan "günün nasıl geçti?" merasimi kısa sürüyor. Tanrılaşma süreci işe yarıyor galiba. Hey dady, hani Tanrı bizi tek ruhtan yarattı, nasıl bilmiyorsun günün gidişatını diyesi geliyor insanım canım! Bakalım bu kitap ileride hangi sorularla başımıza ne işler açacak? :) Evren'den torpilimiz varmış da haberimiz yokmuş!

Bora EKE (Buca, İzmir, Türkiye - 21.04.2009)

Yabancılaşma Başka bir dünya hayali, çoktan yokluk. Gecenin farklı mekânlara düşebilme ihtimalinin yarattığı olasılıklar silsilesi… Bir hayaletin gıdıkladığı topuktan rengârenk bir sis kuşatması, belki. Her yer ve her şey olduğundan farklı, soyundukça eksik. Bazı önemli şeylerin değişmemesine, devinmemesine sevinmeli mi?


Çoğu düşler, içinde bulunulan duruma bir karşı duruş, başkaldırı rüyasıdır. Öyle olmaması ihtimalidir düş. Yaşamın tüm uzuvlarından, akılbankalarının bize yönelttiği limitlere çakmak çakmaktır. Istırabın rüyada büründüğü şekiller her ne kadar kasvetli, karanlık ve ürkütücü olsa da düş o gecenin yazdığı eşsiz bir hikâyedir. Hikâyelerle birlikte yaşamın kendisi de değişir mi? İnsanlar hikâyelerle düşünür, dünyayı hikâyelerle tanımlar, algılar, anlatır. Bir diğerine sesleniş tarzımız, üslubumuz, olayların örüntüsü ne denli farklı olursa olsun anlattığımız şey; hikâyedir. Hikâyeler, insanın düşünme sürecinde önemli unsurlar yaratmasına rağmen insanlar hikâyeleri düşünmekten kaçınmak için de kullanır. Günahlarımızın, ayıplarımızın, olmazlarımızın, başarısızlıklarımızın üstünü çoğunlukla hikâyelerle örteriz. Bir tür kendimizi kandırma yöntemine dönüşür bir diğerine anlattıklarımız. Öyle olmadığımızı hikâyeler üzerinden kanıtlarız. Aslında öyle değilimdir deyip hikâyemizi başka bir hikâyeyle değiştiririz. Bunu öylesine saf bir inanışla yaparız ki kendimiz de anlattığımız hikâyenin doğruluğuna kapılırız. Çünkü inanmak isteriz. Hepimizde bir iletişim, iletme arzusu vardır. Başımıza bir şey geldiğinde bundan bahsetmek ihtiyacı hissederiz. Böylece başımıza geleni defalarca yaşatmış oluruz. Bir başkasına ilettiğimizde biliriz ki o da bunu başka bir kişiye iletecektir. Bu şekilde “hikâyemiz” dilden dile dolaşıp uzun süre yaşama olanağı bulur. Bir şey ne kadar çok değişirse o kadar aynılaşır. Hikâyeler de değiştikçe aynılaşır. Aynı kalan şey insanın hikâye anlatmaya duyduğu gereksinim, hikâyeyi algılama ve hikâye yaratma yeteneğidir. Giderek zorlaşan yaşam koşulları, toplumların kalabalıklaşması, kitlesel iletişimlerin yaygınlığı… Bireysel bir hikâyenin oluşumunu engelleyerek, aynı hikâyenin içine sıkışmış “çoğunluğu” yaratır. Fransızca “alienation (yabancılaşma)” kelimesinin düğüm yeri neresidir? İnsanın çevresinden, işinden, emeğinin ürününden ya da benliğinden uzaklaşma ya da ayrılma duygusunu dile getiren bir kavramdır “alienation”. Terimi en iyi bilinen anlamıyla Karl Marx kullanmıştır. Marx’a göre bu kavram: “İnsansal ürünlerin insanı boyunduruğu altına alan karşıt güçler haline gelmeleri ve bunun sonucu olarak da insanı insan olmayana dönüştürmeleri sürecini dile getirir. İnsan, yarattığı özdeksel ve tinsel dünyasını durmadan zenginleştirdiği halde kendisini özdeksel ve ruhsal olarak durmadan yoksullaştırmıştır. Bunun sonucu olarak insan, bizzat kendi özüne yabancılaşmış ve insan olmayana dönüşmüştür.” Bunca zenginlik içerisindeki tinsel yoksulluğumuzu dindirip bize insanı anlatacak hikâyeyi kim dile getirecek acaba?..

