EnginDergi Y覺l: 2012 - Say覺: 27
Model: Derin Tutuştuoğlu
"Herkesin sizi sevmesini istiyorsanız, gülümseyiniz." Dale Carnegie
İçerik; Sy.02) Model: Derin Tutuştuoğlu Sy.04) Çalışmanın Keyfi – Engin Enginer Sy.06) Bazen Zincirleri Kırmak Gerek - Tuğçe Büyükabacı Sy.07) Carpe Diem – Sema Kahveci Sy.08) İde Dağı '2012/03 - Simsiyah Sy.10) Bencillik – Evren Kır Sy.12) Kızıl Sarı – Melike Meral Sy.12) Bir Gün – Serenay Öztürk Sy.12) Kaçak '06 – Işık Yavuz Sy.13) Sonrası Olmaz Hikayelerin – Kezban Şahin Sy.14) Çınlayan Senfoni – Ayşe Yılmaz Sy.15) Jamais Vu V – Esra Alp Sy.16) Evren Nasıl Oluştu – Mehmet Sağlam Sy.18) Light Mayt Derken Hamurabi Olmayın! – Alp Saldamlı Sy.22) Birileri Şu Adama Heykel Versin... – Tuncay Ünaydın
Çalışmanın Keyfi En son ne zaman gerçekten istediğiniz için kalktınız yataktan? Dahası her gün yataktan niye kalkıyorsunuz? Bunun için sizi motive edip güdüleyen ne? Sorumluluklardan, zorunluluklardan bahsetmiyorum; sizi bıraksalar yataktan niye kalkarsınız? Ne acayip şey şu insan psikolojisi... Herhangi bir olgunun ruh halinizi ve dolayısıyla fiziksel durumunuzu değiştirebilmesi için; başınıza, hatta sadece aklınıza bile gelmesi yeterli. Adrenalin, seratonin vb. hormonlar, fiziksel, zihinsel ve ruhsal bütünün çalışma mekanizması hayranlık uyandırıcı bir yapıda. Durup düşününce ne de çok değişken var... Mevsim geçişleri; alıştığımız bir şeyden kopartıldığımızda, çevresel faktörler değişim gösterdiğinde ne de çabuk etkileniyoruz. Yazın plajda güneşlenip denize girdiğinizi düşünün, hemen ardından da yağmurlu bir sonbahar günü pencere önünde kahvenizi yudumladığınızdaki melankolizmi... Yaşattığı duygu durum değişikliğinin tadına bakın. (Unutmadan; Ağustos böceği ve karıncanın hikayesini bilirsiniz ama Sunay Akın'dan dinlemediyseniz gerçekten biliyor sayılmazsınız.*) İçsel, çevresel faktörler vb. bir çok etmen sonucunda gün geçtikçe yeniden şekillenen şartlara uyum göstererek dengeyi sağlamak zor zanaat. Darwin de 'evrim teorisi'nde aslında tam olarak güçlü olanın değil, çevreye uyum sağlama yeteneği olanın kalıcılığına dem vurmaktadır. Bir çok kavramın göreceli olduğu sosyal ilişkilerde bunu sağlamak ise ayrı bir uzmanlık alanı. İşte bu noktada da Kolay Gele* isimli yazımdaki mevzular gündeme geliyor. İnsanoğlu soyal bir varlık ve tek başına yapamaz! Bu yüzden mutlu olmak için dengeyi gözetmek zorundayız.
Bir çok insan emekliliğin hayalini kurarak yaşar ama emekli olduğunda boşluğa düşüp bunalıma girer, üstelik o her gün şikayet ettiği işine dönmek ister. İşsiz kesim bu duyguyla daha erken tanışıyor diyebiliriz. Değişikliğe ayak uydurmak gibi boş durmak da gerçekten zor. Dediğim gibi; “Bazı insanları ancak çalışmak dinlendirir.”
Başa dönelim; ben niye uyanıyorum, yeni günden ne bekliyorum? Bunu ne zaman düşünsem aklıma Kadir Çöpdemir'in geçtiğimiz yıllarda haber kanallarından birisinde Kurban Bayramı dolayısıyla yaptığı röportaj gelmekte aklıma. Kadir Çöpdemir mikrofonu kurbanlık deveye uzatıp (evet deveye:) – K.Ç.: Sizinkisi de hayat mı, doğ, büyü, sonra kesip yesinler. – Deve: Ne yapalım ağabey, kaderimizde bu var, hem boşuna değil, hayra vesile oluyoruz. – K.Ç.: Peki ya bu sene satılıp kesilmezsen ne yapacaksın? – Deve: Fransa'ya dil eğitimine gitmeyi düşünüyorum. – K.Ç.: Nasıl yani? E, bu sene olmasa seneye bayramda satılıp kesileceksin... – Deve: Ne yani ağabey, öleceğiz diye kendimizi geliştirmeyelim mi? Öyle ya, öleceğiz diye kendimizi geliştirmeyelim mi?
Engin Enginer * Sunay Akın - Bir 'kış kış' masalı * “Kolay Gele” isimli yazımı EnginDergi'nin 2010 Eylül'de yayınlanan dokuzuncu sayısında okuyabilirsiniz. Not: Ernie J. Zelinski'e ait Çalışma(ma)'nın Keyfi isimli kitabı okumanızı da tavsiye ederim.
