EnginDergi Y覺l: 2011 - Say覺: 23
Fotoğraf: Güvenç Aydoğan
"Uygarlığın gerçek ölçüsü ne nüfus çokluğu ne de kentlerin büyüklüğü, ne de üretim bolluğudur. Gerçek ölçü ülkenin yetiştirdiği insanların yetenekleridir." R.W.Emerson
İçerik; Sy.04) Ay Dede – Engin Enginer Sy.05) Yürek ve Akıl – Bora Eke Sy.06) Cesur Adımlar ve İçi Dolu Yaşamlar – Tuğçe Büyükabacı Sy.07) Ne Lazım? – Melike Meral Sy.08) Güllerin Aşkı – Ayşe Yılmaz Sy.08) Kaçak'02 – Işık Yavuz Sy.09) İstanbul & Yağmur ...SEN(sizlik) – Kezban Şahin Sy.10) Hala Duruyor musun? – Sibel Bozdağ Sy.11) Bayram Neşesine Gölgeler – Serenay Öztürk Sy.11) Dilinden Dolayı Sağ ve Dili Yüzünden Ölü – Tuncay Ünaydın Sy.15) Karanlık Bir Çağ... – Ece Çekiç Sy.16) Son Yaprak – Esra Alp Sy.16) Güçlü Kadın – Evren Kır Sy.18) Çukulata Eriten Tanrı! – Öz'lem Eker Sy.20) Kimler Çiğ Et Yer – Alp Saldamlı Sy.24) İde Dağı / Sen Sus Gözlerin Konuşsun – Simsiyah
Ay Dede Evine doğru hızlı adımlarla ilerlerken rüzgarın serinliği yüzünü okşuyordu. Nefes almak için durdu. Epey yol yürümüştü ancak yokuş çıkmak yoruyordu artık, dizleri de eskisi kadar sağlam değildi. Havanın kokusunu içine çekerek başını gökyüzüne kaldırdı ve her zaman yaptığı gibi Ay'ın güzelliğini seyretti bir süre. Yine bir dolunay akşamı içi içine sığmıyor, düşünceden düşünceye atlıyor, zihninde kırk tilki dolaşıyordu. Acaba dolunayın var olduğunu bildiğinden psikolojik olarak mı enerjisinin arttığına inandırıyordu kendisini yoksa üzerinde gerçekten de bir etkisi var mıydı? Sürekli bunu sorgular dururdu. Astronomi ve astrolojiyle ilgilenirdi. Pekçoklarının zırva olarak nitelendirdiği şeyler aslında modern bilimin doğuşuna sebep olmuştu da kimsenin haberi yok diye düşünür, “öyle şeylere inanmam” diyenlere sadece bıyık altından gülümserdi. Elbette astrolojinin gazetelerdeki günlük fal ile ilgisi yoktu, savunduğu şey de bu değildi zaten, ama gezegen konumlarının bizi etkilediği tartışılmaz bir gerçekti. (Ah hele o Merkür yok muydu? Hep geri, hep geri. :) Ay'a ise küçüklükten beri özel bir ilgisi vardı. Tüm çocuklar gibi Ay Dede hikayeleri ile büyümüştü. Her dolunay zamanı oldum olası kendisini sebepsiz yere daha mutlu hissederdi. Dakikalarca gözyüzündeki o parlaklığa bakarken içi huzur doluyordu. İlköğrenimde okuduğu Bilim&Teknik dergilerinden öğrenmişti, ayın sadece tek bir yüzünü görebildiğimizi. Bize güneşin ışığını yansıtan parlak alan ve hiç görmediğimiz karanlık bölge olmak üzere ikiye ayrılıyordu ay yüzeyi. Çünkü kendi etrafındaki dönüş süresi ile dünya etrafındaki dönüş süresi eşit ve 28 gün idi. Üstelik bahsi geçen periyot kadınların muayyen dönemlerini de belirlemekteydi. Zaten Ay'ın hareketleriyle gel-git'ler yaşanıyor ve dünya üzerindeki tüm su kütlesi yer değiştiriyorken vücudunun üçte ikisi su olan bizler bu durumdan nasıl olur da etkilenmezdik. Durup birkaç saniye içinde yine neler düşünmüştü diye düşündü ve gülümsedi kendisine. Etrafına bakındı, neyse ki kimseler yoktu. Ağır adımlar ile yola devam etti...
Engin Enginer
Yürek ve Akıl Bugün yeni bir haftanın başlangıcı, her şeyden öte yeni bir gün. İnsanın, kümesine çekilip huzur içinde yaşaması içinden geliyor. Ama bununla bir birlikte dışarıda bekleyen hayat besleyecek gıdalar için adım atmamız gerekmekiyor.
ve
ruhumuzu
Kolay değil insan kapıdan çıkmadan önce kafasını uzatıp etrafa bakmak istiyor. Kolay değil çünkü her bilinmeyen insanın midesinde bir ikilem oluşturuyor. Ancak uçmak için sadece olduğumuz yerden kanatlarımızı kuvvetlendirmek yeterli olmuyor. Bazen o tüm bilinmezliğin içine kendimizi bırakıp, süzülmemiz icap edebiliyor. Zaten eylemimiz özümüzdeki hamurda varsa düşmekten korkmaya lüzum yok. Önemli olan gitmek için uçacağınız yerde ne gördüğünüz, sizi uçmaya iten güç. Çünkü bakmak ve görmek farklı şeyler. Yüreğimizin gözüyle gördüğünüz şeyler bizi kötü bir yere götürmeyecektir diye tahmin ediyorum. Bazen hayatımızda her şeye yeniden başlamamız gerekebiliyor. Sırf yüreğimize kalsa, belki o an bunu başaramayabilirdik. Ondandır ki ona akıl diye bir arkadaş vermişler. Akıl daha korkusuz olduğu için gözleriyle ileriye bakar ve neler gördüğünü yüreğe anlatırmış. Yürekte yaratılışın imparatoru olarak kendini toparlamış, damarlarına derin bir kan çekip "devam" diye haykırmış. Küçük dahi olsa insanoğlunun her hareketi bir kusursuzluk abidesidir. O zaman hareket etmeliyim, durmak bana göre değil. Beni ben bizi biz yapacak şeye bir katkımız olabilir. Yaşamayı seviyorum. "AŞK TANRIDIR." Sevgiyle,
Bora EKE 08:06 14.11.2011
