engindergi-s19

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2011 - Say覺: 19


Fotoğraf: Güvenç Aydoğan

"Akıl hazır değilse, göz göremez." Emilie Serge


İçerik; Sy.04) Hayatın Özü – Engin Enginer Sy.04) White Aşkım – Bora Eke Sy.07) Bugün Kendini Mutlu Etmek İçin Ne Yaptın – Tuğçe Büyükabacı Sy.09) Ömrüme, Gönlüme Hoşgeldin... – Kezban Şahin Sy.09) Bir Şehri Terketmek – Evren Kır Sy.11) Elveda Demem ise An Meselesi... – Serenay Öztürk Sy.11) İki Temmuz – Engin Deniz Sy.12) Güneş Otu – Konuk Yazar Sy.13) Yapmazsam Olmazdı – Yunus Baran Sy.21) Fransız Modası – Nilgün Hepyalçın


Hayatın Özü Sevgi,nedir sevgi? Sevgi bence her şey demektir. Hayatın özüdür, hayata bağlayandır. İnsanı yüksek özverilere götüren yüce bir duygudur. Sevgiyi sormuşlar uçan kuşa, koşan ata Sevgiyi sormuşlar ağlayan çocuğa, yaşlı adama Sevgiyi sormuşlar akan ırmağa, parıldayan yıldıza Aldıkları cevap pekte farklı değilmiş. Sevgi öylesine güzel ve engindir ki kelimelerle anlatılamaz, ancak hissetmek mümkündür onu. Annesinin bebeğine dokunuşunda, bir çocuğun gülümsemesinde, bir sevgilinin bakışlarında sevginin en tatlısını...

ararsanız

bulursunuz

İnsanı bazen, bir anlık düşünmesi bile korkutur, sevgisiz bir dünyayı. Sevgimiz, sevenlerimiz, sevdiklerimiz ve seveceklerimiz olmadan yaşamamız mümkün mü? Tüm bunlar olmadan ruhsuz birer et parçasından başka ne olurduk ki? İşte sevgi bizi diğer varlıklardan üstün kılan en büyük kozumuzdur. Ne güzel demiş düşünür “Silahlar hedefini şaşırır ama çiçekler asla”. Siz gelin sevin, sevilin. Çünkü bir şeyleri sevmekle başlar her şey.

Engin Enginer

26 Kasım 1998

White Aşkım Soyut olan şeylerin tanımlanması her zaman zor olmuştur. Hele konu bir de aşk ise… Kimyasal bir şeydir aşk, insanın metobolizmasını bozar, tansiyonunu fırlatır, midenden yukarı doğru çıkarken kalbine takılarak boğazına düğümlenen bir sözcüktür. Ben de kendimi bildim bileli bu çemberinin içinden geçerim. Tek bir anlamı olmasa da benim için ne anlama geldiğini çok iyi biliyorum onun.


Aslında biraz genç yaşta başladım diyebilirim. İlk aşkım Şengül’e vurulduğumda altı yaşındaydım ve ana okuluna gidiyordum. Tek hayalim ise uyku saatinde onunla göz göze gelerek uyabilmekti. Çocukluğun getirdiği masumluk bu olsa gerek. Erken de olsa platonik bir başlangıçtı ama sonrası da geldi ve ilkokulum boyunca bir başka arkadaşıma karşı platonik bir aşk duydum. Vaziyet pek de iç açıcı değildi yani. Ben yine de memnundum “acı çekmesi çok güzel” psikolojisinde tez yazıyordum bir karış boyumla. Bugün Manisa’ya giderken okuduğum kitapta Müjdat Sönmez çocukluk hipotezimi doğruluyordu Sihirli Kentin Firarisi’nde;

de

“Mahvoluşun likit halidir aşk, tadı güzel içimi hoş bir zehirdir. Alabildiğine renkli, alabildiğine şık bir kokteyl. Yanlızlıktan içi yanan her fani, susuzluğuna derman sanıp dikiverir kadehi azına.” Kendi aşk defterime yazdığım ilk kural şuydu; “Nereye gidersen git mutlaka hoşlandığın birini bul!” Bu kurala istisnasız uydum. Derken lisede ilk gerçek, yani karşılıklı aşkımı yaşadım. Ayrıldık canım yandı. Nefes alamadım geceleri, ağlamak istedim ama yapamadım. Bir gün geldi aynı hisleri ben başkalarına yaşattım. Defterime ikinci kuralı geçiriverdim; “Aşk acı ile harmanlanmış bir iksirdir, bu ona aracı olan kişilerin sadist oldukları anlamına gelmez.” Daha ne güzel aşklar yaşadım bazıları okyanuslar kadar anlamlı, bazıları ise bir o kadar anlamsızdılar. Ardından ÖSS zaferi ile başlayan “Üniversiteli Kızlar” hayalinde hoşlanma sendromuna kapıldım. Her sene birden fazla kişiden hoşlandım sonra yaşadığım olaylar beni seçim yapmaya zorladı. Belki de acele ettim, mantığımla hareket ettim. Güzeldi yine de. Yanlış anlamayın aşklar safi bir hayattır, makalenin başlığının sınırları içinden yeterince çıktık zaten.


Son iki vaka-i sendromu inceleyelim. Birinden hala umudum var galiba. Yakın zamanda hoşlandığım bir kız oldu. Karşımdaki insanın duygularından emin olsam da bir şey yokmuş gibi davranışları benim gidip duygularımı açmama izin vermedi. Aman Allah’ım nasıl bir kızdı bu diye içimden geçirmedim değil. Sonra bir anda iğnenin ucunu kendime batırdım. Peki dedim acaba sen mi geç kalıyorsun hareket etmek için, yeterince cesur olmayabilir misin? Israrcı değilsin, çok çabuk vazgeçiyorsun peki niye? diye… Üçüncü kuralı yazmış olduğumu farkettim defterimi okurken; “Artık aşkı yaşamaktan korkacağın bir canlı gibi görmemelisin.” Doğru ya da yanlış olduğunu düşünmekten vazgeçmeliydim artık. Zaten kızların duyguları baştan bellli oluyor kokmuş balık misali; kısmetini değiştirmen beklemene bağlı değil yani. Vestel’de stajımın başladığı ilk gün birinci kuralı uyguladım. Derken ikinci gün onun gözlerinin içinde aradığım doğallığı ve sevgiyi gördüm. Aslında iyi bir adım bile atıp masalarında öğle yemeğimi yeme şerefine eriştim. İkinci günde yemek yiyorduk, sinema konusunda konu açıldı belki planlanmış bir şeydi ama ben sırf gevezelik için alıp konuları farketmeden nerelere götürdüm. Oysa yapacağım şey sinema teklifi ile niyetini öğrenmekti. Bir ara birşeyler almak için masadan ayrıldım ve geri döndüğümde kalkmış olduklarını farkettim. Akşam staj için imza atarken sanki beni görmemişçesine yanımdan geçince de yine hemen silmeye başladım ümitlerimi. Ertesi gün yemekhanede yanımdan geçip bana teğet geçtiklerinde rest çekerek yemeğimi başka bir masada yedim. Bugün dayanamayıp yemek için yanlarına gittiğimde masaya soğuk bir hava hakimdi. Çaktırmadan yüzüne bakıyordum, onunda bir ara baktığını farkettim ama kısa sürdü. Gözlerinde bir hüzün hissetim. Ya dünkü davranışım onu kırmıştı ya da benim davranışlarımdan rahatsız oluyordu. Yemeklerini bitirip sessiz bir afiyet olsunlaşmadan sonra beni masada yemeklerimle yanlız bıraktılar. İşte o zaman masada yemek yerken kaşığı elimde titremekten nasıl da zor tuttuğumu hatırlayıp, kendimi yedim yine mi aynı hatayı yapıyorum diye? Yine mi erken pes etmiştim. Ama kararlıyım hata yapmış olsam da düşüncelerini öğrenene kadar devam edeceğim. Bakalım yarın neler getirecek?