Bazen Zincirleri Kırmak Gerek Hepimiz zamanla yarışıyoruz. Her gün bir yerlere, bir şeylere yetişmek için sınırlarımızı zorluyoruz. Sabah uyanıyoruz, işimize ya da okulumuza gidiyoruz. Orada rutin işlerimizi yapıyoruz. Sonra evimize dönüyoruz. Ertesi gün ise; sil baştan başlayan aynı düzenle, yaşamımızdan bir günü daha feda ediyoruz. Peki, gerçek anlamda yaşamdan çaldığımız bu günleri böyle bir şekilde tüketme lüksümüz var mı? Açıkçası, ben insanoğlunun böyle bir lüksü olduğuna inanmıyorum. Tam tersine, inanıyorum ki bu dünyaya boş yaşamlar sürmek için gelmedik. Bizler daha büyük bir resmi tamamlamak için buradayız. Hepimizin bu dünyaya kazandıracağı bir şeyler olduğu için şu andaki yaşamlarımızdayız. Bunun önemini henüz kavrayamamış olsak da eminim ki koca bir ömrü tüketince, bunun pişmanlığını bir nebze de olsa yüreğimizde hissedeceğiz. Hiçbir şey yapamamış olmanın, geriye kendinden bir şeyler bırakamamış olmanın ağırlığını... Tabi, henüz hiçbir şey için geç değil. Yeter ki siz isteyin. Yeter ki siz değişim için bir mum yakın ve hayatınızdaki rutinlerin dışına çıkmayı öğrenin. Sanmayın ki size "işinizi bırakın ya da okula gitmeyin, onun yerine gidip maceraya atılın" türünden cümleler kuracağım. Tam aksine, işinize gidin ve oradaki rutinleri kırın. Her gün çalıştığınız yere kendinizden bir şeyler katmaya çalışın. Okulunuzda bir fark yaratın. Kulüplere üye olun. Derslerde hocanın verdiğinden daha fazlasını almaya çalışın. Kendiniz için, geleceğiniz için, ülkeniz için ve hatta dünyamız için zincirlerinizi kırın. Bırakın kısır döngüleri, zamanınızı yiyen işleri. Gerçekten yapmanız gereken eylemlere odaklanın. Hayır kurumları için gönüllü işlerde çalışın. Çevrenizdekilere karşı daha kibar ve daha yardımsever olun. Yapmak isteyip de neyi yapamıyorsanız, mutlaka ona zaman ayırın. Yaşamın her anını doya doya yaşayın. Her hafta kötü bir alışkanlığınızı bırakmaya çalışın. Kötü alışkanlık derken; sadece sigara tarzı keyif maddelerinden bahsetmiyorum. (Ama ben bu arada illa da sigarayı bırakacağım diyorsanız, o da fena olmaz hani:) Benim asıl anlatmak istediğim: Kişiliğimizdeki geliştirilmesi gereken yönler. Neticede bunlar da birer rutin davranıştır. Aniden parlamak, karamsar düşünce tarzı, çekingenlik, acelecilik vb... Bunlar da kırılması gereken birer zincirdir. Yaparsınız ya da yapamazsınız. Bunları düşünmeyin; sadece deneyin. Mesela aniden parlıyor musunuz? Bugün kimseye kızmamayı deneyin. Aceleci misiniz? O zaman bugün daha yavaş hareket etmeyi deneyin. Deneyin, deneyin ve deneyerek öğrenin.
İstek, azim ve istikrar bir araya geldiğinde; emin olun, değiştirilemeyecek hiçbir kalıp yoktur. Sıradanlıkların dışına çıkın. Kendiniz için bir değer yaratın. Yarattığınız değer, bir yapboz parçası gibi tek başına anlamsız gözükse bile; parçalar yerine oturduğunda resmin tamamlanmasını sağlayacaktır. Yeter ki siz, sahip olduğunuz parçayı doğru boşluğa oturtmayı başarın.
Tuğçe Büyükabacı
Carpe Diem Birileri vardır her zaman / Ve her şeyin bir cevabı / Benim şuan bu köşe de olmamın / Sizin şuan bu yazıyı okuyor olmanızın / Ya birisi tarafından etkisi / Ya da birileri tarafından etkileri vardır. Yaşanılan şeyler; Sınırlandırılmaz Ertelenmez, Sorgulanmaz, Eleştirilmez Yaşandıktan sona geri dönülmez Geri dönüşün olmadığı yerde ileriye bakılmalı her zaman Bizlerin aklında fikrinde hep “keşkeler” vardır aslında Arkası yoktur, Keşke hayatımda olmasaydı Keşke o işe girmeseydim Keşke, Keşke, Sonuç... Sen O'nu hayatına aldın, yaşadın Sen işine gittin, emek verdin, paranı kazandın Sor gu lan ma ma lı Tadını çıkarmalı anların, yaşayışların Bu konuya uygun bir özdeyiş vardır; Carpe diem Latin edebiyatının ünlü ozanı Horatius’un bir dizesinde geçen anı yaşa anlamındaki özdeyiş Gelecek hakkında endişelenmek yerine yaşanılan anın değerine sahip çıkmanın vurgulaması yapılmıştır. Geleceğe emin adımlarla giderek tabii ki, Her zaman tatlı bir göz kırpmayla... .. Demiştim ya Birileri vardır her zaman diye Mutlu olan ben ve siz sevgili okuyucular adına bizlerin bir şekilde bir yerde olmasını sağlayanlara SELAM OLSUN, SAYGILAR
Sema Kahveci
İde Dağı '2012/03 İstanbul başka bir dünya. Toplu taşıma araçları bambaşka bir dünya. Gün geçmiyor ki, otobüste, minibüste garip bir insan evladına rastlamayalım. E, anamızın karnından da arabayla doğmadık, haliyle ulaşım için başka ihtimal yok. Otobüs biraz daha üst düzey, biraz daha tehlikesiz. Ama minibüs çeşit çeşit aksiyonla dolu, hem de gözlem yapmak için çok uygun! Bunca senedir İstanbul’da yaşamama rağmen, şimdiye kadar minibüse binmemi gerektirecek bir güzergahım olmamıştı. Dolayısıyla neler kaçırdığımı anlamam biraz uzun sürdü. Şimdi, İstanbul’da yaşayan herkesin en az 5-10 kez minibüste seyahat etmesi gerektiğini düşünüyorum. Yoksa, bazı tiplerin sadece fıkra olduğunu düşünüyor insan, oysa hepsi gerçek! Sabah işe gidiş saatlerinde ve akşam iş dönüşü zamanlarında, en kalabalık saatlerde seyahat ettiğim için, popülasyon müthiş çeşitli. Bir de bu tuhaf tiplerin her gün bana bir macera yaşatması durumu var ki, akıllara zarar. Mesela bir gün, dönüş yolunda bir saat boyunca, çakma parfümüyle burnumun diğerini kıran bir kız oturdu yanıma. Üstüne başına harcadığı paradan kısmamış ama parfümden çalmış ablamız. Çantasını satsa, zaten bir kova orijinal parfüm ederdi. Olan bana