Derya Derin


Desen Çalışması: Oktay Çakır / oktaycakirart.blogspot.com


Bir Şey Hariç Her Şey Biter ..Sert plastikten yapılma 206 direksiyonunu tutan elleri istemsizce terliyordu. Gözleri kısılmıştı; yaz ikindilerinin yolda olmak için iyi saatler olmadığını düşündü, hele de güneşe karşıysanız.. çok geçmeden görüşünü asıl engelleyenin, gözbebeklerinde biriken ıslak bulut olduğunu farketti; belli etmeden savuşturmaya çalıştı... Daha sıkı tuttu direksiyonu, destek alması gerekti.. .."yürürüm ipte.. ağım yokken hem de.. kopkoyu içim inan çok çalıştım bu kalpsiz dünyayı sevebilmek için" ..yan gözle baktı; kızın gözü camdan dışarıdaydı. hiç umursamaz bakışları bitmeyecekmiş gibi uzanan yola akıyordu.. orada yok gibiydi. Belli ki hatıraların kötülerini seçmekle meşguldü zihni. Güzel anılarıysa, teker teker doğrayacak ve atacaktı kadınlara özgü bir refleksle. En kolay çıkış yoluydu bu. "neyim var ki sanki, senden başka; hadi son bi kez yokla ceplerini.. aşk kırıntıları kalmış olmalı biraz.." demek kalmamıştı hiç bir şey, en küçük bir kırıntı.. önce Teoman'ı suçladı, sonra güzelim yaz havasını mateme dönüştüren müzikçaları.. saçmaladığını kendi de biliyordu. Güzel olan her şeyi bozan yalnızca iki kişiydi. Ya suçlu kimdi? Erkeksi bir düşünceyle tüm güzel anıları dizdi birer birer gözünün önüne. ilk günden hatta ilk andan beri, her ne varsa.. Gözlerindeki bulut, artık yağmura dönmek için zorluyordu.. şarkı değişmişti.. "suçlu ne sensin ne de benim, şimdi sensizim.. sen de bensiz.." .İşte o gün gelmiş, işte her şey tükenmekteydi. Kıza baktı yeniden, şimdi siyah, geniş güneş gözlüklerinin ardına saklamıştı siyah kirpiklerle çevrili bakışlarını. Alnında ter damlacıkları vardı. soluk alışı derin ve içtendi.. hep mi böyleydi yoksa.. yüzünü hepten çevirmişti.. sırtını dönmüş bile denilebilirdi.. bunu haketmek için ne yapabilirdi ki insan? "Yine dolacaksa gözlerim Sensiz olsun dilerim Eritir yaşlar kalbini Dayanamaz buna yüreğim" Güneş usuldan kızarmaktaydı.. dönülmez akşamın ufku çok ta uzakta değildi. Gaz pedalına intikam alırcasına bastı.. yol akıp gidiyordu.. zaman akıp gidiyordu.. ömür akıp gidiyordu.. artık gözyaşları akıp gidiyordu.. "Şimdi çok uzakta kalmış bir baharsın.. Kalbimin derinlerinde bir yalansın.." ..ve müziği susturdu..

