engindergi-s24

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2011 - Say覺: 24


Fotoğraf: Çağdaşça

"Kendimi neşelendirmek istediğim zaman en iyi yol başka birini neşelendirmeye çalışmaktır." Jackson Brown


İçerik; Sy.04) Bir e-Derginin Hikayesi - Engin Enginer Sy.06) Yola Değil, Bir Adım Sonranıza Bakın – Tuğçe Büyükabacı Sy.08) Patini Sallasan Usta, Kuyruğunu Sallasan Gurme – Alp Saldamlı Sy.11) İstanbul.. – Pelin Karadağ Sy.12) Memento Mori – Deniz Denizel Sy.14) Anlamsız – Serenay Öztürk Sy.15) Jamais vu II – Esra Alp Sy.15) Karmaşık – Kezban Şahin Sy.16) Kaçak '03 – Işık Yavuz Sy.16) Dostum'a – Melike Meral Sy.17) Dikkat! Yer bildirimleri... – Ece Çekiç Sy.20) Bayanlarda Ayrılık Ertesi Sendromu – Ayşe Yılmaz Sy.21) Vermeyince Mabut Neylesin Mahmut – Tuncay Ünaydın Sy.25) Hiç Kimse Kraliçe Elizabeth'i Kıskanmaz ki... – Evren Kır


Bir e-Derginin Hikayesi Zaman su misali... EnginDergi'nin 3. yaşını kutladığımız şu günlerde sizlere derginin hikayesini aktarmak istedim. Zamanı verimli değerlendirebilme adına 2008 yılında hayata geçirmek üzere farklı projelere kafa yorarken, Dokuz Eylül Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, öğrenci topluluğu olan Kariyer ve Yönetim Kulübü organizasyonu “Kariyer Kongresi'08”de yıllar sonra saygıdeğer hocam İsmail Karasu ile bir araya geldik. Eğitim sonrası sohbetimizde beraber çalışmaya dair yaptığı teklif beni onurlandırsa da içerisinde bulunduğum şartlardan ötürü bunu kibarca geri çevirmek durumunda kaldım. Eğitimin ardından ertesi gün evimde uyandığımda, elimi yüzümü yıkarken “ben bunu zaten yapıyorum” dedim kendi kendime. Zaman içerisinde çevremdeki insanlarla gerçekleştirdiğim sohbetlerde ve e-posta grupları aracılığı ile pek çok hikaye paylaşmış, sosyal ağlar üzerinde oluşturduğum gruplar ile geniş kitlelere hitap eden ortamlarda organize olunmasını sağlamış ve kendimi insanların farkındalıklarını artırmaya adamış birisi olarak; neden tüm bunları daha derli toplu bir çatı altında bir araya getirerek daha fazla insanın faydalanmasına olanak tanımıyorum, diye düşünmeye başladım. O döneme kadar yaptığım paylaşımların yanı sıra elimin altında biriktirdiğim geniş bir arşivim mevcut idi. Farklı hikayeler, kendi yazdığım yazı ve şiirler, pratik bilgiler vb. pek çok veri. Geniş kapsamlı öğeleri barındıran bir yapı olacağı için de “derleme” eyleminden “dergi” kelimesine ulaşıp EnginDergi adını verdiğim proje üzerinde çalışmalar yapmaya başladım. Tarih: 23.12.2008 Öncelikle hikayeler, yazılarım, kitap tavsiyeleri, film önerileri, pratik bilgiler, İngilizce kelimeler ve daha pek çok paylaşım içeren bir yapıyı nasıl paylaşabilirim üzerine düşündüm ve Word programı aracılığı ile hazırlıklara başladım. Sonraki 10 günlük süreçte bu paylaşım PDF formatına, sonraki ay da Flash destekli bir e-dergi'ye dönüştü. Hazırlanan ortalama 25-30 sayfalık yayını İnternet üzerinden insanlara aktarmanın en kolay yolu bir web sitesi açmak olduğundan enginenginer.com 'u hayata geçirerek EnginDergi'yi de enginenginer.com/engindergi altında yayınlamaya başladım. Bu süreçte neye, nereden, nasıl başlayacağıma dair web üzerinden ulaşarak sorularıma yanıt aldığım kişi sanal alemin


popüler kişilerinden olan Sunipeyk idir. Sadece takip ettiğim bir blog olduğu için iletişim bölümündeki formu doldurarak temel bazı sorular yöneltip aldığım yanıtlara göre çalışmalara başladım. Çünkü sıfırdan başlayan birisi için hangi sistem kullanılmalı, domain&hosting nereden alınmalı vb. konular tamamen yabancı gelmekteydi. Arkadaşlarım Süleyman ve Kadir'in de destekleriyle projenin temelleri atılmış oldu. (Not: İlk günden bu yana Niobeweb ile çalışıyor ve oluşturduğum sitelerde Wordpress altyapısını kullanıyorum.)

İlk yıl www.enginenginder.com/engindergi altında faaliyet gösteren EnginDergi, -hatta o dönemde soyimimden ötürü ENGiNdERgi olarak kaleme alıyordum- gün geçtikçe değişti ve ilgi alanlarım doğrultusunda kendimi gerçekleştirmeme vesile olacak ürünler ortaya çıkmasına aracı oldu. Aldığım olumlu geribildirimler de gösteriyordu ki pek çok kişinin severek takip ettiği bir yapı oluşturmuştum ve bu durum beni çok daha mutlu ediyordu. Zaman geçtikçe her ay düzenli olarak 25-30 sayfalık bir yayın hazırlamak yorucu olmaya başladı. 8 ayın sonunda kendimi tekrarlıyor olma sürecine geçişim de verimliliği azaltacağından, yeni ne yapılabilir düşüncesine gömüldüğüm bir dönemdi. EnginDergi'yi daha ilk günden beri destekleyen “Simsiyah”, bir arkadaşı ile birlikte ZiyanZebil isminde bir projeye kalkışıp yazılarını Word aracılığı ile e-posta adreslerine gönderdikleri ilk ay, onlara teknik olarak nasıl destek verebilirim düşüncesiyle harekete geçtim. Bu adım ENGiNdERgi 'den EnginDergi'ye geçişin tohumunu atmış oldu. 2009 yılı içerisinde hazırladığım 9 sayıda, her ay bir misafir yazarın yazısına yer verdiğim için çevremde okumaya düşkün ve yazmaya merakı olan insanların varlığından haberdar olmuştum. 06-09 Kasım 2009 tarihli İstanbul seyahatimde Simsiyah ve Sinem Yavaş ile gerçekletirdiğimiz toplantı sonrası birlikte bir projeye adım atma kararı aldık ve isim olarak da hem 10 aylık geçmişinin bulunuyor oluşu, hem de kelime anlamıyla amacımıza hizmet edeceği için EnginDergi ile devam etmeyi uygun gördük. Sonraki bir ay içerisinde çevremde zaman, motivasyon, teknik bilgi vb. gibi eksiklikler nedeni ile yazmak istediği halde yazamayan insanlara ulaşıp bu proje içerisinde yer alıp almak istemediklerini sorarak bir grup oluşturmaya başladım. Aralığın son haftası yazılar toplandı ve Ocak 2010 itibariyle ilk sayımızı yayına aldık. İlk başladığımızda önce dergiyi yayına alıp ardından ay sonunda yazıları arşivleme amaçlı siteye aktarıyorduk;


ancak süreç içerisinde edinilen deneyim ve gerçekleştirilen toplantı ve istişareler sonrasında önce toplanan yazıların sisteme aktarılması, ardından da yazıların derlenip düzenlenerek ay sonuna doğru ilgili aya ait e-dergi'nin yayına alınması şekline dönüştürdük. Geride bıraktığımız 2 yıl içerisinde 50'dan fazla kişinin yazdığı EnginDergi'de 300'den fazla yazı yer aldı. Binlerce okura ulaştık. En önem verdiğim misyonlarımdan olan okuma, yazma ve paylaşmaya teşvik konusunda böylesi sonuçlar elde etmiş olmaktan dolayı duyduğum memnuniyet başka hiçbir konuyla kıyas kabul edemeyecek derecede yüksek. Sırada geride bıraktığımız 3 yıl içerisinde edergide yer alan yazılardan oluşan bir basılı yayın çıkartma projemiz var. Bakalım zaman ne gibi güzellikleri beraberinde getirecek. Bizi takibe devam edin...