oldu! Bir diğer gün, 1 saatlik yol boyunca telefonda sevgilisi olduğunu tahmin ettiğim biriyle konuşan bir hanım kızımız yanımdaydı yine. Kiminle konuştuğunu anlamak zor olmadı tabi, o kadar kırılıp dökülerek, normalde 5 karış suratla otururken birden yüz hatlarının yumuşamasından zaten durum belli oluyordu. Ama benim anlayamadığım şey, kendisinin bile duymadığı o sesle nasıl karşısındakiyle anlaşabildiğiydi. Abla benim gözümde üstün ırktı zaten, insanların duyamayacağı bir frekanstan, kendisi gibi üstün ırktan olan sevgilisiyle konuşuyordu. Başka bir gün, yine bir hanım ablamız tüm paniğiyle minibüse adeta sıçrayarak bindi. İçinde, küçük çapta bir hazine sakladığı hissini uyandırdığı leopar desenli çantasını da önümdeki adamın kafasının üzerine koydu. Minibüs her sallandığında, çanta biraz daha adamın üzerine kaydı, adam da yanındaki adamın omzuna başını koyma durumuna geldi. Ama ilginçtir ki, ağzını açıp tek bir kelime dahi etmedi. Ben arkada durumu gören olarak rahatsız oldum ama o yaşayan olarak
sükunetini korudu. Sonunda olan oldu, minibüs kalabalıklaşmaya başladı, abla arkaya doğru ilerledi ve tam arkamda durdu. Tabi ki çanta da kafamın hizasında. Dayanamadım, dönüp söyledim, “isterseniz çantanızı tutayım, çünkü kafamın üzerine koyuyorsunuz” dedim, Türkçe olduğu belli olan ama anlamadığım bir tarzda bir şeyler mırıldandı, neyse ki o sırada biri yer verdi de bu tehlikeyi de atlatmış oldum. Yine başka bir yolculukta, 14 yaşındaki eşek kadar kızını kucağına almaya çalışan bir kadınla yani dolayısıyla sağ tarafımda kocaman bir karaltıyla seyahat ettim. Havasızlıktan başım döndü, zaman zaman üzerime çullanan kimin olduğunu anlamadığım, bir bütün olmuş anne-kız bedenleri yüzünden omzum, kolum çürüdü. Daha başka bir gün, şoföre “canım” diye hitap eden, 65-70 yaşlarında bir teyzenin yanıma oturup, sabahın 9’unda çantasından kocaman bir paket cips çıkarıp, “tatlım, alır mısın?” diye bana uzatışına maruz kaldım. Burnuma gelen soğan ve peynir kokusu, bende teyzeyle özdeşleşti, rüyamda elinde cips paketi, kolunun altınca çantasıyla üzerime koşan, takma dişleri düşmüş teyzeler gördüm, kabusum oldu. Tabi ki bu minibüs manyaklarından, özele değil de genele hitap eden, geniş bir bakış açısına sahip olanlar da vardı. Kendisini birkaç kez aramış, telefon sapığı olduğuna bütün minibüs ahalisi olarak inandığımız kadını geri arayıp, küfürler eşliğinde bağıra çağıra konuşan abla, eve dönüş yolunda herkesi eğlendirdi mesela. 15 dakika süren telefon konuşmasında önce duymazdan gelen topluluk, sonra kendini tutamayıp sesli gülen bir kalabalığa dönüştü. Herhalde bu kahkahalardan güç alan abla, işin suyunu çıkarmaya başlayınca, neredeyse minibüsten yaka paça atılıyordu. Aile faciaları nasıl çıkıyor, herkes biraz fikir sahibi oldu diye düşünüyorum. Genele hitap eden manyaklardan biri de bizzat şoförün kendisiydi bir keresinde. “Müsait bir yerde inebilir miyim?” diyen yolcuya “bilmem, inebilir misin?” diye cevap veren, “burası uygun olur herhalde” diye sorana “ha sen demesen anlamayacaktım” diye trip yapan, garip bir arkadaştı. Muayyen günü müydü, yoksa bir şeye mi canı sıkılmıştı veya kendini komik mi sanıyordu, artık o kadarını bilemiyorum. Hep bana mı denk geliyor bu tipler? Tabi ki hayır. İlla ki, herkese farklı farklı ilginç vatandaşlar denk geliyordur. Ben sadece şimdiye kadar bu kadar yakından, yaşadıklarına şahit olmamıştım o kadar. Yoksa, memleketimin her köşesinde bir komedyen, bir dahi, bir şair ve illa ki bir sürü manyak var!
Simsiyah
Bencillik Her insan bencil midir? Önce can, sonra canan mıdır herkes için? Çok güzel bir atasözümüz var; bir insan yedisinde ne ise, yetmişinde de o dur diye... İnsanlar değişmezler. Bir erkek ya da kadın özünde ne kadarsa, o kadardır. Çocukluktan itibaren insanı yöneten temel güdülerden biri de bu. Oyuncaklarla oynayan üç beş çocuğu izlediğinizde bu duygunun doğuştan geldiğini anlamak hiç de zor değil. Farklı bir durum ya da ilgisini değiştirecek farklı bir seçenek yoksa çocuk, oyuncağını paylaşmak istemez. Her şeyin en cazibini kapmak ister. Çoğu zaman elindeki birkaç şekerinden birini bile arkadaşına vermek istemez. Yaş ilerledikçe bencillik duygusu birçok insanda yerini yavaş yavaş paylaşmaya bırakır. İnsan sosyalleştikçe bencilliğini bastırır belki ama; bu durum bencilliğin tümüyle ortadan kalkması anlamına gelmez. Bazılarında hissedilmeyecek kadar azalsa da bazı insanlarda belirgin bir biçimde kalır ya da artar... İnsanların bencillik düzeyini anlayabilmek için onlarla içli dışlı olmak gerekiyor galiba. Hani eskiler, 'bir adamı tanımak istiyorsan ya ortaklık yap ya yolculuk yap ya da aynı evde otur' derler ya... Bu üç durumun ortak yanı, çıkar çatışmalarının yaşanılabileceği ortamlar oluşturması ve ilişkilerin içli dışlı olmasıdır. Bencillik, yaşamın farklı anlarında çok değişik boyutlarda boy gösterebiliyor. Bencil, kendini evrenin merkezine koyar. Her şeyin ona göre şekillenmesini, bütün varlıkların bir güneş sistemi düzeniyle onun etrafında dönmesini ister. Örneğin; o her şeyin en iyisini almalıdır. O başkasının malını rahatlıkla isteyip kullanabilir ama kendi sahip olduklarını asla paylaşmaz. İşine herkes yardım etmelidir ama kendisi boş otursa da kimsenin işine el atmaz. Olumsuz giden her şeyi başkası yapmıştır. Doğru sonuçlanmış bir iş varsa, onu mutlaka kendisi yalnız başarmıştır. Yaşamın her anında bir köşeden karşımıza çıkan bencillerin birçok özellikleri ortaktır. En belirgin özellikleri kendilerini özel hissetmeleri, bu nedenle de ayrıcalık beklentisi içinde olmalarıdır. Onlar asla sıra beklemez, kuyruğa girmezler. Her işlerini başkalarının halletmesini beklerler. Trafikte adeta onların geçiş üstünlüğü vardır. Onların vakitleri her zaman daha kıymetlidir. Başkaları için geçerli olan yasaklar onlar için