Cesur Adımlar ve İçi Dolu Yaşamlar Şu hayatta, insanın yanına kalan nedir? İş, eş, kariyer… Hayır. Hiç biri mezarınızda size eşlik etmez, edemez. Sadece bu dünyada yaptığınız güzellikleri ve çirkinlikleri götürürsünüz yanınızda. Bir de hatalarınızla, deneyimlerinizi… Aslında konuyu, hiç öyle dramatik bir yöne kaydırma niyetim yok. Öyle ölüm hakkında kasvetli bir yazı da yazmayacağım. Bu yazı, tamamen sizleri düşündürmeye ve kendinizle ilgili sorular sormaya yönelik olacak. Kendinize ait sihirli kapıları aralamanın anahtarı olacak. O zaman, şimdi bu sihirli kapıları zorlamanın tam vaktidir. Düşünün, hayatınızda kaç hata yaptınız? Evet, düşünün. Bir? İki? Üç? Belki de daha fazla? Peki, yaptığınız hataları değiştirmek istediğiniz oldu mu? Yanıtınız hayır ise; doğru yoldasınız. Fakat evet diyenlerdenseniz; hayatınız pişmanlıklarla geçiyor demektir. Başka bir anlatımla hayatı ıskalıyorsunuz. Çünkü siz hatanızda takılıp kalmışken, hayat akıp gidiyor. Ne yazık ki siz de bunu göremiyorsunuz. Oysa düşünsenize; sizi, siz yapan o hatalarınız. Belki büyük bedeller ödediniz; belki de hesap kesilmeden kaçıp gittiniz. Her ne olursa olsun, o hata size deneyim kazandırdı. Şimdi "illa da gidip hata mı yapalım" dediğinizi duyar gibiyim. Tabi ki hayır! Zaten kimse de bile bile hata yapmak istemez. Ama eğer ortada bir hata varsa; üzülüp hayıflanmak yerine, o hatayı kendi lehimize çevirmeye bakmalıyız. Bazen bir hata sizi dibe vurur ve daha büyük bir sıçrayış yapmanızı sağlar. Bazen ise sizi daha büyük bir hatadan koruyup uzaklaştıran önceki hatanız olur. Hata yapmadan bunu bilemezsiniz. Bilmeden yaşamak ise; inanın yaşamak değildir. Helen Keller'ın da dediği gibi: "Hayat ya cesur bir tecrübedir ya da hiçbir şey değildir." Yaşlandığınız zaman hayatınız kısa bir film misali gözlerinizin önünden akarken, dolu bir hayat yaşamanın keyfini çıkarın. Hatalarınızla sonraki nesillere ışık tutun. Hata yapıp, tecrübe ettiklerinizi paylaşın onlarla. Kaplumbağa misali kabuğundan çıkmamış güvenli bir hayat, çoğu zaman boşa geçmiş bir ömürdür. Siz, ömrünüzü boşa harcamayın. Denizleri seviyorsanız; yelken alıp açılın. Dalgalarla savaşıp hata yapmayı da göze alın. Güçlü olun. Hatalarınızın sorumluluklarını üstlenmekten çekinmeyin.
"Neden yaptım?" sorusu yerine "Bundan ne öğrendim?" demeyi düstur edinin. Çünkü asıl olan, o hatayı neden yaptığınız değildir. O hatadan ne gibi çıkarımlar elde ettiğinizdir. Hayat bir teraziye benzer. Artıların ve eksilerin toplamından oluşur. Siz hayatınızda eksiler görüyorsanız, üzülmeyin. Onlar, artıların değerini anlatmak ve bir eksi daha arttırmamak için oradadırlar. Hata yapma lüksünüzün olduğu, içi dolu yaşamlar sürmeniz dileğiyle…
Tuğçe Büyükabacı
Ne Lazım? sorun: sorumluluklarım.. dört duvarım. güneşin göz kırpışında ben seyre dalarım... büyük dediler. büyüdüm.. küçüktüm! oyunlarımı çaldılar. sınavımmış hayat, hayatımmış sınav. evet şimdilerde bu rolde ipotekli kahkahalarım var. sorunlu ve sorumluyum... soran fakat duyduklarını anlamlandıramayan?? çevremdekiler alışmış görünüyor varlığını kalıplara sığdırmaya.. her gün olması gerektiği gibi her şey sürekli tekrarlıyor kendini bu zaman girdabında unuttuk özümüzü... yeşili, beyazı, mavisiyle dolamadık doğanın. tohum kadar cesur olamadık. duvarlar arasında, duvarlaştık! bir sıcak gülümsemeyi unuttuk çoğu kez göreve programlı ve cihazımsı.. daha az yorulmamızı sağlayan robotlar girdi aramıza yorulduk.. dünyalı olmak değil problem, nefes almak da.. insanı bilmek lazım. ben'i bulmak lazım.. yaban olmadan aleme, kapıları açmak lazım...
Melike Meral
Güllerin Aşkı Birden bire gözlerimiz buluştu, Hiç aldırmadım ancak içim titredi. Sonra yanıma daha da yanaştı, Dizlerimiz değdi, ellerimiz kavuştu, Ardından iltifatlar ortaya yağdı, Kalbim kanatlandı, semaya uçtu. Aşka teslim oldum, öpmek istedim, Çünkü kahve gözleriyle ruhuma işledi, Onu zalim buldum; bana hiç acımadı, Ve elinde küçük bir yürek vardı..
Ayşe Yılmaz
Kaçak '02 Belki bir gün söyleyemediklerimi toplar gelirim uykuna Kaçamam o gün O yük varken, dikenli tellerle bağlanmış sırtımda… Evet! Söyleyemediğim onca ses var hala gitmelerimin ardında Yalan değil, sevdim seni.. Hüzünlerini ve seni Biliyordum benim olmayacaktı yüreğin Biliyordum bir gün asıl sen gidecektin Ben gittim senin yerine O çok üşüdüğün yalnızlık şehrine Ama bil ki hiç unutmadım seni Çünkü her sensiz günümün sonunda, Bir çizgi attım, çürümüş bir tahta parçasının damarlarına Bir gün sakladığım her şeyle gelip karşına Son nefesimle haykıracağım sana: Seni Seviyorum küçüğüm hala..
