engindergi-s26

Page 1

EnginDergi Y覺l: 2012 - Say覺: 26


Fotoğraf: Oğulcan Metin Model: Deniz Denizel

"İnsan dediğin gözden görüşten ibarettir. Nasıl bakarsın öyle görürsün." Mevlana


İçerik; Sy.02) Model: Deniz Denizel / Fotoğraf: Oğulcan Metin Sy.04) Misafirhane – Engin Enginer Sy.06) Hoşgeldiler Hayatına 'Hoş'kalsınlar Hatıralarında... – Ece Çekiç Sy.08) İncitmeyecek Kadar Uzak, Üşümeyecek Kadar Yakın... – Evren Kır Sy.09) 29 Şubat Gibi – Serenay Öztürk Sy.10) Kaçak '05 – Işık Yavuz Sy.10) Jamais Vu IV – Esra Alp Sy.11) Aşka Yazılanlar '01 / Bilirim – Tuncay Ünaydın Sy.12) Kader Diyorum – Kezban Şahin Sy.12) Üçüncü Tekil Şahıs – Ayşe Yılmaz Sy.13) Oda – Derya Derin Sy.14) Vive mon professeur! – Bora Eke Sy.15) Kişisel İlişkiler ve Atomu Parçalama Yöntemleri - Öz'lem Eker Sy.17) 180° Tutturamıyorum(!) – Evrim Yılmaz Sy.18) En Kötü Film Hangisi? – Alp Saldamlı Sy.21) Sonsuzluk – Deniz Denizel


Misafirhane Farkındalık kavramı bambaşka bir olgu. Öncesinde Algıda Algısızlık yazımda da nispeten değindim bu konuya. Okumak gerçekten önemli. Okuma alışkınlığı olmayan insanlar neler kaçırdıklarını bir bilseler... Farkındalığa sahip olmak pek de kolay olmadığı gibi; aşamaları da mevcut. Siz farkındalık sahibi birisi olarak doğru yolda gittiğinizi düşünürken, aslında yolun olmadığını farketmeyebiliyorsunuz bile. Üstelik yalnızca farkındalık sahibi olmak da uygulamaya geçmek için yeterli değil. En basit örneği; sigaranın zararlarını en iyi bilen meslek grubu olan hekimlerimizin ne yazık ki büyük çoğunluğunun sigara kullanıyor oluşu. Oysa biz farkındalıklarımızı artırmak yerine çoğunlukla kulp uydurmayı tercih ediyoruz. “Sigara içmek zararlıdır biliyorum ama ...” ile başlayan cümleler peşi sıra geliyor. Din, siyaset, insan ilişkileri, zararlı alışkanlıklar, konu her ne olursa olsun; kişi yapmak istedikleri doğrultusunda kuralları esnetip kendisine göre uyarlayabiliyor. Günlük hayatımızda sıklıkla karşılaşabiliyoruz bu durumla. Siz yüzde yüz haklı olduğunuz halde kazanan karşı taraf oluyor. Bunu sağlayan şey ise o konuda karşı tarafın farkındalığının sizinkisinden fazla oluşu denebilir. Kazanmasını sağlayan; daha farklı açılardan bakmayı başarabilmesi veya sandığınızın aksine gerçekten de haksız olmanız olabilir. Şimdi gelelim bir sonraki aşamaya; aslında özünde haklılık veya haksızlık, doğru veya yanlış olma diye bir durum da yok. Ne demiş Mevlana; “Yanlış ve doğru davranmayla ilgili fikirlerin ötesinde bir yer var. Seninle orada buluşacağım.” Yargısız olabilmeyi başarabilmek önemli, önemli olduğu kadar da zorlu bir süreç. Günlük yaşantımızda olaylara farklı açılardan bakmayı denediğimizde önyargıların günümüzü ne kadar da zorlaştırdığını daha iyi göreceğiz. Ben, bizzat ciddi önyargıları olan ve dünyaya eleştirel gözlerle bakan birisi olarak farkındalık sahibi olma sürecinde geçtiğim aşamaları düşündüğümde hayrete düşüyorum, ki farkındalık artıkça inanın sizi şaşırtacak durumlar gittikçe azalıyor.


Yaşam zaten yeterince zor, neden insanlar el ele verip hayatı kolaylaştırmaya çabalayacaklarına diğerlerine önyargıyla yaklaşarak bazı şeyleri daha da zorlaştırıyorlar ki... Lütfen 'ama' içeren cümleleri azaltmaya, kendimiz ve çevremiz için hayatı kolaylaştırmaya çalışalım. Unutmayın, iyilik karşılık beklenmeyen bir tutumdur. İnanın eğer gerçekten yüreğinizden gelerek yaparsanız verdiğinizden fazlasını alacaksınız. Misafirhane

Engin Enginer

İnsan kısmı bir misafirhane, Her sabah yeni birisi gelir. Bir sevinç, bir bunalım, bir zalimlik, Aniden farkına varmak bir şeyin, Hepsi beklenmedik misafir. Hepsini karşılayıp eyle! Evini vahşetle süpürüp, Bütün mobilyalarını boşaltan Bir kederler kalabalığı bile gelse. Her geleni alnının akıyla misafir et. Olur ki yeni bir zevk getirmek için Boşalttılar evini. Karanlık düşünce, utanç ve garez, Hepsini gülerek karşıla kapıda Ve buyur et içeri. Minnettar ol her gelene Kim gelirse gelsin. Çünkü bunların her birisi Öte taraftan bir kılavuz Olarak gönderildi.