geçerli değildir. Onlar başkalarıyla alay edebilirler, ama onlara şaka bile yapılmaz. Kirlettiklerini mutlaka başkaları temizleyecektir. Onlar dağıtırlar sadece, toplamak gibi görevleri yoktur. Herkes uyurken onlar şarkıyı son ses açabilirler ama onlar uyurken kimsenin çıt çıkarmaya hakkı yoktur. Bencilleri kimse üzmemelidir. Ama onların herkesi üzebilme ve üzüntüyle başbaşa bırakıp gitme hakları vardır. Kin, öfke ve kıskançlık duygularını abartabilirler ama başkasında bu duyguların zerresine bile tahammül edemezler. Hatta acıma ve bağışlama gibi duyguları bile kendi çıkarları doğrultusunda kullanırlar. Alçakgönüllülükleri bile egoizm kokar. Karşıdakiyle asla empati kurmazlar. Herhangi bir olumsuzlukta, karşıdakinin ne hissettiği hiç de önemli değildir onlar için. Bencil, arkadaşlarıyla buluşacaksa herkes buluşma gününü ve saatini ona göre ayarlamalıdır. Gidilecek mekanı da çoğu kez o seçer. Bir yemeğe gidilecekse gruba bir anda onun beğenileri hakim olur. Canı et istiyorsa et lokantasına, balık çekiyorsa balıkçıya gidilmelidir. Hatta gruptakilerin tümünün beğenileri rafa kaldırılabilir onun güzel hatırı için. Konuşmaya başlarsa herkes onu dinlemeli ve anlamaya çalışmalıdır. Onun sözünü kimse bölemez. Hep onunla ilgili şeyler konuşulmalıdır. Ama o, kimseyi dinlemek zorunda değildir. Başkalarını dinlemek durumunda kalınca ya çok yorgun olur ya da çok işi vardır. Kendisi ders çalışmıyorsa hiçbir arkadaşı ders çalışmamalıdır. Kendisinin canı kitap okumak istiyorsa herkes susmalıdır. Televizyon kumandası ona zimmetlidir. O hangi kanalı izlemek istiyorsa odadakiler de ona uymalıdır. Maçsa maç, diziyse dizi. Önemli olan başkalarının değil onun neyi sevdiğidir. Eminim ki, hepiniz yakın çevrenizde böyle örneklerin yüzlercesini görüyorsunuz. Gözünüzde birçok örnek canlanmıştır. Psikolojide bencilliği ilerlemiş kişilere; narsist diyorlar. Normalden uzaklaşmanın önemli bir türünü oluşturuyor narsizm... Bencillik, çoğu kez insanları öne çıkaran bir avantaj gibi görünse de dostlukların erimesinde ve bireyin yalnızlaşmasında en önemli sebep durumunda... Günlük yaşamda bunun çok belirgin örneklerini görmüşüzdür hepimiz. Nice dostluk, arkadaşlık, evlilik, ortaklık, akrabalık bu hastalık nedeniyle yıpranmıştır, sona ermiştir. Bencillik bazı insanların doğasında varsa da biraz, bunu kontrol edebilmek, izin vermemek önemli. Mutlulukları, imkanları, sıkıntıları paylaşabilmek. Balzac'ın bir söylediği gibi; "Bencillik dostluğun zehiridir..."
Evren Kır
Kızıl Sarı İki titrek yapraktık Sonbaharda.. En ufak rüzgarda titrek. Ben biraz kızıldım, sense sarı. Farklı dallardan düştük toprağa. Üşüdük.. Bana bunları düşündüren Sıradan bir akşamüstüydü: Sarı sonbaharda kızıldı gök Güneş benliğini göstermek istercesine ısrarcı.. Ayaz yalıyordu yüzümüzü.. Bekler olduk can bulduğumuz toprakta, Yeniden can bulmak için baharı. Ben biraz kızıldım, sense sarı...
Melike Meral 01.03.2012
Bir Gün Dünya başına yıkılır da yıkılır, Yükseklere çıkarsın da çıkarsın, Bir gün bir asır gibi gelir kardeşim, Hasret de bitmez bir günde... Söylenenin çok olur, Akıl verenin de bol olur, Dinle çok kez dinle, Anla bir kez de anla... Söyleyene kolay gelir de, Dinleyene ne zor gelmiştir, Hele bir gün deyip de geçme...1
Serenay Öztürk 23.02.2012
Kaçak '06 Uyandım uykumdan Sensizlik sarmış her köşenin başını. Avuçlarım ıslak Dün gece hüzün akmış uykumdan Vazgeçtim tüm kelimelerden ve sensiz aldığım nefesten Bana senin adın yeter Bıraktım tüm rüyalarımı senin yüzünden
Işık Yavuz
Sonrası Olmaz Hikayelerin Her hikaye biter bir gün.. Bazen acıya acıya, bazen acıta acıta.. Yüreğini söküp gider bir el, konuşamazsın.. Gözünün içine bakar katilin, dur diyemezsin.. Bazı hikayeler kalpsiz bırakır insanı.. Sevdanı alırlar, aşkını, inancını.. Allah'ın yarattığını kendilerininmiş gibi sormadan, sorgulamadan, acımadan söker alırlar.. Aşksız yaşamaya mecbur yaralı bırakırlar.. Her hikaye acıdır biraz. Ve her aşk acıtır.. Acıyan can değildir, yıkılan hayaller, kaybolup giden umutlar.. El ele tutuşup çıktığın ömürlük yolda, sevdadaşının elini bırakıp gitmesidir... Kalbini söküp, sevdanı, inancını, güveni alıp gitmesidir... Hep iki katil vardır hikayelerde.. Biri seven, biri terkeden.. Seven sevgisini öldürür, sevilen sevdiğini.. Ve insanlar katiline hep aşıktır.. Sonra aşk ölür, öldürürler.. Sonrası olmaz hikayelerin.. Bir kere öldü mü aşk, öldü mü seven, öldürdü mü sevilen.. Geri dönüşü yoktur.. Nefes almazlar, görmezler, duymazlar ve sevemezler.. Tüm organlarını bağışlarlar sevda uğruna.. Aşksız hayatta kalmış sadece bir ruhturlar.. Her hikaye biter bir gün.. Mutlu sonu olmaz tüm filmlerin. Ama onuru olmalı sevilenin.. Evet aşk gizli bir günahtır. Ama aşka kıymak haramdır.. Harama el uzatanın sonu yanmaktır.. Bizim hikayemizde gizli günaha, aşka kıyan sevgili. Benim de hakkım sana haramdır..