Işık Yavuz
İstanbul & Yağmur ...SEN(sizlik) Yağmurlu bir İstanbul sabahında yollarda olmak da güzel.. Şemsiyenin altına sığınanlara inat yüzümü gökyüzüne çeviriyorum. Okşarcasına değiyor yüzüme, tenime yağmur damlaları.. üşütmüyor, aksine dahada ısıtıyor.. Kırılan kalbimi onarıyor her damla.. ve senin yapamadığını yapıyor.. şefkatle sarıyor her yanımı... Yağmurlu bir sabahta öylece yürümek de güzel.. koşuşturanlara inat ağır adımlarla ilerliyorum.. elimdeki şemsiyeyi açmıyorum.. saçlarımı tarar gibi yağıyor yağmur.. bense onun kucağına sığınmış küçük bir kız çocuğu gibiyim.. ve yine senin yapamadığını yapıyor, karşılıksız seviyor.. Ruhumun tüm acılarını, kararsızlıklarımı alıp gidiyor.. Her adımda biraz daha temizleniyor karanlık düşüncelerim ve hiç yalnız kalmayacağımı fısıldıyor yağmur.. Hem İstanbul hem de yağmur vazgeçilmez iki sevgili.. Toprağa ekilen filiz gibi her damlada büyüyorum.. her damla bana kimsenin vazgeçilmez olmadığını hatırlatıyor.. ve hayat devam ediyor.. Uzun zamandır yağmurlu bir sabahta yürümemiştim. yine çok şey öğrendim.. senin yapamadığını yapıyor her damla.. seviyor.. okşuyor.. ve bırakmıyor.. Gözüm takılıyor bir şemsiyenin altına sığınmış iki yüreğe.. kıskanmıyor da değilim... bir tek yağmur tutuyor elimden.. sense kimbilir hangi düşlerde.. Hem yoksun, hem varsın.. Sevmiyorsan bırak git, ruhum sensizliğe alışsın...
Kezban Şahin
Hala Duruyor musun? Ne zaman öğrendik bu kadar acımasız olmayı Ne zamandan beri oynuyoruz başkalarının acı ve kederleriyle yoğrulmuş oyun hamurlarını Ne zaman başladık portmantoya insanlığımıza da asmayı, …………………… Umutların tükenmesidir insanı üşüten Değer verdiklerini kaybetmektir asıl ölüm Kimsenin seni anlamamasıdır asıl yalnızlık Hele de unutulmak… Bir bunun adı yoktur. …………………… Kaç felaket yaşadık… kaç katliam gördük… Kaç ceset… Kaç gözyaşı… sonuç… Hep aynı… Önce şehitler… şimdi deprem… Ne ilk ne de son… Ne şehitlerin nedeni deprem Ne de depremin olması şehitlerden Bunca zamandır olan olaylardan susmuş dillerimizin hiç mi günahı yok? Şimdi mi konuşur olduk hem de nefreti kusarak? Suçluyuz… hepimiz… Şimdi kendimizi affettirme zamanı İnsanlığa… hayata… Ve kendimize… Elimizi uzatalım… Sevgimizi paylaşalım. Bir daha unutmayarak. Bir daha unutturmayarak Karşılıksız… beklentisiz… sımsıkı… …………………… Bu gün hala olduğun için hayata teşekkür et Hala nefes alan sevdiklerin için de Tanrı’ya Sarıl…………… Annene, babana, doğmuş ya da doğacak çocuğuna Ablana, abine, kardeşine, eşine, sevgiline, dostuna, arkadaşına Kedine, köpeğine Hiç kimse yoksa yanında kendi kendine Sarıl…… Seni seviyorum de… Hayatın herkese adil davranmadığı şu anda şanslı olduğunu hisset Ve ihtiyacı olanlara şans ver. Ama deniz fenerine selam bile verme :) Hala duruyor musun yoksa…
Sibel Bozdağ
Bayram Neşesine Gölgeler Gölge, bir karartıdan ibarettir. Çocukluğumdan beri içimde korkudur. Peşinden de gittiğim olmuştur, görüntüleyebilmek için tepe aşağı kaldığım da… Sıcaktan bunaldım yine gölgeye sığındım. Ne çok düşündüm o gölgelerde… Bugünlerde benim için bayram da gölgelendi. Neler olmadı ki? Hangisini sıralayacağımı dahi bilemiyorum. Kendim ile ilgili yolunda gitmeyenlerle başlayan liste dış dünyamda gelişen olaylara kadar uzayıp gidiyor. Ruhumun karartısı etrafıma da yansıyor. Tavsiyeler, havada uçuşan balonlar gibi. İçimde yaşıyorum olan biteni, değişmiyor gerçeklerim de… Sahte yaşamlara eşlik ediyorum. Hayattaki rolümü sanki başkasına teslim etmişim de, geçmişim karşıya izliyorum. Mutlu değilim!!! Ve gölgelerin eşliğinde tatsız, sessiz bir bekleyiş…
Serenay Öztürk 01.11.2011
Dilinden Dolayı Sağ ve Dili Yüzünden Ölü Çağımız insanları, kendi geçmişinde yaşanan olayları görmezden gelmektedir. Bu durum her ne kadar da medyanın baskısı ile de olsa, gençlerimizin magazin ağırlıklı popüler medyaya ve internete olan tutkusu, tarihin aksamasını ve kümülatif olarak ilerlemesini engelliyor. Neyse, sıkıcı bir yazı olmasın. Şimdi biraz tarihimize inelim ve 17.yy'da Osmanlı İmparatorluğunda yaşamış, hiciv ustası Nefi’nin yaşadıklarına bir göz atalım.
Asıl adı Ömer olan bu zat, 1572 yılında Erzurum Hasankale’de doğmuştur. Küçüklüğünden itibaren iyi bir öğretim gören Ömer, ilk eğitimini Hasankale’de görmüş, daha sonra Erzurum’a gelerek, burada Türk Edebiyatı'nın önemli eserlerini birer birer okuyarak bilgisine bilgi katmıştır. Erzurum’da öğrenimini sürdürürken şiir yazmaya başlayan Ömer, dönemin Erzurum Defterdarı olan Gelibolulu Müverrih Ali’nin dikkatini çekmiş, defterdar şiirlerini beğenmiş ve genç Ömer’e Nef’i (Nafi, yararlı) ismini vermiştir. Zat-ı muhtereme mahlasını da verdiğimize göre, artık ondan Ömer diye bahsetmek garip olur. Nef’i, Padişah I. Ahmet zamanında İstanbul’a gelmiş, devlet hizmetine girmiş ve çeşitli kademelerde görev almıştır. II. Osman ve IV. Murat döneminde adını iyice duyurmuştur. Adını duyurduktan sonra saray ile sıkı ilişkiler kuran Nef’i, bu dönemden sonra hayatının sonunu getireceği hicviyeleri ile nefretin odak noktası olmuştur. Nef’i, gerektiğinde ciddi gerektiğinde ise mizahi yönü ağır basan bir şairdi. Misal, idam edilmeden önce dönemin siyahî ırka mensup harem ağası şaire şöyle der: ‘Eğer padişahtan özür dilersen seni affeder.’ Nef’i kabul eder. Harem ağası, padişaha ulaştırılacak metni yazmaya başladığı anda, mürekkep kâğıda dökülüverir. Kaderini önceden bilen Nef’i, ‘Efendimiz, mübarek teriniz damladı.’ diyerek, harem ağasını çileden çıkartır. Ufak bir not, bu yazıyı yazarken daha sonra eleştirileceğimi çok iyi biliyorum. Edebi bir dille eleştirilmeye açığım, mesela imla hataları ve yazının gidişatını eleştirebilirler. Buna bir itirazım yoktur. Fakat, yaşadığımız ülkede, kendini geliştirememiş günlük, pragmatik bilgilerle, hafızalarında yer eden milliyetçi serzenişleriyle klavye üzerinden anlık kahramanlık yapan şahsiyetler var. Mesela birisi şöyle diyebilir. ‘Aha. Valla ecdadımıza laf etti. Sen kimsin de IV. Murat’ı yeriyorsun. Bre zındık.’ Şaşıp kalmam, güler geçerim. Mesela, Van depreminden sonra, muhafazakâr kesim çıkıp, ‘Bu felaket Allah tarafından gönderildi. Sebebi ise, üniversitede ki kız öğrencilerin, mini etek giyerek fuhuş yapmasıdır.’ Şaşırmadım, gülüp geçtim ama ölenler içinde çok üzüldüm tabi ki. Yahu Allah aşkına, Allah’a inanan kişi, zaten felaketin Allah tarafından gönderileceğini bilir kanımca. Mini etek giymenin deprem yaratma ihtimali varsa Avrupa’nın veya ABD’nin halini düşünemiyorum. Her gün sallanırlardı maazallah. Bu arada, bu not ufak olmamış. Neyse, yazıyı Nef’i nin ölümüne bağlamak için, onun ölümüne sebebiyet veren şahsiyeti de az biraz anlatmam gerekiyor. Bu zat, Konstantinopolis şehrinin bir semtine adını vermiştir. Hay Allah, İstanbul’a Konstantinopolis dedim. Belki anlamazlar.