Ahmet Davut Çetinkaya


Hepimiz Birer Yavru Sokak Kedisiyiz... Kediler ve köpekler arasında düşmanlık olduğuna inananlardan değilim ama; olduğunu varsayanların bir inanışı varmış... Normalde sokak kedisi kendini saldırgan köpeklere karşı koruyabilirmiş... Bu direnci kıran tek şey, sevgiymiş... İnsanlar, eğer bir sokak kedisinin başını okşar ve ona şefkat gösterirse, kedicik kendisinin koruma altında olduğunu zanneder ve sivri tırnaklarını içeri çekermiş... Ve bir gün, köpeklerin dişlerini enselerinde hissederlermiş sonunda... Bir sevgi dokunuşu, sonları olurmuş o zaman... Kediciklerin kaderinde, kendi hayatlarımızdaki hayal kırıklıklarının izleri var gibi sanki... Bir el uzanıp da sevince bizi, peşine takılıp gidiyoruz yavru bir kedi gibi... Hep yanında olmamızı isteyecek sanıveriyoruz... Ve yanılıyoruz... Sevip de birini, sevdalanınca korumasız kalıyoruz galiba... Yıllar yılı ardına sığındığımız kalkanlarımızı bırakıp, tırnaklarımızı içeri çekiyoruz... Sevginin bizi kollayacağına, sarıp sarmalayacağına inanmamız yüzünden, koruma duvarlarımızı gönüllü kaldırıp, yaralanıyoruz... Sonra da sevdamız en büyük tehlikeye dönüşebiliyor... Saçımızı okşayan elin bizi yarın da, öbür gün de seveceğine... Hem sevmese, sevmek istemese bile bir gün, vazgeçse de, daima kalbinde bir yer edeceğimize inanıveriyoruz... Bir anlamımız olacak, hatıra kalacak bir değerimiz olacak sanıveriyoruz... Ve en ummadığımız bir anda, en korunaksız halimizle yakalanıyoruz sevmenin, sevilmenin hoyrat yüzüne... Kendi kendimizin katili oluveriyoruz... Zavallı bir kedi yavrusundan farkımız yok aslında, hayat karşısında... Şu garip hayat karmaşasında, en güçlümüzün, en kötümüzün bile sevilmeye ihtiyacı var... Her yürek hasret sevgiye... Kim olursa olsun, ne olursa, nasıl olursa olsun... Sokak kedileri gibiyiz hepimiz... Karşılıksız, sebepsiz, sevginin en saf haliyle sevilmek istiyoruz... Kim azıcık sevecek olsa bizi, sığınıyoruz hemen... Sevsin, değer versin, korusun kollasın, sahip çıksın istiyoruz... Başka da hiçbir şey olmasın varsın... Sevgiden arda kalan, başka hiçbir şey olmasın varsın... Kalbimizde pençe pençe darbe izleriyle, her sıcak dokunuşta yavru bir kedi gibi uysallaşıp... Her hayal kırıklığında, her terk edişte acı çekip, her dönüşte biraz daha kanayarak... Kanayan yerlerimizi, kediler gibi dilimizle yalayarak... Aslalarla, yara bere içinde kalıveriyoruz bir başına... Yoksa; taş gibi bir kalple yaşamak mı gerek, her daim?... Biri başını okşamak için uzattığında elini; tıslayıp, tırmalamak... Belki de en iyisi kuyruğu her daim dik tutmaktır, kim bilir.............

Evren Kır


Bazı İnsanları Değiştiremezsiniz Bazı insanlar değişmez. Kesinlikle değişmezler… Taş olsa çatlar ama onlara bir şey olmaz. Kaskatıdır onlar. Ya değişemediklerinden, bunu beceremediklerinden ya da bencilliklerinden… Ya da benim kafamın basmadığı birçok şey yüzünden… Ama işte, bazı insanlar değişmez… Kırar, döker, hırpalarlar… Bunu bilseler de bahanelerle üstünü örter, kendilerini mağdur ilan eder, asıl hırpalananların kendileri olduğunu ve hatta en çok da kendilerinin kırıldığını söylerler… Bir eşeklik ettiklerini söyleyip, özür de dilerler… Manasız, havada asılı duran, zerre kıymeti olmayan bir özür… Özrün arkasından gelecek olan bellidir onlar için. Aynı hatayı binlerce değişik versiyonu ile yaparlar… Bir nevi İklim Bayraktar gibi… Sürekli bir mağduriyet ve insani hallerden hüküm giymiş tavır sergilerler. Herkes onlarla uğraşıyor ve onları yanlış anlıyordur, herkes birlik olmuş, onların kötülüğünü istiyor ve onları anlamamaya direniyordur. Halbuki onlar hep kendi hayatları, kariyerleri ve uğraşıları ile yaşamaktadırlar. Ne masumdurlar yarabbim, tek kabahat herkesin onları yanlış anlamasıdır… Sessizce dinleyip, her söylediklerinin “Yalan!” olduğunu yüzlerine haykırmak istersiniz ama elinizde delil de bırakmazlar bunlar. İkna olmaz ama kabullenmiş görünürsünüz. İnsanları değiştirmek taraftarı değilim… Eş, dost, arkadaş, kardeş, akraba var olduğu haliyle seviliyor zaten ve sonuna kadar tolerans gösterilmek zorunda… İnsan olmanın asıl gayesi bu zaten… Birbirimizin kusurlarını kabullenmekten geçiyor her şey. Kusursuz olmaya ömrümüz da yetmez, gücümüz de… Ama bu sürekli eşeklik edenler yok mu, kendi kusurlarını, başkalarının kusurları ile örtme derdine düşüyorlar bir süre sonra. “Sen de bana bunu yapmıştın!” diye çıkıveriyorlar işin içinden… Başkası ne kadar eşeklik ettiyse, onlar da bu eşeklikte bir adım geri durmak istemiyorlar. Bazı insanlar değişmez işte! Kendilerini tekrar etmekten sıkılmazlar… Defalarca kırılan kalplerin aslında onarılmadığını bilmezler… İnsanın gerçekten affetmesinin pek mümkün olmadığını da anlamazlar. Hatta insanın onları affettiği zaman kendi kendine nasıl da kızabildiğini bilmezler…