Kezban Şahin
Çınlayan Senfoni Hayat bazen cazip teklifler sunar bize; doğmak gibi.. Hayat ve ölüm arasında o naif çizgide kimi zaman sendeler insan. Sendelediğinde eğer düştüğün taraf hiddetse, ölümse; kolay gelir vazgeçmek her şeyden. Doğmam tamamen tesadüftü, ölmemem ise mucize. Kırdığım kalpler bir araya gelse yeter beni cehenneme yollamaya.. Zaten cennetten yana hiç ümidim olmadı. Ruhum bedenimde sıkışıp kalmış gibi hissediyorum çoğu zaman. Hele ki kasvetli havalarda ikiye katlanır iç bölünüşlerim. Ruhumun tırnakları parçalar beni içimden. Hani demiştim ya kendi benliğimde yapayalnız kalmaktan korkuyorum diye. Bana bir şey olacağından değil korkum, çevreme olacak zararım. İsyanım dilden düşen değil, düşmeyenlerdir. Gerek aşka, gerek yalnızlığa hazır değilim. İkisinin ortasında bir yerde can çekişiyorum ve dua ettiğim her tanrının bana ölümü tattırmasını diliyorum. Ağlarken yüzüne damlayan yağmur tanesi gibiyim. Belli olmayan, gözyaşına karışan, silik bir damla. Dedin ya hani ‘ayırabilir misin gece ile gündüzü?’ diye. Söyle hadi, hiç kavuşabildiler mi? Sönmüş küllerle yanar belki bu dünya, küller benim küllerim değil tabi. Toprağa karıştı küllerim. Yağmur sonrası toprak kokusunun nedeni gibi.. 'İnsan ölümünü düşünürken ıslık çalamaz' da demiştin. Ben denedim. Sesim çıkmadı. Soluklarım havaya karıştı. Kulaklarımda ise bana güç veren başka bir müzik. 'Islık yoksa al bunu' der gibi.. Ben de oyunumu oynadım hayata, ıslık çalabiliyormuş gibi yaptım. Çelme mi yedim, çelme mi taktım orası meçhul. Sevdiğim bir söz var; “Bundan sonra hayat bizimle dans eder, biz onun ayağına basarız.” Benim yanım yalnızlık.. Benim dansım yalnızlıkla.. Ayşe Yılmaz
Jamais Vu V Yıldızlı bir gecede Ayaklarına kapanan yakamozu düşün, Bir arp sanatçısı gibi, Denizin üzerinde parmaklarını gezdiren tanrıyı, Ay ışığının sonsuz dansını düşün, Ve aya kanat geren bir kuşun kanat sesini duy, Balinaların şarkısını işit, istridyelerin gizemini gör, Ya da unut gitsin evren zaten içinde bir yerlerde... Dağların arasında yankılanan bir yalnızlık var, Tut göğsüne bastır, ve sakın bırakma, Bir akarsu yatağı boyunca izleyeceğim Ölü bir ağacın sonsuz yolculuğunu, Dokunursan belki tersine akar sular ve Sana anımsatır kim olduğunu, Ya da unut gitsin tüm ölüler zaten yokoldu. Bir kadının eteğinin kıvrımından gördüm, Dünyanın içi boş bir ceviz gibi kofluğunu, Bir adamın elinde ki çizgilerde kaybettim, Gözlerimde ki definenin yolunu, Bir çocuğun elinden tut, Götürebileceğin bir yer varmış gibi sanki Ya da unut gitsin kaybolanlar zaten evinde şimdi. Bir deniz kıyısı bul yada bir okyanus. Gözlerini ufka dik ve derin bir nefes al. Gözlerinin önüne serilen herşey adına, Yaşadığın anın tadına var. Yer yüzünün altından kaydığını hisset, Ve dünyanın döndüğünü, Olduğun yerde kal... Başının üzerinden geçip gitsin bulutlar.. Bir balığın suyun içinden geçişi gibi Zamanın dolaşıp tüm evreni Hisset senin içinden geçip gittiğini, Ya da unut gitsin... Başka bir nefes aldı bile ilk nefesin yerini...
Esra Alp
Evren Nasıl Oluştu 1- Evrendeki tüm varlıklar rastlantıların sonucudur. 2- Evrendeki hiçbir varlık tesadüfen ortaya çıkmamıştır. Bu karşıt düşünceler hakkında birkaç temel görüş var: "Olasılıklar Hipotezi: Varlıkların veya olayların ortaya çıkması için birtakım koşulların oluşması gerekir. Bu koşulların oluşması tamamen rastlantısaldır. Örneğin 'Big Bang' denen Büyük Patlama’dan sonra Karbon-12'nin oluşması için 6 Proton, 6 Nötron ve 6 Elektron'un bir araya gelmesi gerekiyordu. Bunlar, sonsuz sayıda fenomenin süregeldiği o kaotik evrende uygun koşulları buldukları anda oluştular. Diğer 105 element de aynı şekilde ortaya çıktı. Ve daha sonra bunların kombinezonları yeni varlık ve olayları meydana getirdi. Tüm bunlar tesadüfen oluşmuş evrensel fenomenlerdir; çünkü her şeyin bir 'var olma' ihtimali vardır. Hatta bunların çoğu matematiksel olarak hesap edilebilirler; fakat bu hesap çok sayıda bilinmeyenin, sabit değerin ve değişkenin bilinmesinden sonra yapılabilir. Öyleyse her şey tesadüflerin eseridir ve hiçbir şeyin rastlantı olmadığı ifadesi doğru değildir." "Kelebek Etkisi: Dünyadaki her şey tahminlerin ötesinde bir hassas dengeyle birbirine bağlıdır. Dünyanın bu yüzünde bir kelebek kanat çırpsa, bu hareket -hava moleküllerini öylesine titreştirebilir ki- öteki yüzünde bir kasırgaya neden olabilir. Hatta bu kasırga evrenin her bölgesinde hissedilir; ama örneğin 2,5 milyon ışık yılı uzaklıktaki bir galakside sadece 0.0000000000000000000000001 şiddetinde bir etki bırakır. Öyleyse, aynı atmosferle çevrili yeryüzü gezegenindeki aynı magma tabakası üzerinde yer alan her şey, sebep-sonuç ilişkilerini de hesaba katarak düşünürsek, kendi aralarında çok daha dinamik birer ilişki içindedirler. Her şeyin bir nedeni vardır ve her sonuç bir nedenin eseridir. Bu tür bir mantık yolu izlediğimizde doğal olayların hiçbiri rastlantı değildir çünkü hepsi bir/kaç sebebe dayanır, diyebiliriz." "Akıllı Tasarım Hipotezi: Hiçbir şey rastlantı değildir. Evrende ve doğada öylesine hesaplı-kitaplı sistemler, öylesine akıllı kanunlar ve düzenler var ki; bir kör talih tüm bunları ortaya çıkarmış olamaz. Zaten bu kadar optimum kapasite ve kurallarla işleyen hiçbir muhteşem sistem kendi kendini yaratamaz. Bunun hesabını yapmaya kalkışacak denklemlerin karşılığı hep sıfır olacaktır." Bakınız: ana rahmindeki bir yumurtanın 9 ayda gelişerek bir insan modeli olarak tesadüfen ortaya çıkması ihtimali sıfıra çok yakındır. 3 kiloluk bir bebek yaklaşık 3 trilyon hücre ile doğar. Bu hücrelerin bir düzen içinde bir
araya gelip insan seklini oluşturması olasılığı: 1 bölü 1 trilyon üzeri 1 trilyondur. Yani 1 trilyonun arkasına 1 trilyon sıfır konularak yazılan bir rakamdır. (Burada yazabilecek olsak, sıfırlar dünyanın çevresini birkaç kez dolaşabilir.) Bu da bir bölü sonsuza yakın bir rakam demektir. Bir bölü sonsuzun sonucu da sıfırdır. "Demek ki buradaki tesadüf oranı karşımıza neredeyse sıfır olarak çıkıyor. Zaten bir yerde bir sistem ve düzen varsa, orada bir düzenleyici, bir sistem operatörü var demektir. Öyleyse, bu sistemin de bir yaratıcısı vardır. O da Tanrı'dır. Ve Tanrı en küçük atomundan en büyük galaksisine varıncaya kadar evreni kurup işleten, idare eden en yüce güçtür. O'nun bilgisi ve izni dışında hiçbir olay cereyan edemez. Dolayısıyla hiçbir şey rastlantı değildir." Evet, bütün bu açıklamalardan sonra görülüyor ki ortaya yüzde yüz bilimsel veya elle tutulur gözle görülür bir yanıt çıkmadı. Neden acaba?.. Çünkü bilim, neden sorusu ile değil, nasıl sorusuyla uğraşır. Bunun nasılını bulmak içinse henüz ne bilimsel veriler ne teknolojinin olanakları ne de insan aklının evrimi yeterli. Öyleyse, şimdilik neden sorusuna cevap veren yanıtlarla yetinmek zorundayız. Bunlar da yukarıda verildi, seçim sizin. Eğer seçenekleri az buluyorsanız, o hâlde ABD'ye gidip vücudunuzu dondurtun ve 500 yıl sonra canlandırılmanızı isteyen bir vasiyet bırakın, derim. O sayede bu konuda tüm yanıtların bulunmuş olacağı bir dönemde yeniden diriltilme olasılığını elde etmiş olursunuz belki. Benim kişisel görüşüm ise şudur: Her şeyi tesadüf olarak görenler Kaos Teorisi'ni iyi anlamaya çalışmalıdırlar. Hiçbir şey tesadüf değildir, diyenler de ihtimallerin sonsuz olduğunu gözardı etmemelidirler. Seçeneklerin içinde hem tesadüflerin hem de tesadüfî olmayanların sayısı oldukça yüksektir. Bu soruların ve diğer birçok sorunun yanıtlarını, bence “ya bu doğrudur ya da o...” tarzında, yani siyah-beyaz tonlarda değil; grinin binlerce tonlarında ve daha bütüncül bir bakışaçısıyla aramayı denemeliyiz. Hem analiz, hem sentezle kalın...