Bayram Paşa… Bayram Paşa’nın ailesinin menşei, Amasya’nın Lâdik kasabası olarak geçiyor. Doğum tarihi de tam olarak bilinmiyor. Henüz yeniçeri ağası iken I. Ahmet’in kızlarından Hanzade Sultan ile evlenmiş. Zaten tarihçilerimiz, henüz sadrazamlık mertebesine erişmemiş bir zatın saraydan bir sultanla evlendirilmesini ‘istisnai bir vaka’ olarak değerlendirmişlerdir. Ha bu arada Hanzade Sultan ile evlendiğinde Devlet-i Osmaniye’nin başında Genç Osman var. Zaten Genç Osman’da saray dışından evlilik yapan ilk padişahtır. Eee Allah vergisi, Bayrampaşa emsalsiz bir erkek güzelliğine sahipmiş. Bu da Hanzade Sultan’ın emsalsiz erkeğin endamına vurulduğunun bir göstergesi de olabilir. Genç Osman, rahat etsinler diye Bayram Paşa’ya bir saray tahsis etmiş. Ebedi yuvalarında mutlu olmaya çalışan çiftimizin saadeti vasıtası ile Bayram Paşa sırasıyla Mısır Valisi, Divan-ı Hümayun üyesi, Rumeli Beylerbeyi ve IV. Murat zamanında ise Sadrazam olmuştur. İşte bütün hikâye de burada başlamaktadır. O dönemde, yazılan şiirler topluluk önünde okunurdu. Yani sarayın bir yerinde, bazen padişahın da katılımıyla okunan şiirler, padişahtan övgü alma mertebesine erişirdi. Özellikle o dönemde adından sıkça söz edilen Nef’i ‘Siham-ı Kaza (Kaza Okları)’ adlı eserinde bütün hicivlerini toplamıştı. Şair Nef’i olunca, onun şiirlerine hayran olan IV. Murat’ın da törene katılmaması, babası olarak gördüğü Nef’i ye hakaret olurdu. Ama gelgelelim Padişahımız Murat Han Hazretleri, kitabı eline aldığı anda, talihsiz kader tarafından yollanan yıldırım, IV. Murat’ın, başka bir odada bulunan beşiğinin tam ortasına düşer. Hafiften batıl inanç sahibi olan IV. Murat ise bu durum karşısında, Nef’i ye bir daha hiciv yazmamasını emreder. Nef’i padişahına olan saygısından, emir demirden üstündür felsefesiyle, padişaha bir daha hiciv yazmayacağına dair yemin eder. Aslında Bayram Paşa’yı tarihçiler överler, hatta Mısır Valiliği yaptığı üç buçuk yılın ardından halk ona, iş bilir, haktandır ve adil devlet adamıdır diyebilmiştir. Bayram Paşa Divan-ı Hümayun üyesi olup, dönemin hırslı sadrazamlarından Hüsrev Paşa'yı kendine rakip olarak görünce, onun hışmına uğramış. Hüsrev Paşa o dönemde yaşanan yolsuzluklar, fitneler vb. durumlarla Bayram Paşa'yı suçlamıştır. Kaynaklar böyle bahsediyor. Kaynaklarımızın övündüğü durum daha çok politik olaylar olduğuna göre, Türk Edebiyatı'na damga vurmuş bir şairin haklı olduğunu düşünmeden edemiyorum. Gelgelelim ‘Vezin tutsun babamı bile hicvederim.’ diyen şairimizin haklı olduğu kanısına varıyorum. Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk romanından alıntıdır: sayfa 272 Efendim, biraz asabi olmakla beraber iyi kalpli bir şair olduğunu itiraf etmeliyim. Sınıf atlamış bir taşralı gururu taşıyordu. En iyi yaptığı üç şey vardı: Övmek, övünmek ve sövmek.