Bora EKE 14.07.2005 Ege Bölgesi, Türkiye


Bugün Kendini Mutlu Etmek İçin Ne Yaptın? Günü, yorgun argın tamamlayıp evine döndün. Her zaman ki gibi rutin işlerini yapıp yatağına çekildin. Dur dur, hemen uyuma! Uyumadan önce kendine 5 dakika ayır ve düşün. Bugün, kendini mutlu etmek için ne yaptın? Çok basit gözüken bu sorunun cevabı, seni kendine yakınlaştıracak bir anahtar aslında. Çünkü hepimiz gün boyunca bir sürü insanla iletişim halindeyiz. Gerek iş nedeniyle, gerekse özel nedenlerle karşımızdakilerin isteklerini yerine getirmeye çalışıyoruz. Sevgilimizin, eşimizin, çocuğumuzun, patronumuzun, arkadaşımızın, müşterilerimizin… Peki, sen kendi isteklerini ne zaman yerine getireceksin? Karşındakine bu kadar zaman ayırırken, kendi öz benliğinin senden uzaklaştığını fark etmiyor musun? Benlik her istediği karşılandığında daha fazlasını isteyen; fakat istekleri karşılanmadığında da küsüp, kenara çekilen bir çocuk gibidir. Onunla arandaki mesafeyi ne kadar dengede tutarsan; o kadar çok kendini anlarsın. İşte, onu anlayıp daha mutlu bir yaşam sürmek içinde, kendine zaman ayırmalısın. Şimdi, sakın söylenmeye başlama. ‘‘Bu zaman darlığında, iş güç arasında nasıl bunu yapacağım?’’, ‘‘Bu ekonomik şartlarda ne yapabilirim ki?’’ dediğini duyar gibiyim. Ama ben, sana tüm bunların dışında hayatını farklılaştırman için bazı önerilerde bulunacağım. Bunların faydasını denemeden bilemezsin. Üstüne üstlük, bunları denemek de bedava.


Öncelikle, herkese ayırdığın o vakti kendin içinde arttırıp, kullanmayı öğrenmelisin. Çünkü sen de, en az çevrendekiler kadar değerlisin. Bu bilgiyi, bilincimize kodlayarak başlayalım. Her sabah, aynaya baktığında gözlerine odaklan. Göz bebeğindeki renk çemberlerini fark et. Kendi gözlerine, sanki sevdiğinin gözünün içine bakarmış gibi bak. Kendine gülümse ve ‘‘Günaydın’’ de. Böylece, önce kendinle iletişime geçmeye başlarsın. Yoğun bir gün geçiriyorsan ve gerçekten kafanı kaşıyacak vaktin yoksa, işinin hakkını ver. Ama iş bittikten sonra bırak; artık o iş, orada kalsın. Bir, iki saatini kendine ayır. Güzel bir kahve iç. Güzel bir yemek ye. Yalnız, yaşamak için yeme; yemeğin tadına varabilmek için ye. Yoksa bu yaptığın eylemlerin, normal zamandakilerden hiç bir farkı olmaz. Gün sonunda toprağa basmaya çalış. Toprakla temas et ki enerjin dengelesin. Yüzme imkanın varsa, bol bol yüz. Yoksa da güzel bir duş al. Sevdiğin, hoş kokulu yağları kullanarak kendini şımart. Kendine hobiler yarat. ‘‘Hobi demek, masraf demek.’’ değildir. Para harcayarak edinebileceğin hobiler olduğu gibi, kolay yoldan da kendine hobiler bulabilirsin. Mesela, sporu seviyorsan; uzun yürüyüşler yap ya da koş. Bahçe işleri ile uğraşmaktan zevk alıyorsan; evinde kendi bahçeni yarat. Yemek yapmayı seviyorsan; mutfağa gir ve yeni yemekler dene. Daha çok oku, daha çok gez ve daha çok gözlemle. Evinin ve koşullarının imkan verdiği şekilde, bir evcil hayvan besle. Köpek, kedi, kuş, balık… Çünkü beslediğin o evcil hayvan, evde ki tüm negatif enerjiyi temizleyecektir. Gece, yatağa girmeden önce tüm kızgınlıklarını, kırgınlıklarını hatta pişmanlıklarını odanın kapısında bıraktığını hayal et. Ve uykuya dalmadan önce, sadece şunu düşün. ‘‘Hayatta ölüm-kalım mücadelesi gibi durumların dışında, hiçbir şey göründüğü kadar önemli değildir.’’ En önemlisi ise; şükretmeyi unutma. Sahip oldukların için her zaman şükret. Unutma ki, insanların açlıkla savaştığı, korku imparatorluklarından kaçtığı ve insan hayatının değerinin olmadığı bu devirde; emin ol ki sen, şanslı olan taraftasın.

Tuğçe Büyükabacı Fotoğraf: eyma


Ömrüme, Gönlüme Hoşgeldin... Çölün sonundaki sahraya ulaşır gibi, susuz kalmış kalbim kana kana içti seni... Hiçbir damlanı israf etmedi yüreğim.. Doyasıya sevdi seni... Karanlıklarıma ışık olan gözlerin, şimdi aşk oldu, sevda oldu, yar oldu bana.. Yıllarca seni beklemişim meğer.. Yıllarca yanlış yollara sapmışım, uzaklaşıp durmuşum senden .. Dokununca yüreğime, değince dudakların tenime.. Yanıp kavruldu içim, son nefesim... Sana bakarken, bana baktığında.. içimden akıp giden o ulu pınar.. Huzur, aşk, güven.. yani sen.. Şimdi adına binlerce şiir yazasım var Şimdi seni ölesiye sevesim var Hoşgeldin sevgilim... Ömrüme, gönlüme hoşgeldin... İyi ki geldin..