Mevlana


Hoşgeldiler Hayatına 'Hoş'kalsınlar Hatıralarında... Hayatında, "o" durdukların biraz mola verip nefes aldıkların belki de huzur buldukların... Şimdilerde sessizliğinde kalmış gibi isimleri yüzleriyse anılarında dağıtılmış sanki. Belki de içinde saklı içten içe kızıyorsun, kırılıyorsun küsüyorsun. "Şimdi" bir var oldular "sonra" yok oldular gibi hissediyorsun ve özlüyorsun belli ki... Uzaktan geldiler hayatına, kalbinin mesafelerine girildi dağıtıldı belki kalbin, ortada kaldı kimi zaman seçimlerin mantığından geçti kalbinde kaybetti. Zaman aşımında kırık bırakıldı kalbin geçmeyi beklerken, her gelenin yeni adlarıyla anıldı ismin "biraz iyi oldum" derken. Andın her gideni kalbinden... Bazen tanışmaktı umudun duymaktı sesini en azından ismini öğretmekti isteğin yani duygularındı emin olabildiklerin, heyecanındı korkundu, cesaretsizliğin suskun kalışındı belli ki... Adımların bundandı geri atmak istemediğin adımlarından emin olmaktı istediğin... Zordu bazen anlatabilmek önyargının ağırlığını kısıtlı zamanlara sığdırılmış tanışmışlığı bu yüzden unutulmuştu içten varlığın sevginin, önyargıdan kaybetti mi artık tüm içtenliğin gerçekliğin? Mutlu olmaktı her kimse hayatında olan bütün kalabilmek adına gerçekliği araman hani vardır ya, yalandan dolandan palavradan bol bol etrafına dağıtan ondandı gerçekliğin mutluluğunu araman. Bulanık kalbinde bulabilmekti anlatabileceğin "o" kimseyi...

sözlerinin

gerçek

anlamlarını

Ne çok oldular bu insanlar! Dediğin oldu söylenmemesi gereken cümlelerinde ama artık çok geç çıktılar dilinden artık sahibi söylendiğindi. Avazın çıktığı kadar bağırmak istediğinde oldu ya da kimse görmesin beni bilmesin dediğin çokça zaman yalnızlığına sığındığında oldu... Unutmak istediklerinde oldu, dünde bıraktıkların "bugününde" izlerini taşıdı bu yüzden hep yükü ağırdı unutulanların... Geçmiş zamanda yaşadığın oldu geçmemişlerle üstelik yarını düşlerine sığdırdığında oldu... Şimdilerini hep unuttun telaşından yaşanmadan bitti artık "o" şimdilerin yok gibi...


Çok güvendiğin oldu koşulsuz sevdin. Kimine "dostum" dedin. Kimine göre zaten düşmandın geç öğrendin. Ne çok geldiler hayatına ne çabuk çıktılar yine hayatından çoklarını yaşadın her biriyle çok inandın mesela çok güvendin çok sevdin ama hep zamanında dedin, "sevdim" "inandım..." zamanında gittiler. Belki de unutulmayı bekliyorlardır kalbinde her gelene "hoşgeldin" dedin hoşçakal demek gelmedi içinden ama her gidende hoşçakaldı dilinde... Her gelen bir şey bıraktı hayatına bir "iz" bir "an" oldu sende kalan... Biraz gülümsedin herkese biraz da karamsardın kendine... Yaşadım dedin! Yaşadıkların hatıralarında şimdi...

ne

isimlere

ne

yüzlere

tanıktı

ama

Ne çok oldular bu insanlar yoklar şimdi! Kötü andın "o" dediklerini çok sevdin "benim" dediklerini... Her gelende gidende bir şey öğretti sana bu yüzden hoşgeldiler hayatına her gidense hoşçakalsın hatıralarında...

Ece Çekiç


İncitmeyecek Kadar Uzak, Üşümeyecek Kadar Yakın... Çok eski zamanların dondurucu bir kışı yaşanırken, bütün hayvanlar acımasız soğuktan çok etkilenmiş ve çok büyük kayıplar vermişler. Ama en çok kayıp veren kirpilermiş. Çünkü onların pek çok hayvan gibi kalın kürkleri olmayıp, kendilerini sıcak tutması mümkün olmayan dikenleri varmış. Bu durumdan çok endişe duyan kirpiler, en az zararla kışı geçirebilmek için meclislerini toplamış ve çözüm aramaya başlamışlar. Tartışa tartışa, nihayet gece olunca tüm kirpilerin bir araya toplanmasına ve birbirlerine çok yakın durarak geceyi geçirmelerine karar vermişler. Böylece kirpiler birbirlerinin vücut sıcaklığından yararlanacak ve aralarındaki hava akımını önleyerek donmaktan kurtulacaklarmış. İlk geceki deneyimlerinde bunun işe yaradığını görmüşler. Ama daha önce hiç ön göremedikleri bir başka problem çıkmış ortaya. Üşüyen kirpiler birbirlerine fazla yaklaştıklarından kirpiler birbirlerini sivri oklarıyla yaralamışlar. Daha sonraki gece yaralanma korkusundan dolayı kirpiler, bu defa da birbirlerinden uzak durmuşlar ama bu seferde donmaktan kendilerini kurtaramamışlar. Her gece, bazen uzaklaşarak bazen de yakınlaşarak, deneye yanıla birbirlerinin vücut sıcaklığından yararlanacak kadar yakın, ancak birbirlerini incitmeyecek kadar uzak durmayı öğrenmişler. Bu da hayatta kalmalarını sağlamış. İster kabul edelim ister etmeyelim, hepimizin bizi kaplayan uzun dikenlerimiz var. Bunlar, bizim hayata karşı savunma mekanizmalarımız, filtrelerimiz... Bazen faydalı, bazen de zararlı. Çoğu zaman, kimseleri yaklaştırmıyoruz yanımıza, korkutuyoruz onları oklarımızla veya başkalarının oklarından korkuyoruz kendimiz... Filtrelerimizden elemeden kimseleri sokmuyoruz özel dünyamıza, sınamadan geçit vermiyoruz. Ne var ki, hayatta kalabilmek ve sıcaklık ancak yakınlaşmakla, birlikte hareket etmekle mümkün olabiliyor. Ama, yakınlıklar da zarar veriyor bazen... Herkes önce kendi oklarının sorumluluğunu alıp, karşısındakiyle en uygun mesafeyi hemen ayarlayabilmeli aslında. Bu hikaye hayatta incinmeden ve incitmeden kalmamızı sağlayacak sihirli bir yaşam dersi... Yeni dünya düzeni, insan ilişkileri birçok çelişkiyi de içinde barındırıyor. Bu çelişkiler içinde, birbirini incitmeyecek kadar uzak, hayatın soğuk, çelişkili ve zor zamanlarında üşümeyecek kadar da birbirimize yakın olmayı öğrenmek önemli olan...