Övmek, övünmek ve sövmek! Eşrafa uygun bir vezin namerdim. NEF’İ…
bulup
da
kendimi
hicvetmezsem
Nef’i tövbesinden döner, Bayram Paşa’ yı küfürlü bir dille hicveder. IV. Murat Nef’i yi huzuruna çağırır. Nef’i gelir, padişah sorar. ‘Söyle bakalım Nef’i Efendi, Bayram Paşa’yı hicvettin mi?’ ‘Evet! Ettim sultanım.’ ‘Hicvetmeye tövbe eden bir adam tövbesini bozacak kadar sapkın, emrime uymayacak kadar itaatsiz, suçlu olduğunu söyleyebilecek kadar dürüst olabilir mi?’ Nef’i durur mu? verir cevabı Padişaha. ‘Sorun bakalım Bayram Paşa’ya yaptığı yolsuzlukları anlatabilecek kadar dürüst mü?’ Nef’i, ölmesin diye defalarca hicvetmesini yasaklayan IV. Murat, maalesef şairin ölümüne göz yummak zorunda kalmıştır. Kanun açıktır, padişahın verdiği emir hükümdür. Sarayın kömürlüğünde, yağlı kayışla boğularak idam edilmiştir. Üstelik cansız bedeni İslami kurallara aykırı olarak, Haliç’in derin sularına, balıklara yem olsun diye atılmıştır. O dönemin hiciv konusunda, günümüz tabiriyle dünya yıldızı olabilecek bir mertebeye erişmiş bir zatın, dörtte üçü su olan bu gezegende, dörtte birlik toprak kısmında yer bulamaması, içimi sızlatmaktadır. Mezarına gidip, ‘vay be! neler yazmışsın üstat.’ diyebileceğimiz bir kabri bile yok. Türk Edebiyatı'na mal olmuş bir ustayı idam ettirmek, daha fazla eser vermesini engellemek hem tarihimize hem de Türk Edebiyatına yapılan haksızlığın bir örneğidir. Mahlas: Türk Halk Edebiyatı'nda, şairlerin asıl adlarının yerine kullandıkları takma isim. Kümülatif: Bir araya gelen, birbirine eklenen anlamlarına gelmektedir. Pragmatik: Faydalı, yararlı. Divan-ı Hümayun: Osmanlı Devleti meclisi. Rumeli Beylerbeyliği: Osmanlı Devleti’nde sadrazamdan sonra gelen makamdır. Anadolu ve Rumeli Beylerbeyliği olarak ikiye ayrılır. Protokol bakımından Rumeli Beylerbeyliği üstündür. Vezin: Edebiyat'ta ölçü demektir. Eşraf: Şerefliler, ileri gelenler, sözü geçenler. Menşei: Soyu.
Tuncay Ünaydın
Karanlık Bir Çağ… Kendimiz olmadan başkaları olduk hepimiz… Daha fazlasını istemek miydi? yaşamak dediğimiz! Kaybetmeye, tahammülsüzlük içindeyken köleleşmiş ruhumuz. Önce, unuttuk kendimizi ötekileştirmek gibiydi… Karanlık bir çağdı yaşamakta olduğumuz sanki… Yanı başımızdan geçeni görmeden kendimize çerçeve edinmiş halimiz… Duymamazlıktan gelen haller içindeki halsizliğimiz, karanlıktı içimiz… Kavgalarımız bitmedi henüz savaşlar tüketmedi sanki! Hala yaşıyoruz demek mi? gurur verdi… Hangi çağdık ki biz… Hala açlık var mı? diye, sorduk mu? Utandık mı? bundan… Ölenlerimiz yakınımız değil miydi sanki… Tanımamız mı? gerekliydi. "insan" demek yetmez miydi? Tanışmak için adları mı gerekti… Görmemezlikten gelerek "yaşam" mıydı? aradığımız… Savaşların kıyımı gibiydi insanlığımız… Daha fazlası için daha fazlasını almak gerekti! Karanlıktı çağımız ayıplandı insanlığımız… Dahası için sömürgeleşti hırsımız… Benciliğimiz kaybettiğimiz insanlığımız! … Karanlık bir çağ aslında yaşadığımız, sömürgeleşmenin hırsından, taraflara çekilmiş zenginlik arayışı daha fazla güç için milyonların kıyımı… Karanlık bir çağ aslında, sağırlaşmış bir dünya düzeninde "biz" olmaktan korkan bir çağ herkes "ben" olmuşcasına bencilken! Görmek istemedikten sonra görülmez bir çağ, duymak bilmek istenmedikten sonra duyulmayacak bir çağ bilinmesi gerekense, savaştan açlıktan, hırstan ölen bir çağ…
Ece Çekiç
Son Yaprak Her yaprak kendini terk eder Düşerken yere dalından En son düşen yaprak Koca bir ağacı terkeder Direniş biter, Sonbahara yenilir son yaprak. Üzerine basılır diğerleri gibi tıpkı, Oysa o düşen her yaprağın öyküsünü taşır. Ve koca bir ağacın hüznünü Yitip gitmektir acı olan unutularak Tıpkı son düşen yaprak gibi.
Esra Alp
Güçlü Kadın Güçlü Kadın Akıllı Erkeğin Seçimidir... Güçlü Görünen, Güçsüz Erkeklerin Değil... Erkeklerin çoğu, bir yandan kadınların güçsüzlüğünden yakınırlarken, güçlü kadınlardan da uzak dururlar. Hatta güçlü kadınlarla karşılaştıklarında, erkek gibi kadın derler saygıyla... Böyle kadınlarla sıkı dost diye tanımlanacak bir ilişki kurmak isterler. İkili ilişkiye girmekten şiddetle kaçınırlar. Güçlü kadınlar karşısında yetersiz olmaktan korkarlar, güçlü görünen güçsüz erkekler... Erkekler güçsüz kadınları sever... Birinin ona muhtaç olduğunu görmek birçok duygusunu okşar erkeğin, kendini erkek gibi hissettirir! Bu zayıf kadınlar erkeklere bağımlı görünürler, hiçbir işi halledemez görünürler ki erkek onunla sürekli ilgilenmek zorunda kalsın ve hiç bir iş üzerilerine kalmasın.. Ve böylece erkek de sorumluluk duygusuyla hayatlarında kalsın. Kendilerini hep altın tepsi içinde sunarlar. Huysuzluk ederler sürekli ama bu erkeğin hoşuna gider, çünkü kadın ona muhtaçtır, söylenmeyen güçlü kadının aksine... Hiçbir şeyi beğenmedikleri gibi devamlı da mutsuzdurlar. Pek teşekkür etmezler, kıskançlık krizlerini de severler. Erkekler bu kadınları asla terk edemezler. Çünkü o güçsüz bir kadındır, koruyup kollanmalıdır her an...