Susmanın artık bıkmış olmanın işareti de olabileceğini akıllarının ucundan geçirmezler… Sustukça üstüne çıkarlar insanın… Sustukça tepende zıplarlar… Sessizliğe o kadar alışırlar ki, konuştuğun anda en büyük suçlu sen olursun… Sustun mu konuşmanı istemezler sonsuza dek. Söz hep onlarındır çünkü. Etrafındakiler için hiçbir şey yapmayan ama kendini bir şey yapıyormuş gibi hisseden, hissettiren, bencilliğin bu en güzel örnekleri hakkında fazla bir şey söylemeye gerek yok. Dünyanın sadece ve sadece kendi etraflarında döndüğünü düşünen, başkalarının tıpkı onlar gibi hissettiğini zanneden kadın ve erkekler aslında kendi karanlık mutluluklarında bir başlarına yaşarlar… Etraflarında birileri varmış gibi… Cismen var olan ama duygusal olarak tüm bağların kopmuş olduğu ilişkilerin baş kahramanlarıdır onlar… Herkesi o koyu renk mutlulukta yaşıyor zannederler… Onlarla mutlu olabilmenin tek yolu, yanlarında bir ölü kadar sessiz olmaktır ve mutluluk sadece onlarındır. Kendi hallerinin ortaya çıkışından, dillendirilmesinden, yüzlerine vurulmasından, kısaca kendileri ile baş başa kalmaktan o kadar korkarlar ki, en yakınlarını yalnız bırakmayı tercih ederler… Ses olmasın, çıt çıkmasın diye göz göze gelmezler hiç… Onlar vardır ama uzaktadır… Konuşurlar ama cümleleri dağılır gider havada… “He he” denilip geçilen bir türe dönüşürler… Her anlattığınız duvarları dile getirir ama onlar da yepyeni bir ufuk açmaz çünkü… Kendilerine olan sadakatları asla bozulmaz. Başkalarını yalnız bırakırlar ama tek yalnız kalan kendileridir… Bazıları değişmez! Sizi hiç şaşırtmazlar. Bir kez bile umduğunuzun tersinde hareket etmezler. O kadar değişmezler ki varlıklarını bile hissetmezsiniz bir süre… Varlıkları ile yoklukları bir olur… Gitmeleri ve kalmaları arasında tercih yapmak zorunda kalmazsınız ve ama gittiklerinde derin bir huzur bırakırlar geride…

Dilşah Kalkan


Voltran Voltran Voltran Her güzel anda, her sıkıntıda koşarak danıştığımız Sezen Aksu'dan gelsin, ... Ah kaldırımlar biliyor, bi' devir muhteşemdik Güz güneşinden hüzünlü, ilk yazdan şendik Pazartesi sendromları, fobiler, ataklar gibi şeyler üretilip, duygu tüccarlığı henüz meslek erbaplarından sayılmazken, cumbada var gücüyle alttan kaldırdığım ve küçük demirlerini çevirip sabitlediğim camdan belime kadar uzanmış, Tekelci Fevzi Amca'ya sepet sarkıtıp, "bir şişe Koka Kolaaa" diye seslendiğimde biz henüz 80'leri ve 90'ları sürüyorduk. Siyahın kasvetinden kurtarıp çocukların maviye boyanmasına karar verilmesiyle okullar daha bir şenlikli olmuştu. Fabrika ürünü olmayan, hepsi birbirinden farklı dantel yakalarımız, kantin nedir bilmeyen cılız çocukların besili beslenme çantaları, kapı önlerindeki turşucular, ipe dizili alıçlar, Ayşegül kitapları, kırtasiyeden aldığımız küçük poşetçikler içindeki renkli kolonyaları birbirimize fışkırtmalar, tatlı tatlı kaşınsın diye yapılan çocukluğun apoleti yaralarımız, bisiklet yarışları, bir nevi 'ana'yasa cümlesi "terli su içme!" uyarıları, yakar toplar, pullarla süslediğimiz siyah arabaların kara şimşeğe dönüşmesi, aile bütçesi denen şeyi bilmek ve bir şeyi ısrarla istememek, bez bebekler, Topkapı Sarayı'ndaki havuza para atıp dilek dilemeler, efendi gibi maç izlemeler, annesi çıkmasına izin verilmeyen arkadaşı ne yapıp edip dışarı çıkartıp, söz verilen saatte geri dönmemeler... Kilo işi açıkta satılan ve külaha konulan bisküviler, lambada etekleri, Karate-Kid özentiliği, patates baskı, Serpil Çakmaklı saçları olan ablalar, yüksek bel pantolonlu, bol montlu abiler, 'Herıld yani'ler, 'Saat eti kemik geçiyor'lar, mis kokulu biber kızartmaları, Michael Jackson figürleri, pul ve para koleksiyonu, Elvan gazozları, gazoz kapaklarından oyuncak yapmalar, tebrik kartları, koklanasıca çatapatlar, Susam Sokağı, Yakari, Bir Başka Gece, Walkman efsanesi, Parliament Sinema Club'un sundukları, Zeki-Metin, Tanju-Rıdvan, kasete kaydettiğimiz sesler, tüplü çokokrem... Yokluğun varlığa dönüştüğü en güzel dönemlerdi. Öyle çok 'ler' takısı kullandım ki, belki en güzel takı seti... En çok özlenen... Garip, daha dün neler olduğunu zar zor hatırlarken, o dönemleri hepimiz her anıyla hatırlıyoruz. Biz o dönemin çocukları, hala aşk ne demek biliyoruz.