Kezban Şahin

Bir Şehri Terketmek Bazen arkada bırakmak gerek... Bir şehri terk etmek ve valize doldurmak tüm anılarınızı… Adımlarınız ağırlaşacaktır belki… Yüreğinin önüne geçemezsin bir şehri terk ederken... Umutların, hayallerin, acıların, mutlulukların… Yaşama dair yaşanmışlığa dair ne varsa sığdırdıkların… Şehrin en yalnız zamanlarını arkanda bırakamazsın… Yalnızlığını da sığdıramazsın… Bir şehri terk etmek acıtır canınızı… Aklınızın bir yanı hep yaşadığınız şehri anımsar. Alışmışsınızdır... Çocukluğunuz, gençliğiniz, hayatınız geçmiştir… Adım attığınız her sokakta gülüşünüz, göz yaşlarınız saklıdır… Umutlarınız kalmıştır köşe başlarında… Dostlarınız, arkadaşlarınız... Anılarınız, hayata tutunduğunuz binlerce zaman dilimi…


Belki defalarca kaçıp uzaklaşmak, terk etmek istemişsinizdir… Acılar yaşamışsınızdır, sevdiklerinizi kaybetmişsinizdir… Terk etmek çözüm gibi gelse de inadına tutunmuşsunuzdur hep, acılarınızı yüreğinize gömüp… Zordur alıştığınız şehri terk etmek, yaşamışsınızdır her soluğunuzda... Bir yerlere ya da bir şeylere alışmak zordur elbette... Kabullenebilecek yüreği taşımalı bedeninizde… Tutkuyla bağlıysanız bir şehre zordur kabullenmek… Her şey garip gelir… Ama, gitmek duygusuna kapıldıysanız bir kez, artık misafirsinizdir o şehirde... Her bir köşesinde anılarınızı saklayan babaevinizde başka bir aile yaşıyor diye, o evin sokağından bile geçemiyorken yıllardır… Onu terkediyor gibi, ihanet ediyor gibi hissedersiniz, evinizi bırakıp gidecekseniz bir şehirden... Acıtır bu canınızı... Kaplumbağanın kabuğu gibi, sığınağınız gibidir eviniz... Hani yeni bir araba aldığınızda, eskisinden vazgeçmek zor gelir, daha güzel, daha iyi olsa da yenisine sevinemezsiniz ya... Yeni bir ev de, hayalinizdeki ev bile olsa buruktur içiniz eski evinizle vedalaşırken... Hayat vedalarla, ayrılıklarla ve yeni başlangıçlarla dolu ama... Kendini nerede mutlu hissedebiliyorsan, nerede nefes aldığını, yaşadığını hissediyorsan orada hayat... Gerçekleştirebilmek kadar, alınabilmesi de zor olan, radikal kararlar almak gerek bazen... Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz. Bir ömür karşılığı, bir ömür yani... Can Yücel'in dediği gibi; ''Bugünlerde herkes gitmek istiyor... Küçük bir sahil kasabasına, bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara... Hayatından memnun olan yok. Kiminle konuşsam aynı şey... Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği. Öyle yanına almak istediği üç şey falan yok. Bir kendisi... Bu yeter zaten... Her şeyi, herkesi götürdün demektir... Vee... bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne... İlle de bir şeyi sahipleneceksen; gökyüzünü sahipleneceksin, güneşi ayı, yıldızları... Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak; 'O benim' diyeceksin... Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, hem de hep senin kalacakmış gibi hayat... İlişik yaşayacaksın... Ucundan tutarak..."

Evren Kır Fotoğraf: eyma


Elveda Demem ise An Meselesi… Bazı zaman gelir çok söylenen olur. Duymayayım dersin… Bu durum bir süre devam eder… Yaşantına devam ediyorsun bu arada. Normal olduğuna o kadar inanmışın. Çok sakin, kendi halinde birisin. Bir zaman gelir; veeee… Kayıtsız kalman imkansızdır artık, durup o insanları dinliyorsundur. Hatta söylenenleri uygulamaya başlamışındır. Ne yaptın, iyi mi oldu??? Hüsranla sonuçlanan pek çok hikayen var seninle birlikte yaşayan… Tüm hayatın etki altında ve artık sen olmaktan öteye geçtin… Biri ya da birileri tarafından yönetiliyorsun. Panik halindesin çoğu zaman… Ruhun derinliklere gizlenmiş, kalbinin ne dediğini çoğu zaman duymuyorsun… Düşünmesi bile korkunç geliyor olmalı sana da. Kendinle yüzleşme zamanın yaklaşıyor. Yakın zamanda kendi kararlarını hayata geçirmeli ve hatta başkalarının kararlarını ezip geçmelisin. Yoksa çok geç kaldın diyeceğim sana… Elveda demem ise an meselesi…

Serenay ÖZTÜRK 04.06.2011

Temmuz İki ayın ikisiydi, temmuzdu, sıcaktı. çatlamış toprak kana mı susamıştı? hangi kitapta yazardı, hangi tanrının emriydi, hangi peygamber söylemişti? kardeşin kardeşe katlini ayın ikisiydi, temmuzdu, sıcaktı, madımak’tan otuz üç güneş battı. sazlar yandı, şiirler, türküler, sevdalar Nesimi yandı, Metin yandı, Muhlis yandı ve otuz can daha, diri diri. binlerce yobaz, fikirlere dikip gözlerini, bedenlerden çıkardılar nefretlerini. taşlarla, sopalarla, meşalelerle katran karası lekeler bıraktılar tarihe. ayın ikisiydi, temmuzdu, sıcaktı Sivas’ın içiydi, katliamdı, Madımaktı.