Zayıf olduklarından da değildir aslında, kurnazlıktır yaptıkları sadece... Kolayı severler, işleri güçleri hesaptır, çıkardır... Erkeği ancak bu şekilde ellerinde tutabilirler, başka bir özellikleri yoktur çünkü... En kötüsü de kendilerine saygıları yoktur ve kendisine saygısı olmayan bu kadınlar yetiştirir bunu seçen erkeklerin çocuklarını... Aynı derecede kurnaz, aynı derecede özelliksiz... İlişkileri de hep çıkar ilişkisi olur hayat boyu bu insanların... Ve geride kalan güçlü kadınlar tüm bunların nasıl gerçekleşebildiğine sadece bakakalırlar. Aslına bakarsanız, güçlü kadın akıllı erkeğin seçimidir... İşin ilginç yanı, zayıf kadınları tercih eden erkekler de, kız evlatlarını güçlü bir kadın olarak yetiştirmek isterler... Güçlü kadın seçen akıllı erkekler gibi... İnsanlar, olaylar ve sorunlar karşısında dimdik durabilsin isterler. Ama ne yazık ki zayıf kadınlar güçlü bir insan yetiştiremezler. Kız olsun erkek olsun, kendileri gibi insanlar yetiştirebilirler, bütün ilişkileri çıkarlara dayanan... Güçlü kadınların yaşadıkları ilişkilerde ipleri ellerine alacaklarına inanılır. Böyle zannetmek de, erkeklerin pek hoşuna gitmez. Pek bilinmez ama, ilişkileri söz konusu olduğunda mutlulukları için fedakarlıkta bulunmaktan en çok da güçlü kadınlar kaçınmazlar. Güçlü kadın ilişkisinin de güçlü olmasını ister ve ona sahip çıkar... Çıkarlara, hesaplara dayalı değildir ilişkileri... Her şeye rağmen, hatta zararınadır bazen... Aşık olduklarında hissederek yaşarlar. Aşklarına kurallar koymadıkları gibi büyük beklentilere de girmezler. Sevdiklerine problem çıkarmazlar. Çoğu zaman sevgililerinin ya da kocalarının haberi bile olmaz yaşadıkları sıkıntıdan, yansıtmazlar çünkü. Para var mı, işyerinde sıkıntı mı oldu, birine canı mı sıkıldı, hiç bunlarla yormazlar birlikte oldukları erkeği. Çünkü istemezler kimse onlara acısın. Sonra da bir bakarlar ki, bu kadar dik durmanın ve sorun çıkarmamanın karşılığında gerçekten de kimse onlara acımaz. Bu durum zamanla gelenekselleşir ve acınmama ile sorun çıkarmama hali yaşam tarzına dönüşür. Es kaza dayanamayıp sorunlarını paylaşmaya kalksalar, bu sefer de sorunlu kadın, kaprisli kadın, tahammül edilmez kadın damgasını yerler. Bu yüzden de terk edildiklerinde bile hiç seslerini çıkarmaz bu güçlü kadınlar! Terk eden erkek de bilir onun ne kadar güçlü olduğunu ve onsuz da yaşayabileceğini, içinde yaşadığı fırtınalardan bihaber... Güçsüz ve akılsız erkeklere aşık olma hatasına düşen, güçlü kadınlar için geçerlidir tabi bu durum... Er geç karşılarındaki erkeğin güçsüzlüğünü farkederler ve aşk biter... Saygı duyamadıkları erkekleri sevemezler böyle kadınlar... Çünkü kendilerine saygılarını yitirirlerse yaşayamazlar...
Evren Kır
Çukulata Eriten Tanrı! Uzun, çok uzun bir merhaba sevgili okur,
aradan
sonra
4 milyon ışık yılı uzaklıktan gelmem biraz uzun sürdü galiba, "bir uzay gecesi rüyası" devam ediyor önemli olan bu… Arabesk bir ifade takınıp "gidişim sessiz olmuştu ama dönüşüm muhteşem olacak" naraları atsa mıydım acaba diye düşünmüyor değilim, atmadığım daha iyi olmuş… Herhangi bir patlama etkisi yapacağımı düşünmüyorum zira. ..Kendi kendime rüşdünü ispat etmeye çalışan "bayanhayatbirrüyadır" ritüeliyim hepsi o. Kendimleyim, kendimceyim, vs… Dramatik söylemlere kısa bi'ara. ..Şimdi size kadın erkek ilişkilerinde reikiden bahsediyor olacağım… Yok öyle bir şey korkmayın! Sevgili okur benim için uzunca sayılabilecek bu sürede hiçbir şey yapmadım. Doğru düzgün kitap okumadım, müzik dinlemedim, film seyretmedim, alışveriş yapmadım, araştırmadım, merak etmedim, sorgulamadım. Olanı tükettim, kendimden yedim. Farkındalık düzeyimi sabitlemekten mütevellit devrelerimde ufak çaplı aksaklıklar yaşadım ve annemin misyonsuz çiçekleri gibi gündüzleri fotosentez geceleri solunum yaparak ilk insan görünümüme ulaştım… Şu anda, bir erkeğin olabilecek en seksi fısıltısıyla jay jay johanson "keep it a secret!" diyor (ne kadar manidar!) ve ben playlistimi yüzyıllardır güncellemediğimi de fark ediyorum… Hadi bakalım çok sevgili uyuyan güzel, yarına bırakmadan bi'şeyleri yol alma zamanıdır… Dibe vurmadan çıkılmazmış işte, an bu andır!!! … Yazı burada bitiyor… Aradan birkaç ay geçmiş hadi bakalım neler yapmış bu dibe vurmuş insan, neler yaşamış bakalım. (Benim için büyük, insanlık için gayet önemsiz hareketlere hoş geldiniz!) •
Gece gece bişiy yapılmaz yarın ola hayrola dememiş, tüm playlistini güncellemiş, yeni şarkılar eşliğinde tüm sevgisiyle makarnanın kralını yapmış, oturmuş yemiş, sonra hepsini!!!… (müzik bazen bir tutkudur, ama 28 yaşında öğrendiğim gerçeklik de şudur ki şarkılar dinlenince güzel, içselleştirilince değil.)
•
Bunca zamandır herkesin taptığı platin sarısı saçlarını kahverengiye boyatmış… (depresyon halime atıfta bulunma sevgili okur en manik halimde alınmış bi'karardır.)
•
Farklı iklimler görmek bana iyi gelecek söylemleriyle güneydoğu
anadolu turuna yazılmış, en yakın arkadaşının “ama benim sana çok ihtiyacım var” serzenişiyle kendini tur otobüsünde değil, boğazın insanı sağaltan diyalektiğinde bulmuş... (biskolata reklamında çukulata eriten tanrı’dan daha yakışıklı bir ademoğlu'na da aşık olduğumu belirtmekte fayda görüyorum bu arada. Hislerimizin karşılıklı olup olmadığını merak edenlere verecek cevabım yok ne yazık ki… Carpe diem diyen atalarıma sevgi&saygı.) •
Kitap okumaya başlamış, araştırma ruhunu yeniden kazanmak adına kendince ve kendine özel bi blog yapma kararı almış…
•
Dolabında giymediği, bir daha giyinmek istemeyeceğini düşündüğü tüm kıyafetleri ihtiyacı olanlara vermiş, yıllardır biriktirdiği ve artık çöp ev olma yolunda ilerleyen tüm döküntülerinden kurtulmuş…
•
Sinemaya gitmeye başlamış, evde film izlemek için zaman yaratmış… (35 mm'siyle kendi filmini çekeceği günlerin hayalini kurmuş.)