Mehmet Sağlam
Light Mayt Derken Hamurabi Olmayın! Saat gece yarısını geçmiş… Paspas’la ben, iki kedi, ikisi de zırdeli, başladık Perili Ev’in yanında yaşayan Dük’ü kızdırmaya. Kulübesine bağlı zincir hareketini sınırlıyor, bize de dalga geçmek için fırsat doğuyor. Suratı kızardıkça kızardı, ondan sonra açtı ağzını yumdu gözünü, başladı aralıksız havlamaya. Birkaç evin ışığı yanınca bize ikilemek düştü; çünkü yukarıdan daha önce çook tanımlanamayan yabancı cisim düştü. Neşeyle kaçıyorduk, ama o ne? Biz Tosun UFO beklerken, üzerimize karanlık devasa bir gölge düştü. Ben derim yaban domuzu; Paspas diyor Gergedan. Zıp! Anında saklandık gölgelerin arasına. Bu cüsseli, korkunç yaratık çıksın diye sokak lambasının ışığına. Ne görelim, o hantal gölge bir kediymiş… Meğer Tosun isimli kedi obezmiş. İnsanları anladık da olur mu hiç sokak kedisinin obezi? Nasıl silahlı kanun adamları obez olamazsa, sokak kedisine de yakışmaz hiç. Biri hırsızı katili tutamaz, diğeri kuşu fareyi. Çöp kutusuna bile tırmanamaz. Madem insanlardan geçmiş bu hastalık kedilere, ben de düştüm bu illetin peşine. Çok sordum, çok gördüm, öğrendiklerimi size anlatayım diye. Mahalleli kedileri korumaya aldım bile. Obezite hastalığı önceleri Amerika’da başlayıp, tüm dünyaya yayılmış. Hiç durur mu Türkiye’ye de bulaşmış. Nüfus içinde obez oranı 2011 rakamlarıyla %36’ymış. Kadınlarda %44’e ulaşmış. Yani neredeyse her iki kadından biri aşırı kilolu sınıfındaymış. Neyi yanlış yapıyorlar araştırdım, hareketsizliği bir kenara bırakıp, diğer bulduklarımı sizinle paylaştım. Aşağıdakileri okurken, normal bir erkeğin günlük kalori ihtiyacının yaklaşık 2.250 – 2.500 olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Kadınınki daha da az. Mert Besinler / Light Besinler: Sarman sistemiyle besinleri ikiye ayırabiliriz: Mert besinler, Light Besinler. Mert besinlerin içi dışı birdir. Gözünün içine bakar ve “Götür beni, göbeğin olayım senin,” der. İlk aklınıza gelen örnekler, tahminen sizin için de tehlikelidir. Zaten bunlara dayanamıyorsanız, bilgisizlik değil, irade sorununuz var demektir. Onu Sarman’dan beklemeyin, hiç değilse aşağıdakileri bilin.