Engin Enginer

Yola Değil, Bir Adım Sonranıza Bakın Hepimizin sık sık şikayet ettiği belli başlı konular vardır. Sevmediğiniz bir işte çalışmak, sevmediğiniz bir okulda okumak, mutsuz olduğunuz bir ilişkinin içinden çıkamamak, gerçek dostlara sahip olamamak, parasızlık, yalnızlık, sağlık sorunları ve daha niceleri… Saydığım bu problemlerden bir veya bir kaçı, şu anda ya da daha farklı bir zaman diliminde sizin de hayatınızda yer almıştır. Kendinizi sorguladığınız, ‘‘Neden böyle bir durumun içindeyim?’’ dediğiniz zamanlar olmuştur. Peki, bunların sizin için birer fırsat olabileceğini hiç düşündünüz mü? Sevmediğiniz bir işte mi çalışıyorsunuz? Şöyle düşünün, sevmediğiniz bu işte tecrübe ediniyorsunuz. Belki daha iyi koşullarda işin hiç ilgilenmeyeceğiniz yönleri ile zorunlu olarak alakadar oluyor ve işi tüm yönleriyle ele alıyorsunuz. İleride de bu iş sayesinde edindiğiniz ufacık bir bilgi; size, daha yüksek maaşlı ve tatmin edici bir işe seçilmenize neden olacak kriteri kazandıracak. Ya da ilişkiniz yeni mi bitti? Bu zorlu süreçte kendinizi çok mu yalnız hissediyorsunuz? Şöyle düşünün: ‘‘Bu benim için bir deneyimdi. Bu ilişkide neler yapmamam gerektiğini öğrendim. Benim için uygun olan insanı bulmaya, bir adım daha yaklaştım.’’ İnanın, bu bakış açısını kazandığınızda her şey gözünüze daha farklı gözükecektir. Hayatta yaptığınız her şey, sizi bir adım öteye taşımak için yapılmış ilahi planın bir parçasıdır. Zaman zaman gerilediğinizi düşündüğünüz noktalar bile; sizi ileriye taşıyacak bir kinetik enerjinin hazırlık sürecidir. Aslında burada önemli olan, bakış açımızı değiştirebilmektir. Çünkü yaşadığınız


her sorun, çözüme ulaştığınız anda sizi bir adım öteye zıplatacaktır. Siz de o sorunla karşılaşmış, deneyimlemiş ve bir daha ki sefere ne yapmanız gerektiğini biliyor durumda olacaksınız. Bu deneyimlerin size en büyük katkısı ise; sizi olgunlaştırması olacaktır. İşte, o saatten sonra da kolay kolay canınız yanmayacaktır. Çünkü siz, artık buna izin vermeyeceksiniz.

Steve Jobs’ un, Stanford Üniversitesi mezuniyet töreni konuşmasında söylediği gibi: ‘‘Noktaları ileriye bakarak birleştiremezsiniz; onları sadece geriye baktığınızda birleştirebilirsiniz. Noktaların gelecekte bir şekilde birleşeceğine inanmanız gerekiyor. Bir şeye güvenmelisiniz. Tanrıya, cesaretinize, kaderinize, hayata, karmaya, herhangi bir şeye...’’ Emin olun, yaşadığınız tüm zorluklar sizi bir sonraki mükemmel başlangıca hazırlamak içindir. Siz bu tür deneyimlerle tecrübe edinin ki elinize harika fırsatlar geldiğinde, değerini daha iyi bilin diye. Unutmayın; nefes aldığınız her an kaderinizi yaşıyorsunuz. Yaptığınız yardımların, yaşadığınız acıların, attığınız adımların size nerede, neler kazandıracağını bilemezsiniz. Siz yola değil; sadece bir adım sonranıza bakın. Anlamlı ya da anlamsız olsun. Noktalar, elbet sizin için de bir yerde kesişecektir.

Tuğçe Büyükabacı


Patini Sallasan Usta, Kuyruğunu Sallasan Gurme Bazı insanların kedileri vardır; bütün kedilerin insanları. Biz kediler, sokakta dolaşırken, hangi insanları etki altına alabileceğimizi biliriz. Hangilerine bulaşmayacağımızı kokularından ayırt ederiz. Kedilerin ustalık alanları farklıdır: Kimi aşar geçer en yüksek engelleri, kimi en somurtuk insana sevdirir kendini. Kimi aklına koyduğu kuşu dalda bırakmaz, kimi düşer de onuncu kattan burnu bile kanamaz. Pek çoğu da öyle özel bir işe yaramaz. Kedidir… İşini bilir, sevimlidir.

Ekskavatör nedir, merak edenlere.

Fakat insanlar öyle mi? Bir insan öyle çok konuda ustadır ki… Değildir de kendisini öyle sanır. Olan biteni en iyi o anlar. En güzel filmi, diziyi, yemeği o bilir. Her şeyin doğrusu onun dediğidir. En büyük takımı o tutar. Yaptıkları hep en iyisidir. Eleştirenler delinin delisidir. Kapar gözünü, tıkar kulağını, kafasındaki neyse, doğru odur. Sorgulanamaz, değiştirilemez, ekskavatörle girişsen yerinden edilemez.

Benim de çok insanım var, fakat bir tanesi daha başka. Çıktım mı gözlem kuleme, biterim penceresinin yanı başında. Ruhu duymaz, ben onu her canım istediğinde izleyip, dinlesem de. Adını Şaşar koydum. Kafası biraz çalışsa da önde gidenidir saftiriğin. Şaşar’ın sahte ustalardan başına gelenleri bir de benden dinleyin… Ne olur bir bilen varsa söylesin. Usta kime denir, kime denmez? Okul bitirmiş, belge almış olan mıdır esas kıvamında… Yoksa yıllarca koşuşturmuş olan mı usta bildiğinin yanında? Kim pişmiştir, kim hamdır, sanatında, zanaatında. Ben ustayım dediğinde usta mısındır gerçekten? Kim verir bu payeyi, kim alır? İki yemeğe yalan yanlış yorum yazınca gurme, eline vurmadan çekiç sallayınca marangoz ustası mı olunur? Marangoz dedik, Şaşar’ın maceralarına buradan dalalım bari… Akla sığmazlık dozajını giderek artıracağım, şaşırmayın yani. Bunların hepsi gerçek, sanılmaya şişirme. Şaşar nerede, ben orada takipte.


Gerçek marangoz ustası, böyle işler yapar. Şaşar bir gün marangoz ustasına gitti. Kendi çizdiği, iki basit parça mobilya sipariş etti. Hata olmasın diye her detayı özenle işaretledi. Bir de geldi ki büyük dolap, kapak yamuk; yan yana çift göz, olmuş uzunlamasına yekpare. Kalkmış gitmiş verniği bilinmeyen yerlere. Bitmedi daha beteri var: İnce uzun dolap. Marangoz usta ağırlık hesabından sınıfta kalıyor, ama dolap durduğu yerde kalmıyor, öne doğru eğilip, tepe üstü yuvarlanıyor. “Bu ne” dersen; usta, sorun yokmuş gibi bakıyor. Bu dolap iki kere gitti geldi, devrilmekten vazgeçmedi. Sonunda aklı evvel usta, dolabı yanındakine çivilemekte buldu çareyi. Geometriden, hesaptan anlamaz, azıcık kafayı çalıştırmaz ama usta mı usta! Şaşar da bunlara hep şaşar. Yine bir gün Şaşar’ın çamaşır makinesi bozuldu. Yıkama bitiyor, ıslak çıkıyor çamaşırlar. “Ülkenin en usta markası” diyen Şaşar rahat; bilmiyor ki servis sandığının aksine, pek bayat. Şaşar’ın makinesi 7 kere gitti geldi, her defasında makineniz oldu dendi. Hepsi hikâye… Makine aynı tas, aynı hamam. Her defasında ikişer hafta beklediğine mi, çamaşır yıkayamadığına mı, düzeldi sanıp yıkadığında da her şeyin sırılsıklam çıktığına mı yansın? Zavallı Şaşar, makineye avuç avuç para döktü, çamaşırları sırtına vurup, tanıdıklara götürdü. Utandı olmadı, kızardı aldırılmadı, şikâyet etti, yaramadı. Az gelişmiş, çok gecikmiş makine ustası yine usta; şirket, yine Türkiye’nin satış sonrası hizmet ustası. Ne yapsın Şaşar, yine şaştı kaldı.