•
O veya bu sebepten görüşemediği, zaman ayıramadığı tüm arkadaşlarına kısa mesaj atarak planlar yapmış, kahve saatleri, yemek saatleri, beş çayları, akşam sefaları ayarlamış…
•
Radikal bir kararla hiç gitmediği (eğer katalizörü olmasaymış asla gidemeyeceği) bir tatil beldesine gitmiş, aslında balık yiyebildiğini, doğayı çok sevdiğini, yosunlardan gerçekten tiksindiğini, yıldızların enfes parladığını, adım atarken bile uyumlu olunabileceğini öğrenmiş, sokak köpeklerine dokunabildiğini farketmiş…
… ve üç noktalar uzayıp giderken sayfam bitmiş, sadece kendim için yaptığım şeyler, başka yazıların, başka hikayelerin konusu olmuş! Sevgili okur paylaşılan her şey bi'rüya olabilir, olmayabilir de… Kendi masalınızı yaratın, ama kendi gerçeğinizle yaşayın! Mutlu kalın, hep… Not: Bazen isminizin anlamı içinize işler, o kadar yoğun bir duygudur ki bu, ayağınıza ansızın giren kramp gibidir, çok tuhaf bir zevk alırsınız acınız hafiflerken… Bu gibi durumlarda tek kurtarıcınız bence çukulatadır… Sevgili A, sonsuz teşekkürler, tabiki çukulatalar için!!! Nevi şahsıma münhasır kelimelerim, imla kurallarım, söz oyunlarım var, siz bana sakın aldırmayın!
Öz'lem Eker
Kimler Çiğ Et Yer! Sıcak bir yaz akşamı, çatının üzerine kurulup aşağıda olup bitenleri izlerken, olur da şapşal bir kuş önüme düşer diye beklerken, komşu bahçenin tekiri bir “mav”layıp, yanıma ilişiverdi. Yüzünden düşen bin parça, gergin gergin gerindi. Dedi ki insanlar çiğ et yemeye başlamış. Yani bize yemek azalmış. Ayıptır söylemesi, biz kediler oldum olası çiğ ete bayılırız. Hele menüde ciğer varsa, tutmayın beni, dağğıtırrız… Maaav! Çıktım sokaklara, başladım dolaşmaya, işin aslını astarını araştırmaya. Gerçekten de saftirik insanlardan bazıları bize özenmiş! Şu çenenin içindekilere bir baksana koca adam! Birkaç köpek (müsveddesi) dişinle, otları sindirmek için nehir gibi uzanan kilometrelik bağırsağınla, çiğ et senin neyine? Sordum soruşturdum… Önceleri çiğ köfte diye bir şey yiyorlarmış. Salçayı, acıyı katıyorlarmış çiğ kıymaya; sonra da “acı, kıymayı pişirir”, “sürtünme sayesinde pişer et,” diyorlarmış. Kıvrak dansçılardan, acılı müzik imparatoruna kadar hemen her insan, (el) bileklerine kadar bulamacın içine girer, ovalar da ovalarmış. Kedi değiller ki bilsinler, bu et bu kadar sürtünmeyle ısınıp, pişmez. Ne puma bakışlı dansçı ablamın sarkaç gibi çalışırken sürat rekorları kıran kalçasının hızı yeter onu pişirecek kadar ısıtmaya ne de imparator ağabeyimin acıların acılısı sesi yakmaya. Kabul edin artık, çiğ çiğ yiyordunuz işte çiğ köfteyi; biz kedilere özenmişsiniz, siz de! Azıcık da dengesiz mizaçlıdır bu insanoğlu… Hadi dişin düzgün kesmiyor diye kıyma yapıyorsun, aferin… Peki, zayıf miden, ekvator boylu bağırsağın, yetecek mi çiğ eti ve içindeki yüz çeşit mikro yaratığı sindirmeye? Biz kedilere bir şey olmaz, zaten güçlü gelmişiz dünyaya. Tamam ya, bize de olur belki de, biz biliriz gidip paşa paşa köşeye kıvrılıp, acı çekmeyi.
Ya insanlar? Yaygaralar koparırsınız. Çiğ et yiyince başınıza gelebilecekler belli aslında: Bir girdi mi pireden minik boyuyla Granulosus Amca karnınıza, başlar ciğerinizde, kalbinizde pıtır pıtır kistler pırtlamaya. Sonra ben neden kanser oldum? Sen ye daha çiğ etleri… Mikrosundan, şeridine bilumum kurtçukla akraba olmaya da hazırlan: E, kancalı kurtların, yuvarlak solucanların, kıl kurtlarının da kafalarını sokacak bir eve ihtiyaçları var; insan bağırsağından iyi yuva nerede bulurlar? Neyse say say bitmez, bu aklı evvel insanoğlunun başına çiğ etten gelebilecekler. Bir gün geldi, şaşırttılar beni! Çiğ köfteye et koymak yasaklanmış! Tam açık açık yasaklanmamış da açıktan açıktan uyarıyorlarmış. Evde yapmak yine serbest. Kaşla göz arasında etsiz çiğ köfte icat ediverdiler, en fanatik çiğ köfteciler bile anında uyum sağlayıverdiler. Hiç aklım ermedi bu işe… Bunlar sonunda akıllanacak, sonları çiğ etten olmayacak derken, yeni bir moda çıkardılar. Hem de şu meşhur et krizi sırasında, biz çöp kutusunda kokusunu bile alamazken, nasıl olduysa her köşede Gurme Et Lokantaları açtılar. Bizim Tekir de bundan dertli. Bir de bir dükkân çıktı ki, sanki Beckham gelmiş de bedava imzalı futbol topu dağıtıyor, bir kuyruk sorma gitsin! Köfteler cazır cazır, patatesler külahta, sosisler pek havalı, yanına da azıcık oryantal sos niyetine turşuyla. Yanılsama olmaya, hepsi sahip ayrı fiyata. O kendine özgü yarı yanık et kokusunu duyunca, tabii gözüm karardı. Tutana aşk olsun! Yüce Felis Magnifika’ya sığındım, sıçradım okul sırasına oturmuş tıkınan adamın yanına. Ya, böyle de mola vermeden yenir mi kardeşim? O burgere verdiğin paraya, çorbasından tatlısına, komple yemek alınır, emekli evinde tüm aile üç öğün tıkınır da tıkınır.