Tahrik gücü yüksek sabah bombaları: İnsanlar eski usul kahvaltıyı bırakmışlar, iş yolunda ağızlarına bir şeyler tıkmaya başlamışlar. Hani poğaçalar, açmalar, küçük ya, lezzetli ya, ucuz ya, onlar da bunları mideye indirince hafif yediğini sanıyor. Hem doymuyor, hem de yediği poğaçanın yaklaşık yarısı kadar margarin yutuyor. Bir poğaça 200 kalori. Yani, sabah atıştırdığınız iki poğaçanın toplam değeri, tavuk suyu çorba + mantarlı et soteye denk geliyor. Milli yemek; pilav: Bu diyarın insanı, yemekte pilav olmadı mı, kendini aç hissediyor. Çok hafif olduğuna inanıp, çalakaşık girişiyor. Peki, Türk işi pirinç pilavının enerji barajını yıkacak kadar kalorili olduğunu söylesem… Bir tabağında 400–500 kalori var. Yani iki porsiyon aşure yeseniz daha az kalori alırsınız. Asıl sorun Türklerin pilavı pişiriş şeklinde, Çinlilerinkini aşağılayarak “lapa” demeseniz, bol yağla, hatta tereyağıyla pişirmeseniz, belki göbeği biraz indirirsiniz. Light Mayt derken Hamurabi olmayın: Her gördüğün “light”ı az kalorili mi sandın? Mesela McDonald’s’ın “hafif & aktif” menüsünden Tavuk Izgaralı Sandviç seçtin diyelim. Tabii yumuşacık ekmek kesmiyor, iki taneyle anca doyuluyor. Yanına patates veya cola bile eklemeden 800 kalori aldın bile. İki Big Mac 960 kalori, e neresi hafif diğerinin peki? Bilgi olsun diye, Burger King’den iki Double Whopper 2.150 kalori yapıyor, yani bunun yanında Alp bile light kalıyor. Light bisküvi ve keklere de heveslenmeyin. Bunların aslı o kadar kalorili ki, dilediğin kadar light yap, deniz yatağı gibi şişiriyor. En enerjiklerden Biskrem’in 100gr’ında 495 kalori varken, üzerinde “Yağı %75 azaltılmış” yazan Altınbaşak 384 kalori. Yani küçük boy iki paket Altınbaşak yediğinizde –ki bu kadarla hiçbir sağlıklı Türk erkeği doymaz– bir porsiyon bolonez soslu makarnadan fazla kalori alıyorsunuz. Siz iyisi mi bisküvilerden uzak durun. Gel seninle kebap olalım! Az önce McDonalds’ı eleştirdik ama bir açıdan da hakkını verelim. Ürünlerin kalori değerlerine,
dükkândayken bile kolayca ulaşıyorsunuz. Siz hangi kebapçıda kalori değeri gördünüz? İddia ederim! Vejetaryen olmayan bir Türk, lahmacun yemeden 1 ay duramaz. Fiyatı ucuz diye, kendisini de hafif sanıyor, göreceli olarak “light” kategorisine sokuyor. Kimse bir taneyle yetinmiyor. Fakat öyle çok yağ var ki içinde, neredeyse teki, bir porsiyon kebaba yaklaşıyor. Yani kalori olarak, hamburgerle birlikte uçan daire sınıfında yer alıyor. Elbet lahmacununuzla aranıza kimse giremez, fakat yağını yordamını bilin de öyle indirin mideye. Büyük yalan; açık büfe salata: Özellikle hayat boyu rejim yapan kadınların rağbet ettiği salata barlar, aslında büyük bir kandırmaca. Biraz yeşillik, biraz maydanoz derken, azıcık Rus Salatası, İtalyan salatası, yağlı peynirler… İşler karışıyor. Bir seferde tabağınıza sığdırabilecek kadar alabildiğinizden, icat edilen istifleme ve kızarmış ekmeklerle destekleme teknikleri, inşaat mühendislerine parmak ısırtıyor. Salata, 50 kalori sınırından 350’lere çıkarken, bunu yiyen de kendini kandırıyor. Tiryaki reçel mi içer? Türkler çayı sever. Kimileri ince bellilerle günde 10 bardak içer. Çaya 4 şeker atan var. Yani, günde 40 tas has hoşaf gibi, 40 küp has şeker yutan var. Bir kesme şeker 20 kalori. Basit hesapla bu adam, sadece çay içerken günde 800 kalori alıyor. Her gün iki porsiyon baklava yer gibi çay içiyor. Türkler kahveyi de sever. Eskiden Türk kahvesine şeker atanlarla dalga geçer, “talebe kahvesi” derlerdi. Şimdi şık dükkânlarla kahve, şekerli, şerbetli, hatta bolca kremalı içilmeye alışıldı. Aslında içilen kahve değil, bambaşka bir şey! Bakın, sade espresso’nun ve Türk kahvesinin fincanı 6 kalori. Peki süslü kahvelerde bu ne oluyor? Orta boylar için özetlersek, Mocha 344, Frappucino Mocha 331 kalori. Nasıl oluyor da bir bardak kahvede kalori 50 katı artıyor. Bunu içen, yağ bağlamamayı nasıl ümit ediyor? Meyvenin Suyunu Çıkaranlar: Favori sağlıklı yaşam içeceğidir meyve suyu. Öyle değildir de öyle sanılır. Aslında bir öğünde yediğiniz 100g meyve yeter, fakat 100g meyve suyuyla doymazsınız. Bir portakal
doyururken, 5 hatta daha fazla portakalın suyunu içersiniz. Sağlıklı posasını bir kenara bırakır, daha şekerli tarafını yutarsınız. Yani 100 gram meyveden 50 kalori alıp doyacakken, 300 gram meyve suyu içer, 150 kalori alırsınız. Kısacası, meyve suyunu küçük bardakta içmekte fayda var.
Bu tabloda nerede olduğunuzu biliyor musunuz? İnsanlar biz kediler gibi değil. Genellikle yaşamak için yemiyor, yemek için yaşıyor. Doyunca durmuyor; erişebilirse, ne bulursa çatlayana kadar devam ediyor. Bunu hayat tarzı haline getirip, başka alanlarda da tüketmeyi, hayatının amacı yapıyor. Farkında değil… Bir yandan pastayı, diğer yandan ayvayı yiyor. Ben kedilerime, “yeterince ye, sonra dur,” dedim. Yapmazsan, yanından geçen bir yavru kedi “Anne, bu amca hamile mi?” diye sorarsa, bozulmak yok dedim. Peki, sizler bu konuda neler yiyor, neler diyorsunuz? Geçin klavyeye, paylaşın bizimle. Sarman Dedektif Sarman Dedektif'in tüm yazılarına ulaşmak için Sarman Dedektifin Gözüne Batanlar isimli web güncesini ziyaret edebilirsiniz.
Alp Saldamlı
Birileri Şu Adama Heykel Versin... Biliyorsunuz geçenlerde 84. Oscar Ödülleri sahiplerini buldu. Ben de oturdum bilgisayarın başına, açtım Google ana sayfayı, sordum sorumu! ‘Brad Pitt neden hiç Oscar alamadı?’ Soru saçma olduğundan mıdır, cevap alamadım. Kabul ediyorum soru saçma, benden başka kimsenin de Brad Pitt’in Oscar alamadığından yakındığını görmedim. Ayrıca Google’a soru sormak garibime gitti. Ve ardından şu söz aklıma geldi. ‘Bizim Tanrımız sorduğumuz her şeye cevap veriyor. Sizin ki?’ GOOGLİSTLER... Bilinçaltımı kınadım... Hep aklıma takılırdı yazıya aktarayım dedim. Şu sorularla karşılaşırdım hep. ‘Aaaa! Brad Pitt’in Oscar’ı yok mu? Hani şu Tibet’te Yedi Yıl’da oynayan Oscar alamamış mı?’ Evet, yok ve Akademi Oscar’ı vermemekte epey kararlı görünüyor. Genelde Akademi şu tutumda bulunabiliyor. 'Daha çok filmde oynar. Ona daha sonra ödül veririz.' Neyse, küçük bir yolculuk yapıp Brad Pitt’i biraz tanıyalım... 18 Aralık 1963’de ABD’nin Oklohoma eyaletinin, Shawnee köyünde doğan Brad, Missouri Üniversitesi gazetecilik bölümünden mezun olmasına kısa bir süre kala okulu bırakıp Hollywood’un yolunu tutmuş. Uzun uğraşlar sonucunda, hani biz daha küçükken, hatta çoğumuz yokken, TRT’de yayınlanan ‘Dallas’ vardı, o dizide küçük roller almış. 1989 yılında ‘Cutting Class-Sınıfta Katliam’ adlı düşük bütçeli bir filmde oynayarak yapımcıların dikkatini çekmiş. Ve en sonunda 1991’de mutsuz ev kadını Thelma, monoton garson Louise ile birlikte arabalarıyla yolda giderken, bizim Brad’i de yanlarına alınca, People Magazin Brad’e ‘Dünyanın En Seksi Adamı’ unvanını layık gördü. Thelma ve Louise (1991) Brad’in kariyerine yön veren ve sadece 15 dakika görünmesine rağmen ününe ün katan filmdir.