Şaşar, bir gün balkonunu beyaza boyattı. İş bitti boyacı ustasına bir de bahşiş uzattı. Arkadaşlarıyla balkonun tadını çıkarmaya çıktı, bir de baktı ki herkesin kıyafeti bembeyaz! Yeni kural: Balkonda gezecek fakat duvarlara temas etmeyeceksin. Boya dediğin duvarda durur mu, kıyafetine çıkar elbet! Boyacı boya diye kireç vurmuş duvara. Fakat tuzu kuru, diyor ki “Başkalarına da yaptım, bir tek böyle oluyor, senin duvarda!”. Boyacı, ustalığını var gücüyle savunuyor, bizim Şaşar alık alık bakıyor. Şaşarın hikâyesi çok, fakat sizi sıkmayım, son bir tane daha anlatıp, yola koyulayım. Çatılarda yakalanacak kuşlar bekler… Şaşar’ın bir gün dişi ağrıyor. Cadde üzerindeki şık tabelalı Diş Uzmanının kapısını çalıyor. Kalp atışlarını hızlandıran asistan kapıyı açıyor; diş ustası, bin bir iltifat Şaşar’ı karşılıyor. Dişlere şöyle bir bakıyor, “olmadı çürük var” diyor. Bir dişi çekiyor. “Yan taraf da kötü” diyor, onu da alıyor. “Durum çok kötü, bu tüm dişlere yayılacak” cümlesinin ardından, tüm dişleri teker teker çekiyor. Şaşar’da tek diş bırakmıyor. Şimdi takma dişler bile ağzında tutunacak yer bulamayıp, olduğu yerde takla atıyor. Ertesi gün bir açıyor gazeteyi, dünkü dişçi kendisine sırıtıyor. Hemen tepesinde “Sahte dişçi yakalandı” yazıyor. Bu ülkede isteyen diş ustası bile oluyor. Bu hikâyelerin hepsi gerçek. Fakat bu diyarda kendisini usta sanan, uzman ilan eden, gurme diye adlandırılan pek çok kişi sahte. Kimisi ego şişkinliğine kaptırıyor, kimi yalan yanlış eğitimden gelen diplomayla hevesleniyor, kimi de sırf insanları yolmak için kılık değiştiriyor. Ağzı olan konuşuyor, eli olan ustayım, diyor. Kendine inananlar oldukça, coşuyor da coşuyor. Ben Sarman dedektif önce kendi ustalıklarımı sorgularım. Dedektif diyorum ama gerçekten bu işte usta mıyım? Bir blog yazıyorum ama, yeterince okuyor muyum, yazar sınıfına giriyor muyum? İleri geri konuşuyorum ama bu insanoğlunu gerçekten anlıyor muyum? Sonra da karşımdakinin ustalığını sorgularım. Gerçekten biliyor mu, yoksa uyduruyor mu? Yapabiliyor mu, yoksa yıkıp döküyor mu? Ne olursa olsun biz Şaşar kadar şaşmayız, değil mi? Ne de olsa bu işin ustasıyız… Yoksa değil mi?


Haydi, bizleri mest etmek üzere, lütfen siz de uzanın biraz klavyeye… Sarman Dedektif Sarman Dedektif'in tüm yazılarına ulaşmak için Sarman Dedektifin Gözüne Batanlar isimli web güncesini ziyaret edebilirsiniz.

Alp Saldamlı

İstanbul.. Ne kadar şehvetli, ne kadar görkemli dışardan seyirci olduktan sonra.. Ya içi? ..Maneviyatı dolduramayacak kadar maddi.. Yaşadığımız ilişkiler, arkadaşlıklar, mutlu olma çabalarımız tamamen sahip olduğumuz parayla eş değerde.. Nişantaşı, Bebek, Cadde ve bunun gibi bir çok yerde bir şeyler yiyip içmek ne kadar zorlaştı.. Lüks oldu artık keyif almak, güzel yerlerin tadını çıkartmak.. Bu tarz yerlere karşı olduğumdan değil ama, ne zamandır bu kadar pahalı yaşıyor olduk çözemedim? Ne zamandır sahilde kahvaltı yapmak etiketli insanlara ait oldu? Ne zamandır, gittiğimiz mekanlar, yediğimiz yemekler, içtiklerimiz, kıyafetlerimiz, cv'miz, saygı görme ölçütümüz oldu? Ne zamandır sevgililerimizi aldıkları hediyelere göre kategorileyip seçer olduk? Bu sorular başka şehirleri görüp gezdikten sonra daha da kurcalar oldu kafamı.. Küçük şehirlerde daha mutlu insanlar.. Sokakta yürürken, ailesiyle yemek yerken, çalışırken, sevgilisine giderken, dostlarıyla içerken.. Daha mutlu daha umutlular.. Henüz oralara el sürmedik biz büyük şehirliler.. Henüz paranın güçlü güçsüzlüğünü hayat tarzlarına sokmadık.. Sokmayalım da zaten.. Onlar deniz kenarında 50 kuruşa içtikleri çaylarla, sevgililerine ısmarladıkları 5 TL'lik lezzetli yemeklerle mutlular.. Üstelik bizim kadar yorulmadan yaşıyorlar hayatı.. Daha keyif alarak, daha dürüst çözüyorlar işlerini.. Her insanın içinde vardır biraz kötülük elbet, ama bizim kadar da samimiyetsiz değiller kuşkusuz..

Pelin Karadağ


Memento Mori “Carpe Diem çıkmazı” Hayat, mutlu olma arzusu ile acı çekme arasındaki paradokstur. Ancak mutluluk baki değildir; o ilkbaharda duyduğumuz melisa kokusuna benzer. Onu belli bir süre duyarız, ancak hiçbir zaman dokunamayız. O kendini gösterir ve gelip geçer. Hâlbuki bizse onu hep ulaşabileceğimiz bir şey sanırız, mesela onu dünyevi görüngülere bağlarız. O bizim için her daim ulaşabileceğimiz bir şeyden sonra gelecek olan yegâne şeydir. Hep onu arzular, yaşamlarımızı onun üzerine inşa ederiz. Öğrenmemiz gereken belki de en büyük şey, mutluluğun kendi gerçeklik boyutumuzdaki en büyük yanılsama olduğudur. Yaşam onu bize yalnızca kendi istediği anlarda verir ve sonrasında hızla geri alır. Yani mutluluk bizim elimizde değildir, o bize aperiyodik biçimde verilir. O aynı zamanda yaşamın bizim zihnimize soktuğu kodlarla bizi kandırma yöntemidir. O der ki, “şunu yap mutlu olacaksın”. Yaşamın verdiği bu kod, zihnimizde, sanki biz öyle düşünüyormuşuz gibi tezahür eder. Mutluluğu getireceğine inandığımız şeyleri yaptığımızda yalnızca çok kısa bir süre mutluluk yaşarız, sonra her şey eski haline döner. Bununla birlikte, belirtilmesi gereken daha önemli bir gerçek vardır: “Mutluluk acı verir”. Bunun nedeni açıktır; yaşamın “hiçbir şey eskisi gibi olmaz” ilkesi. Gerçekten mutlu olduğunuz anları hatırlayın… Birçoğu hiçbir surette geri gelmez. Mutlu olduğumuz anların çoğu, belki de hiçbiri geri gelmez. Gelse bile o anın büyüsüyle geri gelmez. İşte bu, geçmişin gizemidir. Biz, açıklayamadığımız bir gizemde, seçmediğimiz anların büyüsüyle mutlu oluruz. Mutluluğu gerçek bir yanılsama haline getiren şey tam olarak budur. Bu noktadan yola çıkarak söylenmesi gereken bellidir; mutluluk, bir daha geri gelmeyeceği için mutluluktur. Bu ise acı verir. Hayat, özgürlük yalanına inanmaktır. Ancak özgürlük bir yalandır, hatta o, öyle güzel bir yalandır ki en ihtiyatlı olan bile içten içe ona daimi olarak inanmak ister. Hâlbuki sağduyumuz bize fısıldar; o yalnızca kaybedilmiş bir ütopyadır. Özgürlüğe inanma isteği neden bu kadar taraftar bulmaktadır? Çünkü bu dünya üzerinde kendi tezahürlerini oluşturan bedenlere hapsolmuş her ruh, geldiği yerde, bir adım geride bıraktığı özsel koşuluna yeniden sahip olmak ister. Bu sonsuzluktur. Bu dünyada ise her şey sonludur. Mantık yasaları da bunun üzerine kurulmuştur; “başlangıç ve son…”