Engin Deniz


Güneş Otu Bir su ve bir ayran dedim büfedeki adama. Ayrandan nefret ederim ama güneş otumu içmek için tepesindeki alüminyum folyoya ihtiyacım var. Biri büyük biri küçük iki su şişesi, bir adet alüminyum folyo, delikler için bir iğne, bir dal sigara, ateş, biraz su ve sarımı on liraya alınmış bol tohumlu hoş kokulu güneş otu. Şu an ihtiyacım olan nesnelerin tümü bunlar. Sokak jargonunda adına “kova” denilen teknikle kendim olmaya ihtiyacım var. Beş litrelik su şişesinin tepesini mümkün olduğunca yukarıdan kestim. Küçük şişenin de kıçını. Ayranın folyosunu bir arkeolog titizliğiyle çıkardım. Yırtılırsa bir işe yaramaz çünkü. Küçük şişenin ağız kısmına yerleştirip parmağımla çukurlaştırıyorum. Çok hassas ölçüler bunlar. Eğer çukur derin olursa boşa gider nimet, sığ olursa bir şey anlamazsın içtiğinden. Benim için ideal ölçü bir kadının göbek çukuru kadar. Elimdeki iğneyle, çukurlaşmış folyoya bir dikiş makinesi seriliğinde onlarca delik açıyorum. Büyük şişeye bir miktar su koyup küçük şişeyi de içine oturttuktan sonra düzeneğim hazır. Fizik kurallarını kullanarak kafayı buluyoruz, başka bir deyişle fizik kurallarıyla kafa buluyoruz. Güneş otumu önümdeki gazeteye döküp tohumlarını ayıklıyorum. Çünkü tohumlar yanmıyor ve delikleri tıkıyor. Ne kadar çok tohum var. Ayıkladığım her tohum kafamın güzel olmasıyla ters orantılı. Torbacıma okkalı bir küfür savuruyorum. Tohum ayıklamaya başlayalı yaklaşık on dakika kadar oldu ve artık iyiden iyiye sıkıldım. Bir keresinde ayıkladığım tohumları saksıya ekmiştim, kendi otumu yetiştirmek için. Fakat bu meretin günde on saatten fazla güneş görmesi gerekiyormuş. Ne yazık ki yaşadığım coğrafyada bu mümkün değil. Bu yüzden bendeki adı güneş otu. Bu yüzden bu kadar pahalı. Siz hiç ciğerlerinize güneşi çektiniz mi? Yakıcı sıcak, sonsuz erk, yaşamın ve ölümün efendisidir o. Tanrısal bir kocakarı ilacı. Güzel olan her şey gibi bu da yasak, yasak olan her şey gibi bu da çekici. Sonunda tohumları ayıklamam bitti. Bir dal sigara katıp, parmağımla ezerek karıştırıyorum. Delikli folyonun üzerine koyduğum karışımı yakarak şişeyi yukarıya doğru çekiyorum. Şişenin içi beyaz meleklerle dolu. Hayır tüm melekler beyaz değildir. Mesela benim en sevdiğim melek, kırmızı olarak tasvir edilir hep adına şeytan denir. Melekler içinde en karakterlisidir, en asili. Tanrı denilen egoist, insanı yaratınca meleklerine secde edin demiş. Tüm melekler en yalaka ses tonlarıyla emredersiniz diyerek ayaklarına kapanmış insanın. Bir tek benim meleğim itiraz etmiş. Ben ondan üstünüm o bana secde etsin demiş. Kapıyı çarpıp çıkmış sonra yanına kendi doğrularını alarak. Gururuyla, onuruyla gitmiş. Asiliği kaldıramayan


her despot gibi kötülemiş onu tanrı. Karalamış, kirletmiş. Sorgulamaktan korkan ya da sorgulamak nedir bilmeyen insanoğlu da inanmış bu dini mite. Hepimizin bildiği saçma sapan masallar topluluğu işte. Ben şeytanı seviyorum, güneş otunu da. Küçük şişenin içi bembeyaz. Şişeyi kaçırmadan folyoyu çıkarmam lazım. Şişe kaçarsa bütün duman boşa gider. “Her yıl Kıbrıs adası kadar duman kaybediyoruz.” Bir arkadaşımın lafı ne çok gülmüştük o akşam. Dudaklarımı şişenin ısınan ağzına dayıyorum. İlk öptüğüm kız geliyor aklıma. Onun dudakları da sıcacıktı, evet o zaman da başım dönmüştü. Dumanın ağzımdan soluk boruma, soluk borumdan ciğerlerime geçişini sonra kanıma karışıp beynime ulaşışını ve tüm kapıları açışını hissediyorum. Kelimeler desibelleniyor zihnimde. Beynimim tüm kıvrımları elimde. Hepsine hükmediyorum. Her nefeste daha derine iniyorum. Zaman, zaman yavaşlıyor. Saatin her “tik”i ve her “tık”ı arasına binlerce tiktak sıkıştırıyorum. Zaman yavaşlıyor ve yaşamaya vakit kalıyor. Gündelik, hayatsal, sıradan stresler ağzımdan çıkan dumanla beraber odamın ağır havasına karışıyor. Camdan çıkışını izliyorum dudaklarımda büyük bir tebessümle. Bir kapak daha, bir daha, daha. Tütün ve güneş otundan oluşan sihirli karışım bitene kadar devam ediyor tek kişilik ruhsal vaftizim. Fonda “where is my mind” çalıyor, Pixies söylüyor. Ayinimin ilahisi. Şeytanla el ele verip, tanrıya hareket çekiyorum. Sonra bağırıyorum: “Hey egoist manyak! Sanallığının yalanlığında, kendi kokuşmuş yalnız hayatının tadını çıkar.” Geçmişin, bu günün ve geleceğin bütün tanrılarına haykırıyorum: “Allah hepinizin belasını versin!!!” Pixies bağırıyor: “where is my mind” avucumu işaret ediyorum, “it is here”. Beynim avuçlarımda, kalbim de. Şeytan yanımda, tanrı karşımda. Hey sen! Güneşimden kaç, gölge etme başka ihsan istemem. Yasal uyarı: Güneş otu sağlığa zararlıdır.

Konuk Yazar

Yapmazsam Olmazdı Uzun ve yorucu bir günün ardıydı. Şirketinin yöneticileri ile şehrin güney yakasındaki gittiği toplantıdan dönüyordu. Yollar boş, sol şerit onundu. Uzun bir otobanı geçip Doğu caddesine ulaştı. Artık evine daha yakındı. Caddenin ortalarına geldiğinde trafik arttı. Sanki hafta sonunu fırsat bilen herkes havanın güzelliğiyle birlikte yollardaydı. Oysaki sabah durum şu