Biz içinde, ben olma çizgisi öyle ince bir sınır ki, tanımlamak kadar, yaşamak da zordur. İnce bir beceri gerektirir. Kendin yok olmadan, diğerinin kimliğinde erimeden ve bunu yaparken de hırçınca bir varoluş sergilemeden, yaradılışının sana sunduğu özel yönlerini tanımak ve yaşamak… Bizim toplumsal ilişki mantığımızda; iç içe, dipdibe olmak sağlıklı bir birlikteliğin esası olarak görülür. Biraz uzak duran yadırganır, merak edilir ve çeşitli kurgularla yargılanır. Kendini beğenmekle suçlanır. Kendine alan bırakabilen, hayır demeyi başarabilen insanların, enaniyet sonucu böyle davrandığı düşünülür. Bir kirpi oku mesafesinde, ama yıllarca yıpratmadan, tüketmeden, taptaze bir sevgiyi yaşamak önemli olan… Hayatta bazı şeyler o kadar narin ki, gereken özeni vermezsen, söner ve yok olur... Eğer zaman vermezsen, nefes aldırmazsan da boğulur gider. Avucundaki küçük bir serçe gibi… Çok sıkarsan ölür, gevşek bırakırsan da uçar gider. İnce bir kavrayışta tutmak gerekir avuçlarını... Canımızı asıl acıtan uzaklıklar değil, göze alamadığımız yakınlıklardır belki de... Herkesin görünür ya da görünmez sivri okları var. Bu dönem zoru başarabilen kirpilerin dönemi... Ne çok yakın, ne çok uzak, yeterince, kararınca... Aradığımız her şeyin yanıtı doğada var aslında. İnsan yaşamına soktuğu insanlarla bir kirpi boyu mesafe bırakmalı arasında. Ne dikenleriyle kanayacak kadar yakın, ne de soğukta donacak kadar uzak olmalı. Isıtmalı ama yakmamalı, kanatmamalı...

Evren Kır

29 Şubat Gibi Hayat gibi tuhaf, Bir var bir yok, Dört yılda bir gelir, Gör görebilirsen geleni... Bekler mi diye sordun, Hayatta beklemedi beni, Tuhaftır hem de nasıl, Aynen 29 Şubat gibi...

Serenay Öztürk 12.02.2012


Kaçak '05 Yüzüm yok yeni bir sevgilinin peşinden gitmeye Yenildim hep kendime ve sessizliğe Hayat yalnızlık olarak yazılmış yüreğime Kaybetmeye alıştırdım kendimi bu büyük denizde Varsın boşluklar olsun sözlerde Belki bir anlam katar yazılmamış şiirlere Bıraktım kendimi derinliklere Boğulmak için kalıyorum orada günlerce ve gecelerce Sevmemek için kaçıyorum karanlığın çekim merkezine Ve bir ömrü bırakıyorum geride Yaşanmamış her duyguya selametle...

Işık Yavuz

Jamais Vu IV Ve bir gün Tanrı kim olduğunu unuttu. Ona seslenen kimse yoktu. Suya yansıyan yüzünde gördüğü, Sadece amansız bir korkuydu. Düşündü, durdu ve düşündü durdu. Sonunda bir yolunu buldu. Yarattığı herşey birbirini yok ediyordu. Durdu düşündü, düşündü durdu, Sonunda vazgeçti anımsamaktan kim olduğunu, Yarattıklarına baktı yalın, sade, duru, Gördü; savaşlar ve cinayetler ile dolu, Dikenli ve çalıyla kaplı bir yolu, Yürümekte olan insanoğlunu. Ve gördü Sevgi adına işlenen onca suçu, Bağışlamalıydı ya da cezalandırmalıydı bunu, Kendi adı uğruna, görevi sanki buydu. Ve bir gün Tanrı kim olduğunu unuttu, Düşündü, durdu ve düşündü durdu Sonunda vazgeçti anımsamaktan kim olduğunu. İşte asıl son evet gerçek son buydu, Yaratıcının ebedi suskunluğu.....

Esra Alp


Aşka Yazılanlar '01 Bilirim Bilirim… Yokluğunda her şeyin anlamsız olduğunu, istisnai kaideler dışında yokluğunun yaşanılamaz olduğunu, isyan etmem gereken yerde suskun kalmamın bir nedeni olduğunu… Oysa ilk görüşte aşka inanır mısın sorusunun en anlamlı cevabı sendin. Başka bir cevabı yoktu, bilirim. Başka bir cevabı olsaydı eğer, suskun olmak yerine binlerce cevapla gelirdim önüne. Geç anladım… Bilirim… İnsan değişir, senin için değiştiğimde anladım. Aşk’ı kişiliğimde bile barındıramazken, hatta ondan bu kadar korkarken. Sırf senin için devrik cümlelerden aşk yazıları oluşturdum. Kelimelerim senin için bir cümle oluşturduğunda sana bir adım daha yaklaşmanın zevkini tadardım. Geç anladım… Bilirim… Yorgunluk belirtilerimi bile ortadan kaldıran sen, gün geçtikçe en büyük yorgunluğum oldun. Yorgunluğumun eseri olarak yatağa yattığımda sen uyurdun bense seni düşünürdüm. Çalar saat sabahın köründe mecburi olarak sessizliğini bozup seni uyandırdığında, ben geceden arda kalanları topluyordum. Bazen uykusuz geçen gecelerimin adıydın, bazen de uykusuzluğumun ilacı. Bu yüzden vücudumda ki en büyük virüstün. Sen benim en büyük hastalığımdın. Bu yüzden hiçbir panzehirin yoktu. Geç anladım… Bilirim… Kişiliğimde olmadığı halde, sırf sen kabul et diye, mükemmel bir insan olduğumu kanıtlamaya çalıştığımı, hem olmadığım birinin numarasını yaptığımı hem de kendimi kandırdığımı… İnadını kırmak amacıyla türlü türlü laf cambazlıkları yaptığımı bilirim… Geç anladım… Bu yüzden… Bir sonraki hayata inanıyorsan eğer. Ruhun, bir sonraki hayatımı bulsun.