Özgürlük varsayımını en baştan çökerten soru şudur; kendi seçimimizle gelmediğimiz bir dünyada ne kadar özgür olabiliriz? Bu soruya cevap vermek gerekmez, o cevabın kendisidir zaten. İddia özsel olarak yıkılır, yerini daha karamsar olarak nitelendirilecek anti kavramlara bırakır. Bununla birlikte yeniden ifade edilmelidir ki yalnızca insan olarak bir boyuta sıkışmış, beş kendi içinde kısıtlanmış duyuyla durdurulmuştur. Beyin fonksiyonları ise duyusal dünyayı en fazla önemsememizi bekler. Bu açmazlar zinciri içerisinde daha önemli bir şey tanımlanmalıdır. Özgürlük, birinin istediği anda istediği şeyi yapması değildir. O, hiçbir şeye bağımlı olmamaktır. Ruh bedene, beden egoları ve duyusal dünya isteklerine bağımlıdır. Bu zincir kolaylıkla uzatılabilir. İfade etmeye çalıştığım şudur; bağımlılıklarımız saçaklanmış ve birbirine geçmiş şekilde gelişmiş ve kaçınılmaz olarak kalıcı hale gelmiştir. Biz bunların çok azını değiştirme gücüne sahibiz. Bu yüzden kimse özgür değildir. İşte carpe diem’in özsel kusurları… O özgürlüğü arar ve mutlulukla kendini kandırır. Fakat mutluluk bir yanılsama, özgürlükse bir yalandır. “Bir daha geri gelmeyeceği için anı yaşa” diye sana fısıldar. Hâlbuki zaten bir daha geri gelmeyeceği için bir şeyi yaşamak anlamsızdır, çünkü bir şey, yalnızca sonsuzlukla kendini ortaya koyduğunda gerçekten “bir şeydir”. Bununla birlikte carpe diem’ci, günü yaşama fragmanı altında belli bir noktadan sonra kendini yozlaştırmak zorundadır. Çünkü yaşanacak şeyler belli bir süre sonra azalmaya başlar ve yaşanmışlar da zevk vermeye başlamaz. Tıpkı Wilde’ın Dorian Gray’indeki hedonizm modelinde olduğu gibi, carpe diem’ci bir süre sonra anı yaşamaktan ziyade, tüm zevkleri tatmak isteyecektir. Bu arzu dipsizdir. Onu belli bir süre sonra geri dönüşü olmayan bir yola sürükleyecektir. En mutlak anlamıyla carpe diem, ölüm gerçeğini kabullenememekten doğan dünyevi bir dışavurumdur. Sisteme karşı, özellikle postmodern bireyin bir yabancılaşma yöntemidir. Ancak bu dünyadaki en mutlak hakikat, ölümdür. Her yol Memento Mori’ye çıkar… Yaşamın özel bir ilkesi vardır. Ölüme yaklaşan, ya da bunu hisseden herkes hızlıca bir düşünsel metamorfoz geçirir. Artık bu kişi yalnızca ölümü ve sonrasını düşünecektir. Yaşamla ilgili bir vicdan mahkemesi açacak ve etik sentezlerin mutlak geçerliliği altında hakiki düşüncelere boğulacaktır. Artık bu kişi yaşamla savaşmayı


bırakır, değiştiremeyeceği şeyleri neden değiştiremeyeceğini anlar ve kabullenir. Yaşamın imkânsızlığını, dünyevi arzuların anlamsızlığını ve boşluğunu idrak eder. İşte bu noktada ve her zaman, carpe diem, memento mori’ye yenilir ve kendini yok eder. Çünkü artık ölüm gerçeği, tüm manevi yoğunluğuyla kabul edilmiştir. Burada açıkça ifade etmem gereken bir şey var… “Her yol memento mori’ye çıkar.” Bu surette kişi, diğerlerinden bir adım önde olmak istiyorsa, bu gerçeği çok daha önceden kabullenmeli ve bu düşünceyle ruhunu evrimleştirmelidir. Bu, herhangi bir nihilizm ya da tasavvuf modeline benzemesine rağmen, değildir. Memento mori beliğin yok edilip yaratıcıyla bütünleşmek ve bu dünyada bir hiç olduğunu idrak etmekten ziyade, ölüm kavramından yola çıkarak dünyevi şeylerin boşluğunu idrak etmektir. Bu düşüncenin carpe diem yaklaşımı üzerindeki bir diğer üstünlüğü şudur: Memento mori der ki, anı yaşayacağına, öyle bir şey yap ki tarih seni hatırlasın. O yalnızca dünyevi zevklere ve hakikatin idrak edilmemesine, karşıdır. İhtiyatlı olmak yalnızca bilgi sahibi olmak, ya da “bildiğini bilmek” değildir. O aynı zamanda bilgeliği ve yaşamı sentezleyen denklemleri de bilmektir, hatta bilhassa o olmaktır. Ancak ölüm gerçeği doğru biçimde kabullenildiği zaman tam anlamıyla ihtiyatlı olunabilir. Bu da memento mori’dir.

Deniz Denizel 2011

Anlamsız Günler gelir geçer öyle böyle, Sen varsın yoksun böyle şöyle, Niye öyle niye böyle, Derken hayat bitti bitiyor öyle. Anlamlar arar dururum şöyle, Zamanı anlamam niye böyle, Böyle şöyle çok dedim, Noktayı eklemeli buraya böyle.

Serenay ÖZTÜRK 07.12.2011


Jamais vu II Döndürmüyor kimse bindiğim atlı karıncayı, Lunapark bomboş sönmüş ışıkları. Gelip alsan çocukluğumun bittiği yerden beni, Öylece bekliyorum üzerinde bir atın, Bir ileri bir geri...

Esra Alp

Karmaşık Uzun zamandır görmediğiniz eski bir hayaletin, yani ilk sevdanızın birden ortaya çıkmasında ne hissedersiniz? Ben ne hissettiğimi bilmiyorum... Satırlarca yazdığı her cümlede aşk var bunu biliyorum.. Her noktasına, her virgülüne gözyaşları değmiş, anlıyorum.. Hep beni sevmiş, bana sadık kalmış, kimseyi yerime koyamamış... inanıyorum.. Bana bin bir acı çektirmiş olsa da, beni severdi... gerçekten severdi.. ve ben de onu severdim... uzun zaman sonra böyle itiraflar aklımı karıştırmıyor değil... çünkü unuttuğunu sanmakla, unutmadığımı anlamak arasındayım.. yeniden sevdim çünkü, başka birini... ya da öyle sandım.. ama ben onun yerine koydum birini.. şimdi daha suçlu hissediyorum kendimi.. o hep sevmiş ve beklemişken, ben yeni bir aşkla günümü gün etmişim.. aklım karışık.. yeniden sevmekle hata etmediğimi biliyorum.. çok uzun zaman ıstırap duydum ama sonra iyileşti kalbim ve yeniden nefes almaya başladığında sevdim.. şimdi kimsesizliğimle, sevdiklerim arasındayım ne yapacağımı bilmemekle beraber, belki de hiç girmemem gereken bir yoldayım.. Bilemiyorum .. hayat çok tuhaf ve karmaşık.. nerede duracağımı, nereye gideceğimi, kimi sevdiğimi hiç bilmiyorum şimdi seçeceğim yolu ben bile merak ediyorum..

Kezban Şahin

13.11.2011


Kaçak '03 Zafer dediğin gözyaşı değil mi? Mağlup olmaksa alışkanlık Hangisi daha kolay; yalnızlık ya da umursamazlık.. Kaçtığın her yere peşinden gelmedi mi kemiksiz karanlık Kurtuluşun yok yüreğimden akan damlalardan ve kaybolmuş yollarından Milim milim arasanda kendimden kopmuş her parçayı Çürümüş hayatlarda bulamazsın sevdaları Kurtardığın her dalını atmalısın ulaşılmaz diyarlara Belki o zaman anlarsın yangınlar geç söner bu zamanda Oyundaki bir maskot olmaktansa Oyun ol kanlı bir savaşta Atlamasanda uçurumlardan Bir şarap şişesidir, seni senden alıp götüren tuzakla dolu bi yaşama Doyurmasa da her lokma Boğazındaki düğümler nefesini keser Susuz içilmiş bir ağlamayla Belki bulunmaz bir gömüsün bakışlarda Ya da kendini kaybetmiş bir dilencinin bardağındaki son bozuk para

Işık Yavuz

Dostum'a Dersteyim; öğrencilerime bakıyorum... Birden eski günleri çok özlediğimi fark ediyorum. Farkında olamadan zamanın akışında yitirdiğim kıpırtılarımı ve hatta sıkıntılarımı... bu geçmiş yolculuğunda bendeki seni anımsıyorum gülümseyerek :) ''DOSTUM'' kelimesini dolu dolu söylediğim ''SENİ''... Biz seninle dünü paylaştık; bugünler için. saftık... (çoğusuna göre hala öyleyiz:) ama ben görüyorum boz bulanık griliğimi. Yıllar anlam ararken anlam katıyor bize. Tabii bedelini de alıyor. Gülüşlerimizi...