andaki havadan çok farklıydı. Gün herkes gibi onun için de biraz soğuk başlamıştı. Dün yağan yağmurun ardından havada kalan toprak kokusuyla uyandı. Önce başını; araladığı camdan dışarı uzattı. “Sanırım bugün de belirsiz bir hava olacak” dedi. Mevsim bahardı ama orada da küresel ısınma yerini bazen küresel soğumaya terk ediyordu. Araladığı camı geri kapadı. Üstüne beyaz bir gömlek siyah bir blue jean bir de gri ince bir hırka attı. Daha şık durması için ince siyah kravatını da taktı. Her ihtimale karşı bir de kalınca bir ceket giydi. Artık tamamdı. Akşam havanın daha da soğuması ihtimaline karşı tedbirli olmasını iki gün önce çok ince giyindiği için hasta olmasına borçluydu. O gün aklı başka yerlerde olduğundan üstüne giyeceği şeyleri de net belirleyememişti. Bu kez aklı başındaydı. Daha dikkatli davrandı. Hazırdı, kapıyı araladı. Arabanın anahtarını kontrol etti, cebini yokladı. Ağır adımlarla fakat boş bir zihinle aşağı indi. Yangın merdivenlerin giriş kapınsın yanına doğuran bir kedi gördü. Gizli bir yerdi ve daha önce kimse görmemişti. Belli ki bu bir sokak kedisiydi ve yavrularda iki günlüktü. “Bir ilgilenen olur elbet” diyerek yoluna koyuldu. İçinden bir ses “geri dön ve onlara süt ver” dedi. “Sen kalın giyindin üşümüyorsun ama onlar yeni doğdu. Anneleri tok olmalı ve ısınmalı” diye devam etti. Karşısına bir uyarıcı gibi dikilen bu iç seste neyin nesiydi. Şaşırdı. Yolundan döndü ve bir emri yerine getiren askerler gibi itaatkardı. Kapıyı açtı. Çantasını dışarıda bıraktı. Ayakkabılarıyla mutfağa kadar girdi. Bir tabağa süt koydu. Kullanmadığı bir de bir tişört buldu. Onu da yanında aldı. Aşağı inip kedinin yakınına sütü bıraktı. Tişörtü de sütün yanına koydu ve oradan uzaklaştı. İç sesi bu kez suskundu. Sanki yaptıklarından hoşnut olmuştu. Tekrar yola koyuldu. Sabah güneşi ısıtmıyor ama göz kamaştırıyordu. Şehrin güney bölgesinde bu havalar çok sevilir ama güneşin ısıtması da istenirdi. O da o an bunu isterdi. İçinden “keşke hava biraz daha sıcak olsa” diye geçirdi. “Tabiatı yok sayarak her an o sıcaklıkta kalabilsek” diye de ekledi. İçinde ki ses hızla giden bir arabanın frenine basarcasına o düşünce sistemine müdahale etti. “Sen havaların sıcaklığını kendin için istiyorsun. Bu kentte seninle birlikte yaşayan diğer insanları yok saymak niyetindeki bu tutumunun hayatına yansımalarıyla yaşayıp gidemezsin. Bir ardında bıraktıklarına bir de ulaşmak istediklerine bak.”


Az önce son sürat ilerlediğin bu yolda kaç ağaç geçtiğini biliyor musun, ya da o ağaçların her birinde kaç serçe yaşadığını. Başka bir değişle o tabiatın her canlısının yaşam alanlarının ne denli hassas olduğunu hiç düşündün mü? Az önce yardım ettiğin kedinin sana minnettarlık duyacağı ihtimaline hayatın boyunca kaç kez şahit olabilirdin? Mevsim hep senin dedin gibi olsaydı belki de sen olmazdın. Hayatını hep istediğin gibi yaşayacak şartları yaratmak bazen güçtür. Hatta her zaman güçtür. Onun için diye devam etti. Dayanamadı. Müdahale etti. “Az önce bana kendine itaat ettirme gücünü nereden aldığını sorabilir miyim? Sen kimsin? Ben bunları sorguluyor olsam bu şekilde yaşamazdım. Bu benim iç sesim olsa vicdan sahibi birine mi dönüşmüş oluyorum acaba?” düşünceleri içinde sürdüğü arabasını en yakın yere park etmek istedi. Bir otobanda hem yola konsantre olup hem de bu düşünce ve yargı ifadeleriyle bir kaza yapmaktan korktu. Heyecanlandı. Bir değişim içerisindeydi. Hızlı sürdüğü aracaını yavaşlattı, sağa çekti, park etti. Bu kez en uygun yerde frene hızla basan o oldu. Etrafına baktı. Yeşillik bir alanın yanında olduğu için toprak kokusu yine geliyor o yine az önceki düşüncelerine geri dönecek gibi duruyordu. O sesin müdahalesinden korktu, zihnini dağıtmak için başka şeyler buluyordu. İşe gitmesine az kalmıştı. Yaklaşık beş kilometre sonra bu ruh halinin değişeceğini umarak yola devam etti. Yol stresli ve korkulu bir halde bitmişti. Aracını park ederken baktığı dikiz aynasından kendine ait olan fakat ondan farklıymış gibi de duran bir çift göz gördü. İrkildi. Bu kez gözlerini çekti. O sesin gözleri miydi bilemedi. Rengi soldu. Korkusunu içine attı. Ofiste çok kalmayıp az sonra yine aşağı inecekti. Başka bir ofise gidip yanına birini alarak şehrin güneyindeki fabrikaya ziyarete gidecekti. Yeni mimari yaklaşımların günlük hayata uygulanışı ile ilgili bir sunumdan sonra akşam evine dönmeyi planlıyordu. Diğer ofisten birini de yanına aldı fabrikaya doğru ilerledi. Yol boyunca konuştu. Diğeri kuskundu. Hep böyleydi. O konuştu diğeri dinledi. Belki de yanında birinin olması ona da iyi geliyordu. Birden yanındakinden geldiğini sandığı bir ses duydu. Ama sabahki sese benzetti. “Anlamadım tekrar eder misin?” dedi. Yanındaki “ben bir şey demedim ki, seni dinliyorum hala” dedi. Şaşırdı. Ses şunu demişti. “Kendini kandırabileceğin gibi başkalarını da kandırmaya çalışman, senin senden ve onlardan uzaklaşmandan başka bir şeye yaramayacaktır. Onlarla onlar olduğu için konuş. Bir çıkarın odluğu için değil.” Cümle