Yine de benim için bütün o dönemi en güzel özetleyecek şey; pazar günü ailece yapılan kahvaltıda yenilen 'Gülen Salam'dır. Onu kimsenin hatırladığı da yok zaten bilirim. Ama sen çık gel kocaman ağzınla her neredeysen, ben eksiklerine rağmen herkesi pazar sofrasına toplamazsam işte o zaman ağlat beni...

Meltem Özbey

Küçük Kedi Çapaklı gözlerle izliyorum hayatı.. bir kedi yavrusu gibi; tutsun boynumdan biri.. temizlesin annem tüylerimi; gitsin pis'i, kir'i. sonra yumuş yumuş doyayım tüyler arasında.. sonsuz güvenli.. daha ''sadece'' doymak için cilve yapmıyorum insan denen devlere.. bazıları o kadar kötü bakıyorkene.. :) küçüğüm daha.. göre diğer kedilere. bu beni ayrıcalıklı kılan bence.. anlamamazlığın sarhoşluğundayım hayatı. savaşmayı bilmediğimden korunuyorum.. büyümek için sürekli uyuyorum.. yaşamı uzaktan izliyorum.. bu saltanatım uzun sürmez; bunu da biliyorum.. ve şimdi çapaklı, yarı yumuk gözlerle bakıyorum sana.. hadi annem gibi şefkatli; kucağına al ve okşa.. NEDENSİZ BENİ SEVGİNLE GÜZELLEŞEYİM... --Ben bir deli çocuk; **sustum yine: En büyük isyanımdır aslında sessizliğim; öyle sakin görmeyin.. Elimdekilerle yetinmeyen haylaz bir çocuk değilim; lakin bir bisikletti istediğim.. bir de binerken düşmesin diye tutsun bir sevdiğim..**

Melike Meral


Dünden Bugüne... Dünde kalmış bugüne suskun bir hal… Yaşarken toplanmış bavullar içinde en eski geçmişler ve hala geçmemişler… Dünden gelen o "iç sesler" bugünün fırtınasını yaşatmışçasına içinde hazır… Bir haykırışın bekleyişi gibi vurmuş en dibine. O dünde kalan her şeyin bugünü yaşatmayacağını bilmek kadar eksik hep o anlar… Mesafelerine gizlenmiş gibi yabancı bugüne o anılar… Ne "o anlar" ne de "o" yanı başında işte bu yüzden… Dünde kalmak kadar acı verici geçmişe sarılmış bu yalnızlıklar... Bugünü dünde aramak kadar için geçmişse suskunluğun hala dününe gölgeyse… Dünün esiri bugünü yaşatmıyorsa sana… Ve hala… Dünü bir kenara bırakıp bugünü yarını düşünecek kadar bile çaban yoksa… Etrafında gezinen milyon ayak izinden başka bir şey değilse hayat sana… Geçmişinde dolaşan bir ruhla yaşa! Ama… Esir kalman da sana özgür olman da… Seçiminin de doğrusu sana yanlışının da "doğrusu" sana! Özgür olmak da seninle başlar esir kalmak da… İster geçmişte kal istersen şimdiki zamanında.

Ece Çekiç

..EnginDergi.. Nisan 2011 sayı-16


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.