SENİ SEVİYORUM! SADECE SENİ: Paylaştığın için benle her şeyi. O anne şefkatini ve bazen de yaramazlıklarıma gösterdiğin hiddetini... ''Deli misin diye sormayacağım. delisin kızım sen!'' demelerini. Bak şimdi masallar yazacağım sana: Yüzündeki gülümsemeler için; içindeki gülleri kıskansın diye. BUNDAN SONRASI: KIRMIZI BAŞLIKLI KIZIN ELMAYI ISIRIP DERİN BİR UYKUYA DALMASINA KADAR Kİ SÜREÇTE HAYAT ORMANINDA YAPTIĞI YOLCULUK. şimdi sen: KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ; GÖKYÜZÜNE BAK, GÜNEŞ DOĞARKENKİ SARIYI VE BATARKENKİ KIZILI HİSSET. KUŞLARIN ŞARKISINA, YAPRAKLARIN HIŞIRTISINA EŞLİK ET. SESSİZ SEDASIZ ÖZGÜRLÜKLERİNİ DOLDUR RUHUNA. Kırmızı başlıklı kız mıydı elmayı yiyen:) elma kurdu mu? Yoksa kırmızı başlıklı kızı mı kurt yiyordu?.. Masallar dayanışsın benim hatırıma.. PAMUK PRENSES KISKANSIN SENİ, İLLA DA KÜLLÜ PRENSES OLMAK İSTERSEN. BU MASALDA HEP GÜL; ÇÜNKÜ BİR VARSIN, BİR YOKSUN... KURBAĞALAR ÖPMEDEN PRENSİN SENİ BULSUN. İYİ Kİ VARSIN. İYİ Kİ DOĞDUN! (AYÇA'YA)

Melike Meral 15.11.2011

Dikkat! Yer bildirimleri... Yeniçağ dedikleri bu olsa gerek… Konuşma süreleri kısaldı, kelimeler azaltıldı! Anlatılmak istenilen her şey kısa ve öz olarak kayda alındı… Evet, günlük hayatımızın vazgeçilmezleri oldu, söylemek istediklerimizi artık "kısa mesaj" yoluyla iletiyoruz. Artık sosyal medya aracılığı sayesinde 140 karakterle göndermelerimizi yapıyoruz ve dahası yer bildirimleri… Aslında, anlatmak istediğim şey de tam burada başlıyor: Yer bildirimi! Oldukça güzel bir kış günü -soğuk sanılmasın, malum havalar güzel gidiyor- İzmir için bunu demek mümkün en azından… Ve zır zır çalmaya başlayan telefon, bakmadan açmayı alışkanlık haline getirmiş ben... "efendim günaydın" sözüyle günümün pek aydın olmayacağının ilk adımlarını sanırım atmış bulundum. Kısa bir giriş konuşmasından sonra, heyecanlı bir ses tonuyla "hazırlan gitmeliyiz" sözüyle ne anlatmak isteyebilir diye düşünmeye başlamıştım ki! Yer bildiriminin gelmiş olduğunu gözüme sokarcasına… "Gitmeliyiz"e karşı "hayır gitmemeliyiz" her ne kadar içimden bu geçmiş olsa da bu kadar hevesli bir arkadaşıma bunu yapamazdım... Hayır, diyemedim.


Ama kızlar bilemiyorum?

Evet, kısa bir hazırlık sürecinden sonra sabah kahvaltısının yer bildirimine göre olması gereken yere doğru yollara düştük. Güzel bir kahvaltıydı, en azından kendi adıma bunu söyleyebilirim ama şaşkın arkadaşım kahvaltı etmek yerine uzaktan seyretmeyi tercih etti. Kızların bazı durumları gerçekten anlaşılamayabilir… Erkek olsa mesela gelir, "günaydın kızlar yer açın" der… daha gizemli daha heyecanlı olmayı mı tercih eder

Ben kahvaltıdan sonra eve gitme ihtimalini düşünürken yeni bir yer bildirimi… Kahvaltı güzeldi ama şimdi… "O an anlamalıydım." Evet, başka bir yere doğru yol alma vaktiydi. Anladım ki gün bitimine kadar dedektifçilik oynayacaktık… Ve takip etmeye koyulduk heyecanlı da olamaya başlamıştı doğrusu ama gene de pişmanım, o telefonu açmayacaktım. Yeni adresimiz güzel bir sahil kafesiydi, gazeteler alınmıştı kahveler de içilmeye hazırdı. Tabi yine malum masalar görüş alanında ama görünmeyecek türde bir ayarlanmayla… "Ya da biz mi öyle zannediyorduk?" Ben gazetemi okuyup kahvemi yudumlarken, arkadaşım dertlenmeye başladı, "kendimi göstersem mi göstermesem mi" psikolojisine bürünmeye başlamıştı, bense hiçbir şekilde yorum yapmamaya özen gösteriyordum çünkü konuşmaya başladığım an "tamam gidiyorum" diyeceğini biliyordum ki bu da benim işime gelmezdi aslında. İnanılmaz bir gözlem keyfi içindeydim. Her neyse uzun bir oturma sürecinden sonra… Ah o yer bildirimleri, yeni bir bildirme ama bu sefer bizim gidebileceğimiz bir türden bildirme değil spor salonu evet, artık eve gidebiliriz dediğim an saçmalama biz de gidiyoruz diyen çılgın bir aşığa ne diyebilirsiniz ki… Hayır, artık eve gidiyoruz dedim… Ki spor salonu önünde beklemeye koyulduk. Saatler geçti bense suskunluğumu bozdum ve "beklemeye gerek yok, buradan evine gider" dedim. Gidelim artık biz de diyip homurdanmaya başladım ama nafile, bekledik sabırla. Ben müzik kanallarını değiştirip ruh halime uygun müziklerin keşfini yaparken âşık arkadaşım seyre dalmış vaziyette izlemekte. Orada da uzun bir zaman geçirdikten sonra yeni bir yer bildiriminin ev olmasını içtenlikle arzu ederken… Bir yer bildirimi daha, alışveriş zamanı… Hâlbuki erkeklerin alışverişte zaman harcamışlıkları görülmüş şey değildir! Kaldı ki bir kız kadar vakit harcamaz herhalde diye düşünürken alışveriş yolları gözüktü. Ama önce evine gidip duş alması gerekiyordu ki öyle de oldu hayret yer bildiriminde belirtmemişti şaşırdım tabi ki! Biz takip durumunda olduğumuz için evinin bildiriminde görmüş bulunduk. Bu seferde kapıda beklemeye başladık…


Kısa sürer umudu ile alışveriş yolu olan Forum Bornova'ya doğru yolculuk yaptık tabi ki alışverişte takip edebilecek kadar çılgın bir âşık olabileceğini düşünmüyordum. Yanılmışım! Zevkleri konusunda ön bilgi edinmesi gerekiyormuş. Kısa süreli olacağını düşündüğüm alışveriş 1-2 saat sürdü en nihayetinde alışveriş bildirimi de sona erdi. Artık ne bildirimi olursa olsun eve gidecektim sıkılmış, bunalmış durumdaydım yeter, imdat pozisyonunda çıldırmak üzereydim ki yeni bildirim akşam konseriydi. Konsere de gidecek halim yoktu, koca bir günü oradan oraya çılgın bir âşıkla geçirmiştim ama… Neyse ki iyi tarafından bakmak lazım akşama çok vardı… Konserde buluşmak üzere ayrıldık 2-3 saat sonra tekrar buluştuk inanılmaz bir takiple görüş mesafesinde kaldık. Her neyse güzel şarkılar eşliğinde eğlenirken göz mesafesinin git gide yaklaştığını gören ben şaşkınlıkla geliyor buraya doğru dedim ki… Kızlar bugün sizi çok yordum değil mi? dedi. Bense yerin dibi nerede acaba oraya girmek istiyorum dedim. Âşık arkadaşımsa gayet soğukkanlıydı, şaşırdım… Lafı değiştirmeye çabalarken gayretimi anlamış olacak ki bizi daha fazla utandırmadı… Her neyse en azından mutlu sonra bitebilme ihtimali yeryüzünde kalmama bir sebep olabilir diye düşünüyorum. … Sosyal medya aracılığı ile yer bildirimlerinin de hayatımıza girmesi, önemsediğimiz insanları takip edebilecek derece kadar getirmesi ya da "ah be orada olmak vardı şimdi" düşüncesi artık kanıksanmayacak bir şekilde hayatımızda… Ayrıca yer bildirimlerinin reklam üzerinde de etkisi oldukça fazla birden fazla kişi aynı yer bildiriminde bulunuyorsa eğer o yeri merak etmemize sebep olabiliyor. Kazançlı taraf takip eden taraf mı, takip edilen taraf mı, yoksa reklamı yapılan taraf mı bilemiyorum? Sonuç itibariyle; Dikkat! Ya takipte ya da takiptesiniz… Belki mekân da belki de insanda…