uzundu, etkili ve vurucuydu. Yine korkmuştu. “Sen kimsin söyle bana” dedi. Tüm bunları içinden söylüyordu. Aracın içi sessizdi. Yan koltuktaki kişi sadece yolu izliyordu, o ise korkusunu gizlemeye çalışıyordu. Bir bilge edasında söylenen bu sözler onun ciddi birinin karşısında olduğu hissini içine yerleştirmişti. Saygısızlık etmemeli ve onu dinlemeliydi ama kim olduğunu da bilmek onu tanımak istiyordu. Dikiz aynasından susan sesin gözlerini aradı. Bu kez yerinde yoktu. Arabadan indi. Fabrikanın kapısından girdiğinde kendisini soğuk ve cansız bir demir yığını gibi hissetti. Bedenini fabrikaya benzetti ve o gerçek soğuk demir yığınına doğru ilerledi. Tasarlayacağı hiçbir yapıda bu soğukluğun ifadesi olacak tek bir materyal bile kullanmamak için kendi kendine söz verdi. Ağır adımlarla aldığı yolu daha büyük adımlarla dönmenin hayalini kurdu. Belki bu ruh halinden kurtulacağını umdu. Sabahki kedileri düşündü. Yol kenarındaki ağaçları ve onların üstünde yaşayan kuşları. Çimenleri ve onlara can veren suyu ve toprağı. Kendisi dışındaki her şeyi. Masanın öbür tarafında oturan ürün müdürünün anlattıklarını belli ki kaçırıyor bazen boş, bazen anlar gözlerle havada uçuşan sözleri yakalamaya çalışıyordu. Toplantı sonunda aklında kalanlar yine; kedi, ağaçlar ve kuşlardı. Çalışmalarını haftaya teslim edeceği sözüyle oradan ayrıldı. Yanında getirdiği diğer çalışan ise orada kalmıştı. Yanında olmasını istedi. Sanki arabadaki yalnızlıktan korkuyordu. Belli etmemek için uğraştı ve hızlı adımlarla yol aldı. Şehrin batı yakasına trafiğe takılmadan geri dönmenin planlarını yaptı. Uğrayacağı birkaç yeri planından çıkardı, arabanın içindeki kabusundan kurtulmak için bir otoparka girdi. Aracını oraya bıraktı yola otobüsle devam etti. Bu şekilde belki de korkusuyla yüzleşmeyecek, o sesi bu kadar insanın arasında duymayacaktı. Bindiği otobüsteki her insana bir bir baktı. Bir hayli sakin görünen insanlar arasında kendisinin neden böyle bir şeyle karşılaştığı sorusuna yanıt aradı. Baktığı kişilerin biriyle göz göze geldi ve o an o kadında arabanın dikiz aynasında gördü gözleri gördü. Korktu. O gözlerin kendisine ait olduğunu sanıyordu. Belki de bu oydu. Yanına yaklaştı. Yakından bakınca


yanıldığını fark etti. Düşünüyordu. “Bana söylenmek istenen şey neydi” dedi. Belki de tamamı bir hayaldi ve o deliriyordu. Bunu bile düşündü. İndiği otobüsteki herkesin ondan farklı olmadığını ve onlar gibi sıradan sade bir hayatının olduğunu yineledi kendi kendine. Bu düşünceler onu markete kadar götürmüştü. Farkına varmadan en çok sevdiği çikolatalı kurabiyeleri bile aldırmıştı. Kasaya gittiğinde bir yerine birkaç tane aldığını fark edince içinde bulunduğu dalgınlığın boyutunu anladı. “Dalgın olmak bir hayal dünyasının işaretidir. Sen hangi hayallerin için yaşadın? Hatırlıyor musun? Bir gün bir hayalinin gerçek olmasına şahit olabilme hayalini ne denli hissettin? Fazladan aldığın kurabiyeler kadar fazladan kurduğun hayallerin de var mı? Geldiğin şu sonuç senin bir hayalinin peşinden gitmeni sağlayabilmeli” sesini iliklerinde hissetti. Kasiyer kızın para üstüne boş gözlerle bakması şaşkınlığı ve korkusunu net bir şekilde tanımlamaya yetiyordu. “Dünyaya geldiğinden beri bir yokluk aleminde yaşadığının farkında değilsin. Tasarladığın her yapı bir gün yıkılacak. Tıpkı senin gibi. Kullandığın her materyal onlara hem soğukluk hem de sıcaklık katacak. Tıpkı senin gibi. Kurduğun her hayal ya gerçek ya düş olacak. Tıpkı senin gibi. Sen elinde olanları iyi yönetebildiğin ölçüde iyi yaşayabilirsin. İçinde bulunduğun boşluğun sonsuz derinliğinden kurtulmanın yolunu yine kendi içinde bulacaksın.” sesleri günü daha fazla tatsız kılan sözler olmuştu. Ne karşı gelebiliyor ne de kabul edebiliyordu. Önemsiyor ve anlamaya çalışıyordu. Gerçeğe yakın bu sözler içine işliyor şehrin mevsim normallerinin altında ve üstünde seyreden havası kadar içindeki atmosferi etkiliyordu. Şok etkisi yapan bu sözler şu şekilde devam etti. “Bir insan düşün! Senden yardım bekliyor. Sen kayıtsız kalıp yoluna devam edemezsin. Onun yardım beklediğini ise sana kimse söylemese de sen bunu bilmelisin. Boşluk doldurabilme kabiliyetini kendinde geliştirmelisin.” Hayatı doldurmanın önemini belirten bu sözler kendisinin de aslında bir boşluğun parçası olduğunu hissettirdi. Bir yardım ve bir amaç. Bir istek ve bir kabullenme. Bir düş ve bir gerçek. Ne anlama gelebilirlerdi ki? Düşünme safhasından daha çok uygulama safhasının var olmasını istediği şeyler olmalıydı. Bir tecrübenin içindeki ıstırabı yok edeceğine emindi. O kadar da kötü biri değildi. Fark etmeden böyle yaşamış olmaktan da utanmaya başladığı dakikalarda beklediği durağa ağlayarak gelen bir kadını gördü. Elinde peçetesi gözlerindeki yaşları siliyordu. Kadına baktı ve tekrar kendi yönüne döndü. “Bir insana yardım etmeyi denemelisin” sözleri sanki bir yaydan çıkıyormuş gibi hızla aklına düştü. Bakmanın yetmediği anı hissetti. Yaklaştı ve “yardım edebilir miyim?” diye sordu. “Hayır, birazdan iyi hissederim” diyen kadına ısrar edemedi. Ama eline telefonu alıp bağıra bağıra kavgasını eden kadının hali hiçte iyi görünmüyordu. “Böylesi bir günde evimde olmak ve güzelce dinlenmek istiyorken neden böyle şeylerle uğraşıyorum” dedi. İçindeki