Tuncay Ünaydın


Kader Diyorum Kader hep ağlarını örer zaten.. bize kalan ağlara takılmak.. zaten tercih hakkı bizde olmuyor.. takılıp kalıyoruz öylece.. Her an seni görmenin daha doğrusu görmemenin planlarını yaparken.. bir zaman boşluğunda nasıl oluyor da karşıma çıkıyorsun anlamıyorum.. seni bu kadar isteyip de, olmaman gerekliliğine kader diyorum. Böyleymiş yazımız, yazgımız.. kavuşmamakmış bize düşen... Köşe bucak kaçarken senden, yokluğunun en koyu anında gözlerimiz buluşuyor ya.. anlamıyorum.. içimde kıyametler kopuyor, sonra sen geçiyorsun ömrümün bir yerinde. gözlerin gözlerime değiyor.. kokun içime işleyerek kaybolup gidiyor seninle birlikte... Zaten sensiz olmak epey zor, aklımdan çıkarsam kalbim söz dinlemiyor.. kalbim sussa hayallerim tükenmiyor.. yani ne yapsam hayatımın bir kıyısına, gönlümün tahtına gelip kuruluyorsun. kızamıyorum da sana, küsemiyorum. kaçamıyorum da.. kader diyorum.. Zaten aşktan da kaçılmıyor.. ama sen olmamalısın biliyorum.. kader diyorum sadece, yaşanılanlara, yaşanmamışlıklara, olmayışına kader diyorum. biliyorum kendimi kandırıyorum.. ama insan ne yapsa kaçamaz bundan senden kaçmıyorum da artık. sadece kaderin bana neler yaşatıcağını merakla bekliyorum o kadar..

Kezban Şahin

Üçüncü Tekil Şahıs Dedi ki: "Tanrıları ağlatacak kadar güzelsin" Ben neyim, kimim? Gözlerini kamaştıran güneş olmalı, ben değilim. Seninle birlikte ölmeliyim, Yokluğumda solmasın sakın hercai menekşelerin, Çok geç olmadan, Ben sana uzak olmadan gelmelisin, İyiliğin olmalı kolunda koşulsuz ve gönülden hem de, Çünkü; Sen kötüysen, acaba ben neyim?

Ayşe Yılmaz


Oda Daha ileriye gideceğim. Düşüncemin açtığı boşluğun Tüketici bir yenidenlikle Yaşamı yeniden başlatacağım. Bu sokak aralığı, gece ve köpekler… Tastamam yerindeler. Yaşam yeniden başlıyor. Bir etkinlik alıştırması gibi sokaklar. İyi niyetle benimle alay ediyor. Sisli tombul yaratıklar… Temelde içeriden oluşan bir ev; Bulmadan önce bana ait olan odayı Korkunun zapt edilemez gücüne

Fotoğraf: eyma

Bir meydan okuyuş diğer odalar… İçinde herkesin günahı olan ayna, Her zaman beni göstermez Çok mu yaşlıyım, çok mu gecikmiş? Yaşamak için! Dışarıda soğukta duran, Tüm gülümseyişleri içeriye kilitleyebilirim. Sisli tombul yaratıklar hâlâ içeride. Hırçın ve asi olan tombul canavarlar değil… Canavarların kronikleşmiş saldırganlığı, Kusuyorlar merdivenlere! Böylece tüm odalara yayılabilecekler. Perişanlık halindeki titreme, kimseye ulaşmıyor. Kaşınan dirsekler ve silikleşen siluetler… Bulmadan önce bana ait olan odayı, Dağılıyor tüm odalar…

Derya Derin


Vive mon professeur! Özgüven güzel bir şey. İnsan kendini iyi hissettiğinde kötü şeylerin hayatına girmesini engelleyen bir kalkan geliştiriyor. Bu huzur, mutluluk, ve daha iyi olma başarısı bam başka bir tat! Kalıbımda olan insani değerleri tekrar gün yüzüne çıkarıyor olmaktan duyduğum sevinç büyük. Her geçen gün daha güzel ve anlamlı olacak. Vive mon professeur! (Yaşasın Hocam) Saygı ve sevgilerimle,

Bora Eke

Hatay, İzmir, Türkiye Şubat 2012 GÜÇLÜYÜM CESURUM HAZIRIM RUHUMA ZİNCİR VURAN PALANGALARI KIRMANIN VE ONLARI SONSUZLUĞA KADAR DEF ETMENİN ŞEREFİNE!


Fotoğraflar: Bora Eke

Kişisel İlişkiler ve Atomu Parçalama Yöntemleri Merhaba sevgili okur, Yazmak için her oturduğumda beyaz ekranın karşısına önce lal olur kalırım, hangi harfle başlayacağımı bilemez, parmaklarımın anlamsızca gezinmesine takılırım. İçimde sakladığım onlarca şeyi unuturum, ruhumun derinlerinde gizlediğim bir çok şeyin nasıl bir anda kelimelere döküldüğünü şaşkınlıkla izlerim, sonrası hep aynı. Kendimle yarışırım, aklıma gelenlerin parmaklarımdan daha hızlı oluşuna alınırım, onlarca kelimenin nasıl bir anda anlamlı bir bütün oluşturduğuna şaşırırım. Ben yazarken de tıpkı yaşarken olduğu gibi karmakarışık duyguları aynı anda paylaşırım. Kendimden korkarım, kendime hayran kalırım, ağzımın kulaklarıma varmasına bakarım ama en önemlisi huzur bulur rahatlarım. Kendimin dökümünü yaptığımda kendime, bunca zamandır sadece yazıya bağlılığımı görüp hayretler içinde kalırım. Bir yazma arzusudur bendeki bir de gitme...