Ece Çekiç


Bayanlarda Ayrılık Ertesi Sendromu Bir yerde okumuştum erkekler, kadınlardan daha çok aşk acısı çeker diye. Külliyen yalan! Siz hiç gördünüz mü, eve kapanıp kendini yemeğe veren, her şarkıda usul usul ağlayan, kendini karılı kızlı ortamdan uzak tutan erkek? Göremezsiniz. Önce aşık ederler kendilerine, sever gibi yaparlar, sonrada “Sana aşığım sandım, affet, hoşça kal” diyip terk ederler. Geriye bir tek siz ve paramparça kalbiniz kalır. Ayrıldıktan sonra en zor gün ertesi gündür. Alışmışsınızdır, telefonu açtığınızda; ondan gelen “Günaydın sevgilimmm” mesajıyla güne başlamaya. Kahvaltı bile edemezsiniz. Uykusuzluğunuza, şişen gözlerinizden bariz çirkinliğinize bir de iştahsızlık eklenir. O gün makyaj yapmak bile anlamsızdır. Onun için süslenirsiniz çünkü genelde. Biz bayanlar alışmışız fazlasıyla, ayrıldıktan sonra ağlamaya. Kalbimize giren her yakışıklının gitmesinden sonra eve kapanmaya, yemeğe saldırmaya veya hiç yememeye, yataktan çıkmamaya vs. Saymakla bitmez kendimize yaptığımız anlamsız kötülükler. Yolda yürürken bir yemek afişi görürsünüz, “Bu onun en sevdiği yemekti” der Domino’s’a söversiniz. Radyo dinlerken bilmemnefm’de sizin şarkınız denk gelir mp3’ü parçalamak istersiniz. Yanınızdan bir adam geçer, kokusu onun kokusudur, dolan gözlerle arkasından bakakalırsınız. Etrafınıza baktığınızda onu hatırlatan her şeyi toplar sonra da, ya geri gönderirsiniz ya da atarsınız. Her hatırladığımızda içimiz burkulur çünkü, ya acıdan, ya öfkeden ya da ikisinden de.. Suçu hemen kendimizde aramaya başlarız. “Nerede hata yaptım da beni sevmekten vazgeçti?”, “Ay acaba ona mı sinirlendi?”, “Yoksa buna mı gücendi?”.. Bir belirsizlikte kendi kendimizi yakar dururuz. Onlar pişman olsalar bile bir buket çiçekle gelip özür dilemekten acizdirler. Döneceğini bilsek biz bile yapabiliriz. Değişikliğe kesinkes ihtiyacımız olduğundan kendimizi ilk fırsatta kuaföre atarız. Ardından da alışverişe adarız. Bunların iyileşmemizde çok büyük katkıları vardır. Gerçekten de, ben şuanda ayağımda en sevdiğim stilettolarım ve tırnağımda yeni yapılmış frenchlerim varken sinirlenemiyorum bile. Zaman geçtikçe ilk başlarda yalnız takılmayı yeğlerken daha sonra arkadaş ortamına takılırız. Hatta ortamdaki elleri kenetlenmiş çiftlere


imrenerek bakarsınız. Dua da edersiniz bir yandan “Lütfen onu soran olmasın, lütfen, lütfen, lütfen..”, diye. Biri dese keyfinizin içinize edilecek çünkü. O gün en yakın arkadaşınız nereye dese oraya gidersiniz. Rotanızı o belirler. Birlikte içersiniz, yürek burkan şarkılar dinlersiniz, kadere lanet edersiniz. Bu bir nebze bile olsa hafiflemenizi sağlar. Birkaç hafta-ay sonra yeniden gülümsemeye başlar ve eski halimize geri döneriz. Yeniden parlar ve ışık saçarız. Yani bunca absürt ama mükemmel şeyi yaptıktan sonra yeniden doğmamamız imkansızdır. Kesin olan bir şey varsa eğer, kadınlar daha ince ruhludur. Bu yüzden kadınlar daha çok aşk acısı çeker.

Ayşe Yılmaz

Vermeyince Mabut Neylesin Mahmut Ağustos güneşi her zamanki sıcaklığıyla yeryüzüne hükmediyordu. Biçare kalmış kuşlar, kendilerine sürekli bir gölgelik bulmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu durumdan en fazla zarar gören ise ağaçlar oluyordu. Biçare kuşların verdiği rahatsızlık yetmiyormuş gibi, ağaçlar da bu durumdan sıkılmış, Tanrı’nın onlara verdiği göreve isyan ederek yeterince hava üretmiyorlardı. Tanrı ağaçlara hareket etme kabiliyeti verseydi eğer, ağaçlar sertçe sallanır, bünyesinde barındırdığı kuşları, tekrardan ağustos güneşinin himayesine verirdi. Üstelik bununla da kalmaz, özgürlüklerine kavuşan ağaçlar, sürekli yer değiştirir, bununda etkisiyle yeryüzü garip bir hal alırdı haliyle. Tanrı insanların soluma ihtiyacını karşılayan bu canlıların isyanını duymuş olacak ki, ağaçlara rahatsızlık veren ve yine kendi yarattığı kanatlı canlıları, ağaçlardan uzaklaştırmak için, yine biz insanların doğal afet olarak tabir ettiği bir zelzele yarattı. Kanatlı canlılar bu durumu, ağaçların hareket etmesi durumuna bağladı. Korkudan ne yapacağını şaşıran biçareler, birer birer, her ne kadar da misafir olarak ağırlandıklarını düşündükleri ağaçlardan ayrılmaya başladılar. Reddedilmenin verdiği duyguyla, ebediyete doğru ilerlerken, kendini bilmez, isyankâr bir kuşun, açlığını bastırmak için yediği bir çaputun, midesinin bozulmasına yol açmasıyla, kâinatın üzerine istemsiz gübresini salıverdi. İsyankâr kanatlının istemsiz salıverdiği gübre, havada taklalar atarak, yeryüzüne yaklaşıyordu. O sırada evinden çıkıp, işe gitmeye yeltenen, yıllar önce gördüğü talihsiz bir rüya ile isminden Tıkandı Baba olarak bahsedilen zat yoluna devam ediyordu. Bir anda olan oldu. İstemsiz gübre, Tıkandı Baba’nın kel kafasında bir yer bulmuş iyice yayılmıştı.


Tıkandı Baba bu durumu kaderin cilvesi olarak değil de, tamamen şansızlığa bağladı. Atalarının sürekli olarak yinelediği ‘başına talih kuşu pisledi’ deyişi umurunda bile değildi. ‘Hay geberesice kuş.’ deyiverdi sessizce. Sonra cebinden çıkardığı mendille kel kafasındaki pisliği temizledi. ‘Zaten şu fani hayatta kısmetsiz ve talihsizim. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de dengesiz bir kuş tam kafama pisliyor.’ diyerek yoluna devam etti. Tıkandı Baba o talihsiz rüyayı görmeden önce açtığı kıraathanesine vardı, rüyadan sonra işleri ters gitmiş, birkaç oyun müdavimi gruplarından başka kimse kıraathanesine gelmemişti. Çayı bir güzel demleyip kendine bir bardak çay aldı. Ceketinin sol iç cebinden tütün kutusunu çıkarıp, bir adet çarşaf aldı ve içine bir miktar tütün koyup onu bir güzel sardı. Son kısmına da zıvanayı yerleştirdikten sonra ateşi verdi. Çayından bir yudum alıp, hayırlı bir sabah olmasını diledi. ***** O sıralarda Topkapı Sarayı’nın içi epey hareketliydi. Padişahın kıyafetleri hazırlanıyor. Sadrazamlar günün planını yapıyor ve korumaları ayarlıyorlardı. Zira o gün Sultan 2. Mahmut tebdil-i kıyafetlerini giyecek ve Üsküdar’daki reayasının dertlerini, kılık değiştirerek dinleyecekti. Bütün hazırlıklar en ince ayrıntısına kadar tamamlanmış, saray içindeki koşuşturmaca da durmuştu. Padişah bütün hazırlıkların tamamlandığından emin olup sarayından, yanında iki sadrazamı ve iki korumasıyla ayrıldı. Üsküdar’a vardıklarında, çarşıda birkaç alışveriş yaptılar. Sadrazamlardan birisi: 'Efendimiz af buyursun. Reayayı dinlemek için bizzat kıraathanelerden birine girelim. Malum, asıl dedikodu oralarda' dedi. Sultan Mahmut sadrazamının önerisine karşılık verdi: 'Bu güzel bir fikir, karşımıza çıkan ilk kıraathaneye oturalım. Hem birer Osmanlı çayı içeriz.' Kıraathane bulmak amacıyla yapılan yürüyüşün ardından, karşılarında beliren ilk kıraathaneye girdiler. Sultan Mahmut içeriye şöyle bir göz gezdirdi. Duvarda çatlaklar, duvarların alt kısımlarında ise rutubet izleri vardı. Kıraathane sahibine selam verip, içeride bulunan dörtgen masaya oturdular. İçeride onlardan başka bir de dörtlü bir grup okey oynuyordu. Gruptaki zatlar, sürekli olarak ‘Tıkandı Baba bir çay, Tıkandı Baba bir ıhlamur, Tıkandı Baba bir kuşburnu, Tıkandı Baba bir adaçayı’ cümlelerini tekrar ediyorlardı. Padişah daha fazla dayanamayıp, Tıkandı Baba’yı yanına çağırıp: 'Yahu dikkatimi çekti baba, nedir şu Tıkandı Baba meselesi' dedi. ‘Uzun mesele evladım, çook uzun.’ diye karşılık verdi. ‘Sen hele anlat bakalım. Merak ettik.’ der ve Tıkandı Baba’ya bir sandalye çeker.