sesin itaatkar sözlerine kulak vermenin gerekliliklerine inanmanın ne denli doğru olabileceğini sorguladı. “Belki de şeytanca bir kişilikten yükselen bu sözlerin asıl amacının ne olduğunu bilmeden bu itaat duygusuna nereden kapıldığını merak etti. Söylediği şeyler iyi ve beni korkutan şeyler. İyi korkutmaz aslına ama sanırım hesaplaşma korkusundan kaynaklana bir panik havasındayım. Dinlediğim kadarıyla iyi oldu, şu an da dediği gibi yapıp bir insana yardım etmeliyim” dedi. Kadına tekrar sordu. “Yardım edebilir miyim, isterseniz biraz sakinleşin, kapatın teflonunuzu.” “Ben iyiyim” diye cevap veren kadın sanki onun arkadaşıymış gibi “sakinim tamam geçti” diyor onun daha çok yardım etmesine kapı aralıyor gibiydi. Belki de iç sesin bir oyunuyla karşı karşıyaydı ve bu sınavı geçmeliydi. Durakta bekleyen diğer insanların tuhaf bakışları arasında yardım ettiği kadını teselli edecek cümleler kurmaya başladı. “Sorun eşiniz ya da sevgilinizle mi, neden bağırdınız ve ağlıyorsunuz, biraz su için isterseniz.” Ama yanında su yok! Markete yürüyecek ya da yandaki kahveciye gideceklerdi. Titreyen dudakları, kızaran burnu ve yaşlı gözleriyle yürüdü. Yanında seszi kalmayı tercih ediyordu. Kahveciye girdiler. Bir su bir de kahve aldılar. Kadın ver gücüyle ağlamaya deva ettiği için diyalogun neresinde ne demesi gerektiğini bilemeden bekliyordu. “Sanırım daha iyisiniz değil mi, belki de artık ağlamamalısınız, geçen bir zaman dilimindeki hiçbir olay için bu denli harap olmaya değmez bence biraz sakinleşin. Telefonunuz kapatın derin nefes alın ve ağlamamaya çalışın. Konuşmak isterseniz sizi dinleyebilirim” dedi. Bir psikolog gibi davranmaya hiç alışık değildi. Akıl vermek ya da akıl almak gibi adetleri de olmadığı için aklını kurcalayacak cümleler kurmamaya da özen gösteriyordu. Belki kadından hoşlandığı için yapıyordu bunları. İçindeki sesin söyledikleri için yapmadığını düşündüğü bu sırada korktuğu oldu ve o sesi tekrar duydu. “Sen yaptığın her şeyden sorumlusun. Bazen sen istediğin bazen de başkaları istediği için yaparsın ama tamamı senin yaptıkların şeylerdir. Bundan önce yaptıkların gibi bundan sonra yaptıkların da o sınıftaki davranış biçiminde sayılacaktır. Bu yaptığını inkar edecek kadar aykırı düşünce sistemi içerisinde kendini kandırmaya gayret etmen bir göz kapamaktır. Senin aklın seni yönlendiriyorsa ve bunu vicdanınla da onaylıyorsan yapmakta hakkın var.” Beklide bu sözler düşüncelerine yön vermişti. İlgisini esirgemediği yardıma ihtiyacı olan kadını yaşlı gözlerle aldığı durağa bu kez güler bir yüzle bırakmanın sevincini duydu. Gün hiçte istediği gibi devam etmiyordu. Bir kedinin miyavlamasıyla başlayan ses cümbüşü birçok değişik melodi gibi tekrar ediyordu. Bazen gerilimli bazen rahatlatıcı. Bunu anlayamadığı için de korkutucu. Bu kez kendisi konuşuyordu. “Ben senin dediklerini yapıyorum fakat senin kim olduğunu bilmiyorum. Eğer sen bensen, ben neden bunları senden duymadan yapmıyorum? Koca kentte bula bula beni mi buldun? Benden daha kötü yaşayan veya saha


sıradan ve boş vermiş yaşayanlar var onlarla neden gitmiyorsun?” sorularını sesli bir şekilde sordu. Belki bir cevap verir diye de uzunca bir süre bekledi… Ne etrafta kimse vardı ne de soruya cevap veren bir ses. Vahim bir halde olduğunu düşünerek yoluna devam etti. Gelen otobüsün arka sıralarına doğru ilerledi, otobüs yol aldı, evine gitti. Kapıyı araladığında kedilerin bıraktığı tişörte yattığını ve anne kedinin de tabaktaki sütü içtiğini gördü. Tabağı tekrar doldurup yerine bıraktı bunu artık bir sorumluluk haline getirmeyi öğreniyor gibi davrandı. Ses yoktu sakindi. “Sanırım bu şekilde davranmalarım sonucu bu sesler artık çıkmayacak” diye teselli oldu. Meşakkatli bir süreç olduğunu düşünse de yapmaktan keyif aldığını o da fark etti. Odasına çıktı yatağına yattı. Tavandaki yıldız şekillerine baktı, bir de camdan görünen gökteki yıldızlara baktı. “Bazıları bu kadar yakın bazıları ise o kadar uzak nasıl oluyor da yakın olan anlamsız uzak olan ise ulaşılamaz ve anlamlı olabiliyor” dedi? Aklından hiçbir soru geçirmemesini yeğlerdi fakat şehrin batı yakası bu düşünce biçimine müsait değildi. Sakin ve sessiz bir kentteki gökyüzü de o denli berrak ve parlak oluyordu. Gözüne takılan şeyler diline düşüyor, sırf bundan dolayı neyle karşılaşacağını ise yine bilmiyordu. “Sen sana uzak olan her şeyin senden bağımsız ve seni ilgilendirmediğini düşündüğün sürece onların çekim alanında olamazsın. Olsan da farkına varmazsın ve bunun güzelliğini ise yaşayamazsın. Bazen uzaklara gitmeyi hayal edersin ve gidersin. İlk aya ayak basan astronotu düşün. O oraya gitmeyi istediği için gitmiş. Uzak olduğundan yokluğunu kabullenmemiş. Bazen de duvardaki bir şeye ulaşmak istersin o da belki sevdiğin birinin güzel yağlıboya tablosudur o tablonun gerçek sahibine ulaştığın günü yok saymak beklide onu yok saymaktır.” Bu cümleler bu kez bir baba şefkatini de andırır ses tonuyla o ses tarafından söylenmişti. Bu kez şefkatli öğütleyiciydi. Emreden tavırdan çok daha sıcaktı. Anlayamadığı şey onun hala bunları ona neden