Soğuk havanın kendini acımasızca hissettirdiği bu gece İzmir kupamdan* yudumladığım kahvem, KOC** şarkıları, şehrin ışıkları ve lapa lapa yağan karla birleşti ve beni biraz hüzünlendirdi galiba. Çocukluk anılarım, ilk gençlik yılları maceralarım ve gençlik dönemi yaşanmışlıklarım beni esir aldı. Hayat hakikaten paylaşınca güzel! Ama anılarım başka bir maceranın konusu olsun çünkü ben size atomu parçalama tekniklerinden bahsedeceğim! Oturduk konuşuyoruz bir arkadaşımla, mevzu derin, kişisel ilişkiler ve atomu parçalama yöntemleri... O, ilk günkü heyecanın ilerleyen süreçte bir daha yaşanamayacağına dem vurdu; ben o heyecanın yerini başka başka heyecanların alacağına olan inancımdan bahsettim. O, yaşadığımız ilşkilerin hepsinin bir hata olduğunu söyledi bense hepimizin zaten birilerinin hatası olduğumuzu. O, başlangıçtaki kibarlığın sonrasında kabusa döndüğüne ve ilişkilerin kısır bir döngüye doğru yol aldığına atıfta bulundu, ben eğer gerçek bizi yansıttıysak karşımızdakine ve o da oynamadıysa gün geçtikçe bağlılığın arttığına emin olduğumu söyledim. O, iyi günlerin çabuk geçeceğine emin olduğunu söylerken ben iyi günlerin tadını çıkarmamız gerektiğini söyledim. Tartışmadık, sadece yansıttık, içimizi boşalttık, gerçekte ne hissediyorsak paylaştık. Bazen herkes çok fazla depresif, gereğinden fazla umutsuz, çok yorgun, çok sancılı olabiliyor. Dünyanın en iyi insanı diye bir kavram da yok sonuçta, her şey hepimizin tahammül sınırını zorluyor, sorun bende değil sende vakaları gün geçtikçe artıyor (ama ben en çok sorun sende değil bende, sen çok çok iyilerine layıksın olayını seviyorum :P) Hangimiz bacağımıza kızgın yağ döküldüğünde sukunetimizi koruyabiliriz, hangimiz aldatıldığımızda "demekki benden daha iyiymiş, mutluluklar" diyebiliriz? Korkularımız ve daha önemlisi korkak tavırlarımız var, oyun oynamayı seviyoruz, küçük hesaplar peşinde koşmaya bayılıyoruz, başkasının alanına geçmek bizi hiç rahatsız etmezken, alanımıza girildiği anda pençelerimizi çıkarıveriyoruz, küçük olaylardan büyük çığlar yaratıyoruz, sonrasında kendi kopardığımız çığın altında kalıyoruz. Hep suçlu arıyoruz, hep haklı sanıyoruz kendimizi ve mahvediyoruz her şeyi. Umarsızlığımız da cabası... Sonrasında hiçbir şeye inancımız kalmıyor, heyecanımızı kaybediyoruz zamanla. Robotlaşıyor kalplerimiz, rutinleşiyor ilşkilerimiz... Sonrası kaçınılmaz son.


Off... Ben uzun zamandır gitme hayalinin peşindeyim, göçebe bir yaşam sürmenin, herhangi bir eşyayla manevi bir bağ kurmamanın, kimseye bağlanmamanın, kafama eseni yapmanın, kimseye hesap vermemenin, tüm gemileri yakmanın derdinde! Karşılaşalım bi'yerlerde tekrar en kısa sürede *Serhat'ın hediyesi, iyi ki var! **Kings Of Convenience Not: Size daha önce dünyanın en mükemmel olayının bir 20 mayıs gecesi gerçekleştiğini söylemiş miydim? (Doğumumla başladı her şey...)

Öz'lem Eker

180° Tutturamıyorum(!) İnsanların devran diye tanımladığı şu çarkın çapı sabit mi acaba? Ya da bu çark insandan insana farklılık mı gösteriyor? Belki de çap gerçekten sabit ama dönüş hızı değişiyor öyküden öyküye? Yoksa "devran döner" sözü tıpkı "kaderinde yazılıymış"daki kadar anlamsız bir tesadüflük sonucu yanyana gelmiş iki sözcük mü? Bir yerlerde döndüğüne inanılan soyut bir çember var mı gerçekten? Bu; insanların tatmin edici buldukları intikam güdüsünün bir yön bulması mı sadece? Dönen değil de döndürülen bir şeyler mi var hayatlarımızda? O zaman çarkın hem çapı hem de hızı değişiyor yaşamdan yaşama. Peki benim küçük şirin sıradan öyküme neden uğramıyor? Onu döndürmek için yeterince kaslı değil miyim acaba? 180° sonunda bitim noktasını mı tutturamıyorum da; 360° tamamladığı (yani başa döndüğü) yerde sayıyorum? Bu çark istemsiz bir intikam hissiyle besleniyor da sorun; istemli bir intikam güdüsü taşımak mı? Hayatındaki tüm hesaplaşmaları unutmuşken, bir gün bir bakmışsın dönüvermiş mi oluyor? Saf olmayarak sekte mi vuruyorum periyotlara? Dünyanın dönüşü gibi "biliyorum ama hissedemiyorum" dönüşü mü bunun adı? Kendi çarkımın dişlerinden birine takıldım sanırım ve o yüzden hedef bölgeme ulaşamıyorum bir türlü. Çünkü sabredip sabit bir noktada bekleyemiyorum bu dönüşü. Belki de benim devranım bir çember değildir. Dönüşünü ispatlayabilmem için daha çok zamanım vardır. Ya benim devranım arızalı ya da benim hikayem devransız. Ama ben yine de kullanma kılavuzlu bir çember devran istiyorum!