Tıkandı Baba, sultanın çevresindeki iri kıyım adamlardan çekinmiş olacak ki, içinde yarattığı ufak bir korkudan olsa gerek, sandalyeye usul usul oturup başladı anlatmaya. ‘‘Bir gece yorganı üzerime örttüm ve uykuya daldım. Rüyamda ben dâhil birçok insanın çeşmesinin bulunduğu bir yere düştüm. Bütün çeşmeler güzel güzel akıyordu ama benimkinden bir bir damlalar düşüyordu. Yahu herkesin ki ne güzel akıyor, benim ki niye akmıyor diye, yerden bir çomak aldım ve su akan oluğu oymaya başladım. Oyarken çomak oluğun içinde kırıldı ve daha az akmaya başladı. Çomağın elimde kalan parçasını yere atıp, elimle oluğu açmaya çalıştım. Bu seferde iyice tıkanıp hiç akmamaya başladı. O sırada bir aydınlık oldu ve nur yüzlü bir melek gördüm. ‘Tıkandı baba tıkandı, uğraşma artık.’ deyip birden kayboldu. O gün bugündür, ne işlerim rast gitti ne de hayatım. Kısacası nefsimin kurbanı oldum. İşte şimdi buradan kıt kanaat geçiniyoruz.’’ dedi.

Sultan Mahmut, Tıkandı Baba’nın anlattıklarından epey etkilenmişti. Biraz dozunda sohbetin ardından çayları bitmiş, saraya doğru yola çıkmışlardı. Saraya vardıklarında, Sultan Mahmut sadrazamlarına dönüp, ‘Bir ay boyunca Tıkandı Baba’ya saray baklavası gönderin, baklavanın altına da bir adet saray altını koyun.’ dedi. Sadrazamlar gerekli şahsiyetleri bu hadise ile görevlendirdi. Baklava hazırlandı, saray altını da iyice gizlendi ve Tıkandı Baba’nın Kıraathanesine gönderildi. ****


Tıkandı Baba baklavayı teslim aldıktan sonra, kıraathaneyi kapatıp, eve gitmek için yola koyuldu. Yolda elinde baklavayla ilerlerken, yanına bir adam yaklaşıp, ‘Tıkandı Baba hayırdır, akçeyi buldun galiba, elinde güzelim baklavayla gidiyorsun eve.’ ‘Yok, be evladım, hayırseverin biri göndermiş, Allah razı olsun.’ ‘Ne yapacaksın bu kadarını, bak istersen ben bunu senden satın alayım ha, ne dersin? Hem eve baklava yerine birkaç çeşit bakliyat götürürsün.’ Tıkandı Baba için daha makul olduğundan adamın önerisini kabul etti. Baklavayı satın alan zat, evine götürdüğü baklavayı ailesiyle birlikte bir güzel mideye indirdi. Eee tabi, baklavanın içine gizlenmiş altını da görünce sevinçten havalara uçtu. Ertesi gün, Tıkandı Baba’ya baklava yeniden geldi. Yolda ilerlerken yine aynı adam, yanına yanaşıp, aynı teklifi yaptı. Tıkandı Baba’da kabul etti. Bu hadise tam bir ay boyunca devam etti… Gelgelelim bu hadisenin sonu da baklavaların bir ayın sonunda gelmemesiyle bitti. Sultan Mahmut durur mu? Bu sefer hiç kılık değiştirmeden, Üsküdar’a doğru, Tıkandı Baba’nın ekmek teknesini teftiş için yola çıktı. Kıraathaneye vardıklarında Tıkandı Baba sabah çayını içmiş, etrafı bir güzel süpürmüş, kıraathaneye gelen dört kişilik okeyci gruba çay veriyordu. Sultan Mahmut kıraathaneye baktığında hiçbir değişiklik göremedi. Velhasıl kıraathane daha kötü bir hal almıştı. ‘Tıkandı Baba, bize birer çay ver bakalım.’ diye sesleniverdi Sultan. Tıkandı baba, daha önceden yanında iri kıyım adamlarla gelen bu zatın, Osmanlı İmparatorluğu’nun Padişahı ve tüm İslam âleminin halifesi olduğunu anladı. İçinde hafif bir sevinç ve sadakat belirtileri barındıran bir tebessümle, ‘Sultanım af buyursun, hoş gelmiş sefa gelmiş, buyurun şöyle, şeref verdiniz.’ dedi. ‘Yahu Tıkandı Baba, sana bir ay boyunca bir tepsi baklava yolladım. Ama görüyorum ki, mekânın hala yıkık dökük.’ diyerek, Tıkandı Baba’ya baktı. Tıkandı Baba, olayları dili sürçerek, kem küm anlattı. Sultan Mahmut gülerek sözünü kesip, ‘Tamam baba tamam, olay anlaşıldı. Kalk gel benimle gidiyoruz.’ dedi. ***** Topkapı Sarayı’na yapılan kısa bir yolculuğun ardından, Sultan Mahmut, Tıkandı Baba’yı sarayın hazine odasına götürdü. Odanın içi altın doluydu. ‘Bak Tıkandı Baba, orada bir kürek bir de kova var, küreği eline al, bir seferde küreğe ne kadar altın gelirse hepsi senin.’ dedi.


‘Ama nasıl olur Sultanım, ben bu kadar altını hak edecek ne yaptım.’ ‘Orasını Allah bilir. Hadi ne duruyorsun.’ Tıkandı Baba emri aldıktan sonra, küreği eline aldı ve altınların arasına daldırdı. Ama gelgelelim, hayatında bir kereliğine verilen bu şans onu o kadar heyecanlandırmıştı ki, heyecandan küreği ters vurdu. Küreği kaldırdığında, üstünde sadece bir altın vardı. Zavallı adam ağlamaklı, onu da kovaya koyayım derken yere düşürdü. Altın yuvarlandı, yuvarlandı, Sultan Mahmut’un tam ayağının önünde durdu. Sultan Mahmut yere eğilip altını eline aldı, önce yukarıya, sonra Tıkandı Baba’ya baktı ve… ‘Eee vermeyince Mabut, neylesin Mahmut.’ -Son-

Tuncay Ünaydın

Hiç Kimse Kraliçe Elizabeth'i Kıskanmaz ki... Her yetişkinin hayatında iki büyük aşk öyküsü vardır. Birincisi karşı cinsin sevgisine ulaşmanın öyküsü; ikincisi de dünyanın takdirine, saygısına ulaşmanın, bir statü edinmenin öyküsü... Hepimiz dünya üzerinde kendimize bir yer edinmek isteriz. Kendimize açacağımız bu yerle ilgili endişeler vardır kafamızda. Kim olursak olalım, hangi sosyal sınıfa ait olursak olalım, yeterince iyi bir statüye sahip olduğumuzdan tam olarak emin olamadığımız zamanlar olur. Sanıldığının aksine çok zengin olanlarda, çok ünlü olanlarda ya da çok yüksek mevkilere gelmiş olanlarda bile vardır bu endişe. Onların da fethetmek istedikleri insanlar vardır. Onlar da kendilerine seçtikleri hayat gözlemcilerinden sürekli daha yüksek puanlar almak için çaba gösterirler. Seçtikleri bu gözlemciler bazen onların rol modelleri bazen yakın arkadaşları bazen eşleri ya da anne babalarıdır. Hayatta kendimize ne kadar iyi bir yer açmış olursak olalım, yine de onaylanmak isteriz; çünkü kendi değerimizi kendi gözlerimizle değil,


başkalarının gözleriyle görme eğilimimiz vardır. Değerimizi ölçerken başkalarının aynalarından yansıyan görüntümüze bakarız. Özellikle bazı insanlar için takdir görmek, ekmek kadar su kadar hayati bir ihtiyaçtır. Çoğu insan için, statü güç verirken eksikliği de bir hiçlik duygusu yaratıyor. Statü eksikliği bir varlık sorunu, statü kaybı da yok olmak anlamına geliyor. İnsanlar arası en büyük kıskançlıklar da buradan çıkıyor işte... Hiç kimse Kraliçe Elizabeth’i kıskanmaz; ama okul arkadaşının daha iyi bir konuma gelmesi acı verir. Statü edinme çabası kendinden çok yukarıda olanlarla değil, kendine benzeyenlerle yaşanılan bir rekabettir. Bu duyguyla kavrulanlar, sürekli birileriyle yarışanlar kendilerine eş değer gördükleriyle yarışır. Meseleleri kendileriyle aynı sosyal çevreye ait olanlarladır. Yoksa Kraliçe Elizabeth’le kimin ne alıp veremediği olabilir ki? Statü arayışı insanlık tarihi kadar eskidir değerlerine kendini kaptıran, kimliksiz, zannettiklerinin aksine, statü sahibi olmak için Zenginliğin statü sağlaması gibi sanatta, bilimde bir mevkiye ulaşmak da statü sağlar. Statü, ulaşmak demektir.