Neyse, adam en havalısından söylemiş, normal pişsin demiş. Tanıtım öyle; normal söyleyin etin suyunu kaybetmeyin, iyi pişmiş isterseniz de bu ne olmuş diye dırdır etmeyin, diyor. Tam ağzıma layık dobişko bir köfte; hamburger büyük, ikiye kesmişler. Et de iyi pişmiş ilk bakışta… Rengi yalan söylemez ki! Yoksa söyler mi? Adam bir ısırık aldı, takke düştü, kel göründü. E, içi kıpkırmızı bu köftenin. Hadi bana bir şey olmaz da size dokunur be, iki gözüm. Kenarları ince, ortası fazla kalınca bu köftenin. Bir tarafını cız, diğerini bızlamışlar, köfteyi göbekten kesip, bir de ortasından ızgaraya yatırmışlar. İlk bakışta pişmiş görünüyor da içi kan ağlıyor kan. Adam da işkillendi önce. O da benim gibi buranın acemisi. Bu gerçekten normal mi, yoksa benimkinde mi bir yamukluk mu var diye, çevredeki benzer burgerlerin içini dikizlemeye çalışıyor. Öyle işte, hepsi hemen hemen aynı. İç avlu pembe, orta kısımlar kırmızı benekçelerle süslenmiş. Sıkıysa yeme, o kadar para bayılmışsın; sıkıysa laf et, zevksiz, görmemiş diye ayıplanasın. Etin pişmişlik dereceleri ve bunların isimleri konusunda fikrini beyan eden ender görsellerden biri.
Aslında değişen bir şey yok? Eskinin çiğ köftesi gitmiş, ortası çiğ özel etler gelmiş. Kaldırım gurmeleri iyi pişmemiş et açlığını gidermiş. Söz bana gelince, açıkçası ben de sevmem kömür gibi kupkuru köfteyi. Ben kediyim çiğ, pişmiş ayırmam götürürüm buldum mu eti. Ama ayıp ettim, hep ben anlattım! İki çift kelime de siz ediverin, yani. Yoksa ete hiç elini sürmeyenlerden misiniz de başınızın etini mi yedim? Değilse, nasıl olmalı sizi baştan çıkaracak et? Hangisi daha iyi; sulu sulu mu, çıtır çıtır mı, yoksa çatalı batırdığınızda, “möö” sesi çıkaran mı? Sarman Dedektif Sarman Dedektif'in tüm yazılarına ulaşmak için (www.alpsaldamli.com) Sarman Dedektifin Gözüne Batanlar isimli web güncesini ziyaret edebilirsiniz.
Alp Saldamlı
İde Dağı Sen Sus Gözlerin Konuşsun! “Takılmayın canım bu basit ayrıntılara, ne dediğim anlaşılmıyor mu sanki?” diyerek Türkçe hatası yaptığı halde kendini manasızca savunan bir takım çapsızlar var. Yaşları kaç olursa olsun, kendi anadilini düzgün konuşup yazamayan herkes benim gözümde ergen. Diyelim, gerçekten bilmiyorsun ve hayatın ve işin dolayısıyla yazılı iletişimde bulunma mecburiyetin yok. O zaman bile kabul edilebilir tarafı yok ya, haydi bunu göz önünde bulundurarak bir nebze affedilebilir görelim. Ya, sabahtan akşama kadar bilgisayar başında, günde bilmem kaç tane e-posta yazan, sözde orta düzey, üst düzey yönetici olan düzeysizlere ne demeli? Ayrı olması gerekenler bitişik ya da sürekli bitişik yazdığı uyarısı aldığı için gerekli, gereksiz her ek ayrı, imla hataları, kelime hataları, karşılığı olduğu halde sırf havalı olduğundan kullanılan yabancı kelimeler, üzerinde düzeltmenin daha zahmetli olduğu baştan yazılması daha mantıklı olan, birbirinden kötü, birbirinden çirkin cümle ve paragraflar. İnsan, o kadar yanlış yapacağına, bilmiyorsa da araştırır, görür, anlar öyle yazar. Günün büyük kısmını bilgisayarın başında geçiren ve yazılı iletişimi kaçınılmaz olan insanlar için, yazdıklarını göndermeden önce, şöyle bir kontrol etmek ve varsa hatalarını düzeltmek zaten çok zor değil, birkaç dakikalık iş. “Nasıl olsa anlaşılıyor” bir bahane değil, tersine utanç duyulması gereken bir söylem bence. Çünkü bu açık açık “evet ben anadilimi düzgün konuşup yazamıyorum ama bundan da gocunmuyorum” demek. Bir de bu kıymetli yöneticilerimiz, yerli yersiz yabancı kelimeleri cümle aralarına sıkıştırıp, akılları sıra ne kadar zeki, ne kadar bilgili ve kültürlü olduklarını gösteriyorlar. Sanki, hepsi Fransız dadılarla büyümüş, Amerikan kolejlerinde okumuş, yazları Avustralya’da kangurularla zıplamış, Londra’da dil okullarına gitmişler. Kendi dilini doğru düzgün konuşamayan birinin, yabancı bir dili nasıl öğreneceğini merak ediyorum doğrusu. Derdini kendi dilinde anlatamayan, 50 kelimeyle hayatını sürdüren insan, çok iyi İngilizce, Fransızca, Almanca konuşsa ne olur, konuşmasa ne olur? Hele hele, son dönemde –son dönem dediğim son 2-3 senedir- yazı yazdığını iddia eden, hatta ileri gidip kendi kendine gelin güvey olup
adının başına ‘yazar’ kelimesini ekleyen, sağda solda yayınladığı üç beş tane uyduruk yazısına, yine bir avuç insandan olumlu yorum alıp, havalara girenler, önce Türkçe öğrensinler. Edebi olarak beğenip beğenmemek bir yana, daha Türkçe olarak doğru olmayan bir yazı anlatmak istediğini nasıl verebilir, nasıl değer taşıyabilir ki? Bunu internet üzerinden insanlara sunan biri de, olur ya unutulmuştur, gözden kaçmıştır diyerek, nasıl yazdıklarını denetlemez? Herkesten çok da işte bu yazı yazdığını iddia edip de paçavralarının altına isimlerini yazan, bir de sanki hayatın anlamı o cümlelerde saklıymış gibi davranan şuursuzların yaptıklarına sinirleniyorum. O kadar ki, elim ayağım titriyor, o an karşımda olduğunu hayal edip ağzıma ne gelirse sayıyorum, hatta bazılarına karşı hızımı alamıyorum, ağızlarının ortasına iki tane hayali tokat yapıştırıveriyorum. Ve artık, insanların anlamsız bahanelerine, saçma açıklamalarına, terbiyesizce üste çıkmaya çalışmalarına katlanamıyorum. Kendimi tutmuyorum, ‘dalgın bir anına denk gelmiştir, unutmuştur’ demiyorum, kim olursa, ne zaman ve nerede olursa olsun laf söylüyor, müdahale ediyorum. Yine de anlamazlarsa da, zorlamıyorum, gülümsüyorum ve fısıldıyorum: Sen sus gözlerin konuşsun!
Simsiyah
..EnginDergi.. Kasım 2011 sayı-23 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com