Evrim Yılmaz


En Kötü Film Hangisi? Biz kediler ezelden beri hür yaşar ve film izlemeyi severiz. Eskiden açık hava sinemalarında bu iş çok kolaydı. Fakat şimdi de zor değil, çünkü evlerde dev ekranlar var. Tırmanınca ağaca, cam perde tam karşımızda. Beğenmedin mi, çık bir üstteki dala. Bir de pencere açıksa, sesini de duyarız. Dünyaları unutur, eğlenceye dalarız. Her şey iki gece önce “Ada” isimli yerli filmi izlerken başladı. Kekik öyle bunaldı ki tiz bir çığlık attı. Dört yandaki evlerden insanlar, camlara fırladı. Daha fazla dayanamadık indik aşağıya. Başladık kötü film niye kötüdür, en fenası hangisidir, diye tartışmaya. Kekik

Kekik her zamanki çok miyavlayan eleştirmen tavrıyla konuya daldı, “Bir filmi izlerken içini bunaltıyor, acilen mekân değiştirme isteği uyandırıyorsa, en kötü film budur,” dedi. Ben de hak verdim ilk başta. Sizin de olmuştur mutlaka, sinema salonunu acilen terk ettiğiniz. İzlediğiniz filmi, sokaktaki köpeklerin dişlerine emanet etmek istediğiniz. Benim de vardır böyle birkaç filmi izlemeyi bıraktığım. Hiç de istemem şimdi onları tekrar görmeyi, dedim… Ve yanıldığımı anladım. Romantik komedilerin kralı “Harry, Sally ile Tanışınca” (When Harry Met Sally) ilk gençlik çağlarımda, benim için 5 dakikadan fazla izlenemeyecek bir işkenceydi. Gençlik dönemimde, asla tahammül edilemez kategorisine yükseldi. Olgunluk çağıma girdiğimde ise, hipnotize olmuş gibi ekrandan gözlerimi ayıramadan, yüzümde tatlı bir tebessümle kana kana içtiğimi hatırlarım aynı filmi. Bir başka örnek, Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak”ı, “Kasaba”sı veya Semih Kaplanoğlu’nun “Yumurta”sı “Süt”ü. Bu filmler Türk sinemalarında oynarken, daha ilk yarıya ulaşmadan, salondaki seyircilerin %80’i mekânı terk ediyor. Kekik’in yorumuyla, bu filmler en kötü film. Fakat göreceli olarak kültürlü insanların katıldığı kabul edilen festivallerde alkışlanıyor, en saygın ödülleri alıyor. Bunlar nasıl en kötü film o zaman?


Kieslowski’nin, dünyanın en iyi dizi filmi kabul edilen “Dekalog”unu izleme fırsatı bulmuştum. 10 bölüm ayrı ayrı “On Emir”in her birini temsil ediyordu. Aklı başında kedi dostlarımdan birini benimle bu zevki paylaşmaya davet ettiğimde durumu şöyle özetlemişti: “Artık zihnimi daha sakin sularda gezinmeye bırakamıyorum, Sarman. Ruhumun hiperaktifleşmiş temposunu birkaç vites küçültemiyorum. Şehrin ve çevrenin beklentileri sonucu oluşmuş bir bozulma işte. Ne yazık ki bu zevki paylaşmak için sana katılamayacağım.” İki ayrı durum var yani. Kimi zaman ruhun, zihnin veya kültür birikimin yeterince olgunlaşmadığı için filmin esas özünü yakalayamıyorsun. Kimi zaman da olgunluğa ulaşmışsın fakat zamanın ve mekânın temposu seni kendine uydurmuş… Doğayı, estetiği içinde hissetmen, düşünmen, satır aralarını doldurabilmen için azıcık düşürülmüş tempoya tahammül edemiyorsun. Her şey boyalı ve en kaba haliyle çabucak söylensin, bitsin istiyorsun. Yine de kendimi her dışarı atmak istediğin film böyle değil; gerçekten kötü filmler de var. Daha derin düşünenler, filmin genel hissini bir yana bırakır, onu parçalarına ayırarak değerlendirir. Senaryo, yönetmenin performansı, oyuncuların katkısı, görüntü yönetmeninin çekimleri, sanat yönetmeninin bakış açısı, müzik, çekim hataları her biri ayrı ayrı değerlendirilir; film adeta ameliyat masasına yatırılır. Kötü filmi anlamak için, önce iyi film nedir bilmek gerekir. Bu derin bir konu, üniversitelerde senelerce okuyor, öğreniyor insanlar. Ha, kestirmeden bir ders isterseniz, Kieslowski’nin Üç Renk Üçlemesinin (Mavi, Beyaz, Kırmızı) iki disklik versiyonlarını tavsiye ederim. İlk disklerde şaheser filmler, ikincilerde bu filmler üzerinden muazzam sinema dersleri var. Sinema kültürünüz aniden birkaç basamak yükseliyor. Bana sorarsanız kötü film nedir diye; öncelikle izleyicinin zekâsına hakaret eden, derim. Hiç olmayacak bir şeyi (fantastik öğeleri değil, mantıksızlıkları kastediyorum) öyleymiş gibi yutturmaya çalışan filmler kediyi deli ediyor. Buna en son “Ziyaretçiler” (Visitors) dizisinin yeni çekiminde rastladım. Nedir bu yeni çekimlerden çektiğimiz? Barış (?) için gelmiş uzaylılar, ikna ziyaretinde bulunmak üzere Papalığı ziyaret ediyor. Basit bir ışık gösterisi yaparak, oradaki bütün üst düzey dindar kesimi korkutarak, kukla haline getiriyor. Hıristiyanlıktan pek anlamam ama bu kadarı da hiç inandırıcı değil. Bu sahne benim için Visitors macerasının da sonu oluyor.