herhalde... Günümüz özelliksiz insanların tek bir yol para değil. ya da siyasette yüksek toplumda ayrıcalıklara

Tarihte statü sadece maddi değerlerle ölçülmüyordu; ama günümüzde statü daha çok maddi başarılara endekslendi. Bugün statü, herkesin imrendiği ama çok az insanın sahip olduğu ayrıcalıklar, büyük evler, pahalı arabalar ve eşyalarla ölçülüyor. Bu yüzden göze göz, dişe diş bir rekabet hayatın her alanını kaplıyor. Para statüyü de satın alıyor ve böyle elde edilmiş statüsü olanların sözleri daha fazla dinleniyor, çevreleri onların yaptıklarını daha çok onaylıyor, komik olmayan esprileri bile komik bulunuyor. Hataları ve bariz cahillikleri bile hoş görülüyor. Yüksek statü, sahibine güç ve özgürlük veriyor. Ay çiçeklerinin güneşe dönmesi gibi insanlar yüzlerini güçlü olana doğru çeviriyorlar. Statü sahibi olanlar da bu ilgi nedeniyle kendilerini önemli ve değerli hissediyorlar. Gerçeğin böyle olmadığını içten içe bilseler bile... Bu durum hiç kuşkusuz insan doğasının bir zayıflığı. Bütün dinler, bütün kişisel gelişim kitapları insanın bu zafiyetinden kurtulması gerektiğini söylese de insanlar kendi doğasını terbiye edip olgunlaşmak yerine bu zayıflığının şehvetiyle yaşamayı tercih ediyor. Ruhlarının bu zayıflığı imkan bulduğu zaman zapt edilmez olabiliyor. Satın alınmış, sahte bir statü sahibi olmak insanı daha kaprisli ve şımarık yapıyor. Gitgide daha abartılı bir hal alıyor. Statü markalarının hayatlarındaki önemi de, içlerini kemiren güvensizlik duygusunda gizli... Statü arayışı sadece zenginlere özgü bir arzu da değil artık. Sınırlı geliri olan insanlar da temel ihtiyaçlarından bile fedakârlık


edip kendilerine statü sağlayacak markalara sahip olmak istiyorlar. Bu eşyalar daha kaliteli, çabuk eskimeyecek, yıpranmayacak özelliklere sahip oldukları için değil... Cep telefonları, çantalar, giysiler bu amaca hizmet ediyor. Bu arzuya hitap eden markalar insanların kimlik yaratma projelerinin ayrılmaz bir parçası oluyor. İnsanlar bu markaları tüketerek kendi kimliklerini üretiyorlar. Her toplumun kendine özgü kültürü, statüyü nasıl algıladığını belirliyor. Bizim toplumumuza göre, bir insanın nüfuz sahibi olması, ayrıcalıklı bir konumda bulunması hiç de yadırgatıcı bir unsur değil. Bu nedenle Türkiye'de insanlar statü elde etmek için diğer toplumlara göre daha fazla çaba gösteriyorlar. Cep telefonlarının veya teknolojik ürünlerin Türkiye'de çok hızlı bir yer edinmesinin nedeni burada gizli herhalde. İnsanlar kendi gelirlerinin daha üzerindeki markalara sahip olmak için bütçelerini zorluyorlar. Prestij markalarının yalın bir kurgusu var. Bir markanın statü simgesi olması için o markanın herkes tarafından tanınması; ama çok az sayıda insan tarafından ulaşılabilir olması gerekir. Büyük bir markanın sahtesinin geniş kitleler tarafından kullanılması, o markanın tanınmasına büyük katkı sağlar; ama markayı herkesin kullanması o markayı statü simgesi olmaktan uzaklaştırır. Büyük lüks markalarının taklit edilmekten bir taraftan memnuniyet duyması diğer taraftan da sahtecilikle savaşması bu nedenledir. Herkesin ulaşamayacağına ulaşmak statü sağlıyor; ama statü sahibi olmak kalıcı bir durum değil. Statü sahibi olmanın içeriği zaman içinde hep değişir. Dünün statü simgeleri bugün bir anlam ifade etmeyebilir. Endüstri devrimi büyük kitlelerin neredeyse her ürüne sahip olmasını mümkün kıldıkça prestij arayanlar daha ender bulunan “şeylerin” peşine düşüyorlar. Ayrıcalıklı azınlığın statü arayışı daha da ender bulunan ürünlere doğru kayıyor. Artık bu azınlık sınırlı sayıda ya da sadece bir tane üretilmiş olan ürünleri talep ediyor. Diğer taraftan lüks olana daha çok insanın ulaşması sonucu, statü artık ürünlerden deneyimlere doğru kayıyor. Bugün bazı markalar, sadece ayrıcalıklı bir grubun satın alabileceği deneyimler sunuyor. Kalıcı olmasa bile yoğun ve prestijli bir deneyim yaşamak pekala bir statü sembolü olabiliyor. Yeter ki bu deneyimlerin herkesin imreneceği bir öyküsü olsun ve bu deneyimi çok az sayıdaki özel bir grup yaşasın. Statü, sadece sahip olmakla ilgili bir kavram da değil. Sadece almak değil vermek de statü getirebilir. Kamuoyunun ilgisini çeken senfonik orkestralara, modern sanata, müzelere ya da elit sınıfın önemsediği toplumsal hareketlere hesapsızca para yatıran birçok hayırsever var. Bu insanlar bu yatırımları yaparak herkesin imreneceği bir hikâye anlatabilme ayrıcalığına ulaşıyorlar, statülerini yükseltiyorlar.


Statü arzusu, sosyal basamaklarda bir üst sıraya çıkma arzusu... Ne kadar soylu bir edayla yapılırsa yapılsın bu arzunun içinde karanlık bir taraf da vardır aynı zamanda. En iyi kalpli olanlarımız bile içindeki şeytana yenilir bazen. Bence statü arayışına cevap veren markalar hayatımızdan hiç çıkmayacak; ama diğer taraftan da yaşadığımız çağda bunun tersine gelişen akımlar yükseliyor. Son yıllarda insanın egosunu terbiye etmesi, kişisel gelişim, doğallık, sadelik ve sahicilik yükselişteki yeni değerler oldu. Bu değişiminin, zamanla maddi statü simgelerini dengeleyeceğini düşünüyorum. Nasıl artık çok enerji tüketen ultra lüks arabalar yerine daha çevre dostu araçlar kullanmak daha havalı olmaya başladıysa daha fazla tüketmek yerine daha az tüketmek ve sadeleşmek de zaman içinde daha fazla tercih edilecek bir yol olabilir. Statü arayışı insanın içinde var olan aşağılık kompleksinin dışa yansımasıdır. İnsani zayıflıkları fazla olanlar daha fazla gösteriş ve statü sembollerine bel bağlarlar. Ne yazık ki insan doğasının, soylu tarafları kadar böyle sefil yönleri de var...

Evren Kır

Editör'den... Hep dile getirdiğim üzere, 01 Ocak 2012, yeni bir yılın ilk günü. Temennim, yalnızca yeni yılı değil, yılbaşı ya da yaş günü gibi özel günlerde hissettiğimiz yaşam sevinci ve coşkuyu hayatımızın her yeni gününe yansıtmayı başarabilmemiz. Unutmayalım, bugün hayatımızın geri kalanının ilk günü! YENİ GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN. Beraberce, nice mutlu günlere…

Engin Enginer ..EnginDergi.. Aralık 2011 sayı-24 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.