Bizim şu mavi gözlü sarı oğlan zaten fiziğinde bir kusur bulunmadığından iyice tanınmıştı. Ama onun aklında fiziksel özelliklerinden çok oyunculuğuyla tanınmak geçiyordu. Ve bu fırsatı da geniş kadrosuyla dikkat çeken, Interview With The Vampire - Vampirle Görüşme (1994) filmiyle buldu. Filmde ona Tom Cruise’un yanında Antonio Banderas ve Kirsten Dunts (Örümcek Adam’da ki bayan, tabi o filmde minik bir kız çocuğu) eşlik ediyordu. Aynı yıl Anthony Hopkins ile birlikte Legends of the Fall - İhtiras Rüzgârları adlı filmde boy gösterdi. Ve sonra izleyen herkeste mutlaka bir iz bırakan kült film Se7en (1995) geldi. Se7en’da Brad’in ‘Kutuda ne vaaar. Kutuda ne vaaar.’ diye repliği feryat edişi hala kulaklarımdadır. Kariyerinde emin adımlarla yürüyen sarı oğlan yine 1995 yılında Twelwe Monkey - Oniki Maymun filmiyle Altın Küre’de En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü aldı. Aynı zamanda Akademi Ödüllerinde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülüne aday gösterildi ama alamadı. Seven Years in Tibet - Tibet’te Yedi Yıl (1997) Daha önceleri kibirli, başarıdan başka hiçbir şey istemeyen, bencil kişilikli bir insanın nasıl değiştiğine şahit olabileceğiniz türde bir film. İnsan kişiliğinin değişebileceği hakkında ilk izlenimlerimi bu filmden aldığım gerçeğini inkâr edemem. Brad Pitt bu filmde oynadığı rol karşılığında ödül yerine ömür boyunca Çin’e girme yasağı almıştır. Bu yüzden bu filmle ilgili büyük puntoyla bir başlık açmayı seçtim. Nedeni ise insanın kişiliğinin, gördüğü, anlamlandırmaya çalıştığı düşüncelerden ibaret olduğunu anlamam. İnsan değişmek ister, ama aslında değişmek istemediği için değişemez. Brad 1998 yılında Anthony Hopkins ile beraber kamera karşısına geçtiği ikinci film olan Meet Joe Black adlı filmde ölüm meleğini başarılı bir
şekilde canlandırmış. Fakat filmden sonra yaptığı basın toplantısında filmde oynadığı için pişman olduğunu açıklayınca, filmin satışları düşmüştür. Ve işte Fight Clup (1999)... Filmi 2004 yılında izleme şansı bulmuştum. Film ile ilgili küçük bir anım mevcut. İsmini vermek istemediğim bir arkadaşımla izledim. Filmden sonra yaklaşık iki saat, Chuck Palahniuk (Kitaptan sinemaya aktarım Kitabın yazarı) hakkında konuşmaya başladık. Yer altı Edebiyatının dahi çocuğu demiştik ona. Biz iki genç bizden büyük bir yazara çocuk diyerek karşılıklı böbürleniyorduk. Aslında konuşmalar esnasında arkadaşımın sadece eksik cümlelerini tamamlıyordum. Arkadaşım filmden o kadar etkilenmişti ki; anlatırken filmi yaşıyordu sanki. ‘Bu film tam anlamıyla sisteme karşı yapılan bir başkaldırış.’ dediğini hatırlıyorum. Bu konuya sonra değinelim. Brad’in canlandırmış olduğu karakterlerden ikisi favoridir. Biri Tyler Durden (Dövüş Kulübü) diğeri ise Snatch - Kapışma(2000) filminde İrlandalı Çingene Mickey O’Neil... Filmlerin ikisini de izlemeyenler için tavsiyemdir. 2001 yılında The Mexican - Meksikalı filmiyle Jerry Welbach, Spy Game Casus Oyunu’nda Tom Bishop, Ocean’s Eleven’da Rusty Ryan karakterleriyle göründü. 2004 yılında Achilles kılıcıyla, Yunanistan’dan çıka geldi. Troy - Truva filmi Türkiye’de büyük yankı uyandırdı. Hatta filmde kullanılan at bürokratik krize bile dönüştü. Neyse biz o atı alıp Çanakkale’ye yerleştirip mutlu olduk. 2008 yılında Benjamin Button 86 yaşında çirkin bir bebek olarak doğunca, akademi jürisi filmdeki tersten kurguya hayran kaldı. Ardından Brad Pitt’e En İyi Erkek Oyuncu adaylığı verildi. Gelgelelim Sean Penn aynı yıl Milk filmiyle Amerikalı bir eşcinseli, akıl almaz bir şekilde oynayınca. Jüri ödülü Sean Penn’e vermeye karar verdi. Bence de doğru bir karardı.
2009 yılında Quentin Tarantino, farklı bir bakış açısıyla Hitler’i öldürdüğü film olan, Soysuzlar Çetesi’nde Brad Pitt’e Teğmen Aldo Raine karakterini verdi. Karakterin üstesinden başarıyla gelen Brad bu filminde hiçbir ödüle aday olamadı. Hollywood’un Tarih Tutkusu 2002 yılında Chicago adlı danslı, müzikli kurgusuyla Akademi ödüllerine damga vurmuştu. Akademinin eskiyi alıp harmanlayıp, mükemmel bir kurguyla insanoğluna sunan yönetmenlere hayran olduğunu belirtmeliyim. Yine bu yıl, Akademi Ödüllerine damga vuran The Artist(2011). Sessiz filmlerin düşüşe geçtiği dönemden faydalanıp, mükemmel bir kurguyla beyazperdeye aktarılınca, Brad Pitt’in son olarak Money Ball - Kazanma Sanatı (2011) adlı filmle En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar’a aday olması anlamını yitirmiş ve ödülü The Artist filmiyle Fransız Aktör Jean Dujardin almıştır. Money Ball - Kazanma sanatıyla Bily Bean karakterini başarıyla canlandıran Brad, yine Akademinin sınavından geçememiş ve Oscar’ı Fransız oyuncuya bırakmıştır. Bu arada Fight Clup’ı birlikte izlediğim arkadaşımı üç gün sonra gördüğümde saçlarını üç numaraya vurdurmuş. Askere bile gitmeden, botlarını giymiş, sağda solda adam toplamaya alışıyordu. Beş gün sonra uyandığımızda semtimizdeki arabaların çoğunun lastiklerini patlamış halde bulduk...
Tuncay Ünaydın
..EnginDergi.. Mart 2012 sayı-27 www.engindergi.com bilgi@engindergi.com