Sonra özensiz, hatta hırsız filmler var. Bazıları bunu öylesine ileri götürüyor ki başka filmlerden sahneleri direkt aşırmaya kadar vardırıyor. Alın size örnek: “Dünyayı Kurtaran Adam”. Dönem filmlerinden araklamalar yapmışlar. Köpükten kayaları bile iyi boyamamışlar, prodüksiyon sapır sapır dökülüyor. Şimdi bu filmi yere göğe sığdıramayan, efsane haline getirenler var. Yok efendim bilerek öyle yapılmış, matrak olsun diyeymiş. Hayır, beni kimse buna inandıramaz. O devrin şartlarında, işini ciddiye almayarak, her türlü masraftan kaçınarak, bolca tembellik yaparak işi kotarıp, ceplerini doldurmak istemişler. Tahminen en yüksek maliyet Cüneyt Arkın’dı, zaten film boyunca tek çabalayan da o gözüküyor. Filmle alakasız sahneler de filmi kötü kategorisine taşır. Yapımda sözü geçen birinin aklına gelen bir plan ya da sahne sırf bunların hoşlarına gitti diye, filmin içine eklenir. Sanki araya parça atıyorlar. İyi filmlerde her karenin, her sözün filmle doğrudan ilişkisi vardır. Yapraklardaki delikler, kahveyi emen şeker bile bir şeyler anlatır. Boşuna o sahneye konmamıştır oraya. Dikkatli izleyici bunları yakalamayı ve filmdeki anlamını bulmayı sever. Rastgele eklenmiş sahneler ise bu zevki zehirler. Tempoda oransız iniş çıkışlar, komikmiş gibi yapıp hiç esprili olamamak, sırf bir fikri dayatmak için sanat yolundan kayıp propagandaya kaçmak ve bunun gibi pek çok şey bir filmin en azından sanatsal açıdan değerini yitirmesine neden olur. Ha, seyirci sayısı ve Taklit ABD yapımı hâsılatlar bambaşka bir Orijinal Asya yapımı hikâye anlatabilir. Fakat amaç göz boyama ve hâsılat olunca eninde sonunda çuvallama kaçınılmaz. Hollywood’un durumu bunu en iyi şekilde yansıtıyor. Tom Cruise, Asya’dan senaryo satın alıp, milyon dolarlar harcayarak filmleri Amerikan usulü yeniden pişirmeye çalışırken; gerçek sanatçılar gerektiğinde eşlerini dostlarını kamera karşısına geçirip, birkaç bin dolar harcayarak mucizeler yaratabiliyor. Mesela Aronofsky’nin “Pi”si işte böyle bir film.


Bence en kötü filmleri söyleyerek yazıyı bitireyim: Türk filmleri arasında “Ada”. Yabancı filmlerde “Virus” (Virus), Tehlikeli Yaratıklar” (Mimic) ve “Ormanın Derinliklerinde” (Deep in the Woods) ilk sıraları kimseye bırakmıyor. Korku filmi seven biri olmama rağmen, hepsinin de bu türde olması tesadüf mü bilemiyorum.

dayanamadığınız

Haydi, sıra sizde… Sizce bir filmi “en kötü” yapan nedir? Seyrettiğiniz ya da izlemeye en kötü filmler hangileri? Durmayın, her şeyi Sarman’a bırakmayın. Bu yazıyı okuyan herkese dünyayı sizin gözünüzden de görme zevkini tattırın.

Sarman Dedektif Sarman Dedektif'in tüm yazılarına ulaşmak için Sarman Dedektifin Gözüne Batanlar isimli web güncesini ziyaret edebilirsiniz.

Alp Saldamlı

Sonsuzluk Var oluşun sırrı “sonsuzluk”tur… Bu sır, sonsuzluk kavramının içinde yatan birkaç gizli şeyin toplamıdır. Veya sonsuzluğun, büyük ve küçüğün veya başlangıç ve son'un varlıklarını ne kadar yok saydığının gizli ve kaybolmuş bir varsayımıdır. Şimdi soruyorum; “Büyük ne kadar büyük, küçük ne kadar küçüktür?” Bu soruya hepimizin, kendimizce cevaplar üretebildiğini duyar gibiyim. Cevabı verebilmemizin sebebi ise, yaptığımız en büyük hatalardan biri olan, kendimizi ölçüt olarak alıp soruya öyle yaklaşmamızdır. İdrak etmemiz gereken şeylerden biri ise, ölçütün kendimiz olmadığıdır. Ölçüt, evrendeki somut ve soyut her şeyin ve algılanamayan her şeyin varsayımının toplamıdır. Tekrar sorumuza dönelim. Umut kırıcı bir yaklaşım olacak ama bu sorunun kesinlikle bir cevabı “yoktur”. Ve iddia ediyorum, insanoğlu mantık yasalarına sahipken bu sorunun cevabı hiçbir