söylediğiydi. Üstündeki beyaz gömleğin parlaklığı kadar bu konunda bir aydınlığa kavuşmasını istiyordu. Yine sesli bir şekilde “sen kimsin?” dedi. Bu kez yanıt alacağından emindi. “Aynaya bakmalısın” cevabını duydu. Gözleri büyümüş, şaşkınlık ve korku ifadesi gözünün her hattını sarmıştı. Mimikleri donmuş, içi ürpermişti. Elektrik verilmiş gibi titrek bir halde kalktı ve aynaya baktı. Gördüğü sadece kendisiydi. “Ben kendimi görüyorum, sen neredesin” dedi. Susan kendisiydi konuşan aynadaki yansıması. “Ben senim” dedi. “İçinde var olan diğer sen. Senin yarın olan ben. O da sensin bu da sen. İkimiz bir ben.” Anlayacak gibi bakıyor ama korkuyordu. “Neden bana bunları tavsiye ediyorsun? bazen emir bazen şefkat, bazen de tepki tonlarında konuşuyorsun” dedi. “Ben senin ruh hallerini yansıtan bir senim. Her duruma karşı vereceğin davranış durumunu yönetiyorum. Senin yardımına ihtiyaç duyuyor, senden seni istiyorum. Bana yardım etiğin sürece iyi ve mutlu biri olursun. Hayatını dolu yaşaman ve boş vermişlikten kurtulmanı sağlamalıyım” dedi. “Buna ne neden oldu?” sorusunu sordu. “Bugünkü hava şartları” cevabını verdi. Ses tonu bir arkadaşın sesine dönmüştü. Artık korkmuyordu biliyordu ki içindeki sesi vicdanıydı. Onu aydınlatıyor ona yol gösteriyordu. Bir kedinin miyavlamasına duyarsız kalması beklide şehrin en belirsiz havasını kızdırmış ona vicdanını kazandırmıştı. Beklediği cevapların tamamına olmasa da bir kısmına ulaşmış olmanın huzuruyla uykuya daldı. Rüyasında akşam durakta ağlayan kadının hikayesine kaldığı yerden devam ediyordu. Kadına hayal aleminde kulak veriyordu. Dış ses yine devreye giriyor içini ürpertici şeyler söylemeye devam ediyordu. Günün sonundaki son sözü şu oldu. “İçindeki sesin varlığına inanırsan sen bir kişi değil çok kişi olarak yaşarsın ve onların tamamının renklerini yansıtır, canlı bir hal alırsın. Tıpkı gerçekte yaşadığın bu olaya rüyanda devam etmenin mutluluğu gibi.” Sabah uyandığında gün yine aynı gün değildi. Vicdan dolu bu yeni günde de çokça değişiklik olacağı daha ilk dakikalarından belliydi… Apartmandaki kedi seslerine ek bir de camın önüne konmuş kuş sesleri vardı ve dış ses bir yönetmen tavrıyla “kalk, durma yaşa” dedi. O da kalktı.

Yunus Baran 18 Nisan 2009


Fransız Modası Fransız kadınları nasıl giyiniyor? Bu kadar popüler olan Fransız kadını imajı nasıl ortaya çıktı? Şu anda hala çizgilerini koruyorlar mı? Hangi markalar Fransız Modası için dönüm noktası olan akımları başlatmış ve günümüze kadar sürdürmüşlerdir? Bir Fransız kadını gibi nasıl görünebiliriz? Bunlar güzel görünme sırlarıdır meraklı bayanların ve seçim Fransız görünümüyse bu doğru seçimdir. Zarafetin ön planda tutulduğu bu moda akımı nasıl gelişmiş ve günümüzde ne şekilde görülüyor bakalım. Fransız modası daha önce de ‘NEWLOOK’ yazımda bahsettiğim gibi 1940’lı yıllarda 2. Dünya Savaşı'nın getirmiş olduğu sıkıntılarla kadınların giyim için malzeme bile bulamadıkları dönemin ardından, Christian Dior’un başlattığı ‘NEWLOOK’ akımı ile başlamıştır. Bu akımın getirmiş olduğu yenilikler kısaca bahsetmemiz gerekirse; tam daire etekler, vatkalı kollar, şifon-tül-organze gibi kadınsı kumaşların kullanılmasıyla ortaya çıkan, tümüyle feminen bir görüntüydü. Kadınlar buna bir dönüm noktası olarak bakıyordu. Çünkü zorlu savaş yılları onları erkek gibi hatta asker gibi giyinmeye zorlamıştı. Savaşa giden eşlerinin yerine fabrikada çalışmak zorunda kalan kadınlar ne saçlarına bakabiliyor ne de makyaj yapabiliyordu. Alman kadınları savaş yıllarında kendilerine bakamayan ve savaşın zorluklarıyla sıfır bedene kadar düşen Fransız kadınlarına ‘gri fareler’ lakabını bile takmıştı. Naziler ise Fransızların yarattığı bu farklı modayı Fransa’dan alıp Berlin ya da Viyana’ya taşımak istiyorlardı.


Paris modasını tüm gücüyle korumak isteyen isimlerden biri Lucian Lelong’du. “O dönemde Almanlar haute couture üretimleri Berlin’e taşımayı amaçladılarsa da, Paris Couture Sendikası Başkanı Lucien Lelong bu duruma 'Couture ya Paris’tedir ya da hiçbir yerde' diyerek karşı koyuyordu.”* Moda, döneminin yaşadığı olaylarla beslenir; savaşlar, krizler bunun yanı sıra olumlu yönde; bilimsel gelişmeler, ekonomik kalkınma gibi olaylar modayı değiştiren ve geliştiren olaylardır. Savaş döneminde ABD’ye giden Main Bocher ve Schiaparelli gibi modacılar ABD deki modaya bakışı değiştirmişlerdir. Chanel on beş yıl ortadan kaybolmuş, Molyneux kendi vatanı olan Londra'da, Angele Delanghe İngiltere’de moda evi kurmuştur. Şuan hala Fransa’da moda devi olan Christian Dior ve Chanel çizgilerinden hala bir şey kaybetmemiş durumdalar. Günümüzde hala Newlook akımından etkilenerek giyinen ünlüler var buna Vintage de diyenler mevcut, örnek verecek olursak Dita Von Teese hala newlook kıyafetleri çok başarılı bir şekilde tasıyan Dior ve Chanel’den vazegeçmeyen bir ünlü. Şu anda moda Fransa da nasıl peki? Şunu söyleyebilirim ki; hala newlook çizgisinde zarif hoş bayanlar sokaklarda yürüyor, Champs Elysees çok ünlü bir alışveriş yolu ve hala bayanlar saçlarını Fransız stil yapıp, kırmızı rujlarını sürüp, parfümleri sizi peşine takacak kadar keskin şekilde yollarda kendinden emin bir tavırla yürüyor. Fransa modayı nefes gibi içine çekmiş günlük hayatın her köşesinde bunu yaşamakta, örnek verecek olursak Paris’in ünlü kafelerinden biri olan Cafe De Flore’ye gidip kahvenizi yudumlarken geçen herkesin üzerine modayı geçirip sokağa çıktığını göreceksiniz.


Gerçekten bana kalırsa modanın şehri Fransa, sadece bunun savunmasını reklamını İtalyanlar kadar yapmıyorlar. Zaten neden yapsınlar, modanın dönüm noktasını bulup geliştiren onlar ve bunun vermiş olduğu özgüvenle hiçbir reklama gerek duymadan kendi çizgilerinde zarafeti sokaklara taşıyor ve gerçekten onlar yürürken spot ışıklarının üstlerinde görebiliyorsunuz. Seçtikleri renkler hala siyah, gri ve bej tonlar, asil renkleri tercih ettiklerini sölemek hiç de zor değil. Ama giyimlerini kombine edecekleri şık ayakkabı ve aksesuar seçimini de görmezden gelmek imkansız, evet gerçekten zarafetse görmek istediğiniz Paris sokakları bunun için biçilmiş kaftan.

Nilgün Hepyalçın * (Alem Style, s.37, no:13, Nisan 2008)

..EnginDergi.. Temmuz 2011 sayı-19


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.