zaman verilemeyecektir. Ancak, neden bu sorunun bir cevabı olmadığının yanıtını verebiliriz… Evrenin en ücra köşelerinde çekilmiş ve inanılmaz büyük bir alanı kaplayan makro bir fotoğrafı karşınıza koyun. Sonra da, elektron mikroskobuyla çekilmiş ve inanılmaz küçüğü gösteren mikro bir fotoğrafı onun yanına koyun ve karşılaştırın. Göreceğiniz tek şey, ikisinin de birbirine gerçekten de çok benzediği olacaktır. Yani, eğer hangi fotoğrafın büyük, hangi fotoğrafın küçük olduğunu bilmeseniz, hangisinin büyük veya küçük olduğu konusunda gerçek cevabı veremezsiniz. İşte buradan şu inanılası güç sonuç çıkıyor; bizim en büyüğümüz, bir başkasının en küçüğü, en küçüğümüz ise bir diğerinin en büyüğü olabilir. Her şey daha yeni başlıyor. Bir daha düşünün, en büyüğe ulaşmak için uğraşıyoruz. Daha büyüğe ulaşıyoruz, daha da büyüğüne ulaşıyoruz. En büyük diye varsaydıklarımıza ulaşıyoruz. Sonra bir bakıyoruz ki, bu sadece evrenin küçük bir parçasıymış. Elektron mikroskoplarıyla en küçüğe bakıyoruz. Derine indikçe iniyoruz. Kuantum fiziğiyle her geçen gün daha da küçüğe ulaşıyoruz. “Evet, budur” diyoruz. Sonra anlıyoruz ki, daha küçük şeyler varmış. İşte şimdi sonsuzluk kavramının ne kadar gerçek, hatta gerçekten de öte bir şey olduğunu anlıyorum. Bunun sonu yok ki! Ne kadar dibe inersek inelim, hiçbir zaman en son'u göremeyeceğiz. Ya da ne kadar büyüğe ulaşırsak ulaşalım, hiçbir zaman gerçek bir son olmayacak. Şimdi, bunun sonsuzluk yüzünden gerçekleşen bir olgu olduğunu biliyoruz. Buradan daha farklı bir iddia açığa çıkıyor; “büyüğün içinde sonsuz küçük, küçüğün içinde de sonsuz büyük vardır.” Bu teori de büyük veya küçük diye bir şeyin olmadığını açığa çıkartıyor. Böylelikle de sorumuzun neden bir cevabı olamadığını görüyoruz. Şimdi aynı temellendirmelerle daha değişik bir sonuç çıkaracağız. Daha doğrusu sonsuzluk kavramının ne kadar anlaşılmaz noktalara vardığını göreceğiz. Ne kadar büyüğe ulaşmaya çalışırsak, o kadar ulaşamayız. Aynı şekilde ne kadar derine inersek inelim, her daim daha mikro bir derin olacaktır. Bunu biliyoruz. Hayatta yaptığımız her şeyin bir başlangıç taşıdığını ve bu başlangıçların mutlak getirisi olan son'ları yaşadığımızı biliyoruz. Buna ilave olarak başlangıcın, özsel olarak son'dan farksız olduğunu, ya da her son'un aynı zamanda bir başlangıç olduğunu da biliyoruz. Daha derine inelim… Başlangıç olgusunu zamanla özdeşleştirelim. Biz herhangi bir şey yapıyorken, ki zaten bir şey


yapmıyorken de aslında bir şey yapıyoruz, yapmakta olduğumuz zaman periyodu içerisindeki her zaman aralığında o işi yapıyoruz. Dakikaların saniyelerin toplamı olduğunu, saniyelerin saliselerin toplamı olduğunu ve saliselerin de anların toplamı olduğunu biliyoruz. Yani biz, o işe başladığımız andan itibaren her an o işi yapmış oluyoruz. Bu noktada daha derine ulaşmak durumundayız. Ne yaparsak yapalım, içinde başlangıç ve son vardır. Her an, diğer an'a geçerken de, başlangıç ve son da vardır. Yani, bir önceki an başlangıç, bir sonraki an da sondur. Başlangıcın aynı zamanda son, sonun da aynı zamanda başlangıç olduğunu söylemiştik. Yani her an yeni bir başlangıç ve eski bir sondur. Buna göre, gelişen her şey dipsizce başlangıç ve son taşır diyebiliriz. Bir önceki teorimize göre, büyük ve küçüğe ulaşamazdık. Bu teoriyi zaman olgusuyla birleştiriyoruz. Zaman, ne kadar küçültülürse küçültülsün, sonuna ulaşılamaz, ne kadar büyültülürse büyültülsün, yine sonuna ulaşılamaz. Teorisi açığa çıkıyor. Bu da, sonsuzluk ve sonsuzluklar evreninde, zamanın büyüğü ve küçüğünün aralarında hiçbir fark olmadığını açığa çıkarıyor. Yani bir asrın, bir an'dan farkı yoktur. Açığa çıkardığı bir diğer şey ise, an'ın dipsiz bir derinliğe sahip olduğudur. Bunların da doğru olduğunu biliyoruz. Buradan da şu açığa çıkıyor; başlangıç ve son'un zaman'daki devinimi, açıklanamaz ve dipsiz bir derinlik yaratır. Bu derinlik, büyük ve küçüğün olmadığı bir var oluş sentezinde, sonu ve başlangıcı yok eder. Sadece kompozit, birleşmiş ve ‘tümleşmiş’ bir oluş yaratır. Bu oluş, sonsuzlukla birleştiğinde de zaman olgusu yok olur. Böylelikle hepsi birleşir; başlangıç, hem başlangıç, hem de sondur. Son, hem son, hem de başlangıçtır. Bunlar, bir ve iki noktalarıyken, sıfır ve sıfır noktaları haline gelirler. Aralarında sadece sonsuzluk var olabilir. Sıfır ve sıfır noktaları aralarına sonsuzluğu alıp birleştiklerinde açığa 'bir' çıkar. İşte bu “bir” sonsuzluğun diğer adıdır. Yaptığımız her şeyde, var olan her şeyde, benliğimizde, soyut ve somut olanda, her zaman ve her şekilde, kelimelerin yetmeyeceği şekilde, sonsuzluk vardır. Evrendeki her var oluş zerresinde ve ötesinde, algıladığımız ve yok sandığımız her şeyde… Gerçeklikte, her şeyde sonsuzluk vardır. Daha net bir sonuçla sonsuzluk, varlık paradigmasındaki her şeyi kendiyle denkler ve mantık yasalarını aşan makroya ve mikroya doğru sonsuz ölçekte kozmik bir denklem yaratır.

Deniz Denizel

2006

..EnginDergi.. Şubat 2012 sayı-26 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.